DUHÂN SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile

Yüce Allah'ın:

"Biz o azâbı az bir zaman açıp kaldıracağız" (ed-Duhan, 44/15) âyeti dışında, Mekke'de indiği ittifakla belirtilmiştir.

Elliyedi âyettir, ellidokuz olduğu da söylenmiştir.

Dârimî'nin, Müsned'inde Ebû Rafîden şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Her kim cuma gecesi Duhan Sûresi'ni okursa, günahları bağışlanmış olarak sabahı eder ve huru'l-în'den ona eşler verilir." Dârimi, II, 550. es-Sa'lebî bunu Ebû Hüreyre yoluyla merfu bir hadis olarak (Peygambere nisbet ederek) zikretmiştir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim cuma gecesi Duhan Sûresi'ni okursa, günahı bağışlanmış olarak sabahı eder." Bir sonraki nota bakınız.

Bir başka lâfız: Ebû Hüreyre'den rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim bir gece Duhan Sûresi'ni okursa, ona yetmişbin melek mağfiret dileyerek sabahı eder."

Ebû Umame'den dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim cuma gecesi ya da cuma günü Ha, mim. ed-Duhan Sûresi'ni okuyacak olursa, yüce Allah ona cennette bir ev bina eder." Taberani, Kebir, VIII, 264.

1

Ha, Mim.

2

Mubin kitaba yemin olsun ki;

3

Şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz korkutup uyaranlarız.

Eğer

"Ha, Mim" kasemin cevabı kabul edilirse, ifade şanı yüce Allah'ın: "(........): Mubin" âyetinde tamam olur. Sonra da

"Şüphesiz Biz onu... indirdik" âyeti ile okumaya başlanılır. Eğer:

"Muhakkak Biz korkutup uyaranlarız" âyetini,

"kitaba yemin olsun ki" şeklindeki kasemin cevabı kabul edersek, o takdirde;

"korkutup uyaranlarız" anlamındaki âyet üzerinde vakıf yapılır ve;

"o gecede hikmetli herbir iş... ayrılır" âyeti ile yeniden okumaya devam edilir.

Kasemin cevabının:

"Şüphesiz Biz onu... indirdik" âyeti olduğu söylenmiştir. Ancak bazı nahivciler kendisine kasem edilenin sıfatı olması bakımından bunu kabul etmemişlerdir. Çünkü kendisine kasem olunan (muksemu'nbih) kasemin cevabı olmaz.

"(Biz) onu... indirdik" âyetindeki zamir Kur'ân-ı Kerîm'e aittir.

Bu âyetle yüce Allah, diğer kitaplara kasem etmektedir, diyenlerin görüşlerine göre ise:

"Şüphesiz Biz onu... indirdik" âyetindeki zamir ile daha önce ez-Zuhruf Sûresi'nin baş taraflarında (43/1-3. âyetlerin tefsirinde) açıklandığı üzere Kur'ân'ın dışındaki kitaplara ait olur.

"Mübarek gece" kadir gecesidir. Şabanın onbeşinci gecesi olduğu da söylenmiştir. Bunun dört ismi vardır: Mübarek gece, beraat gecesi, sak gecesi ve kadir gecesi.

Yüce Allah'ın onu;

"mübarek" olmakla nitelendirmesi bu gecede kullarının üzerine pekçok bereketler, hayırlar ve sevab indirmesinden dolayıdır.

Katade, Vasile'den o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "İbrahim'in sahifeleri ramazanın ilk gecesi indirildi. Tevrat, ramazanın altıncı gecesi indirildi. Zebur, ramazanın onikinci gecesi indirildi. İncil, ramazanın onsekizinci gecesi indirildi. Kur'ân ise ramazanın yirmidördüncü gecesinden sonraki gece indirildi." Müsned, IV, 107; İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, VI, 144; Taberani, Evsat, IV, 111; Kebir, XXII, 75; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra, IX, 188; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, I, 197.

Diğer taraftan belirtildiğine göre Kur'ân-ı Kerîm tümü ile bu gecede dünya semasına indirilmiştir. Daha sonra da uygun sebeplere göre diğer zamanlarda kısım kısım indirilmiştir.

Bir diğer görüşe göre senenin diğer bölümlerinde inecek olan âyetler hep Kadir gecesinde inerdi. Yine Kur'ân'ın bu gecede inmeye başladığı da söylenmiştir.

İkrime dedi ki: Burada sözü edilen mübarek gece şabanın ortası gecesidir. Ancak birincisi yüce Allah'ın:

"Doğrusu Biz onu Kadir gecesinde indirdik" (el-Kadr, 97/1) âyeti dolayısı ile daha sahihtir.

Katade ve İbn Zeyd şöyle demişlerdir: Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını Kadir gecesinde Ummu'l-Kitab'tan dünya semasındaki Beytu'l-Izze'ye indirmiştir. Daha sonra peygamberine çeşitli gün ve geceler boyunca yirmiüç yıllık bir zaman zarfında indirmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"O ramazan ayı ki Kur'ân onda indirilmiştir" (el-Bakara, 2/185) âyeti açıklanırken başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın izniyle biraz sonra da gelecektir.

4

O gecede hikmetli herbir iş ayrılır.

İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah dünya işlerini bir sonraki Kadir gecesine kadar hayat, ölüm ya da rızık ile ilgili hususları muhkem olarak hükme bağlar. Katade, Mücahid, el-Hasen ve başkaları da böyle demiştir.

Bundan bedbahtlık ve mutluluk müstesnadır da denilmiştir. Çünkü bunlar hiçbir şekilde değişikliğe uğramazlar. Bu da İbn Ömer'in görüşüdür.

el-Mehdevî dedi ki: Bu sözün anlamı şudur: Yüce Allah, bütün bu hususları ezelden beri bilmekle birlikte, o sene içinde olacak şeylere dair meleklere emir verir.

İkrime dedi ki: Burada sözü edilen gece şabanın ortası gecesidir. Orada bir senenin işleri hükme bağlanır. Hayatta kalacaklar, öleceklerden ayrı kaydedilir. Hacca gidecek olanlar yazılır ve kimse onlara ilave edilmez, kimse de onlardan eksiltilmez.

Osman b. el-Muğire de şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şabandan şabana kadar eceller kesinleştirilir. Öyle ki bir adam bir hanımı nikâhlar, onun çocuğu olur, halbuki ismi ölüler arasında kayıtlı bulunur." Deylemi, II, 73 (Osman b. el-Muğire yerine Osman b. el-Ahnes); Beyhaki, Şuabu'l-îman, r III, 386 (Osman'dan Muhammed b. el-Muğire b. el-Ahnes'ten...)

Yine Peygamberden şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Şabanın orta gecesi oldu mu o geceyi namazla ihya ediniz, gündüzünü oruç tutunuz. Çünkü yüce Allah güneşin batışında dünya semasına iner ve: Yok mu mağfiret dileyen, ona mağfiret edeyim. Yok mu bir belaya maruz olan, ona afiyet vereyim. Yok mu rızık isteyen, ona rızık vereyim. Yok mu şöyle, yok mu böyle olan, diye tan yeri ağarıncaya kadar söyler." İbn Mace, I, 444; Beyhaki, Şuabu'l-îman, III, 379; Deylemi, Firdevs, I, 259. Bunu da es-Sa'lebi zikretmiştir.

Tirmizî bu anlamdaki bir rivâyeti Âişe (radıyallahü anha)'dan kaydetmektedir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah şaban ayının ortası gecesinde dünya semasına iner ve Kelboğulları koyunlarının tüyleri sayısından daha fazla kimseye mağfiret buyurur." Tirmizi, III, 116; İbn Mace, I, 444; Müsned, VI, 238. (Tirmizî dedi ki): Bu hususta Ebû Bekir es-Sıddîk'tan da gelmiş bir rivâyet vardır. Ebû Îsa (Tirmizî) dedi ki: Âişe yoluyla gelen bu hadisi biz merfu olarak ancak el-Haccac b. Ertae'den, o Yahya b. Ebi Kesir'den, o Urve'den, o Âişe'den yoluyla biliyoruz. Ben Muhammed'i bu hadisi zayıf bulduğunu söylerken dinledim. Ayrıca dedi ki: Yahya b. Ebi Kesir, Urve'den hadis dinlememiştir, el-Haccac b. Ertae ise Yahya b. Ebi Kesir'den hadis dinlememiştir. Tirmizi, III, 116.

Derim ki: Âişe (radıyallahü anha)'nın rivâyet ettiği hadisi Kitabu'l-Arus es-Sa'lebî'nin Kitabu'l-Arais adlı eseri olmalıdır. uzunca zikretmiş ve hikmetli herbir işin kendisinde ayrıldığı gecenin şabanın ortası gecesi olduğunu ve bu geceye beraet gecesi ismi verildiğini tercih etmiştir. Biz onun bu görüşünü ve bu görüşe eleştirileri bir başka yerde sözkonusu ettik ve doğru olanın açıkladığımız üzere Kadir gecesi olduğunu belirttik.

Hammâd b. Seleme dedi ki: Bize Rabia b. Kulsum haber verdi, dedi ki: Bir adam -ben yanında bulunuyor iken- el-Hasen'e şöyle sordu: Ey Ebû Said! Senin görüşüne göre Kadir gecesi ramazanın tümünde midir? O: Evet, kendisinden başka ilâh olmayan Allah adına yemin ederim ki, o ramazanın tümündedir. O kendisinde hikmetli herbir işin ayırdedildiği gecedir. Yüce Allah o gece herbir yaratmayı, eceli, rızkı ve ameli benzeri bir dahaki geceye kadar hükme bağlar.

İbn Abbâs dedi ki: Kadir gecesinde Ummu'l-Kitab'dan o sene içinde meydana gelecek ölüm, hayat, rızık, yağmur ve hacca varıncaya kadar olacak işler yazılır. Filan haccedecek, filan haccedecek denilir. Bu âyet hakkında dedi ki: Sen bir adamı pazarda dolaşıyor gördüğün halde, halbuki o adamın ismi ölecekler arasına yazılmıştır. Bir yılın hükümlerine dair bu açıklamalar yaratıklardaki esbabı meydana getirmekle görevli olan melekler içindir. Biz de bu manadaki açıklamayı az önce zikretmiş bulunuyoruz.

Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî dedi ki: İlim adamlarının çoğunluğu bu gecenin Kadir gecesi olduğunu söylemişlerdir. Onlardan bu gece şabanın ortası gecesi olduğunu söyleyenler de vardır. Ancak bu yanlış bir görüştür, çünkü yüce Allah doğru ve kati olan Kitabında:

"O ramazan ayı ki, onda Kur’ân indirilmiştir" (el-Bakara, 2/85) diye buyurarak Kur'ân'ın indirilmiş zamanının ramazan ayında olduğunu açıkça ifade etmiş, daha sonra da bu âyette

"Biz onu mübarek bir gecede indirdik" (el-Kadir, 100/1) buyurmak suretiyle hangi gecede inmiş olduğunu tayin etmiştir. Kim Kur'ân'ın başka bir zamanda indiğini iddia edecek olursa, Allah'a karşı büyük bir iftirada bulunmuş olur. Şabanın ortası gecesi ile ilgili ne faziletine dair, ne de o gecede ecellerin yazıldığına dair dayanak kabul edilmeye elverişli hiçbir hadis yoktur. O bakımdan bu tür rivâyetlere iltifat etmeyiniz.

ez-Zemahşerî dedi ki: Denildiğine göre bunların Levh-i Mahfuz'dan yazılmaya başlanması Beraet gecesindedir ve bu yazma işi Kadir gecesinde biter. Rızıklara dair bölüm Mikail'e. savaşlara dair bölüm Cebrâîl'e, aynı şekilde zelzeleler, yıldırımlar ve yerin dibine geçecek kara parçaları ile ilgili bilgiler de ona verilir. Amellere dair nüsha pek büyük bir melek olan dünya semasının sorumlusu İsmail'e verilir. Musibetlere dair nüsha da ölüm meleğine verilir.

Bazılarından nakledildiğine göre; amel (eden) herbir kişiye: amellerinin bereketleri verilir ve böylelikle insanlar tarafından ondan övgüyle sözedilmesi, kalblerine de onun saygısı yerleştirilir.

"Ayrılır" anlamındaki âyet: " Ayırırız" diye şeddeli okunduğu gibi: "Ayırırız" diye de okunmuştur. Bu fiillerin herbirisi de malum olarak okunmuş, "küll; her" de nasb ile okunmuştur. Ayıran ise yüce Allah'tır. Zeyd b. Ali (radıyallahü anh) ise "nun" ile: " Ayırırız" diye okumuştur. Kıraate dair bu açıklamalar ez-Zemahşerî, 2/359'dan nakledilmiştir. Ancak birinci kelime ez-Zemahşerî'de belirtildiğine göre "Ayırır" diye şeddeli olarak okunmuştur. Yine bu kelime şeddesiz olarak da okunmuş olup, hepsinde de fiil malumdur. "Her" anlamındaki lâfız da nasb ile okunmuştur, ayıran da yüce Allah'tır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: "(Allah) hikmetli herbir işi bu gecede ayırır." İbn Zeyd'in kıraatine göre de: "...ayırırız" anlamında olur.

"Hikmetli herbir iş..." Hikmet özellikli herbir iş demek olup hikmet'in gereğine uygun olarak yapılan herbir iş demektir.

5

Tarafımızdan bir emir ile... Muhakkak Biz gönderenleriz;

6

Rabbinden bir rahmet olarak; gerçekten O, en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisidir.

"Tarafımızdan bir emir ile" âyeti hakkında en-Nekkaş şöyle demiştir: Emir, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Allah onu kendi katından indirmiştir. İbn Îsa da şöyle demiştir: Emir, yüce Allah'ın mübarek gecede kullarının halleri ile ilgili olarak hükme bağladığı şeylerdir. Buradaki

"emir" anlamındaki lâfız, hal konumunda bir mastardır.

"Rabbinden bir rahmet olarak" âyeti da böyledir. el-Ahfeş'e göre bunların ikisi de haldir, ifade: Biz onu, onu emrediciler ve rahmet ediciler olarak indirdik, takdirindedir.

el-Müberred dedi ki:

"Bir emir" mastar konumundadır, ifade: Biz onu özel bir surette indirdik" takdirindedir. el-Ferrâ'' ve ez-Zeccâc ise

"emir" kelimesinin

"ayrılır" âyeti ile nasbedildiğini söylemişlerdir. Bu da: " Özel bir şekilde ayrılır" demeye benzer. O halde burada "emir" ayırmak anlamındadır ve mastar odur. Tıpkı: "Özel bir şekilde vurur" demeye benzer.

"Ayrılır" âyetinin emrolunan şeye delalet ettiği de söylenmiştir. O halde bu, kendisinden önceki lâfzın kendisinde amel ettiği bir mastardır.

