CÂSİYE SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile el-Hasen, Cabir ve İkrime'nin görüşüne göre tamamı Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ve Katade ise, bir âyet dışında Mekke'de inmiştir, demişlerdir. Sözkonusu âyet de: "Mü’minlere de ki: Allah'ın günlerini beklemeyenlere aldırmasınlar..." (el-Casiye, 45/14) âyeti olup, Medine'de Ömer b. el-Hattâb hakkında inmiştir. Bunu da el-Maverdî zikretmektedir. el-Mehdevî ve İbn Abbâs'tan naklen en-Nehhâs şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme Ömer (radıyallahü anh) hakkında inmiştir. Hicretten önce Mekke'de müşriklerden birisi ona sövmüş, o da onu tutup cezalandırmak istemişti. Bunun üzerine yüce Allah da: "Mü’minlere de ki: Allah'ın günlerini beklemeyenlere aldırmasınlar" (el-Casiye, 45/14) âyeti nazil oldu. Daha sonra da yüce Allah'ın: "Artık o müşrikleri nerede bulursanız Öldürün" (et-Tevbe, 9/5) âyeti ile neshedildi. Bu görüşe göre sûre -herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın- tamamıyla Mekke'de inmiş olmaktadır. Otuzyedî âyet-i kerimedir. Otuzaltı olduğu da söylenmiştir. 1Ha Mim. Âyetin tefsiri için bak:2 2Bu kitabın indirilmesi Aziz, Hakim olan Allah tarafındandır. "Ha, Mim" mübteda olup "indirilmesi...dır" onun haberidir. Bazıları "Ha, Mim" sûrenin ismi olup, "bu kitabın İndirilmesi" mübteda "Allah tarafındandır" âyeti da haberdir, demişlerdir. Kitab'tan kasıt Kur'ân’ı Kerîm'dır. "Aziz" kendisine erişilemeyen, zarar verilemeyen güçlü demektir. "Hakim" de fiilinde son derece hikmetli olandır. Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/32. âyet, 3. başlık; 29- âyetlerin tefsirlerinde) geçmiş bulunmaktadır. 3Muhakkak ki göklerde ve yerde mü’minler için âyetler vardır. 4Sizin yaratılışınızda da, yaymakta olduğu her canlıda da kesin bir kanaate sahip bir topluluk için âyetler vardır. 5Gece ve gündüzün değişip durmasında, Allah'ın gökten bir rızık indirip onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgarları evirip çevirmesinde de aklını kullanan bir topluluk İçin âyetler vardır. "Muhakkak ki göklerde ve yerde" bunların yaratılışında "mü’minler için âyetler vardır. Sizin yaratılışınızda da, yaymakta olduğu her canlıda da kesin bir kanaate sahip bir topluluk için âyetler vardır. Gece ve gündüzün değişip durmasında, Allah'ın gökten bir rızık" yağmur "indirip, onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgarları evirip çevirmesinde de aklını kullanan bir topululuk için âyetler vardır." Bütün bunlara dair açıklamalar yeteri kadarıyla daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/164. ayetin tefsirinde) ve başkalarında (mesela, Lokman, 31/10-16. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Yaymakta olduğu herbir canlıda da... âyetler vardır" âyeti ile; "Ve rüzgarları evirip çevirmesinde... âyetler vardır" âyetinde her iki yerde de (âyetler lâfzı) ref ile okunmuştur. Ancak Hamza ve el-Kisaî her iki yerde de "te" harfini esreli okumuştur. Birincisinde nasb ile okuyuşun: " Muhakkak ki"nin, ismi olarak nasb ile okunduğunda, haberinin de: "göklerde" lâfzı olduğunda görüş ayrılığı yoktur, Ancak ikinci "âyetler" lâfzının (nasb ile) esreli okunuşu ise onda (âyetler lâfzında) amel edene atıf iledir. İfadenin de takdiri: "Muhakkak ki sizin yaratılışınızda ve yaymakta olduğu her canlıda âyetler vardır" takdirindedir. Üçüncü açıklamaya göre de şöyle denilmiştir: Buradaki nasb (lâfzan kesre) ile okuyuşun izahı, ifade uzaması dolayısıyla "âyetler" anlamındaki lâfzın tekrarlanmasıdır. Nitekim: "Zeyd'i dövdüm Zeyd'i" demeye benzer. Bir görüş de şöyledir: Bu; "(........): Muhakkak ki" lâfzının kendisinde amel etmiş olduğu lâfza atf ile okunmuştur. Bu da hazfi kabul edilerek böyledir, İfadenin takdiri de: "Ve muhakkak ki gece ile gündüzün değişip durmasında ayetler vardır" takdirindedir. Daha önce zikredildiğinden dolayı burada hazfedilmiştir, Sîbeveyh hazfe örnek olmak üzere şu beyiti zikretmektedir: "Sen her kişiyi yiğit mi sanırsın, Ve geceleyin yanıp duran (her) ateşi ateş mi (sanırsın)?" Burada görüldüğü gibi şair daha önceden sözkonusu edildiğinden ötürü cer konumunda olan "ateş"e muzaf olan: "Her" lâfzını hazfetmiş bulunmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu, iki amile atf kabilindendir. Ancak Sîbeveyh böyle bir şeyi kabul etmez, fakat el-Ahfeş ve bir grub Kufeli bunu câiz kabul etmiştir. Buna göre; " Değişip durmasında" âyetini: " Sizin yaratılışınızda" âyetine atfettikten sonra: "Ve rüzgarları evirip çevirmesinde de... âyetler vardır" diye buyurmaktadır. Bu durumda atfın iki amile ihtiyacı olmaktadır. İki amile atıf ise, atıf harfleri âmilin yerini tuttuğundan ötürü çirkin bir şeydir. Dolayısı ile atıf harfinin birbirinden farklı iki âmilin yerini tutma imkanı olmamaktadır. Zira hem ref eden, hem de nasbeden âmilin yerine geçecek olsa, bu takdirde aynı halele hem ref 'edici, hem nasbedici olması icab ederdi. Ref ile okuyuşa gelince, bu da kendisinde amel ettiği ifade ile birlikte: "(öl): Muhakkak ki" lâfzının mahalline atf ile okunmuştur. Nahivciler de bu hususta iki amile atfın gerektiğini söylemişlerdir. Yüce Allah: "Değişip durmasında" âyetini "sizin yaratılışınızda" âyetine atfetmiş ve (ikinci) "âyetler" lâfzını da birinci "âyetler" lâfzının mahalline atfetmiştir. Bununla birlikte burada: " ...da'nın tekrarlanmış olması takdiren kabul edilir. Ayrıca kendisinden önceki âyetle ilişkisinin olmadığı kabul edilerek mübteda olarak merfu' kabul edilmesi de mümkündür. Bundan önceki âyetler da onun haberidir. Bu durumda cümle cümleye atfedilmiş olur. Ayrıca el-Ferrâ'' "değişip durmasında" ve "âyetler" lâfızlarının ref ile okunduğunu nakletmiştir ki burada 'değişip durmanın kendisini bizzat "âyetler" olarak değerlendirmiştir. Buna. göre mana şöyle olur: Gece ve gündüzün değişip durması... aklını kullanan bir topluluk için âyetlerdir. 6İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Biz onları sana hak ile okuyoruz. Artık onlar Allah'tan ve O'nun âyetlerinden sonra hangi söze inanırlar? "İşte bunlar" bu âyetler "Allah'ın âyetleridir." O'nun vahdaniyet ve kudretine delil teşkil eden delilleri ve belgeleridir. "Biz onları sana hak ile okuyoruz." Batılın ve yalanın karışmadığı doğruluk ile okuyoruz. "Bizonları... okuyoruz" anlamındaki âyet "ye" harfi ile: "Onları okuyor" diye de okunmuştur. "Artık onlar Allah'tan" yani Allah'ın sözünden; bir görüşe göre de Kur'ân'dan "ve O'nun âyetlerinden sonra hangi söze İnanırlar?" Bu âyetteki "inanırlar" sözü genel olarak haber anlamında "ye" ile okunmuştur. Ancak İbn Muhaysın, Âsım'dan Ebû Bekir, Hamza ve el-Kisaî hitab kipi olarak "te" ile: "İnanırsınız" diye okumuşlardır. 7Çok yalancı ve çok günahkâr olan her kimsenin vay haline! "Çok yalancı ve çok günahkâr olan her kimsenin vay haline!" buyru ğundaki: "Veyl: vay haline!" cehennemde bir vadidir. Allah'ın âyetlerini delil olarak görmeyi terketmekten dolayı tehdit sözkonusudur. " Çok yalancı" çokça yalan söyleyen demektir. Çünkü: "Yalan" demektir. “Çok günahkâr" günah işleyen kişi anlamındadır. Rivâyete göre maksat, en-Nadr b. el-Haris'tir, İbn Abbâs'tan rivâyete göre ise bu kişi el-Haris b. Kelede'dir. es-Sa'lebî de bu kişinin Ebû Cehil ve arkadaşları olduklarını nakletmiştir. 