ZUHRUF SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile Mekke'de indiği icma ile kabul edilmiştir. Mukâtil : Yüce Allah'ın: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor" (ez-Zuhruf, 43/45) âyeti müstesna demiştir. Seksendokuz âyettir. 1Ha, Mim. Âyetin tefsiri için bak:3 2Mubîn kitab hakkı için. Âyetin tefsiri için bak:3 3Muhakkak Biz onu akıl edip anlayasanız diye Arapça bir Kur'ân kıldık. "Ha, Mim. Mubîn kitab hakkı için" âyetine dair açıklamalar daha önceden (el-Mu'min, 40/1. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ha, Mim"in bir yemin, "mubîn kitab hakkı için" âyetinin ise ikinci yemin olduğu da söylenmiştir. Esasen yüce Allah dilediği şeye yemin eder. Cevabı ise: "Muhakkak Biz onu... kıldık" âyetidir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: "Kitab hakkı için" yemininin cevabını -: "Allah'a yemin olsun indi, Allah'a yemin olsun vacib oldu" demek halinde olduğu gibi- "Ha, Mim" kabul edenler, "mubîn kitab hakkı için" âyeti üzerinde vakıf yaparlar. Yeminin cevabını "muhakkak Biz onu... kıldık" kabul edenler ise "mubîn kitab hakkı için" âyeti üzerinde vakıf yapmaz. "Biz onu... kıldık" âyeti, ona böyle isim verdik, onu böyle nitelendirdik demektir. Bundan dolayı iki mef'ûle geçiş yapmıştır. Yüce Allah'ın: "Allah bahire... diye (adlandırılan) birşey kılmamıştır" (el-Mâide, 5/103) âyetinde olduğu gibi. es-Süddî de: Biz onu... bir Kur'ân olarak indirdik, diye açıklamıştır. Mücahid, onu (Arapça olarak) söyledik diye, ez-Zeccâc ve Süfyan es-Sevrî ise onu böylece beyan ettik, diye açıklamışlardır. "Arapça..." onu Arap dili ile indirdik, demektir. Çünkü herbir peygamberin kitabı kendi kavminin diliyle indirilmiştir. Bu açıklamayı Süfyan es-Sevrî ve başkaları yapmıştır. Mukâtil de şöyle demiştir: Çünkü sema ehlinin dili Arapçadır. "Kitab" ile peygamberlere indirilmiş bütün kitabların kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü "kitab" bir cins isimdir. Sanki yüce Allah indirmiş olduğu bütün kitablara yemin ederek Kur'ân’ı Arapça bir Kur'ân kıldığını dile getirmektedir. Yüce Allah'ın "onu... kıldık" âyetindeki zamir sûrede her ne kadar kendisinden henüz söz edilmemiş ise de Kur'ân-ı Kerîm'e aittir. Yüce Allah'ın: "Doğrusu Biz onu Kadir gecesinde indirdik" (el-Kadr, 97/1) âyeti gibi. "...Akledip anlayasanız diye..." hüküm ve manalarını kavrayasanız diye... Bu açıklamaya göre bu özellik sadece Araplara ait olur, acemler (Arap olmayanlar) için bu sözkonusu olmaz. Bu açıklamayı İbn Îsa yapmıştır. İbn Zeyd ise şöyle demiştir: Belki iyice düşünürsünüz, anlamındadır. Bu açıklamaya göre ise bu Araplara da, Arap olmayanlara da umumi bir hitab olur. Hitabın "mubîn" olmakla nitelendirilmesi yüce Allah'ın bu kitapta -daha önce birkaç yerde de geçtiği üzere- hükümlerini ve farzlarını açık açık bildirmiş olmasından dolayıdır. 4Muhakkak ki o, katımızdaki Ana kitapta çok yücedir, çok muhkemdir. "Muhakkak ki o" yani Kur'ân-ı Kerîm "katımızdaki" yanımızdaki "Ana kitapta" Levh-i Mahfuzda "çok yücedir, çok muhkemdir." Onda herhangi bir aykırılık ve çelişkinin bulunmadığı son derece sağlam ve yüce bir kitabtır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz o oldukça şerefli bir Kur'ân'dır. Korunan bir kitaptadır." (el-Vakıa, 56/77-78); "Daha doğrusu o çok şerefli bir Kur'ân'dır, Levh-i Mahfuzdadır." (el-Buruc, 85/21-22) İbn Cüreyc dedi ki: Yüce Allahın: "Muhakkak ki o" âyetinde kastedilen insanların îman , küfür, itaat ve masiyet türünden işledikleri amellerdir. "Çok yücedir" yani kendisine erişilip değişikliğe uğratılamayacak kadar yücedir, "çok muhkemdir" eksiklikten ya da değişikliğe uğratılmaktan yana korunmuştur, demektir. İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey Kalemdir. Ona yaratmayı murad ettiği herbir şeyi yazmasını emretti. O bakımdan bu kitab O'nun nezdindedir. Daha sonra da: "Muhakkak ki o katımızdaki Ana kitapta çok yücedir, çok muhkemdir" âyetlerini okudu. Hamza ve el-Kisaî: "Ana kitab" lâfzındaki hemzeyi esreli okumuşlar, diğerleri ise ötreli okumuşlardır. Buna dair açıklamalar daha önceden (en-Nisa, 4/11-14. âyetler, 18. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 5Siz haddi aşan bir kavimsiniz diye Zikri size bildirmekten vaz mı geçelim? "... Zikri size bildirmekten vaz mı geçelim?" âyetinde kastedilen ed-Dahhak ve başkalarından gelen rivâyete göre Kur'ân-ı Kerîm'dir. Zikirden kastın azâb olduğu da söylenmiştir. Yani Biz sizi azablandırmaktan vazgeçerek haddi aşmanızın ve küfre sapmanızın karşılığını vermeyip cezalandırmayalım mı? Bu açıklamayı Mücahid, Ebû Salih ve es-Süddî yapmış olup el-Avfî de bunu İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Yine İbn Abbâs şöyle demiştir: Âyetin anlamı şudur: Sizler size verilen emirleri yerine getirmeksizin sizi azablandırmaktan vazgeçip affedeceğimizi mi zannettiniz? Yine ondan gelen rivâyete göre âyet, hem Kur'ân'ı yalanlayacaksınız, hem de cezalandırılmayacaksınız öyle mi? anlamındadır. Yine es-Süddî şöyle demektedir: Yani Biz size emir vermeksizin, yasak koymaksızın sizi başıboş mu bırakacağız? Katade dedi ki: Size emir vermeden, yasakları bildirmeden helâk mi edeceğiz? anlamındadır. Yine ondan rivâyete göre: Sizler ona îman etmiyorsunuz diye Kur'ân-ı Kerîm'i indirmekten vazgeçip onu size indirmeyelim mi? İbn Zeyd de böyle açıklamıştır. Katade dedi ki: Allah'a yemin ederim, eğer bu Kur'ân-ı Kerîm, bu ümmetin ilkleri arasında bulunanlar tarafından reddedildiğinde kaldırılmış olsaydı, şüphesiz helâk edilirlerdi. Fakat yüce Allah rahmeti ile bu Kur'ân'ı onlara tekrar tekrar indirmeye devam etti. el-Kisaî dedi ki: Bizim size karşı Zikri katlayıp düreceğimizi ve böylelikle size öğüt ve emir verilmeyeceğini mi sandınız? Buradaki "'Zikir'den tezekkür (öğüt alman)ün kastedildiği de söylenmiştir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Sizler haddi aşan günahkar bir topluluksunuz diye size öğüt vermekten vaz mı geçelim? Bu açıklama: "Diye" âyetinin hemzesini üstün okuyanların kıraatine uygundur. Hemzeyi esreli okuyanlar ise bunu şan edatı olarak kabul ederler, bundan önceki âyetler da onun cevabı olur. Çünkü lâfız olarak amel etmemiştir. Buna göre âyet-i kerimenin anlamı şöyle olur: Eğer siz haddi aşan bir kavim iseniz, Biz size Zikri bildirmekten vaz mı geçeceğiz? Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Eğer mü’minler iseniz... faizden arta kalanı da bırakın" (el-Bakara, 2/278) âyetidir. Cevabın hazfedilmiş olduğu ve önceki ifadelerin buna delalet ettiği de söylenmiştir. Nitekim: "Eğer bu işi yaparsan sen zalimsin" demeye benzer. ez-Zeccâc'a göre esreli okuyuşun anlamı haldir, çünkü ifadede söyletmek ve azarlamak anlamı vardır. Sizin haliniz bu iken Biz size Zikri hatırlatmaktan vaz mı geçeceğiz? demek olur. "Vazgeçmek" yüz çevirmek demektir. Mesela: "tabiri "filanın suçundan yüz çevirdim (onu cezalandırmadım)" demektir. Yine: "Onu terkettim, ondan yüz çevirdim" demektir. Bu tabir: "Boynun yan tarafı" amlamındaki: lâfzından gelmektedir. Mesela: "Ona boynumun yanını çevirdim" anlamındadır. Şair şöyle demiştir: "Yüz çevirerek (geçer gider yanımdan) seninle karşılaştı mı mutlaka cimrilik eder, Her kim bu haliyle ona kavuşmaktan usanırsa, o da usanır." Âyet-i kerimedeki: "Vazgeçmek" âyeti mastar (mefu'l-i mutlak) olarak nasbedilmiştir. Çünkü: "Vaz mı geçelim?" âyeti da: "Vaz mı geçelim!" anlamındadır. İfadenin: "Bizler vazgeçenler olarak size Zikri bildirmekten vaz mı geçelim?" takdirinde olduğu da söylenmiştir. Tıpkı "filan kişi yürüyerek geldi" demeye benzer. "Haddi aşan bir kavim" âyeti müşrik olan bir kavim demektir. "Diye" lâfzındaki hemzenin üstün okunmasını Ebû Ubeyde tercih etmiş olup aynı zamanda İbn Kesîr, Ebû Amr, Âsım ve İbn Amir'in de kıraati böyledir. Ebû Ubeyde der ki: Çünkü yüce Allah yaptıkları dolayısıyla onlara sitem etmiş ve onların böyle yapacaklarını önceden de bilmiştir. 6Halbuki öncekiler arasında da pekçok peygamber göndermişizdir. "Halbuki öncekiler arasında da pekçok peygamber göndermişizdir" âyetindeki: "Pekçok" lâfzı "haberi\ye" diye bilinen "kem: pekçok"dir. Bundan maksat çokluk bildirmektir. Yani Biz ne kadar çok peygamber gönderdik? Nitekim yüce Allah: "Onlar nice bahçeleri, pınarları geride bırakmışlardı" (ed-Duhan, 44/25) diye buyurmaktadır. Onların geride bıraktıkları bahçeler, pınarlar ne kadar da çoktu! demektir. 7Onlara bir peygamber geldikçe muhakkak onunla alay ederlerdi. "Onlara bir peygamber geldikçe" onlara bir peygamber geldiği her seferinde "muhakkak" senin kavmin seninle alay ettikleri gibi onlar da "onunla alay ederlerdi." Bu âyetle yüce Allah peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı teselli etmekte ve onun üzüntüsünü hafifletmektedir. 8Biz onlardan kuvvet itibarı ile daha çetin olanları helâk ettik. Öncekilerin misali daha evvel geçmiştir. "Biz onlardan kuvvet itibarı ile daha çetin olanları helâk ettik." Bunlardan daha güçlü kavimleri helâk ettik. Bu âyetteki "onlardan" zamiri yüce Allah'ın: "Siz haddi aşan bir kavimsiniz diye Zikri size bildirmekten vaz mı geçelim?" (Zuhruf, 43/5) âyetinde muhatab alınan müşriklere aittir. Onları muhatab aldıktan sonra onlardan gaib zamir ile sözetmektedir. "Daha çetin" lâfzı hal olarak nasbedilmiştir, mef'ûl olduğu da söylenmiştir. Yani Biz gerek bedeni yapıları itibariyle, gerek kendilerine uyanları itibariyle bu müşriklerden daha güçlü olan kimseleri helâk etmişizdir. "Öncekilerin misali" Katade'den rivâyete göre cezaları "daha evvel geçmiştir." Öncekilerin safhası, dönemi diye de açıklanmıştır. Bu âyeti ile yüce Allah, (öncekilerin) küfürlerinden ötürü helâk edildiklerini bunlara haber vermektedir. Bu açıklamayı en-Nekkaş ve el-Mehdevî nakletmiştir. "Mesel: misal" nitelik ve haber anlamındadır. 9Yemin olsun ki onlara: "Göklerle yeri kim yarattı?" diye sorsan, elbette: "Onları hüküm ve emrinde galib, her şeyi en iyi bilen yarattı" derler. "Yemin olsun ki onlara" müşriklere "göklerle yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette: Onları hüküm ve emrinde galib (el-Aziz) herşeyi en iyi bilen (el-Alim olan Allah) yarattı derler." Böylece onlar yaratmayı ve yoktan var etmeyi kabul etmektedirler. Bununla birlikte cahillik ederek O'ndan başkasına ibadet ettiler. Buna dair açıklamalar daha önce başka yerlerde (mesela el-En'am, 6/1. âyet, 2 ve 5. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. 10O ki, yeri size döşek kılmış ve yolunuzu bulabilmeniz için orada size yollar açmıştır. "O ki, yeri size döşek kılmış" âyeti ile yüce Allah kendi zatını kudretinin mükemmel oluşu ile nitelendirmektedir. Bu, yüce Allah'ın kendi zatı hakkında haber verdiği bir ibtida (yeni başlangıç cümlesi)dir. Eğer bu kâfirlerin söyledikleri sözü haber veren bir ibare olsaydı, o vakit; "O ki yeri bizim için bir döşek kılmıştır" diye buyurulması gerekirdi. "Döşek"; yatak ve sergi, yaygı demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (Ta-Ha, 20/53- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Kûfeliler bu lâfzı -"he"den sonra elifsiz olarak diye okumuşlardır. "Ve yolunuzu bulabilmeniz" O'nun kudretinin eserlerini görerek, kudretine delil görmeniz "için orada size yollar" yani geçimlikler, bir açıklamaya göre de istediğiniz yere gidebilmeniz için yollar "da açmıştır." "Yolunuzu bulabilmeniz için" âyeti ayrıca yaptığınız yolculuklarda... (yolunuzu bulabilmeniz için) diye de açıklanmıştır ki; bu açıklamayı İbn Îsa yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre: Belki Allah'ın üzerinizdeki nimetini bilirsiniz... anlamındadır. Bu açıklamayı Said b. Cübeyr yapmıştır. Geçim yollarınıza yol bulabilirsiniz... diye de açıklanmıştır. 11O, gökten belli bir miktar su indirendir. Onunla ölmüş bir beldeyi canlandırdık. İşte siz de böylece çıkarılırsınız. "O, gökten belli bir miktar su indirendir" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: Yani indirdiği bu su Nûh kavmi üzerine indirilen ve oldukça bol olup sonunda onların suda boğulmalarına sebeb teşkil eden şekilde değil de, ne boğucu bir tufan, ne de ihtiyaca yetmeyecek kadar az olmayan bir miktarda demektir. Ta ki bu sizin ve davarlarınızın geçimine sebeb teşkil etsin. "Onunla" o su ile "ölmüş" bitkiden yana kupkuru kesilmiş "bir beldeyi canlandırdık" dirilttik. "İşte siz de böylece" kabirlerinizden "çıkarılırsınız." Çünkü buna kadir olan ötekine de kadir olur. Bu hususa dair güzel açıklamalar el-Araf Sûresinde (7/57. âyetin tefsirinde) güzel bir şekilde geçmiş bulunmaktadır. Yahya b. Vessab, el-Ameş, Hamza, el-Kisaî ve İbn Amir'den naklen İbn Zekvan "çıkarılırsınız" anlamındaki âyeti: "Çıkarlar" diye "ye" harfini üstün, "ra" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Diğerleri ise meçhul bir fiil olarak okumuşlardır. 12O, bütün çiftleri yaratmış ve sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri var etmiştir. Bu âyetlere dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Bütün Çiftleri Yaratan O'dur: "O, bütün çiftleri yaratmış." O Allah bütün çiftleri yaratmış olandır, demektir. Said b. Cübeyr: Bütün türleri diye açıklamıştır. el-Hasen de: Kışı ve yazı, geceyi ve gündüzü, gökleri ve yeri, güneşi ve ayı, cenneti ve cehennemi... diye açıklamıştır. "Çiftler"den kastın erkek ve dişi canlılar olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Îsa yapmıştır. Bu âyetle bitkilerin çiftlerini kastetmiştir, diye de açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ve orada göze hoş gelen her çiftten bitkiler bitirdik." (Kaf, 50/7); "Orada her türden güzel bitkiler bitirdik." (Lukman, 31/10) İnsanın yapıp ettiği ve karşı karşıya kaldığı hayır ve şer, îman ve küfür, fayda ve zarar, fakirlik ve zenginlik, sağlık ve hastalık demek olduğu da söylenmiştir. Derim ki: Bu açıklama bütün görüşleri kapsar ve kapsayıcı özelliği ile de onları birarada ifade eder. "Ve sizin için gemilerden ve hayvanlardan" develerden karada ve denizde "bineceğiniz şeyleri var etmiştir." 13Ta ki onların sırtlarına binip kurulasınız. Sonra onların üzerine yerleşince, Rabbinizin nimetini hatırlayasınız ve şöyle diyesiniz: "Bunları bizlere müsahhar kılan, eksiklikten münezzehtir. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi; Âyetin tefsiri için bak:14 14"Ve esasen biz muhakkak Rabbimize döneceğiz." "Ta ki onların sırtlarına binip" âyetindeki zamirin müzekker gelmesinin sebebi, yüce Allah'ın: "bineceğiniz şeyleri" âyetine ait olmasından ötürüdür. Bu açıklamayı Ebû Ubeyd yapmıştır. el-Ferrâ'' da şöyle demiştir: Yüce Allah "sırtlar" âyetini tekil bir zamire izafe etmiştir. Çünkü bundan kasıt cinstir. Dolayısıyla mana itibariyle tekil olan bu zamir, çoğul anlamındadır. Tıpkı "ceyş ve cund: ordu ve asker" lâfızları gibidir. Bundan dolayı zamir müzekker gelmiş "sırtlar" kelimesi de çoğul gelmiştir. Bu türün sırtları üzerinde... demek olur. 2- Bu Âyetteki "Hayvanlar: el-En'am" İle Kastedilenler: Said b. Cübeyr dedi ki: Burada "el-en'am"dan kasıt, deve ve inek türüdür. Ebû Muaz ise sadece deve türüdür, demiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti dolayısıyla sahih olan da budur: "Bir adam bir seferinde bir ineğin sırtına binmiş iken inek ona: Ben bunun için yaratılmadım, ben ancak toprağı sürmek için yaratıldım, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Buna ben, Ebû Bekir ve Ömer îman ettik." Buhârî, III, 1339; Müslim, IV, 1857; Tirmizi, V, 615; Tayalisi, Müsned, I, 309. Halbuki o sırada ikisi de (Ebû Bekir ve Ömer) orada değillerdi. Buna dair yeterli açıklamalar en-Nahl Sûresi'nin baş taraflarında (16/7. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamdolsun. "Ta ki onların sırtlarına binip kurulasınız" âyetinde, az önce sözünü ettiğimiz âyetin da gösterdiği gibi, özellikle develeri kastetmektedir. Çünkü gemilerin içine binilir. Ancak yüce Allah âyetin başlarında her ikisini sözkonusu ettikten sonra sonra geleni onlardan birisine atfetmiş bulunmaktadır. Bununla birlikte "sut"inin, onun içi olarak kabul edilme ihtimali de vardır. Çünkü su, onun sırtını örter ve kapatır, iç tarafı ise dışarda kalır. Çünkü geminin içi oraya binenler için açığa çıkar ve görenler tarafından da görünür. 4- Bineklere Binerken Allah'ın Nimetini Hatırlamak: "Sonra onların üzerine yerleşince" yani üzerlerine binince "Rabbinizin nimetini hatırlayasınız..." Nimetin hatırlanması karada ve denizde bunları bizim emrimize verdiği için Allah'a hamdetmektir. Ve şöyle diyesiniz: "Bunları bizlere müsahhar kılan" bu bineği emrimize verip, bize itaatkar kılan "eksiklikten münezzehtir." Ali b. Ebî Tâlib'in kıraatinde: "...an" lâfzı şeklindedir. "Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi." İbn Abbâs ve el-Kelbî'nin açıklamasına göre buna takat getiremezdik. el-Ahfeş ve Ebû Ubeyde: bunları zabt-u rabt edemezdik, diye açıklamıştır. "Güç ve kuvvetleri bakımından birbirine denk" anlamından alındığı da söylenmiştir. Nitekim Araplar bir kimse kuvvet bakımından diğerinin benzeri ise: "O filanın dengidir" derler. Aynı şekilde: "Filan kişi filanı zabt u rabt altına alır" denildiği gibi: " Şuna güç yetirdim" demektir. " Ona güç yetirdi" böylece sanki: " Onun dengi oldu" denilmiş gibidir. Yüce Allah da: "Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi." Buna takat getiremezdik diye buyurmuştur. Kutrub, Amr b. Ma'dî Kerib'in şu beyitini de zikretmektedir: "Kabileler bilirler ki Ukayl(lılar) Bize musibet zamanlarında denk değildirler. (Bize güç yetiremezler.)" Bir başkası da şöyle demiştir: "Büyüklenerek ve zalimlik ederek zorluğumda karşı çıktınız, Halbuki sizler zorluklarda bize karşı koyamaz, güç yetiremezsiniz." Aynı zamanda "sahib olduğu davarların hakkından gelemeyen kimse" demektir. Böyle birisinin deve yahut koyunları olmakla birlikte, bu hususta ona yardım edecek kimsesi de yoktur. Yahut develerine su vermekle birlikte onları sağa sola dağılmaktan alıkoyacak kimsesi bulunmayan kişi demektir. İbnu's-Sikkit dedi ki: Bu kelimenin aslı hakkında iki görüş vardır: 1- Bu kelime "güç yetirmek" anlamı ile: 'den alınmış olabilir. Mesela: "Güç yetirdi, yetirir" denilir. " Buna güçyetirdimve onu zabt u rabt altına aldım" demektir. Böylece halat demek olan: (oy)'e sağlamca bağlamış gibi olur. 2- Bu lâfız yürüyüş esnasında birini diğerine bağlamak demek olan:alınmış olabilir. Bu anlamda: "Bunu şuna bağladım, bir araya getirdim" denilir. 5- Bineklere ve Gemilere Binme Adabı: Şanı yüce Allah bu âyetle bineklere bindiğimiz takdirde neler söyleyeceğimizi, bir başka âyet-i kerimede de Nûh (aleyhisselâm)'ın söylediklerini bizlere aktarmak suretiyle gemilere binecek olursak, neler diyeceğimizi öğretmiş bulunmaktadır. Sözkonusu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Dedi ki: Binin içerisine! Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz Rabbin günahları bağışlayandır, Rahîmdir" (Hud, 11/41) âyetidir. Nice hayvana binmiş kimse vardır ki, bineği tökezlemiş, yahut serkeşlik etmiş ya da onu sırtından yüzüstü atmış, yahut sırtından düşüp ölüp gitmiştir. Nice gemiye binmiş kimse vardır ki, gemi bir yerlerden çatlamış ve bundan dolayı suda boğulup gitmişlerdir. Binmek (Allah mubah kılmadan, esasen) yasak bir işe başlamak ve telef olmak sebeplerinden bir sebeb ile ilişkili olduğundan dolayı, bu ilişkiye geçmesi esnasında yüce Allah, helâk olacağı günü unutmamasını ve kaçınılmaz olarak mutlaka öleceğini hatırlamasını emretmiştir. Çünkü mutlaka yüce Allah'a dönecek, O'nun hükmünden kurtulamayacaktır. Bunu kalbiyle, diliyle söylemeyi terketmemelidir; ta ki kendi nefsini ıslah etmek suretiyle Allah'a kavuşmaya hazırlıklı olsun. Onun bu şekilde bineğe binmesi yüce Allah'ın bilgisi gereği ölümünün sebeblerinden birisi iken, kendisi sakın bundan gafil kalmasın. Süleyman b. Yesar’ın naklettiğine göre bir topluluk, bir yolculukta iken bineklerine bindiklerinde: "Bunları bizlere müsahhar kılan eksiklikten münezzehtir, yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi" diyorlardı. Aralarında ise oldukça zayıf ve güçsüz olduğu için yerinden hareket edemeyen bir dişi devesi olan birisi vardı. Bunun üzerine ben zaten bu deveye güç yetirebilen birisiyim, dedi. Fakat devesi serkeşlik ederek onu sırtından attı ve boynu kırıldı. Rivâyete göre bir bedevi, bir erkek devesine binmiş ve: Benim buna Birincisini el-Maverdî, ikincisini de İbnu'l-Arabî zikretmiştir. (İbnu’l-Arabî) dedi ki: Herhangi bir kulun onu söylemeyi terketmemesi gerekir. Bununla birlikte bunu dille söylemek vacib değildir. O bineğine ne zaman binerse, özellikle de yolculuk esnasında hatırına geldiği takdirde: "Bunları bizlere müsahhar kılan, eksiklikten münezzehtir. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi ve esasen biz muhakkak Rabbimize döneceğiz. Allah'ım, yolculukta sahibimiz, ailemiz ve malımız üzerinde halifemiz Sensin. Allah'ım yolculuğun zorluk ve sıkıntılarından hoş olmayan geri dönüşten, işlerimin bir araya gelişinden sonra dağınıklığımdan, ailemi ve malımı kötü bir halde görmekten Sana sığınırım." Amr b. Dinar dedi ki: Ebû Cafer ile birlikte Müdrike diye bilinen bir bahçedeki toprağına gitmek üzere bindim. O zabtedilmesi oldukça güç bir deveye bindi. Kendisine: Ey Ebû Cafer! Bunun seni yere yıkmasından korkmaz mısın? dedim. O şöyle dedi: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Herbir devenin sırtında bir şeytan vardır. Siz ona bindiğiniz vakit, Allah'ın size emrettiği şekilde Allah'ın ismini anınız, sonra da onları kendiniz için kullanınız. Şüphesiz taşıyan (onların sırtında taşınmanızı sağlayan) Allah'tır." Hakim, Müstedrek, I, 612; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, X, 131; Müsned, IV, 221. Ali b. Rabia dedi ki: Ali b. Ebî Tâlib'i bir gün bir bineğe binerken gördüm. Ayağını özengiye koyduğunda "bismillah" dedi. Bineğin sırtına kurulunca "elhamdülillah" dedi, sonra da: "Bunları bizlere müsahhar kılan, eksiklikten münezzihtir. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi ve esasen biz muhakkak Rabbimize döneceğiz" âyetlerini okudu. Sonra da: -üç defa- elhamdülillah vallahu ekber, dedi. (Devamla): "Allah'ım, Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Ben kendi nefsime zulmettim. Sen bana günahlarımı bağışla, çünkü şüphesiz Senden başka günahları bağışlayan olmaz." dedi, sonra da güldü. Ben kendisine: Ne diye güldün? dedim. Şöyle cevab verdi: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı benim yaptığım gibi yaparken gördüm ve benim dediğimi söyledi, sonra da güldü. Ben de kendisine: Ey Allah'ın Rasûlü! Ne diye güldün? diye sorduğumda şu cevabı verdi: "Kul Allah'tan başka günahları bağışlayan kimse olmadığını bildiği halde: "Allah'ım Senden başka hiçbir ilâh yoktur, ben kendime zulmettim. Bana günahımı bağışla, çünkü günahları Senden başka bağışlayacak yoktur der. -Ya da demesine hayret edilir-" diye buyurdu. Bu hadisi Ebû Davud et-Tayalisî Müsned'inde İbn Hibban, Sahih, VI, 415; Tirmizi, V, 501 ile Ebû Abdillah Muhammed b. Huveyzimendad (Ahkamu'l-Kur’ân)'ında zikretmiştir. es-Sa'lebî de buna yakın bir rivâyeti muhtasar olarak Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyet etmiştir. Onun Ali'den rivâyet ettiği lâfız şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ayağını özengiye koyduğu vakit: "Bismillah" derdi. Bineğin sırtına kurulduğunda da: "Her halimiz dolayısıyla Allah'a hamdolsun. Bizlere bunları müsahhar kılan eksiklikten münezzehtir. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi. Esasen biz muhakkak Rabbimize döneceğiz" diye buyururdu. Gemiden ve bineklerin sırtından indiğiniz vakit de: "Allah'ım sen bizi mübarek kılınmış bir yerde konaktandır. Sen konaklandırıcıların en hayırlısısın" deyiniz. Taberi, XXV, 54 (Katade'nin sözü olarak) İbn Ebi Necih de Mücahid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Her kim bineğe binip de: "Bunları bizlere müsahhar kılan eksiklikten münezzehtir, yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi" demeyecek olursa, şeytan ona: Şarkı söyle der. Eğer bunu beceremezse, bu sefer ona: Haydi temennilerde bulun, der. Bunu en-Nehhâs zikretmiştir. Yakın arkadaşlarına: Geliniz atlar üzerinde yahut bir kayıkta gezinti yapalım, diyen ve beraberlerinde içki kaplarını, çalgı aletlerini taşıyarak binen kimselerin konumuna düşmekten Allah'a sığınır. Böyleleri içmeye devam ederler. Nihayet onlar bineklerinin sırtında yahut gemilerinin içinde yol alırlarken içkileri de tükenir. Şeytandan başkasını hatırlamazlar. Onun emirlerinden başkasına uymazlar. ez-Zemahşerî dedi ki: Bana ulaştığına göre sultanlardan birisi aralarında bir aylık mesafe bulunan bir yerden bir yere gitmiş ve bu arada içki içip durmuş. Evine varıp yerleşinceye kadar ayılıp kendisine gelmemiş. Aldığı yolu farketmeksizin almış ve hiç de hissetmemiş. İşte bu şekilde binekleri sırtında yolculuk yapanların işi ile, Allah'ın bu âyet-i kerimede verdiği emir arasında ne kadar büyük bir fark vardır! 