"Muhakkak Biz gönderenleriz. Rabbinden bir rahmet olarak" âyeti hakkında el-Ferrâ'' şöyle demiştir: "Rahmet"; "gönderenlerin mef'ûlüdür. Rahmet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Buna göre âyetlerin anlamı şöyle olur: "Biz Rabbin tarafından rahmet gönderenleriz. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: "Rahmet" mef'ûlün lehtir, yani biz onu rahmet olması için gönderdik. Yüce Allah'ın "bir emir" âyetinden bedel olduğu da söylenmiştir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olabilir: Rabbinden bir rahmet demek olan tarafımızdan bir emir... Mastar olduğu da söylenmiştir.

ez-Zemahşerî dedi ki: "Bir emir" ihtisas olduğu için nasbedilmiştir. Yüce Allah herbir işi hikmetli olmakla nitelendirmek suretiyle onun büyük ve önemli olduğunu göstermiş olmaktadır. Daha sonra onun azametini ve önemini: "Ben bu emir ile tarafımızdan husule gelen ve Bizim ortaya çıkardığımız ilmimizin ve tedbirimizin gerektirdiği şekilde meydana gelen bir işi kastediyorum" diyerek, onun önemini, azametini daha bir arttırmış olmaktadır.

Zeyd b. Ali'nin kıraatinde şeklindedir ki bu da: O tarafımızdan bir emirdir, demek olur. Bu kıraat de "bir emir" lâfzının ihtisas dolayısıyla nasbedilmiş olacağı görüşünü desteklemektedir.

el-Hasen

"rahmet" lâfzını "işte o bir rahmettir" takdirine göre okumuş olup bu da bu lâfzın mef'ûlün leh olarak nasbedildiği kanaatini desteklemektedir.

7

Göklerle yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbinden (bir rahmet olarak). Kesin olarak inananlar iseniz.

"Göklerle yerin... Rabbinden" âyetindeki

"Rabbinden" lâfzını Kûfeliler cer ile: (40 ) diye okumuşlardır. Diğerleri ise yüce Allah'ın:

"Gerçekten O, en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisidir" âyetine uygun olarak ref ile okumuşlardır. Arzu edilirse mübteda olarak da böyle okunduğu kabul edilebilir. Haberi:

"Ondan başka hiçbir ilâh yoktur" âyeti olur. Bu hazfedilmiş bir mübtedanın haberi de olabilir ki takdiri: O göklerin ve yerin Rabidir, şeklindedir.

Cer ile okuyuş ise -altıncı âyetteki-:

"Rabbinden" bedel olmasına göredir. Aynı şekilde: "Sizin de Rabbinizdir, önceki atalarınızın da Rabbidir" âyetinde de "Rab" kelimesi her iki yerde de cer ile okunursa, böyle olur. Bu kıraati de eş-Şeyzerî, el-Kisaîden rivâyet etmiştir. Diğerleri ise bunu isti'naf (yeni bir cümle başı) olarak ref ile okumuşlardır.

Diğer taraftan bunun, gökleri ve yeri yaratanın Allah olduğunu itiraf eden kimseye bir hitab olma ihtimali vardır. Yani eğer siz gerçekten ona kesin olarak inanan kimseler iseniz, şunu bilin ki, o peygamberler gönderir ve kitaplar indirir.

Yüce Allah'ın yaratıcılığını kabul etmeyen kimselere bir hitab olması da mümkündür. Onların yaratıcının, O olduğunu, öldürüp diriltenin O olduğunu bilmeleri gerekir, demek olur.

Burada

"kesin olarak İnanan" kimselerin özellikle kesin olarak inanmayı isteyen ve bunun için gerekeni yapan kimseler olduğu da söylenmiştir. Nitekim: "Filan kişi Necid'e gidiyor" derken, "Necid'e gitmek istiyor" demek istemek de böyledir. Tihame'ye gitmek istiyor anlamında demek de böyledir.

8

O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. Sizin de Rabbinizdir, önceki atalarınızın da Rabbidir.

"O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." Kainatın yaratıcısı O'dur. Yaratmaya gücü yetmeyen O'nun dışındaki herhangi bir varlığın O'na ortak koşulması câiz değildir.

"O diriltir ve öldürür." Yani ölüleri diriltir, hayatta olanları da öldürür. Kainatın yaratıcısı O'dur. Yaratmaya gücü yetmeyen O'nun dışındaki herhangi bir varlığın O'na ortak koşulması câiz değildir.

"O diriltir ve öldürür." Yani ölüleri diriltir, hayatta olanları da öldürür.

"Sizin de Rabbinizdir, önceki atalarınızın da Rabbidir." Sizin de sahibiniz ve efendinizdir, sizden önce geçenlerin de sahibi ve efendisidir. Bundan dolayı başınıza azâb inmesin diye Muhammed'i yalanlamaktan sakınınız.

9

Ama onlar şüphe içindedirler, oynayıp eğlenirler.

"Ama onlar şüphe içindedirler. Oynayıp eğlenirler." Yani açığa vurdukları îmanları ve kendilerini yaratan Allah'tır, şeklindeki sözleri hakkında yakîn sahibi değildirler. Onlar bunu bilgisizce atalarını taklid ederek söylüyorlar. Bundan dolayı onlar şüphe içindedirler. Kendilerinin mü’min olduklarını zannetseler bile aslında onlar delilsiz bir şekilde hatırlarına gelen şeylere bağlandıkları için dinlerini oyuncak edinmiş kimselerdir.

"Oynayıp, eğlenirler" âyetinin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, iftiracı olduğunu söylemekle birlikte, onunla alay etmeyi de katıyorlar, anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim öğütlerden yüz çeviren kimseye de "oynayan" denilir. Böyle bir kimse oyun oynayıp da yaptığı işlerin sonunda nereye varacağını bilemeyen küçük bir çocuk gibidir.

10

O halde gökyüzünde besbelli bir dumanın geleceği günü bekle.

"O halde gökyüzünde besbelli bir dumanın geleceği günü bekle" âyetinin anlamı şudur: Ey Muhammed! Sen, bu kâfirlere semadan apaçık bir dumanın geleceği günü bekle. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.

Şu anlama geldiği de söylenmiştir: Sen onların bu sözlerini iyice belle ki, gökyüzünde apaçık bir dumanın geleceği günü onlara karşı şahitlik edesin. İşte bundan dolayı "hafız (bekçi, koruyucu)"e "rakîb: gözetleyici" "Rakîb: Gözetleyici"; mealini: "bekle" diye verdiğimiz "fe'rtekih" emri ile aynı köktendir denilmiştir.

"Duman: duhan" ile ilgili üç görüş vardır:

1- Bu duman kıyâmetin alametlerinden olup henüz gelmemiştir. O yeryüzünde kırk gün süre ile kalacak ve gök ile yer arasını dolduracaktır. Mü’min bundan dolayı nezleli gibi olacak, kâfir ve günahkarların burunlarına girerek, onların kulaklarını delecek, nefeslerini daraltacaktır. Bu kıyâmet gününde cehennemin bırakacağı etkilerdendir. Dumanın henüz ortaya çıkmadığını söyleyenler arasında Ali, İbn Abbâs, İbn Ömer, Ebû Hüreyre, Zeyd b. Ali, el-Hasen b. Ebi Müleyke ve başkaları da vardır.

Ebû Said el-Hudrî merfu olarak (yani Hz. Peygambere isnad ile) bu dumanın insanları kıyâmet gününde etkileyeceğini, mü’minin bundan ötürü nezleli gibi olacağını rivâyet etmiştir. Kâfirin de kulaklarından çıkıncaya kadar içine sızacaktır. Bunu da el-Maverdî zikretmiş bulunmaktadır Maverdi, Nüket, V, 247; İbn Kesîr, IV, 140.

Müslim'in, Sahih'inde yer alan rivâyete göre Ebû't-Tufayl, Huzeyfe b. Esid el-Ğıfarî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Biz kendi aramızda konuşmakta iken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanımıza çıkageldi ve: "Neden söz ediyorsunuz?'" diye sordu. Oradakiler: Kıyâmetten sözediyoruz, dediler. Şöyle buyurdu: "Kıyâmet, öncesinde on alamet görmediğiniz sürece asla kopmayacaktır. -Aralarında şunları zikretti-: Duman, Deccal, Dabbetu’l-arz, güneşin batından doğması, Meryem oğlu Îsa'nın inmesi, Ye'cuc ile Me'cuc'un çıkması ve biri doğuda, biri batıda, biri Arap yarımadasında olmak üzere üç büyük kara parçasının yerin dibine geçmesidir. Bunların sonuncusu ise Yemen'den çıkacak ve insanları mahşerlerine doğru kovalayacak bir ateştir." Huzeyfe'den gelen bir diğer rivâyette de şöyle denilmektedir: "On tane alamet ortaya çıkmadıkça kıyâmet kopmayacaktır: Doğuda bir kara parçasının yere geçmesi, batıda bir kara parçasının yere geçmesi, Arap yarımadasında bir kara parçasının yere geçmesi, duman, Deccal, Dabbetu’l-arz, Ye'cuc ve Me'cuc, güneşin batıdan doğması ve Aden'in iç taraflarından çıkıp insanları öne katıp yürüten bir ateş." Müslim, IV, 2226; Ebû Davud, IV, 114; Tirmizi, IV, 477; İbn Mace, II, 1347; Müsned, IV, 67.

Bu hadisi es-Sa'lebî de Huzeyfe'den gelen bir rivâyet olarak zikretmiş bulunmaktadır. Buna göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İlk ortaya çıkacak alamet Deccal, Meryem oğlu Îsa'nın inmesi ile Ebyen Aden'inin iç taraflarından çıkacak ve insanları mahşere doğru sürükleyecek bir ateş. Onlar nerede geceyi geçireceklerse onlarla birlikte geceler. Nerede öğlen vakti dinlenmeğe çekilirlerse, onlarla birlikte dinlenir. Sabahı ederlerse onlarla birlikte sabah eder, akşamı ederlerse onlarla birlikte akşamı eder." Ey Allah'ın peygamberi ya duman nedir? diye sordum. O: Şu âyettir, dedi.

"O halde gökyüzünde besbelli bir dumanın geleceği günü bekle!" Bu duman doğu ile batı arasını dolduracak, kırk gün kırk gece kalacaktır. Mü’min bundan dolayı bir çeşit nezleli gibi olacak, kâfir ise sarhoş gibi olacaktır. Duman ağzından, burun deliklerinden, gözlerinden, kulaklarından ve dübüründen çıkacaktır. Taberani, Tefsir, XXV, 114, "Ben bu hadisin sahih olduğuna tanıklık etmem" demekte ve delil olarak kabul etmediğini ifade etmektedir; İbn Kesîr, Tefsir, IV, 140'cle İbn Cerir'in bu hadisin sıhhatinden emin olmadığını kaydetmektedir.

Bu birinci görüş.

2- Duman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bedduası dolayısı ile Kureyş'in karşı karşıya kaldığı açlıktan ötürü başlarına gelen olaylardır. Öyle ki kişi gök ile yer arasında bir duman görecek hale gelmişti. Bu görüş İbn Mes’ûd'un görüşüdür. O şöyle der: Yüce Allah bu azâbı üzerlerinden kaldırmıştır. Eğer bu kıyâmet günü(nden önceki bir alamet) olsaydı, onların üzerinden bu azâbı kaldırmazdı. Bu hususta ondan gelen hadis Sahih-i Buhârî, Müslim ve Tirmizî'de yer almaktadır. Buharî dedi ki: Bana Yahya anlattı, dedi ki: Bize Ebû Muaviye anlattı. O el-A'meş'ten, o Müslim'den, o Mesrûk'tan dedi ki: Abdullah (b. Mesud) dedi ki: Bunun olmasının sebebi Kureyşlilerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı isyanda direnmesi üzerine onlara, Yusuf (aleyhisselâm)'ın dönemindeki (kıtlık) yılları gibi yıllarla karşılaşmaları için (bed)dua etti. Bunun üzerine kıtlık ve açlık musibeti ile başbaşa kaldılar. Öyle ki kemikleri dahi yediler. Birisi semaya bakınca, kendisi ile sema arasında aşırı bitkinlikten ötürü duman gibi bir şey görürdü. Yüce Allah:

"O halde gökyüzünde besbelli bir dumanın geleceği günü bekle! İnsanları bürüyecektir o. Bu pek acıklı bir azaptır" âyetlerini indirdi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelinerek: Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'tan Mudarlılar için yağmur iste. Çünkü Mudarlılar helâk oldular, denildi. Peygamber: "Mudar (diyorsun ha) sen çok cüretkar bir kimsesin." Bunun üzerine Peygamber yağmur diledi, onlara yağmur yağdırıldı. Bu sefer de:

"Fakat şüphesiz siz yine geri dönenlersiniz" (ed-Duhan, 44/15) âyeti indi. Derken bolluğa eriştiler. Fakat yine bu bolluk içinde eski hallerine geri döndüler. Yüce Allah da:

"En büyük yakalayışla yakalayacağımız gün, şüphe yok ki Biz intikam alıcılarız" (Duhân, 44/16) âyetini indirdi. (İbn Mes’ûd) dedi ki: Bununla Bedir gününü kastetmektedir. Buhârî, I, 341, 346, IV, 1791, 1809, 1823, 1824, 1825; Müslim, IV, 2155, 2156; Müsned, I, 380, 341.

Ebû Ubeyde dedi ki: "(.........): Duhan (duman), cedb yani kuraklık" demektir. el-Kutebî der ki: (Kuraklığa) Duhan (duman) adının verilmesi, yer kuraklıktan kuruyunca, ondan duman gibi bir şeyin yukarıya doğru yükselmesinden ötürüdür.

3- Kasıt, Mekke'nin fethedildiği gündür. Çünkü o gün yükselen bir toz, duman semayı örtmüştü. Bu da Abdurrahman el-Arec'in görüşüdür.

11

İnsanları bürüyecektir o. "Bu, pek acıklı bir azaptır."

"İnsanları bürüyecektir o" âyeti "duman"ın sıfatı konumundadır. Eğer İbn Mes’ûd'un dediği gibi geçip gitmiş ise o vakit bu, Mekkelilerden müşriklere has bir durumdur. Şayet kıyâmetin alametlerinden ise -önceden geçtiği üzere- umumi bir haldir.

"Bu, pek acıklı bir azaptır." Yani yüce Allah kendilerine:

"Bu pek acıklı bir azabtır" diyecektir.

Dumanın geçip gittiğini kabul edenlerin görüşüne göre yüce Allah'ın:

"Bu, pek acıklı bir azaptır." âyeti geçmişteki bir halin hikayesidir. Gelecekte olacak bir şeyi kabul edenlere göre ise gelecekteki bir halin hikayesidir.

Buradaki yakın işaret ismi olan:

"Bu" lâfzının uzak işaret ismi olan anlamında olduğu da söylenmiştir.

