AHKÂF SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile

Bütün müfessirlerrin görüşüne göre Mekke'de inmiştir. Otuzdört-otuzbeş de denilmiştir- âyet-i kerimedir.

1

Ha, Mim.

Âyetin tefsiri için bak:2

2

Bu Kitabın indirilmesi Aziz, Hakim olan Allah tarafındandır.

"Ha, Mim. Bu Kitabın indirilmesi Aziz, Hakim olan Allah tarafındandır" âyeti daha önceden (el-Casiye, 45/1, 2. âyet-i kerimelerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

3

Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre İçin yarattık. İnkar edenler ise uyarılıp korkutuldukları şeyden yüz çevirmektedirler.

"Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre için yarattık" âyeti da daha önceden (el-Hicr, 15/85. âyette) geçmiş bulunmaktadır.

"Belirli bir süre"den kasıt, İbn Abbâs ve başkalarının görüşüne göre kıyâmettir. Bu ise göklerin ve yerin sonunun geleceği zamandır.

Bundan maksadın, herbir yaratılmış için takdir edilmiş ecel olduğu da söylenmiştir,

"İnkar edenler ise uyarılıp" kendisi ile

"korkutuldukları şeyden yüz çevirmektedirler." Başka tarafa yönelmekte, oyalanmakta ve o gün için gereği gibi hazırlanmamaktadırlar.

" Şeyden" lâfzındaki 'ın mastariye olması da mümkündür. Onlar o gün ile uyanhp korkutulmaktan (yüz çevirmektedirler), demektir.

4

De ki: "Haber verin! Allah'tan başka kendilerine dua ettikleriniz yeryüzünde neyi yaratmışlar? Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı var? Bana gösterin. Eğer doğru söyleyenler iseniz. Bundan önce bir kitab yahut bilgiden bir eser var ise bana getirin."

Bu âyete dair açıklanvalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Allah'tan Başka Kendilerine Dua ve ibadet Edilen Varlıklar Hiçbir Şeyi Yaratmış Değillerdir:

"De ki: Haber verin. Allah'tan başka kendilerine dua ettikleriniz" Allah'tan başka kendilerine tapındığınız putlar ve O'na koştuğunuz ortaklar

"yeryüzünde neyi yaratmışlar?" Yani yeryüzünde bir şey yaratmışlar mıdır?

"Yoksa onların göklerde" göklerin yaratılmasında Allah ile birlikte sahib oldukları

"bir ortaklığı" bir payları

"mı var? Bana gösterin. Eğer doğru söyleyenler iseniz bundan" bu Kur'ân-ı Kerîm’den

"önce bir kitab yahut bilgiden bir eser var ise bana getirin."

2- Gaybı Bilmeye Yönelik Bazı Bilgiler ve Hükümleri:

"Yahut bilgiden bir eser var ise" anlamındaki âyette geçen: " sonra " elif" ile okunmuştur. İbn Abbâs peygamberden şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Bu daha önce Arapların yerde çizdikleri bir hattır." Bunu el-Mehdevî ve es-Sa'lebî zikretmişlerdir. İbnu’l-Arabî: Bu sahih değildir, demiştir. Hadis diye meşhur bir rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Peygamberlerden birisi çizgi çizerdi. Kimin hattı uygun düşerse, işte o (uygun düşmüş olduğundan mubahtır)." Müslim, IT 381, IV, 1749; Ebû Davud, I, 244, IV, 16; Nesâî, III, 16; Müsned, V, 447, 448. Ancak bu da sahih değildir.

Derim ki: Bu Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî'nin rivâyet ettiği bir hadis olarak sabittir ve bunu Müslim rivâyet etmiştir Bir önceki nota bakınız.

en-Nehhâs da senedini kaydederek şöyle der; Bize Muhammed b. Ahmed anlattı -ki bu el-Cerayici diye bilinir- dedi ki: Bize Muhammed b. Bundar anlattı, dedi ki: Bize Yahya b. Said anlattı. O Süfyan es-Sevrî'den, o Safvan b. Süleym'den, o Ebû Seleme'den, o İbn Abbâs'tan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yüce Allah'ın:

"Yahut bilgiden bir eser var İse" âyeti hakkında: "O haktır" diye buyurmuştur. Taberani, Evsat, I- 151'de İbn Abbâs "Yahut bilgiden bir eser" âyeti hakkındaki soruya verdiği bir cevap olarak kaydetmektedir. İbn Abbâs'ın cevabı ise: "O güzel hat (yazı)dır" şeklindedir; Heysemi, Mecma', I, 192 ile V, 105'de rivâyeti buradaki gibi kayd ettikten sonra Ahmed b. Hanbel tarafından da rivâyet edildiğini ve ricalinin sahih olduklarını belirtmektedir. Bu da sahihtir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu hadisin te'vili hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Kimisi şöyle demiştir: Bu hadis darbı (çizgi çizmeyi) mubah kılmak üzere gelmiştir. Çünkü bazı peygamberler bu işi yapıyordu. Kimisi de bu işi yasaklamak için varid olmuştur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kimin hattı ona muvafakat ederse, işte o makbuldür." diye buyurmuştur. Halbuki bu hususta önceden bu işi yapan peygamberin yolunu bilmeye imkan yoktur. O halde böyle bir hadis gereğince amel etmeye de İmkan kalmaz. Şair dedi ki:

"Ömrüm hakkı için çakıl taşlarını vuranlar bilemezler,

Ne de kuşları ürkütüp, uçuranlar Allah'ın ne yapacağım."