15Ona kullarından bir parça isnad edip yakıştırdılar. Muhakkak insan apaçık bir nankördür. "Ona kullarından bir parça isnad edip yakıştırdılar." Katade'den rivâyete göre, denk kimseleri isnad edip yakıştırdılar demektir. Maksat yüce Allah'ın dışında kendilerine ibadet olunanlardır. ez-Zeccâc ile el-Muberred derler ki: Burada sözü edilen "bir parça"dan kasıt, kızlardır. Mü’minlere onların cahilliklerinin hayret edilecek bir husus olduğunu anlatmaktadır. Çünkü onlar gökleri ve yeri yaratanın yüce Allah olduğunu kabul etmekle birlikte. Ona birtakım ortaklar yahut evlatlar isnad ettiler. Halbuki gökleri ve yeri yaratmaya kadir olanın, kendisi aracılığı ile güç kazanacağı yahut teselli bulacağı herhangi bir şeye muhtaç olmadığını bilemediler. Çünkü böyle bir hal. eksiklik gerektiren vasıflardandır. el-Maverdî dedi ki: Araplara göre "cüz: bir parça" kızlar demektir. Mesela: " "Hür bir kadın bir gün bir cüz'ü olursa (kız çocuk doğurursa) hayrete gerek yok; Çünkü hep erkek çocuk doğuran hür bir kadın, bazan da kız çocuk doğurabilir." ez-Zemahşerî dedi ki: Tefsirdeki bid'atlerden birisi de "bir parça"yı kız çocuklar diye tefsir etmek ve "cüzün: bir parça'nın Arapçada dişilerin ismi olduğunu iddia etmektir. Halbuki bu. Araplar hakkında uydurulmuş, sonradan ortaya çıkmış ve gerçek anlamı değiştirilmiş bir yalandan başka bir şey değildir. Onlar bu kadarı ile de kalmadılar, sonunda bu kökten: "Kadın kız çocuklar doğurdu" kökünü dahi türettiler, sonra da beyit beyit uydurdular: "Hür bir kadının bir gün bir cüz'ü olursa (kız çocuk doğurursa) hayrete gerek yok. Evs kızları arasından kız çocuk doğuran olarak onunla evlendirildim." Gerçek şu ki; yüce Allah'ın: "Kullarından kimisi O'na bir parça isnad edip yakıştırdılar" âyeti daha önce geçen: "Yemin olsun ki onlara göklerle yeri kim yarattı, diye sorsan..." (ez-Zuhruf, 43/9) âyeti ile ilişkilidir. Yani onlara gökleri ve yeri kimin yarattığını soracak olursan, şüphesiz bunu itiraf ve kabul ederler. Halbuki onlar bu itiraf ile birlikte kullarından bir parçayı da ortak koştular ve O'nu yaratılmışların nitelikleriyle nitelendirdiler. "Kullarından kimisi O'na bir parça isnad edip yakıştırdı" âyetinin anlamı da, melekler Allah'ın kızlarıdır, demeleridir. Böylelikle onlar melekleri O'nun bir cüzü ve bir kısmı olarak kabul ettiler. Tıpkı çocuğun babasından bir parça ve bir cüz oluşu gibi. "Bir parça" anlamındaki lâfız iki ötreli olarak: diye de okunmuştur. "Muhakkak" kâfir olan "insan apaçık bir nankördür." el-Hasen dedi ki: Musibetleri sayar, nimetleri unutur. "Apaçık" lâfzı da küfrü açığa vuran demektir. 16Yoksa O, yarattıklarından kızlar edinip de oğlanları size mi ayırıp seçti? "Yoksa O, yarattıklarından kızlar edinip de..." âyetinde yer alan: "Yoksa" lâfzındaki "mim" harfi sıladır (fazladandır). İfadenin takdiri, sizin melekler Allah'ın kızlarıdır diye iddia ettiğiniz gibi, O, yarattıklarından kız çocuklar mı edindi şeklindedir. Lâfız istifham (soru) olmakla birlikte azarlamak, anlamını ihtiva etmektedir. "Oğlanları size mi seçti?" Oğlanları özellikle size vererek, size ayrıcalık mı tanıdı? -Bu kökten olmak üzere- "Ona şunu özelikle verdim, ayrıcalık tanıdım" demektir. "Ona samimi olarak sevgi besledim"; "Ona samimi olarak sevgi duydum, birbirimize samimiyetle davrandık" demektir. Yüce Allah kendileri adına oğlanları tercih etmekle birlikte, Allah'a kız çocuklarını izafe etmelerinin hayret edilecek bir husus olduğuna dikkat çekmektedir. Halbuki O, evlat sahibi olmaktan yüce ve münezzehtir. Bir cahil O'nun evladı olduğunu vehmedecek olsa bile, niçin iki cinsten daha üstün kabul edileni O'na izafe etmiyor ve niçin bunlar iki türün daha değerlilerini kendileri adına seçerken daha aşağı olanı O'na nisbet ediyorlar. Bu da yüce Allah'ın: "Erkekler sizin, dişiler O'nun mu? O takdirde bu, insafsızca bir paylaştırmadır" (en-Necm, 53/21-22) âyetini andırmaktadır. 17Onlardan birine Rahmân'a isnad ettiği şeyin müjdesi verilirse, gam ve kederle dolarak yüzü simsiyah kesilir. "Onlardan birine Rahmân'a isnad ettiği şeyin müjdesi verilirse" yani onun kız çocuğu olduğu bildirilirse "gam ve kederle dolarak yüzü simsiyah kesilir." Buna sebep bir açıklamaya göre; Allah'a yaptığı isnadın batıl oluşundan dolayıdır, bir diğer görüşe göre ona kız çocuğu olduğu müjdesi verildiğinden dolayıdır. Buna delil de en-Nahl Sûresi'nde yer alan: "Onlardan birine kız çocuğu müjdesi verilince, kendisi pek öfkeli olarak yüzü simsiyah kesilir" (en-Nahl, 16/58) âyetidir. Onlardan herhangi birisine kızının doğduğu söylenecek olursa, bundan dolayı oldukça kederlenmek, öfke ve üzüntüsünden dolayı kederle dolarak yüzünün renginin değişmesi, görülen ve bilinen hallerinden idi. Araplardan birisi hakkında nakledildiğine göre karısı bir kız çocuk doğurmuş, bunun üzerine karısının bulunduğu evden uzaklaşmıştı. Kadın da şöyle demişti: "Ne oluyor Ebû Hamza'ya ki, gelmiyor yanımıza da, Yanıbaşımızdaki evde kalıyor? Erkek doğurmuyoruz diye kızıyor bize, Biz ancak bize verileni alırız." "Simsiyah" âyet, diye de okunmuştur. Cemaatin okuyuşuna göre: "Yüzü"'in ismi: " Simsiyah" ifadesi de onun haberi olur. Bununla birlikte: "kesilir" lâfzında "Biri" lâfzına ait bir zamirde bulunabilir. O vakit bu "kesilir" anlamındaki fiilin ismi; "yüzü" lâfzı da zamirden bedel olur. “Simsiyah" lâfzı da "Kesilir”in haberi olur. Diğer taraftan: “ Yüzü" lâfzının mübteda olarak merfu okunması ve "simsiyah" anlamındaki lâfzın onun haberi olarak merfu gelmesi de mümkündür. O takdirde: " Kesilir" lâfzının muhtevasında onun isminin varlığı kabul edilir, geri kalan cümle de onun haberi olur. "Gam ve kederle dolu olarak" Katade nin açıklamasına göre üzüntülü olarak, İkrime'ye göre ise; kederli ve düşünceli olarak; suskun diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbn Ebi Hatim yapmıştır. Buna sebeb ise onun (yüce Allah'a isnad ettiği) örneğin tutarsızlığı, getirdiği delilin batıl oluşudur. Meleklerin Allah'ın kızları olabileceğini kabul edenler de melekleri yüce Allah'a benzer kabul ederler. Çünkü evlat babanın cinsinden ve onun benzeridir. Hoşuna gitmediğinden ötürü kendisine izafe edilenler sebebiyle yüzü simsiyah kesilen kimsenin, kendisinden daha üstün ve yüce olana bu örneği isnad ettiğinden ötürü yüzünün simsiyah kesilmesi daha layıktır. Hele bu isnad yüce Allah'a yapılırsa durum ne olur? Bu âyet-i kerimenin anlamına dair yeterli açıklamalar daha önce en-Nahl Sûresi'nde (16/58. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 18Süs içinde yetiştirilmekte olan ve tartışma sırasında açıklayamayanları mı (O'na evlat diye isnad ediyorlar)? Onların bu şehadetleri yazılacaktır ve sorgulanacaklardır. Yüce Allah'ın: "Süs içinde yetiştirilmekte olan..." âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- "Yetiştirilmekte Olan..." Anlamındaki Lâfzın Anlamı ve Okunuşu: Yüce Allah'ın: "Yetiştirilmekte olan... mı" terbiye edilerek büyüyüp gelişmekte olan... mı, demektir. "Terbiye" demektir. Mesela; bir kimse aralarında yetiştiği kabile için: "Ben filan oğulları arasında yetiştim, terbiye oldum" der. ile şekli aynı anlamdadır. İbn Abbâs, ed-Dahhak, İbn Vessab, Hafs, Hamza, el-Kisaî ve Halef "ye" harfini ötreli, "nun" harfini üstün, "şın" harfini de şeddeli olarak: " Yetiştirilmekte" diye okumuşlardır. Yani süs içerisinde terbiye edilip, büyümekte olan... anlamındadır. Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir, çünkü bu fiilde isnad daha yukarıda olanlara (yani yetiştirme işini yapanlara)dır. Diğerleri ise "ye" harfini üstün, "nun" harfini sakin olarak: "Yetişen" diye okumuşlardır. Bu okuyuşu Ebû Hatim tercih etmiştir. Temeli derine doğru gidip yetişen, büyüyen anlamındadır. Asıl kökü; " Yükseldi" fiilinden gelmektedir. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır. Buna göre "yetiştirilmek" müteaddi (geçişli) fiil iken, "yetişmek" fiili lazımdır (geçişsizdir). "Süs içinde" ziynet içinde... demektir. İbn Abbâs ve başkaları şöyle demişlerdir: Bunlardan kasıt kız çocuklarıdır. Bunların kılık kıyafetleri erkeklerinkinden farklıdır. Mücahid, Altın ve ipek kullanmakta kadınlara müsaade vardır deyip, bu âyet-i kerimeyi okumuştur. el-Kiya et-Taberî dedi ki: Bu âyette süs eşyasının kadınlara mubah olduğuna delil vardır. Bu hususta icma gerçekleşmiş, buna dair haberler de sayılamayacak kadar çoktur. Derim ki: Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre de o kızına şöyle dermiş: "Kızcağızım, sakın altın ile süslenmeyesin. Çünkü ben senin için cehennem alevinden korkarım." "Ve tartışma" tartışırken delil ortaya koyma "sırasında açıklayamayanları mı..." Katade dedi ki: Lehine bir delil olmakla birlikte bir kadın konuştu mu mutlaka o delili kendi aleyhine çevirir. Abdullah (b. Mesud)'ın Mushafında: "Ve konuşma sırasında açıklayamayanları mı..." şeklindedir. Ayetin anlamı şudur: Niteliği bu olan bir varlık hiç Allah'a izafe edilir mi? Böyle bir şeye imkan yoktur. Süs içerisinde yetiştirilenlerin, onların altın ve gümüşten yaptıkları ve süsledikleri putları olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Zeyd ve ed-Dahhak yapmıştır. "Ve tartışma sırasında açıklayamayanları mı..." âyeti bu açıklamaya göre: cevap veremeyip, susanları mı... demek olur. "olan..." nasb mahallindedir. Onlar süs içinde yetiştirilmekte olanları Allah'a eş koştular, demek olur. Mübteda olarak merfu olması ve haberinin gizli olması da mümkündür. Bu açıklamayı da el-Ferrâ'' yapmıştır. İfadenin takdiri de şöyle olur: Yoksa bu durumda olan hiç ibadete layık olabilir mi? Arzu edilirse ifadenin başına (bedel kabul edilip) döndürülmek suretiyle cer konumunda olduğu da söylenebilir. İfadenin başı da yüce Allah'ın: " İsnad ettiği şeyin" (ez-Zuhruf, 43/17. âyet) âyetidir. Yahutta yüce Allah'ın: "Yarattıklarından kızlar" (ez-Zuhruf, 43/16) âyetindeki 'dır. Şu kadar var ki; bu iki yerde bedel kabul edilmesi, soru edatı olan "elifin bedel ile mübdelun minh arasında engel teşkil etmesinden dolayı zayıftır. 19Ve onlar bizzat Allah'ın kulları olan melekleri de dişiler kabul ettiler. Acaba kendileri onların yaratılışlarına şahit mi oldular? "Ve onlar bizzat Allah'ın kulları olan melekleri de dişiler kabul ettiler" âyetindeki: "Kulları" lâfzını Kûfeliler çoğul olarak okumuş ve Ebû Ubeyde de bunu tercih etmiştir. Çünkü bunda isnad daha ileri bir derecededir. Ayrıca yüce Allah onları, meleklerin Allah'ın kızları olduğu iddialarını yalanlamış ve bunların gerçekte Allah'ın kulları olduklarını, kızları olmadıklarını onlara haber vermiştir. İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre ise: "Rahmân'a çokça ibadet edenler..." diye okumuştur. Said b. Cübeyr dedi ki: Benim mushafımda: şeklindedir deyince, İbn Abbâs ona: Onu sil ve: "Rahmân'ın (Allah'ın) kulları" diye yaz. Bu kıraati doğrulayan yüce Allah'ın: "Bilakis onlar çok şerefli kullardır." (el-Enbiya, 21/26); "O kâfirler beni bırakıp kullarımı veliler edineceklerini mi sandılar?" (el-Kehf, 18/102) buyrukları ile: "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız şüphesiz sizin gibi kullardır" (el-Araf, 7/194) âyetleridir. Diğerleri ise sakin bir "nun" ile: "Rahmân'ın nezdinde bulunan" diye okumuşlardır. Ebû Hatim de bu kıraati tercih etmiştir. Bu kıraatin delili de yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki Rabbinin nezdindekiler..." (el-Araf, 7/206) âyeti ile "Göklerde ve yerde kim varsa O'nundur, O'nun yanında olanlar ise..." (el-Enbiya, 21/19) âyetidir. Âyetten maksat, yüce Allah'a evlat isnad edişlerinde diğer taraftan meleklerin dişi olup Allah'ın kızları olduklarını delilsiz olarak ileri sürmelerinde yalancı olduklarını açıklayıp bilgisizliklerini ortaya koymaktır. Meleklerden "kullar" diye sözedilmesi onlar için bir övgüdür. Yani ibadetin en ileri derecesinde olan varlıklara nasıl olur da ibadet ettiler? Diğer taraftan nasıl olur da herhangi bir delil olmaksızın onların dişi olduklarına hüküm verdiler. Buradaki: "kılmak (meale göre: kabul etmek)" söylemek ve hüküm vermek anlamındadır. Nitekim: "Zeyd'i insanların en bilgilisi kıldım" derken onun lehine böyle hüküm verdim, demektir. "Acaba kendileri onların yaratılışlarına şahid mi oldular?" Yani meleklerin yaratılışlarında kendileri hazır mı idiler ki onların dişi olduklarına hükmettiler? Denildiğine göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Onların dişi olduklarını nerden biliyorsunuz" diye sormuş, kendileri de: Biz bunu atalarımızdan böyle duymuştuk. Ayrıca onların dişi oldukları hususunda yalan söylemediklerine de tanıklık ediyoruz, demişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Onların bu şehadetleri yazılacaktır ve sorgulanacaklardır" diye buyurmaktadır. Yani ahirette bu şahidlikten sorumlu tutulacaklardır. "...şahid mi oldular?" anlamındaki âyeti Nafî' teshile uğramış ötreli hemze'nin başına gelen bir soru hemzesi ile: "Şahid mi tutuldular, onlara gösterildi mi?" şeklinde okumuştur. el-Müseyyebî'nin kendisinden med ile okuduğuna dair gelen rivâyetler dışındaki lâfızlarda ise med ile okumamıştır. el-Mufaddal, Âsım'dan bunun benzerini ve iki hemzeyi tahkik ile okuduğunu rivâyet etmiştir. Diğerleri ise tek bir soru hemzesi ile: " Şahid mi oldular?" diye okumuşlardır. ez-Zührî'den de haber cümlesi şeklinde: "Yaratılışları onlara gösterildi (mi ki)" diye okuduğu rivâyet edilmiştir. "Yazılacaktır" lâfzı genel olarak meçhul bir fiil şeklinde "te" harfi ötreli olmak üzere: (vliScu.) diye okunmuş, " Bu şehadetleri" lâfzı da merfu olarak okunmuştur. es-Sülemî, İbn es-Semeyka ve Hafs'tan rivâyetle Hubeyre "nun" harfi ile: "Yazacağız" ve "Onların bu şehadetlerini" şeklinde malum bir fiilin mef'ûlü olarak nasb ile okumuşlardır. Ebû Reca'dan ise "şehadet" kelimesinin çoğulu ile: " Onların yaptıkları bu şehadetler yazılacaktır" diye okuduğu rivâyet edilmiştir. 20Ve dediler ki: "Rahmân dilese idi, biz onlara ibadet etmezdik." Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar ancak temelsiz bir zanda bulunuyorlar. "Ve dediler ki: Rahmân dilese idi..." Yani müşrikler alay etmek maksadıyla: Sizin iddianıza göre Rahmân dilemiş olsaydı, biz bu meleklere ibadet etmezdik, dediler. Onların söyledikleri bu söz, kendisi ile batılın kastedildiği hak bir sözdür. Herşey Allah'ın iradesi iledir. Onun iradesi ne şekilde ise o olur, ilmi de bu şekildedir. Fakat bunların ileri sürülerek delil gösterilmesi mümkün değildir. Yüce Allah'ın bildiğinin ve irade ettiğinin dışındaki herhangi bir hususun meydana gelmesi de -meydana gelmese dahi- O'nun kudreti içerisindedir. Eğer onlar putlara ibadet edecek yerde, Allah'a ibadet etmiş olsalardı yüce Allah'ın onların bu yaptıklarını murad ettiğini bilmiş olacaktık. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-En'am Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Müşrikler: Allah dileseydi biz de, babalarımız da ortak koşmazdık... diyecekler" (el-En'am, 6/148) ile Yasin Sûresi'nde: "Allah dilese idi kendilerini yedirebileceği kimseleri mi yedirelim?" (Yasin, 36/47) âyetinde aynı anlamdaki açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur" âyeti da daha önce geçen: "Ve onlar bizzat Allah'ın kulları olan melekleri de dişiler kabul ettiler" (Zuhruf, 43/19) âyeti ile alakalıdır. Yani onlar: Melekler Allah'ın kızlarıdır derken, bu hususta herhangi bir bilgiye sahib değildirler. Bu açıklamayı Katade, Mukâtil ve el-Kelbî yapmıştır. Mücahid ve İbn Cüreyc de şöyle demişlerdir: Maksat putlardır, yani putlara tapınmaya dair onların herhangi bir bilgileri yoktur. "...bir bilgi" lâfzındaki Sıla (zaid)dir. "Onlar ancak temelsiz bir zanda bulunuyorlar." Yani öyle tahmin ediyor ve yalan söylüyorlar. Yüce Allah'tan başkasına ibadet etmek hususunda herhangi bir mazaretleri yoktur. Onların sözlerinin kapsamına şu da girmektedir: Bize bunu emreden Allah'tır ya da O, bizim bu halimizden razıdır. Bundan dolayı bize bu işi yasaklamıyor ve dünyada ayrıca bizi cezalandırmıyor. 21Yoksa Biz onlara bundan önce bir kitab verdik de şimdi onlar buna mı tutunuyorlar? Bu âyet, daha önce geçen: "Onların yaratılışlarına şahid mi oldular" (Zuhruf, 43/19) âyete denk bir ifadedir. Yani: Onlar yaratılışlarında hazır mı bulundular, yoksa Biz bundan önce kendilerine bir kitap mı vermiştik? Yani Kur'ân'dan önce bu iddialarını doğrulayan bir kitapları mı vardır da onlar buna sımsıkı sarılmakta ve içindekiler gereğince amel etmektedirler!' 22Hayır, onlar: "Biz atalarımızı bir din üzere bulduk ve gerçekten biz onların izleri üzerinde doğruya erdirilmiş kimseleriz" dediler. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- "Ümmet" Kelimesinin Anlamı: "Bir din üzere" (âyetinde "din" anlamı verilen "ümmet" lâfzı) bir yol ve bir mezheb üzere, demektir. Bu açıklamayı Ömer b. Abdu’l-Aziz yapmıştır. O, Mücahid ve Katade elifi esreli olarak: diye okuyorlardı. Ümmet tarikat (yol) demektir. el-Cevherî der ki: Esreli olarak "immet" nimet demektir. Aynı zamanda "ümmet'in de bir söyleyişidir. Bu da tarikat (yol) ve din demektir. Bu açıklama Ebû Ubeyde'den nakledilmiştir. Adî b. Zeyd de "nimet" anlamında kullanarak şöyle demiştir: "Kurtuluş ve mülkten, bir de ümmet (nimet)den sonra, İşte orada kabirler örttü onları." Bu da Cevherî'den başkalarından nakledilmiştir. Katade ve Atiyye de "ümmet üzere" lâfzını din üzere diye açıklamışlardır. Kays b. el-Hatim'in şu beyiti de bu anlamdadır: "Biz atalarımızın ümmeti (dini) üzere idik, Zaten sonradan gelen önce gelene uyar." el-Cevherî dedi ki: Ümmet tarikat ve din demektir. "Filanın ümmeti yoktur" tabiri dini ve izlediği bir mezhep yoktur, demektir. Şair de şöyle demiştir: "Hiç ümmet (din) sahibi bir kimse ile çokça kâfir olan birisi eşit olur mu?" Mücahid ve Kutrub da: Din ve millet (şeriat) üzere, diye açıklamışlardır. Kimi mushafta: "Onlar: Biz atalarımızı bir millet (din ve şeriat) üzere bulduk... dediler" şeklindedir. Bu açıklamalar birbirine yakındır. el-Ferrâ'dan bir millet (din ve şeriat) üzere bir kıble üzere, diye açıkladığı nakledilmiştir. el-Ahfeş ise, istikamet (dosdoğru gidiş) üzere diye açıklamış ve en-Nabiğa'nın şu beyitini zikretmiştir: "Yemin ettim artık senin için kuşkulanacak bir şey bırakmadım, Hiç kendisi itaatkar olduğu halde dosdoğru giden bir kimse (ümmet sahibi kimse) günah işler mi (yalan yemin eder mi?)" 23Senden önce de hangi kasabaya bir uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın şımarık varlıklıları böylece: "Biz atalarımızı bir din üzere bulduk ve muhakkak bizler onların izlerine uyanlarız" demişlerdir. 2- Geçmiş Atalara Uymakla Doğru Yolu Bulmak İddiası: "Ve gerçekten biz onların izleri üzerinde doğruya erdirilmiş kimseleriz dediler." Yani biz onlar vasıtası ile hidayet buluruz. Bu âyette "doğruya erdirilmiş (hidayete iletilmiş)" diye buyurulmakta, diğer âyet-i kerimede de "uyanlarız" yani biz onlara uyarız dedikleri zikredilenmektedir. İkisinin de anlamı birdir. Katade dedi ki: "Uyanlarız" demek tabi olanlarız demektir. Bu âyette taklid çürütülmekte, geçersiz olduğu belirtilmektedir. Çünkü atalarını taklid ederek Allah Rasûlünün kendilerini davet ettiği husus üzerinde düşünmeyi terketmelerinden ötürü, onları yermektedir. Buna dair açıklamalar yeteri kadarıyla daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/180. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Mukâtil 'in naklettiğine göre bu âyet-i kerîme, Kureyş'e mensub olan el-Velid b. el-Muğire, Ebû Süfyan, Ebû Cehil, Rabia'nın iki oğlu Utbe ile Şeybe hakkında inmiştir. Yani bunların söylediklerinin bir benzerini onlardan önce gelenler de söylemişti. Yüce Allah bu âyetlerle peygamberini teselli etmektedir. Yüce Allah'ın: "Sana, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey söylenmiyor" (Fussilet, 41/43) âyeti buna benzemektedir. (Mealde "şımarık varlıklı" diye anlamlandırılan:) Mutref: Nimet içinde bulunan, nimete mazhar kılınan demektir. Burada kastedilenler ise hükümdarlar ve zorbalardır. 24"Ya ben size atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirdi isem de mi?" dedi. Onlar: "Muhakkak bizler sizinle gönderilen şeyleri inkâr edenleriz" dediler. "Ya ben size atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirdi isemde mi?" dedi. Bu âyetteki "dedi" anlamındaki lâfız: "De ki" diye de okunduğuna binaen müfessirimiz şöylece açıklamıştır: Ey Muhammed kavmine de ki ben sizlere Allah tarafından doğruyu daha bir gösteren bir hidayet ile gelmedim mi? "Onlar: Muhakkak bizler sizinle gönderilen şeyleri" yani bütün peygamberlerle gönderilenleri "inkâr edenleriz" dediler. Hitap burada peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e olmakla birlikte lâfız çoğul olarak gelmiştir. Çünkü onu yalanlamak, onun dışındaki diğer peygamberleri de yalanlamak demektir. Âyet-i kerimedeki: "Dedi ki" anlamındaki lâfız "de ki" diye de okunduğu gibi "size ... getirdi isem" anlamındaki lâfız da: "Size getirdi isek" diye de okunmuştur. Yani bizler sizlere atalarınızın dininden daha ileri derecede hidayet ihtiva eden bir dini getirdi isek de mi atalarınıza uyacaksınız? Onlar da şöyle cevap verdiler: Biz atalarımızın dini üzerinde sebat göstereceğiz. Ondan asla ayrılmayacağız, istersen bize getirdiğin yol daha doğru olsun. el-Bakara Sûresi'nde (2/170. âyet, 2. başlıkta) taklide ve taklidin yerilmiş olduğuna dair açıklamalar geçmiş olduğundan burada tekrarlamanın anlamı yoktur. (Bu âyetin geri kalan bölümleri yazma nüshalarda bundan bir sonraki âyetlerin tefsirleri arasında dere edilmiştir. Biz o bölümü bu âyetle ilgili olduğundan dolayı burada tercüme ediyoruz). ("Dedi" anlamındaki âyet genel olarak "(de ki" diye okunmuştur. İbn Amir ve Hafz ise " dedi" diye uyarıcı peygamberin onlara bu sözleri söylediğine dair haber mahiyetinde okumuşlardır. "Ya ben size... getirdi isem de mi, dedi" anlamındaki ifadeleri Ebû Cafer: "De ki ya biz sizlere... getirdi isek de mi" şeklinde "nun" ve "elif" ile (de ile ve elifsiz değil) Rasulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın bütün rasuller adına bir hitabı şeklinde okumuştur. 25Bunun üzerine Biz de onlardan intikam aldık, yalanlayanların akıbetlerinin nasıl olduğuna bir bak. "Bunun üzerine Biz de onlardan" kıtlıkla, öldürülmekle, esir alınmakla "intikam aldık" işte peygamberleri "yalanlayanların akıbetlerinin" son durumlarının "nasıl olduğuna bir bak." 26Hani İbrahim babasına ve kavmine: "Muhakkak ben sizin ibadet etmekte olduğunuz şeylerden uzağım" demişti. "Hani İbrahim babasına ve kavmine... demişti" sözleri sen bunlara onun şu söylediklerini hatırlat demektir. "Muhakkak ben sizin ibadet etmekte olduğunuz şeylerden uzağım." " Beri olmak, uzak olmak" lâfzı bir ve daha fazla şahıslar için kullanılır. Bunun tesniyesi ve çoğulu olmadığı gibi müennes kipi de yoktur. Çünkü bu sıhhat yerinde kullanılan bir mastardır. O bakımdan tesniye ve çoğulu yapılarak "Uzak iki kişi, uzak kişiler" denilmez. Çünkü ifade " Beri olmak özelliğine sahip, beri olmak özelliğine sahip kimseler" demektir. el-Cevherî şöyle demektedir: "Ben şundan teberri ettim, uzaklaştım"; "Ben ondan beriyim, uzağım"; " Ondan ayrıyım" denilir. Bunun ikili ya da çoğulu gelmez. Çünkü aslı itibari ile mastardır. "İşitti, işitmek" gibi. Buna göre "Ben ondan beriyim, ondan uzağım, ayrıyım" denilmekle hem tesniye, hem çoğul, hem de müennes için kullanılmış olur. Çoğulu ifade etmek için "Biz ondan beri, uzak kimseleriz" denilir. " Fakih"ın çoğulunun diye gelmesi gibi. Çoğul olarak diye de gelir. Tıpkı "Kerîm"in çoğulunun diye gelmesi gibi. diye de çoğulu yapılabilir. "Çok şerefli kimse" lâfzının çoğulunun diye gelmesi gibi diye de çoğulu yapılabilir. lâfzının çoğulunun gelmesi gibi. Bunun çoğulu şeklinde de yapılabilir. Müennes için de: "beri (suçsuz) bir kadın, suçsuz beri iki kadın ve onlar beri suçsuz kadınlardır" şeklinde de kullanılır. Erkek için şekli tekil olarak kullanılır, çoğul şekli de ...diye gelir. Tıpkı "Çok acaip" lâfzının diye çoğulunun gelmesi gibi. Her ayın ilk gecesine de "el-bera" denilir. Ona bu ismin veriliş sebebi, ayın güneşten teberri etmesidir. 27"Ancak beni yaratan müstesna. Gerçekten O, beni hidayete kavuşturacaktır." "Ancak beni yaratan müstesna" âyetinde istisna muttasıldır. Çünkü onlar kendi ilahlarıyla birlikte Allah'a da ibadet ediyorlardı. Katade dedi ki: Onlar putlara ibadetle birlikte Allah Rabbimizdir, diyorlardı. Bununla birlikte istisnanın munkatı olması da mümkündür. Yani beni yaratan beni doğru yola iletir. O yüce Allah'a güven ile ve hidayetin Rabbinden olduğu hususuna kavminin dikkatini çekmek için bu sözü söylemişti. 28Böylece onu -belki tekrar dönecekler diye- kendisinden sonra gelecekler arasında kalacak bir kelime kıldı. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: "Böylece onu... kalacak bir kelime kıldı" âyetinde yer alan "Onu... kıldı" lâfzındaki zamir yüce Allah'ın: "beni yaratan müstesna" (Zuhruf, 43/27) âyetine racidir. Yine buradaki fail zamir yüce Allah'a aittir. Yani yüce Allah bu kelimeyi ve bu sözü soyundan gelecekler arasında kalıcı bir söz kıldı. Onlar ise çocukları, çocuklarının çocukları...dır. Yani Allah'tan başkasına ibadet etmekten beri ve uzak olmayı onlar birbirlerinden miras olarak devraldılar ve bu hususu birbirlerine tavsiye edip durdular. "Sonra gelecekler" bir kimseden sonra gelenlere denilir. es-Süddî dedi ki: Bunlardan maksat da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ın âlidir. İbn Abbâs yüce Allah'ın: "Kendisinden sonra gelecekler arasında" âyeti sonra yaratılacaklar arasında demektir. İfadede takdim ve tehir vardır ki anlam şöyledir: Şüphesiz ki o beni hidayete iletecektir, belki onlar da dönerler. Bunu da kendisinden sonra gelecekler arasında kalıcı bir söz kıldı. Yani onlara bu sözü Allah'tan başkasına ibadet etmekten tevbe ederler ümidi ile söyledi. Mücahit ve Katade dedi ki: Buradaki sözden kasıt la ilahe illallahdır. Katade dedi ki: Kıyâmet gününe kadar onun soyundan Allah'a ibadet edecekler bulunacaktır. ed-Dahhak dedi ki: Söz; Allah'tan başkasına ibadet etmeyin sözüdür. İkrime ise İslâm'dır demiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sizi önceden de müslümanlar diye O adlandırdı."(el-Hac, 22/78) el-Kurazî dedi ki: Bakara Sûresi'nde geçen âyet-i kerimede sözü edilen: "Oğullarım, Allah sizin için bu dini beğenip seç."