8O Allah'ın âyetleri kendisine okunurken İşitir de, sonra onları İşitmemiş gibi büyüklük taslayarak ısrar eder, İşte ona, çok acıklı bir azâbı müjdele! "O Allah'ın âyetleri" yani Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri "kendisine okunurken işitir de sonra onları işitmemiş gibi büyüklük taslayarak ısrar eder." Yani emre itaat etmeyecek kadar kendisinin büyük olduğunu kabul ederek küfrünü sürdürür gider. Buradaki "ısrar etmek";" Çıkını bağladı," tabirinden alınmıştır. Bu anlamdaki açıklamaları İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. Bunun aslının eşeğin kulaklarını dikerek dişi eşek üzerine bükülmesini anlatmak üzere kullanılan: alındığı da söylenmiştir. "Gibi" lâfzındaki şeddelisinden hafifletilmiştir. " Sanki o" onları işitmemiş gibi... demektir. Buradaki zamir ise sen zamiridir. Şairin şu sözünde olduğu gibi: "Sanki parlak ve gözalıcı selem ağacına uzanan bir ceylan gibidir (o)." Cümle nasb mahallindedir. "İşitmemiş kimse gibi ısrar eder" demektir. Lokman Sûresi'nin baş taraflarında (31/7. âyetin tefsirinde) bu âyetin anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde "İşte ona acıklı bir azâbı müjdele" âyetinin anlamı da el-Bakara Sûresi'nde (2/10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 9Âyetlerimizden bir şey öğrendiğinde de o, onları alaya alır. İşte onlara alçaltıcı bir azâb vardır. 10Cehennem de önlerinde. Kazandıklarının da, Allah'tan başka edindikleri velilerin de kendilerine hiçbir faydası olmaz. Onlar için çok büyük bir azâb da var. "Ayetlerimizden bir şey öğrendiğinde de o, onları alaya alır." Zakkum hakkında, tereyağı ve hurmadır, cehennem bekçileri hakkında şayet onlar ondokuz kişi iseler onların karşısına tek başıma çıkarım, demesi gibi. "İşte onlara alçaltıcı" zelil ve hakir kılıcı "bir azâb vardır." "Cehennem de önlerinde." Yani içinde bulundukları dünya hayatında kendilerini güçlü kuvvetli kabul etmek, hakka karşı büyüklenmek gibi hallerinin arkasından cehennem vardır. İbn Abbâs dedi ki: Buradaki (sözlük anlamı itibariyle) "arkalarından" lâfzı önlerinde demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın; "Arkasından da cehennem vardır. Ona irinli sudan içirilecektir" (İbrahim, 14/16) âyetidir. Oradaki: "Arkasından" lâfzı "önünden" anlamındadır. Şair de şöyle demiştir: "Eğer ölümüm gecikecek olursa, henim arkamdan (önümden sonradan) işim, Çocuklarla beraber gidip gelmek ve akbaba gibi sekmek olmayacak mı?" Mal ve evlat türünden "kazandıklarının da... kendilerine hiçbir faydası olmaz." Bu buyruğua bir benzeri de: "Mallarının da, evlatlarının da kendilerine asla hiçbir faydası olmayacaktır" (Al-i İmrân, 3/10) âyetidir. "Allah'tan başka edindikleri velilerinin" putlarının "de kendilerine hiçbir faydası olmaz. Onlar için çok büyük bir azâb da vardır." Sürekli ve can yakıcı azâb demektir. 11Bu bir hidayettir. Rabblerinin âyetlerini inkâr edenlere gelince, onlar için en ağır türden ve can yakıcı bir azâb vardır. "Bu bir hidayettir" âyeti mübteda ve haberdir. Kur'ân'ı kastetmektedir. İbn Abbâs dedi ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bütün getirdiklerini kastetmektedir. "Rabblerinin âyetlerini inkâr edenlere" O'nun ortaya koyduğu delilleri kabul etmeyenlere "gelince, onlar için en ağır türden ve can yakıcı bir azâb vardır" âyetindeki "ricz" azâb demektir. Yani onlar için can yakıcı azaptan bir azâb vardır. Buna delil de yüce Allah'ın; "Biz de fasıklık ettikleri için zulmedenlerin üzerine gökten bir azâb (ricz) indirdik" (el-Bakara, 2/59) âyetidir. (Burada ricz) azâb demeklir. Ricz'in "rics" gibi pis olan şey anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da yüce Allah'ın: "Ona irinli sudan içirilecektir" (İbrahim, 14/16) âyeti gibidir. Yani onlar için pis içeceği yudumlamak gibi bir azâb vardır. "Ricz" lâfzı nerede geçerse İbn Muhaysın "re" harfini ötreli (rucz şeklinde) okumuştur. İbn Kesîr, İbn Muhaysın ve Hafs "can yakıcı" âyetini ref ile okumuş olup "onlar için ricz türünden can yakıcı bir azâb vardır" demektir. Diğerleri ise "ricz"in sıfatı olarak esreli okumuşlardır. Onlar için can yakıcı bir icz'den azâb vardır, demek olur. 12Orada gemiler emri ile akıp gitsin, O'nun lütfundan arayasınız ve belki şükredesiniz diye denizi size musahhar kılan Allah'tır. "Orada gemiler emri ile akıp gitsin, O'nun lütfundan arayasınız ve belki şükredersiniz diye denizi size musahhar kılan Allah'tır" âyetinde yüce Allah, kudretinin kemalini, kullarının üzerinde nimetinin eksiksizliğini sözkonusu etmekte ve neyi yaratmışsa, onların faydasına olmak üzere yarattığını açıklamaktadır. 13Göklerde ve yerde bulunanların tümünü kendinden size musahhar kılmıştır. Muhakkak ki bunlarda düşünen bir topluluk için âyetler vardır. "Göklerde ve yerde bulunanların tümünü kendinden size musahhar kılmıştır." Yanı işte bu, yüce Allah'ın fiili yaratması, tarafından bir ihsanı ve nimetlerle donatmasıdır. İbn Abbâs, el-Cahderî ve başkaları "tümünü kendinden" anlamındaki âyeti: şeklinde "mim" harfini kesreli, "nun" harfini şeddeli ve "he (yuvarlak te)"yi tenvinli olarak, mastar (mefu'l-i mutlak) olmak üzere nasb ile okumuşlardır. Ebû Amr dedi ki: Ben aynı şekilde Mesleme'yi de:diye yani "O'nun bir lütfü, keremi olmak üzere..." diye okuduğunu dinlemişimdir. Yine aynı şekilde Mesleme b. Muharib'den: 'Hepsi de Onun lütfudur" anlamında lütuf anlamındaki lâfız "he" zamirine izafet olarak okunmuştur. Bu Ebû Hatim'e göre hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir. Yani bu ya da o, O'nun lütfudur demektedir. Cemaatin kıraati de (anlam itibariyle) açıktır. "Muhakkak ki bunlarda düşünen bir topluluk için âyetler vardır." 14Mü’minlere de ki: Allah'ın günlerini beklemeyenlere aldırmasınlar. Çünkü Allah herbir topluluğa kazanageldiklerinin karşılığını verecektir. "Mü’minlere de ki... aldırmasınlar" âyeti (nda "aldırma" fiili), "de ki" emrinin cevabı olarak -şart ve cezaya benzetilerek- cezm ile gelmiştir.: " Kalk, hayır elde edersin" demeye benzer. Bunun cezm ile gelmesinin, "lam" harfinin hazfedilmesi dolayısıyla olduğu da söylenmiştir Bu: "Sen onlara aldırmayın de, onlar da aldırmasınlar" anlamındadır. Buna göre ifadenin delalet ettiği hazfedilmiş bir emrin cevabı olmaktadır. Açıklamayı Ali b. Îsa yapmış olup İbnu'l-Arabî de tercih etmiştir. Âyet-i kerimenin nüzul sebebi şudur: Kureyşten bir adaru ûme; b. el-Hattab (radıyallahü anh)'a sövmüştü. O da onu alıp cezalandırmak istedi. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu rivâyet sahih değildir el-Vahidî, el-Kuşeyrî ve başkalarının da İbn Abbâs'tan rivâyet ettiklerine göre âyet-i kerîme, Mustalıkoğulları gazvesi sırasında Ömer ile Abdullah b. Ubeyy'in başından geçen bir olay hakkında inmiştir. Onlar el-Mureysî' diye bilinen bir kuyunun başında konakladılar. Abdullah su getirmek üzere kölesini gönderdi. Biraz gecikince ona: Niye geç geldin? diye sordu. Bu sefer kölesi: Ömer b. el-Hattâb'ın kölesi kuyunun başında oturdu ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Ebû Bekir'in kırbalarını doldurmadıkça kimsenin doldurmasına izin vermedi. Bir de efendisinin suyunu da doldurdu. Bu sefer Abdullah: Bizim durumumuz ile bunların durumu tıpkı "köpeğini besle de seni yesin" (besle kargayı oysun gözünü) sözündeki örneğe benzer. Onun bu sözü Ömer'e ulaştı. Öldürmek üzere üzerine yürümek kastı ile kılıcını kuşandı. Yüce Allah da bu âyeti indirdi. Bu da Atâ'nın, İbn Abbâs'tan yaptığı rivâyettir. Meymun b. Mihran'ın ondan rivâyetine göre de o (İbn Abbâs) şöyle demiştir; Yüce Allah'ın: "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir?" (el-Bakara, 2/245) âyeti inince, Medine'de Finhas diye bilinen bir yahudi şöyle dedi: Muhammed'in Rabbi fakir düştü. Ömer bunu işitince, kılıcını kuşanıp o adamı aramaya koyuldu. Cibril (aleyhisselâm), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek dedi ki: "Rabbin sana diyor ki: Mü’minlere de ki; Allah'ın günlerini beklemeyenlere aldırmasınlar." Ayrıca şunu da bil ki, Ömer kılıcını kuşanıp o yahudiyi aramaya koyuldu. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ömer'i arayıp bulmak üzere birisini gönderdi. Ömer gelince ona: "Ey Ömer! Kılıcını koy" diye buyurdu. Ey Allah'ın Rasûlü! Doğru söyledin. Şehadet ederim ki sen hak ile günderildin. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Rabbim buyuruyor ki: "Mü’minlere de ki: Allah'ın günlerini beklemeyenlere aldırmasınlar." Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: Hiç şüphesiz böyle yapacağım. Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, bir daha yüzümde kızgınlık görmeyeceksin. Derim ki: el-Mehdevî ile en-Nehhâs'ın zikrettikleri ed-Dahhak'ın İbn Abbâs'tan yaptığı rivâyettir. Bu aynı zamanda el-Kurazî ve es-Süddî'nin de görüşü olup âyet-i kerimenin nesholduğunu söyleyen görüşe uygundur. Ayetin Medine'de yahutta Mustalıkoğulları gazvesi sırasında indiği görüşüne göre ise âyet nesholmuş olamaz. "Aldırmasınlar" âyeti affetsinler ve üzerinde durmasınlar demektir, "Allah'ın günlerini beklemeyenlere" âyetinden kasıt ise, O'nun sevabini beklemeyenlerdir. Allah'ın azâb ve intikamından korkmayanlar, diye de açıklanmıştır. Bir diğer açıklamaya göre burada "reca; beklemek, ummak" korkmak anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Size ne oluyor ki Allah'ın azametinden hiç korkmuyorsunuz?" (Nûh, 71/13) âyetinde görüldüğü gibi, burada da bu; (lafzi anlamıyla) Onun azametinden korkmuyorsunuz anlamındadır. Bu âyetin burada geçmiş ümmetlerin azâbı gibi bir azaptan korkmayanlara... demek olduğu da söylenmiştir. "Günler" büyük önemli olaylar hakkında kullanılan bir tabirdir. Allah'ın gerçek dostlarına yardım edeceğini ve düşmanlarını da cezalandıracağını ummayanlara... diye de açıklanmıştır. Öldükten sonra dirilişten korkmayanlar anlamındadır, da denilmiştir. "Çünkü Allah herbir topluluğa kazanageldîklerinin karşılığını verecektir" âyetindeki: “ Çünkü... karşılığını verecektir" âyetini genel olarak "ye" ile "Çünkü Allah... karşılığını verecektir" anlamında okumuşlardır. Hamza, el-Kisaî ve İbn Amir ise tazim olmak üzere "nun" ile; "Çünkü... karşılığını vereceğiz" diye okumuşlardır. Ebû Cafer, el-Arec ve Şeybe ise meçhul bir fiil olarak "ye" harfi ötreli ve "ze" harfi de üstün olmak üzere: "Çünkü... karşılığı verilecektir" diye, buna karşılık "Bir topluluğa" lâfzı da nasb ile okunmuştur. Ebû Amr: Bu ise açık bir lahndir, derken; el-Kisaî şöyle demiştir: Anlamı "Çünkü bir kavme karşılık verilecektir" şeklindedir. Bunun bir benzeri de "Biz mü’minleri işte böyle kurtarırız" (el-Enbiya, 21/88) anlamındaki âyetin): İbn Amir ve Ebû Bekr'e göre: " İşte mü’minler böyle kurtarıldı" diye okunmasıdır. Şair de şöyle demiştir: "Eğer Rufeyre bir köpek yavrusu doğuracak olsa bile, O yavru dolayısıyla bütün köpeklere sövülür." O köpeğe «övgülerle sövülür, demektir. 15Kim salih bir amel İşlerse kendi lehinedir, kim de kötülük ederse aleyhinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz. 16Yemin olsun ki Biz İsrailoğullarına Kitabı, hükmü ve peygamberliği vermiş, kendilerini hoş ve temiz şeylerle rızıklandırmış ve onları âlemlere üstün kılmıştık. "Yemin olsun ki Biz İsrailoğullarına Kitabı" Tevrat'ı "hükmü" kitabı kavramayı, insanlar hakkında hüküm verip yargıda bulunmayı "ve peygamberliği" Yusuf (aleyhisselâm)'dan itibaren Îsa (aleyhisselâm)'a kadarki peygamberleri kastetmektedir "vermiş, kendilerini hoş ve temiz şeylerle" yani Şam bölgesinde bulunan gıda, meyve ve yiyeceklerin helal olanlarıyla, bir görüşe göre de Tihde, Men ve Selva ile "rızıklandırmış ve onları" daha önce ed-Duhan Sûresinde (44/32. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere çağdaşları olan "âlemlere üstün kılmıştık." 17Onlara din hususunda apaçık belgeler de verdik. Onlar kendilerine ilim geldikten sonra ancak aralarındaki kıskançlıktan dolayı anlaşmazlığa düştüler. Muhakkak Rabbin ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet gününde aralarında hüküm verecektir. "Onlara din hususunda apaçık belgeler de verdik." İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında ve onun peygamberliğinin tanıkları arasında Tihame'den, Yesrib'e göç edeceğine Yesriblilerin ona yardım edeceğine dair bilgiler kastedilmektedir. Bir diğer görüşe yöre bu "apaçık belgeler" helal ve haram hakkındaki açık şer'î hükümler ile mucizelerdir. "Onlar kendilerine ilim geldikten sonra ancak aralarındaki kıskançlıktan dolayı anlaşmazlığa düştüler." Burada "ilim'den kasıt Yuşa b. Nun'dur. Kimisi îman etmiş, kimisi kâfir olmuştu. Bu açıklamayı en-Nekkaş zikretmiştir. "Onlar kendilerine İlim geldikten sonra" âyeti ile kastedilenin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliği olduğu ve onun hakkında anlaşmazlığa düşmeleri olduğu da söylenmiştir. "Ancak aralarındaki kıskançlıktan dolayı" yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kıskandıklarından ötürü (anlaşmazlığa düştüler.) Bu anlamdaki açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. "Kıskançlıktan dolayı" âyetinin üstünlük ve başkanlık arzusu ve isteği ile biri diğerine haksızlık etmesi ve peygamberleri öldürmelerine işaret olduğu da söylenmiştir. İşte ey Muhammed, senin çağdaşın müşrikler de böyledir. Bunlara apaçık belgeler gelmiş, fakat onlar başkanlık hususundaki yarışlarından ötürü ondan yüz çevirmiş bulunuyorlar. "Muhakkak Rabbin" dünya hayatında iken "ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet gününde aralarında hüküm verecektir" ve haklıyı haksızdan ayırdedecektir. 18Sonra Biz seni dinden bir şeriate sahib kıldık. Sen de artık ona uy! Bilmeyenlerin hevalarına uyma! Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: "Sonra Biz seni dinden bir şeriate sahib kıldık" âyetinde geçen "şeriat" sözlükte mezheb (gidilen yol) ve din demektir. Su içmek isteyenlerin gittikleri yola da "şeriat" denilir. "Sarı' (cadde)" de buradan gelmektedir. Çünkü maksada götüren yol odur. O halde şeriat Allah'ın kulları için din ularak teşri' buyurduğu şeyler (koyduğu yol)dur. Çoğulu şerai' gelir. "Dinde şeriatler" ise yüce Allah'ın kulları için açtığı yollardır. O halde: "Biz seni dinden bir şeriate sahib kıldık" âyeti Biz seni hakka götüren, din emrinden apaçık bir yol üzere kıldık, demektir. İbn Abbâs dedi ki: "Bir şeriate sahib kıldık" din işinden apaçık bir hidayet üzere kıldık, demektir. Katade dedi ki: Şeriat; emir, yasak, hadler ve farzlardır. Mukâtil : Şeriat apaçık delil demektir. Çünkü o hakka götüren yoldur. el-Kelbî, şeriatten kasıt sünnettir, demiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz de kendisinden önceki peygamberlerin yolunu izlemiştir. İbn Zeyd: Şeriat dindir, çünkü din kurtuluşun yoludur, demiştir. İbnu'l-Ârabî dedi ki: Emr (mealde din ile karşılanmış) lügatte iki anlamda kullanılır. 1- Durum anlamında: Yüce Allah'ın: "Onlar yine Fir'avun'un emrine uydular. Fir'avun'un emri hiç de doğru değildi" (Hud, 11/97) âyetinde olduğu gibi. 2- Nehyin zıddı olan süzün kısımlarından birisi anlamında. Burada her ikisinin de kastedilmiş olması mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Biz seni dinden bir yol üzere kıldık. Bu yol da İslâm milleti (İslâm dini)dir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sonra Biz sana hanif olarak İbrahim'in dinine uy! O müşriklerden olmadı, diye vahyettik." (en-Nahl, 16/123) Yüce Allah'ın indirmiş olduğu şeriatlerde tevhid, üstün ahlaki değerler ve maslahatlarda bir değişiklik yapmadığı, fakat her türlü eksiklikten münezzeh olan ilmine uygun olarak fer'i hususlarda aralarında farklılıklar indirmiş olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. 