Bu işi bilenlere göre bunun hakikati yıldızların suretlerine racidir. Bunlardan çıkan, insanların başlarına gelecek olan bahtiyarlık ya da uğursuzluk türünden o yıldızların delalet ettiği şeyler arasından nelere delalet ediyorsa, onu gösterir. Böylelikle bu, zanna dayalı bir başka zan olur ve yolu kaybolup gitmiş, tahkik edilme imkanı kalmamış, gaybi bir meseleye yapışıp kalmaktan ibaret bir hal almıştır. Ayrıca şeriat bunu yasaklamıştır. Yüce Allah da bu konuda bilginin kendine has olduğunu haber vermiş ve insanlar arasından böyle bir bilgi sahibi olma imkanını kaldırmıştır. Her ne kadar bundan önce gaybi birtakım hususları idrak etmek için sarıldıkları birtakım sebebler var idi ise de, yüce Allah bu sebebleri artık ortadan kaldırmış, o kapılan kapatmış ve gayb bilgisini sadece kendisine münhasır kılmıştır. Bu hususta bilgi sahibi olmaya kalkışmak artık câiz değildir, böyle bir iddiada bulunmak kimse için helâl olmaz. Şayet bu hususta bir nehy olmasa bile böyle bir bilgiye talih olmaya kalkışmak boş bir yorgunluktur. Bu hususta nehy varid olduğuna göre böyle bir bilgiye sahib olmaya kalkışmak -kalkışanın maksadına göre- masiyet veya küfür olur.

Derim ki; Benim tercih ettiğim el-Hattabî'nin görüşüdür. el-Hattabî diyor ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Kimin hattı ona muvafakat ederse, işte o uygundur." Hadisi azar manasına gelebilir. Çünkü böyle bir is yapmak o peygamberin peygamberliğinin bir alameti idi. Bunun da sonu gelmiş bulunuyor. İşte bundan dolayı bize böyle bir iş yapmak yasaklanmıştır.

Kadı Iyad dedi ki: Ancak lafızdan daha çok anlaşılan bunun aksinedir ve hattı o peygamberin hattına uygun düşenin bu işinin doğru bulunduğudur. Fakat şeriat tahmini ve genel olarak gayb iddiasında bulunmayı yasaklamış iken, böyle bir uygunluk nereden bilinecektir? Bunun manası ancak şu olabilir: Hattı uygun düşen kimselerin bu işi, isabet ettiği sonradan görülecek iştir, yoksa bazılarının tevil ettikleri şekilde bu işin, yapana mubah olduğu anlamına gelmez. Mekkî, Peygamber Efendimizin "peygamberlerden bir peygamber çizgi çiziyordu" âyetini açıklarken şunu nakletmektedir: Bu peygamber kuma şehadet ve orta parmaklarıyla önce bir çizgi çiziyor, sonra bunu hızlıca değiştiriyordu.

İbn Abbâs'ta hadiste geçen (ve soru soran adamın söylediği nakledilen): "Bizden çizgi çizen adamlar vardı" sözünü açıklarken şunları söylemektedir: Bundan kasıt kahinin çizdiği ve buna karşılık kendisine bahşiş verildiği çizgidir. (Bahşiş verene): Otur da sana çizgi çizeyim, derdi. Bu kahinin önünde de beraberinde bir mil bulunan bir genç çocuk bulunurdu. Daha sonra kahin gevşek bir araziye gider ve usta sayılamayacak şekilde alelacele birtakım çizgiler çizerdi. Sonra yavaş yavaş bu çizgileri ikişer ikişer silerdi. Geriye iki çizgi kalırsa, o zaman bu başarı alameti sayılırdı, Eğer tek çizgi kalırsa, bu da hüsranın alameti kabul edilirdi. Araplar da ona "el-esham" ismini verirdi ve bu da onlara göre uğursuzdu.

3- Gayba Delalet Eden Sebeplerden Sadece Rüya Kalmıştır:

İbnul-Arabî dedi ki: Yüce Allah itibar edilmesine ve kendisinden istidlalde bulunulmasına izin verdiği gayba delalet eden sebepler arasında sadece rüyayı bırakmıştır. Rüyaya bu hususta izin vermiş ve nübüvvetin cüzlerinden bir cüz olduğunu haber vermiştir. Fal (hayra yormak) da bu şekildedir. Bazı şeyleri uğursuz kabul etmeyi ve zecr (kuşları uçurmak)ı ise yasaklamış bulunmaktadır. Fal (hayra yorumlamak) kişinin işittiği sözün güzel olması halinde, yapmak istediği işe delalet ediyor kabul etmesidir, Şayet işittiği söz kötü ise (ve bunu uğursuz görürse) buna da tetayyür denilir. Şeriat böyle bir kimseye fal dolayısıyla sevinmesini ve sevinç ile işini yürütmeye devam etmesini emretmiştir. Şayet hoşuna gitmeyecek bir söz işitirse, o söze iltifat etmeyip, o söz dolayısıyla yapmak istediği işten vazgeçmemelidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'ım, Senin kuşundan (kader ve taksiminden) başka kuş (kader ve kısmet) yoktur. Senin hayrından başka hayır yoktur ve Senden başka hiçbir ilâh yoktur." Heysemi, Mecma', V, 105; İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, V, 5\2, VI, 70 ve 110'da Abdullah b. Ahhas'ın sözü olrak.