(el-Bakara, 2/132) âyetinde çocuklarına tavsiye ettiği İbrahim'in vasiyetini soyundan gelecekler ve evlatları arasında kalıcı söz kıldı. İbn Zeyd dedi ki: Bu kelime onun: "Âlemlerin Rabbine teslim oldum" (el-Bakara, 2/131) âyetidir, dedikten sonra yüce Allah'ın: "Önceden de sizi müslümanlar diye O adlandırdı" (el-Hac, 2/78) âyetini okudu. Buradaki "söz"den kastın peygamberlik olduğu da söylenmiştir. İbn Arabi dedi ki: Peygamberlik İbrahim soyundan gelenler arasında hep devam etti. Tevhitte asıl olanlar onlardır, onların dışındakiler ise bu hususta onlara tabi olan kimselerdir. 2. İbrahim (aleyhisselâm)a Bu Lütfün Verilmesinin Sebebi İbn Arabî dedi ki: Bu sözün nesiller ve çağlar boyunca kesintisiz olarak İbrahim'in soyunda devam etmesinin sebebi onun kabul olunan iki duasıdır. Birinci duası: "(Allah): 'Ben seni insanlara İmâm yapacağım' demişti. O da: 'Zürriyetimden de' demişti. Allah: 'Ahdim zâlimlere erişmez' demişti" (el-Bakara, 2/124) âyetinde sözkonusu edilmektedir. Yüce Allah onun bu duasına: Evet, diye cevap vermiş ve aralarından zalimlik edeceklerin ahdinin olmayacağını ifade etmişti. İkincisi ise yüce Allah'ın: "Beni de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut" (İbrahim, 14/34) âyetinde dile getirilmektedir. Birinci duasını yüce Allah'ın: "Sonrakiler arasında bana bir doğruluk lisanı bağışla" (eş-Şuara, 26/84) âyetinde dile getirildiği de söylenmiştir. İşte bundan dolayı her ümmet onu ta'zim eder. Onunla birlikte Sam yahut Nûh'ta soyu birleşenlerin hepsi onun oğullarının soyundan gelenler olsun, başkaları olsun onu ta'zim etmektedirler. 3. Soydan Gelenler Hakkında Kullanılan Terimler ve Bunlara Dair Açıklamalar İbnul Arabî dedi ki: Burada "akit: Kişiden sonra gelecekler" ile anlam itibari ile ilişkili bir takım hususlardan söz edilegelmiştir. Bu hususlar ise bir takım hükümler ile alakalı olup umra ve vakıf akitlerinin sıralanışında etkileri vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her hangi bir kimseye kendisine ve ondan sonra geleceklere bir umra (ömür boyu bir akardan bedelsiz faydalanma bağışı) verilecek olursa o umra kendisine verilen kişiye aittir. Onu verene bir daha dönmez. Çünkü o hakkında mirasçılığın sözkonusu olacağı bir bağışta bulunmuştur." Müslim, III, 1245; Tirmizi, III, 632; Ebû Davud, III. 294; Nesâî, VI, 275, 276; Müsned, III, 399 Bu umra yapılırken onbir ayrı lâfız kullanılabilir: a- Çocuk: Çocuk (velet) mutlak olarak kullanıldığı taktirde kişinin kendisinden ve hanımından dünyaya gelmiş dişi ve erkek çocuklar hakkında kullanılır. Sözlük ve şer'i anlamı itibari ile kızçocukları kapsamaksızın sadece erkekler hakkında kullanılır. Bundan dolayı burada miras sadece tayin edilen erkek ve tayin edilen o erkeğin erkek çocukları hakkında sözkonusudur. Dişiler için geçerli değildir. Çünkü bu dişiler başka erkeklerdendir. Bundan dolayı bu lâfız kullanılacak olursa onlar (kız çocuklar) böyle bir vakfın (ümranın) kapsamına girmezler. Bu açıklamayı Malik, el-Mecmuade ve başka yerlerde sözkonusu etmiştir. Malik'in de onun mütekaddim (erken dönemdeki) mezheb mensublarının tümünün de kabul ettiği görüş budur. Bu hususa dair delilleri arasında kız çocukların oğullarının mirastan pay almadıkları hususundaki icma ile yüce Allah'ın: "Çocuklarınız hakkında Allah size şöyle emrediyor" (en-Nisa, 4/11) âyetidir. İlim adamları arasından bir topluluğun kanaatine göre de kızların çocukları hem "evlat" hem de "akad"(çocuklar ve sonradan gelenler) kapsamına girerler. O bakımdan onlar da yapılacak vakıflarda vakıftan yararlanacaklar arasına girerler. Vakıf yapan: Ben bunu çocuklarıma (veledi) yahut akibime (benden sonra geleceklere) vakfettim, der. Ebû Ömer bin Abdi'l-Ber'in ve başkalarının tercih ettikleri görüş budur. Bunlar yüce Allah'ın: "Anneleriniz, kızlarınız... size haram kılındı" (en-Nisa, 4/23) âyetini delil göstermiş ve şöyle demişlerdir: Yüce Allah kız çocukları haram kıldığına göre yine kız çocuğun kızının da haram kılındığı icma ile kabul edilmiştir. O halde kız çocuğunun babası tarafından oğullarına (veled) ve kendisinden sonra geleceklere (akibine) vakıf yapması halinde babasının vakfının kapsamına girmesi gerekmektedir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-En'am Sûresi'nde (6/84. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. b. Oğullar (elbenu) Kişi bu: oğluma (beni) vakıftır diyecek olursa tayin ettiği oğlunu aşmaz ve birden çok kimseyi kapsamaz. Eğer oğullarıma (veledi) diyecek olursa o vakit bu başkalarına da geçer ve oğlundan olan herkes hakkında sözkonusu olur. Eğer "oğullarıma (beniyye)" diyecek olursa erkekler ve dişiler kapsamına girer. Malik dedi ki: Bir kimse oğullarına ve oğullarının oğullarına (benihi ve beni benihi) tasaddukta bulunacak olursa kızları ve kızlarının kızları da bunun kapsamına girer. Îsa, İbnu'l-Kasım'dan kızlarına vakıfta bulunan kimse hakkında şunu rivâyet etmektedir: Kızının kızları da sulbünden kızları ile birlikte bu vakfın kapsamına girerler. Mezhebine mensub çoğunluğun kabul ettiği görüş kızların oğullarının (veled) vakfedenin oğulları (beni) kapsamına girmediği görüşündedirler. Şayet Peygamber kızının oğlu el-Hasen hakkında: Buhârî, Sulh 9, Fedailil-Ashab 22, Fiten, 20, Menakıb 35 "Şüphesiz ki benim bu oğlum bir seyyiddir. Yüce Allah'ın onun vasıtasıyla müslümanlardan iki büyük kesim arasında barış yapacağını ümit ederim" diye buyurduğu ileri sürülecek olursa biz de şöyle deriz: Bu bir mecazdır. O bununla Hasan(radıyallahü anh)nın şerefine ve önceliğine işaret etmek istemiştir. Nitekim bir kimsenin kızından olma oğlu hakkında o benim oğlum değildir, diyerek onu nefyetmesinin câiz olduğu bilinen bir husustur. Şayet kızının oğlu hakikat manası ile kendi oğlu olsaydı onu nefyetmesi câiz olamazdı. Eğer (peygamberin bu ifadesi) hakikat olsaydı, böyle bir ifade câiz olmazdı. Çünkü hakikatler gerçek nisbetlerinden nefyedilemezler. Nitekim kişinin annesine değil, babasına nisbet edildiği görülen bir husustur. Bundan dolayı Abdullah b. Abbas hakkında: O Haşimîdir denilmiştir. Annesi Hilali (Hilaloğullarından) olsa bile Hilalî denilmemektedir. Derim ki: Bu sahih olmayan bir delillendirmedir. Bilakis böyle bir kimse sözlükte de gerçek anlamıyla oğuldur. Çünkü onun hakkında da viladet (babadan doğuş) anlamı vardır. Diğer taraftan ilim ehli kimseler yüce Allah'ın: "Size anneleriniz ve kızlarınız haram kılındı" (en-Nisa, 4/23) âyetinden hareketle kızın kızının da haram olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Bir başka yerde de yüce Allah: "Onun zürriyetinden Davud'a, Süleyman'a... hepsi salihlerdendi" (el-En'am, 6/84-85) diye buyururken Îsa'yı da onun (İbrahim (aleyhisselâm)'ın) zürriyetinden saymaktadır. Halbuki o daha önce orada açıklandığı gibi (soyundan gelen) kızının oğludur. Şayet şair: "Bizim oğullarımız babalarımızın oğullarıdır; kızlarımıza gelince, Onların oğulları bize uzak adamların oğullarıdır" demiştir denilecek olursa, onlara şöyle cevab verilir: Bunda delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü onun sözünün anlamı şudur: Maksat sadece erkek çocuklarının çocuklarıdır. Çünkü mirasçılık ve neseb noktasında oğullarının hükmünde olanlar onlardır. Kızlarının çocukları ise, bu bakımdan kızlarının hükmünde değildirler. Zira kızlarının çocukları ondan başkasına nisbet edilirler. İşte isimlendirmek bakımından ortaklıkları bulunmakla birlikte, hüküm itibariyle farklılıklarını haber vermekte ama kızların çocukları hakkında "veled: çocuk" isminin kullanılmayacağını belirtmemektedir. Çünkü o da bir çocuktur. Kişi bazan kendi çocuğu hakkında: O benim oğlum değildir, çünkü o bana itaat etmiyor, benim onun üzerinde bir hak sahibi olduğunu görmüyor diyebilir ve bu sözleriyle de o çocuğun kendisinden olmadığını kastetmeyebilir. O sadece evlat olarak hükmünün kendisi ile ilgili olmadığını anlatmak istemektedir. Bu beyiti kızın çocuğuna "oğul" adının verilmeyeceğine delil gösteren kimse, beyitin manasını bozmuş, faydasını da iptal etmiş ve bunu söyleyenin hakkında doğru olmayan bir te'vilde bulunmuş olur. Çünkü Arapçada -"veled (çocuk)" kelimesinin türediği "viladet (doğum)" kelimesinin anlamı daha açık ve güçlüdür diye- oğlun çocuğuna "ibn: Oğul" ismi verilirken; kızın oğluna "oğul" adının verilmemesine imkan yoktur. Çünkü kız çocuğun oğlu da viladet (ondan doğmuş olma) gerçeği dolayısıyla onun çocuğudur. Oğlun çocuğu da viladete sebeb teşkil eden hususlar dolayısı ile onun çocuğudur. Malik'in -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- kızların çocuklarını çocuklara yapılan vakfın kapsamı dışına çıkarmasının sebebi, ona göre "veled: Çocuk" isminin onları dilde kapsamadığı kanaatinde olduğundan dolayı değildir. Bu kapsamın dışında tutmasının sebebi, miras almaya kıyas ettiğinden ötürüdür. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-En'am Sûresi'nde (6/84. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. c- Zürriyet: Bu lâfız "Allah mahlukatı yarattı" tabirinden alınmıştır. Bunun kapsamına kızların çocukları da girer. Çünkü yüce Allah: "Onun zürriyetinden Davud'a, Süleyman'a... Zekeriyya'ya, Yahya'ya, Îsa'ya..." (el-En'am, 6/84-85) diye buyurmuştur. Oysa Îsa'nın onun (İbrahim'in) zürriyetinden olması, annesi dolayısı ile idi. el-Bakara Sûresi'nde de (2/124. âyet, 19- başlıkta) "zürriyet" kelimesinin türeyişi ile ilgili açıklamalar geçtiği gibi, el-En'am Sûresi'nde "onun zürriyetinden..."(6/84) âyetinde de geçmiş bulunmaktadır, tekrarın anlamı yoktur. d- el-Akib (Sonradan Gelecekler): Sözlükte bu, ister cinsinden olsun, ister olmasın bir şeyden sonra gelen şey demektir. Mesela: "Sonradan Allah hayır getirdi" denilir. Sıkıntıdan sonra bolluk getirdi, demektir. "Ağaran saçlar siyahlıktan sonra geldi" denilir. ". Bir şey bir şeyin ardından geldi, gelir" demektir. İşte bundan dolayı adamın çocuklarına: "Onun akibi" denilir. "Kızdan sonra erkek doğuran ve bu şekilde sürüp giden kadın" anlamındadır. "Adamın akibi" ise çocukları ve kendisinden sonraki çocuklarının kalan çocukları demektir. Akıbet de çocuk demektir. Yakub dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de: "Böylece onu kendisinden sonra gelecekler (akibihi) arasında kalacak bir kelime kıldı" diye buyurulmaktadır. Bütün mirasçılara "akib (sonradan gelenler)" denileceği de söylenmiştir. Akibet çocuk demektir. İşte bundan dolayı burada Mücahid bunu böylece tefsir etmiştir. İbn Zeyd: Burada zürriyet ile aynı anlamdadır, demiştir. İbn Şihab da: Bunlar çocuklar ve çocukların çocuklarıdır. es-Süddî'den az önce de nakledildiği üzere, başka açıklamalar da yapılmıştır. es-Sıhah'da "akib" "kaf" harfi kesreli olarak ayağın arka kısmı demektir ve bu müennes bir kelimedir. "Adamın akibi" de onun çocukları ve çocuklarının çocukları demektir. Bu kelime ile şeklinde iki türlü telaffuz edilir, bu da müennestir. Bu açıklama el-Ahfeş'den nakledilmiştir. "Filan kişi babasını takib etti" ona halef oldu demektir. Bu mastar anlamında kullanılmış bir isimdir. Yüce Allah'ın: "Onun vukuunu yalanlayacak yoktur" (el-Vakıa, 56/2) âyetinde (Vaka'nın vuku bulmak anlamında) olduğu gibi. İlim adamlarından hiçbirisine göre akib ile veled lâfızları arasında mana bakımından bir fark bulunmamaktadır. Şu kadar var ki zürriyet ile nesil hakkında ihtilaf edilmiştir. Bunların da veled ve akib konumunda olduğu söylenmiştir. Kızların çocukları Malik'in görüşüne göre; bu iki lâfzın kapsamına girmez, kapsamlarına girdiği de söylenmiştir. Burada geçen zürriyet ile ilgili açıklamalar daha önceden el-En'am Sûresi'nde (6/84-85. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. e- Nesil: İlim adamlarımıza göre bir kimsenin "benim neslim" demesi onun "çocuklarımın ve çocuklarımın çocukları" demesi gibidir. Bunun kapsamına kızların çocukları da girer, girmesi de gerekir. Çünkü -"nesil" kelimesinin fiili olan: " Çıktı" anlamındadır. Kızların çocukları da bir bakıma ondan çıkmışlardır. Diğer taraftan (benim neslim derken) nesilleri devam ettiği sürece "sonradan gelecekler (akibi)" sözünde olduğu gibi, bunu tahsis eden bir ifade de bulunmamaktadır. Kimi ilim adamımız da şöyle demiştir: Nesil, çocuk ve akib (sonradan gelenler) seviyesindedir. Kızların çocukları bunun kapsamına girmez. Ancak vakfeden kişinin: "benim neslim ve neslimin nesli" diyecek olması hali müstesna. Tıpkı; "benim akibim ve akibimin akibi" demesi gibi. Eğer, çocuk(lar)ım yahut akibim diye tekil olarak kullanacak olursa, kapsamına kız çocuklar girmez. f, g- Al ile Ehl Aynı Şeydir. Yedinci Lâfız da "ehl'dir.: İbnu'l-Kasım dedi ki: Her iki lâfız aynı şeyi ifade eder. Bunlar da asabe, erkek kardeşler, kızlar ve halalardır. Teyzeler kapsamına girmez. "Ehl"in asıl anlamı toplanmak, biraraya gelmek demektir. "Topluluğun bulunduğu bir yer" denilir. Bu da asabe ile ve kadınlardan yakın akrabalar arasına giren kimseler demektir. "Asabe" de bundan türemiş olup daha özel bir anlamı vardır. (Âişe -radıyallahü anha-nın iftiraya uğradığını anlatan) hadisinde Buhârî, IV, 1517, 1774; Müslim, IV, 2129; Müsned, VI, 195. şöyle denilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! (O) senin ehlindir. Biz hayırdan başkasını bilmiyoruz. Burada "ehil"den kasıt Âişe (radıyallahü anha)'dır. Fakat teehhül (akraba olma)nın esasını teşkil etmekle birlikte, zevce icma ile bu tabirin kapsamına girmez. Çünkü onun (nikâh altında) sabit kalacağı katî değildir. Zira onunla kurulmuş olan nikâh bağı değişikliğe uğrayabilir ve talâk ile çözülebilir. Malik de şöyle demiştir: "Muhammed'in alî takva sahibi olan herkestir. Ancak bu ifade bu kabilden (bu konu ile ilgili açıklama ihtiva eden) değildir. O bununla şunu kastetmektedir: Îman akrabalık bağından daha özel bir bağdır. Bundan dolayı davet onu kapsar ve ondan rahmete erişmek maksadı gözetilir. Ebû İshak et-Tunusî der ki: Ehlin kapsamına ebeveyn tarafından olan herkes girer. Böylelikle iştikakın (kelimenin türediği kökün) hakkını eksiksiz vermekle birlikte örfü ve mutlak kullanımı gözönünde bulundurmamıştır. Bu gibi tabirlerin anlamları ise ya hakikate bina edilir, veya mutlak kullanım esnasında örfe dayanılır. Bunlar iki ayrı lafızdırlar. h- Karabet (Akrabalık) Hakkında Dört Görüş Vardır: a- Malik "Kitab-u Muhammed b. Abdus"de şöyle demektedir: Bunlar içtihad yolu ile tesbit edilecek ve yakının daha yakına tercih edileceği kimselerdir. Bunun kapsamına kızların çocukları da, teyzelerin çocukları da girmez. b- Bunun kapsamına kişinin baba ve annesi tarafından akrabaları girer. Bu Ali b. Ziyad'ın görüşüdür. c- Eşheb dedi ki: Bunun kapsamına erkek ve kadınlar cihetinden bütün "zevi'l-erham" girer. d- İbn Kinane dedi ki: Bunun kapsamına amcalar, halalar, dayılar, teyzeler ve kızkardeşin kızları girer. İbn Abbâs da yüce Allah'ın: "De ki: Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- ücret istemem" (eş-Şura, 42/23) âyeti hakkında: Benimle sizin aranızdaki karabet (akrabalık) ilişkilerini gözetmenizden başka bir şey istemiyorum diye açıklama yapmış ve şöyle demiştir: Kureyş'in bütün kolları ile mutlaka Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın akrabalığı vardır. İşte bu açıklama bunun sınırlarını tesbit etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. i- Aşiret: Bunun kapsamını şu sahih hadis tesbit etmektedir: Şanı yüce Allah "Yakın aşiretini uyar" (eş-Şuara, 26/24) âyetini indirince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kureyş'in bütün kollarını çağırdı ve -önceden (arada) sözkonusu edildiği şekilde- ve hepsini ismen söyledi. İşte en yakın aşiret (akrabalar) bunlardır. Bunların dışında kalanlar ise -kayıtsız ve şartsız olarak- aşirettir. Lâfız ise içtihad yolu ile -ilim adamlarımızın açıklamalarında az önce geçtiği gibi- daha yakın olan ve daha özel olana yorumlanır. j- Kavim: Bu "asabe" arasından kadınlar dışında özellikle erkekler hakkında yorumlanır. Bununla birlikte kavim erkek ve kadınları kapsamına alır. Her ne kadar şair: "Bilemiyorum ileride belki bilebilirim, Al-i Hısn kavim (erkek) midirler? Yoksa kadın mıdırlar?" demiş ise de, o bununla şunu kastetmektedir: Bir erkek yardımcı olmak üzere kavmini çağıracak olursa, erkekleri kasteder. Eğer saygı duyulan bir husus için çağıracak olursa bunların kapsamına erkekler de, kadınlar da girer. O halde bu lâfzın genel anlamını sıfat belirlerken, karine de tahsis etmektedir. k- Mevali: Malik dedi ki: Bunun kapsamına kendi mevalileri (azadlık ilişkisi bulunanlar) ile birlikte babasının ve oğlunun mevalileri de girer. İbn Vehb: Mevalisinin çocukları da kapsamına girer, demiştir. İbn Arabî dedi ki: Bundan çıkan sonuç şu ki bu tabirin kapsamına vela yoluyla bir kimseye mirasçı olanlar girer. (İbnu'l-Arabî devamla) dedi ki: İşte bu hususta söylenen sözlerin teferruatı ve Kur'ân ile sünnetin bunları açıklayan zahiri ile irtibatlı esasları bunlardır. Bu husustaki etraflı açıklamalar ve tamamlayıcı bilgiler Mesail (fıkıh furuu) kitaplarında bulunur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 29Gerçekten Ben onları ve babalarını kendilerine hak ve açıklayan peygamber gelinceye kadar faydalandırdım. "Gerçekten Ben... faydalandırdım" anlamındaki âyet: " Gerçekten Biz... faydalandırdık" diye okunmuştur. "Onları ve babalarını" mühlet vermek suretiyle dünya hayatında "kendilerine hak" yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara tevhid ile İbrahim'in dininin aslını teşkil eden İslâmı -ki aynı zamanda bu yüce Allah'ın kendisinden sonra gelenler arasında kalıcı kıldığı sözdür- "ve" kendileri için ihtiyaç duydukları şeyleri "açıklayan peygamber gelinceye kadar faydalandırdım." 30Hak onlara gelince: "Bu büyüdür. Muhakkak biz onu inkar edenleriz." dediler. 31Ve dediler ki: "Bu Kur'ân iki kasabadan büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" "Hak" Kur'ân-ı Kerîm "onlara gelince: Bu büyüdür ve muhakkak biz onu inkar edenleriz" reddedenleriz "dediler ve dediler ki: Bu Kur'ân iki kasabadan" yani iki kasabadan birisinden olan "büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" Bu âyetteki: " Bir adam" lâfzı "cim" harfi sakin olarak: diye de okunmuştur. "İki kasabadan büyük bir adama" âyeti yüce Allah'ın: "O ikisinden inci ve mercan çıkar" (er-Rahmân, 55/22) âyetine benzemektedir. Yani ikisinden birisine demektir. Yahutta her iki kasabadan (birer kişi olmak üzere) iki kişiden birisine... İki kasaba Mekke ile Taiftir. İki adam ise biri Ebû Cehil'in amcası olan el-Velid b. el-Muğire b. Abdillah b. Ömer b. Mahzum'dur. Taif'ten olan şahıs ise Ebû Mesud Urve b. Mesud es-Sakafîdir. Bu görüş Katade'ye aittir. Bir görüşe göre Taif ten sözkonusu şahıs Umeyr b. Abdi Yalil es-Sakafî'dir, Mekke'den sözü edilen şahıs ise Utbe b. Rabia'dır. Bu da Mücahid'in açıklamasıdır. İbn Abbâs'tan rivâyete göre ise Taifin büyüğü Habib b. Amr es-Sakafî idi. es-Süddî dedi ki: Kinane b. Abd . Amr'dır. 32Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık. Onların bir kısmı, diğer bir kısmına iş gördürsün diye kimini kimine derecelerle yükselttik. Rabbinin rahmeti ise onların toplayageldiklerinden hayırlıdır. Rivâyet edildiğine göre el-Velid b. el-Muğire -ki Kureyş'in reyhanı diye adlandırılırdı- şöyle derdi: Eğer Muhammed'in söylediği hak ise bunun ya bana ya da Ebû Mesud'a inmesi gerekirdi. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "Rabbinin rahmetini" yani nübüvveti "onlar mı paylaştırıyorlar" da onu istedikleri kimseye bırakmaya kalkışıyorlar? "Dünya hayatında geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık." Yani birtakım kimseleri fakir kılan, başkalarını zengin kılan Bizleriz. Dünyadaki işler bile onlara bırakılmamışken peygamberlik işi nasıl olur da onlara bırakılabilir? Katade dedi ki: Sen bir adamı güçsüz, çaresi az, doğru dürüst konuşamaz olmakla birlikte, ona genişçe bir rızık verildiğini görürsün; bununla birlikte, oldukça güçlü ve yol yordam bilen, dili çok açık olan bir kimsenin de rızkının oldukça daraltılmış olduğunu görebiliyorsun. İbn Abbâs, Mücahid ve ondan gelmiş bir rivâyete göre İbn Muhaysın "geçimliklerini" âyetini: "Onların herbirisinin geçimini..." diye okumuşlardır. Şöyle de açıklanmıştır: Yani her iki kasabanın ileri gelenine de, verdiklerimizi verenler Bizleriz. Bununla birlikte buna sebeb onların Benim için değerli olmaları değildir. Ben üzerlerindeki nimeti geri almaya kadirim. Peki, onların nasıl bir üstünlüğü veya bir değerleri olabilir ki? "Onların bir kısmını diğer bir kısmına iş gördürsün diye kimini kimine derecelerle yükselttik." Yani aralarında üstünlük farkı kıldık. Kimisi daha üstün, kimisi daha az mertebede, kimisi başkan, kimisi yönetilecek durumdadır. Bu açıklamayı Mukâtil yapmıştır. Bu üstünlüğün hürriyet ve kölelikle olduğu da söylenmiştir. Kimileri malik (efendi)dir, kimileri memluk (köle sahibi)dir. Zenginlik ve fakirlik ile birbirine yükselttik, diye de açıklanmıştır. Kimileri zengindir, kimileri fakirdir. İyiliği emretmek ve münkerden sakındırmak ile... diye de açıklanmıştır. "Onların bir kısmı diğer bir kısmına iş gördürsün diye" es-Süddî ve İbn Zeyd dedi ki: Yani Biz onların bir kısmını hizmetçi ve emir altında kıldık. Zenginler fakirleri ellerinin altında çalıştırırlar. Böylece onların kimisi kimisinin mÂişetini elde etmesine sebeb olur. Katade ve ed-Dahhak da şöyle demişlerdir: Bu, onların kimisi kimisine malik olsun diye, demektir. " İş gördürsün" âyetinin alay etmek anlamında olan: geldiği de söylenmiştir. Yani zengin fakirle alay etsin diye... el-Ahfeş dedi ki: "Onunla alay ettim, ona güldüm, onunla alay ettim" bütün bu şekillerde söylenir. İsmi şeklinde "sin" harfi ötreli olarak kullanılır. şeklinde ötre ile ve şeklinde "sin" harfi kesreli olarak da kullanılabilir. Bütün okuyucular: "İş gördürsün" diye okumuşlardır. Ancak İbn Muhaysın ve Mücahid ise bu lâfzı: diye okumuşlardır. "Rabbinin rahmeti ise onların toplayageldiklerinden" toplayageldikleri dünyalıklardan "hayırlıdır" daha üstündür. Buradaki "rahmet" nübüvvet diye açıklandığı gibi, cennet diye de açıklanmıştır. Denildiğine göre, farzın tamam ve eksiksiz kılınması çokça nafile yapmaktan daha hayırlıdır. Yine denildiğine göre yüce Allah'ın onlara lütfedip, ihsan ettiği şeyler, amellerinin karşılıklarını vermekten onlar için daha hayırlıdır. 33Eğer insanlar tek bir ümmet olmayacak olsalardı, Rahmâna kâfir olanların evlerinin tavanlarını üzerlerine çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Dünyanın Mahiyeti ve Değeri: İlim adamları der ki: Yüce Allah dünyanın değersizliğini, öneminin azlığını sözkonusu ederek, eğer dünya sevgisi kalblere baskın gelip, bu da insanları küfre itmeyecek olsaydı, kâfirlerin evlerini ve basamaklarını altın ve gümüşten kılacak kadar nezdinde önemsiz olduğunu anlatmaktadır. el-Hasen dedi ki: Âyet şu anlamdadır: Eğer dünyaya meyledip ahireti terketmek sebebiyle insanların tümünün kâfir olmaları sözkonusu olmasaydı, Biz onlara dünyada belirttiğimiz şeyleri verecektik. Buna sebeb ise dünyanın yüce Allah nezdindeki önemsizliğidir. İbn Abbâs, es-Süddî ve buna benzer müfessirlerin büyük çoğunluğu bu kanaattedir. İbn Zeyd dedi ki: "Eğer insanlar" dünyayı istemek ve onu ahirete tercih etmek noktasında "tek bir ümmet olmayacak olsalardı Rahmâna kâfir olanların evlerinin tavanlarını, üzerlerine çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık." el-Kisaî dedi ki: Âyet şu anlamdadır: Eğer kâfirler arasında zengin ve fakir bulunmasını, müslümanlar arasında da aynı şeylerin olmasını takdir etmiş olmasaydık. Biz kâfirlere, değersizliği sebebiyle -belirttiğimiz şekilde- dünyalığı verirdik. 2- "Sukuf: Tavanlar" Kelimesi ile "Buyut: Evler" Kelimesinin Okunuşuna Dair Açıklamalar: İbn Kesîr ve Ebû Amr "sin" harfini üstün, "kaf" harfini de sakin olarak çoğul anlamında tekil lâfız halinde: "Tavan" diye okumuşlardır. Bunu da yüce Allah'ın: "Üstlerindeki tavan başlarına yıkıldı" (en-Nahl, 16/26) âyetini nazarı itibara alarak böyle okumuşlardır. Diğerleri, -çoğul olmak üzere- "sin" ve "kaf" harflerini ötreli okumuşlardır. "Rehin" kelimesinin çoğulunun: şeklinde gelmesi gibi. Ebû Ubeyd dedi ki: Bu iki lâfzın üçüncü şekilleri yoktur. Bunun 'in çoğulu olduğu da söylenmiştir. Tıpkı " (Kum) yığın(ı)" kelimesinin çoğulunun: şeklinde,: "Ekmek'" kelimesinin çoğulunun: diye gelmesi gibi. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' yapmıştır. Bunun: " Tavanlar" lâfzının çoğulu olduğu da söylenmiştir. Bu durumda bu çoğulun çoğulu olur. Tekili: Tavan" şeklinde, çoğulu da gelir. " Fels: Bozuk para" lâfzının çoğulunun diye gelmesi gibi. Daha sonra da (çoğul olduğu söylenen sukûf kelimesinin vezni olan: "fuul" veznini tekil bir isim gibi kabul ettiler ve bunun çoğulunu: vezninde (sukuf şeklinde) getirdiler. Mücahid'den gelen rivâyete göre o "kaf" harfini sakin olarak: " Bir tavan" diye okumuştur. "Evlerinin" lâfzındaki "lam'ın: anlamında olduğu ve: "Evlerinin üzerinde" demek olduğu da söylenmiştir. Bunun ("Rahmân'a kâfir olanlar" anlamından) bedel olduğu da söylenmiştir. Nitekim: "Ben bunu Zeyd dolayısıyla, onun değeri sebebiyle yaptım" demeye benzer. Yüce Allah da: "Anne ve babasına (yani) onların herbirine... altıda bir verilir." (en-Nisa, 4/11) diye buyurduğu gibi burada da: "Rahmâna kâfir olanların evlerinin... yapardık." Bu açıklamaya göre meal şöyle olur: "Rahmâna kâfir olanlara, onların evlerine" diye buyurmaktadır. 