2- Bizden Öncekilerin Şeriatleri (Bize Delil Olur mu?): İbnu'l-Ârabî dedi ki: İlme dair söz söyleyen bazı kimseler bu âyet-i kerimenin bizden öncekilerin şeriatlerinin bizim için şeriat olmadığına delil olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü yüce Allah peygamberini ve ümmetini bu âyet-i kerimede bağımsız bir şeriat sahibi olarak sözkonusu etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve ümmetinin bağımsız bir şeriate sahib olduklarını inkar etmiyoruz. Ancak görüş ayrılığı: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) eğer övgü ve güzel sözlerle sözetmek sadedinde bizden öncekilerin şeriatini haber verecek olursa, ona uymak gerekir mi, gerekmez mi? hususundadır. Yüce Allah'ın: "Bilmeyenlerin hevalarına uyma!" âyetinde kastedilenler müşriklerdir. İbn Abbâs bunlar Kureyza ve Nadiroğullarıdır, demiştir. Yine ondan gelen rivâyete göre âyeti kerîme, Kureyşlilerin peygamberi atalarının dinine davet etmeleri üzerine inmiştir. 19Çünkü onların Allah'a karşı sana hiçbir faydaları olmaz. Şüphesiz ki zâlimler birbirlerinin velileridir. Allah ise takva sahiblerinin velisidir. "Çünkü onların Allah'a karşı sana hiçbir faydaları olmaz." Eğer sen onların hevalarına uyacak olursan, Allah'tan sana gelecek azâbın hiçbir bölümünü senden uzaklaştıramazlar. "Şüphesiz ki zâlimler birbirlerinin velileridir." Arkadaşları, yardımcılarıdır, birbirlerini sevenlerdir. İbn Abbâs dedi ki: Münafıkların yahudilerirı dostları olduğunu kastediyor. "Allah ise takva sahiblerinin velisidir." Onların yardımcısı ve destekleyicisidir. Burada takva sahiplerinden kasıt, şirkten ve masiyetten sakınan kimselerdir. 20Bu, insanlar İçin doğru yolu gösterici, kesin inanca sahîb bir topluluğa da bir hidayet ve bir rahmettir. "Bu, insanlar için doğru yolu gösterici(dir)" âyeti mübteda ve haberdir. Yani Benim senin üzerine indirdiğim bu kitab, hadlerde hükümlerde insanlar için apaçık deliller, belgeler ve alametlerdir. Bu âyet; " Bunlar... doğru yolu göstericidir" diye de okunmuştur ki, bu âyetler... demek olur. "Kesin inanca sahib bir topluluğa da bir hidayet" yani onvı izleyenleri cennete götüren bir yol ve doğruluktur "ve" ahirette "bir rahmettir." 21Yoksa kötülük İşleyenler kendilerini Îman edip salih amel işleyenler gibi kılacağımızı ve hayatları ile ölümlerinin bir olacağını mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar! "Yoksa kötülük işleyenler" âyetindeki: "Kazananlar" demektir. "Kazanmak" anlamındadır. "Avlayıcı hayvanlar" da buradan gelmektedir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Mâide Sûresi'nde (5/4. âyet, 4. başlıkta) geçmiş idi. "Kendilerini Îman edip salih amel işleyenler gibi kılacağımızı... mı sandılar?" el-Kelbî dedi ki; Burada "kötülük İşleyenler”den kasıt, Rabia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe ile el-Velid b. Utbe'dir. "Îman edenler" ise Ali, Hamza ve Ubeyde b. el-Haris -r. anhum-dir. Bunlar az önce sözü geçen müşriklere karşı Bedir günü teketek çarpışmak üzere çıkmış ve onları öldürmüşlerdi. Ayet-i kerimenin ahirette kendilerine mü’minlere verilenlerden daha hayırlı şeyler verileceğini söyleyen müşriklerden bir topluluk hakkında indiği de söylenmiştir. Nitekim böyleleri hakkında yüce Rabbimiz: "Eğer Rabbime döndürülsem de şüphesiz benim için O'nun yanında iyilik vardır" (Fussilet, 41/50) âyetinde onlara dair haber vermektedir. Yüce Allah'ın: "Yoksa... mı sandılar" âyeti atfedilmiş bir soru olup inkar anlamını taşır. Arapça bilginleri, eğer hilab maksadı ile söz arasında geçmiş ise atıf edatı olmaksızın bu şekilde kullanmayı uygun kabul ederler. Kimileri de: Burada hazfedilmiş takdiri ifadeler vardır, demektedir. Yani; Allah takva sahiblerinin velisidir. Acaba müşrikler bunu biliyorlar mı? Yoksa bizim onları birbirlerine eşit kılacağımızı mı sanıyorlar? Bir başka görüşe göre âyetin başındaki: munkatıadır. Hemze'nin anlamında da böyle bir şeyi zannetmelerinin inkar olunduğu (kabul edilmediği) anlamı vardır. "Bir, eşit' anlamındaki lâfız genel olarak önceki bir mübtedanın haberi olmak üzere ref ile: diye okunmuştur. Yani onların hayatları ve ölümleri eşit(mi olacak)dır? "Hayatları ve ölümleri"ndeki zamirler kâfirlere aittir, yani onların hayatları da kötü bir hayat, ölümleri de böyle olacaktır. Hamza, el-Kisaî ve el-Ameş ise nasb ile diye okumuşlardır. Ebû Ubeyd de bu kıraati tercih etmiş olup şöyle demiştir: Biz onları eşit (mi) kılacağız; anlamındadır. Yine el-Ameş ve Îsa b. Ömer, "ölümleri" anlamındaki âyeti şeklinde nasb ile hayatlarında ve ölümlerinde eşit (mi), anlamında okumuşlardır. Buradan cer edatı düşürülünce, bu lâfız da nasb ile okunmuştur. "Hayatları ile ölümleri" lâfızlarının: "Kendilerini... kılacağımızı" lâfzındaki zamirden bedel olması da mümkündür. Yani, onların hayat ve ölümlerini îman edenlerin hayat ve ölümleri ile aynı ve bir kılacağımızı mı zannettiler? "Hayatları ile ölümleri" lâfzındaki zamirin aynı anda kâfirlere de, mü’minlere de ait olması da mümkündür. Mücahid dedi ki: Mü’min, mü’min olarak ölür, mü’min olarak diriltilir. Kâfir de kâfir olarak ölür, kâfir olarak diriltilir. İbnu'l-Mübarek şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize Şu'be, Amr b. Murre'den haber verdi. O Ebû'd-Ouha'dan, o Mesrûk'tan dedi ki: Mekkelilerden bir adam dedi ki: Burası Temim ed-Darî'nin durduğu bir yerdir. Ben onu bir gece sabaha kadar yahutta sabaha yakın vakte kadar Allah'ın kitabından bir âyeti okuyup, rükua ve secdeye varıp ağlayıp durduğunu gördüm. O âyet: "Yoksa kötülük işleyenler kendilerini îman edip salih amel işleyenler gibi kılacağımızı... mı sandılar?" âyetinin tamamıdır. Beşir dedi ki: Bir gece er-Rabi' b. Haysem'in yanında kaldım. Kalktı, namaz kıldı, bu âyet-i kerimeye gelince, sabah oluncaya kadar bu âyetten ileri geçemedi. Bu arada da çok şiddetli ağlayıp durdu. İbrahim b. el-Eş'as da dedi ki: Ben el-Fudayl b. İyad'ı gecenin başlangıcından sonuna kadar bu âyeti ve benzeri âyeti tekrarlayıp durduğunu çok kere görmüşümdür. Sonra da şöyle diyordu: Keşke ben bu iki kesimden hangisinden olduğumu bir bilebîlseydim. Bu âyet-i kerîme abidlerin ağladığı âyet diye adlandırılırdı. Çünkü bu, muhkem bir âyettir. 22Allah gökleri ve yeri hak ile bir de her kişiye kazandığının karşılığı verilsin diye yaratmıştır. Onlara zulmedilmez. "Allah gökleri ve yeri hak İle" hak emir ile "bir de her kişiye" ahirette "kazandığının karşılığı verilsin diye yaratmıştır." 23Kendi hevasını ilâh edinmiş, bilgisine rağmen Allah'ın kendisini şaşırtmış olduğu, kulağına ve kalbine mühür vurduğu, gözü üzerine de perde gerdiği kimse hakkında ne dersin? Artık buna Allah'tan başka kim hidayet verebilir? Hiç öğüt almaz mısınız? İbn Abbâs, el-Hasen ve Katade dedi ki: Burada sözü edilen kişi,hevasınauygun düşen şeyleri kendisine din edinen kâfirdir. O neyi hevasına uygun görür (ister ve arzu eder) ise mutlaka o işi yapar. İkrime dedi ki: Kendisine ibadet ettiği ilahı, sevdiği yahutta güzel gördüğü şey olan kimseyi gürdün mü? Bu kişi bir şeyi güzel bulup da onu sevdi mi, onu ilâh edinir. Said b. Cübeyr dedi ki: Müşriklerden biri bir taşa ibadet eder, ondan daha güzel bir taş gördü mü öncekini atar, diğerine ibadet ederdi. Mukâtil dedi ki: Bu âyet-i kerîme alay edenlerden birisi olan Sehmoğullarından el-Haris b. Kays hakkında inmiştir. Çünkü bu kişi canının arzu ettiği, sevdiği şeye ibadet ederdi. Süfyan b. Uyeyne dedi ki: Bunların taşlara ibadet etmelerinin sebebi, Beyt(ullah)'ın taştan olmasıdır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Sen hevasına ve ma'buduna böylece uyan kimseyi gördün mü? Bu ifadelerle akıl sahibi kimseler için cahilliklerinin hayret edilecek bir şey olduğu anlatılmak istenmektedir, el-Hasen b. el-Fadl dedi ki: Bu âyet-i kerimede takdim ve tehir vardır. İfade: Sen hevasını kendisine ilâh edineni gördün mü, takdirindedir. en-Nehaî dedi ki: Hevaya "heva" denilip sebebi, hevasının peşinden giden kişiyi cehennem ateşine yuvarlamasından dolayıdır Yuvarlama" fiili ile "heva" ismi aynı kökten gelmektedir. Şa'fri buna dikkat çekmektedir İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah Kur'ân-ı Kenm'de nerede hevayı sözkonusu etmişse, mutlaka onu yermiştir. Mesela, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat o... hevasına uydu. Artık onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline bıraksan da yine dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğin durumuna benzer." (el-Araf, 7/176); "Heva ve hevesine uymuş, işinde haddini aşmış kimselere de itaat etme!" (el-Kehf, 18/28); "Hayır, zulmedenler bilgisizce hevalarına uydular. Allah'ın saptırdığını hidayete ulaştıracak kimdir?" (er-Rum, 30/29); "Allah'tan bir hidayet olmaksızın hevası na uyandan daha sapık kim olabilir ki?" (el-Kasas, 28/50); "Sakın hevaya uyma! O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır." (Sad, 38/26) Abdullah b. Amr b. el-As, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Hevası getirdiklerime tabi olmadığı sürece sizden hiçbir kimse îman etmiş olamaz." İbn Ebi Âsım, es-Sunne, I, 12; İbn Kesîr, Tefsir, I, 521, İH, 491; İbn Receh el-Hanbeli, Camiu'l-Ulum, s. 386, 387. Ebû Umame dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Semanın gölgesi altında kendisine ibadet olunan ilahlar arasında Allah'ın en çok buğzettiği sey hevadır." Şeddad b. Evs de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Akıllı kişi nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel eden kimsedir. Günahkar kişi ise nefsini hevasının peşine takan ve Allah'tan olmadık şeyleri temenni eden kimsedir. " Hakim, Müstedrek, I, 125, IV, 280; Tirmizi, IV, 638; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübra, III, 369; İbn Mace, II, 1423; Müsned, IV, 124. Ancak hepsinde "günahkar (Tacir)" kelimesi yerine "aciz" kelimesi ile. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sen itaat olunan bir cimrilik, peşinden gidilen bir heva, (ahirete) tercih olunan bir dünya ve herkesin kendi görüşünü beğendiği bir hali görecek olursan, o vakit özellikle kendine bak ve avamın işini (onlarla ilgilenmeyi) bırak." Tirmizi, V, 257; Ebû Dâvûd, IV, 123, İbn Mace, II, 1330. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Üç husus vardır ki helâk edicidir. Üç husus da vardır ki kurtarıcıdır. Helâk ediciler itaat olunan cimrilik, peşinden gidilen bir heva ve kişinin kendisini beğenmesîdir. Kurtarıcı olan hususlar ise gizlide ve açıkta Allah'tan korkmak, zenginken de fakirken de orta yollu harcamak, ister hoşnud olsun ister kızgın olsun adalet yapmak." Ebû'd-Derda (radıyallahü anh) dedi ki: Kişi sabahı etti mi hevası, ameli ve ilmi biraraya gelir. Eğer ameli hevasına tabi olursa, işte onun o günü kötü bir gündür. Eğer ameli ilmine tabi olursa, o günü de salih bir gündür. el-Esmaî dedi ki: Bir adamı şöyle derken dinledim: "Asıl alçaklık (hevan) hevadır, bunun ismi kalbedilmiştir, O bakımdan sen hevaya kapıldın mı artık hevan (aşağılık) ile karşılaşmış olursun." İbnu'l Mukaffa'a heva hakkında sorulmuş, o da: O heva (aşağılık: hevan)dır, (hevan iken) "nun"u çalınmıştır. Onun bu düşüncesini bir şair alarak nazını haline sokup şöyle demiştir: "Hevan'ın "nun'u hevadan çalınmıştır, Artık sen bir şeyi heva ve hevesinle sevdin mi sen hevan (aşağılanmak) ile karşılaşırsın." Bir başka şair de şöyle demiştir: "Heva bizatihi hevan'nın kendisidir, Sen hevaya kapıldın, mı artık bir hevan kazanmış olursun. Bir hevaya kapıldın mı heva seni (kendisine) ibadet ettirdi demektir. Artık kim olursa olsun, sevdiğine boyun eğ, (der)." Abdullah İbnu'l-Mübarek de şöyle demiştir: "Bazı belalar belaya alamettir, Artık hevanın peşinden gitmekten vazgeçtiğin görülmeyecek mi senin? Kul, arzu ettiği hususlarda nefsinin kölesi olandır, Hür ise kimi zaman, toktur, kimi zaman aç kalır (bunlara aldırmaz)." İbn Düreyd de şöyle demektedir: "Bir gün nefsin senden bir arzunu yerine getirmeni isteyecek olursa, Ve eğer ona muhalefet etmek için bir yol varsa, Bırak nefsini muhalefet et arzu ettiği şeye, Çünkü senin arzun düşmanın, ona muhalefet etmek arkadaşındır." Ebû Ubeyd et-Tusî de şöyle demiştir: "Nefse eğer arzu ettiklerini verecek olursan, (Unutma ki) o hevasma doğru ağzını açmış duruyor." Ahmed b. Ebi'l-Havara dedi ki: Bir rahibin yanından geçtim, çok zayıf olduğunu gördüm. Ona: Sen çok hastasın dedim, o evet dedi. Ne zamandan beri? diye sordum. O: Kendimi bildim bileli dedi. Peki tedavi oluyor musun? dedim. Şöyle cevab verdi: Derdime ilaç olacak bir şey bulamadım. Bundan dolayı artık key (yaranın dağlanması) yapmaya karar verdim. Peki key nedir? diye sordum. O da hevaya muhalefettir, dedi. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî dedi ki: Senin haytalığın hevandır. Ona muhalefet edersen, o da senin ilacın olur. dedi ki: Eğer iki husus hakkında şüphe edip de hangilerinin daha hayırlı olduğunu bilemeyecek olursan, hangisinin hevana daha uzak düştüğüne bir bak ve onu yap. Hevanın yerilmesi ve ona muhalefet hususunda ilim adamlarının yeteri kadarıyla kendisine işaret ettiğimiz- esederi ve bahisleri vardır. Sana yüce Allah'ın: "Rabbinin huzuruna varmaktan korkup nefsini hevadan alıkoyana gelince, hiç şüphe yok ki cennet varılacak yerin ta kendisidir" (en-Naziat, 79/41-42) âyeti yeterlidir. "Bilgisine rağmen Allah'ın kendisini şaşırtmış olduğu" âyeti, Allah'ın onun halini bilerek saptırdığı... demektir. Bir başka açıklamaya göre; Allah onun layık olmadığını bilerek sevap olan işi yapmaktan şaşırtarak, uzak tutmuş olduğu kimse... demektir. İbn Abbâs dedi ki; Yüce Allah'ın ezelden beri sapacağını bildiği.., demektir. Mukâtil : Onun sapkın ve şaşkın bir kimse olduğunu bildiği... demektir, demiştir. Anlamlar birbirine yakındır. Bir diğer açıklama da şöyledir: Puta tapan kimsenin o putun fayda ve zarar veremediğini bildiği halde... "Bilgisine rağmen" âyetinin failden hal olmasının mümkün olduğu da söylenmiştir. Yani: Yüce Allah onun halini bilerek onu şaşırtmıştır. Yani yüce Allah ezeli ilminde bu kimsenin dalalet ehlinden olduğunu bilerek o kimseyi şaşırtmıştır, Mef'ûlden hal olması da mümkündür, o vakit anlam: Kâfir kişinin kendisinin sapık ve şaşkın olduğunu bildiği halde onu saptırmıştır, şaşırtmıştır, demek olur. "Kulağına ve kalbine mühür vurduğu" öğüdü işitemesin diye kulağını, hidayeti anlayamasın diye de kalbini mühürlediği "gözü üzerinde de perde gerdiği" ta ki doğruyu göremesin diye perdelediği "kimse hakkında ne dersin?" Hamza ve el-Kisaî "perde" âyetini "ğayn" harfi üstün ve "diP'siz olarak; diye okumuşlardır. Bu husus daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/7. âyet, 8 ve 9. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Şair de şöyle demiştir: "Kendisinin kulu olduğum hakkı için yemin ederek söylüyorum, Ki ben bu yeminimi senin için açıkça yapmıyorum; Eğer sen bana bir örtü. giydirecek olursan, Yemin olsun ki bir zamanlar sana samimi olarak sevgi beslemiştim." "Artık" Allah onu saptırdıkları sonra "Allah'tan başka kim hidayet verebilir? Hiç öğüt almaz mısınız?" ve onun herşeye gücünün yettiğini bilmez misiniz! Bu âyet-i kerîme kaderiyye, İmâmiyye ve itikad hususunda onların yollarını izleyen kimselerin kanaatlerini reddetmektedir. Çünkü âyet-i kerîme böylelerinin hidayetlerinin engellenmiş olduğunu açıkça ifade etmektedir. Diğer taraftan "kulağına ve kalbine mühür vurduğu" âyetinin onların hallerini haber vermek sadedinde varid olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre bu onlar hakkında bu anlamda bir beddua sadedindedir. Nitekim el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/7, âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. İbn Cüreyc'in naklettiğine göre bu âyet-i kerîme "el-Gayatile" diye bilinenlerden birisi olan el-Haris b. Kays hakkında inmiştir. en-Nekkaş'ın naklettiğine göre ise el-Haris b. Nevfel b. Abdi Menaf hakkında inmiştir. Mukâtil dedi ki: Ayet Ebû Cehil hakkında inmiştir. Şöyle ki; o bir gece beraberinde el-Velid b. Muğire bulunduğu halde Beyti tavaf ederlerken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında konuşmaya başladılar. Ebû Cehil: Allah'a yemin ederim, ben onun doğru sözlü olduğunu biliyorum, dedi. el-Velid ona: Deme, doğru olduğunu nerden anladın? diye sorunca şöyle dedi: Ey Abdu Şems'in babası, biz gençliğinde ona sadık ve emin diyorduk. Aklı tamamlanıp kemale erince ona yalancı ve hain mi diyeceğiz? Allah'a yemin ederim ben onun doğru söylediğini biliyorum. Bu sefer el-Velid: Peki onu tasdik etmeni ve ona îman etmeni engelleyen nedir? deyince, şöyle dedi: Kureyş kızları benim hakkımda bir ekmek parçası uğruna Ebû Talib'în yetiminin peşinden gittiğimden mi söz etsin? tat ve Uzza'ya yemin olsun ki, ebediyyen ona uymayacağım. Bunun üzerine; "Kulağına ve kalbine mühür vurduğu..." âyeti indi. 24Dediler ki: "O, dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Ölürüz ve ditiliriz ve bizi ancak zaman helâk etmektedir." Halbuki onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar ancak zanda bulunuyorlar. "Dediler ki: O, dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Ölürüz ve diriliriz" âyeti onların ahireti inkar ettiklerini, öldükten sonra dirilişi yalanlayıp amellerin karşılığının görülmesini kabul ekmediklerini göstermektedir. "Ölürüz ve diriliriz" âyeti da biz ölüyoruz, çocuklarımız da diriliyor demektir. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır, " Diriltiliriz" diye "nun" harfi ötreli olarak da okunmuştur. Kimimiz ölüyor, kimimiz diriliyor, diye de açıklanmıştır. İfadede takdim ve tehir olduğu ve bunun diriliriz ve ölürüz anlamında olduğu da söylenmiştir ki, bu şekil aynı zamanda İbn Mes’ûd'un kıraatidir. "Ve bizi ancak zaman helâk etmektedir." Mücahid dedi ki; Yıllar ve günler demektir. Katade, yaşadığımız ömür diye açıklamıştır. Anlamları birdir. "Ancak geçip giden zaman" diye de okunmuştur. İbn Uyeyne dedi ki: Cahiliye insanları, asıl bizi helâk eden zamandır. Bize hayat verip bizi öldüren de odur, diyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Kutrub da: Bizi helâk eden ancak Ölümdür diye açıklamış ve Ebû Züeyb'in şu beyitini zikretmiştir: "Sen ölümden ve zamanın getirdiği musibetlerden mi rahatsız oluyorsun? Halbuki zaman (dehr) gelen musibetlere karşı sabırsızlık gösterenleri hoşnut etmez." İkrime: Allah'tan başka bizi kimse helâk etmiyor, diye açıklamıştır. Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Cahiliye-dönemi insanları bizi gece ve gündüzden başkası helâk etmiyor. Bizi helâk eden, öldüren ve bize hayat veren odur, diyorlar ve dehre sövüyorlardı. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Âdemoğlu dehre (zamana) söverek bana eziyet veriyor. Halbuki dehr Benim, iş Benim elimdedir. Geceyi ve gündüzü ben evirip çeviririm." Taheri. Tefsir, XXV, 152; İbn Kesîr, Tefsir, IV. 152 Derim ki: Peygamber Efendimizin: "Allah buyuruyor ki..." ifadesinden itibaren sonuna kadar Buharî'nin zikrettiği şekilde ve lâfzı iledir. Bunu aynı zamanda Müslim ve Ebû Davud da rivâyet etmiştir. Müslim, IV, 1762; Buhârî, IV, 1825. VI, 2722; Ebû Davud, LV, 369; Müsned, II, 238. Muvatta’'dd Ebû Hüreyre'den kaydedilen rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse sakın zaman kahrolsun demesin. Çünkü Allah dehrin kendisidir. " Muvatta’,II, 984; Müslim, IV, 1763; Buhari, V. 22«6; Müsned, II, 259, 272, 275, 394. Dehr, Allah'ın isimlerindendir diyenler de bu hadisi delil göstermiş ve şöyle demişlerdir: İlim adamlarından bunu Allah'ın isimlerinden birisi olarak kabul etmeyenlerin bu yaklaşımları, Arapların cahiliye dönemindeki tutumlarını reddetmek ile açıklanabilir. Çünkü onlar, yüce Allah'ın bu âyet-i kerîme ile haklarında haber verdiği şekilde, asıl failin zaman olduğuna inanıyorlardı. O bakımdan onlara herhangi bir zarar, sıkıntı ya da hoşlanmadıkları bir şey gelip çattığında bunu zamana nisbet ediyorlar, bu hususta kendilerine: Siz dehre (zamana) sövmeyiniz. Çünkü Allah zamanın kendisidir. Yani sizin zamana izafe ettiğiniz bu işlerin faili yüce Allah'ın kendisidir. Dolayısıyla bu sövme -haşa- O'na gider denildi ve bu sebepten bu tutumları yasaklanmış oldu. Bu kanaatin doğruluğunun delili de Ebû Hurcyre'nin zikrettiği hadisteki şu ifadelerdir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şanı yüce ve mübarek Allah buyurdu ki: "Âdemoğlu Bana eziyet veriyor..." hadisidir. Ebû Ali es-Sakafî'nin şu beyitleri ne kadar güzeldir: "Ey başına bir musibet geldi mi zamana sitem eden kişi! Şana gadrettiğinden ötürü zamanı kınama, Çünkü zaman, bir memurdur, amiri vardır onun Ve zaman da o amirin emrine boyun eğer. Nice kâfir vardır ki pek çoktur serveti, Küfrüne rağmen kat kat artıp durmaktadır. Nice mü’min de vardır ki, bir dirhemi yoktur dabi, Fakirliğine rağmen imanı artıp durmaktadır." Rivâyete göre Salim b. Abdillah b. Ömer zamanı çokça sözkonusu ettiğinden dolayı babası onu azarlayarak: Zamanı böyle diline dolamaktan sakın evladım, demiş ve şu beyitleri söylemişti: "Zaman, hiçbir zaman, hiçbir cinayeti işleyen değildir, Ne de bir belayı getirendir; o batımdan sövme zamana. Fakat yüce Allah ne zaman bir şeyler gönderirse, Bir topluluğun üzerine; onların kolaylıklarını zorluk kılar." Ebû Ubeyd dedi ki: İnkarcılardan birisi ile tartışırken şöyle dedi; Sen "Allah dehrin (zamanın) kendisidir" dediğini hiç duymadın mı? Ben de dedim ki: Zaman boyunca hiç yüce Allah'a söven bir kimse olmuş mudur? Aksine onlar el-Aşa'nın dediği gibi diyorlardı: "İster konaklamış ol, ister yolculukta bulun, Ve şüphesiz yolculuk yaptıklarında hayırda bir ileri gidişleri vardır. Vefayı ve adaleti kendine ayırmıştır yüce Allah, Kınamayı da kişiye ayırmıştır," Ebû Ubeyd dedi ki: Musibet ve çaresiz bırakan olaylar karşısında zamanı yermek, Arapların adetlerindendir. O kadar ki, onu gürlerinde sözkonusu ettiler ve olayları kendisine nisbet ettiler. Amr b. Kamia dedi ki: "Görmediğim yerden ok attı bana zamanın kızları, Kendisi atış yapmadığı halde atışa maruz kalanın hali ne olur! Eğer atılanlar ok olsaydı korunurdum onlardan, Fakat bana oksuz atış yapılıyor. Kimi zaman iki avucum üzerinde, kimi zaman da sopa üzerinde, Bu atışlardan sonra, öyle ayağa kalkabiliyorum." Arap şiirinde benzeri pek çoktur. Onlar bunu zamana nisbet eder ve ona izafe ederler. Halbuki mutlak Fail yüce Allah'dır, O'ndan başka Rab yoktur. Muvatta’,II, 984; Müslim, IV, 1763; Buhari, V. 22«6; Müsned, II, 259, 272, 275, 394. "Halbuki onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur." Buradaki:zaiddir. Yani onlar bu sözlerini şüphe içinde söylediler. "Onlar ancak zanda bulunuyorlar." Onlar ancak zanna dayalı olarak konuşuyorlar. Müşrikler çeşit çeşit idi. Bir kesimi bunlardı. Bir kesimi de yaratıcıyı kabul eder, öldükten sonra dirilişi inkâr ederdi. Kimisi Öldükten sonra diriliş hakkında şüphe eder, kat'i olarak inkâr etmezdi. İslâm döneminde ise birtakım kimseler ortaya çıktı ki, bunlar müslümanlardan korktukları için öldükten sonra dirilişi inkâr etmek imkanını bulamıyorlardı. Bundan dolayı da tevile saparak kıyâmeti bedenin ölümü olarak kabul ediyor, mükâfat ve cezayı da -iddialarına göre- ruhların gördükleri birtakım hayaller (rüyalar) olarak değerlendiriyorlardı. Böylelerinin kötülüğü bütün kâfirlerin kötülüğünden daha fazladır. Çünkü bunlar hakkı karıştırıyor ve onların bu karıştırmalarına aldananlar bulunuyor. Şirkini açıkça ortaya koyan müşrikten müslüman sakınabilir. Bir açıklamaya göre: Biz ölürüz, geriye bıraktığımız eserler hayatta kalır, demektir. İşte anılmak suretiyle ayakta kalmak budur. Bu sözleriyle tenasühe işaret ettikleri de söylenmiştir. Yani kişi ölür, ruhu birtakım ölülere (cansızlara) verilir ve onunla hayat bulur. Burada sözü edilen dehr ve zaman Türkçede Felek olarak karşılanmaktadır. Nitekim halk arasında ve birçok şiirde de felekten, Arapların dılmlen Gözettiği gibi sözedildiği görülmektedir. 