Kimi edebiyatçılar da şöyle bir beyit rivâyet etmektedir:

"Fal ve zecr (kuşları uçurmak) ve kahinlerin hepsi,

Saptırıcıdırlar ve gayba karşı kilitler vardır."

Bu -fal (hayra yorma)- dışında doğru bir sözdür. Çünkü şeriat onu istisna etmiş ve emretmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla şairin bu ifadesi kabul edilmez. Çünkü o bu konuda bilgisizce konuşmuş bulunmaktadır. Şeriat sahibi ise daha doğru sözlü, daha iyi bilir ve daha sağlam hüküm verir.

Derim ki: Tıyara (uğursuz yorumlar), fal ve bunların arasındaki farka dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Mâide Sûresi'nde (5/3- âyet, 19. başlıkta) ve başka yerlerde geçtiği gibi; gaybı bilenin sadece yüce Allah olduğuna dair açıklamalar da el-En'am Sûresi'nde (6/59- âyet, 2. başlıkta) geçmiştir. Yüce Allah'ın bu hususta kendisini bilgilendirdiği kimse dışında hiçbir kimsenin gaybe dair bir bilgi sahibi olamayacağını, ayrıca bir kimsenin adetin cereyan ettiği şekilde adete dayanarak birtakım delaletleri görerek kabul etmesinin de bundan İstisna olduğunu belirtmiştik. Ancak bu da farklılık gösterebilir. Mesela, bir kimse bir hurma ağacının tomurcuk verdiğini gördüğü takdirde bunun kısa bir süre sonra meyve vereceğini bilir. Tomurcuklarının etrafa dağılmış olduğunu görürse de bunun meyve vermeyeceğini bilir. Bununla birlikte hurma ağacı meyvesini telef edecek bir afete maruz kalarak meyve veremeyebildiği gibi, dağılmış tomurcuklu hurma ağacına da yüce Allah ikinci defa tomurcuk yaratıp meyve verebilir. Aynı şekilde yüce Allah bu alemi yok etmek istediği takdirde bu aydan sonra bir başka ayın, bugünden sonra bir başka günün gelmemesi de mümkündür. Buna benzer el-En'am Sûresi'nde (belirtilen yerde) açıklanan diğer hususlar da böyledir.

4- Hat (Yazı)ya Dayanarak Hüküm Vermek:

İbn Huveyzimendad dedi ki: Yüce Allah'ın;

"Yahut bilgiden bir eser" âyeti hattı (yazıyı) kastetmektedir. Malik -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun-şahidin hattını tanıması halinde hatta dayanarak hüküm verir idi. Hakim o hattı veya kendisine yazanın hattını tanıyacak olursa, yine ona dayanarak hüküm verir. Ancak daha sonra insanların arasında birtakım hileler ve yanlış belge düzenlemeler ortaya çıkınca, bu görüşünden vazgeçti. Onun (bu sebeple) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "İnsanlar bir takım günahkarlıklar ortaya çıkartırlarsa, onlar için de önceden olmayan yeni hükümler verilir." Şahidler -mesela bu hakimin hattı ve düzenlediği belgesidir diye şahitlik ederlerse yahut belgede ne yazılı olduğunu bilmemekle birlikle o bu belgede bulunanlara bizleri şahit tuttu diye şahitlik ederlerse; aynı şekilde vasiyet yahut kişinin başkasına ait bir malı itirafta bulunduğuna dair hattın sahibi hakkında şahitlikte bulunurlarsa ve bu gibi hallerde- Malik'e göre hakimin hatta dayanarak hüküm vereceği görüşü ihtilafsız olarak nakledilmiştir.

Bir başka açıklamaya göre

"yahut bilgiden bir eser" bilgiden bir kalıntı anlamındadır. Bu açıklamayı İbn Abbâs, el-Kelbî, Ebû Bekir b. Ayyaş ve başkaları yapmıştır. es-Sıhah'da söyle denilmektedir:

"Yahut bilgiden bir eser" ondan geriye kalmış bir kalıntı demektir. Aynı şekilde harekeli olarak "böyledir. " Develer önceki yağlarına yağ katarak serilirdiler" demektir. el-Maverdî ve es-Sa'lebî de bir çobanın şöyle bir beyitini zikretmektedirler:

"Ve eskiden semiz ve yağlı olan (deve)ler ki üstüne

Henüz kaplarında (tomurcuklarında) bitkiler yediği için daha da semirmiştir."

el-Herevî dedi ki: " Kalıntı" demektir. Mesela Orada ne bir göz, ne de bir iz vardır" denilir.