3- Üzerine Çıkılan Merdivenler: Yüce Allah'ın: "Merdivenler"' âyeti, basamaklar, merdivenler demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yaptığı gibi, Cumhûrun kabul ettiği görüş de budur. Bunun tekili dır, bu da "merdiven" demektir. "Miraç gecesi" de buradan gelmektedir, çoğulu: ile şeklinde gelir. Nitekim "anahtar" anlamındaki kelimenin çoğulunun da ile şeklinde gelmesi gibi. Bu iki ayrı söyleyiştir. Ebû Reca el-Utaridî ve Talha b. Mûsarrif: "Merdivenler" diye okumuşlardır. Bu lâfız, üzerinde çıkılan merdivenler anlamındadır. el-Ahfeş şöyle demektedir: Bunun tekili: ile de kabul edilebilir. Tıpkı: "Merdiven" kelimesinin şeklinde de kullanıldığı gibi. "Üzerlerine çıkacakları" âyeti, bu merdivenler üzerinde çıkar ve yükselirler demektir. Mesela: " Evin üzerine çıktım" denilirken, damına çıktım demektir. Çünkü bir şeyin üzerine çıkıp onun üzerine yükselen bir kimse, artık bakan kimseler tarafından rahatlıkla görülür. "Onu bildim" anlamında da kullanılır. " Düşmanı yenik düşürdüm" demektir. Benu Ca'deoğullarına mensub Nabiğa (el-Ca'dî) Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda şu beyitini okumuştur: "İzzet ve heybet ile semaya yükseldik biz, Ayrıca bunun da üzerine çıkmak için daha bir merdiven umarız." Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buna öfkelenerek: "Nereye?" diye sorunca, Nabiğa: Cennete diye cevap vermiş, peygamber de: "Evet, inşaallah" diye buyurmuştur. Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, VIII, 126 el-Hasen dedi ki: Allah'a yemin ederim, dünya ehlinin çoğunluğu (bunu keşke yapsaydı) diye arzu etmekle birlikte; o bunu yapmadı. Ya yapmış olsaydı, ne olurdu? 4- Bina Tavanının Üstü Kimin Hakkıdır?: Bazı ilim adamları bu âyet-i kerimeyi, binanın yukarısına sahib kimsenin damda hak sahibi olmadığına delil göstermişlerdir. Çünkü yüce Allah kapılan evlere ait zikrettiği gibi, burada tavanları da evlere ait olarak söz konusu etmiştir. Malik -Allah'ın rahmeti üzerineolsuningörüşü budur. İbnu'l-Arabî dedi ki: Buna sebeb evin, bir alan, duvar, tavan ve kapıdan ibaret oluşundan dolayıdır. Ev kime ait ise onun ana unsurlarına da sahihtir. Semaya kadar üst hakkının ona ait olduğunda da görüş ayrılığı yoktur. Altı hususunda ise farklı görüşler vardır. Kimisi ona aittir derken, kimisi de yerin altında onun herhangi bir hakkı yoktur, demiştir. Bizim mezhebimizde (maliki mezhebinde) her iki görüş de vardır. Daha öncekilerden İsrailoğullarına mensub kişi ile ilgili sahih hadis bu hususu açıklamaktadır: Bir adam birisinden bir ev satın almış, orada inşaat yaptığı sırada içinde altından bir testi bulmuş. O testiyi kendisine evi satana getirerek: Ben evi satın aldım, testiyi satın almadım deyince, satıcı da: Ben sana o evi içindekilerle birlikte sattım demiş. Herbiri ötekine vermek isterken aralarında peygamber(leri) şöyle hüküm vermiş: Onlardan birisi oğlunu diğerinin kızı ile evlendirsin ve bu mal her ikisinin olsun. Müslim, III, 1345; Buhârî, III, 1281; İbn Mace, II, «39; Müsned, II, 316; Deylemi, Firdevs, III, 275. Doğrusu ise altın da, üstün de -satış esnasında bunların dışarda tutulması hali dışında- ev sahibinin olduğudur. Eğer bu iki yerden birisini satacak olursa, ondan kendisi ile faydalanabileceği kadarını hakeder, geri kalanı ise satana aittir. 5- Yapının Alt ve Üstüne (Kat Mülkiyetine) Ait Diğer Bazı Hükümler: Bir yapının üst ve altı ile ilgili hükümlerden birisi de şudur: Eğer bir yapının üstü ve altı iki kişiye ait bulunup da alt binada tamiri gereken bir durum olur yahutta altın sahibi binasını yıkmak isterse, Suhnun'un Eşheb'den naklettiğine göre; Eşheb şöyle demiş: Eğer alttaki yapının sahibi yapısını yıkmak ister yahutta üstteki yapının sahibi üstüne bina etmek isterse, altta bulunan kimse ancak zaruret dolayısıyla ve yıkması üstte hak sahibi olana daha uygun gelmesi halinde yıkabilir; ta ki altın yıkılmasıyla üstteki de yıkılmış olmasın. Üstte bulunan kimse de kendi hakkında daha önce olmayan -alta sahib olana zarar vermeyecek kadar basit şeyler dışında- herhangi bir bina yapamaz. Eğer üsttekinin tavanından bir kereste kırılacak olursa, onun yerine öncekinden daha ağır gelmeyecek ve altın sahibine zarar vereceğinden korkulmayacak bir kereste yerleştirebilir. Eşheb dedi ki: Evin (giriş) kapısı altta bulunanın sahibine aittir. Eğer alt yıkılacak olursa, altın sahibi onu bina etmeğe mecbur edilir. Yukarıda olanın altı bina etme gibi bir yükümlülüğü yoktur. Şayet alttakinin sahibi, yeniden yapmayı kabul etmeyecek olursa, o vakit: Altı bina edecek bir kimseye bunu sat, denilir. Alt birisinin yukarı bir başkasının olup altın tamire ihtiyacı bulunması hali ile ilgili olarak İbnu'l-Kasım'ın rivâyetine göre Malik şöyle demiştir: Böyle bir binanın tamiratı altta bulunan bölümün sahibine aittir. Altını düzeltip tamir edinceye kadar yukarıyı gerekli desteklerle beslemek onun vazifesidir, çünkü altta bulunanın vazifesi yukarıda bulunanı ya bir yapı üzerinde yahutta gerekli şekilde desteklemek suretiyle taşımak görevi vardır. Aynı şekilde yukardakinin üstünde de bir başka yapı bulunuyor ise, yukarda olan ikinci yapının gereken şekilde desteklerle yerinde tutulması, ortada olana sahib olanın görevidir. Şöyle de denilmiştir: İkinci katın askıda tutulması, alttaki bina yapılıncaya kadar onun üstündekinin görevidir. en-Numan b. Beşir'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğine dair hadisi bu hususta asli bir dayanaktır: Peygamber buyurdu ki: "Allah'ın hadleri üzerinde (onları işlememekte) dimdik duran kimsenin misali ile onların içine düşenin misali bir gemiyi (bölümlerini) paylaştırıp bir kısmına yukarısının bir kısmına da alt taraflarının isabet ettiği bir (yolcu) topluluğun haline benzer. Geminin alt tarafında bulunanlar su ihtiyaçlarını almak için üstlerinde bulunanların bulundukları yere giderler. O bakımdan (kendi aralarında) şöyle derler: Biz kendi payımızda bir delik açsak da üstümüzde bulunanlara eziyet vermesek (daha iyi olmaz mı?) Şayet (diğerleri) bunları istekleri ile birlikte başbaşa bırakacak olurlarsa hep birlikte helâk olurlar, eğer onların bu şekilde hareket etmelerini engelleyecek olurlarsa onlar da, bunlar da hep birlikte kurtulurlar." Buhârî, II, 882; Münziri, Tergib, III, 159. 173. İşte bu aynı zamanda Malik ve Eşheb'in lehine bir delildir. Ayrıca bu hadişte şuna da delil vardır: Altta bulunan kimsenin yukarıda bulunana zarar verecek şekilde yeni şeyler yapmak hakkı yoktur. Eğer ona zarar verecek bir şey yapacak olursa, tek başına alttakinin ıslahını (düzeltilmesini) yapmak zorundadır. Yukarıda bulunanın sahibi onu zarar vermekten alıkoymak hakkına sahihtir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer onlara engel olurlarsa, onlar da diğerleri de hep birlikte kurtulurlar." diye buyurmuştur. Zalimden başkasının yahutta sünnette meydana getirilmesi câiz olmayan şeyleri yeniden ortaya çıkartması yasaklanmış kişilerden başkasının engellenmesi ise câiz değildir. Ayrıca bu âyette erar-i bi’l-maruf ve nehy-i ani'l-münkerin terkedilmesi sebebiyle cezalandırılmaya hak kazanılacağına delil de vardır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Enfal Sûresi'nde (8/25. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yine bu hadiste kuranın ve kura çekmenin câiz olduğuna da delil vardır. Bu da daha önce Al-i İmrân suresinde (3/44. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu hususların herbirisini belirtilen yerde izleyecek olursak, gereği gibi açıklanmış olduğunu göreceğiz. Hamd, Allah'a mahsustur. 34Evlerinin kapılarını ve yaslandıkları tahtlarını da... "Evlerinin kapılarını" âyeti "evlerinin kapılarını da (böyle) kılardık" demektir. Buradaki "evlerinin" lâfzının daha önce geçen "Rahmâna kâfir olanların" âyetinden bedeli istimal olduğu da söylenmiştir. Buna göre âyet: Rahmâna kâfir olanlara (yani) onların evlerine... demek olur. "Kapılarını" gümüşten kılardık demektir. "Ve yaslandıkları tahtlarını da" aynı şekilde (yapardık). "Tahtlar da" kelimesi'in çoğuludur. Bunun çoğulu olduğu da söylenmiştir. Bu da: "Taht'ın çoğuludur. Bu durumda bu lâfız çokluk çoğulu (cemu’l-cem) olur. "Yaslandıkları" âyetinde geçen: ile: "Yaslanmak" bir şeyin üstüne kendisini vermek, ağırlığını ona taşıtmak demektir. Yüce Allah'ın: "Ona dayanırım" (Taha, 20/18) âyetinde de aynı kökten gelen fiil kullanılmıştır. "Çokça yaslanan adam" demektir. aynı zamanda "üzerinde yaslanılan şey" anlamına gelir. "Bir şeye yaslandı" demek olup, bu işi yapana Yaslanan, yaslanma yeri"ne de (......) denilir. " Onu bir şeye yaslanmış bir kimse haline getirinceye kadar ona (mızrağını) sapladı" demektir. "Asaya yaslandım" demektir. Bütün bunlarda "te" harfinin aslı "vav"dır. "Tartıldı, söz verdi" fiillerinde yapılan uygulama ne ise buna da aynı şey yapılmıştır. 35Altından süs eşyaları da (verirdik). Bunların hepsi dünya hayatının metaından başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise Rabbinin yanında takva sahiplerinindir. "Altından süs eşyaları da (verirdik)" âyetinde geçen: "Altın" demektir. Bu açıklama İbn Abbâs ve başkalarından nakledilmiştir. Yüce Allah'ın: "Yahut altından bir evin olsun" (el-İsra, 17/93) âyeti da buna benzemektedir ki, daha önceden (belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İbn Zeyd dedi ki: Bu ("zuhruf") insanların evlerinde kullandıkları eşya ve evlerini döşedikleri şeylerdir. el-Hasen, nakış ve süslerdir, demiştir. Asıl anlamı da süstür. Mesela: "Evi süsledim" denilir: "Filan süslendi" demektir. Ayet-i kerimedeki: "Altından süs eşyaları da" lâfzının nasb ile gelmesi: "Bununla birlikte Biz onlara altından süs eşyaları da verirdik" anlamına geldiğinden ötürüdür. Başındaki cer harfinin kaldırılması ile nasb olduğu da söylenmiştir. Yani "Biz kendilerine altın ve gümüşten tavanlar, kapılar ve tahtlar yapardık" anlamındadır. Başından: "...dan" edatı hazfedilince, burada da: "Altından süs eşyaları da" diye buyurularak nasb ile gelmiştir. "Bunların hepsi dünya hayatının metaından başka bir şey değildir." Anlamındaki âyeti Âsım, Hamza ve İbn Amir'den Hişam: "değildir" lâfzını: (........) diye şeddeli okumuşlardır. Diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır. Şüphesiz ki bütün bunlar dünya hayatının metaldir, demek olur. bu husus daha önceden sözkonusu edilmiş idi. Ebû Reca'dan (........)'ın "lam" harfini kesreli okuduğu rivâyet edilmiştir. Ona göre burada, konumunda olup ona ait (olan zamir) de hazfedilmiştir. İfadenin takdiri de şöyle olur: "şüphesiz ki bütün bunlar dünya hayatının metaının kendisi olan şeylerdir." Burada zamirin hazfedilmesi: "Bir sivrisineği veya ondan daha üstün herhangi bir şeyi misal olarak vermekten" (el-Bakara, 2/26) ile: "Güzelce uygulayanlara tamamlamak..." (el-En'am, 6/154) diye okuyanların kıraatinde (bu aid zamirin) hazfedilmesine benzer. Ebû’l-Feth dedi ki: Bu okuyuşa göre "Hepsi" lâfzının nasb ile okunması gerekir. Çünkü buradaki şeddelisinden hafifletilmiş olandır. Bu ise hafifletildi mi (şeddesiz okundu mu) ve ameli de kaldırıldı mı o takdirde bunun ile "ma" anlamında olan nefyedici birbirinden ayırmak için ifadenin sonunda (haberinin başında) "lam" harfinin gelmesi gerekir. Burada ise cer edatı olan "lam'ın dışında bir lam bulunmamaktadır. "Ahiret yurdu ise Rabbinin yanında takva sahiblerinindir" âyetinde takva sahibi olup Allah'tan korkan kimselere cennet verileceğini kastetmektedir. Ka'b dedi ki: Ben yüce Allah'ın indirdiği kitabların birisinde şunu gördüm: Eğer mü’min kulum üzülmeyecek olsaydı, kâfir kulumun başını taçlandırırdım. Hiçbir ağrı dolayısı ile ondan ter boşalmaz, başı dahi ağrımazdı. Tirmizî'nin, Sahihinde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği zikredilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir." Tirmizi, IV, 562; Müslim, IV, 2272; İbn Mace, II, 1378; Müsned, II, 323, 389, 485. Sehl b. Sa'd'dan rivâyete göre de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Eğer dünya Allah nezdinde bir sivrisinek kanadı kadar değer taşımış olsaydı, dünyadan hiçbir kâfire bir yudum su dahi içirmezdi." Ayrıca bu hususta Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadis de vardır (dedikten sonra Tirmizî şöyle) dedi: Bu hasen, garib bir hadistir Tirmizi, IV, 560 -"Hasen'" yerine "sahih" kaydıyla-. Hakim, Müstedrek, IV, 341. Şair diyor ki: "Eğer dünya iyilikte bulunanın mükâfatı olsaydı, O takdirde zalimin orada yaşamaması gerekirdi. Onlara şeref ve üstünlük olsun diye peygamberler bu dünyada aç kaldılar, Halbuki diğer taraftan karınları doydu hayvanların." Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Kararlı birisi isen geçen günlerden istifade et, Çünkü sen bugünlerde ya (kötülükten) yasaklayan, ya (iyiliği) emreden birisisin. Eğer dünyadan bir kişinin dinine zarar gelmezse, Artık ele geçiremediğin dünyalık dolayısıyla zararı olmaz, Dünya bir sivrisinek kanadı kadar çekmez, Bir kuşun kanadındaki ince bir tüy kadar dahi gelmez. O bakımdan (Allah) dünyayı iyilik yapanın bir sevabı kılmaya razı olmadığı gibi, Dünyayı kâfire bir ceza olarak kabul etmedi." 36Kim Rahmânın zikrini görmezlikten gelirse, Biz ona bir şeytanı musallat ederiz. Artık bu onun ayrılmaz bir arkadaşıdır. "Kim Rahmân'ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz ona bir şeytanı musallat ederiz. Artık bu onun ayrılmaz bir arkadaşıdır" âyetindeki "kim... görmezlikten gelirse" âyetini İbn Abbâs ve İkrime: diye "şın" harfini üstün olarak okumuşlardır. "Kim kör olursa..." demektir. "Kör oldu, olur" fiili de aynı köktendir. Erkek hakkında: Kör adam" kadın hakkında: "Kör kadın" ifadeleri görmemeleri halinde durumlarını anlatmak üzere kullanılır. Şair el-A'şa'nın şu beyitinde de aynı kökten gelen lâfız kullanılmıştır. "O avurtları kaybolmuş bir adam gördü, Hilkati değişmiş, gözü görmeyen bir kimsedir." Yine şair şöyle demiştir: "Gözleri görmeyen, zamanın kötü musibetlerinin kendisine zarar verdiği, Ve düşünmez hale getirip aklını bozduğu bir adam gördü diye mi (böyle yaptı)?" Diğerleri ise (şın harfini) ötreli okumuşlardır ki; bu da: "A'şa (kör)'in durumuna düştü, düşer" demektir. el-Halil: "Az gören bir gözle bakmak" demektir deyip, şu beyiti zikretmektedir: "Onun yanına gittin mi ateşinin ışığına cılız bir gözle bakarsın (gözlerin kamaşır), En güzel ateşin yanında en hayırlı ateş yakanı bulursun." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ateşinin ışığına (gözleri kamaştığından) cılız bir şekilde bakan, Ve rüzgar esip de bulunduğu yerin kuru olduğu o genç, ne güzeldir!" el-Cevherî dedi ki: mastarı olup bu da gündüzün görüp, geceleyin görmeyen kimse demektir. Böyle olan bir kadına: denilir, iki kadına denilir. "Allah onun gözlerini kamaştırdı da onun gözleri kamaştı, kamaşır, kamaşmak" denilir. Bu durumda olan iki erkeğin halini anlatmak için: denilir, fakat Araplar: diye kullanmamışlardır. Çünkü "vav" harfi kendisinden önceki harf kesreli olduğu için tekilde "ye"ye dönüşünce, tesniyede de olduğu halde bırakılmıştır. "Kendisinin geceleyin iyi görmediği izlenimini veren kimse" demektir. 'in nisbeti (ism-i mensubu):şeklinde gelir. 'e nisbet ise ...diye gelir. " Önüne geleni görmediği için ön ayakları ile rastgele herşeyin üzerine basan dişi deve" demektir. "Bir kimse basiretsizce ve gelişigüzel iş yaptı" anlamındadır. -Aynı anlamda olmak üzere denilir. Bu âyet-i kerîme sûrenin baş taraflarında geçen: "Siz... diye, Zikri size bildirmekten vaz mı geçelim?" (ez-Zuhruf, 43/5) âyeti ile ilişkilidir. Yani Biz size Zikri ulaştırmaya devam edeceğiz. Her kim ondan yüz çevirmek sureti ile Zikri görmezlikten gelip saptırıcıların söz ve batıllarına yönelecek olursa "Biz ona bir şeytanı musallat ederiz" küfrünün bir cezası olmak üzere ona bir şeytan veririz, "artık bu onun" denildiğine göre dünyada "ayrılmaz arkadaşıdır." Onu helalden alıkoyar, harama iter, itaat yapmasını engeller, masiyet işlemesini emreder. İbn Abbâs'ın açıklamasının anlamı budur. Bir diğer görüşe göre de bu, ahiretteki durumu dile getirmektedir. Bu açıklamayı da Said el-Cüreyrî yapmıştır. Haberde belirtildiğine göre; kâfir kabrinden çıkacağı vakit onunla birlikte bir de şeytan gönderilir. Her ikisi birlikte cehenneme girinceye kadar o şeytan ondan ayrılmaz. Mü’min ile birlikte de Allah, yarattıkları arasında hüküm verinceye kadar bir melek gönderilir. Bunu el-Mehdevî zikretmiştir. el-Kuşeyrî dedi ki: Doğru olan bu şeytanın o kimsenin hem dünyada, hem de ahirette ayrılmaz arkadaşı olduğudur. Ebû'l-Heysem ile el-Ezherî şöyle demişlerdir: "O şeyi kastettim" demektir. ise "o şeyden yüz çevirdim" demektir. Bu durumda ile birlikte kullanılması arasında fark vardır. Tıpkı: " Ona meylettim" ile " Ondan başka tarafa yöneldim" gibi. Katade de: "ise; yüz çevirir" demektir, demiştir. Bu durumda âyet: Kim Rahmân'in zikrinden yüz çevirirse demek olur. el-Ferrâ'nın görüşü de budur. en-Nehhâs dedi ki: Bu, sözlükte bilinen bir anlam değildir. el-Kurazî, sırtını dönerse diye açıklamıştır, mana birdir. Ebû Ubeyde ve el-Ahfeş: Gözü kararır diye açıklamışlardır. el-Utbî ise "yüz çevirdim" anlamında kullanılacağını kabul etmemekte ve doğrusunun: "şekli olduğunu söylemektedir. Doğru görüş Ebû'l-Heysem ile el-Ezherî'nin açıklamasıdır. Bütün bilgi sahibi kimseler de böyle demişlerdir. es-Sülemî, İbn Ebi İshak, Yakub ve Âsım'dan ile el-A'meş'ten İsmet: "Mûsallat ederiz" anlamındaki âyeti ye ile: “ Mûsallat eder" diye okumuştur. Buna sebeb ise daha önceden "Rahmân"ın zikredilmiş olmasıdır. Yani Rahmân ona bir şeytan musallat eder. Diğerleri ise "nun" ile Gederiz anlamında) okumuşlardır. İbn Abbâs'tan ise: "Ona bir şeytan musallat edilir, artık bu onun ayrılmaz arkadaşı olur" diye okumuştur. Yani onun yanından ayrılmaz ve onunla birlikte bulunur. Buradaki "bu" lâfzının -önceden geçtiği üzere- şeytana ait bir zamir olduğu söylendiği gibi, "Kur'ân'dan yüz çevirme"ye ait olduğu da söylenmiştir. Yani O, yüz çeviren şeytanın ayrılmaz arkadaşı olur demek olur. 37Muhakkak bunlar onları yoldan alıkoyarlar ve onlar da kendilerinin hidayette olduklarını sanırlar. "Muhakkak bunlar" yani şeytanlar "onları yoldan alıkoyarlar" hidayet yolunu izlemelerini engellerler. Burada fiilin çoğul lâfzı ile gelmesi yüce Allah'ın: "Kim... görmezlikten gelirse" âyetinde yer alan "kim" anlamındaki lâfzın çoğul anlamını taşımasından dolayıdır. "Ve onlar" kâfirler "kendilerinin hidayette olduklarını sanırlar." Şöyle de açıklanmıştır: Kâfirler şeytanların hidayette olduklarını zannettiklerinden ötürü onlara itaat ederler. 38Nihayet o bize geldiğinde diyecek ki: "Keşke benimle senin aranda iki doğu kadar uzaklık olsaydı. Sen ne kötü bir arkadaşmışsın!" "Nihayet o bize geldiğinde" fiilini. Ebû Amr, Hamza, el-Kisaî ve Hafs tekil olarak okumuşlardır ki; kıyâmet gününde kâfir geldiğinde demektir. Diğerleri ise tesniye olarak: " İkisi geldiğinde" diye okumuşlardır ki, bundan kasıt kâfir ile onunla birlikte arkadaşlık edecek olan şeytandır. Bunlar tek bir zincire vurulmuş halde gelecekler. Kâfir: "diyecek ki: Keşke benimle senin aranda iki doğu" kış mevsiminin doğusu ile yaz mevsiminin doğusu "kadar uzaklık olsaydı." Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O hem iki doğunun Rabbidir, hem de iki batının Rabbidir." (er-Rahmân, 55/17) Mukâtil 'in açıklaması da buna yakındır. Fiili tekil okuyanların kıraati zahiri itibariyle her ne kadar tekil görünüyor ise de mana her ikisi içindir. Çünkü daha sonraki ifadelerden bu anlaşılmaktadır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Ve oldukça geniş ve hemen görüp dikkat eden, Burun tarafında üst ve alt kapakların birleştiği noktası arkadan açılmış gibi bir göz." Mukâtil dedi ki: Kâfir, senenin en uzun gününde güneşin doğduğu yer ile en kısa gününde güneşin doğduğu yer arasındaki mesafe kadar aralarının uzak olmasını temenni edecektir. İşte bundan dolayı: "İki doğu kadar uzaklık" demiştir. el-Ferrâ'' da şöyle demiştir: O bununla doğu ve batıyı kastetmiş, ikisinden birisinin ismini kullanmıştır. Nitekim güneş ile aya "el-kamaran (iki ay)", Ebû Bekir ve Ömer'e "el-umeran", Küfe ile Basra'ya: "el-Basratan", öğlen ve ikindiye "el-asran" denilmesi gibi. Şair de şöyle demiştir: "Semanın ufuklarını doldurduk size karşı, Onun iki ayı ve doğan yıldızlar bizimdir." Ebû Ubeyde de Cerir'in şu beyitini zikretmektedir: "Onların yaptıklarını beğenmezdi Rasûlullah, İki Ömer diye bilinen Ebû Bekir ve Ömer de." Sîbeveyh de şu mısraı zikretmektedir: "İki Hubeybe yardımcı olmuş olmak bana yeter, evet yeter bana." Bununla ez-Zübeyr'in iki oğlu Abdullah ile Mûsab'ı kastetmektedir. Oysa Ebû Hubeyb, Abdullah'ın künyesidir. "Sen ne kötü bir arkadaş mışsın?" Sen kötü bir arkadaşsın. Çünkü onu cehenneme götürecektir. Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Kâfir ölümden sonra diriltileceği vakit, onun yanından ayrılmayacak olan şeytandan arkadaşı ile eşleştirilir. Onu cehenneme götürünceye kadar ondan ayrılmayacaktır. 39Bugün size asla fayda vermeyecektir. Çünkü zulmettiniz. Elbette siz beraberde azâb çekeceksiniz. "Bugün size asla fayda vermeyecektir. Çünkü zulmettiniz" âyetindeki: "Çünkü" lâfzı "bugün" lâfzından bedeldir. Yani Allah kâfire şöyle diyecektir: Siz dünya hayatında şirk koştuğunuz için bu sözün bugün size faydası olmayacaktır. Bu ise kâfirin söyleyeceği söz olan: "Keşke benimle senin aranda iki doğu kadar uzaklık olsaydı" (Zuhruf, 43/38) sözleridir. Yani o günde pişmanlık fayda vermeyecektir. Kendisinden, farklı rivâyet gelmiş olmakla birlikte; "Elbette siz" hemzesi kesreli ile "Beraberce azâb çekeceksiniz." İbn Amir'in kıraatidir. Diğerleri ise (hemzeyi) üstün ile okumuşlardır. Şu takdirde ref mahallindedir: Azapta ortak olmanızın bugün size asla faydası olmayacaktır. Çünkü herkes bu azabtan kendisi için en fazla payı almış olacaktır (demektir.) Yüce Allah böylelikle cehennem ehline, dünya hayatında iken musibete uğrayan kimselerin başkalarının musibetini görerek kederlerinin hafiflemesi imkanını vermeyeceğini bildirmektedir. Çünkü dünyadakiler başkasının musibetini görerek nisbeten rahatlarlar. Böyle bir kimse: Bela ve musibette benim durumumda olan başkaları da vardır der ve bu onun kederini bir parça hafifletir. Nitekim el-Hansa şöyle demiştir: "Eğer etrafımda çok olmasaydı, Kardeşlerine ağlayanlar, öldürürdüm kendimi. Gerçi onlar benim kardeşim gibisine ağlamıyorlar ama, Başkaları da bana benzer durumdadır, diyerek teselli buluyorum." Ahirette başkalarının benzer durumda olması, onlara teselli faydasını sağlayamayacağına göre, onlar azabları ile uğraşacaklardır. Mukâtil de şöyle demektedir: Bugün mazeretler göstermenizin ve pişmanlık duymanızın size faydası olmayacaktır. Çünkü sizinle birlikteki şeytanlarınız da, sizler de -küfürde ortak olduğunuz gibi- azapta da ortaksınız. 40O sağır kimselere sen mi işittireceksin? Yahut kör olanları ve apaçık bir sapıklık içerisinde bulunanları sen mi bidayete ulaştıracaksın? Ey Muhammed! "O sağır kimselere sen mi işittireceksin? Yahut kör olanları ve apaçık bir sapıklık içerisinde bulunanları sen mi hidayete ulaştıracaksın?" âyeti şu demektir: Senin böyle bir imkanın yoktur. Bundan ötürü kâfir olurlarsa göğsün daralmasın. Âyette Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir teselli vardır. Ayrıca kaderiyye'nin ve diğerlerinin kanaatleri reddedilmekte, hidayetin, doğru,yolu bulmanın ve kalpteki ilahi yardımdan uzak kalışın Allah'ın yaratması ile olduğunu, O'nun, dilediği kimseyi saptırıp dilediğine hidayet verdiğini de göstermektedir. 41Eğer seni alıp götürsek dahi şüphesiz ki bunlardan intikam alıcılar Bizleriz. 42Yahut onları tehdit ettiğimiz azâbı sana gösteririz. Çünkü Biz onlara güç yetirenleriz. "Eğer seni alıp götürsek dahi..." Yani Biz seni Kureyş'in eziyetinden, Mekke'den çıkaracak olsak "şüphesiz ki bunlardan intikam alıcılar Bizleriz. Yahut onları tehdit ettiğimiz azâbı sana gösteririz." Bu da sen hayatta iken onlardan intikam almamızdır. "Çünkü Biz onlara güç yetirenleriz." İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah bunu ona Bedir günü gösterdi. Müfessirlerin çoğunluğunun görüşü de budur. el-Hasen ve Katade ise şöyle demektedir: Bu müslüman insanlar hakkındadır. Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra meydana gelmiş fitneleri kastediyor. Buna göre; "Seni alıp götürsek" âyeti, senin canını alsak demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra çok ağır musibetler oldu. Yüce Allah peygamberine ikramda bulunarak onu alıp götürdü ve ümmetinin hallerinden gözünü aydınlatacak şeylerden başkasını ona göstermedi, intikam ve musibetleri ondan sonraya bıraktı. Halbuki ümmetinin birtakım musibetlere uğratıldığı gösterilmedik hiçbir peygamber yoktur. Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kendisinden sonra ümmetinin karşı karşıya kaldığı durumlar gösterilmiştir. O da yüce Allah'ın huzuruna çıkıncaya kadar hep sıkıntıh idi, gülerek neşelendiği görülmedi. İbn Mes’ûd'dan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah bir ümmet hakkında hayır murad edecek olursa, o ümmetten önce peygamberinin canını alır ve onu o ümmet için önden giden bir öncü ve bir geçmiş kılar. Eğer bir ümmet hakkında azâbı murad edecek olursa, peygamberi hayatta iken o ümmete azâb verir ki, kendisini yalanlayıp emrine karşı geldiklerinden ötürü onun gözü aydın olsun." Müslim, IV, 1791; İbn Hibban. Sahih, XV, 22, XVI, 198. Ancak her ikisi de Ebû Mûsa'da 43O halde sana vahyolunana kuvvetle sarıl. Çünkü sen dosdoğru bir yol üzeresin. "O halde sana vahyolunana" yalanlayıcılar onu yalanlasa dahi Kur'ân-ı Kerîm'e "kuvvetle sarıl. Çünkü sen dosdoğru bir yol üzeresin." Bu yol seni Allah'a, rızasına ve mükâfatına kavuşturacaktır. 