25Kendilerine âyetlerimiz apaçık okunduğunda, onların bütün delilleri: "Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi babalarımızı getiriniz" demekten ibaretti. “ Kendileri âyetlerimiz apaçık okunduğunda" yani bu müşriklere öldükten sonra diriliğin mümkün olduğuna dair âyetlerimiz okunduğu vakit "onların" bu âyetlere karşı ortaya koydukları "bütün delilleri eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi babalarımızı getiriniz demekten İbaretti." Buradaki: "Delilleri" âyeti, "...di"nin haberidir. İsmi ise: "Haydi babalarımızı getiriniz demekten ibaret" âyetidir. O ölmüş babalarımızı getirin ki biz de sizin doğru söyleyip söylemediğinizi onlara soralım. Yüce Allah da şu âyetiyle onlara cevap vermektedir: 26De ki; "Allah sizi diriltiyor, sonra sizi öldürüyor. Sonra kendisinden şüphe bulunmayan kıyâmet gününe sizi toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bilmezler." "De ki: Allah sizi diriltiyor." Yani siz önceleri cansız nutfeler halinde idiniz. (Sonra sizi diriltti.) "Sonra sizi öldürüyor, sonra kendisinden şüphe bulunmayan kıyâmet gününe sizi toplayacaktır." Tıpkı dünya hayatında size hayat verdiği gibi. "Fakat insanların çoğu" Allah'ın ilkin kendilerini yarattığı gibi tekrar kendilerini İade edeceğini "bilmezler." ez-Zemahşerî dedi ki: Şayet delil olmadığı halde yüce Allah onların sözlerine niye "delil" adım verdi, diye sorulursa, şöyle cevap verilir: Çünkü onlar bu sözlerini delil getiren kimsenin delilini ortaya koyduğu üslubla ileri sürmüşler ve delil diye ortaya koymuşlardı. Onlar ile bir çeşit alaylı üslub kullanılarak onların bu sözlerine "delil" denilmiştir. Yahutta kendi kanaatlerine ve değerlendirmelerine göre delil olduğu için böyle denilmiştir ya da şairin şu üslubunda sözkonusu ettiği hale benzediği için böyle denilmiştir: "Onların arasındaki selamlaşma çok acıtıcı bir doğuştur." Buna göre şöyle denilmiş gibi olmaktadır: Onların delil diye ileri sürdükleri şey, ancak delil olamayacak bir şeydi. Maksat, onların hiçbir delillerinin bulunmadığım ifade etmektir. Şayet yüce Allah'ın: "De ki: Allah sizi diriltiyor" âyeti onların: "Eğer doğru söyleyenler İseniz haydi babalarımızı getiriniz" sözlerine nasıl cevap teşkil etmektedir diye sorulursa, şöyle deriz: Onlar öldükten sonra dirilişi inkâr edip rasûlleri yalanlayınca söyledikleri sözlerin de susturucu bir delil olduğunu zannettiklerinde, onlara hayat verip sonra da kendilerini öldürenin yüce Allah olduğu şeklinde kabul etmiş oldukları bir gerçek ile susturulmuş oldular. Buna ek olarak da eğer hakka davet edene kulak verip insaflı davranacak olurlarsa, kabul edilmesi zorunlu olan bir bağlayıcı ifade de ilave edilmiş oldu. İşte bu da onların kıyâmet günü bir araya getirilecekleridir. Buna (öldürüp diriltmeye) kadir olan, atalarını getirmeye de kadirdir ve bu, O'nun için çok kolay bir şey olur. 27Göklerle yerin mülkü Allah'ındır. Kıyâmetin kopacağı gün, işte o gün batıl peşinde gidenler zarara uğrayacaklardır. "Göklerle yerin mülkü" yaratılmaları ve sahibliği "Allah'ındır. Kıyâmetin kopacağı gün, işte o günde batıl peşinde gidenler zarara uğrayacaklardır" âyetindeki birinci: "Gün" lâfzı "zarara uğrayacaklarda-" anlamındaki âyet ile nasbedilmiştir. " İşte o gün" âyeti da ya te'ktd için tekrarlanmıştır yahut bedeldir. İfadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Kıyâmetin kopacağı gün mülk yalnız O'nun olacaktır. Bu durumda "İşte o gün" anlamındaki âyetin amili "zarara uğrayacaklardır" anlamındaki âyettir. Bu fiilin mef'ûlü ise hazfedilmiştir ki onlar cennetteki mevki ve konumlarını kaybederek zarara uğrayacaklardır, anlamındadır. 28Her ümmeti de diz çökmüş göreceksin. Her ümmet kitabına çağrılacak (ve şöyle denecek): "Bu gün sizlere işleyegeldiğiniz amellerinizin karşılığı verilecektir." "Her ümmeti de" o günün dehşetinden dolayı "diz çökmüş göreceksin." Burada ümmetten kasıt, her'dinin mensubu kimselerdir. "el-Casiye (diz çökmüş)" hakkında beş te'vil (yorum) vardır: 1- Mücahid: Dizlerini çökmüş demektir, diye açıklamıştır. Süfyan dedi ki: Dizlerini çökmüş olan kimse yere sadece iki dizi ve parmak uçları değen kimse demektir. ed-Dahhak: Bu, hesabın görüleceği sırada olacaktır, demiştir. 2- Toplu anlamındadır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. el-Ferrâ'' dedi ki: Sen her din mensubu kimseleri bir araya toplanmış olarak göreceksin, demektir. 3- Her ümmetin biri diğerinden ayrı olacaktır. Bu açıklamayı da İkrime yapmıştır. 4- Kureyş lehçesinde boyun eğen demektir. Bu açıklama da Müerric'e aittir. 5- Dizleri üzerine oturmuş demektir. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır. ("Diz çökmüş" anlamı verilen "el-casiye"nin kökünü teşkil eden): "Diziler üzerinde oturmak" demektir. Fiili: "İki dizi üzerine çöktü, çöker" şeklinde kullanılır. Fiilin her iki şeklinde de mastar veznindedir. Daha önce Meryem Sûresi'nde (19/82. âyette) geçmiş bulunmaktadır. (.....)'ın asıl anlamı her tür topluluk demektir. Tarafe iki kabirden sözederken şöyle demektedir: "Sen onların herbiri üzerinde bir miktar toprak görürsün, Ayrıca birbiri üstüne dizilmiş sağlam taşlar (da vardır)." Bu halin yalnızca kâfirler hakkında sözkonusu olduğu da söylenmiştir. Bu görüş Yahya b. Sellam'a aittir. Bunun, mü’minlerle kâfirler hakkında hesabın görülmesini beklerken umumi bir hal olduğu da söylenmiştir. Süfyan b. Ûyeyne, Amr'dan, o Abdullah b. Bâbâh'dan rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben sizleri yüksekçe yerlerde, cehennemin berisinde, dizlerinizi çökmüş halde görüyor gibiyim." Bunu el-Maverdî zikretmiştir Maveıdî, Nüket, V, 2ö7; İbnu'l-Mübarek, Zühd, s. 105; Ebû Nuaym, Hüyetu'l-Evliya, VII, 299 Selman dedi ki: Kıyâmette bir saat. (an) vardır ki, o on yıllık bir süredir. İnsanlar o zaman zarfında dizleri üzerine çökmüş olarak yere kapanacaklar. Nihayet İbrahim (aleyhisselâm) bile: "Bugün ben senden kendimden başka bir şey istemiyorum" diye nida edecektir. "Her ümmet kitabına çağrılacak." Yahya b. Sellam’ın açıklamasına göre hesabına çağrılacak. Bir başka açıklamaya göre; her ümmet için yazılan ve içinde hayır ve şer türünden amelleri bulunan kitabı demektir. Bu açıklamayı da Mukâtil yapmıştır. Mücahid'in açıklaması ile aynı anlamdadır. "Kitabın" meleklerin onların aleyhine yazdıkları (kitap, amel defteri) olduğu söylendiği gibi, gereğince amel edip etmediklerinin görülmesi için kendilerine indirilen kitab olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre burada kitab, Levh-i Mahfuz'dur. Yakub el-Hadramî-ikinci-: "Her ümmet" lâfzını -ilk olarak geçen: " Her" lâfzından bedel olarak nasb ile okumuştur. Buna sebeb ise birincisinde olmayan açıklamaların, ikincisinde bulunmasıdır. Zira her ümmetin diz üstü çöktüğü belirtilmekle birlikte, ikincisinde sözkonusu edildiği şekilde bunu gerektiren sebeb açıklandığı gibi, diz çökmenin sebebi açıklanmış değildir. Sözkonusu sebeb ise her ümmetin kendi kitabına çağmlmasıdır. "Göreceksin" fiili takdir edilip onun ameli ile nasbedildiğî de söylenmiştir. ("Her" anlamındaki lâfzın) merfu olarak okunması mübteda oluşuna göredir. "Bugün sizlere" hayır ya da şer türünden olsun "işleyegeldiğiniz amellerinizin karşılığı verilecektir." 