Bir görüşe göre de insanlar bu duman için:

"Bu pek acıklı bir azaptır"

diyeceklerdir. Bunun, işin oldukça yaklaşmış olduğunu haber veren bir ifade olduğu da söylenmiştir. İşte kış (geliyor) onun için gerekli hazırlıkları yap, demeye benzer.

12

"Rabbimiz, bizden bu azâbı kaldır. Çünkü biz îman edeceğiz."

Yani onlar şu sözü söyleyecekler: Üzerimizden bu azâbı kaldır.

"Çünkü biz îman edeceğiz." Yani bu azâbı üzerimizden kaldıracak olursan, sana îman edeceğiz. Denildiğine göre; Kureyşliler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek: Eğer Allah üzerimizden bu azâbı kaldıracak olursa, biz de müslüman oluruz demişler, sonra da verdikleri bu sözü bozmuşlardır.

Katade dedi ki: Burada

"azâb" dumandır. Açlık olduğu da söylenmiştir ki bunu en-Nekkaş nakletmiştir.

Derim ki: İkisi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü duman önceden de geçtiği gibi ancak onlara isabet eden açlık sebebiyle görülmüştü. Ayrıca açlık ve kıtlığa "duhan: duman" da denilebilir. Buna sebeb ise kıtlık yılında yerin kuru olması ve yağmurların azlığından ötürü tozun havalara yükselmesidir. Bundan dolayı da kurak seneye "elğabra: tozlu yıl" ismi verilir.

Burada azâbın kar olduğu da söylenmiştir. el-Maverdî dedi ki: Bunun uygun bir açıklaması olamaz. Çünkü bu ya ahirette ya da Mekkeliler hakkında sözkonusu olmuştur. Mekke'de kar yağmaz. Şu kadar var ki, bir görüş olarak ortaya atılmış olduğundan ötürü biz de onu naklettik.

13

Onlar nerede, düşünüp ibret almak nerede? Halbuki onlara açıklayıcı bir peygamber de gelmişti.

"Onlar nerede, düşünüp ibret almak nerede?" Yani azâbın gelip çatması esnasında onlar nereden öğüt ve ibret alacaklar ki?

"Halbuki onlara açıklayıcı" kendilerine hakkı açıklayan

"bir peygamber de gelmişti." Buharî'nin dediğine göre; "zikra (düşünüp, ibret almak)" ve zikr aynı anlamdadır. Buhârî, IV, 1824.

14

Sonra yine ondan yüz çevirdiler ve: "Kendisine öğretilmiş bir delidir" dediler.

"Sonra yine ondan yüz çevirdiler." İbn Abbâs dedi ki: Yani onlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yüz çevirip onu yalanladıktan sonra, yüce Allah da kendilerini öğüt ve ibret almaktan uzaklaştırmış iken, ne zaman öğüt alacaklar ki?

Şöyle de açıklanmıştır: Yarın azâbın görülmesinden yahutta kıyâmet alametlerinin ortaya çıkmasından sonra,

"çünkü biz îman edeceğiz" diye söyleyecekleri sözün onlara ne faydası olacak ki? Çünkü bu halde bu gibi şeyleri bilip kabullenmek kaçınılmaz olacaktır. Bu açıklama dumanın gözetlenen bir alamet olarak kabul edilmesi halinde uygundur.

"Ve: Kendisine öğretilmiş bir delidir, dediler." Yani ona insan veya kahinler ve şeytanlar öğretmiştir. Diğer taraftan o bir delidir, rasûl değildir, dediler.

15

Biz o azâbı az bir zaman açıp kaldıracağız. Fakat şüphesiz siz yine geri dönenlersiniz.

"Biz o azâbı az bir zaman açıp, kaldıracağız." Yüce Allah bu azâbı üzerlerinden kısa bir süre kaldıracağını vaadetmektedir. Yani kısa bir zaman içerisinde onların verdikleri sözü yerine getirmeyecekleri bilinecek ve ortaya çıkacaktır. Onlar sözlerinde durmak yerine azâbın kaldırılmasından sonra küfre geri döneceklerdir. Bu açıklamayı İbn Mes’ûd yapmıştır.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onlar için yağmur yağdırılması duasını yapması üzerine yüce Allah bu azâbı kaldırınca, tekrar onu yalanlamaya geçtiler.

Duman beklenen bir alamettir, diyenler de şöyle açıklamışlardır: Bununla kıyâmetin kopacağının alametlerinden iki alamet arasındaki kısa süreye işaret etmektedir. Bir alametin ortaya çıkmasından sonra yüce Allah'ın hakkında kâfir olacağına dair hüküm verdiği kimse küfrünü sürdürecektir.

Bunun kıyâmette olacağını söyleyenler de şöyle derler: Yani Biz üzerinizden azâbı kaldıracak olursak, yine siz küfre dönersiniz.

"Fakat şüphesiz siz yine geri dönenlersiniz" âyetinin Bize döneceksiniz yani ölümden sonra diriltileceksiniz anlamında olduğu söylendiği gibi, eğer îman etmeyecek olursanız "şüphesiz siz" cehenneme "geri dönenlersiniz" anlamında olduğu da söylenmiştir.

16

En büyük yakalayışla yakalayacağımız gün, şüphe yok ki Biz intikam alıcılarız.

"Gün" lâfzı daha sonra gelen

"intikam alıcılarız" âyetinin delalet ettiği bir fiilin zarfıdır. Yakalayacağımız gün Biz onlardan intikam alacağız, demektir. Ancak bazı nahivciler:

"Şüphe yok ki" lâfzından sonra gelen ifadelerin, ondan önce gelen ifadeler için açıklayıcı mahiyette olamayacağı dolayısıyla bunu uzak bir ihtimal olarak kabul etmişlerdir.

Bundaki âmilin

"intikam alıcılarız" lâfzının olduğu da söylenmiştir. Bu da aynı şekilde uzak bir ihtimaldir. Çünkü yine: "(........): Şüphe yok ki" lâfzından sonra gelen ifadeler ondan önce gelenlerde amel etmez. Bu (yevm: gün) lâfzı yüce Allah'ın:

"Dönenlersiniz" anlamındaki âyete da

"Biz o azâbı az bir zaman açıp kaldıracağız" anlamındaki âyete da taalluku güzel olmaz, çünkü anlam onunla ilgili değildir. Bununla birlikte bir fiil takdiri ile nasbedilmiş olması mümkündür. Sanki: " (Bir günü) onlara hatırlat veya hatırla!" denilmiş gibidir.

Anlamın şu şekilde olması da mümkündür: Siz dönenlersiniz, artık döndünüz mü Ben sizden o büyük yakalayış ile yakalayacağımız gün intikam alacağım. Bundan dolayı bu âyet, (hemen sonra gelen) Fir'avun kıssası ile bitişik gelmiştir. Çünkü Fir'avun ve kavmi de üzerlerindeki azâb açıldığı takdirde îman edeceklerine söz vermişler, fakat îman etmeyerek sonunda suda boğulup gitmişlerdi.

"Biz o azâbı az bir zaman açıp kaldıracağız. Fakat şüphesiz siz yine geri dönenlersiniz" ifadesi tam bir ifadedir. Ondan sonra yüce Allah:

"En büyük yakalayışla yakalayacağımız gün şüphe yok ki Biz intikam alıcılarız."

Biz bütün kâfirlerden intikam alacağız, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Anlam: "Sen dumanı da gözetle, yakalayacağımız günü de gözetle!" şeklinde olup aradaki atıf "vav"ı hazfedilmiştir. Nitekim: "Ateşten sakın, azaptan sakın" demeye (ve arada atıf "vav"ı getirmemeye) benzer.

"En büyük yakalayış" İbn Mes’ûd'un görüşüne göre Bedir günüdür. İbn Abbâs, Ubeyy b. Ka'b, Mücahid ve ed-Dahhak'ın görüşü de budur.

Kıyâmet günündeki cehennem azâbı olduğu da söylenmiştir. Bu da el-Hasen, İkrime ve yine İbn Abbâs'ın görüşüdür, ez-Zeccâc'ın tercih ettiği de budur.

Bunun kıyâmet gününden önce dünya hayatında meydana gelecek bir duman, açlık ya da kıtlık olduğu da söylenmiştir. el-Maverdî dedi ki: Kıyâmetin kopması olması ihtimali de vardır. Çünkü kıyâmet yüce Allah'ın dünya hayatındaki son yakalayışı olacaktır.

" Allah ondan intikam aldı" denilir, onu cezalandırdı demektir. Bunun ismi "Nikmet (intikam)" şeklinde olup, çoğulu da: ...diye gelir. Nikmet ile ukubet (intikam ve ceza) arasında fark olduğu da söylenmiştir. Ukubet masiyetten sonra gelir, çünkü akıbet kökünden gelmektedir. Nikmet ise ondan önce de olabilir. Bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır. Ukubet'in ceza olarak miktarının tesbit edildiği, intikamın ise miktarının sınırlandırılmadığı da söylenmiştir.

17

Yemin olsun ki onlardan önce Fir'avun kavmini de denedik. Onlara çok yüce, çok şerefli bir peygamber gelmiş idi.

Onları sınadık demektir. Buradaki "fitne (deneme) ve sınama"nın anlamı, itaat etmek üzere verilen emirdir. Âyetin anlamı şudur: Biz Mûsa'yı onlara peygamber olarak göndermek suretiyle, onlara sınayan kimsenin davranışı ile davrandık. Fakat onlar yalanladıkları için helâk oldular. İşte ey Muhammed, eğer îman etmeyecek olurlarsa, senin düşmanlarına da aynı şeyi yapacağım.

Buradaki

"denedik" âyetinin onları suda boğmakla azaplandırdık, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ifadede takdim ve tehir vardır ki, ifadenin takdiri şöyledir: Yemin olsun Fir'avun hanedanına şerefli ve yüce bir rasûl gelmişti. Biz de onları fitneye düşürdük. Yani onları suda boğduk. Çünkü fitne rasûllerin gelişinden sonra olur. Aradaki "vav" harfi ise tertibi (sırayı) ifade etmez.

"Çok yüce, çok şerefli" kavmi arasında böyle olan kişi demektir. Affetmek ve bağışlamak suretiyle ahlakı yüce diye de açıklanmıştır. el-Ferrâ'' dedi ki: Bu, Rabbi nezdinde yüce. ve şerefli demektir. Çünkü yüce Allah onu peygamberlik ve kendi sözünü işittirmek gibi özel bir konuma yükseltmişti.

18

"Allah'ın kullarını bana geri verin. Şüphesiz ki ben size (gönderilmiş) çok güvenilir bir peygamberim" diyerek;

"Allah'ın kullarını bana geri verin" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs dedi ki: Yani bu peygamber onlara gelerek: Bana uyun, demiştir. Buna göre:

"Allah'ın kulları" bir münadadır. Yani: ey Allah'ın kulları, bana uyunuz demek olur.

Mücahid dedi ki: Âyetin anlamı şudur: Allah'ın kullarını benimle gönderiniz ve onlara yaptığınız azâb ve işkencelere son vererek serbest bırakınız. Buna göre de

"Allah'ın kulları" anlamındaki âyet, mef'ûldür.

Siz bana kulaklarınızı veriniz ki, size Rabbimin risaletini tebliğ edeyim, anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Şüphesiz ki ben size gönderilmiş çok güvenilir bir peygamberim." Vahiy konusunda güvenilir bir kimseyim, bundan dolayı benim öğütlerimi kabul ediniz.

Sizden aldığım emanetlere karşı çok eminim, onlara hainlik etmem, diye de açıklanmıştır.

19

Ve: "Allah'a karşı üstünlük taslamayın. Çünkü ben size apaçık bir delil getiriyorum" diyerek.

"Ve Allah'a karşı üstünlük taslamayın." Ona karşı büyüklenmeyin, Ona itaat etmeyi büyüklüğünüze yedirmemezlik etmeyin. Katade: Allah'a karşı haddi aşmayın, diye; İbn Abbâs: Allah'a karşı iftirada bulunmayın, diye açıklamıştır. Haddi aşmak (bağy) ile iftira arasındaki farka gelince; haddi aşmak fiilen olur, iftira söz ile olur.

İbn Cüreyc: Allah'a karşı büyüklenmeyin, diye açıklamıştır. Yahya b. Sellam da: Allah'a ibadete karşı büyüklük taslamayın (yani büyüklenerek ibadet etmemezlik etmeyin), demiştir. (İbn Cüreyc'in) açıkladığı şekliyle büyüklenmek (tazim) gücü yeten kimsenin haksızlığa kalkışmasıdır. İstikbar (büyüklük taslamak) ise değersiz olanın üstünlük ve yücelik taslamasıdır. Bu açıklamayı el-Maverdî zikretmiştir.

"Çünkü ben size apaçık bir delil getiriyorum." Katade: Apaçık bir gerekçe getiriyorum, diye açıklamıştır. Yahya b. Sellam ise apaçık bir belge demiştir. Anlam birdir ki, bu da apaçık bir burhan (delil, belge) demektir.

20

"Ve muhakkak ki ben, beni taşlamanızdan benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz (olan Allah)a sığındım."

Sanki onlar kendisini öldürmekle tehdit etmişler de bunun üzerine Allah'a sığınmış gibidir.

Katade dedi ki:

"Taşlamanızdan" âyeti taşla beni öldürmenizden demektir. İbn Abbâs: Bana hakaret edip bu yalancı bir sihirbazdır, demenizden... diye açıklamıştır.

Nafî', İbn Kesîr, İbn Amir, Âsım ve Yakub:" Sığındım" derken, "zelr harfini izhar (açık) ile okumuştur. Diğerleri ise idganı etmişlerdir. İdgam tahfif (daha kolay okunması) maksadı iledir, izhar ile okumak ise, asla uygun olandır.

"Ben Allah'a sığındım" şeklinde mazi (geçmiş zaman) kipi kullanmasının sebebi, yüce Allah'ın kendisine:

"Size ulaşamayacaklardır" (el-Kasas, 28/35) diye söz vermiş olmasıdır.

Bir diğer açıklamaya göre: "Ben sığınıyorum" demek: "Allah adına senden istedim, Allah adına sana yemin verdim" derken bunu "...istiyorum... veriyorum" anlamında kullanılmasına benzer.

21

"Eğer bana îman etmiyor iseniz, o halde benden uzak durun."

"Eğer bana îman etmiyor iseniz" beni doğrulamıyor ve getirdiğim delil dolayısı ile Allah'a îman etmiyor iseniz... demektir. Buna göre: " Bana" lâfzındaki "lam" lam-ı ecl (dolayısıyla anlamını veren lam)dir.

Eğer bana îman etmiyorsanız, demek olduğu da söylenmiştir. Bu da yüce Allah'ın:

"Bunun üzerine kendisine Lut îman etti." (el-Ankebut, 29/26) âyeti gibidir ki... "...ona..." demektir.