44Ve muhakkak o, sana ve senin kavmine büyük bir şereftir. Yakında sorguya çekileceksiniz. "Ve muhakkak o, sana ve senin kavmine büyük bir şereftir." Kurân-ı Kerîm hem senin için, hem de kavmin olan Kureyşliler için bir şereftir. Zira bu Kur'ân onların dili ile onlardan birisi üzerine inmiştir. Yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki Biz size sizin için bir şan ve şeref kaynağı olan bir kitab indirdik" (el-Enbiya, 21/10) âyeti da buna benzemektedir. Kur'ân-ı Kerîm, Kureyş'in dili ile indi, ilk olarak onlara hitab etti. Bundan ötürü buna îman eden herkes, onların dillerini öğrenmeye gerek gördü. Böylelikle onlara muhtaç oldular. Çünkü başka dilleri konuşanlar, emir ve nehyin anlatıldığı, Kur'ân-ı Kerîm'deki bütün haberlerin ifade edildiği manayı kavrayabilmek için, onların dillerini öğrenmeye gerek duydular. Böylelikle onlar diğer dilleri konuşanlara göre daha şerefli kılındılar. Bundan dolayı bu dile de "Arapça" ismi verildi. Bunun, sizin gerek duyduğunuz şeyler hakkında senin ve ümmetin için bir açıklamadır, anlamına geldiği söylendiği gibi, dinin emirlerini kendisi vasıtasıyla hatırlayıp, gereğince amel ettiğiniz bir öğüttür, diye de açıklanmıştır. "Ve muhakkak o sana ve senin kavmine büyük bir şereftir" âyeti ile hilafetin kastedildiği de söylenmiştir. Hilafet Kureyşliler arasında olur, başkalarında olmaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bu hususta insanlar Kureyş'e tabidirler. Müslümanları onların müslümanlarına, kâfirleri de onların kâfirlerine tabidir. " Buhârî, III, 1288; Müslim, III, 1451; Müsned, II, 242, 319. Malik dedi ki: Bu adamın: Babam bana anlattı, o babasından (naklen) anlattı, demesidir. Bu açıklamayı -el-Maverdî, es-Sa'lebî ve diğerlerinin zikrettiklerine göre- İbn Ebi Seleme babasından, o Malik b. Enes'ten rivâyet etmiştir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Ben İslâm'da bu mertebeye Bağdat'ta gördüğüm dışında herhangi bir kimseye nasib olduğunu görmedim. Orada bulunan et-Temimîoğulları derler ki: Bana babam anlattı, dedi ki: Bana babam anlattı, diye Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar senedini ulaştırır. Böylelikle onların değerleri üstün bir mertebeye yükselmiş, insanlar onları tazim eder hale gelmişlerdir. Halifelik makamı da onlarla üstünlük kazanmıştır. Yine Medinetu's-Selam'da Ebû Muhammed Rızkullah b. Abdi'l-Vehhab Ebû'l-Ferec b. Abdi’l-Aziz b. el-Haris b. el-Esed b. el-Leys b. Süleyman b. Esved b. Süfyan b. Yezid b. Ukeyne b. Abdillah et-Temimî'nin iki oğlunu gördüm. Onlar şöyle diyorlardı: Babamız Rızkullah'ı şöyle derken dinledik: Babamı şöyle derken dinledim: O: Babamı şöyle derken dinledim: O: Babamı şöyle derken dinledim: O: Babamı şöyle derken dinledim: O: Babamı şöyle derken dinledim (diyordu ki:) Ali b. Ebî Tâlib'i, el-Hannan ve el-Mennan'ın mahiyeti hakkında soru sorulması üzerine şöyle derken dinledim: el-Hannan kendisinden yüz çevirene yönelen, el-Mennan ise kendisinden istenilmeden önce bağışlarda bulunan kimse demektir. Ali'yi böyle derken dinledim diyen kişi ise onların büyük dedeleri Ukeyne b. Abdullah'dır. Bununla birlikte daha kuvvetli görülen görüş yüce Allah'ın: "Ve muhakkak o sana ve senin kavmine büyük bir şereftir" âyeti ile Kur'ân-ı Kerîm'in kastedildiğidir. Çünkü ifade buna bina edilmiş ve sonunda ona dönülmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Maverdî dedi ki: "Ve senin kavmine" âyeti hakkında iki görüş vardır: Birincisine göre ümmetinden sana tabi olanlar demektir. Bu açıklamayı Katade yapmış olup, es-Sa'lebî bunu el-Hasen'den diye de zikretmiştir. İkinci görüşe göre Kureyş'ten senin kavmine demektir. Bu kimdendir denilir, Araplardandır diye cevab verilir. Hangi Araplardandır diye sorulunca, Kureyş'tendir diye cevab verilir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Derim ki: Sahih olan Kureyş'ten olsun, başkalarından olsun Kur'ân-ı Kerîm'in gereğince amel edenler için bir şeref kaynağı olduğudur. İbn Abbâs rivâyetle dedi ki: Allah'ın peygamberi (Allah'ın salat ve selamı ona olsun) bir sedyeden yahutta bir gazadan döndüğünde Fatıma'yı çağırıp, şunları söyledi: "Ey Fatıma! Nefsini Allah'tan satın almaya bak! Çünkü Allah'tan gelecek olana karşı benim sana hiçbir faydam olmaz." Buhârî, III, 1012, 1218, IV, 1487; Müslim, I, 192; Tirmizi, IV, 554, V, 338; Nesâî, VI, 249; Müsned, II, 333, 360, 398, 519, VI, 187; Taberi, Tefsir, XIX, 119. Buna benzer sözleri hanımlarına da söylediği gibi; yine bunun benzerini yakın akrabalarına da söylemiştir. Daha sonra yüce Allah'ın peygamberi (salat ve selam ona) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar arasında Haşimoğulları ümmetim olmaya en layık kimseler değildir. Çünkü insanlar arasında ümmetim olmaya en layık kimseler takva sahibi olanlardır. İnsanlar arasında Kureyşliler de ümmetim olmaya en layık kimseler değildir. Çünkü insanlar arasında ümmetim olmaya en layık kimse takva sahibi olanlardır. Yine insanlar arasında ümmetim olmaya en layık olanlar ensar değildir. Çünkü ümmetim olmaya insanlar arasında en layık olanlar takva sahibi kimselerdir. İnsanlar arasında mevalî (Arap olmayan mü’minler) ümmetim olmaya en layık kimseler değildir. İnsanlar arasında ümmetim olmaya en layık kimseler takva sahibi olanlardır. Hepiniz bir erkek ve bir kadındansınız, sizler: Sâ' denilen ölçünün üstündeki hiza gibisiniz. Sizden herhangi birinizin diğerine takva ile olması hali dışında bir üstünlüğü yoktur. " Ebû Hüreyre'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cehennem kömürlerinden bir kömür ile övünüp duran birtakım kimseler ya bu yaptıkları işlerden vazgeçerler, veya Allah nezdinde onlar pislikleri burnuyla iten domuzlan böceğinden daha kötü bir durumda olurlar. Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem topraktandır. Şüphesiz Allah sizden cahiliye gururunu ve (cahiliyyenin) babalarla öğünme geleneğini gidermiş bulunuyor. İnsanlar ya takva sahibi bir mü’mindir yahut bedbaht bir günahkardır." Tirmizi, V, 734; Müsned, I, 301 (kısmen); Taberani, Kebir, XI, 317 (kısmen); Münziri, Terğib, III, 358-359. Bu ikisini de Taberî rivâyet etmiştir. Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Hucurat Sûresi'nde gelecektir. "Yakında" bu nimete karşı şükredip, etmediğinize dair "sorguya çekileceksiniz." Bu açıklamayı Mukâtil ve el-Ferrâ'' yapmıştır. İbn Cüreyc de şöyle demiştir: Sen de, seninle birlikte olanlar da sana verdiklerimizden dolayı sorguya çekileceksiniz. Bu hususta yaptığınız amellerden size soru sorulacaktır, diye de açıklanmıştır. Manalar birbirine yakındır. 45Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor! Rahmân'dan başka ibadet edilecek ilahlar kılmış mıyız? İbn Abbâs ve İbn Zeyd dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksa'ya -ki o Beytu'l-Makdis mescididir- İsra'da götürüldüğünde yüce Allah ona Âdem'i ve soyundan dünyaya gelmiş diğer peygamberleri diriltti. Cibril de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyordu. Cibril (aleyhisselâm) ezan okudu, sonra namaz için kamet getirdi. Sonra da: Ey Muhammed öne geç de onlara namaz kıldır dedi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazı bitirince Cibril kendisine: "Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor. Rahmân'dan başka ibadet edilecek ilahlar kılmış mıyız?" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hayır, sormama gerek yok. Ben bu konuda yeterli kanaate sahibim" diye buyurdu. Süyûtî, ed-Durru'l-Mensur, VII, 382. İbn Abbâs dedi ki: Bu peygamberler yetmiş kişi idi. İbrahim, Mûsa ve Îsa (hepsine selam olsun) bunlar arasında idi. Onlara soru sormayışının sebebi Allah'ı onlardan daha iyi biliyor olması idi. İbn Abbâs'tan başkasından gelen rivâyette de şöyle denilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkasında yedi saf halinde namaz kıldılar. Rasûller üç saf, nebiler ise dört saf idi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hemen arkasında ise İbrahim halilullah, sağında İsmail ve solunda İshak vardı. Sonra Mûsa, sonra da diğer rasûller dizilmişti. Onlara iki rekat namaz kıldırdı. Namazı bitirip ayağa kalkınca şöyle buyurdu: "Rabbim bana size: Sizden herhangi birinize Allah'tan başkasına ibadet etmeye davet etmek için bir emir verip vermediğini sormamı vahyetti." Onlar: Ey Muhammed dediler, bizler şahitlik ederiz ki, hepimiz aynı çağrı olan la ilahe ilallah demeye davet etmek üzere ve onun dışında tapındıkları bütün varlıkların batıl olduğunu, senin nebilerin de sonuncusu, rasûllerin de efendisi olduğunu söylemek üzere gönderildik. Bu husus zaten senin bize İmâmlık yapman ile de açıkça ortaya çıkmış bulunuyor. Ayrıca kıyâmet gününe kadar Meryem oğlu Îsa dışında hiçbir peygamberin gelmeyeceği de bunu göstermektedir. Meryem oğlu Îsa ise senin izini izlemekle emrolunacaktır." Said b. Cübeyr de yüce Allah'ın: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor" âyeti ile ilgili olarak şunları söylemektedir: O İsra'ya götürüldüğü gece rasûllerle karşılaştı. el-Velid b. Müslim de yüce Allah'ın: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor" âyeti hakkında şöyle demiştir: Ben buna dair Huleyd b. Da'lec'e sordum da o bana Katade'den şöyle dediğini nakletti: Peygamber İsra'ya götürüldüğü gece bu hususu onlara sordu. Peygamberlerle ve Âdem ile ayrıca cehennemin bekçisi Malik ile karşılaşmıştı. Derim ki: Bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak sahih olan açıklama şekli budur. "Peygamberlerimiz" anlamındaki lafızdan önceki bu açıklamaya göre zaid değildir. el-Müberred ile bir grub ilim adamı ise şöyle demişlerdir: Âyet: Sen, senden önce gönderdiğimiz rasûllerimizin ümmetlerine soru sor, demektir. Rivâyet olunduğuna göre, İbn Mes’ûd'un kıraatinde: "Senden önce gönderdiğimiz rasûllere ne gönderdiğimizi sor" şeklindedir. Bu ise tefsir edici bir kıraattir. Buna göre; zaiddir. Mücahid, es-Süddî, ed-Dahhak, Katade, Atâ, el-Hasen ve yine İbn Abbâs'ın görüşü budur. Sen Tevrat ve İncil kitablarına îman eden kimselere sor, demektir. Manası: Ey Muhammed! Bize senden önce göndermiş olduğumuz peygamberlere dair soru sor, şeklinde olduğu ve böylelikle: 'in hazfedildiği de söylenmiştir. Bu açıklamaya göre ise: " Peygamberlerimize" âyeti üzerinde vakıf tam bir vakıf olmakta, daha sonra ise cümle inkar yolu ile soru ile başlamaktadır. Manası: Senden önce göndermiş olduğumuz rasûllerimize tabi olanlara sor, şeklinde olduğu ve muzafın hazfedildiği de söylenmiştir. Hitab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla birlikte maksat onun ümmetidir. "Rahmân'dan başka ibadet edilecek ilahlar kılmış mıyız?" âyeti ile yüce Allah, akıl sahibi varlıklardan sözettiği gibi. ilahlardan da (akıl sahibi varlıklara uygun zamir kullanarak) sözetmiş bulunmakta ve: "İbadet edilecek" diye buyurmakta, bununla birlikte: veya diye buyurmamaktadır. Çünkü ilahlar onlara tapanlar nezdinde akıl sahibi varlıklar durumunda idi. Şanı yüce Allah da onlar hakkında akıl sahibi varlıklarla ilgili haber verdiği gibi, haber vermekte (söz etmekte)dir. Böyle bir soru sormakla emredilmesinin sebebine gelince, yahudilerle müşrikler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle dediler: Senin bu getirdiklerin senden öncekilere aykırıdır? Bunun üzerine yüce Allah, duruma vakıf kılmak ve söyletmek maksadı ile, diğer peygamberlere soru sormasını emretmiştir. Yoksa kendisi bu hususta şüphe ettiğinden dolayı bu emir verilmiş değildir. Tevil bilginleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın diğer peygamberlere soru sorması hususunda iki ayrı görüş ortaya atmışlardır. Birincisine göre o peygamberlere sormuş, peygamberler de: Biz tevhid ile gönderildik demişlerdir. Bu açıklamayı el-Vakıdî yapmıştır. İkincisine göre, peygamber yüce Allah'a yakîni dolayısıyla onlara soru sormamıştır. Öyle ki İbn Zeyd'in naklettiğine göre Mikail, Cebrâîl'e: "Bu hususa dair Muhammed sana soru sordu mu?" diye sormuş, Cebrâîl: "O bu hususta soru sormayacak kadar sağlam bir îman ve büyük bir yakîne sahiptir" diye cevab vermiştir. Bu anlam daha önce zikrettiğimiz şekliyle iki rivâyette geçmiş bulunmaktadır. 46Yemin olsun ki Biz Mûsa'yı âyetlerimizle Fir'avun'a ve ileri gelenlerine gönderdik. "Muhakkak ki ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği peygamberiyim" dedi. "Yemin olsun ki Biz Mûsa'yı âyetlerimizle... gönderdik." Yüce Allah peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a düşmanlarından intikam alacağını bildirip diğer peygamberleri şahit tutmakla ve hepsinin tevhid üzere ittifak etmiş olduklarını göstermekle delili ortaya koyduktan sonra, bu hususu Mûsa ve Fir'avun kıssası ile Fir'avun'un yalanlamasını, onun ve kavminin başına gelen suda boğulmak ve yalanlama kıssasını zikrederek pekiştirdi. Yani Biz Mûsa'yı mucizeler ile gönderdik. Bunlar ise dokuz tane mucize idi. Bu mucizeleri yalanlandı. Sonunda Ben de güzel akıbeti onun için kıldım. İşte sen de böyle olacaksın. 47Onlara âyetlerimizle geldiğinde onlar bunlara gülüverdiler. "...Onlar bunlara gülüverdiler" âyetinin anlamına gelince, onlar alay ettiler demektir. Böylelikle kendilerine uyanlara gönderilen bu âyetlerin bir büyü ve gösterilen bir hayal olduğu vehmini vermeye, kendilerinin de bunlara güç yetirebileceklerini hissettirmeye çalışıyorlardı. 48Bizim onlara gösterdiğimiz herbir âyet mutlaka diğerinden büyük idi. Onları belki dönerler diye azâb ile aldık. "Bizim onlara gösterdiğimiz herbir âyet mutlaka diğerinden büyük idi." Yani Mûsa'nın gösterdiği âyetler (mucizeler, belgeler) âyetlerin büyüklerinden idi. Onların herbirisi bir öncekinden de büyüktü. Bir diğer açıklamaya göre: "Mutlaka diğerinden daha büyük idi." Çünkü birincisi bir bilgi sahibi olma sonucunu verirken, ikincisi de bir başka bilgi sahibi olma sonucunu veriyor idi. Böylece birincisine ikincisi eklenmekte ve gerçek daha bir açıklık kazanmakta idi. Ayetlerin kardeşliğinden (mealde, benzerliğinden) sözedilmesinin anlamı birbirine benzer ve birbiriyle ilişkili olmaları demektir. Nitekim: " Bu, bunun arkadaşıdır" denilince, onlar mana itibariyle birbirine yakındır, demek olur. "Onları belki" küfürlerinden "dönerler diye" bu âyetleri yalanlamalarından ötürü "azâb ile aldık." Bu da yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki Biz Fir'avun hanedanını belki düşünüp ibret alırlar diye yıllarca kuraklıkla ve ürün kıtlığı ile sıkıntıya düşürdük" (el-Araf. 7/130) âyetinde ifade edilmektedir. Tufan, çekirgeler, haşerat ve kurbağalar... İşte bu son mucizeler, onlar için bir azâb ve Mûsa (aleyhisselâm) için açık belge idiler. 49"Ey sihirbaz" dediler; "Senin yanında, sana olan ahdi gereği Rabbine dua et Gerçekten bizler hidayet bulanlar oluruz." "Ey sihirbaz, dediler." Yani onlar azâbı gördüklerinde: Ey sihirbaz, diyerek daha önceden adetleri üzere seslendikleri şekilde ona seslendiler. Bir diğer açıklamaya göre; onlar ilim adamlarına sihirbaz diyorlardı. O bakımdan onu tazim etmek maksadıyla ona bu şekilde hitab ettiler. İbn Abbâs dedi ki: "Ey sihirbaz" ey alim, demektir. Aralarında sihirbaz saygı gösterdikleri büyük bir kişi idi. Sihirbazlık bir yergi sıfatı değildi. Bir diğer açıklamaya göre: Ey sihriyle bizi yenik düşüren kişi, demektir. Mesela: "Filan kişi ile sihir yarışma girdim ve onu sihir ile yendim" demektir. Nitekim Arapların: " Onunla tartıştım ve tartışmada onu yendim" ile "Fazilet bakımından onunla ölçüştüm ve ondan daha faziletli olduğum ortaya çıktı" ve benzeri ifadeler buna benzemektedir. Onlar bu sözleriyle soru sormak üzere "sihirbaz"ı gerçek anlamı ile de kullanmış olabilirler. Îman ederler ümidiyle de böyle dediklerinden ötürü onları kınamadı. İbn Amir, Ebû Hayve ve Yahya b. Vessab "he" harfi ötreli ve ("he"den sonra) "elif"siz olarak; diye okumuşlardır. Bunun sebebi ise "he" harfinin kendisinden önceki harfe katılmış olması ve müfred nidanın gerektirdiği şekilde "ye" harfinin ötreli olarak gelmesidir. el-Ferrâ'' da şu beyiti zikretmektedir: "Ey nefsi direnip duran, yüz çevirmeyen kalb, Güzel, beyaz tenli ve dudaklarının iç tarafı mavimtrak kadınlardan (vazgeçip) ayık da kendine gel!" Görüldüğü gibi burada "ye" harfinin ötreli oluşuna binaen "he" harfini de ötreli okumuştur. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce en-Nûr Sûresi'nde (24/31. âyetin tefsirinin sonlarında) geçmiş bulunmaktadır. Ebû Amr, İbn Ebi İshak, Yahya ile el-Kisaî ise aslına uygun olarak; okuyup (vakfederse) öylece vakıf yapmışlardır. Diğerleri ise elifsiz okumuşlardır, çünkü mushafta böylece yazılmıştır. "Senin yanında sana olan ahdi gereği Rabbine dua et." Yani Onun bize sana verdiğini haber verdiği îman edecek olursak azâbı üzerimizden kaldıracağına dair sözü gereğince, O'na dua et de azâbı üzerimizden kaldırsın. "Gerçekten bizler" bundan sonra "hidayet bulanlar oluruz." 50Ama Biz azâbı üzerlerinden kaldırınca, hemen verdikleri sözü bozdular. "Ama" Mûsa dua edip de "Biz azâbı üzerlerinden kaldırınca, hemen verdikleri sözü bozdular." Kendileri hakkında yerine getireceklerine dair belirttikleri ahitlerinde durmadılar ve îman etmediler. Bir açıklamaya göre onların: "Gerçekten bizler hidayet bulanlar oluruz" sözleri kendilerinin îman eden kimseler olduklarına dair verdikleri bir haberdir. Ancak üzerlerinden azâb kaldırılınca irtidad ettiler. 51Fir'avun kavmi arasında seslenip dedi ki: "Ey kavmim! Mısır mülkü ve altından akan şu nehirler benim değil mi? Görmez misiniz? "Fir'avun kavmi arasında seslenip dedi ki..." Denildiğine göre firavun bu mucizeleri görünce, kavmin ona doğru meyledeceklerinden korkarak "seslendi." Burada "seslendi" dedi anlamındadır. Bu açıklamayı Ebû Malik yapmıştır. Etrafında Kıbtilerin büyük ve ileri gelenlerinin bulunmuş olma ihtimali de vardır. O bakımdan kendi aralarında sesini yükseltti, sonra da bu söyledikleri bütün kıbti toplulukları arasında yayıldı. Âdeta hepsi arasında seslenmiş gibi oldu. Bunun, kavmi arasında seslenecek kimselere emir verdi, anlamında olduğu da söylenmiştir ki, bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır. "Ey kavmim! Mısır mülkü" herhangi bir kimsenin bu hususta benimle tartışması ve rakibliği sözkonusu olmaksızın "...benim değil mi?" Denildiğine göre o, Mısır'ın kırk fersah çarpı kırk fersahlık bir alanına hakim olmuştu. Bunu en-Nekkaş nakletmektedir. Burada sözü geçen "mülk" ile İskenderiye'yi kastettiği de söylenmiştir. "Ve altımdan akan şu nehirler?" Yani Nil'in kolları "benim değil mi?" Bu kolların büyükleri Kral nehri (kolu), Tulün nehri (kolu), Dimyat nehri (kolu) ve Tinnis nehri (kolu)dir. Katade dedi ki: Oraları bahçeler ve saraylarının altından akan ırmaklar idi. Tahtının altından akan ırmaklardı diye de açıklanmıştır. "Altımdan" ifadesinin arada herhangi bir vasıta olmaksızın benim tasarrufum bunlarda geçerlidir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir diğer açıklama da şöyledir: O dizginlerini yakaladı mı Nil de akmayıp dururdu. el-Kuşeyrî dedi ki: Rububiyet iddiasında bulunan kimselerin olağanüstü birtakım hadiseler göstermesi mümkündür. Çünkü gerçek ilahı ilâh olmayandan ayırdedebilmek için olağanüstü bir işin yapılmasına gerek yoktur. "Altımdan akan şu nehirler" âyetinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Elimin altındaki kumandanlar, başkanlar ve zorba kimseler benim bayrağımın altında yürümektedirler. Bu açıklamayı da ed-Dahhak yapmıştır. Nehirlerle malları kastettiği de söylenmiştir. Mallardan nehir diye sözetmesi ise mallarının çok olması ve açıkça ortada olmasından dolayıdır. "Altımdan akan" lâfzın ben onları bana uyan kimselere dağıtıyorum, anlamındadır. Çünkü teşvik ve kudret nehirler üzerinde değil, mallar hakkında sözkonusu olur. Durum böyleyken benim büyüklüğümü ve gücümü buna karşılık Mûsa'nın zayıflığını, bir diğer açıklamaya göre sizin ihtiyaçlarınızı karşılama kudretimi Mûsa'nın acizliğini "görmez misiniz?" "Şu" lâfzındaki "vav" harfinin "nehirler"i "Mısır mülkü" üzerine atfeden edat, "akan" anlamındaki lâfzın da ondan hal olarak nasb konumunda olması mümkün olduğu gibi, bu "vav"ın hal "vav'ı olması işaret isminin de mübteda olması "nehirler"in işaret isminin sıfatı "akan"ın da mübtedanın haberi olması da mümkündür. Medineliler, el-Bezzî ve Ebû Arar; "Altımdan" lâfzındaki "ye"yi üstün okumuşlar, diğerleri ise sakin okumuşlardır. er-Reşid'den nakledildiğine göre o bu âyet-i kerimeyi okuyunca, oraya kölelerimin en iyisini vali olarak tayin edeceğim demiş ve el-Hasib'i -onun abdestinden sorumlu idi- oraya vali görevlendirmişti. Abdullah b. Tahir'den nakledildiğine göre oraya vali tayin edilmiş, oraya gitmek üzere çıkmış, ona yaklaşıp onu görünce: Fir'avun'un kendisi ile öğünerek: "Mısır mülkü... benim değil mi?" dedirtecek kadar ileri gitmesine sebeb teşkil eden şehir bu mu? Allah'a yemin ederim ki; bu benim nezdimde oraya girmemi gerektirecek kadar değerli değildir, dedikten sonra atının dizginlerini öbür tarafa çevirdi. Daha sonra Fir'avun kendi durumunu açıkça dile getirerek: 52"Ben şu aşağılık olandan ve sözünü nerede ise açıklayamayandan daha hayırlı değil miyim?" "Ben şu aşağılık olandan" herhangi bir gücü ve kuvveti bulunmadığından dolayı değersizliği ve güçsüzlüğü sebebiyle de kendi ihtiyaçlarını görmek üzere bizzat kendisi çalışıp, didinen kimseden "ve sözünü nerede ise açıklayamayandan"; Ta-Ha Sûresi'nde (20/27. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere dilinde bulunan düğümü kastediyor; "daha hayırlı değil miyim?" Ebû Ubeyde dedi ki: Bu âyetteki: " Mi" edatı burada; "Hatta, bilakis" anlamındadır. Müfessirlerin çoğunun görüşüne göre atıf harfi değildir. Yani, Fir'avun kavmine: Hatta ben "şu aşağılık olandan" daha hayırlıyım dedi, demektir. Yani onun gücü yoktur. Değersiz ve güçsüz olduğundan kendi ihtiyaçlarını bizzat görerek kendisini küçültüyor "ve sözünü nerede ise açıklayamıyor." Bununla daha önce Ta-Ha Sûresi'nde (20/27) ayetin tefsirinde geçtiği gibi dilindeki düğümü kastediyor. el-Ferrâ'' dedi ki: edatı iki türlü olabilir. Arzu edilirse kendisinden önceki ifade ile ilişkisinden ötürü bu edat ile yapılan bir soru kabul edilebilir, arzu edilirse de yüce Allah'ın: "Mısır mülkü... benim değil mi?" âyetine atf-u nesak yapılabilir. Bunun zaid olduğu da söylenmiştir. Ebû Zeyd Araplardan bu edatı zaid olarak kullandığını rivâyet etmiştir. Ben şu aşağılık ve değersiz olandan daha hayırlıyım, demektir. el-Ahfeş de: İfadede hazfedilmiş lâfızlar vardır, anlam şudur demektedir: Siz görüyor musunuz? Yoksa görmüyor musunuz? demektir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Ey Cülacil denilen yer ile kum tepesi arasında bulunan ince ve yumuşak kumların ceylanı, O sen misin yoksa Ummu Salim midir?" Bu da; sen mi daha güzelsin, yoksa Um Salim mi daha güzeldir, demektir. Daha sonra da yeni bir cümle olarak: "Ben hayırlıyım" diye söylemiştir. el-Halil ve Sîbeveyh der ki: Âyetin anlamı şudur: Görmez misiniz yoksa siz görenler misiniz? Bu durumda "Yoksa" edatı ile "görmez misiniz" üzerine atıf yapmış olmaktadır. Çünkü; "ben mi hayırlıyım" yoksa sizin görüşünüz nedir, anlamındadır. Çünkü onlar kendisine: Sen ondan hayırlısın diyecek olsalardı, ona göre çevresindekiler gören basiretli kimseler olacaktı. Îsa es-Sakafî ile Yakub el-Hadramî'den rivâyet edildiğine göre onlar, ifade; " siz görüyor musunuz, yoksa görmüyor musunuz?" takdirinde olmak üzere: üzerinde vakıf yapmışlardır. Bu edat üzerinde vakıf yapanlar, bunu zaid kabul etmiş ve sanki "görmez misiniz" âyetinin: lâfzı üzerinde vakıf yapmış gibi olur. Ancak el-Halil ve Sîbeveyh'e göre burada ifade tamam olmamaktadır. Çünkü; edatı kendisinden önceki ifadeler ile ilişkili olmasını gerektirmektedir. Kimileri de şöyle demiştir: Vakıf yüce Allah'ın: "Görmez misiniz" âyeti üzerinde yapılır. Sonra da: "Daha hayırlı değil miyim?" âyeti üzerinde aksine ben daha hayırlıyım, anlamı ile başlanılır, el-Ferrâ'' da şu beyiti zikretmektedir: "Kuşluk vaktinin parlaklığında güneşin kursu ve sureti gibi ortaya çıktı, Hatta sen gözümde daha da güzelsin." (Görüldüğü gibi) burada: Hatta sen daha da güzelsin" anlamındadır. el-Ferrâ'nın naklettiğine göre kimi kıraat alimi " Ben daha hayırlı değil miyim" diye okumuşlardır. Mücahid'den rivâyet edildiğine göre o; "Yoksa..." üzerinde vakıf yapar, sonra da: "Ben (ondan) daha hayırlıyım..." diye okumaya devam edermiş ki az önce sözkonusu edilmişti. 53"Hem üzerine altından bilezikler bırakılmalı veya onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi?" "Hem üzerine altından bilezikler bırakılmalı... değil miydi?" şeklindeki bu sözlerini söylemesinin sebebi; bu şekilde süslenmek o dönemdeki şerefli ve soylu kimselerin adeti olmasıdır. Hafs: " Bilezikler" şeklinde: çoğulu olarak okumuştur. " Başörtüsü" kelimesinin çoğulunun: şeklinde gelmesi gibi. Ubeyy: şeklinde; çoğulu olarak okumuştur. İbn Mes’ûd; diye okurken, bunun dışında kalan kıraat âlimleri; şeklinde; "Bilezikler" lâfzının çoğulu olarak okumuşlardır. O takdirde bu çokluk çoğuludur. Bununla birlikte çoğulu olması da mümkündür. Bu durumda sonraki "ne" (yuvarlak "te") çoğulda "ye"nin yerine getirilmiş olmaktadır. O zaman bu kelime "zındık" lâfzının çoğulunun: ile şeklinde (Bizans komutanı demek olan "bıtrik" kelimesinin çoğulunun); ile şeklinde gelmesi ve benzeri diğer kelimeler gibi. Ebû Amr b. el-Ala dedi ki: " Bilezikler" kelimesinin tekdir, bu da ayrı bir söyleyişidir. Mücahid dedi ki: Onlar bir adama bilezik taktılar mı iki bilezik takarlar ve boynuna altın bir halka dolarlardı. Bu da onun efendi ve soylu birisi olduğuna alamet idi. Bu bakımdan Fir'avun: Mûsa'nın Rabbi -eğer Mûsa doğru söyleyen birisi- onun üzerine ne diye altından bilezikler bırakmıyor? demişti. "Veya onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi?" Katade'nin açıklamasına göre onun ardı sıra gitmeleri, Mücahid'e göre de onunla birlikte yürümeleri, İbn Abbâs'ın açıklamasına göre kendisine karşı çıkanlara karşı ona yardımcı olmaları gerekmez miydi? demektir. Yani Rabbinin nezdinde bulunduklarını iddia ettiği melekleri böylelikle etrafındakiler çoğalsın, vereceği emirleri yerine getirmek üzere onları görevlendirsin. Bu suretle bu,kalbleredaha bir heybet versin diye melekleri ona katmalı değil miydi? O bu sözleri ile Allah'ın peygamberi olan kimselerin de dünyadaki hükümdarların elçileri gibi olmaları gerektiği izlenimini vermeye çalışmıştır. Halbuki o Allah'ın elçilerinin semavi ordularla desteklenmiş olduklarını bilmiyordu. Aklı eren herkes bilir ki, yüce Allah'ın, tek ve yalnız başına olmasına rağmen Mûsa'yı uyanlarının çokluğuna rağmen Fir'avun'a karşı koruması, Mûsa'ya asa ve beyaz parıldayan el (yed-i beyza) ile yardımcı olması, onun bileziklerinin bulunmasından yahut -Mukâtil 'in açıklamasına göre- beraberinde meleklerin yardımcılar olarak gelmesinden -el-Kelbî'nin açıklamasına göre de- onun doğruluğuna delil olmasından daha ileri derecede bir belgedir. Onun bu dediklerinin ayrıca olmasına gerek yoktur, çünkü bu kadar i'caz yeterlidir. Diğer taraftan bunca âyetin açıkça görülmüş olmasına rağmen Mûsa (aleyhisselâm) yalanlandığı gibi, meleklerin beraberinde gelmesine rağmen yine yalanlanması da mümkündür. Fir'avun'un meleklerden sözetmesi Mûsa'nın söylediğini aktarmak yollu idi. Çünkü meleklerin yaratıcısını kabul etmeyen ve tanımayan bir kimse meleklere îman etmez. 