Meymun b. Mehran, Ebû Seleme b. Abdi'r-Rahmân ve Katade de:

"Yahut bilgiden bir eser" ilimden bir özel bilgi diye açıklamışlardır. Mücahid: Sizden öncekilerden nakiedegeldiğimiz bir rivâyet, İkrime ve Mukâtil peygamberlerden bir rivâyet diye açıklamışlardır. el-Kurazî de bu isnad demektir, diye açıklamıştır. el-Hasen'e göre anlam; Ortaya atılan yahut çıkartılan (bilgi) demektir.

ez-Zeccâc dedi ki:

"Yahut bilgiden bir eser" alamet anlamındadır. Çünkü bu lâfız "semahat" ve "şecaat" gibi bir mastardır. Kelimenin aslı da rivâyet demek olan gelmektedir. Mesela, bir kimse hadisi bir başkasından naklederek zikrettiğini anlatmak üzere: "Hadisi rivâyetle naklettim, ediyorum, rivâyet etmek, ben hadisi rivâyetle naklediciyim" denir. Bu kökten olmak üzere de: "Sonrakilerin öncekilerden nakledegeldikleri bir hadis" demektir. el-A'şa der ki;

"Hakkında tartıştığınız o husus var ya,

Dinleyene de, nakledene de açıkça gösterilmiştir."

Beyitteki, "açıkça gösterilmiştir" anlamındaki lâfız; "Açıkça göstermiştir"" diye de rivâyet edilmiştir.

"Yahut... bir eser" anlamındaki lâfız; şeklinde "hemze" ötreli ve "peltek se" harfi sakin olarak da okunmuştur. Anlamının bilgiden bir kalıntı olması mümkün olduğu gibi, öncekilerin kitaplarından nakledilmiş bir bilgi, bir şey-anlamında olması da mümkündür, "Me'sur" ise kendisinden hadis rivâyet edilenden, senedi sahih olarak nakledilen rivâyete denilir.

es-Sülemî, el-Hasen ve Ebû Reca "elif'siz olarak "hemze" ve "peltek se" harflerini üstün ile okumuşlardır. Bu da özellikle size verilmiş bir bilgi yahut başkasına verilmeyip tercihen size verilen bir bilgi demektir. Yine el-Hasen'den ve bir grub kimseden "elif" üstün ve "peltek se" sakin olarak; diye okudukları da zikredilmiştir. Birincisini es-Sa'lebî, ikincisini el-Maverdî zikretmiştir. Ayrıca es-Sa'lebî, İkrime'den "yahut bilgiden bir miras" diye (okuduğunu açıkladığını) nakletmiştir.

5- Bu Âyet-i Kerîme Bilgi Edinme Yollarını Açıklamaktadır:

Yüce Allah'ın:

"...Eğer doğru söyleyenler İseniz, bundan önce bir kitab yahut bilgiden bir eser var ise bana getirin" âyetinde bütün delil getirme yolları açıklanmış bulunmaktadır. Bu delillerin birincisi aklî delildir. Bu da yüce Allah'ın:

"De ki: Haber verin. Allah'tan başka kendilerine dua ettikleriniz yeryüzünde neyî yaratmışlar, yoksa onların göklerde bir ortaklığımı var?" âyetinde dile getirilmektedir. Bu âyet cansız varlığın Allah'tan başka ilâh diye çağrılarak ona dua etmenin doğru olamayacağını aklî delil ile ortaya koyup delillendirmektedir. Çünkü onun faydası da yoktur, zararı da. Daha sonra yüce Allah:

"Bundan Önce bir kitab" âyeti semî delili açıklamaktadır.

"Yahut bilgiden bir eser var ise bana getirin."

5

Allah'tan başka kendisine kıyâmete kadar (dua etse dahi) cevap veremeyecek olan ve kendilerine yaptıkları duadan habersiz olan kimselere dua eden kişiden daha sapık kim olabilir?

"Allah'tan başka kendisine kıyâmete kadar cevap veremeyecek olan" putlara

"ve kendilerine yaptıkları duadan habersiz olan" yani bu duayı işitemeyip, anlayamayan

"kimselere dua eden kişiden daha sapık kim olabilir?" Daha sapık ve daha cahil kimse olamaz, demektir. Yüce Allah bu âyette cansız oldukları halde putlardan Âdemoğullarının müzekker kipi gibi sözetmiştir. Çünkü onlara ibadet edenler, onları kendilerine hizmet edilen kral ve emirlere benzer surette yapmışlardı.

6

İnsanlar biraraya toplatıldıklarında onlar kendilerine düşman kesilir ve onların İbadetlerini inkar edenler olurlar.

"İnsanlar" kıyâmet gününde

"biraraya toplatıldıklarında onlar kendilerine düşman kesilir..." Yani bu ma'bud varlıklar kıyâmet gününde kâfirlere düşman olacaklardır. Çünkü melekler kâfirlerin düşmanıdır, cinler ve şeytanlar da yarın kendilerine ibadet edeceklerle ilişkilerinin olmadıklarını söyleyecekler ve biri diğerine lanet okuyacaktır.