"O halde benden uzak durun." Yani şirkiniz ile bana zarar vermeyin, beni bırakın. Ne benim lehime, ne de aleyhime olun. Bu açıklamayı Mukâtil yapmıştır. Âyetin, Allah aramızda hüküm verinceye kadar siz benden uzak durun, ben de sizden uzak duracağım, demek olduğu da söylenmiştir. Beni serbest bırakın ve bana eziyet vermeyin, diye de açıklanmıştır. Anlamlar birbirine yakındır.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

22

Rabbine: "Şüphesiz bunlar günahkar bir topluluktur" diye dua etti.

"Rabbine... dua etti" âyetinde hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani onlar kâfir oldular. O da Rabbine... dua etti, demektir.

"Şüphesiz bunlar" âyetindeki:

": Şüphesiz" lâfzında hemze üstündür. Bu da " Bunlar... diye" demektir.

"Günahkar bir topluluk" şirk koşan bir topluluk demektir. Onlar İsrailoğullarını serbest bırakmadıkları gibi, îman da etmediler.

23

(radıyallahü anhbbi buyurdu ki): "O halde geceleyin kullarımı al, götür. Muhakkak ki siz takib olunacaksınız."

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Mûsa (aleyhisselâm)'ın Kabul Edilen Duası:

"O halde geceleyin" sabah olmadan önce

"kullarımı al, götür." Biz onun duasını kabul ettik ve ona kullarımı yani İsrailoğullarından Allah'a îman eden kimseleri al götür, diye vahyettik.

"Muhakkak ki siz takib olunacaksınız."

"Geceleyin al götür" anlamındaki âyeti Hicazlılar: şeklinde vasl elifi ile okumuşlardır. İbn Kesîr de böyle okumuştur ki bu: “Yürü" kökünden gelmektedir. Diğerleri ise diye kat' ile ve: " Yürüttü" kökünden gelen bir fiil olarak okumuşlardır Hicazlıların ve diğerlerinin okuyuşuna göre anlam: "...onlarla gir şeklinde verilebilir. Buna dair açıklamalar daha önceden (Hud Sûresi, 11/81. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Fir'avun'un, Mûsa'nın arkasından çıkışına dair açıklamalar da daha önceden el-Bakara (2/50. âyet), el-Araf (7/137-138. âyetler), Tâ-Hâ (20/77-79. âyetler), Şuara (26/52. âyet ve devamı) ile Yûnus (10/90) sûrelerinde geçmiş bulunmaktadır. Yine buralarda Fir'avun'un suda boğulup Mûsa'nın kurtarılışından da sözedilmişti. Tekrarlamanın anlamı yoktur.

2- Geceleyin Yolculuk Yapmanın Sebebi:

Yüce Allah Mûsa (aleyhisselâm)'a geceleyin yola çıkmasını emretmiştir. Geceleyin yolculuk yapmak da çoğunlukla korku sebebiyle olur.

Korku da iki sebebten dolayı olur. Ya düşmandan korkulur, bu durumda gece örtülerini indiren bir örtü edinilmiş olur, bu da yüce Allah'ın örtülerinden birisidir.

Yahutta bineklere ve yolculuk yapanlara sıcaklık yahut kuraklık sebebiyle zorluk olur korkusu ile gece yolculuk yapılır. Bu durumda gece yolculuk yapılarak maslahat gerçekleştirilmiş olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ihtiyaca ve maslahatın gereğine uygun olarak, tüm gece boyunca yolculuk yapardı. Gecenin ilk vakitlerinde de yolculuk yaptığı olurdu. Kimi zaman hale riayet ederek şefkatle yol alır, kimi zaman da acele ederdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen sahih hadiste şöyle denilmektedir: "Bol mahsulü olan yerlerde yolculuk yaptığınız vakit, develere yerden paylarını veriniz. Kurak yerlerde yolculuk yapacak olursanız, o zaman güçlerinin bir kısmı henüz kendilerinde var iken yerinize ulaşmaya bakınız." Müslim, III, 1525; Tirmizi, V, 143; Ebû Davud, III, 28; Müsned, II, 337 Bu daha önce en-Nahl Sûresi'nin baş taraflarında (16/7. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

24

"Denizi de olduğu gibi açık bırak. Çünkü onlar boğulacak bir ordudur."

" Açık" lâfzını İbn Abbâs yol diye açıklamıştır. Ka'b ve el-Hasen de böyle demiştir. Yine İbn Abbâs'tan, açık yol demek olduğu nakledilmiştir, ed-Dahhak ve er-Rabî düz olarak, İkrime kuru olarak diye açıklamışlardır. Çünkü yüce Allah bir başka yerde:

"Onlar için denizde kupkuru bir yol aç" (Ta-Ha, 20/77) diye buyurmuştur. Bunun "ayrı" anlamında olduğu da söylenmiştir. Mücahid arada bir boşluk bırakacak şekilde ayrı diye açıklarken, yine ondan kuru anlamına geldiği de nakledilmiştir. Sakin ve hareketsiz diye açıkladığı da rivâyet edilmiştir. Dilde bilinen anlamı budur. Katade ve el-Herevî de böyle demişlerdir.

Başkaları ise, arasında boşluk bulunan ayrı diye açıklamışlardır. İbn Arafe şöyle demektedir: Lâfızları ayrı olsa bile manaları birdir. Çünkü denizin akması durdu mu ayrılır ve boşluk olur. İşte denizin akması böylece durdu ve Mûsa için ayrılmış oldu.

Araplara göre: "Sakin" demektir. Mesela: "Atlar sükunetle geldiler" demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Atlar dizginleriyle sükunetle hızlıca yol alıyorlar,

İri damlalar yağdıran ve dolusuda olan buluttan kurtulan kuş gibi."

el-Cevherî dedi ki: "Bu işi sükunetle yap" anlamında denilir, " Sakin ve müreffeh bir yaşayış"; "Develerin su içtikleri yerin uzakta bulunduğu yumuşak ve düzlük arazi"yi anlatmak için kullanılır. "Deniz sakinleşti" demektir.

Ebû Ubeyde dedi ki: "Ayaklarını (adımlarını) açtı, açar" demektir. Yüce Allah'ın:

"Denizi de olduğu gibi açık bırak" âyeti da buradan gelmektedir. "Kolay yol alış" demektir. "Atlar sükunetle geldi" denilir. İbnu'l-A'rabî dedi ki: "Yürüyüşte zorluk çıkarmadı, çıkarmaz" demektir. el-Katamî de binekleri nitelendirirken şunları söylemektedir:

"Rahat ve kolay yürür (o binek)ler, bunun için ne sağrıları yardımsız bırakır,

Ne de göğüsleri sağrılarına bel bağlar."

"Yüksekçe bir yer" demektir. Aynı şekilde içinde suyun toplandığı alçak ve çukur yer anlamına da gelir. O halde bu, zıt anlamlı lâfızlardandır.

Ebû Ubeyd dedi ki: "Bir kavmin kaldığı yerde yağmur ve başka suların içine aktığı yuvarlak ve çukurca yer" demektir. Hadîs-i şerîfte de: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) evin etrafındaki boşlukta, yolda iki ev arasındaki yolda, evin arka tarafında ve: "Çukur yerde" şuf'a bulunmadığına hükmetmiştir İbnul-Esir, en-Nihaye, II, 258, 285. denilmektedir. Çoğulu ...diye gelir. en-Nadr b. Şumeyl'in naklettiğine göre: "Ferci geniş kadın" demektir. Yine bu kelime bir çeşit kuşun da adıdır. Denildiğine göre bu turna kuşudur.

el-Herevî dedi ki: Buradaki

"açık" lâfzının Mûsa'nın sıfatı olması da mümkündür. el-Kuşeyrî de böyle demiştir. Sükunetle yavaş yavaş yürü, demek olur. O halde bu Mûsa'nın ve onun kavminin sıfatı olup denizin sıfatı değildir. Birinci görüşe göre ise denizin sıfatıdır, yani sen denizi ayrılmış haliyle sakin olarak bırak. Ona, eski haline gelmesi için kavuşması emrini verme ki, Fir'avun ve kavmi de içine girsin.

Katade dedi ki: Mûsa denizi aştıktan sonra tekrar eski haline gelsin diye asasıyla denize vurmak istedi. Fir'avun'un peşinden gelmesinden korkmuştu. İşte bundan dolayı ona bu emir verildi.

Bu kelimenin "sükunet"den gelmeyip, iki şey arasındaki açıklık ve boşluk anlamında olduğu da söylenmiştir. Mesela: " İki ayağın (adımların) arasını açtı" denilir. Buna göre bu, açık ve birbirinden ayrı demek olur. el-Leys dedi ki: "Sükunetle yürümek" demektir. "Sükunetle yürüdü, yürür, sükunetle yürümek" denilir ki böyle yürüyen kişiye -ism-i fail denilir. " Rahat ve sakin bir yaşayış" demektir. " Sen bu işi zorluksuz ve sükunet ile yap!" anlamındadır ki bu anlamı az önce zikretmiş bulunuyoruz.

"Çünkü onlar" yani Fir'avun ve kavmi

"boğulacak bir ordudur." Yüce Allah kalbi sükun bulsun diye bunu Mûsa'ya haber verdi.

25

Onlar nice bahçeleri, pınarları geride bırakmışlardı;

26

Nice ekinleri ve değerli konakları;

"Onlar nice bahçeleri, pınarları geride bırakmışlardı. Nice ekinleri ve değerli konakları" âyetindeki:

"Nice" çokluk bildirmek içindir. Bu âyet-i kerimelerin anlamına dair açıklamalar, daha önceden eş-Şuara Sûresi'nde (26/57-58. âyetlerin tefsirinde) yeterince geçmiş bulunmaktadır.

27

Zevk ve safa sürdükleri nice nimetleri de.

"Zevk ve safa sürdükleri nice nimetleri de" âyetindeki:"nun" harfinin üstün ile gelmesi, nimet içinde bulunmak demektir. -Aynı kökten olmak üzere-: "Allah ona nimet ihsan etti" denilir. "Ona nimet verdi, o da nimetten yararlandı" demektir. "Nimet içinde kadın" anlamındadır.

"Nimet" şeklinde - "nun" harfi esreli olarak- iyilik, ihsan, lutufta bulunmak ve bir kimseye ihsan olunan nimet olarak verilen şey demektir, ) da böyledir. Eğer "nun" harfi üstün olarak okunursa, o vakit (mim harfinden sonra) med ile; " Bol nimetler" denilir, de -anlam bakımından-onun gibidir. "Filanın malı çoktur" demektir. Bütün bu açıklamaları el-Cevherî'den naklettik. İbn Ömer dedi ki: Burada "nimet"ten kasıt, Mısır Nil'idir. İbn Lehia ise el-Feyyum"dur, demiştir. İbn Ziyad'a göre hayırlarının çokluğu dolayısıyla Mısır topraklarıdır.

İçinde bulundukları bolluk ve rahatlık olduğu da söylenmiştir. Bu kelime -"nun" harfi hem üstün, hem de esreli olarak- hem diye hem) diye kullanılır. Bunu da el-Maverdî nakletmiştir. el-Maverdî dedi ki: Bu iki lâfız arasındaki fark iki türlü açıklanmıştır. Birincisine göre "nun" kesreli olursa, sahib olunan mülk hakkında kullanılır. Üstün olarak kullanılırsa beden ve din anlamında kullanılır. Bu açıklamalan en-Nadr b. Şumeyl yapmıştır. İkinci açıklamaya göre "nun" harfi kesreli olursa, minnet ve ihsan ve bağış demektir. Üstün ile okunursa, geniş yaşayış ve rahatlık anlamındadır. Bu açıklamayı da İbn Ziyad yapmıştır. Derim ki: es-Sıhah'ta ifade edilen fark da aynen böyledir, biz de onu zikretmiş bulunuyoruz.

Ebû Reca, el-Hasen, Ebû'l-Eşheb, el-A'rec, Ebû Cafer ve Şeybe "zevk ve safa sürdükleri" anlamı verilen kelimeyi elif siz olarak: diye okumuşlardır ki, bu şımarık ve azgın halde oldukları... demektir. el-Cevherî dedi ki: "Gönlü hoş, çok şakacı adam" demektir. Böyle olana: denilir. Aynı zamanda "şımarık ve azgın" anlamına da gelir. Bu âyet: şeklinde "azgın ve şımarık idiler" anlamında okunmuştur. Aynı şekilde "Bol nimetler içinde" anlamında da okunmuştur. el-Kuşeyrî bu okuyuş oyalananlar ve eğlenip duranlar, demektir. Mesela " O çok mizahçıdır" denilir. " Mizah yapan kimse" anlamındadır.

es-Sa'lebî dedi ki: Bu iki söyleyiş -uyanık ve tetikte olan kimse anlamına gelen-: ve geniş, ferah anlamına gelen: kelimelerinin iki ayrı söyleyişine benzer. Bir diğer açıklamaya göre "fe"den sonra "elif" ile yiyen bir kimsenin çeşitli fakihe (meyve) türlerinden istifade ettiği gibi çeşitli lezzetlerden faydalanan kimse demektir. Fakihe ise kaçınılmaz olan temel gıdadan fazla olan şeye denilir.

28

İşte böyle... Biz onları başka bir kavme miras verdik.

ez-Zeccâc dedi ki: "Durum işte böyledir" anlamındadır. Buna göre " İşte böyle" üzerinde vakıf yapılır.

Buradaki "keP harfinin "Biz helâk etmek istediğimiz kimselere işte böyle uygulama yaparız" takdirinde nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir.

el-Kelbî: İşte Bana isyan eden kimselere Ben böyle yaparım, diye açıklamıştır. Onların durumları

"işte böyle" idi, bu sebebten helâk edildiler diye de açıklanmıştır.

"Biz onları başka bir kavme miras verdik." Kasıt İsrailoğullarıdır. Yüce Allah daha önce oralarda köleleştirilmiş iken Mısır'ı onlara mülk verdi. Böylece oraya mirasçı oldular. Buna sebeb ise mirasın mirasçıya ulaşması gibi, buraların da onların eline geçmesi idi. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Zaafa uğratılagelmiş kavmi de bereketlendirdiğimiz yerin doğularına da, batılarına da mirasçı kıldık" (el-Araf, 7/137) âyetidir.

29

Gök ve yer ağlamadı onlar için ve onlar mühlet verilenler de olmadı.