29İşte bu, size hakkı söyleyen kitabımızdır. Esasen Biz işlediklerinizi yazdırıyorduk. "İşte bu size hakkı söyleyen" yani tanıklık eden -ki bu bir istiaredir- "kitabımızdır." Bu sözlerin yüce Allah'ın onlara söyleyeceği sözler olduğu söylendiği gibi, meleklerin söyleyeceği sözler olduğu da söylenmiştir. (Kitab hakkında "söz söylemek" bir istiaredir.) Mesela: "Kitab şunu söyledi" denilirken açıkladı demek istenir. Denildiğine göre; onlar o kitabı okuyacaklar, kitab da kendilerine işledikleri amelleri hatırlatacaktır. Böylelikle o aleyhlerine konuşuyor gibi olacaktır. Buna delil de yüce Allah'ın: "Vay bizim halimize! Bu kitaba ne olmuş? Küçük, büyük hiçbir şey bırakmayıp sayıp dökmüş diyecekler". "Nezdimizde hak ile konuşan bir kitab vardır. Onlara zulmedilmez" (el-Muminun, 23/62) diye buyurulmaktadır ki, daha önce geçmiş bulunmaktadır. " Söyleyen" âyeti "kitab"ın hali konumunda ya da; "Bu" lâfzından hal konumundadır veya "bu"nun ikinci haberidir. Yahutta "kitabımız" anlamındaki âyet "bu"dan bedel olup "söyleyen" haber de olabilir. "Esasen Biz işlediklerinizi yazdırıyorduk." Yan; sizin işlediklerinizin yazılmasını emrediyorduk. Ali (radıyallahü anh) dedi ki; Yüce Allah'ın birtakım melekleri vardır ki, bunlar beraberlerinde içinde Âdemoğullarının amellerini yazdıkları bir şey ile inerler. İbn Abbâs dedi ki: Allah tertemiz bir takım melekleri görevlendirmiş ki, bunlar ramazan ayında Ummu'l-kitab'tan Âdemoğullarının işleyecekleri bü-Lün amelleri yazarlar. Her perşembe de Allah'ın kulları üzerindeki Hafaza melekleri(nin yazdıkları) ile karşılaştırırlar. Böylelikle Hafaza meleklerinin yazdıkları kulların amellerinin kendilerinin sözü geçen kitaptan istinsah ederek yazdıkları kitaplarındakilere uygun olduğunu, hiçbir fazlalık ve eksikliğin bulunmadığını görürler. İbn Abbâs dedi ki: Zaten nesh (kopyalama) bir kitaptan başka neden olur ki? el-Hasen dedi ki: Hafaza meleklerinin Âdemoğullarının amellerine dair yazdıklarını istinsah ediyoruz (kopya ederek yazdırıyoruz.) Çünkü Hafaza melekleri amel defterlerini Hazene'ye (amel deftederini saklamakla görevli meleklere) teslim ederler. Bir başka açıklamaya göre her gün Hafaza melekleri kulun yazdıklarını alıp götürürler. Yerlerine geri döndüklerinde oradaki hasenat ve seyyiat istinsah edilir. Mubah olan işler ikinci nüshaya aktarılmaz. Bir diğer açıklamaya göre melekler, kulların amellerini yüce Allah'a takdim ettiklerinde o aralarında sevab ve cezayı gerektirecek şeyler bulunanların tesbit edilmesini emreder. Aralarından da sevab ve cezanın sözkonusu olmadığı şeyler düşürülür. 30Îman edip salih amel İşleyenlere gelince, Rabbleri onları rahmetine alacaktır. İşte bu, apaçık kurtuluşun ta kendisidir. 31Kâfir olanlara gelince: "Ayetlerim sizlere okunmadı mı? Siz de büyüklük taslayıp günahkar kimseler olmadınız mı?" (denecek). "Îman edip salih amel işleyenlere gelince, Rabbleri onları rahmetine" yani cennetine "alacaktır. İşte bu, apaçık kurtuluşun ta kendisidir. Kâfir olanlara gelince, âyetlerim sizlere okunmadı mı?" denilecek. Bu ise azarlayıcı bir istifham (soru)dır. "Siz de" onları kabule yanaşmayarak "büyüklük taslayıp, günahkar" masiyetler işleyen müşrik "kimseler olmadınız mı?" ("Günahkar kimse" anlamını verdiğimiz "mücrim" ile aynı kökten olmak üzere) eğer bir kimse ailesinin kazanç sağlayan ferdi ise “Filan kişi ailesinin cerimesi (onların kazanç sağlayan kişisi)dir" denilir. Buna göre "mücrim" kendisine masiyetler kazandıran kimse demektir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Biz müslümanları o günahkarlar (mücrimler) gibi kılar mıyız hiç?" (el-Kalem, 68/35) Buna göre mücrim müslümanın zıcldıdır. O halde mücrim küfür ederek günahkar olmuş kişi demektir. 32"Muhakkak Allah'ın vaadi haktır ve kıyâmetin kopacağında şüphe yoktur" denildiğinde siz derdiniz ki: "Kıyâmetin ne olduğunu biz bilmeyiz. Biz ancak şüphe ve zan ediyoruz. Biz inananlar değiliz." "Muhakkak Allah'ın vaadi haktır" yani diriliş gerçekleşecektir "ve kıyâmetin kopacağında şüphe yoktur, denildiğinde..." âyetinde geçen: "(.......): Kıyâmet" lâfzını Hamza "vaad"e atf ile nasb ile okumuştur. Buna göre âyet: "Muhakkak Allah'ın vaadi ve kıyâmetin kopması haktır, onda şüphe yoktur.,." demek olur. Diğerleri ise mübteda olarak ref ile yahutta "muhakkak Allah'ın vaadi haktır" âyetinin mahalline atf ile merfu olarak okumuşlardır. Ancak mastardaki (vaad mastarında ki) zamire atfedilmesi güzel olmaz. Çünkü le'kid edici değildir. Merfû' zamir: "te'kidsiz olarak atıf' ancak şiirde yapılır. "Siz derdiniz ki: Kıyâmetin ne olduğunu biz bilmeyiz." Acaba o bir gerçek midir, yoksa batıl mıdır? "Biz ancak şüphe ve zan ediyoruz." el-Müberred'e göre ifade: "Biz ancak bir zanda bulunuyoruz" takdirindedir. Takdirinin: Biz sizin ancak bir zanda bulunduğunuzu zannediyoruz, şeklinde olduğu söylendiği gibi: Siz ancak biz zannediyoruz dediniz, takdirinde olduğu da söylenmiştir. "Biz" kıyâmetin geleceği hususuna "inananlar değiliz." 33Onlara işlediklerinin çirkinlikleri apaçık görünmüş, alay edegeldikler şey de kendilerini her yandan kuşatmış olacak. "Onlara işlediklerinin çirkinlikleri apaçık görünmüş" yani işledikleri kötülüklerin cezası açıkça önlerine çıkmış "alay edegeldikleri şey" olan Allah'ın azâbı üzerlerine inmiş "de kendilerini her yandan" çepeçevre "kuşatmış olacak" dır. 34Ve denecek ki: "Bugün Biz sizi unuturuz. Nitekim siz de bugününüze kavuşacağınızı unutmuştunuz. Yeriniz ateştir. Size yardım edecek kimseler de olmaz." "Ve denecek ki:" Sizler bugününüze kavuşmayı "Bugün biz sizi unuturuz..." yani onun için amelde bulunmayı terkettiğiniz gibi. "Yeriniz" kalacağınız ve karar kılacağınız yer "ateştir. Size yardım edecek kimseler de olmaz." 35"Sîzin bu halinizin sebebi Allah'ın âyetlerini bir eğlence edinmeniz ve dünya hayatının sizi aldatmışıdır." İmdi onlar bugün oradan çıkarılmazlar ve onların razı etmeleri de istenmez. "Sizin bu halinizin sebebi, Allah'ın âyetlerini" yani Kur'ân'ı "bir eğlence" ve oyun "edinmeniz ve dünya hayatının sizi aldatmasıdır." Yani sizler dünyanın batıllarına ve oyalayıcı süsüne, püsüne aldandınız. Ondan başka bir yer olmadığını, öldükten sonra diriliş olmayacağını sandınız. "İmdi onlar bugün oradan" cehennem ateşinden "çıkarılmazlar ve onların razı etmeleri de İstenmez." Bu âyete dair açıklamalar daha önceden (en-Nahl, 16/84; er-Rum, 30/57; Fussilet, 41/24) geçmiş bulunmaktadır. "İmdi onlar bugün oradan çıkarılmazlar" anlamındaki âyeti Hamza ve el-Kisaî: " İmdi onlar bugün oradan çıkmazlar" şeklinde (fiilin) "ye" harfini üstün, "re" harfini de ötreli okumuşlardır. Buna sebeb de yüce Allah'ın: "Ondan, her çıkmak istediklerinde tekrar oraya geri çevirilirler" (es-Secde, 32/20) âyetidir. Diğerleri ise "ye" harfini ötreli ve "re" harfini de üstün olarak ("çıkarılmazlar" anlamında) okumuşlardır. Bunun gerekçesi de yüce Allah'ın: "Rabbimiz bizi çıkar ki..." (Fatır, 35/37) âyeti ve benzerleridir. 36İşte hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. "İşte hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur" âyetinde geçen "rab" lâfızlarının tümünü Mücahid, Humeyd, İbn Muhaysın merfu' olarak: "O... Rabbidir" anlamında okumuşlardır. 37Büyüklük ve azamet göklerde ve yerde yalnız O'nundur. O Azizdir, Hakimdir. "Büyüklük ve azamet göklerde ve yerde yalnız O'nundur" âyetindeki "kibriya" azamet, celal, baki oluş, egemenlik, kudret ve kemal anlamındadır. "O Azizdir, Hakimdir." Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. el-Casiye Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah'a hamdolsun. |
﴾ 0 ﴿