Diğer taraftan putların kendilerine tapınan kâfirlere -onlarda hayatın yaratılacağı takdirine binaen- düşman kesilecek olmaları da mümkündür. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Biz sana onlardan uzak olduğumuzu bildiriyoruz. Onlar bize ibadet etmiyorlardı" (el-Kasas, 28/63) âyetidir.

Bir açıklamaya göre onlar ibadet etmiş oldukları varlıklara düşmanlık edecekler. Çünkü bu ma'budlar helâk olmalarına sebep olmuştu. Mabudlar da onların kendilerine ibadetlerini inkar edecekler. Yüce Allah'ın:

"Ve onların ibadetlerini inkar edenler olurlar" âyeti da bunu ifade etmektedir.

7

Âyetlerimiz kendilerine apaçık okunduğunda o inkar edenler kendilerine geldiğinde hak için: "Bu, apaçık bir büyüdür" dediler.

"Âyetlerimiz" yani Kur ânı Kerîm

"kendilerine apaçık okunduğunda o İnkar edenler kendilerine geldiğinde hak için: 'Bu, apaçık bir büyüdür' dediler."

8

Onlar: "Onu uydurdu" mu diyorlar? De ki; "Eğer ben onu uydurmuş İsem siz Allah'a karşı bana hiçbir fayda sağlayamazsınız. O sizin Onun hakkında ne kadar ileri gittiğinizi iyî bilendir. Benimle sizin aranızda şahid olarak O yeter. O çok mağfiret edendir, çok merhamet edendir."

"Onlar: Onu uydurdu mu diyorlar" âyetindeki:

“...mu" lâfzında Onlar onu uydurdu mu diyorlar?" takdirindedir. Maksatları Muhammed uydurdu, demektir. Bununla onların âyetleri büyü diye adlandırdıkları sözkonusu edildikten sonra başka bir hususa değinilmektir.

"mu" lâfzındaki hemze'nin anlamı inkar ve taaccübtür. Şöyle denilmiş gibidir: Sen bunu bırak da onların hayret etmeyi gerektiren ve kabul edilemiyen şu sözlerini dinle! Onların sözlerine göre, Muhammed bu sözü yüce Allah'a iftira etmeyecek olsaydı söyleyemezdi. Halbuki Arapların yardımını almaksızın böyle bir söz söylemiş olsaydı, onun bu sözü söylemeye güç yetirebilmesi olağanüstülüğü dolayısıyla bir mucize olurdu. Eğer bu bir mucize ise, o vakit Allah tarafından onun tasdik edildiği anlamına gelir. Hikmetli bir kimse ise yalan söyleyeni tasdik etmez. O halde Muhammed iftiracı olamaz. Burada zamir "hak"a ait olup, onunla kastedilen âyetlerdir.

"De ki: Eğer ben onu" faraza

"uydurmuş isem, siz Allah'a karşı bana hiçbir fayda sağlayamazsınız." Allah'ın azabını benden uzaklaştırmaya, geri çevirmeye gücünüz yetmez. Sizin için Allah'a karşı nasıl iftira etmiş olabilirim?

"O sizin, Onun hakkında ne kadar ileri gittiğinizi" Mücahid'in açıklamasına göre, neler söylediğinizi, bir başka açıklamaya göre de yalanlamak hususunda işi nereye vardırdığınızı

"iyi bilendir."

"Bir hususta ileri gitmek, ona dalmak ve ileriye doğru atılmak" demektir. "Söze daldılar, ileri gittiler" anlamındadır, "Deve gevişini işkembesinden, ağzına çıkardı" demektir. Şairin şu sözü deburadan gelmektedir:

"Önceleri gevişlerini içlerinde tutuyorken,

daha sonra gevişlerini ağızlarına çıkardılar."

İnsanlar Arafat'tan, Mina'ya ifada ettiler (indiler)" demektir. Kısacası her: "Bir ileri atılma, ileri gitme ve bir dalma" anlamındadır.

"Benimle sizin aranızda şahid olarak O yeter." O, benim doğru söylediğimi, sizin de batıla kimseler olduklarınız; bilir.

"Şahid olarak" lâfzı temyiz olarak nasbedilmiştir.

"O" tevbe eden kimselere

"çok mağfiret edendir (Gafûrdur)" mü’min kullarına

"çok merhamet eden (radıyallahü anhhîm)dir."

9

De ki: "Ben peygamberlerin İlki değilim. Bana da ne yapılacağını bilemem, size de. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Ben açık açık korkutup uyarandan başkası değilim."

"De ki Ben peygamberlerin ilki değilim." İbn Abbâs ve başkalarından: Ben ilk gönderilen peygamber değilim. Benden önce de gönderilmiş peygamberler vardı, diye açıkladıkları nakledilmiştir.