"Gök ve yer" küfürleri sebebiyle

"ağlamadı onlar için ve onlar" in suda boğulmaları ertelenmek suretiyle

"mühlet verilenler de olmadı." Araplar kendilerinden ileri gelen birilerinin vefat etmesi halinde: "Onun için gök ve yer ağladı" derlerdi. Yani onun ölümü ile gelen musibet herşeyi kapsamına aldı. Öyle ki gök, yer, rüzgar ve şimşek de onun için ağladı, kış geceleri bile onun için ağladı. Şair şöyle demektedir:

"Rüzgar kederinden ağlıyor,

Ve şimşek bulut arasında parlıyor."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Güneş doğuyor tutulmuş değildir,

Fakat gecenin yıldızlarını ve ayı senin için ağlatıyor."

(Tarif kızı Leyla) el-Hariciye dedi ki:

"Ey mürver ağacı, ne diye yaprakların hala duruyor?

Sanki sen Tarifin oğlu için matem tutmuyor gibisin."

Bu, onun için ağlayıp sızlanmak ve matem tutmak gereğini anlatmak maksadı ile temsil, teşhis ve mübalağa yoluyla kullanılmış ifadelerdir.

Âyetin anlamı şudur: Onlar helâk oldular. Fakat musibetleri kimseye büyük gelmedi ve kimse yoklukları dolayısıyla bir boşluk hissetmedi.

İfadede hazfedilmiş lâfızlar olduğu da söylenmiştir. Yani semada ve arzda bulunan melekler onlar için ağlamadı. Bu da yüce Allah'ın:

"Kasabaya sor." (Yusuf, 12/82) âyetine benzemektedir. Üzülmek şöyle dursun, onların helâk olmalarına sevindiler bile. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır.

Yezid er-Rekaşî, Enes b. Malik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her bir mü’minin mutlaka semada iki kapısı vardır. Birisinden onun rızkı iner, birisinden de onun sözleri ve amelleri girer. Öldü mü bu iki kapı onun yokluğunu hisseder ve onun için ağlarlar." Sonra yüce Allah'ın:

"Gök ve yer ağlamadı onlar için" âyetini okudu. Tirmizi, V, 380; Ebû Ya'la, Müsned, VI, 160; Heysemi, Mecmau'z-zevaid, VII, 105.

Yani onlar yeryüzünde salih bir amel işlemediler ki, bundan dolayı yer onlar için ağlasın, semaya da salih bir amelleri yükselmedi ki, artık böyle bir şey kesilmiş olduğu için ağlasın.

Mücahid dedi ki: Şüphesiz gök ile yer mü’min için kırk gün süreyle ağlarlar. Ebû Yahya dedi ki: Ben onun bu sözüne hayret ettim. Bu sefer hayret mi ediyorsun? dedi. Yer rüku ve sücud ile kendisini imar eden bir kula niye ağlamasın? Gök, teşbih ve tekbiri tıpkı arı vızıltısı gibi kendisinde yankılanan bir kula niye ağlamasın?

Ali ve İbn Abbâs -Allah onlardan razı olsun- dedi ki: O mü’min için yerdi de namaz kıldığı yer, semada da amelinin yükseldiği yer ağlar.

Buna göre âyetin takdiri şöyle olur: Semada amellerinin yükseldiği yer onlar için ağlamadığı gibi, yerde ibadet ettikleri yerler de onlar için ağlamadı. Said b. Cübeyr'in açıklamasının anlamı da budur.

Yerin ve göğün ağlaması ile ilgili üç açıklama vardır.

1- Bu canlı varlıkların bilinen ağlaması gibidir. Mücahid'in görüşü de sanki böyledir. Şureyh el-Hadramî dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz İslâm garib başladı. Başladığı gibi tekrar garib avdet edecektir. Kıyâmet gününde gariblere ne mutlu!" Bu kadarıyla: Müslim, I, 130, (Ebû Hüreyre'den),131, (Ömer'den); Tirmizi, V, 18, (Abdullah b. Mes'ûd'dan); Dârimi, II, 402. Abdullah b. Mes'ûd'dan) Onlar kimlerdir, ey Allah'ın Rasûlü? diye soruldu. O: "Onlar insanlar bozulduğunda ıslah yapanlardır" Buraya kadar: Taberani, Evsat, V, 149, VIII, 308, IX, 12-13.

Sonra da şöyle buyurdu: "Şunu bilin ki, mü’min için gariblik yoktur. Bir mü’min gurbette kendisi için ağlayanların bulunmadığı bir yerde ölürse, mutlaka gök ile yer onun için ağlar." Daha sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Gök ve yer ağlamadı onlar için" âyetini okudu ve şöyle buyurdu: "Şunu bilin ki onlar kâfir için ağlamazlar." Bu şekliyle ve tamamen: Taberi, Tefsir, XXV, 125; el-Acluni, Keşfu'l-Hafa, I. 333'te Beyhaki tarafından Şuabu'l-îman'da rivâyet edildiğini belirtmektedir.

Derim ki: Ebû Nuaym de şu rivâyeti zikretmektedir. -İki asıl nüshadaki şekliyle-: Bize- Muhammed b. Mamer anlattı dedi ki: Bize Ebû Şuayb el-Harranî anlattı, dedi ki: Bize Yahya b. Abdillah anlattı, dedi ki: Bize el-Evzaî anlattı, dedi ki: Bana Atâ el-Horasanî anlattı dedi ki: Bir kul Allah için yeryüzünde herhangi bir yerde bir secde yapacak olursa, mutlaka kıyâmet gününde onun için şahidlik eder ve öleceği gün de onun için ağlar.

2- Yerin ve göğün ağlamasının, etraflarının kızarması olduğu da söylenmiştir. Bunu Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh), Atâ, es-Süddî, et-Tirmizî Muhammed b. Ali söylemiş ve ayrıca bunu el-Hasen'in görüşü olarak da nakletmiştir. es-Süddî dedi ki: el-Huseyn b. Ali -Allah ikisinden de razı olsun- şehid edilince sema onun için ağladı. Ağlaması, kızarmasıdır.

Cerir, Yezid b. Ebi Ziyad'dan şöyle dediğini nakletmektedir: el-Huseyn b. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) öldürülünce bundan dolayı semanın ufukları dört ay süreyle kızarık kaldı. Yezid dedi ki: Onun kızarması, ağlamasıdır.

Muhammed b. Şîrîn dedi ki: Bize haber verdiklerine göre şafakla birlikte görülen kırmızılık, el-Huseyn b. Ali (radıyallahü anh) şehid edilinceye kadar yoktu. Süleyman el-Kadî dedi ki: el-Huseyn'in öldürüldüğü gün üzerimize kan yağdı.

Derim ki: Darakutnî'nin rivâyet ettiği bir hadise göre Malik b. Enes, Nafi'den, o İbn Ömer'den şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şafak (denilen şey) kırmızılıktır." Darakutni, I, 269; Muvatta’, I, 12; Beyhaki, es-Sünenü'l-Kübra, I, 373; bu rivâyetin sübutu ile ilgili bazı mülahazalar için bk. İbn Huzeyme, Sahih, I, 182, 184.

Ubade b. es-Samit ile Şeddad b. Evs'ten şöyle dedikleri nakledilmiştir: Şafak iki çeşittir. Birisi kırmızılık, birisi beyazlıktır. Kırmızılık kayboldu mu artık namaz kılınabilir.

Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Şafaktan kasıt kırmızılıktır. Bunlar da İbn Şîrînin naklettiklerini reddetmektedir. Daha önce el-İsra Sûresi'nde (17/7. âyetin tefsirinde) Kurra b. Halid'den şöyle dediğini kaydetmiş idik: Sema Yahya b. Zekeriya ve el-Huseyn b. Ali dışında kimse için ağlamadı. Onun kızıllığı ağlamasıdır.

Muhammed b. Ali et-Tirmizî dedi ki: Ağlamak bir şeyi dışarı salmaktır. Eğer göz suyunu dışarı salarsa ağladı denilir. Sema etrafa kırmızılığını salarsa, ağladı denilir. Yer tozunu salarsa, ağladı denilir. Çünkü mü’min bir nurdur, onunla birlikte de Allah'ın nuru vardır. Yer -bizim gözlerimiz görmese dahi- mü’minin nuru ile aydınlıktır. Mü’minin nurunu kaybetti mi bu sefer tozlanır ve tozunu dışarıya vurur. Çünkü o, müşriklerin günahları sebebiyle tozlu dumanlıdır. Mü’minin nuru ile de aydınlıktır. Oradaki mü’minin canı alındı mı bu sefer tozunu dışarı salar.

Enes dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'ye gittiği gün herşey aydınlandı. Ruhunun kabzedildiği günde de herşey karardı. Biz onun defninde bulunurken henüz ondan (toprağından) ellerimizi silkelememiştik ki, kalblerimizi tanımaz hale geldik. Tirmizi, V, 588; İbn Mace, I, 522; Müsned, III, 221, 268.

Semanın ağlaması -el-Hasenin dediği gibi- onun kızarmasıdır.

Nasr b. Âsım dedi ki: İlk alamet, ortaya çıkacak bir kızıllıktır. Bu ise kıyâmetin yaklaşmış olması sebebiyle olacaktır. Mü’minlerin nurlarını tamamen yitirmiş olacağından ağlayacaktır.

3- (Yerin ve göğün) ağlaması demek üzüntü ve kedere delalet eden bir alametin onda görülmesi demektir, diye de açıklanmıştır.

Derim ki: Birinci görüş daha kuvvetli görülmektedir. Çünkü bu hususta imkansız görülecek bir taraf yoktur. Gökler ve yer tesbih ettiğine, duyup konuştuğuna göre -el-İsra (17/44. âyetin tefsiri), Meryem (19/90. âyetin tefsiri) ve Ha, Mim Fussilet (41/11. âyetin tefsirin)de açıkladığımız gibi- aynı şekilde bu hususta varid olmuş habere göre de ağlarlar. Bu görüşlerin hangisinin doğru olduğunu en iyi bilen Allah'tır.

30

Yemin olsun Biz kurtardık İsrailoğullarını o horlayıcı azaptan.

31

(Yani) Fir'avun'dan. Çünkü o üstünlük taslayan, haddi aşanlardan idi.

Bu âyetle Kıbtîlerin, Fir'avun'un emri ile erkek çocukların öldürülmesi, kızların hizmetlerinde kullanılması, İsrailoğullarının köleleştirilmesi ve onlara ağır angarya işlerin yükletilmesi şeklindeki uygulamalar kastedilmektedir.

"Fir'avun'dan" âyeti

"o horlayıcı azabtan" âyetinden bedeldir. Buna göre: "--dan" lâfzı

"azaptan" âyetine taalluk etmez. Çünkü

"azâb" artık sıfat almış bulunmaktadır. Sıfat aldıktan sonra ise fiil gibi amel etmez.

Âyetin: Biz onları hem azaptan, hem de Fir'avun'dan kurtardık, anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Çünkü o üstünlük taslayan, haddi aşanlardan idi." Yani müşriklerden bir zorba idi. Buradaki üstünlük öğülmeye değer bir üstünlük türü değildir, aksine bu haddi aşan, günahkarlıkta ileri giden bir üstünlük taslamaktır. Anlam itibariyle Yüce Allah'ın:

"Şüphe yok ki Fir'avun arzda üstünlük sağlamaya kalkıştı." (el-Kasas, 28/4) âyetine benzemektedir.

Buradaki üstünlük taslamanın, Allah'ın kullarına karşı üstünlük taslamak olduğu da söylenmiştir.

32

Yemin olsun ki Biz onları bilerek âlemler üzerine seçkin kılmıştık.

"Yemin olsun ki Biz onları" İsrailoğullarını

"bilerek" aralarından çokça peygamber gelmiş olması sebebiyle onların durumunu bildiğimiz halde

"âlemler üzerine" kendi çağdaşları olan âlemler üzerine

"seçkin kılmıştık."

Buna delil de yüce Allah'ın bu ümmete hitaben:

"Siz insanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" (Al-i İmrân, 3/110) diye buyurmuş olmasıdır. Katade ve başkalarının görüşü budur.

Bir diğer görüşe göre aralarında göndermiş olduğu peygamberler sebebiyle bütün âlemler üzerine demektir. Bu da onların bir özelliğidir, başkalarının böyle bir özelliği yoktur. Bunu İbn Îsa, ez-Zemahşerî ve başkaları nakletmiştir. Buna göre yüce Allah'ın:

"Siz en hayırlı bir ümmetsiniz" âyeti İsrailoğullarından sonra... demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bir diğer açıklamaya göre burada sözü edilen seçme onların boğulmaktan kurtarılmaları ve Fir'avun'dan sonra yerin onlara miras verilmesidir.

33

Ve onlara kendilerinde apaçık bir imtihan bulunan bir kısım âyetler de vermiştik.

"Ve onlara kendilerinde apaçık bir imtihan bulunan bir kısım âyetler"

Mûsa'ya ait birtakım mucizeler

"de vermiştik."

Katade dedi ki: Ayetlerden kasıt, onların Fir'avun'dan kurtarılmaları, onlar için denizin yarılması, bulut ile gölgelendirilmeleri, üzerlerine men ile selvanın indirilmesidir. Bu durumda bu, İsrailoğullarına yönelik bir hitab olur.

Ayetler'den kastın asa ve el olduğu da söylenmiştir. Muhtemelen el-Ferrâ'nın görüşü budur. Bu takdirde de hitab Fir'avun kavmine yönelik olur.

Üçüncü görüşe göre bundan kasıt, Allah'ın kendilerinden savdığı kötülük ve onlara yerine getirmelerini emrettiği hayırdır. Bu açıklamayı Abdu'r-Rahmân b. Zeyd yapmıştır. Bu durumda da hitab, aynı zamanda her iki kesime birlikte yani hem Fir'avun kavmine, hem de İsrailoğullarına yöneltilmiş olur.

Yüce Allah'ın:

"Apaçık bir imtihan" âyeti ile ilgili dört çeşit açıklama yapılmıştır:

1- Bundan kasıt, açık bir nimettir. Bu açıklamayı el-Hasen ve Katade yapmıştır. Nitekim yüce Allah:

"Kendi nezdinden güzel bir imtihan ile denemek için" (el-Enfal, 8/17) diye buyurmaktadır. Şair Züheyr de şöyle demiştir:

"Onları, sınadığı imtihanın en hayırlısı ile sınadı."

2- Çetin azâb demektir. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' yapmıştır.

3- Mü’min ile kâfirin kendisi ile ayırdedileceği bir imtihandır. Bu açıklamayı da Abdu'r-Rahmân b. Zeyd yapmıştır.

4- Yine ondan nakledildiğine göre; onların imtihan edilmeleri bolluk ve sıkıntılar ile denenmeleridir. Daha sonra yüce Allah'ın:

"Biz sizi şer ve hayırla imtihan olmak üzere deneriz" (el-Enbiya, 21/35) âyetini okudu.

34

Şüphesiz bunlar elbette şöyle diyorlar:

35

"O ancak bizim ilk ölümümüzdür ve bizler diriltilip kaldırılacak değiliz.

36

"Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi atalarımızı getirin."