54Kavmini böylece hafife aldı. Onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar bir fasıklar topluluğu idi. "Kavmini böylece hafife aldı." İbnu'l-A'rabî'nin dediğine göre kavminin cahil olduğunu kabul etti, demektir. "Onlar da ona itaat ettiler." Buna sebeb ise akıllarının kıtlığı, düşüncelerinin zayıflığı idi. "Sevinç onu hafifliğe itti" onu uygun olmayan davranışlara itti, demektir, "Onu cahilliğe itti" anlamındadır. Yüce Allah'ın: "İnanmayanlar asla seni aceleciliğe sürüklemesin" (er-Rum, 30/60) âyetinde de aynı kökten gelen lâfız kullanılmıştır. Söylediği sözler ile onları tahrik edince, onlar da Mûsa'yı yalanlamak üzere ona itaat ettiler, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre: Onun kavmini hafife alması akıllarının hafif ve yetersiz olduğunu görmesi demektir. Bu ise kendisine itaat etmeleri gerektiğine delalet etmez. Buna göre: Şu takdirde ihtimal itibariyle uzakça birtakım hazfedilmiş ifadelerin bulunduğunu kabul etmek gerekir: Onların kıt akıllı olduğunu görünce, o da azgınlık etmeye onları çağırdı, onlar da ona itaat ettiler. Bir diğer açıklamaya göre: O kavmini hafife aldı ve sonunda kendisine uyuncaya kadar onları etkisi altında tuttu. Bir kimseyi istiskal etme (radıyallahü anhhatsız olma, sıkılma)nın zıttı olarak: denilir, “Onu hakir ve küçük düşürdü" demektir. "Çünkü onlar bir fasıklar" Allah'a itaatin dışına çıkanlar "topluluğu idi." 55Nihayet onlar Bizi gazablandırınca kendilerinden intikam aldık. Hemen onları topluca suda boğduk. "Nihayet onlar Bizi gazablandırınca kendilerinden intikam aldık" âyeti ile ilgili olarak ed-Dahhak, İbn Abbâs'tan: Onlar bizi öfkelendirip kızdırınca demektir, diye açıkladığı rivâyet etmiştir. Ali b. Ebi Talha'nın ondan rivâyetine göre de, onlar Bizi öfkelendirince demektir diye rivâyet etmiştir. el-Maverdî dedi ki: Bunların anlamları farklıdır, ikisi arasındaki fark şudur: Öfke (sehat) hoşlanmayışın açığa vurulması demektir. Kızgınlık (gazab) ise intikam almak istemek demektir. el-Kuşeyrî dedi ki: Buradaki "esef", gazab anlamındadır. Allah'ın gazabı ise ya cezalandırmayı murad etmesidir, o takdirde bu Allah'ın zatî sıfatlarından olur yahutta azâbın kendisi demektir. Bu durumda da bu, Allah'ın fiilî sıfatlarından olur. el-Maverdî'nin sözünün anlamı da budur. Ömer b. Zerr dedi ki: Ey Allah'a isyan eden kimseler, Allah'ın uzun süre sizi cezalandırmayışına aldanmayın. Onun esefinden (gazabından) sakının. Çünkü O: "Nihayet onlar Bizi gazablandırınca, kendilerinden intikam aldık" diye buyurmuştur. "Onlar Bizi gazablandırınca" âyetinin, rasûllerimizi ve sihirbazlar ile İsrailoğulları gibi mü’min dostlarımızı gazablandırınca, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da yüce Allah'ın: "Allah'a eziyet ederler" (el-Ahzab, 33/57) âyeti ile: "Allah ile savaşırlar..." (el-Mâide, 5/33) buyruklarına benzemektedir ki, maksat Allah'ın gerçek dostları ve rasûlleridir. 56Böylece onları sonra gelenler için bir geçmiş ve bir örnek kıldık. "Böylece onları" Fir'avun kavmini "sonra gelenler için bir... örnek kıldık." Bir geçmiş kıldık. Ebû Miclez dedi ki: Onların ameli gibi amelde bulunanlar için "bir geçmiş ve" halen amelleri gibi amelde bulunanlar için de "bir örnek kıldık." Mücahid dedi ki: "Bir geçmiş" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine haber vererek "ve bir örnek" onlar için bir ibret "kıldık" demektir. Yine ondan nakledildiğine göre kavminin kâfirleri için onlardan önce cehenneme gidecek "bir geçmiş" kıldık. Katade de: Cehenneme önce giden "bir geçmiş ve" onlardan sonra gelenler için bir öğüt olmak üzere "bir örnek kıldık" diye açıklamıştır. "Geçmiş (selef)" önden gitmiş demektir. " Geçti, geçer" denilir, " İstedi" fiili gibi kullanılır, önceden geçti ve geçip gitti demektir. "Önceden salih bir ameli vardı" olur. " Önceden geçmiş olanlar" demektir. "Adamın eski ataları" anlamındadır. Bunun da çoğulu...diye gelir. Genel olarak "sin" harfi ve "lam" harfi üstün olmak üzere çoğulu olarak okunmuştur. " Hizmetçi" çoğulunun: diye gelmesi ile: “Gözetleyici"nin çoğulunun: şeklinde; "Bekçi"nin çoğulunun diye gelmesi gibi. Hamza ve el-Kisaî ise "sin" ve "lam" harflerini ötreli olarak diye okumuştur. el-Ferrâ'' dedi ki: Bu çoğuludur, tıpkı: " Taht" kelimesinin çoğulunun diye gelmesine benzer. Ebû Hatim dedi ki: Bu: çoğuludur. "Kereste" lâfzının çoğulunun: şeklinde, "Meyve" kelimesinin çoğulunun da: diye gelmesi gibi. Her ikisinin de anlamı birdir. Ali, İbn Mes’ûd, Alkame, Ebû Vail, en-Nehaî ve Humeyd b. Kays ise "sin" harfini ötreli, "lam" harfini fethalı olmak üzere; şeklinde, (........)'in çoğulu olarak okumuşlardır ki bu da önceden geçen fırka demektir. el-Müerric ile en-Nadr b. Şumeyl şöyle demişlerdir:) kelimesi çoğuludur. " Oda'nın çoğulunun: şeklinde; " Hayret verici yeni şey" çoğulunun diye; " Karanlık" lâfzının çoğulunun da diye gelmesi gibi. 57Meryem oğlu bir misal olarak verilince, hemen senin kavmin bundan dolayı bağrışıp çağrışmaya koyuldu. Yüce Allah: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor: Rahmân'dan başka ibadet edilecek ilahlar kılmış mıyız?" (Zuhruf, 43/45) âyetini indirince müşrikler Îsa (aleyhisselâm)'ın durumunu ileri sürerek: Muhammed tıpkı hristiyanların Meryem oğlu Îsa'yı ilâh edindikleri gibi, bizim de kendisini ilâh edinmekten başka bir şey istemiyor, dediler. Bunu Katade söylemiştir. Buna yakın bir rivâyet Mücahid'den gelmiştir. O dedi ki: Kureyş: Muhammed, Îsa'nın kavmi Îsa'ya tapındıkları gibi, bizim de kendisine tapınmamızı istiyor, dediler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. İbn Abbâs dedi ki: Bu âyetle yüce Allah, Abdullah b. ez-Ziba'ra'nın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Îsa hakkındaki tartışmasını kastetmektedir. Bu örneği veren kişi Sehmoğullarından Abdullah b. ez-Ziba'ra'dır ve bunu kâfir iken söylemişti. Kureyş kendisine: Şüphesiz Muhammed: "Gerçekten siz de, Allah'tan başka taptıklarınız da cehennemin odunusunuz" (el-Enbiya, 21/98) âyetini okuyor, dediler. Abdullah b. ez-Ziba'ra da: Eğer yanında hazır olsam ona cevab verirdim elbet, dedi. Bu sefer: Ona ne diyecektin diye sordular, o da şöyle dedi: Ona derdim ki: İşte Mesih'e hristiyanlar ibadet ediyor. Uzeyr'e de yahudiler ibadet ediyor. Bu ikisi de cehennemin odunundan mıdırlar? Kureyşliler onun söylediği bu sözü beğendi ve böylelikle bu sözle onun davayı kazandığı görüşüne kapıldı. İşte yüce Allah'ın: "Bağrışıp çağrışmaya koyuldu" âyetinin anlamı budur. Yüce Allah da bunun üzerine: "Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır" (el-Enbiya, 21/101) âyetini indirdi. Eğer İbnu'z-Ziba'ra âyet üzerinde düşünmüş olsaydı, ona itiraz etmezdi. Çünkü yüce Allah: "Ve taptıklarınız (nesneler)" diye buyurmakta, buna karşılık "taptığınız kimseler" diye buyurmamaktadır. Yüce Allah bu âyeti ile putları ve bunlara benzer aklı ermeyen cansız varlıkları kastetmiş, Mesih'i, melekleri -her ne kadar onlara ibadet edilmiş olsa dahi- kastetmiş değildir. Süyûtî, ed-Durru'l-Mensur, V, 679-680. Bu husus el-Enbiya Sûresi'nin son taraflarında (21/98. âyetin tefsirinde ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs'ın rivâyetine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kureyş'e şöyle demiş: "Ey Kureyş topluluğu! Allah'tan başka kendisine ibadet olunan hiçbir kimsede hayır yoktur." Bu sefer Kureyşliler: Sen Îsa'nın kul bir peygamber ve salih bir kul olduğunu söylemiyor musun? Eğer senin dediğin gibi ise işte ona da Allah'tan başka bir varlık olarak ibadet olunmuştur. Bunun üzerine yüce Allah: "Meryem oğlu bir misal olarak verilince, hemen senin kavmin bundan dolayı bağrışıp çağrışmaya koyuldu" âyetini indirdi. Müsned, I, 317. Yani ağır yükler taşıdığı sırada develerin gürültü çıkardıkları gibi, gürültü çıkartırlar. Nafî', İbn Amir ve el-Kisaî ise "sad" harfini ötreli olarak: "Yüz çevirirler" anlamında okumuşlardır. Bu açıklamayı en-Nehaî yapmıştır, diğerleri ise kesreli okumuşlardır. el-Kisaî dedi ki: Bunlar iki ayrı söyleyiştir. Çardak yapıp yükseltirler"; (Sözü) yayarlar" gibi. Bu da gürültü ve patırtı çıkartıyorlar, demektir. el-Cevherî dedi ki: "Gürültü çıkardı, çıkarır" demektir. Bunun ötreli olarak "yüz çevirmek" demek olan "sudud"dan geldiği, kesreli olarak ise: "Gürültü çıkarmak"tan geldiği söylenmiştir. Bunu söyleyen Kutrub'tur. Ebû Ubeyde dedi ki: Eğer bu haktan yüz çevirmekten gelen bir kelime olsaydı, o takdirde ifade şeklinde olmalıydı. el-Ferrâ'' ise: Burada ister ister denilsin, fark etmez. İbnu'l-Müseyyeb dedi ki: " Gürültü çıkarırlar, bağrışırlar, çağrışırlar" demektir. ed-Dahhak da gürültü ve patırtı çıkartırlar, diye açıklamıştır. İbn Abbâs'a göre gülerler demektir. Ebû Ubeyde dedi ki: Bunu ötreli okumak, yan çizerler, yüz çevirirler, anlamına gelir. O takdirde anlam: Saptıklarından ötürü yan çizip giderler. Ancak: ile teaddi etmez (geçiş yapmaz). Bunu esreli okuyanların kıraati de anlamı bağrışıp, çağırırlar, gürültü yaparlar demektir. Buna göre: Bağrışıp, çağrışırlar" fiili ile alakalıdır. Bundan dolayı "gürültü ederler, bağırırlar, çağırırlar" demektir. 58Ve: "Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu?" dediler. Bunu sana ancak tartışmak üzere örnek gösterdiler. Hatta onlar düşmanlığı yol edinmiş bir topluluktur. "Ve: Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu?" Yani bizim ilahlarımız mı hayırlıdır, yoksa Îsa mı? Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Ayrıca şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartışıp ona: Eğer Allah'tan başka kendisine ibadet edilenler cehennemde olacaksa biz, bizim ilahlarımızın Îsa, melekler ve Uzeyr ile birlikte olmalarına razıyız, demişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır" (el-Enbiya, 21/101) âyetini indirdi. Katade de şöyle demiştir: "Yoksa o mu" sözleriyle Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastediyorlar. İbn Mes’ûd'un kıraatinde de "Bizim ilahlarımız mı hayırlıdır, yoksa bu mu?" şeklindedir. Bu da Katade'nin açıklamasını pekiştirmektedir. Bu kendi ilahlarının hayırlı olduğunu söyletmek maksadı ile sorulmuş bir soru (istifham-ı takriri)dir. Kûfeliler ile Yakub, "bizim tanrılarımız mı" anlamındaki âyeti şeklinde her iki hemzeyi tahkik ile okumuşlardır. Diğerleri ise hemzeyi yumuşatarak okumuşlardır ki, daha önceden buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Bunu sana ancak tartışmak üzere örnek gösterdiler" âyetindeki: " Tartışmak üzere" lâfzı haldir, yani tartışanlar olarak demektir. Bu da şu anlama gelir: Onlar bu örneği ancak tartışmak maksadını güttükleri için sana verdiler, çünkü onlar cehennemin yakıtı olacağı belirtilenler ile kastedilenlerin ilâh diye edindikleri cansız varlıklar olduğunu biliyorlardı. "Hatta onlar düşmanlığı yol edinmiş" batılı ileri sürerek tartışan "bir topluluktur." Tirmizî'nin, Sahih 'indeki rivâyete göre Ebû Umame şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Herhangi bir toplum üzerinde bulundukları bir hidayetten sapmışsa, mutlaka onlara (batıl adına) tartışma özelliği verilmiştir." Daha sonra da Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bunu sana ancak tartışmak üzere örnek gösterdiler. Hatta onlar düşmanlığı yol edinmiş bir topluluktur" âyetini okudu. Tirmizi, V, 378; İbn Mace, I, 19; Müsned, V, 252. 59O ancak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur ve Biz onu İsrailoğullarına bir misal kıldık. "O ancak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur." Yani Îsa yüce Allah'ın kendisine peygamberlik nimetini ihsan ettiği bir kuldan başkası değildir. Yüce Allah onu İsrailoğullarına bir misal kılmıştır. Yani onu yüce Allah'ın kudretine delil gösterilen bir belge ve ibretli bir örnek kılmışızdır. Çünkü Îsa babasız dünyaya gelmiştir. Diğer taraftan yüce Allah ona ölüleri diriltmek, anadan doğma körü, abraşı ve diğer bütün hastalıkları iyi etmek gibi -kendi döneminde başkasına verilmemiş- mucizeler verilmişti. Bununla birlikte İsrailoğulları o gün Allah'ın en çok sevdiği kimseler ve en hayırlıları idiler. Diğer insanlar daha aşağı mertebede idiler. Allah nezdinde hiç kimse onların seviyesinde değildi. Bir diğer açıklamaya göre burada kendisine nimet ihsan olunan kuldan kasıt, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir. 60Eğer dilese idik, sizin yerinize yeryüzünde halifelik yapacak melekler getirirdik. "Eğer dilese idik, sizin yerinize yeryüzünde halifelik yapacak" İbn Abbâs'ın açıklamasına göre biri diğerinin yerine geçecek "melekler getirirdik." es-Süddî'nin açıklamasına göre; sizin yerinize halef olarak geçecek melekler yaratırdık. Buna benzer bir açıklama da Mücahid'den nakledilmiştir: Sizin yerinize yeryüzünü imar edecek melekler yaratırdık. el-Ezherî şöyle demektedir: -Sizin yerinize anlamı verilen bu âyetin delaleti ile bedel anlamı vermek için kullanılabilir. Derim ki: Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/38. âyet, 2. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Söyle de açıklanmıştır: Eğer Biz dileseydik -her ne kadar bu şekilde bir adet (ilahi sünnet) cereyan etmedi ise de- insanlardan melekler yaratırdık. (Çünkü) cevherler (özler) aynı cinstir, fakat farklılıklar vasıflar dolayısıyla ortaya çıkar. Âyetin anlamı şudur: Eğer Biz dilemiş olsaydık, yeryüzüne melekleri yerleştirirdik. Onları semaya yerleştirmemiz ibadet edilmelerini gerektirecek yahut onların Allah'ın kızları olduğunu söylemeyi haklı kılacak bir üstünlük sahibi olmalarını gerektirmez. 61Şüphesiz ki o, Saatin ilmidir. Onda hiç şüpheye düşmeyin, Bana uyun. Dosdoğru yol işte budur. "Şüphesiz ki o, Saatin ilmidir. Onda hiç şüpheye düşmeyin" âyeti ile ilgili olarak el-Hasen, Katade ve Said b. Cübeyr: Kur'ân-ı Kerîm'i kastetmektedir, demişlerdir. Çünkü o kıyâmetin gelişinin yakınlığını göstermekte veya onun vasıtası ile kıyâmetin dehşetli durum ve halleri bilinebilmektedir. İbn Abbâs, Mücahid, ed-Dahhak, es-Süddî ve yine Katade şöyle demektedirler: Bundan maksat, Îsa (aleyhisselâm)'ın çıkışıdır. İşte bu da kıyâmetin alametlerindendir. Çünkü Deccal'in çıkışı kıyâmetin alametlerinden olduğu gibi, kıyâmetin kopmasından az bir süre önce yüce Allah Îsa'yı semadan indirecektir. İbn Abbâs, Ebû Hüreyre, Katade, Malik b. Dinar ve ed-Dahhak "ilmidir" anlamındaki kelimeyi "ayn" ve "lam" harflerini üstün olarak, diye okumuşlardır ki, "emaresi (alameti)dir" anlamındadır. İkrime'den ise iki "lam" ile: " Bilinmesi içindir" diye okuduğu rivâyet edilmişse de bu mushaflara muhaliftir. Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın İsra'ya götürüldüğü gece İbrahim, Mûsa ve Îsa (hepsine selam olsun) ile karşılaştı. Kıyâmetin kopuşunu sözkonusu ettiler. Önce İbrahim'den başlayarak ona kıyâmete dair soru sordular. Onda bu hususa dair bir bilgi yoktu. Sonra Mûsa'ya sordular, onda da buna dair bir bilgi yoktu. Nihayet söz sırası Meryem oğlu Îsa'ya gelince, dedi ki: Meydana gelmesinden önce bana bir ahit verilmiş bulunuyor. Ne zaman gerçekleşeceğine gelince, onu aziz ve celil olan Allah'tan başkası bilmez deyip Deccal'in çıkışını sözkonusu etti ve: İnip onu öldüreceğim dedi. Sonra da (İbn Mes’ûd) hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu hadisi İbn Mace, Sünen'inde rivâyet etmiş bulunmaktadır. İbn Mace, II, 1365; Hakim, Müstedrek, II, 416, IV, 534; İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, VII, 498. Müslim'in, Sahih'inde de şöyle denilmektedir: "O -yani Mesih ed-Deccal-bu halde iken Allah Meryem oğlu Mesih'i gönderecek, o da Dımaşk'ın doğu taraflarında Beyaz minarenin yakınında, ellerini iki meleğin kanatlarını üzerine koymuş olduğu halde, iki elbiseye bürünmüş olarak inecek. Başını aşağı doğru eğdi mi damlayacak, yukarı doğru kaldırdı mı ondan inci tanelerini andıran inci suretinde yapılmış gümüş taneleri yuvarlanacak. (Yağmur yağmasından kinayedir.) Onun nefesinin kokusunu alan bir kâfir mutlaka ölecek. Nefesi de gözü ile gördüğü en ileri noktaya kadar ulaşacak. Nihayet (Îsa) onu (Deccal'i) takibe koyulacak ve ona Lud kapısında yetişip öldürecek..." Müslim, IV, 2253; Tirmizi, IV, 510; Ebû Davud, IV, 117; İbn Mace, II, 1367; Müsned, IV, 1813. es-Sa'lebî, ez-Zemahşerî ve başkalarının Ebû Hüreyre yoluyla zikrettikleri rivâyetlere göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Meryem oğlu Îsa semadan Vefık diye adlandırılan Arz-ı mukaddesteki bir tepe üzerine sarımtrak iki elbiseye bürünmüş olarak inecek. Saçları yağlanmış olacak, elinde de kendisi ile Deccal'i öldüreceği bir harbe bulunacak. İnsanlar ikindi namazında İmâmla namaz kıldıkları bir sırada Beytu'l-Makdis'e gelecek, İmâm geri çekilmek isteyecek, fakat Îsa (aleyhisselâm) onu öne geçirecek ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şeriati üzere arkasında namaz kılacak. Sonra da domuzları öldürecek, haçı kıracak, havra ve kiliseleri yıkacak, ona îman edenler müstesna, hristiyanları öldürecek." Müsned, IV, 216; Hakim, Müstedrek, IV, 524; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, VII, 340, 342. Halid'in rivâyetine göre de el-Hasen şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Peygamberler baba bir kardeşler (gibi)dir. Onların anneleri ayrı olmakla birlikte, dinler birdir. İnsanlar arasında Meryem oğlu Îsa'ya en yakın benim. Çünkü benim ile onun arasında bir peygamber yoktur. O semadan ilk inecek kişi olup haçı kıracak, domuzu öldürecek ve İslama girmeleri için insanlarla savaşacaktır. " İbn Hibban, Sahih, XV, 225; Müsned, II, 406, 437, 463 (nisbeten mustahsar olarak.) Merhum Kurtubi "el-Hasen'den" diyerek ravi sahabiyi zikretmeyerek hadisi mürsel olarak kaydetmekle birlikte; gösterdiğimiz yerlerde hadis senedi itibariyle muttasıldır. el-Maverdî dedi ki: İbn Îsa'nın bir topluluktan naklettiğine göre onlar şöyle demişler: Îsa indi mi Allah'tan aldığı emirlere göre insanlara emir verip, yasaklar koyan o dönemin bir rasûlü olmasın diye mükellefiyet kaldırılmış olacaktır. Ancak bu, şu üç husus sebebiyle reddedilecek bir görüştür. Birincisi Hadîs-i şerîftir, çünkü dünyanın kalması dünyada mükellefiyetin kalmasını gerektirir. Diğer taraftan o marufu emreden, münkerden alıkoyan birisi olarak inecektir. Yüce Allah'ın ona vereceği emirlerin İslâmı desteklemek, İslâmın gereklerini emretmek ve insanları İslama davet etmek ile münhasır olacağı da reddolunacak bir şekil değildir. Derim ki: Müslim'in, Sahih'inde ve İbn Mace'de sabit olduğuna göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yemin olsun Meryem oğlu Îsa adaletli bir hakem olarak inecektir. Haçı kıracaktır, domuzu öldürecektir, cizyeyi kabul etmeyecektir. Yemin olsun genç develer başıboş bırakılacak, onlara çobanlık eden olmayacaktır. Düşmanlık, nefret ve kıskançlık yok olup, gidecektir. Malın alınması için çağrıda bulunacak, fakat kimse onu kabul etmeyecek. " Müslim, I, 135, 136; Müsned, II, 493 Yine Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İmâmınız kendinizden iken -bir rivâyette: sizden olan ile size İmâm olmuşken- Meryem oğlu (Îsa) aranızda ineceği vakit haliniz ne olacak?" İbn Ebi Zi'b dedi ki: "İmâmınız sizden olan ile size İmâm olmuşken ne demek biliyor musun? (el-Velid b. Müslim): Bana haber verirsen öğrenirim, dedim. Dedi ki: Rabbinizin Kitabı ile peygamberiniz (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünneti ile size İmâmlık ederse" demektir. Müslim, I, 137; İbn Ebi Zi'b'in soru ve cevabı olmaksızın: Buhârî, III, 1272; Müsned, II, 336. İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- dediler ki: İşte bu Îsa (aleyhisselâm)'ın peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dininin unutulmuş olan birtakım hükümlerini uygulamaya koymak üzere bir yenileyici (müceddid) olarak ineceği hususunda açık bir nasstır. Yoksa yeni bir şeriat ile de inmeyecektir, mükellefiyet de -gerek burada, gerekse de "et-Tezkire" adlı eserimizde açıkladığımız üzere- olduğu gibi devam edecektir. Bir açıklamaya göre "şüphesiz ki o Saatin ilmidir." Yani muhakkak ki Îsa'nın ölüleri diriltmesi kıyâmetin kopacağına ve ölülerin diriltileceğine delildir. Bu açıklamayı İbn İshak yapmıştır. Derim ki: "Şüphesiz ki o" âyetinin şüphesiz ki Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) saatin ilmidir anlamında olma ihtimali de vardır. Buna Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ben ve kıyâmet şu ikisi gibi gönderildik" deyip şehadet parmağı ile orta parmağını yanyana getirmesi delil teşkil etmektedir. Bunu Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, IV, 1881, V, 2385; Müslim, II, 592, IV, 2268, 2269; Tirmizi, IV, 496; Nesâî, IV, 496; İbn Mace, I, 17, II, 1341; Müsned, III, 123, 130, 131, 237, 273, 274, 273, 283, 319, V, 103, 108. el-Hasen dedi ki: Kıyâmet alametlerinin ilki Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. "Onda hiç şüpheye düşmeyin." Yani kıyâmet hakkında hiç şüphe ve tereddütünüz olmasın. Bu açıklamayı Yahya b. Sellam yapmıştır. es-Süddî de: Onu yalanlamayın, onun geleceği hususunda tartışmayın. Çünkü o(nun gelişi) kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir, demiştir. "Bana uyun." Tevhidde ve Allah'tan size getirdiğim tebliğlerde. "Dosdoğru yol işte budur." Yani yüce Allah'a ya da cennete giden dosdoğru yol budur. "Bana uyun" âyetinde Yakub her iki halde (vasıl ve vakf hallerinde) de "ye"yi sabit olarak okumuştur. Aynı şekilde: " Ve bana itaat edin" (ez-Zuhruf, 43/63) âyetini da böyle okumuştur. Ebû Amr ve Nafî'den rivâyetle İsmail ise vasıl halinde "ye"yi isbat ederken, vakıf halinde isbat etmemişlerdir. Diğerleri ise her iki halde de "ye"yi hazfederler. 62Şeytan sizi asla alıkoymasın. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır. "Şeytan sizi asla alıkoymasın." Onun vesveselerine ve batıl uğrunda mücadele eden kâfirlerin ortaya attıkları şüphelere aldanmayın. Şüphesiz peygamberlerin şeriatleri tevhid hususunda da kıyâmet bilgisine dair ve ayrıca (bu bilginin) ihtiva ettiği cennet ya da cehennem hakkında vermiş oldukları haberlerde hiçbir farklılık göstermez. "Çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır" âyeti daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/168. âyet, 4. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. 63Îsa onlara apaçık delillerle geldiğinde dedi ki: "Muhakkak ben size hikmeti getirdim ve hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bazı şeyleri size açıklayayım diye geldim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin." "Îsa onlara apaçık delillerle geldiğinde" âyeti hakkında İbn Abbâs şöyle demektedir: Bununla yüce Allah ölüleri diriltmesini, hastalıkları iyileştirmesini, kuş suretinde bir varlık (Allah'ın izniyle) yaratmasını, maideyi (sofrayı) ve diğer hususları, ayrıca gaybe dair pek çok şeyi haber vermesini kastetmektedir. Katade dedi ki: Burada apaçık delillerden kasıt, İncil'dir. "Dedi ki: Muhakkak ben size hikmeti" es-Süddî'ye göre nübüvveti "getirdim." İbn Abbâs ise. güzelliklere götüren, çirkinliklerden alıkoyan bilgiyi getirdim demektir, demiştir. İncil'i kastettiği de söylenmiştir. Bunu el-Kuşeyrî ve el-Maverdî zikretmişlerdir. "Ve hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bazı şeyleri size açıklayayım diye geldim." Mücahid dedi ki: Tevrat'ı değiştirmek gibi. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Anlam şudur: Ben size Tevrat'ı değiştirmek gibi hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bazı hususları İncil'de açıklayayım diye geldim. Bir diğer açıklamaya göre: O kendilerine sordukları kadarıyla Tevrat hükümlerinden hakkında anlaşmazlığa düştükleri bazı hususları onlara açıklamıştır. Bununla birlikte haklarında kendisine soru sormadıkları bunların dışında birtakım şeyler hakkında anlaşmazlığa düşmüş olmaları da mümkündür. Bir başka açıklamaya göre İsrailoğulları Mûsa (aleyhisselâm)'ın vefatından sonra dinleriyle ilgili birtakım hususlarda ve dünyalarını ilgilendiren birtakım meselelerde anlaşmazlığa düştüler, o da onları dinleri ile ilgili anlaşmazlığa düştükleri hususları açıkladı. Ebû Ubeyde'nin benimsediği görüşe göre "bazı" burada "bütün" anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Size vaddettiğinin bir kısmı gelir, sizi bulur" (el-Mu'min, 40/28) âyetinde de "bazı: bir kısmı" böyledir. el-Ahfeş de Lebid'in (buna delil olarak) şu beyitini zikretmektedir: "Beğenmedim mi yerleri hemen terkederim, Ya da bazı canlar ölümü ile buluşur." Bilindiği gibi ölüm bazı canlarla buluşup, bazılarını terketmez. Ölüme de (beyitte geçen ve buluşur anlamı verilen fiil ile aynı kökten gelmek üzere)de denilir. el-Mufaddal el-Bekrî de şöyle demiştir: "Bir da Salebe b. Seyr (Seyyar)'ı soran bir kişi ki, Halbuki el-aluk (çok yapışan yakayı bırakmayan ölüm) Salebe'ye yapışmış bulunuyor." Mukâtil dedi ki: Bu, yüce Allah'ın: "Size haram olan bazı şeyleri size helal kılmak için geldim" (Al-i İmrân, 3/50) âyetini andırmaktadır. Bu da, Tevrat'ta haram kılınmış olup İncil'de helal kılınan şeyler demektir. Deve eti, her hayvanın iç yağı, cumartesi günü balık avlamak gibi. "Artık Allah'tan korkun." Şirkten sakının, yalnızca bir ve tek olarak Allah'a ibadet edin. Bunlar Îsa (aleyhisselâm)'ın söylediği sözler olduğuna göre o nasıl bir ilâh ya da bir ilahın oğlu olabilir? "Ve" sizi kendisine davet ettiğim tevhid ve diğer hususlarda "bana itaat edin." 64"Gerçek şu ki; Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde yalnız O'na ibadet edin. Dosdoğru yol işte budur." "Gerçek şu ki, Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde yalnız O'na ibadet edin. Dosdoğru yol işte budur." Yani Allah'a ibadet etmek dosdoğru yoldur. Onun dışındaki yollar ise eğri yollardır, izleyeni hakka ulaştırmazlar. 65Sonra fırkalar kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Pek acıklı bir günün azabından dolayı zulmedenlerin vay haline! "Sonra fırkalar kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler." Katade dedi ki: âyeti: "Kendi aralarında" demektir. Bunların kim oldukları hakkında da iki görüş vardır: Birincisine göre bunlar yahudi ve hristiyanların meydana getirdiği kitab ehlidir. Birbirlerine muhalefet etmişlerdir. Bu açıklamayı Mücahid ve es-Süddî yapmıştır. İkincisine göre ise bunlar Nasturi. Melkâni ve Yakubilerin meydana getirdiği hristiyan fırkalarıdır. Îsa hakkında ihtilaf etmişlerdir. Nasturiler o Allah'ın oğludur derken, Yakubiler o Allah'ın kendisidir, Melkâniler de birileri Allah olan üçün üçüncüsüdür, demişlerdir. Bu açıklamayı el-Kelbî ve Mukâtil yapmıştır, bu husus daha önce Meryem Sûresi'nde (19/34-40. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Pek acıklı" azâbı çok acıklı ve can yakıcı demektir. Tıpkı uyku ile geçirilen bir gece hakkında: "Uyuyan gece" tabirini kullanmaya benzer. "Azabından dolayı zulmedenlerin" Meryem Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) geçtiği gibi kâfir olup şirk koşanların "vay haline!" 66Onlar kendileri farkında olmayarak saatin ansızın kendilerine gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? "Onlar" yani fırkalar "kendileri farkında olmayarak" hissetmeksizin "saatin" kıyâmetin "ansızın kendilerine gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?" Yani bu fırkalar bundan başkasını beklemiyorlar. "Şuuruna varmak, farkında olmak" ifadelerine dair açıklamalar daha önce başka yerde (el-Bakara, 2/9. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Anlamın Arap müşrikleri kıyâmetin kopmasından başkasını beklemiyorlar, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamaya göre "fırkalar" ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın aleyhine fırkalara ayrılan ve onu yalanlayan müşrikler kastedilmiş olur. Bu da Allah'ın daha önce geçen: "Bunu sana ancak tartışmak üzere örnek gösterdiler" (ez-Zuhruf, 43/58) âyeti ile ilişkili olmaktadır. 67O günde dostlar birbirlerine düşmandır. Takva sahibleri müstesna. "O günde" kıyâmet günü kastedilmektedir. "Dostlar birbirine düşmandır." Biri diğerine düşmanlık eder, biri diğerine lanet okur. "Takva sahibleri müstesna." Onlar hem dünyada, hem ahirette dostturlar. Bu anlamdaki açıklamayı İbn Abbâs, Mücahid ve başkaları yapmıştır. en-Nekkaş'ın naklettiğine göre bu âyet-i kerîme Umeyye b. Halef el-Cumahî ile Ukbe b. Ebi Muayt hakkında inmiştir. Bunlar birbirlerine dost idi. Ukbe, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile oturup kalkardı. Kureyşliler: Ukbe b. Ebi Muayt dininden döndü, dedi. Umeyye ona: Eğer Muhammed ile karşılaşır da onun yüzüne tükürmeyecek olursan, seni görmek bana haram olsun, dedi. Ukbe denileni yaptı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onu öldürmeyi kararlaştırdı. Bedir günü de kafası uçurularak öldürüldü, Umeyye de savaş esnasında öldürüldü. İşte bu âyet-i kerîme onlar hakkında indi. es-Sa'lebî -Allah ondan razı olsun- bu âyet-i kerîme hakkında şunları zikretmektedir: İkisi mü’min, ikisi kâfir iki grup dost vardı. Mü’minlerden birisi öldü, o da Rabbim filan kişi bana Sana ve Rasûlüne itaati emrediyordu. Bana iyiliği emrediyor, kötülükten alıkoyuyordu. Benim senin huzuruna çıkacağımı söylüyordu. Rabbim benden sonra onu saptırma, beni hidayete eriştirdiğin gibi, onu da hidayete eriştir. Bana lütfettiğin gibi ona da lütfet, dedi. Nihayet mü’min diğer arkadaş da vefat edince, Allah her ikisini bir araya getirir. Yüce Allah şöyle buyurur: Herbiriniz diğer arkadaşını övsün. (Birileri) der ki: Rabbim, o bana Sana ve rasûlüne itaati emrediyordu. Bana hayrı emrediyor, kötülükten alıkoyuyordu. Senin huzuruna çıkacağımı bana söylüyordu. Yüce Allah şöyle buyurur: Ne güzel arkadaş ve ne güzel kardeş, ne güzel dost idi. Kâfirlerden birisi de ölünce, Rabbim der; Filan kişi bana, Sana itaati, Rasûlüne itaati yasaklıyor, bana kötülüğü emrediyor, hayırdan alıkoyuyordu. Senin huzuruna çıkmayacağımı söylüyordu. O bakımdan Rabbim Senden niyazım şu ki: Benden sonra onu hidayete eriştirme, beni saptırdığın gibi onu da saptır. Beni hakir düşürdüğün gibi, onu da hakir kıl. Kâfir arkadaşı öldü mü yüce Allah her ikisine de: Haydi sizden herbiriniz arkadaşını övsün, der. (Biri diğerine) der ki: Rabbim o bana Sana ve Rasûlüne isyan etmemi söylüyor, bana kötülüğü emrediyor, hayırdan alıkoyuyordu. Huzuruna çıkmayacağımı söylüyordu. O bakımdan Senden ona azâbı kat kat vermeni diliyorum. Yüce Allah şöyle buyurur: Sen ne kötü bir arkadaş, ne kötü bir dost, ne kötü bir kardeş imişsin. Bunun üzerine herbiri diğer arkadaşına lanet eder. Derim ki: Ayet-i kerîme bütün mü’min ve takva sahibi kimseler ile kâfir ve saptırıcı kimseler hakkında geneldir. 68"Ey kullarım! Bugün size bir korku yoktur. Siz üzülmezsiniz de." Aynı zamanda el-Mu'temir b. Süleyman'ın babasından da rivâyeti olarak-Mukâtil dedi ki: Bir münadi kıyâmet arasatında: "Ey kullarım! Bugün sizin için bir korku yoktur" diye seslenecektir. Arasatta bulunanlar başlarını kaldıracaklar. Münadi: "(Onlar) âyetlerimize îman edenler ve teslim olmuş kimselerdir" (ez-Zuhruf, 43/69) diyecek. Bu sefer müslümanların dışında kalan diğer din mensubları başlarını önlerine eğecektir. el-Muhasibî, er-Riaye adlı eserinde şunu zikretmektedir: Bu hadiste rivâyet edildiğine göre münadi kıyâmet gününde: "Ey kullarım! Bugün size bir korku yoktur, siz üzülmezsiniz de" diye seslenecek. Bütün insanlar başlarını kaldıracak ve: Biz Allah'ın kullarıyız, diyecekler. Sonra ikinci defa daha nida ederek: "(Siz) ki âyetlerimize îman edenler ve teslim olmuş kimseler idiniz" (Zuhruf, 43/69) diye seslenecek. Bu sefer kâfirler başlarını önlerine eğecek, muvahhidler başlarını dik tutacaklar. Üçüncü bir defa daha: "Onlar îman edip, takvalı davrananlardır" (Yûnus, 10/63) diye seslenecek. Bu sefer büyük günah işlemiş olanlar başlarını önlerine eğer, geriye takva ehli başlarını dik tutmuş olarak kalacaklar. Yüce Allah, onlara vaad ettiği şekilde korku ve kederlerini gidermiş olacaktır. Çünkü O, en büyük lütuf ve ihsan sahibidir. Dostlarını yardımsız terk etmez ve tehlikeli hallerde onları tehlikeyle başbaşa bırakmaz. "Ey kullarım" şeklinde (ye'siz olarak) da okunmuştur. 69"(Siz) ki âyetlerimize îman edenler ve teslim olmuş kimseler idiniz." ez-Zeccâc dedi ki: "...ler" lâfzı, "Ey kullarım!" hitabının sıfatı olarak nasb takdirindedir. Çünkü; "Ey kullarım!" izafet halinde bir münadadır. “Îman edenler"in hazfedilmiş bir mübtedanın haberi ya da haberi hazfedilmiş bir mübteda olduğu da söylenmiştir. Bunun da takdiri şöyle olur: Onlar îman edenlerdir, yahut îman eden kimselere: "Cennete girin" denilir. Ebû Bekr ile Zirr b. Hubeyş: "Ey kullarım" diye her iki halde (vakıf halinde ve geçiş halinde) "ye" harfini isbat ile ve üstün olarak okumuştur. Bundan dolayı da Nafî', İbn Amir, Ebû Amr ve Ruveys ise her iki halde sakin okumuşlardır. Diğerleri ise her iki halde hazfetmişlerdir. Çünkü bu (ye) sadece Şam ve Medinelilerin mushaflarında sabit (yazılmış)dır. 70"Siz ve eşleriniz sevinç ve neşe içerisinde cennete girin." "Siz ve" dünyada müslüman olan "eşleriniz... cennete girin." Yani onlara cennete girin; ya da; ey îman eden kullarım, cennete girin denilecektir. "Eşleriniz" mü’min dost ve arkadaşlarınız diye açıklandığı gibi, huru'l-ıyn'den zevceleriniz diye de açıklanmıştır. "Sevinç ve neşe içerisinde" İbn Abbâs'a göre ikrama mazhar olarak "giriniz" demektir. İkrama mazhar oluş da erişilen ve yerleşilen makama göredir. el-Hasen, sevinç ile diye açıklamıştır. Sevinç kalpte hissedilir. Katade de nimete mazhar olarak, diye açıklamıştır. Nimet bedende hissedilir. Mücahid ise sevindirici şeyler görerek, diye açıklamıştır, sevindirici şeyler (surur) ise gözle olur. İbn Ebi Necih: Hoşlanacaksınız diye açıklamıştır. Burada hoşlanmak, hoşa giden şeyleri elde etmek demektir. Yahya b. Ebi Kesir de bunu sema (kulağa hoş gelen şeyleri) duymak ile lezzet almaktır diye açıklamıştır. Bu lâfza dair açıklamalar daha önceden er-Rum Sûresi'nde (30/15. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 71Altından tabaklar ve testiler dolaştırılır onlara. Orada canlarının İstediği, gözlerin lezzet aldığı şeyler de vardır. Sizler orada ebedi kalıcılarsınız. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: "Altından tabaklar ve testiler dolaştırılır onlara." Yani cennette altın tabak ve testiler içerisinde etraflarında dolaştırılacak yiyecek ve içecekleri vardır. Yiyecek ve içecekleri sözkonusu etmemiştir. Çünkü içinde hiçbir şey bulunmaksızın kapların ve testilerin dolaştırılmasının bir anlamı yoktur. Tabakların altından olduğu belirtilerek testilerin de altından olduğunu tekrar belirtmeye ihtiyaç kalmamıştır. Yüce Allah'ın: "Allah'ı çokça anan erkeklerle, çokça anan kadınlar" (el-Ahzab, 3335) âyetinde (ayrıca "Allah'ı anan kadınlar" demeye gerek olmadığı) gibi. Buhârî ile Müslim'deki rivâyete göre Huzeyfe, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Siz ne ince, ne kalın ipek giymeyiniz. Altın ve gümüş kaplarda içmeyiniz, yine altın ve gümüş kaplarda yemek yemeyiniz. Çünkü bunlar dünyada onlara (kâfirlere), ahirette de sizedir." Buhârî, V, 2069; Müslim, III, 163H; Müsned, V. 397. el-Hac Sûresi'nde (22 23 âyetin tefsirinde) geçtiği üzere dünya hayatında bu kaplarla yemek yiyip içen yahutta ipek giyip de tevbe etmeyen bir kimse, ahirette bunlardan ebedi olarak mahrum kalacaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Müfessirler dedi ki: Cennetliklerin cennetteki konumu en alt mertebede olan bir kimsenin etrafında yetmişbin genç delikanlı, altından yetmişbin tabakla dolaşacaktır. Sabah vakti bu tabaklar ona getirilir. Bunların herbirisinde bulunan çeşit öbüründe yoktur. İlkinden nasıl yerse, sonuncusundan da öylece yer. İlkinde aldığı tadı sonuncusunda da alır. Biri ötekine benzemez. Akşam vakti de ona aynı şekilde yemekler getirilir. Cennetliklerin en yüksek mertebede olanların etrafında da her gün yetmişbin genç delikanlı dolaşır. Herbirisiyle birlikte de bir altın tabak bulunur. Bunların birindeki yemek diğerinde yoktur. İlkinden nasıl yerse, sonundan da öylece yer. İlkinden nasıl tat aldıysa, sonundan da öylece tat alır ve biri diğerine benzemez. "Ve testiler dolaştırılır." Yani onlara testiler de dolaştırılır. Yüce Allah'ın: "Etraflarında gümüşten ve billur kaplar ile sürahiler dolaştırılır" (el-İnsan, 76/15) diye buyurmaktadır. İbnu'l-Mubarek dedi ki: Bize Ma'mer bir adamdan haber verdi. O Ebû Kılabe'den naklen dedi ki: Cennetliklere yiyecek ve içecek getirilir. Nihayet sonunda onlara tertemiz içecek (eş-şarabu't-tahur) getirilir. Bundan dolayı karınları iner ve derilerinden misk kokusundan daha hoş kokulu ter olarak boşalır. Sonra da yüce Allah'ın: "Ve Rabbleri onlara son derece temiz bir şarap içirmiştir" (el-İnsan, 76/21) âyetini okudu. Müslim'in, Sahih'inde belirtildiğine göre; Cabir b. Abdullah şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz cennetlikler orada yemek yerler ve içerler. Fakat ne tükürürler, ne küçük abdest bozarlar, ne büyük abdest bozarlar, ne de sümkürürler. (Hazır bulunanlar): Peki yemekleri ne olacak, diye sordular, şöyle buyurdu: Geğirecekler ve miski andırır şekilde (derilerinden) sızacaktır. Onlara teşbih, tahmid ve tekbir getirmeleri -bir rivâyette: Nefes almaları ilham edildiği gibi- ilham olunacaktır." Müslim, IV, 2180 2- Altın, Gümüş ve İpek Kullanımı: Hadis İmâmları Ummu Seleme tarafından rivâyet ettikleri bir hadise göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Altın ve gümüş kaplarda içen bir kimse, şüphesiz karnına cehennem ateşini doldurur." Buhârî, V, 2133; Müslim, III, 1634, 1635; Dârimi, II, 163; Muvatta’, II, 924; Müsned, VI, 302, 304, 306. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Altın ve gümüş kablarda içmeyiniz ve o kablardan yemeyiniz. " Buhârî, V, 2069; Müslim, III, 1638; Müsned, V, 397. Bu ifadeler bunların haram olmalarını gerektirir. Bu hususta da görüş ayrılığı yoktur. Başka maksatlarla kullanılmaları hususunda ise görüş ayrılıkları vardır. İbnu’l-Arabî dedi ki: Doğrusu erkeklerin hiçbir şekilde bunları kullanamayacaklarıdır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) altın ve ipek hakkında şöyle buyurmuştur: "Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haram, dişilerine helaldir." Ebû Abdullah el-Makclisi, el-Ehadisu'l-Muhtare, II, 234 -senedinde bir sakınca yoktur kaydıyla-; ayrıca bk. Bezzar, Müsned I, 463, III, 102. Ayrıca bunlarla yemek yiyip içmenin yasaklanışı, başka maksatlarla kullanmanın haram olduğunu da göstermektedir. Çünkü bu da bir çeşit meta (faydalanma)dır, o bakımdan câiz olmaz. Bunun da asıl dayanağı yemek ve içme(nin haram kılınması)dır. Diğer taraftan bu haramın illeti, ahiretteki nimetin dünyada acilen kullanılmak istenmesidir. Yemek, içmek ve diğer faydalanmak çeşitleri arasında bu bakımdan bir fark yoktur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bunlar dünya hayatında onların, ahirette de bizimdir." diye buyurmuş ve dünya hayatında bunlarda bizim bir payımızın olmadığını belirtmiştir. 3- Altın ve Gümüş Kaplama Kapkacakları Kullanmanın Hükmü: Şayet kullanılan kaplar altın ve gümüşle kaplanmış yahut onlarda altın ve gümüşten bir halka bulunuyor ise Malik: Böyle bir kapta içmek hoşuma gitmez, demiştir. Aynı şekilde gümüşten halkası bulunan ayna da böyledir. (Bir kimsenin) böyle bir aynaya bakarak yüzünü görmesi hoşuma gitmez. Enes'in yanında gümüş kaplanmış bir kap vardı. O şöyle dedi: Ben bununla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a su verdim. İbn Sirîn dedi ki: Bu kapta demir bir halka vardı. Enes ona gümüş bir halka koymak istedi. Ebû Talha dedi ki: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yaptığından hiçbir şeyi değiştirmem. Bunun üzerine onu bıraktı. 4- Kullanılması Câiz Olmayan Kapların Edinilmesi de Câiz Olmaz: Bu gibi şeyleri kullanmak câiz olmadığına göre bunları edinip evde tutmak da câiz değildir. Çünkü kullanımı câiz olmayan şeyin edinilmesi de câiz olmaz. Put ve tanbur gibi. İlim adamlarımızın kitaplarında belirtildiğine göre; bunları kıran kimselerin kıymetlerini ödemeleri istenir. Ancak bu tutarsız bir iddiadır, zira bu gibi şeylerin kırılması vacibtir. Bunların bir kıymetleri ve değerleri yoktur. Zekat için de bunların herhangi bir şekilde değerlendirmeleri câiz olmaz. Bunun dışında bir görüşe de itibar yoktur. "Tabaklar" âyeti ile ilgili olarak el-Cevherî şu açıklamayı yapmaktadır: "Tabak" kelimesi -söyleyiş (vezin) ve anlam itibariyle-: gibidir. Çoğulu: ...diye gelir. el-Kisaî dedi ki: "Kapların en büyüğü diye bilinir. Sonra: gelir, bu da on kişiyi doyurur. Bundan sonra: "Tabak" gelir, bu da beş kişiyi doyurur. Bundan sonra: gelir, iki ve üç kişiyi doyurur. Sonra; gelir, bir kişiyi doyurur. kitab demektir, çoğulu ile ...diye gelir. "Ve testiler" ile ilgili olarak el-Cevherî şöyle demektedir: -Tekili olan-"Kulpu olmayan testi" demektir, çoğulu ...diye gelir. el-A'şa içkiden sözederken şöyle demektedir: "O sarifî (sarifî şarapı yahutta sıcak taze süt anlamında)dır, tadı hoştur; Testilerle küpler arasında köpüğü vardır." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Yaslanmış halde kapıları ıslık çalar (açılıp, kapanır, gıcırdar) Köle onun yanına testi ile koşar." Katade dedi ki: "Testi" yuvarlak, boynu ve kulpu kısa olan kaptır. İbrik ise uzunlamasına bir boynu olan, kulpu da uzun olan kaptır. el-Ahfeş dedi ki: " Testiler" emzikleri olmayan ibriklere denilir. Kutrub da: Kulpları olmayan ibriklere denir, demiştir. Mücahid dedi ki: Bunlar ağızları yuvarlak olan kaplardır. es-Süddî: Kulpları olmayan kaplara denilir, demiştir. İbn Aziz dedi ki: Bunlar kulpları ve emzikleri olmayan ibriklerdir. Tekili de: ...diye gelir. Derim ki: Bu Mücahid ve es-Süddî"nin açıklamasıyla aynı anlamı ifade eder. Dilcilerin benimsediği görüş de budur. Yani bunların kulpları yoktur. "Orada canların istediği, gözlerin lezzet aldığı şeyler de vardır" âyeti ile ilgili olarak Tirmizî'nin rivâyetine göre Süleyman b. Bureyde babasından naklen: Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle sordu: Ey Allah'ın Rasûlü! Cennette at var mı? Peygamber şöyle buyurdu: "Allah seni cennete girdirirse, orada kırmızı bir yakuttan yapılmış ve cennette istediğin yere uçarak seni götüren bir atın üzerinde taşınmak ister misin." (Bureyde) dedi ki: Yine bir adam ona sordu: Ey Allah'ın Rasûlü! Acaba cennette deve var mıdır? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona diğerine söylediğinin benzerini söylemedi, şöyle dedi: "Allah seni cennete girdirecek olursa, senin orada canının çektiği ve gözünün lezzet aldığı şeyler olacaktır." Tirmizi, IV, 681. Medineliler, İbn Amir ve Şamlılar: "Canların kendisini istediği" diye okumuşlar, ancak diğerleri: "Canlarının çektiği" diye okumuşlardır ki maksat canların kendisini çektiği ve istediği şeydir. Mesela "Vurduğum kişi Zeyd'dir" ifadesi: "Kendisini vurduğum kişi Zeyd'dir" demektir. "Gözlerin lezzet aldığı" âyetindeki "lezzet" lâfzı: "O şey lezzetli oldu, lezzetlidir, lezzet" diye kullanılır, " O şeyden lezzet aldım, alırım" denirken, mazisinde birinci "zel" harfi kesreli, müzarisinde de fethalıdır. "Lezzet, lezzetlilik" demektir ki bu da ben o şeyi lezzetli buldum demektir. Ondan lezzet aldım anlamında ile denilir. Yani cennette gözün lezzet aldığı ve görünüşü güzel olan şeyler vardır. Said b. Cübeyr dedi ki: "Gözlerin lezzet aldığı" âyetinden kasıt, yüce Allah'a bakmaktır. Nitekim haberde: "Senin yüzüne bakmanın lezzetini dilerim. " İbn Hibban, V, 305; Nesâî, III, 54. diye buyurulmuştur. "Sizler orada ebedi kalıcılarsınız." Devamlı kalacaksınız. Çünkü sonu gelecek olsa, sevinmez ona buğzedilir. 72İşte bu cennet, yapageldiğiniz ameller sebebi ile size miras verilmiştir. "İşte bu cennet..." Yani onlara şöyle denilecek: İşte dünyada iken size nitelikleri anlatılagelen cennet budur. İbn Haleveyh dedi ki: Yüce Allah cennete uzak için kullanılan ism-i işaret ile işarette bulunmuş, cehenneme ise yakın için kullanılan işaret ismi ile işaret etmiştir. Böylece cehennem ile korkutmayı ve ondan sakınmayı pekiştirmiş olmaktadır. Yakın işaret ismi ile ona işaret ederek, âdeta göz önünde görülen ve huzurda bulunan bir şeymiş gibi olduğunu ortaya koymaktadır. "Yapageldiğiniz ameller sebebi ile size miras verilmiştir" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs dedi ki: Allah, herkes için bir cennet ve bir cehennem yaratmıştır. Kâfir müslümanın ateşine mirasçı olur, müslüman da kâfirin cennetine mirasçı olur. Bu husus yüce Allah'ın: "Mü’minler gerçekten felâh bulmuşlardır" (el-Mu'minun, 23/1) âyetini açıklarken, Ebû Hüreyre yoluyla merfu bir hadis olarak geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde el-Araf Sûresi'nde de (7/43. âyetin tefsirinde) geçmişti. 73Sizin için orada çok meyveler vardır. Siz onlardan yersiniz. "Sizin için orada çok meyveler vardır. Siz onlardan yersiniz." "Meyve"nin ne olduğu bilinen bir şeydir. Meyve cinslerine: "Meyveler" denilir. "Meyve satıcısı" demektir. İbn Abbâs dedi ki: Kurusuyla, yaşıyla bütün meyveler vardır. Yani cennette yemenin ve içmenin dışında, cennetliklere yiyecekleri pekçok meyveler de verilecektir. 74Muhakkak günahkarlar cehennem azabında ebedi kalıcıdırlar. 75Onlara hafifletilmez. Onlar o azâb içinde ümitsiz kalacaklardır. Yüce Allah cennetliklerin halini sözkonusu ettikten sonra, itaatkârın isyankâra üstünlüğünü açıklamak maksadıyla cehennemliklerin halini şöylece sözkonusu etmektedir: "Muhakkak günahkarlar cehennem azabında ebedi kalıcıdırlar. Onlara" bu azâb "hafifletilmez. Onlar o azâb içinde ümitsiz kalacaklardır." Hiçbir şekilde rahmet ümit edemeyeceklerdir. Ümitsizce susacaklardır, diye de açıklanmıştır. Bu husus daha önce el-En'am Sûresi'nde (6/44. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 76Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar bizzat zâlimler idiler. "Biz onlara" azâb etmekle "zulmetmedik, fakat onlar bizzat" şirk ile kendi kendilerine zulmeden "zâlimler idiler." "Fakat onlar bizzat zâlimler idiler" âyetinin mübteda ve haber olarak şeklinde gelmesi ve cümleni haberi olması da mümkündür. 77"Ey Malik! Rabbin hakkımızda hüküm versin." diye seslenecekler. "Sizler muhakkak böyle kalacaklarsınız" diyecek. "Ey Malik... diye seslenecekler" âyetinde sözü edilen "Malik" cehennemin bekçisidir. Yüce Allah onu gazabı için yaratmıştır. Cehennemi bir dürtükledi mi cehennem birbirini yer. Ali ve İbn Mes’ûd (r. anhuma): "Ey mali... diye nida ettiler" diye okumuşlardır. Ancak bu, Mushafa muhaliftir. Ebû'd-Derda ve İbn Mes’ûd da: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (kef'siz) sadece "lam" ile olmak üzere diye okumuştur. Yani ismi, terhim ederek "kefi hazfetmiştir. Terhim hazf demektir. Nida esnasında kendisine nida olunan ismin terhimi de buradan gelmektedir. Bu ise ismin sonundan bir ya da daha fazla harfi hazfetmektedir. "Malik" diyecek yerde, "ya mali" denilir. Haris" yerine, "ya hari" denilir. "Fatımatu" yerine, "ya Fatimu" denilir. "Âişetu" yerine, "ya Aişu" denilir. "Mervan" yerine, "ya Mervu" denilir ve diğer isimler de böylece söylenir. Şair dedi ki: "Ey Hari(se) sizin tarafınızdan başıma bir musibet getirilmiş olmasın, Benden önce yönetilenlerin de hiçbir hükümdarın da karşı karşıya kalmadığı." İmruu’l-Kays da şöyle demektedir: "Ey Hari(se), sen bir şimşek görürsen, ben sana onun parıltısını göstereyim, Üstüste yığılmış parlak bulut arasında iki elin parıldaması gibi." Yine şöyle demektedir: "Ey Fatım(a) yavaş ol, nazlanma bu kadar çok, Eğer benimle ilişkiyi koparmayı kararlaştırdıysan bari güzel yap bu işi." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ey Merv(an) şüphesiz ki benim bineğim alıkonulmuştur, Senin yapacağın bağışı ümid ediyor, sahibi ise ümit kesmiş değildir." Sahih hadiste de: "Ey ful(an) haydi gel" Buhârî, III, 1045, 1176; Müslim, II, 712. diye buyurulmuştur. Terhime uğrayan ismin sonu iki şekilde okunabilir: 1- Haziften önceki hali üzere bırakılabilir. 2- Ötre üzere bina edilebilir. "Ey Zeyd" gibi. Sanki bu yolla onun konumu değerlendirilmiş ve hazfedilen harf gözönünde bulundurulmamış gibidir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bize Muhammed b. Yahya el-Mervezî anlattı, dedi ki: Bize Muhammed -ki o İbn Sadan'dır- anlattı, dedi ki: Bize Haccac b. Şu'be anlattı. O el-Hakem b. Uyeyne'den, o Mücahid'den dedi ki: Bizler "Zuhruf'un ne olduğunu Abdullah (b. Mesud)ın kıraatinde: "Altından bir ev" (bk. el-İsra, 17/93- âyetin tefsiri) diye okuduğunu görünceye kadar bilmiyorduk. Aynı şekilde, "Ey Malik... diye seslenecekler" âyetinin ya da: "Ey melik"in ne demek olduğunu da bilemiyorduk. Ta ki Abdullah b. Mesud'un kıraatinde terhim ile: "Ey Mali... diye seslenecekler'" okuyuşunu öğreninceye kadar. Ebû Bekr (İbnu'l-Enbarî) dedi ki: Bu hadis gereğince amel edilmez, çünkü bu hadis maktu'dur ve Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetlerde böylesi kabul edilmez. Yüce Allah'ın Kitabı hakkında ihtiyatlı davranmak ve batılın ondan uzak tutulması en uygun olandır. Derim ki: Buharî'nin, Sahih'inde şu rivâyet kaydedilmektedir: Safran b. Ya'la babasından dedi ki: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı minber üzerinde: "Ey Malik! Rabbin hakkımızda hüküm versin diye seslenecekler" âyetini okurken (malik'in sonundaki) "kef" harfini isbat ile okuduğunu dinledim. Buhârî, IV, 1821; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra, III, 211; Taberani, Kebir, XXII, 260. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî dedi ki: Bana ulaştığına -ya da anlatıldığına- göre cehennemlikler, cehennem bekçilerinden yardım isteyecekler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ateşte olanlar cehennem bekçilerine diyecekler ki: Rabbinize dua edin ki, üzerimizden bir gün olsun azâbı hafifletsin." (el-Mu'min, 40/49) Böylece onlar üzerlerinden azâbın bir gün dahi hafifletilmesini isteyecekler. Bu istekleri kabul edilmeyerek, onlara şöyle cevab verilecek: "Peygamberleriniz size apaçık deliller getirmediler mi? Onlar: Evet diyecekler. (Bekçiler) diyecekler ki: Şimdi siz dua edin. Kâfirlerin duası ne olursa olsun boşunadır." (el-Mu'min, 40/50) (Muhammed b. Ka'b devamla) dedi ki: Onlar bekçilerden ümitlerini kesince, Malik'e seslenecekler. Malik diğer bekçilerin başı olup cehennemin ortasında oturduğu bir yeri vardır. Azâb meleklerinin de üzerinde gidip geldiği köprüler vardır. (Köprülerin) en yakın olan yerlerini nasıl görüyorsa, en uzaktaki yerlerini de öylece görür. Cehennemdekiler: "Ey Malik! Rabbin hakkımızda hüküm versin" diyecekler. Bu sözleriyle ölümü isteyecekler. Seksen sene onlara cevap vermeksizin susacaktır. (Muhammed b. Ka'b) dedi ki: Bir sene üçyüzaltmış gündür. Bir ay otuz gündür, bir gün ise sizin saydığınız bin yıl gibidir. Seksen yıl sonra onlara bakarak: "Sizler muhakkak böyle kalacaklarsınız" diye cevab verecektir. Sonra da hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Bu hadisi İbnu'l-Mubarek nakletmiştir. Ebû'd-Derda'nın rivâyet ettiği hadise göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Malik'e seslenin, diyecekler. Ey Malik! Rabbiniz bizim hakkımızda hüküm versin, diyecekler. O da kendilerine: Sizler muhakkak böyle kalacaklarsınız diyecek." Tirmizi, IV, 707 el-A'meş dedi ki: Bana haber verildiğine göre onların bu duaları ile Mâlik’in onlara cevab vermesi arasında bin yıllık bir süre olacaktır. Bunu Tirmizî rivâyet etmiştir. Tirmizi, IV, 707 İbn Abbâs dedi ki: Onlar bu sözlerini söyleyecek, fakat bin yıl süreyle onlara cevab vermeyecek. Sonra da onlara: "Siz muhakkak böylece kalacaklarsınız" diyecektir. Hakim, Müstedrek, II, 487. Mücahid ile Nevf el-Bikalî dedi ki: Onların seslenişleri ile Malik'in onlara cevab vermesi arasında yüz yıllık bir süre geçecektir. Abdullah b. Amr da, kırk yıllık bir süre, demiştir. Bunu da İbnu'l-Mübarek zikretmiştir Hakim, Müstedrek, II, 429 - '"sene" yerine "gün" lâfzıyla, IV, 640 -buradaki gibi-; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, X, 396; İbn Şeybe, Mûsannef, VII, 48. 78Yemin olsun Biz sizlere hakkı gönderdik. Fakat çoğunuz hakkı hoş görmeyenler idiniz. Bu âyetlerin Malik'in onlara söyleyeceği sözlerden olma ihtimali vardır. Yani sizler cehennemde kalmaya devam edeceksiniz. Çünkü Biz dünyada iken size hakkı getirmiş idik de siz kabul etmemiştiniz. Yüce Allah'ın onlara o gün söyleyeceği sözlerden olma ihtimali de vardır. Yani Biz size delilleri açıklamış ve rasûller göndermiştik. "Fakat çoğunuz" İbn Abbâs dedi ki: Hepiniz; bir başka görüşe göre "çokluk" ile onların başkan ve önderlerini kastetmiştir. Onlara uyanların ise bu hususta herhangi bir etkileri yoktu. "Hakkı" İslâm'ı ve Allah'ın dinini "hoş görmeyenler idiniz." 79Yoksa onlar sağlam bir iş mi yapmışlar? Gerçekten Biz de sağlam yapanlarız. Mukâtil dedi ki: Bu âyet-i kerîme müşriklerin Daru'n-Nedve'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için planlar düzmeleri hakkında inmiştir. Bu danışma neticesinde Ebû Cehil'in kendilerine teklif ettiği görüşü kabul etmişlerdi. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı öldürmeye katılmak üzere her kabileden bir kişi ortaya çıkacaktı. Böylelikle onun kanının (kısasının) istenme imkanı kalmayacaktı. İşte bu âyet-i kerîme bu hususta nazil oldu. Yüce Allah onların hepsini Bedir'de ölümle cezalandırdı. " Sağlam bir iş yapmışlar" onu muhkem kılmışlar, demektir. " Muhkem kılmak, sağlam kılmak" demektir, "O şeyi sağlam, muhkem kıldım"; " Sağlam büktüm" demektir. (İp eğirirken) ikinci defa eğirip bükmeye bu isim verilir. Birincisine ise "sahil" denilir. Nitekim şair şöyle demiştir: ey. "...Sahil ve mübrem (birinci ve ikinci defa eğrilen)den..." O halde mana: Yoksa onlar sağlam bir tuzak mı kurdular? Şüphesiz Biz de onlara sağlam bir tuzak kurduk, demek olur. Bu açıklamayı İbn Zeyd ve Mücahid yapmıştır. Katade de şöyle demiştir: Onlar yalanlamak üzere sözbirliği mi ettiler? Biz de öldükten sonra diriliş ile amellerin karşılıklarını vermeyi kararlaştırmış bulunuyoruz. el-Kelbî şöyle der: Yoksa onlar bir işi mi hükme bağladılar? Biz de onlar hakkında azâb hükmünü verdik. Âyette: " Yoksa" anlamındadır. "Yoksa onlar sağlam bir iş mi yapmışlar?" âyetinin daha önce geçen: "Rahmân'dan başka ibadet edilecek ilahlar kılmış mıyız?" (ez-Zuhruf, 43/45) âyetine atfedildiği de söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre âyet şu demektir: Yemin olsun ki Biz sizlere hakkı getirdik, fakat siz ona kulak vermediniz. Yoksa onu işitip de ilahi azaptan kendilerini güvenlik altında hissedecek şekilde, kendi içlerinde bir karar verdikleri için yüz mü çevirdiler? 80Yoksa onlar gizlediklerini ve fısıltılarını işitmez miyiz sanırlar? Öyle değil; hatta elçilerimiz de yanlarındadır. Yazıp duruyorlar. "Yoksa onlar gizlediklerini ve fısıltılarını" kendi içlerinde saklayıp kendi aralarında fısıltı halinde söylediklerini "işitmez miyiz sanırlar? Öyle değil" işitir ve biliriz "hatta elçilerimiz de yanlarındadır. Yazıp duruyorlar." Yani Hafaza meleklerimiz onların yanında yaptıklarını yazmaktadırlar. Rivâyet edildiğine göre bu âyet. Kabe ile örtüleri arasında bulunan üç kişi hakkında inmiştir. Onlardan birisi: Ne dersiniz? Allah bizim sözümüzü duyuyor mu? diye sormuş. İkincileri: Yüksek sesle konuşursanız, işitir. Gizlice konuşursanız, işitmez. Üçüncüsü ise şöyle demişti: Eğer yüksek sesle konuştuğunuz vakit işitiyorsa, gizlice konuştuğunuzu da işitir. Buhârî, IV, 1818, VI, 2735; Müslim, IV, 2141; Tirmizi, V, 375; Müsned, I, 381, 408, 426, 442, 443 Bu açıklamayı Muhammed b. Ka'b el-Kurazî yapmıştır. Bu anlamdaki bir rivâyet daha önce Fussilet Sûresi'nde (41/22. âyetin tefsirinde) İbn Mes’ûd'dan geçmiş bulunmaktadır. 81De ki: "Rahmân'ın bir evladı olsaydı, ibadet edenlerin İlki ben olurdum." İbn Abbâs, el-Hasen ve es-Süddî şöyle demişlerdir: Yani Rahmân'ın bir çocuğu yoktur. Buna göre: edatı nefy edatı anlamındadır. Bu açıklamaya göre ifade burada tamam olmaktadır. Bundan sonra da yeni bir ifade olarak: "Ben ibadet edenlerin ilkiyim" diye başlanır. Yani onun çocuğu olmaması esasına binaen Mekke ehli arasından muvahhidlerin ilkiyim. Bu durumda: "İbadet edenler" üzerinde vakıf tam olur. Bir başka açıklamaya göre anlam şöyledir: Ey Muhammed! De ki: Eğer Allah'ın evladı olduğu sabit ise O'nun evladına ibadet edenlerin ilki benim. Fakat O'nun evladının olması imkansız bir şeydir. Buna göre bu ifade, tartıştığımız bir kimseye: Eğer senin bu dediğin delil ile isbatlanabilirse, buna ilk inanan kişi ben olurum, demeye benzer. Böyle bir üslub ise böyle bir şeyi oldukça uzak görmeyi mübalağa yoluyla ifade etmek olur. Yani böyle bir şeye inanmaya imkan yoktur. Bu, kullanılan ifadede bir yumuşaklıktır. Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki biz yahut siz, ya bir hidayet üzereyiz ya da apaçık bir sapıklıkta" (Sebe', 34/24) âyeti gibidir. Buna göre anlam şöyle olur: O vakit ben bu çocuğa ilk ibadet eden kişi olurum. Çünkü evlada gösterilen tazim babaya gösterilen tazimdir. Mücahid de şöyle demektedir: Yani eğer Rahmân'ın bir çocuğu var ise, O'nun bir çocuğu bulunmaması esasına binaen yalnızca O'na ibadet edenlerin ilkiyim. Yine es-Süddî şöyle demektedir: Eğer O'nun evladı varsa, evladı var diye O'na ibadet eden ilk kişi ben olurum. Fakat O'nun hakkında böyle bir şey sözkonusu olamaz. el-Mehdevî dedi ki: Bu görüşlere göre; "...sa" şart edatıdır, daha uygun olanı budur. Taberî'nin tercih ettiği görüş de budur. Çünkü bunun -nefy edatı olarak-: Bu durumda âyet: Eğer Rahmân'ın bir evladı olsaydı, bunu kabul etmeyecek ilk kişi ben olurum demek olur. anlamında olması halinde, geçmişte böyle bir şey yoktu, anlamı hatıra gelebilir. Buradaki "ibadet edenler"in bundan çekinenler, yüz çevirenler anlamında olduğu da söylenmiştir. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Eğer böyle olsaydı: "Yüz çevirenler" şeklinde gelmeliydi. Nitekim Ebû Abdi'r-Rahmân ile el-Yemanî de "elif'siz olarak: "Ben bunu kabul etmeyenlerin, reddedenlerin ilkiyim." diye okumuşlardır. "Yüz çevirdi, kızdı, gazaplandı, yüz çevirir, kızar, gazaplanır" denilir. Kızan ve gazaplanan, yüz çeviren" demektir. İsmi ...diye gelir. Bu açıklama Ebû Zeyd'den nakledilmiştir. el-Ferezdak der ki: "Bunlar benim meclis arkadaşlarımdır, haydi onlar gibisini getir bana, Ben Darimlilerden dolayı Küleyb'e hicvetmeyi kabul edemem." Bu beyit şöyle de zikredilmiştir. "Onlar öyle kimselerdir ki hicvederlerse beni, hicvederim onları, Fakat Darimliler sebebiyle Küleyb'i hicvetmeyi kabul edemem." el-Cevherî dedi ki: Ebû Amr dedi ki: Yüce Allah'ın: "Ben ibadet edenlerin ilkiyim" âyetindeki "abid: ibadet eden" kelimesi kabul etmemek, yüz çevirmek ve gazaplanmak anlamını taşımaktadır. el-Kisaî ve el-Kutebî de böyle demiştir. Onlardan bunu el-Maverdî nakletmektedir. el-Herevî dedi ki: Yüce Allah'ın: "İbadet edenlerin ilki ben olurdum" âyetinde "ibadet edenler" lâfzının " Yüz çevirdi, yüz çevirir" anlamından geldiği söylenmiştir ki, ben bu işten yüz çevirenlerdenim, demek olur. İbn Arafe dedi ki: Fiil: " Yüz çevirdi, yüz çevirir" anlamında kullanıldığı takdirde, ism-i faili: ...diye gelir. İsm-i faili olarak; diye kullanılması çok azdır. Kur'ân-ı Kerîm ise çok az kullanılan ve şaz olan şekilleri kullanmaz. Ancak mana şöyledir: O bir ve tektir, çocuğu da yoktur, esasına göre aziz ve celil olan Allah'a ibadet edenlerin ilki benim. Rivâyete göre, bir kadının kocası ile gerdeğe girdikten sonra altı ayın sonunda çocuğu doğdu. Bu husus Osman (radıyallahü anh)'a zikredilince, o kadının recmedilmesini emretti. Bu sefer Ali (radıyallahü anh) ona şöyle dedi: Yüce Allah: "Onun taşınması ve sütten kesilmesi de otuz aydır" (el-Ahkaf, 46/15) diye buyurmaktadır. Bir diğer âyet-i kerimede de: "Onun sütten kesilmesi de iki yılda olur" (Lukman, 31/14) diye buyurmaktadır deyince, Allah'a yemin ederim ki: " Osman o kadının geri getirilmesi için haber göndermekten çekinmedi, utanmadı". Abdullah b. Vehb dedi ki: Burada "abide" çekinmedi ve utanmadı demektir. İbnu'l-A'rabî dedi ki: "İbadet edenlerin ilki ben olurdum" âyeti bu işe gazaplanan ve bunu kabul etmeyenlerin ilki ben olurdum, demektir. "İbadet edenlerin ilki ben olurdum" âyetinin size muhalif olarak vahdaniyet üzere O'na ibadet eden ilk kişi ben olurum demektir. Ebû Ubeyde dedi ki: Bunu inkâr edenlerin ilki ben olurum, anlamındadır. (........) tabirinin "hakkımı kabul etmeyip, inkâr etti" anlamında kullanıldığı da nakledilmiştir. Âsım dışında Kûfeliler "evladı" anlamındaki kelimeyi "vav" harfi ötreli, "lam" harfini de sakin olarak; diye okumuşlardır. Diğer kıraat âlimleri ile Âsım ise diye okumuşlardır ki: daha önceden (Meryem, 19/88. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 82Göklerin ve yerin Rabbi ile Arş'ın Rabbi niteleyegeldiklerinden münezzehtir. âyetinin anlamı hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır. "Göklerin ve yerin Rabbi ile Arş'in Rabbi niteleyegeldiklerinden" onların söyledikleri yalanlardan "münezzehtir." Yani O'nu bu yalanlardan tenzih ve takdis ederim. Yüce Allah böylelikle kendi zatını hudusu (sonradan meydana gelmiş olmayı) gerektiren herbir husustan tenzih etmekte, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a da bu tenzihi emretmektedir. 83Bırak onları vaadolundukları günlerine kavuşuncaya kadar dalsınlar, oynasınlar. "Bırak onları... dalsınlar, oynasınlar" âyeti Mekke kâfirlerinin ahiret azabını yalanlamaları hakkındadır. Yani sen onları bırak, batıllarına dalsınlar, dünya hayatlarında oynasınlar. "Vaadolundukları günlerine kavuşuncaya kadar" ki bu ya dünya hayatındaki azâb, ya da ahiretteki azaptır. Âyetin kılıç âyeti ile nesholduğu söylendiği gibi, muhkem olduğu da söylenmiştir. Bu, tehdit anlamında zikredilmiştir. İbn Muhaysın, Mücahid, Humeyd, İbnu'l-Ka'ka", İbn es-Semeyka' "kavuşuncaya kadar" anlamındaki âyeti: şeklinde "ye" harfini üstün, "lam" harfi -elif siz olarak- sakin ve "kaf" harfini de üstün olarak okumuşlardır. Burada böyle okudukları gibi, et-Tur (42/45) de ve el-Mearic (70/42) de de böyle okumuşlardır. Diğerleri ise; diye okumuşlardır. 84O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilahtır. O, Hakîm'dir, en iyi bilendir. Bu, onların yüce Allah'ın ortağı ve evladı olduğu iddialarını yalanlamaktadır. Yani gökte de, yerde de ibadete layık olan, ibadet edilme hakkına sahib olan O'dur. Ömer (radıyallahü anh) ve başkaları şöyle demiştir: Yani: "O semada olan, yerde ilâh olandır." Böyle de okumuştur. Anlamı ise her ikisinde ma'bud olandır demektir. O, İbn Mes’ûd'un ve başkalarının O semada da Allah'tır, yerde de Allah'tır" diye okumuş oldukları da rivâyet edilmiştir. Ancak bu, mushafın hattına uygun değildir. "İlahtır" âyetinin merfu olması, hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olduğundan dolayıdır. O semada olan. ilahtır, demektir. Bu açıklamayı Ebû Ali yapmıştır. Bunun hazfedilmesinin güzel olması, ifadenin uzamasından dolayıdır. Buradaki: " ...de: da'nın; Üzerinde, e, a" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Ve yemin olsun sizi hurma dallarında asacağım" (Ta-Ha, 20/71) âyetinin: "Hurma dalları üzerinde..." anlamında olması gibi. Burada da şu anlama gelir: Göklere ve yere kadir olan, gücü yeten O'dur. "O Hakîm'dir, en iyi bilendir" âyetine dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/32. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 85Göklerle yerin ve ikisi arasında olanların mülkü yalnız kendisinin olan ne kadar yücedir! Saatin ilmi de O'nun yanındadır ve yalnız O'na döndürüleceksiniz. “... ne yücedir!" âyeti "bereket"den "tefaul" vezninde bir kelimedir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Araf, 7/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Saatin ilmi" ne zaman kopacağına dair bilgi "de O'nun yanındadır ve yalnız O'na döndürüleceksiniz" âyetindeki "Döndürüleceksiniz" (diye te ile başlayan) lâfzını İbn Kesîr, Hamza ve el-Kisaî: "Döndürülecekler" diye "ye" ile okumuşlardır, diğerleri ise "te" ile okumuşlardır. İbn Muhaysın, Humeyd, Yakub ve İbn Ebi İshak kendi usullerine göre ilk harfi üstün okuyorlar, diğerleri ise ötreli okuyorlardı. Fatha ile? "...döneceksiniz; ötre ile; "...döndürüleceksiniz" anlamına gelir. 86Onu bırakıp çağırdıkları kimselerin şefaat etme imkanları yoktur. Bilerek, hak ile şehadet edenler müstesna. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Şefaat ve Hak İle Şahitlik: "Bilerek hak ile şehadet edenler müstesna" âyetinde yer alan "...enler" cer konumundadır. "Onu bırakıp, çağırdıkları kimseler" âyeti ile kastettiği ise Îsa, Uzeyr ve meleklerdir. Âyetin anlamı da şudur: "Bunlar ancak hak ile şehadet edenlere ve ilim ve basiret üzere îman eden kimselere şefaat edebilirler." Bu açıklamayı Said b. Cübeyr ve başkaları yapmıştır. Said b. Cübeyr dedi ki: Hak ile şehadet ise; la ilahe ilallah'tır. " ...enler"in ref mahallinde olduğu da söylenmiştir. Yani onların Allah'tan başka dua edip çağırdıkları kimseler -Katade'nin açıklamasına göre uydurma ilahlar- şefaat etme imkanına sahib değildirler. Kendilerine ibadet edenlere şefaat edemezler. Hak ile şahidlik eden kimseler müstesnadır. Bununla da Uzeyr, Îsa ve melekleri kastetmektedir. Çünkü bunlar, hak ile ve vahdaniyetin yalnız Allah için olduğunu belirterek şahidlik ederler. Burada istisnanın anlamı şudur: Allah'tan başka ma'budlar, kendilerine ibadet edenlere şefaat edemeyecekleri gibi; bu ma'budların hakka dair bir şahitlikleri de yoktur. Yani bu ma'budlar ya mükellef olmayan cansız varlıklardır ya da bu ibadete razı olan mükellef varlıklardır. Cansız olan mükellef varlıklardır. Cansız varlıklar cansız olduklarından, mükellef olan varlıklar ise bu işe razı olup kâfir olduklarından yani şahitlikleri hak ile olmadığından kendilerine ibadet edenlere şefaat edemeyeceklerdir, llzeyr, Îsa ve Melekler ise, kendilerine yapılan ibadete razı olmazlar. Çünkü onlar "hak şehadet" olan tevhid ehlidirler. Kendilerinin ortak koşulmasını kabul etmedikleri gibi, kendilerine ibadet ederek tevhidi terk edip müşrik olanlara da şefaat etmeleri imkansızdır. "Bilerek" lâfzı ise şahidlik ettikleri hususun gerçeğini bilmeleri demektir. Denildiğine göre âyet-i kerîme en-Nadr b. el-Haris ile Kureyşlilerden bir topluluk hakkında inmiştir. Onlar: Eğer Muhammed'in söyledikleri doğru ise bizler de melekleri veli (dost ve yardımcı) ediniriz. Onların bize şefaat etmeleri ona göre daha uygundur. Bunun üzerine yüce Allah: "Onu bırakıp çağırdıkları kimselerin şefaat etme imkanları yoktur. Bilerek, hak ile şehadet edenler müstesna" âyetini indirdi. Yani onlar meleklerin, putların, cinlerin ya da şeytanların kendilerine şefaat edeceklerine inandılar. Halbuki kıyâmet gününde hiçbir kimsenin şefaat etme hakkı ve imkanı yoktur. "Bilerek hak ile şehadet edenler" kendilerine izin verilmesi halinde mü’minler "müstesna." İbn Abbâs dedi ki: "Bilerek, hak ile" Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna "şehadet edenler müstesna" demektir. Bir diğer açıklamaya göre; Allah'tan başkasına ibadet eden bu kimseler kendilerine şefaat edecek kimseyi bulamayacaklardır. Ancak hak ile şehadet edenler müstesnadır. Çünkü hak ile şahitlik eden kimsenin lehine şefaat edilir, fakat müşrik olan kimseye şefaat edilmez. Bu durumda: " Müstesna" Ama, fakat" anlamındadır. Yani müşrikler şefaate nail olamazlar, fakat hak ile şahidlik eden kimseler şefaate nail olurlar. Bu durumda istisna munkatı'dır, muttasıl olması da mümkündür. Çünkü "O'nu bırakıp çağırdıkları kimseler"in kapsamında melekler de vardır. "Ona şefaat ettim" anlamında: ile denilir. Tıpkı "ona ölçtüm" anlamında: ile denilebileceği gibi. Şefaatin anlamı ve türediği köküyle ilgili açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/48. âyet, 3. başlık ve devamında) geçmiştir. Tekrar etmenin anlamı yoktur. "Hak ile şehadet edenler müstesna" âyetinin meleklerin lehine o dünyada iken hak üzere idi, diye şahitlik edeceği kimseler müstesna, anlamında olduğu da söylenmiştir. Onlar o kimsenin bu halde olduğunu ya yüce Allah'ın onun hakkında böylece haber vermesi sonucu bilmiş olacaklar, yahutta o kimsenin îman üzere olduğuna bizzat şahit olacaklar. (Buna binaen bu şehadette bulunabilecekler). 2- Şehadet Bilgiye Dayanarak Yapılmalıdır: Yüce Allah'ın: "Bilerek, hak ile şehadet edenler müstesna" âyeti iki hususa delalet etmektedir: 1- Hak ile şehadet ancak bilgi ile birlikte olması halinde fayda verir. (Bu konuda) başkasını taklid ederek şahitlikte bulunmanın, söylenen sözün doğru olduğunu bilmemek halinde fayda sağlamaz. 2- Haklara ve daha başka diğer hususlara dair yapılacak öteki şahitliklerde de şahitlik yapanın o hususu bilen birisi olması şarttır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet olunan: "Güneş gibi görecek olursan şahitlik yap, aksi takdirde terket" Zeylai, Nasbu'r-Râye, IV, 82. âyeti da bu anlamdadır. Bu da daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/282. âyet, 24. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. 87Yemin olsun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsan, elbette: "Allah" diyeceklerdir. O halde nasıl olur da çevriliyorlar? "Yemin olsun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsan, elbette: "Allah" diyeceklerdir." Daha önce hiçbir şey olmadıkları halde, sonradan kendilerini Allah'ın yaratmış olduğunu mutlaka itiraf edeceklerdir. "O halde nasıl olur da çevriliyorlar?" Yani nasıl olur da O'na ibadetten döndürülüyorlar, başka tarafa çevriliyorlar ve sonunda O'nun nezdinde kendilerine şefaat ederler ümidi ile O'ndan başkasını O'na ortak koşuyorlar? "Çevriliyorlar" âyetinin türediği kök: "Onu çevirdi, döndürdü, çevirir, döndürür" diye kullanılır. Yüce Allah'ın: "Sen bizi ilahlarımızdan döndürmek için mi bize geldin?" (el-Ahkaf, 46/22) âyetinde de aynı kökten gelen lâfız kullanılmıştır. Yemin olsun ki eğer meleklere ve Îsa'ya: "Kendilerini kimin yarattığını sorarsan, elbette "Allah" diyeceklerdir. O halde nasıl olur da çevriliyorlar?" Bunlar bu mükerrem yaratıkların kendilerinin ilahı olduğunu iddia etmek suretiyle nasıl olur da döndürülüyorlar, diye de açıklanmıştır. 88Onun: "Ya Rabbi" demesine yemin olsun. Muhakkak ki onlar îman etmeyen bir topluluktur. " Onun... demesine yemin olsun" âyeti nasb, cer ve ref ile üç türlü okunmuştur. Cer ile okuyuş Âsım ve Hamza'nın kıraatidir. Yedi kıraat İmâmının geri kalanları ise nasb ile okumuşlardır. Ref ile okuyuş ise el-Arec, Katade, İbn Hürmüz ve Müslim b. Cündeb'in kıraatidir. Cer ile okuyanlar şu anlama göre okurlar: Saatin ilmi de, onun söylediği sözün ilmi de O'nun yanındadır. Nasb ile okuyanların kıraatine göre anlam: Saatin ilmi O'nun yanında olduğu gibi, O'nun söylediğini de O bilir. ez-Zeccâc'ın tercih ettiği de budur. el-Ferrâ'' ve el-Ahfeş de şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Onun... demesi" âyetini daha önce geçen: "Gizlediklerini ve fısıltılarını işitmez miyiz?..." (ez-Zuhruf, 43/80) âyetine atıf da olabilir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Ebul-Abbas Muhammed b. Yezid el-Müberred'e ben buradaki: "Onun demesi" anlamındaki âyeti neden nasb ile okuyorsun diye sordum. O da bana şöyle dedi: Ben bunu yüce Allah'ın: "Saatin ilmi de O'nun yanındadır" (85. âyet) ve "O'nun dediğini bilir" âyetine atfederek nasb ile okuyorum. Bu bakımdan gerek (85. âyetin sonunda): "...döndürüleceksiniz" üzerinde, gerekse de (86. âyetin sonunda yer alan:) "bilerek" lâfzı üzerinde vakıf güzel olmaz. Bununla birlikte (80. âyetin sonundaki): "yazıp duruyorlar" âyeti üzerinde vakıf güzel olur. el-Ferrâ'' ve el-Ahfeş: "Deme"nin -onlardan daha önce naklettiğimiz üzere-: "Biz onların gizlediklerini, fısıltılarını ve onun demesini işitmiyoruz (mu sanıyorlar)?" şeklinde nasb ile okunmasını câiz kabul etmişlerdir. Bu açıdan da: "Yazıp duruyorlar" âyeti üzerinde vakıf güzel olmaz. Yine el-Ferrâ'' ile el-Ahfeş mastar olarak nasb ile okunmasını câiz kabul etmişlerdir. Sanki: "Söylediğini söyledi ve yüce Allah'a şikayetini iletti" demiş gibi olur. Nitekim Ka'b b. Züheyr de şöyle demiştir: "Laf taşıyıcılar iki yanında yürüyüp gidiyorlar ve diyorlar ki: Ey Ebû Sülma'nın oğlu sen öldürüleceksin." O sözlerini söylüyorlardı, demek istemiştir. Ref ile okuyanların kıraatine göre de takdir: "Onun demesi de O'nun nezdindedir." Yahut: "Onun dedikleri işitilir." Yahut "Ve o bu sözü söyler" şeklindedir. ez-Zemahşerî dedi ki: Onların yaptıkları bu açıklamalar mana itibariyle güçlü olmamakla birlikte, matuf ile matufu'n-aleyh'in arası itiraz (ara cümleciği) olması elverişli olmayan ifadelerle ayrılmasını, ve lâfız düzeninin de tutarsızlığını gerektirmektedir. Bundan daha güçlü ve daha uygunu ise, cer ve nasb halinin kasem harfinin takdiri ya da hazfedilmesine göre olmasıdır. Ref ile gelmesi de Arapların: "Allah'a yemin ederim, Allah'ın emaneti hakkı için, Allah'a yemin olsun, ömrüm hakkı için" şeklindeki sözlerine binaen olur. Bu durumda: "Muhakkak ki onlar îman etmeyen bir topluluktur" âyeti da kasemin cevabı olur. Sanki onun; ya Rabbi, demesine yemin; ederim yahut onun ya Rabbi demesi hakkı için muhakkak bunlar îman etmeyen bir topluluktur, demiş gibidir. İbnu'l-Enbarî de dedi ki: Arapçada: "Onun... demesi" lâfzının; "Muhakkak ki onlar îman etmeyen bir topluluktur" âyeti ile ref edilmesi suretiyle merfu' gelmesi de mümkündür. el-Mehdevî dedi ki: Ya da ifade: "Onun dediği ya Rabbi sözü..." şeklinde de olabilir. Bunların haber olan ikincisi hazfedilmiştir. "Ya Rabbi" lâfzında gizli haber ile nasb konumundadır. Bu ise, mevsulün sılasının bir bölümü hazfedilip diğer bölümü kaldığından dolayı olmayacak bir şey değildir. Çünkü sözün bir bölümü çokça hazfedildiğinden zikredilmiş konumuna gelir. "Onun... demesi" lâfzındaki zamir Îsa'ya aittir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait olduğu da söylenmiştir. Çünkü daha önceden kendisinden: "De ki: Rahmân'ın bir evladı olsaydı..." (ez-Zuhruf, 43/81) âyetinde kendisinden sözedilmiş bulunmaktadır. Ebû Kilabe: " Ya Rabbi" âyetinde be harfini üstün okumuştur. "Deme"; gibi mastardır. Hadiste geçen: “...denildi ve dediyi yasakladı" âyetinde de bu şekildedir. Ayrıca: "Ben bir söz söyledim" diye de kullanılır. en-Nisa Sûresi'nde de: "Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?" (en-Nisa, 4/122) diye buyurulmuştur. 89Artık sen de onlardan yüz çevir ve: "Selam" de. Yakında bilecekler. Katade dedi ki: Önce onlardan yüz çevirilmesini emretti, sonra da onlarla savaşılmasını emretti. Böylelikle yüz çevirmek kılıç ile neshedilmiş oldu. Benzer bir açıklama da İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. O dedi ki: "Artık sen de onlardan yüz çevir." Onlara iltifat etme. "Ve selam" yani maruf söz "de." Yani sen Mekkeli müşriklere: "Yakında bileceksiniz" de. Sonra bu, et-Tevbe Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Artık o müşrikleri nerede bulursanız, öldürün" (et-Tevbe, 9/5) âyeti ile neshedildi. Âyetin nesh olmayıp muhkem olduğu da söylenmiştir. Genel kıraat: "Yakında bilecekler" şeklinde "ye" ile yüce Allah tarafından peygamberine (kâfirleri) tehdit ile haber verilmesi suretinde okunmuştur. Ancak Nafî' ve İbn Amir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müşriklere tehdidini söyleyerek hitab olmak üzere "te" ile Bileceksiniz" diye okumuşlardır. "Selam" lâfzı da "aleykum" takdiri ile merfudur. Bunu el-Ferrâ'' demiştir. Âyetin anlamı şudur: Durum şu ki: selam diyerek onlar ile vedalaşın. Onlara bu selamı bir tahiyye (selamlanma sözü) olarak değerlendirmemiştir. Bu açıklamayı en-Nekkaş nakletmıştır el-Habhab'ın rivâyetine göre o bununla onlara nasıl selam vereceğim öğretmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. (ez-Zuhruf Sûresi burada sona ermektedir). |
﴾ 0 ﴿