“İlk" demektir. İkrime ve başkaları bu kelimeyi muzafın hazfı takdiri ile "dal" harfi üstün olarak: diye okumuşlardır. "Ben bidatler sahibi bir kimse değilim" demek olur. (........) aynı anlamda (ilk, önceden benzeri bulunmayan) olduğu söylenmiştir. Tıpkı yarı anlamına gelen: ile lâfızları gibi. " Şair bedi" (oldukça güzel benzersiz) sözler söyledi" demektir. "Yeni ortaya konulmuş şey"; " Filan kişi bu işçe ilktir (benzeri görülmemiştir)" demektir. Çoğulu da: ...diye gelir. Bu açıklamaları el-Ahfeş'ten naklettik. Kutrub da Adî b. Zeyd'in şu beyitini zikretmektedir:

"Başına bir takım olayların geldiği kimselerin ilki değilim;

Sefalet ve mutluluktan sonra hepsi de yok olup gitti."

Beytin tercümesi Şııaratt'n-Nasraniyye'de yer aldığı belirtilen şekil gözönünde bulundurularak yapılmıştır. "Bana da ne yapılacağını bilemem, size de" âyeti ile kıyâmet günü kastedilmektedir.

Bu âyet-i kerîme nazil olunca müşrikler, yahudiler ve münafıklar sevinerek; Kendisine de, bize de ne yapılacağını bilemeyen ve böylelikle bize bir üstünlüğü bulunmadığı ortaya çıkan bir kimseye nasıl uyabiliriz? Eğer o söylediği bu sözleri kendiliğinden uydurmamış olsaydı, kendisini peygamber olarak gönderen kimse ona ne yapılacağım bildirirdi, dediler. Bunun üzerine yüce Allah:

"Allah, geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın..." (el-Feth, 48/2) âyetini indirdi ve bu âyeti neshetti, Allah da kâfirlerin burnunu böylelikle yere sürttü.

Ashab-ı Kiram da: Ne mutlu sana ey Allah'ın Rasûlü! Allah sana neler yapacağını açıklamış bulunuyor, ey Allah'ın peygamberi! Keşke bize de ne yapacağını bilmiş olsaydık, dediler. Bunun üzerine de:

"Mü’min erkeklerle, mü’min kadınları altlarında nehirler akan cennetlere... soksun ve günahlarını örtsün diye" (el-Feth, 48/5) âyeti ile:

"Mü’minlere de muhakkak onlar için Allah'tan büyük bir lütuf ve ihsan olduğunu müjdele!" (el-Ahzab, 33/47) âyetini indirdi. Bunu Enes, İbn Abbâs, Katade, el-Hasen, İkrime ve ed-Dahhak söylemişlerdir.

Ensardan bir kadın olan Um el-Ala dedi ki: Biz muhacirleri kendi aramızda paylaştırdık. Bizim payımıza Osman b. Maz'un b. Huzafe b. Cumah düştü. Onu bize ait odalardan birisine misafir eltik ve vefat etti. Ben: Ey sahibin babası! Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Şüphesiz Allah sana ikramda bulunmuştur, dedim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine: "Allah'ın ona muhakkak ikramda bulunduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu. Ben de şöyle dedim: Babam, anam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü! O değilse kime (Allah ikram edecek)? Şöyle buyurdu: "Ona gelince, ona yakîn (ölüm) gelmiş bulunuyor. Biz gerçekten hayırdan başkasını görmedik. Şüphesiz ki ben onun için cenneti ümid ediyorum, Fakat Allah'a da yemin ederim ki ben Allah'ın Rasûlüyüm. Bununla birlikte bana da, size de ne yapılacağını bilemiyorum," Bunun üzerine (Um el-Ala) dedi ki: O halde ben de Allah adına yemin ediyorum ki bundan sonra ebediyyen bir daha kimseyi tezkiye etmeyeceğim. Az farkla: Buhârî, I, 419, VI, 2570; Müsned, VI, 436

Bunu es-Sa'lebî zikretti ve şöyle dedi: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözü günahının bağışlanacağını bilmediği bir zamanda söylemişti. Allah ise Hudeybiye gazvesinde vefatından dört yıl önce ona günahlarını bağışlamıştı.

Derim ki: Um el-Ala yoluyla gelen hadisi Buharî rivâyet etmiştir. Benim oradaki rivâyetim: "Ben ona ne yapılacağını bilemiyorum Bir önceki nota bakınız "şeklinde olup Buharî'de: "Bana da, size de" ifadesi yoktur. İleride açıklaması geleceği üzere Allah'ın izniyle sahih olan şekil budur. Ayet-i kerîme de neshedilmiş değildir, çünkü bu bir haberdir.