"Şüphesiz bunlar" Kureyş kâfirleri

"elbette şöyle diyorlar: O, ancak bizim ilk ölümümüzdür." Mübteda ve haberi ihtiva etmektedir. Bu yönüyle Yüce Allah'ın:

"O ancak senin fitnen (imtihanın)dır."

"O ancak bu dünya hayatımızdır" (el-Muminun, 23/37); buyruklarına benzer.

"Ve bizler diriltilip, kaldırılacak değiliz."

"Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi atalarınızı getirin."

"Allah ölüleri diriltti, onlar da dirildiler" denilir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Enbiya. 21. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Diriltilenler" demektir.

Bu sözleri Kureyş kâfirlerinden söyleyenin Ebû Cehil olduğu bildirilmiştir. O şöyle demişti: Ey Muhammed! Şayet senin bu sözün doğru ise, sen bize atalarımızdan iki kişiyi dirilt. Birisi Kusay b. Kilab olsun, çünkü o doğru sözlü bir kimse idi. Biz ona ölümden sonra olacak şeyleri soracağız.

Ebû Cehil'in bu sözü, bu hususta şüphe diye ileri sürüleceklerin en zayıfıdır. Çünkü öldükten sonra diriltmek, ancak amellerin karşılığının verilmesi içindir, teklif için değildir. O sanki şöyle demiş gibidir: Eğer sen onların tekrar diriltilecekleri hususunda doğru söylüyor isen, haydi mükellef kılınmaları için tekrar onları dirilt. Yine bu, bir kimsenin şöyle demesine benzer: Eğer bizden sonra birtakım çocuklarımız dünyaya gelecek ise niçin geçmiş atalarımız geri dönmüyor? Bu açıklamayı el-Maverdî nakletmiştir.

Ayrıca "atalarımızı getirin" ifadesi sadece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitabtır. Yüce Allah'ın:

"Rabbim beni döndürün." (el-Muminun, 23/99) âyetinde (çoğul olmakla birlikte tek kişiye hitab olması) gibi. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' yapmıştır. Bunun hem peygambere, hem de ona tabi olanlara hitab olduğu da söylenmiştir.

37

Bunlar mı hayırlıdır? Yoksa Tubba' kavmi ve onlardan öncekiler mi? Biz onları bile helâk ettik. Çünkü onlar günahkar idiler.

"Bunlar mı hayırlıdır? Yoksa Tubba' kavmi... mi?" sorusu inkar için sorulmuş bir sorudur. Yani onlar bu sözlerinden ötürü azâbı hak ediyorlar. Zira bunlar Tubba' kavminden ve helâk edilmiş ümmetlerden daha hayırlı değildirler. Biz onları helâk ettiğimiz gibi, bunlar da aynı durumdadır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Acaba bunların mı nimeti daha çok, malları daha fazladır, yoksa Tubba' kavminin mi?

Bir başka açıklamaya göre de: Acaba bunlar mı daha güçlü, daha çetin, daha çok korunabilen kimselerdir, yoksa Tubba' kavmi mi?

"Tubba'" ile kastedilen tek bir şahıs değildir. Bununla bütün Yemen hükümdarları kastedilir. Onlar hükümdarlarına

"Tubba"' ismini verirlerdi. Buna göre Tubba' müslümanların halifesi, İranlıları Kisrası, Bizanslıların Kayseri gibi krallarına verilen bir lakabtı.

Ebû Ubeyde dedi ki: Bunların herbirisine Tubba' denilmesinin sebebi, herbirilerinin kendisinden önce gelene tabi olmasından dolayıdır.

el-Cevherî der ki: Tubbalar Yemen krallarıdır. Tubba' aynı zamanda gölge demektir. Şair şöyle demiştir:

"Suya topluluklar ve topluluklar gelir,

Tıpkı kekliğin gölgenin tam öğle vaktinde kısaldığı vakit suya gelişi gibi."

Tubba' aynı zamanda bir çeşit kuşun adıdır.

es-Süheylî dedi ki: Yemen, Şihr ve Hadramevt'in hükümdarlığını yapan herkese Tubba' ismi verilir. Eğer sadece Yemen'in hükümdarı ise o kimseye Tubba' denilmez. Bunu da el-Mesudî söylemiştir.

Tubba'lardan bazıları Hemal Zu Seded'in oğlu el-Haris er-Raiş, Ebrehe Zu'l-Menar Amr Zu’l-Ez'ar, Semerkand'ın kendisine nisbet edildiği Şemr b. Malik, Berberileri, Kenan diyarından Afrikaya sürükleyen Afrikis b. Kays. Afrika bu sonuncunun ismini almıştır.

Ayetlerden anlaşıldığına göre yüce Allah, bunlardan sadece birisini kastetmiştir. Araplar bu kişiyi bu isimle diğerlerinden daha çok tanıyorlardı. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben Tubba'ın lanete uğramış birisi olup olmadığını bilmiyorum." Ebû Davud, IV, 218. Yine ondan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Tubba'a sövmeyiniz, çünkü o mü’min bir kimse idi." Müsned, V, 340; Taberani, Kebir, VI, 203, 296.

İşte bu Tubba'ın muayyen bir kişi olduğunu göstermektedir. Bu da -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- önceleri oraya hücum etmek isterken, daha sonra Beytullah'a örtü giydiren Ebû Kereb'dir. Medine'ye hücum edip orayı harab etmek istemişken daha sonra ismi Ahmed olan bir peygamberin hicret edeceği yer olduğu kendisine haber verilince, bu işten vazgeçmişti. Ayrıca bir şiir söylemiş ve bunu Medinelilere emanet bırakmıştı. Onlar da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hicret edinceye kadar biri diğerinden miras alıyordu ve sonra bunu peygambere teslim ettiler. Denildiğine göre bu mektub ile şiir Ebû Eyyub Halid b. Zeyd (el-Ensarî)nin yanında idi. Burada şu beyitler yer almaktadır:

"Ahmed hakkında şahidlik ederim ki o,

Bütün canlıları yaratan Allah'tan bir rasûldür.

Ömrüm uzatılırsa, o hayata geleceği vakte kadar,

Ben onun yardımcısı ve amcası oğlu olurdum."

ez-Zeccâc, İbn Ebi'd-Dünya, ez-Zemahşerî ve başkalarının naklettiklerine göre İslâm geldikten sonra Sana'da -Himyer taraflarında da söylenir- ona Yayına hazırlayanın belirttiği gibi "ona" anlamındaki ifade bazı nüshalarda yoktur. Uygun olanı bu görünüyor. ait bir kabir kazılmış orada cesetleri bozulmamış iki kadın bulunmuş. Başlarının yanında da gümüşten bir levha üzerinde, altından: "Bu Hubba ve Lemis'in kabridir" diye yazılı imiş. Yine rivâyete göre "Hubba ve Tumazer" bir diğer rivâyete göre ise; "Bu Radva'nın kabri ile Hubba'nın kabridir. Bunlar Tubba'ın kızlarıdır. Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şahitlik ederek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayarak öldüler. Kendilerinden önceki salihlerde bu inanç üzere öldüler."

Derim ki: İbn İshak ve başkasının rivâyetine göre Tubba'ın yazdığı mektubta şunlar da varmış: "İmdi ben sana ve sana indirilen kitaba îman ettim. Ben senin dinin ve sünnetin üzereyim. Senin ve herşeyin Rabbine îman ettim. Rabbinden gelen İslâm'ın bütün şeriatine de îman ettim. Eğer sana yetişecek olursam ne güzel. Şayet yetişmeyecek olursam, bana şefaat et ve kıyâmet gününde beni unutma. Ben senin ümmetinin ilklerindenim. Sen gelmeden önce sana bey "at ettim. Ben senin ve baban İbrahim (aleyhisselâm)'ın dini üzereyim." Daha sonra mektubunu mühürleyip, onun üzerine de:

"Önünde de, sonunda da emir Allah'ındır" (er-Rum, 30/4) diye nakşetti. Mektubunun üzerine adres olarak da şunu yazdı: "Allah'ın nebisi ve rasûlü, peygamberlerin sonuncusu, âlemlerin Rabbinin elçisi, Abdullah oğlu Muhammed'e birinci Tubba'dan."

Buna dair haberin geri kalan bölümlerini ve başını Farabi -Allah'ın rahmeti üzerine olsun'ye el-İsra, 17/44. ayetin sonlarında müellifin ismi el-Fadari olarak kayd edilmektedir. Ancak orada kitabın aslının ismi: "el-İşrinatu'n-Nebeviyye" olarak geçmektedir. Muhtemelen müellifin isminin doğru sekli orada kaydedildiği gibidir. Kitabın doğru ismi de burada kaydedilen olmalıdır. Ayrıca tercümemizin başına koyduğumuz Kurtubi ve Eşlerine dair çalışmamızın: "Kurıubi'nin Eserleri'" başlığına bakılabilir. ait "el-Aşru Beyyinati'n-Nebeviyye" şerhi olarak yazdığı "el-Lumau'l-Lu'luiyye" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.

Tubba'ın öldüğü günden, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak gönderildiği güne kadar geçen süre eksiksiz ve fazlasız olarak tam bin yıldır.

Tubba'ın peygamber mi, yoksa kral mı olduğu hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbâs: Tubba' bir peygamber idi, derken, Ka'b da şöyle demiştir: Tubba' krallardan bir kral idi, kavmi kehanet yapan kimselerdi. Onlarla beraber ehl-i kitaptan da bir kesim vardı. Her iki kesime biner kurban sunmalarını emretti. Onlar da bunu yerine getirdiler, kitap ehlinin kurbanı kabul edilince İslâm'a girdi.

Âişe (radıyallahü anha) dedi ki: Tubba'a sövmeyiniz, çünkü o salih bir kişi idi. Katade'nin naklettiğine göre de Tubba', Himyerlilerden bir kişi idi. O askerleriyle birlikte Hire üzerinden Semerkand'a gelip orayı yıkmıştı. Bunu el-Maverdî nakletmektedir.

es-Sa'lebî'nin, Katade'den naklettiğine göre sözü edilen Tubba', Himyerli Tubba'dır. O askerleriyle Hire'yi boydan boya geçinceye kadar yol almış. Semerkand'ı inşa etmiş, birçok kimseyi öldürmüş ve ülkeler yıkmıştır.

el-Kelbî dedi ki: Tubba' denilen şahıs, Ebû Kerib Es'ad b. Melkîkerib'dir. Ona Tubba' adının verilmesi kendisinden öncekilere tabi oluşundan dolayıdır.

Said b. Cübeyr dedi ki: Tubba', Beytullah'ı Yemen'in çizgili kumaşlarıyla giydiren ilk kişidir.

Yine Ka'b dedi ki: Allah onun kavmini yerdiği halde kendisini yermemiştir. Onları Kureyş'e örnek olarak göstermesi, yurtlarının kendilerine yakın oluşu ve kendi düşüncelerinde onları büyük kabul etmelerinden dolayıdır. Yüce Allah onları ve kendilerinden öncekileri günahkar oldukları için helâk ettiğine göre, güçsüz ve sayıca az olmakla birlikte günah işleyen kimselerin helâk edilmeleri öncelikle sözkonusudur. Yemenliler bu âyet-i kerîme ile iftihar etmişlerdir. Çünkü yüce Allah Tubba' kavminin Kureyşlilerden hayırlı olduğunu belirtmiştir.

Onların birincilerine Tubba' adırtın verilmesi güneşin doğduğu yeri takib ederek, askerleriyle birlikte doğuya doğru yolculuk etmiş olmasıdır, diye de söylenmiştir.

"Ve onlardan öncekiler mi? Biz onları bile helâk ettik" âyetindeki: lâfzı "Tubba' kavmf'ne atıf olduğu için ref konumundadır.

"Biz onları bile helâk ettik" lâfzı da bu ism-i mevsulün sılasıdır. Bu durumda

"onlardan öncekiler" ona taalluk etmektedir. Bununla birlikte

"onlardan öncekiler" anlamındaki lâfzın ...ler'in sılası olması da mümkündür. Bu durumda zarfda ism-i mevsule ait zamir bulunur.

Durum böyle olduğu takdirde

"onları bile helâk ettik" anlamındaki âyet hakkında iki şekilden birisi sözkonusu olur. Ya onunla birlikte: "...dir" takdir edilir (onları helâk etmişizdir, demek olur). Bu durumda hal konumunda olur; yahutta mevsufun hazfedildiği kabul edilir. Sanki: (Onlar) kendilerini helâk ettiğimiz bir kavim idi denilmiş gibi olur. İfadenin takdiri şöyledir: Sözü edilen bu kimselerin helakine Biz muktedir olduğumuza göre, müşrikleri de helâk etmeye gücümüzün yettiğini ibret alarak düşünemez misiniz?

“Ve onlardan öncekiler" âyetinin mübteda, haberinin de:

"Biz onları bile helâk ettik" âyetinin olması da mümkündür. Bu durumda anlam şöyle olur: Onlardan öncekilere gelince, biz onları helâk ettik.

"Tubba'"a atıf ile cer konumunda olması da mümkündür. Şöyle buyurulmuş gibi olur: Kendilerinden önce helâk edilmiş Tubba' kavmi mi... Yine bu lâfzın "Biz onları bile helâk ettik" âyetinin delalet ettiği bir fiil takdiri ile nasb konumunda olması da mümkündür. Buna göre anlam şöyle olabilir: Ve kendilerinden önce gelip, helâk ettiğimiz kimseler mi? Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

38

Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları oynayalım diye yaratmadık.

"Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları oynayalım diye yaratmadık." Gafiller olarak yaratmadık. Bu açıklamayı Mukâtil yapmıştır. Oyalanalım diye de açıklanmıştır ki, bu da el-Kelbî'nin görüşüdür.

39

Biz onları ancak hak ile yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler.

"Biz onları ancak hak ile yarattık." Mukâtil 'e göre hak olan emrimizle yarattık, demektir. Ancak hak için yarattık, diye de açıklanmıştır ki bu açıklamayı el-Kelbî ve el-Hasen yapmıştır. Ancak hakkı ikame etmek, Allah'ın tevhidi ve O'na itaatin gereği gibi, onu üstün kılmak için yarattık, diye de açıklanmıştır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Enbiya Sûresi'nde (21/16-18. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Fakat onların" insanların

"çoğu" bunu

"bilmezler."

40

Muhakkak ki ayırdedme günü onların hepsi için tayin edilmiş bir vakittir.

"Ayırdedme günü" kıyâmet günüdür. Bu ismin veriliş sebebi, yüce Allah'ın bu günde insanlar arasında ayırdedici hükmünü vereceğinden dolayıdır. Buna delil yüce Allah'ın:

"Akrabanızın da, evladınızın da size hiç faydaları olmaz. Kıyâmet gününde sizin aranızı ayıracaktır" (el-Mümtehine, 60/3) âyetidir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Kıyâmetin kopacağı günde, o günde ayrılıp dağılırlar" (er-Rum, 30/14) âyetidir.