en-Nehhâs şöyle demiştir: Nasih ve mensuhun burada olması İki bakımdan imkansız bir şeydir. Birincisi bu bir haberdir, diğeri ise sûrenin başından itibaren buraya kadar hitab müşrikleredir. Onlara karşı delil getirilmekte ve onlar azarlanmaktadır, O halde öncesinin de, sonrasının da olduğu gibi, bu âyetin da müşriklere bir hitab olması gerekmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da müşriklere: -Ahirette- "bana da ne yapılacağını bilemem, size de" demesi imkansız bir şeydir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderildiği ilk andan itibaren vefatına kadar küfür üzere ölenin ebediyyen cehennemde olacağını bildirip, durmuştur. Îman üzere ölüp, kendisine uyan ve itaat edenin de ce'nnette olacağını söylemiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ahirette kendisine de, onlara da neler yapılacağını görüyor ve biliyordu. Dolayısıyla ahirette bana da, size de ne yapılacağını bilemiyorum, demesi mümkün değildir. O vakit onlar da: Sen bir rahat ve huzura mı erişeceksin, yoksa azâb ve cezaya mı varacaksın bilmiyorken nasıl sana uyarız, derlerdi. Ayet-i kerimenin anlamı hakkında doğru olan el-Hasen'in yaptığı açıklamadır. Nitekim Ali b. Muhammed b. Cafer b. Hafs, Yusuf b. Mûsa'dan okuduğu üzere, o dedi ki: Bize Vekî' anlattı, bize Ebû Bekr el-Huzelî, el-Hasen'den anlattı: "-Dünyada- bana da ne yapılacağını bilemem, size de.': Ebû Cafer (en-Nehhâs) dedi ki: Bu, en sahih ve en güzel bir görüştür. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine de, onlara da hastalık, sağlık, ucuzluk, pahalılık, zenginlik, fakirlik gibi neler ulaşacağım bilemiyordu. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir;

"Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapardım ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben ancak bir uyarıcı ve îman eden bir topluluğu müjdeleyenim." (el-Araf, 7/188)

el-Vahidî ve başkaları da el-Kelbî'den, o Ebû Salih'ten, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini zikretmektedirler: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabının karşı karsıya kaldığı belalar ağırlaşınca rüyasında hurması, ağacı ve suyu bol bir yere hicret edeceğini gördü. Bunu ashabına anlattı, onlar da buna sevindiler. Müşriklerin eziyetleri altında iken içinde bulundukları bu halden kurtulacakları yorumunu çıkardılar, Ancak bir süre bu hallerinde kaldıkları halde böyle bir durumla karşılaşmadılar. Ey Allah'ın Rasûlü dediler, gördüğün yere ne zaman hicret edeceğiz? diye sordular. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sesini çıkarmadı. Yüce Allah da:

"Bana da ne yapılacağını bilemem, size de" âyetini indirdi. Yani rüyamda gördüğüm yere çıkıp gidecek miyim, gitmeyecek miyim, ben de bilemiyorum. Sonra şöyle buyurdu; "Bu benim rüyamda gördüğüm bir şeydi. Ben ancak bana vahyolunana uyarım." Yani size haber verdiğim husus bana vahyolunmadı.

el-Kuşeyrî dedi ki: Buna göre âyeti kerimede nesh sözkonusu değildir.

Yine denildiğine göre âyetin anlamı şöyledir: Ben yüce Allah'ın bana da, sizlere de neleri farz kılacağını bilemiyorum. Taberî ise âyetin şu anlamda olmasını tercih etmiştir: Dünyada benim ve sizin işinizin nereye varacağını bilemiyorum. Îman edecek misiniz, yoksa küfre mi sapacaksınız, size çabucak azâb mı gönderilecek, yoksa azabınız ertelenecek mi?

Derim ki; Bu da el-Hasen, es-Süddî ve diğerlerinin açıklaması ile aynı anlamı dile getirmektedir. el-Hasen dedi ki: Dünyada bana da ne yapılacağını bilemiyorum, size de. Ahirete gelince (bunu bilememekten) Allah'a sığınırım. -Çünkü o, yüce Allah rasûllerle birlikte söz aldığı sırada cennette olduğunu bilmişti.- Fakat dünyada bana ne yapılacağını bilemiyorum. Benden önceki peygamberler yurtlarından çıkartıldığı gibi, ben de çıkartılacak mıyım? Yoksa benden önceki peygamberlerden kimisi öldürüldüğü gibi ben de öldürülecek miyim, Size de ne yapılacağını bilemiyorum, siz beni tasdik eden ümmetim mi olacaksınız, yalanlayan ümmetim mi? Siz semadan atılan taşlarla taşlanan ümmetim mi olacaksınız? yoksa yerin dibine geçirileceklerden mi olacaksınız? Daha sonra yüce Allah'ın:

"Dini bütün dinlere üstün kılmak için rasûlünü hidayetle ve hak din ile gönderen O'dur" (et-Tevbe, 9/33) âyeti nazil oldu. Yüce Allah burada buyuruyor ki: Onun dinini bütün dinlere üstün kılacaktır. Sonra onun ümmeti hakkında da:

"Halbuki sen içlerinde iken Allah onlara azâb verecek, değildir" (el-Enfal, 8/33) diye buyurdu ve böylelikle ona da, ümmetine de ne yapacağını haber vermiş oldu. Bütün bunlarda nesh sözkonusu değildir, yüce Allah'a hamdolsun. Yine ed-Dahhak şöyle demiştir: "Bana da ne yapılacağını bilemem, sîze de." Yani size nelerin emir verileceğini ve size nelerin yasaklanacağını bilemem.

Şöyle de denilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, mü’minlere: "Kıyâmet gününde bana da ne yapılacağını bilemiyorum, size de" demekle emrolunduktan sonra yüce Allah bunu;

"Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın" (el-Feth, 48/2) âyeti ile açıkladı. Bundan sonra mü’minlerin halini, sonra da kâfirlerin halini açıkladı.