Buna göre "yevmu’l-fasl: Ayırdedme günü" herkes için tayin edilmiş olan vakittir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şüphe yok ki hüküm verip ayırdedme günü belirlenmiş bir vakittir" (en-Nebe', 78/17) Yani o, iyilik yapanın, kötülük yapandan ayırdedilmesi için belirlenmiş bir vakittir. Onların arasında ayırdedici hükmün verilmesi ise, bir kesimin cennete, bir kesimin de cehenneme gitmesi ile ortaya çıkacaktır.

Bu âyet, son derece sakındırıcı ve tehdit ihtiva eden bir âyettir.

Kıraat âlimleri arasında:

"Onlar... için tayin edilmiş bir vakittir" âyetinin:

"Muhakkak ki" lâfzının haberi olarak ref ile okunacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu edatın ismi ise: " Ayırdedme günü" âyetidir.

el-Kisaî ve el-Ferrâ'' ise

"Onlar... için tayin edilmiş bir vakittir" lâfzının "muhakkak ki" anlamındaki edat ile nasbedilmesi

"ayirdetme günü" âyetinin da:

"Muhakkak ki" lâfzının haberi konumunda zarf olabileceğini de kabul etmişlerdir. Muhakkak ki onlar için tayin edilmiş olan vakit ayırdedme günüdür, demek olur.

41

O günde hiçbir mevlanın, mevlasına bir faydası olmaz. Onlara yardım da edilmez.

"O günde hiçbir mevlanın mevlasına bir faydası olmaz" âyetindeki:

"O günde" lâfzı daha önce geçen

"ayırdedme günü"ndeki

"gün"den bedeldir.

Mevla; veli demek olup bu da amcanın oğlu ve yardım eden kişi anlamındadır. Yani hiçbir amca oğlu amca oğlunun üzerindeki bir sıkıntıyı gideremeyeceği gibi, hiçbir yakın yakınının, hiçbir arkadaş da arkadaşının sıkıntısını gidermekte faydalı olamayacaktır.

"Onlara yardım da edilmez." Yani hiçbir mü’min akrabalığı dolayısıyla kâfire yardım etmeyecektir. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Ve öyle bir günden korkun ki; kimse kimseye hiçbir fayda veremez" (el-Bakara, 2/48) âyetidir.

42

Allah'ın rahmet ettikleri müstesna. Şüphesiz ki O, Azizdir, Rahîmdir.

"Allah'ın rahmet ettikleri müstesna" âyetindeki:

"...leri" âyeti

"Onlara yardım edil(mez)" âyetindeki zamirden bedel olarak merfudur. "Hiç kimse kalkmasın, filan müstesna" ifadesinde olduğu gibi. Yahut mübteda olarak da merfu olup haber gizli olabilir. Sanki yüce Allah: Allah'ın rahmet ettiği kimseler müstesna, onların günahları bağışlanır. Yahutta; ona fayda verir ve o kimse şefaat de eder, yardım da eder, denilmiş gibidir. Ya da önce geçen "mevla"dan bedel olabilir. Sanki: Allah'ın rahmet ettiği dışında kimse fayda vermez, denilmiş gibidir.

Bu âyet el-Kisaî ve el-Ferrâ'ya göre ise munkatı istisna olarak nasb mahallindedir. Ama Allah'ın rahmet ettiklerine gelince, yaratılmışlardan kendilerine fayda sağlayacak kimselere ihtiyaç duyacakları herhangi bir şey ile karşılaşmazlar, demektir. İstisnanın muttasıl olması da mümkündür. Yani mü’minler müstesna, hiçbir yakının yakına faydası olmaz. Onların birbirlerine şefaatçi olmalarına izin verilecektir.

"Şüphesiz ki O, Azizdir." Yani düşmanlarından intikam alandır. Dostlarına karşı oldukça merhametli olan

"Rahîmdir." Nitekim yüce Allah:

"Azâbı çetin ve nimeti pek bol olandır" (el-Mumin, 40/3) âyetinde de vaad ile tehdidi birlikte sözkonusu etmiştir.

43

Şüphesiz ki zakkum ağacı,

44

O büyük günahkarın yiyeceğidir.

45

Erimiş maden gibidir; karınlarda kaynar;

46

Kaynar suyun kaynaması gibi.

"Şüphesiz ki zakkum ağacı" âyeti ile ilgili nerede vakıf yapılacağı hususunda İbnu'l-Enbarî şöyle demektedir: Yüce Allah'ın Kitabında:

"Şecere: ağaç"ın sözkonusu edildiği her yerde vakıf "he" ile yapılır. Bundan tek istisna ed-Duhan Sûresi'ndeki:

"Şüphesiz ki zakkum ağacı o büyük günahkarın yiyeceğidir" âyetidir.

"Büyük günahkar" Ebû'd-Derda'nın açıklamasına göre: "Facir (çokça günah işleyen)" demektir. O ve İbn Mes’ûd da böyle okumuşlardır. Hemmam b. el-Haris dedi ki: Ebû'd-Derda bir adama:

"Şüphesiz ki zakkum ağacı, o büyük günahkarın (el-esim) yiyeceğidir" âyetini okutuyor, ancak adam (el-Esim yerine) "el-yetim" diyordu. Bu kelimeyi anlayamayınca ona "taamu'l-facir: çok günahkarın yiyeceğidir" diye söyledi.

Ebû Bekr el-Enbarî dedi ki: Bana babam anlattı, bize Nasr anlattı, dedi ki: Bize Ebû Ubeyd anlattı dedi ki: Bize Nuaym b. Hammâd , Abdu’l-Aziz b. Muhammed'den naklen anlattı. O İbn Aclan'dan, o Avn b. Abdullah b. Utbe b. Mesud'dan dedi ki: Abdullah b. Mesud bir adama:

"Şüphesiz ki zakkum ağacı O büyük günahkarın yiyeceğidir" âyetini (okumayı) öğretiyordu Adam (taamu’l-esim: büyük günahkarın yiyeceği) diyecek yerde: "taamıTl-yetim (yetimin yiyeceğidir)" diyordu. Abdullah ona doğru şekli tekrarladıkça, adam da yanlış şekli tekrarladı. Abdullah bu adamın dilinin doğruyu telaffuz edemeyeceğini görünce ona: Sen taamu'l-facir diyebilir misin? diye sordu, o da: Evet deyince, o halde böyle oku, dedi. Ancak bunda sapık cahil kimselerin lehine Kur'ân-ı Kerîm'deki bir ifadeyi bir başkası ile değiştirmek caizdir, şeklindeki görüşlerine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bu sadece Abdullah'ın öğrenciye özel bir uygulaması ve daha sonraları doğruya tekrar dönebilmesi için yüce Allah'ın indirmiş olduğu ve Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bize bildirmiş olduğu lâfzı bizzat söyleyerek hak olanı kullanabilmesi için bir hazırlık idi.

ez-Zemahşerî dedi ki: İşte bu, eğer manasını ifade ediyor ise bir kelimenin yerine bir başka kelimeyi değiştirmenin câiz olduğuna delil gösterilmektedir. Burdan hareketle Ebû Hanife belli bir takım şartlarla birlikte Farisice okumayı câiz kabul etmiştir. Bu şart da şudur: Okuyan kişi manalarını herhangi bir şey kaçırmaksızın mükemmel şekliyle ifade edebilmelidir. (Hanefi âlimleri) derler ki: Bu şart âdeta cevaz vermemek gibi bir caizliktir. Çünkü Arap dilinde özellikle de fasahatıyla görülmemiş düzeni ve üslubu ile mucize olan Kur'ân-ı Kerîm'de öyle bir takım anlam incelikleri ve maksatları vardır ki Farsça veya başka hiçbir lisan bunu tek başına ifade edemez. Esasen Ebû Hanife -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- Farsçayı iyi bilen birisi değildi. Dolayısıyla onun bu ifadesi bir tahkik ve bir basirete binaen kullanılmış bir ifade değildir. Ayrıca Ali b. el-Ca'd'dan, Ebû Yusuf'tan, o da Ebû Hanife'den Farsça kıraati reddetmek konusunda iki arkadaşı (Ebû Yusuf ve Muhammed)'in görüşü gibi bir görüş de rivâyet etmektedir.

Zakkum ağacı yüce Allah'ın cehennemde yaratmış olduğu ve "lanetlenmiş ağaç: eş-şeceretu’l-mel'une" ismini verdiği bir ağaçtır. Cehennemlikler acıktılar mı o ağaca sığınırlar, ondan yerler. Bu sefer karınlarında sıcak suyun kaynaması gibi kaynamaya başlar. Yüce Allah bu ağaçtan karınlarına giden şeyleri erimiş madene benzetmektedir ki, bu da eritilmiş bakır demektir.

"Kaynar" anlamındaki âyet, genellikle ağaca hamledilerek diye okunmuştur. Fakat İbn Kesîr, Hafs, İbn Muhaysın, Yakub'tan Ruveys yemeğe hamlen "ye" ile okumuşlardır. Bu da anlam itibariyle ağaç hakkındadır. "Erimiş maden"e hamledilemez. Çünkü o benzetmek için zikredilmiştir.

"Büyük günahkar" çokça günah işlemiş kimse demektir ki: "Günah işledi, işler" kökünden gelmektedir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî ve İbn Îsa yapmışlardır. Bu kişinin günah kazanan müşrik olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da Yahya b. Sellam yapmıştır.

es-Sıhah'da şöyle denilmektedir: "Adam günah işledi" denilir. Bu şekilde günah işleyen kimseye de: "Günahkar" denilir.

O halde:

"O, büyük günahkarın yiyeceğidir" âyeti: pek büyük günahkar kişi olanın yiyeceğidir, demek olur ki, bu kişi de Ebû Cehil'dir. Çünkü o şöyle demiştir: Muhammed cehennemde zakkum olduğunu söyleyerek bizi tehdit etmektedir. Halbuki onun o dediği tereyağı ve hurmadan tirit yapmaktır. Yüce Allah da onun dediğinin aksini açıklamaktadır.

en-Nekkaş'ın, Mücahid'den naklettiğine göre zakkum ağacı Ebû Cehil'dir.

Derim ki: Bu açıklama Mücahid'den sahih olarak rivâyet edilmemiştir. Ayrıca bu daha önce es-Saffat Sûresi (37/63. âyet) ile el-İsra Sûresi (17/60. âyet)de sözünü ettiklerimiz ile de reddedilecek bir görüştür.

47

"Yakalayın onu! Sürükleyerek götürün cehennemin ortasına!

48

"Sonra da, o kaynar suyun azabından dökün başının üstüne!"

"Yakalayın onu!" Yani zebanilere: Onu yakalayın, denilecek. Kasıt o çok günahkar kişidir.

"Sürükleyerek götürün..." Yani onu çekip sürükleyin, götürün.

"Bir adamın yakasından tutup onu çekiştirmek" demektir. Yani böyle bir kimseyi bir hapishaneye ya da başına bir bela getirmek maksadıyla götürmek üzere kendine doğru çekmek demektir. "Adamı şiddetlice çektim, çekiyorum" demektir. "Çekilen adam" demektir. Şair bir atı nitelendirirken şunları söylemektedir:

"Dizginlerini güzelce çekeriz, ama şiddetlice kendimize doğru çekmeyiz."

Bu lâfız şeklinde hem "lam", hem "nun" ile kullanılır. Bu açıklamayı İbn es-Sikkît yapmıştır.

Kûfeliler ile Ebû Amr: "Sürüyerek götürün onu" diye kesreli okumuşlardır, diğerleri ise (lam harfini) ötreli okumuşlardır.

"Cehennemin ortasına! Sonra da o kaynar suyun azabından dökün başının üstüne!" Mukâtil dedi ki: Cehennemin bekçisi olan Malik demirden bir tokmak ile Ebû Cehil'in başına öyle bir darbe indirir ki, kafatası beyninin üzerinden ayrılır ve darmadağın olur. Beyni vücudundan aşağıya akar. Sonra melek, hararetini karnında hissedeceği şekilde üzerine sımsıkı bir su döker. Melek ona: Tat azâbı! diye hitab eder. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Başları üzerinden gayet kaynar su dökülür" (el-Hac, 22/19) âyetidir.

49

"Tat bakalım! Çünkü sen güçlü ve değerli imişsin.

"Tat bakalım! Çünkü sen, güçlü ve değerli imişsin" âyeti hakkında İbnu'l-Enbarî şöyle demiştir:

"Çünkü" lâfzının esreli okunacağı konusunda herkes icma etmiştir. el-Hasen'den, rivâyet edildiğine göre ise, o Ali (radıyallahü anh)den üstün ile okuduğunu rivâyet etmiştir. el-Kisaî de böyle okumuştur.

Kesreli okuyanlar:

"Tat bakalım" üzerinde vakıf yaparlar, üstün okuyanlar ise burada vakıf yapmazlar. Çünkü: " Tat bakalım. Çünkü sen güçlü ve değerli imişsin!" anlamındadır.

Katade dedi ki: Ayet-i kerîme Ebû Cehil hakkında inmiştir, o: Orada benden daha güçlü ve benden daha değerli kimse bulunmayacaktır demiştir. İşte bundan dolayı kendisine:

"Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli imişsin" denilecektir.

İkrime de şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ebû Cehil karşılaştılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine: "Allah bana sana karşı: Bu, senin için daha da öncelikle sözkonusudur, dememi emretti. Bunun üzerine Ebû Cehil: Beni neyle tehdit ediyorsun? Allah'a yemin edeyim, sen de, Rabbin de bana bir şey yapamazsınız. Çünkü ben şüphesiz bu vadide en güçlü olan ve kavmi arasında en çok değer verilen kimselerdenim, demişti. Yüce Allah'ın takdiri gereği Bedir gününde öldürüldü, Allah onu zelil etti ve bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yani melek ona: Tat bakalım, çünkü sen kendi kanaatine göre güçlü ve değerli imişsin, diyecektir.

Bunun hafife almak, azarlamak, alay etmek, hakir düşürmek ve değerini küçümsemek anlamında söylenecek bir söz olduğu da söylenmiştir. Yani: Şüphesiz ki sen zelil ve hakir kılınan bir kimsesin. Bu da (bu anlamı ile) Şuayb kavminin, Şuayb'a:

"Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin" (11/87) derken, ona -önceden de geçtiği üzere açıklamalardan birisine göre-; sen akılsız ve cahil bir kimsesin kastı ile bu sözü söylemiş olmalarına benzer ki; bu açıklama da Said b. Cübeyrin açıklamasıdır.

50

"Muhakkak ki bu, sizin önceden şüphe edegeldiğiniz şeydir."

"Muhakkakk ki bu sizin önceden şüphe edegeldiğiniz şeydir." Yani melekler onlara: Muhakkak ki bu, siz dünyada iken hakkında şüphe edegeldiğiniz şeydir, diyeceklerdir.

51

Takva sahibleri ise, muhakkak emin bir makamdadırlar.

Yüce Allah kâfirlerin kalacakları yeri ve azaplarını sözkonusu ettikten sonra

"Takva sahibleri ise muhakkak emin bir makamdadırlar" âyetinde mü’minlere yapılacak ikramları ve nimetleri sözkonusu etmektedir.

"...bir makamdadırlar" âyetini Nafî ve İbn Amir "mim" harfini ötreli olarak diye okumuşlardır, diğerleri ise "mim" harfini üstün okumuşlardır. el-Kisaî dedi ki: "Mim" harfi ötreli olarak, "mekan ve ikamet etmek" anlamlarına gelir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"O diyarda konaklanılan yerde ikamet olunan yerde de izler silinip gitti."

el-Cevherî dedi ki: Bu iki söyleyişin bazan herbirisi de ikamet etmek anlamına gelebilir, bazan da kalınan yer anlamında olabilir. Çünkü biz bunu: " Kalktı, kalkar" fiilinden gelmiş kabul edersek, "mim'" harfi üstün olmalıdır. Eğer: "İkamet etti, ikamet eder" şeklinden geldiğini kabul edersek, "mim" harfi ötreli okunur. Çünkü fiil kök itibariyle üç harften fazla oldu mu; mekan isminin "mim" harfi ötreli gelir. Çünkü böylece o dört harfli fiillere benzemiş olur. “Yuvarladı" fiilinden " Bu bizim yuvarlanma yerimizdir" demek gibi. "mim" harfi üstün okunursa, bulunulan yer ve meclis anlamına geldiği, ötreli olduğu takdirde ise, mekanın kastedilebildiği de söylenmiştir. Mastar olması da mümkündür. Bu durumda onun için bir muzaf takdir edilir. İkamet yerinde... demek olur.

"Emin" içinde afetlerden emin olunan bir yer demektir.

52

Cennetlerde ve pınarlardadırlar.

"Cennetlerde ve pınarlardadırlar" âyeti,

"emin bir makamdadırlar" âyetinden bedeldir.

53

İnce ve kalın ipeklerden giyerler. Karşılıklı otururlar.

"İnce ve kalın ipekten giyerler, karşılıklı otururlar." Yani biri diğerinin sırtına bakmaz, yüzyüze bakarlar. Nereye dönerlerse, meclisleri de öylece onlarla birlikte döner.

"Sundus" ince ipek,

"istebrak" de kalın ipek demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Kehf Sûresi'nde (19/31- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

54

İşte böyle. Hem Biz huru’l-în'i de kendilerine eş yaptık.

"İşte" durum sözünü ettiğimiz şekliyle

"böyle" dir.

Bu durumda: " İşte böyle" üzerinde vakıf yapılır.

Bunun, Biz onları cennete koyduğumuz ve daha önce sözünü ettiğimiz şeyleri yaptığımız gibi, onlara huru’l-în'i de eş yapmak suretiyle ikramda bulunduk, anlamında olduğu da söylenmiştir.

"în"e dair açıklamalar daha önceden es-Saffat Sûresi'nde (37/48. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"el-Hur" ise Katade ve genelin açıklamasına göre beyaz tenli kadınlar demektir, çoğuludur. Bu ise elbiselerinin arkasından bile bacakları görülen beyaz kadın demektir. Ona bakan ayak topuğunda yüzünü görür, tıpkı ayna gibi. Bu da derisinin inceliğinden, teninin parlaklığından ve renginin oldukça arı oluşundan dolayıdır. Bu te'vilin delili İbn Mes’ûdun:

"Kırmızıya çalan beyaz tenli iri gözlülerle..." şeklindeki okuyuşudur.

Ebû Bekr el-Enbarî şunu zikretmektedir: Bize Ahmed b. el-Huseyn anlattı, dedi ki: Bize Huseyn anlattı, dedi ki: Bize Ammar b. Muhammed anlattı, dedi ki: Ben Mansur b. el-Mutemir'in arkasında namaz kıldım. Ha, Mim. ed-Duhan Sûresi'nde; " (Huru’l-în'i diyecek yerde) îsi în'i de kendilerine eş yaptık. Onlar orada ilk ölümden başka ölümün tadını tatmazlar." diye okudu. "îs" ise beyaz tenliler demektir. Bundan dolayı beyaz renkli develere de "îs" denilmiştir. Tekili ise: " Beyaz tüylü erkek deve" ile "Beyaz tüylü dişi deve" şeklinde gelir. İmruu’l-Kays da şöyle demiştir:

"Sesimi işittiler mi hemen sesime kulak kabartırlar,

Gebe kalmayan genç dişi devenin beyaz tüylü erkek devenin

sesine kulak verdiği gibi."

Burada

"el-hur", oldukça güzel ve parlak beyaz tenliler demektir.

İbnu'l-Mübarek şunu zikretmektedir: Bize Ma'mer, Ebû İshak'dan haber verdi. O Amr b. Meymun el-Evdî'den, o da İbn Mes’ûd'dan şöyle dediğini nakletti: Huru'l-în'den olan bir kadının bacağının kemik iliği, etin ve kemiğin ötesinden yetmiş elbise altından görülür. Tıpkı beyaz cam içindeki kırmızı şarabın görüldüğü gibi.

Mücahid dedi ki:

"Hur"a bu adın veriliş sebebi güzellikleri, beyazlıkları ve ten renklerinin saflığı sebebiyle, kendilerine uzun boylu bakılamadığından dolayıdır. Onlara bu ismin veriliş sebebinin gözlerindeki ileri derecedeki beyazlık olduğu da söylenmiştir. İleri derecede beyazlık anlamı verilen: "Gözün siyahının oldukça siyah olmakla birlikte, beyazının da oldukça beyaz olması" demektir. "Gözünün beyazı oldukça beyaz ve bu beyazlığı da açıkça görülen kadın" demektir. Mesela: "Gözünün beyazı oldukça beyaz oldu" ve: " şey oldukça beyaz oldu" denilir.

el-Esmaî dedi ki: Ben gözde haver (beyazlık)ın ne olduğunu bilemiyorum. Ebû Amr da şöyle demiştir: Haver gözün tamamının tıpkı ceylan ve ineklerin gözleri gibi siyah olmasıdır. Fakat Âdemoğullarında haver yoktur. Kadınlara

"huru’l-în" denilmesinin sebebi -bu yönleriyle- ceylanlara ve ineklere benzediklerindendir. el-Accac şöyle demiştir:

"Son derece haverli hur gözlerle..."

O bu ifadeleriyle beyazlan katıksız beyaz ve gözbebeklerinin etrafı oldukça siyah olanları kastetmektedir.

"el-în" kelimesi çoğuludur. Bu da gözleri iri ve geniş demektir.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Huru'l-în'in mehirleri avuçlarla hurma (vermek) ve ekmek parçaları (infak etmek)dır." Buna göre anlam şöyle olabilir: Ve kendilerinden önce gelip, helâk ettiğimiz kimseler mi?

Ebû Kirsafe'den: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Çöplerin mescidden dışarıya çıkartılması huru'l-în'in mehirleridir." Deylemi, Firdevs, II, 221 (Ebû Ümame'den); Zehebi, Müzanu'l-İ'tidal, nden Ömer b. Subh'un metruk hatta kezzab (çok yalancı) bir ravi olduğunu" belirtmektedir; İbn Adiyy, el-Kamil, V, 25, "Ömer b. Subh'un rivâyetleri münkerdir" (V, 24).

Enes (radıyallahü anh)'dan da rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Mescidleri süpürmek huru'l-în'in mehirleridir." Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, II, 9, "senedinde meçhul (tanınmayan) raviler bulunduğu' kaydıyla. Bunu es-Sa'lebî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmiştir. Biz de "et-Tezkire" adlı eserimizde bu hususa bağımsız bir bölüm ayırmış bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun.

Cennette Âdemoğullarından olan kadınlar mı yoksa huriler mi daha faziletli olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır.

İbnu'l-Mübarek şöyle bir rivâyet zikretmektedir: Bize Rişdin, İbn En'um'den haber verdi. O Hibban b. Ebi Cebele'den dedi ki: Âdemoğulları kadınları arasından cennete girenler dünyada işledikleri ameller sebebiyle huru'l-în'den üstün kılınmış olacaktır. Deylemi, Firdevs, III, 299. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e merfu olarak da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Âdemoğullarından olan kadınlar huru'l-în'den yetmişbin kat daha üstündürler."

Huru'l-în'in daha faziletli olduğu da söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) duasında: "Ve sen ona hanımından daha hayırlı bir eş ver." diye buyurmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Huru'l-ıyn"i âyetini İkrime şeklinde izafet ile okumuştur. Bunun izafet ile de tenvin ile de okunması aynıdır.

55

"Onlar orada güven içinde her türlü meyveden isterler."

Katade dedi ki: Ölümden, yorgunluktan ve şeytandan yana

"güven İçinde" olacaklardır. İçinde bulundukları nimetlerin kesileceğinden yana ya da o nimetleri yiyeceklerinden ötürü herhangi bir rahatsızlık veya hoşlarına gitmeyen bir şeyin kendilerine isabet edeceğinden yana, güven içinde olacaklardır, diye de açıklanmıştır.

56

Onlar orada ilk ölümden başka ölümü tatmazlar. Onları cehennem azabından korumuştur.

57

Rabbinden bir lütuf olarak. İşte bu, en büyük kurtuluş ve mutluluğun ta kendisidir.

"Onlar orada ilk ölümden başka ölümü tatmazlar." Yani onlar orada hiçbir şekilde ölümü tatmazlar, çünkü orada ebedi kalıcıdırlar. Daha sonra da:

"İlk ölümden başka" diye munkatı, bir istisna ile istisnada bulunmuştur ki; bu da; şu kadar var ki, ilk ölümü zaten dünyada iken tatmışlardı, demektir. Sîbeveyh şu beyiti zikretmektedir:

"Falicin ayrılıp gitmesi için elini çabuk tutanların,

Sağmal develeri hem uyuz oldular, hem de gudde çıkardılar."

Daha sonra, birincisinden olmayan türüyle (munkatı') istisnada bulunarak şöyle demiştir:

"Sizin yitirdiğiniz o Naşire gibisinden başka,

Ki o, yetişkinliğinde ve besleyiciliğinde bir dal gibidir."

Buradaki istisna edatının

"sonra" anlamında olduğu da söylenmiştir. Mesela: " Senin yanındaki bir adamdan başka bugün hiçbir kimseyle konuşmadım" derken, "senin yanındaki adamdan sonra" demektir.

Buradaki istisna edatının: “Başka, dışında" anlamında olduğu da söylenmiştir. Dünyadaki ölümleri dışında bir ölüm (tatmazlar) demektir. Bu yönüyle yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir:

"Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın. Ancak geçmiş olan müstesnadır." (en-Nisa, 4/22) Bu da bir kimsenin: Ben dün yediklerim dışında bugün yemeğin tadına bakmış değilim, demesine benzer.

el-Kutebî dedi ki:

"İlk ölümden başka" ifadesinin anlamı şudur: Mü’minin ölümü yaklaştığında rahmet melekleri onu karşılar ve o rahatlıkla ve hoş kokularla karşı karşıya kalır. Cennete götüren sebepler onun vasfı olduğundan dolayı onun ölümü cennette olur. Buna göre bu sahih (muttasıl) bir istisna olur.

Ölüm tadına bakılmayan bir arazdır, fakat tadı hoşlanılmayan bir yemek gibi değerlendirilmiştir. Bundan dolayı istiare yoluyla ölüm için

"tatmak" vasfı kullanılmıştır.

"Onları cehennem azabından korumuştur. Rabbinden bir lütuf olarak."

Yani yüce Allah onlara lutufta bulunarak bu işi onlara yapmıştır. Buna göre:

"Bir lütuf olarak" lâfzı mastar olup

"isterler" anlamındaki fiil onda amel etmiştir. Onda amel edenin

"onları... korumuştur" anlamındaki fiil olduğu da söylenmiştir, gizli bir fiilin amel ettiği de söylenmiştir.

Bundan önceki ifadenin anlamının onda amel ettiği de söylenmiştir. Çünkü yüce Allah bu işi onlara lütfederek vermiştir. Zira dünyada iken kendileri sebebiyle cennete girecekleri amellerde bulunmaya onları muvaffak kılmıştır.

"İşte bu, en büyük kurtuluş ve mutluluğun ta kendisidir." En büyük mutluluk kâr ve kurtuluş budur, demektir. İfadenin: "Şu işe nail oldu. onu ele geçirdi" tabirinden geldiği de söylenmiştir.

58

"Muhakkak Biz onu öğüt alırlar diye senin dilin ile kolaylaştırdık."

"Muhakkak Biz onu" Kur'ân-ı Kerîm'i

"öğüt alırlar" ve böylelikle kötülüklerden vazgeçerler

"diye senin dilin ile kolaylaştırdık." Yani hem sana, hem de okuyacak olanlara kolaylaştırdık. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetleridir:

"Yemin olsun ki Biz bu Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştırdık. O halde var mı ibret alıp düşünen?" (el-Kamer, 54/7, 22, 32, 40. âyetler)

Böylece yüce Allah -önceden- sûrenin baş taraflarında:

"Şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik." (ed-Duhan, 44/3) ile

"Şüphesiz ki Biz onu Kadir gecesinde indirdik" (el-Kadr, 97/1) âyetinde olduğu gibi; kendisinden ismen sözedilmemiş olsa bile Kur'ân'a tabi olmaya teşvik ile sûreyi sona erdirmektedir.

59

O halde gözetle! Çünkü onlar da gözetlemektedirler.

"O halde gözetle. Çünkü onlar da gözetlemektedirler." Yani yüce Allah'ın sana vaadetmiş olduğu onlara karşı zafer kazanmayı gözetle! Onlar da senin ölümünü beklemektedirler. Bunu en-Nekkaş nakletmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre: Sen Rabbinden gelecek zaferi bekle! Onlar da kendi kuruntulan ile senin kahrolmanı gözetlemektedirler. Allah senin ile onlar arasında hüküm verinceye kadar bekle! Çünkü onlar da senin başına gelecek kötü musibetleri gözetlemektedirler. Anlamlar birbirine yakındır.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Benim sana vaadetmiş olduğum sevap ve mükâfatı gözetle! Onlar da Benim kendilerine vaadetmiş olduğum cezayı gözetleyenlere benzemektedirler.

Sen kıyâmet gününü gözetle! O ayırdetme günüdür. İsterse onlar kıyâmetin gerçekleşeceğine inanmasınlar; diye de açıklanmıştır.

Böylelikle onlar gözetleyenler gibi değerlendirilmiş olmaktadırlar. Çünkü onların varacakları akıbet budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

0 ﴿