Derim ki: Bu birinci görüş ile aynı anlamı ifade eder. Şu kadar var ki burada neshi beyan anlamında kullanmış olup, mü’minlere böylece söylemesini emrettiği belirtilmiştir. Sahih (doğru olan) açıklama ise bizim el-Hasen'den ve diğerlerinden naklettiğimiz açıklama şeklidir.

"Ne yapılacağını" anlamındaki âyette' bulunan:

"Ne" edatının mevsul isim olması mümkün olduğu gibi, merfu ve istifham (soru edatı) olması da mümkündür.

"Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Ben açık açık korkutup uyarandan başkası değilim" âyetindeki

"vahyolunan" anlamındaki âyet: "Vahyettiği” diye okunmuştur ki; yüce Allah'ın bana vahyettiğine uyarım, demektir. Daha önce başka yerde geçmiş bulunmaktadır.

10

De ki: "Bana haber verin. Eğer o Allah tarafından gönderilmiş iken, siz onu İnkar etmiş İseniz ve İsrailoğullarından bir şahit de onun bir benzeri üzere şahitlik edip îman etmiş olduğu halde siz büyüklük taslamış iseniz, gerçek şu ki; Allah zâlimler topluluğuna hidayet vermez."

"De ki: Bana haber verin. Eğer o" Kurân-ı Kerîm

"Allah tarafından gönderilmiş İken, sîz onu İnkar etmiş İseniz..." en-Nehaî dedi ki: Burada kasıt, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır.

"Ve İsrailoğullarından bir şahid de onun bir benzeri üzere şahitlik edip..." âyeti hakkında İbn Abbâs, el-Hasen, İkrime, Katade ve Mücahid dediler ki: Buradaki

"şahid" Abdullah b. Selam'dır. O yahudilere karşı Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Muhammed'in Tevrat'ta anıldığına ve Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğuna dair tanıklıkta bulundu,

Tirmizî'de yer alan rivâyete göre ondan (Abdullah b. Selam'dan) şöyle dediği kaydedilmiştir: Allah'ın Kitabından bazı âyetler benim hakkımda inmiştir. Benim hakkımda;

"Ve İsrailoğullarından bir şahid de onun bir benzeri üzere şahidlik edip îman etmiş olduğu halde siz büyüklük taslamış iseniz, gerçek şu ki Allah zâlimler topluluğuna hidayet vermez" âyeti nazil olmuştur Tirmizî, V, 670. Bu er-Rad Sûresi'nin sonlarında (13/43. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Mesrûk dedi ki; Kastedilen şahid Mûsa ve Tevrat'tır. Abdullah b. Selam değildir. Çünkü o Medine'de müslüman olmuş, bu sûre ise Mekke'de inmiştir. Devamla dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Onu inkar etmiş iseniz" âyeti Kureyşlilere bir hitabür.

en-Nehaî dedi ki: Buradaki şahit İsrailoğulları arasından Mûsa'ya ve Tevrat'a îman eden kimselerdir. Çünkü Abdullah b. Selam, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından iki sene önce İslama girmiştir, bu sûre ise Mekke'de inmiştir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Buradaki şahid Mûsa'dır diyen sûre Mekke'de inmiştir ve Abdullah b. Selam da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından iki yıl önce vefat etmiştir, der. Bununla birlikte âyet Medine'de inmiş olmakla birlikte, Mekki bir sûrede konabilir(di). Çünkü âyet-i kerîme nazil oldu mu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu şu sûreye koyun derdi. Bu âyet-i kerîme müşriklere karşı delil getirmek sadedindedir. Delil yönü de şudur: Onlar bazı hususlarda yahudilere başvuruyorlardı. Yani yahudilerin onlara yaptıkları şahitlik ile yahudilerin peygamberinin bana şahitliği en açık delillerdendir.

Bu sûrenin yahudilere karşı delil getirmek sadedinde olma ihtimali de uzak değildir. Abdullah b. Selam yahudiler müslüman olduğunu henüz öğrenmemişken müslüman olarak Peygamber efendimize geldiğinde: Ey Allah'ın Rasûlü, sen beni seninle yahudiler arasında hakem tayin et, dedi. Peygamber yahudilere Abdullah hakkında: "O aranızda nasıl bir adamdır? diye sorunca, onlar: O bizim efendimiz, bizim en bilgili olanımızdır, dediler. Peygamber: "O bana îman etti" deyince, hakkında olmadık kötü sözleri söylediler... diye başlayan bu hadisi, İbn Hibban, Sahih, XVI, 442; Müsned, III, 271. daha önceden geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs dedi ki: Yahudiler İbn Selam'ın hükmüne razı oldular ve peygambere: Eğer o senin lehine şahitlik ederse, biz de sana îman ederiz, dediler. Ona sorulunca, şahidlikte bulundu, sonra da müslüman oldu.

"Onun bir benzeri" benim size getirdiğimizin bir benzeri

"üzere şahîdlik edip..." yani Mûsa Tevrat'a, Muhammed de Kur'ân'a şahidlik etti, demektir. el-Cürcanî dedi ki: Buradaki "benzeri" ifadesi sıladır. Âyet: Bir şahid onun Allah'tan geldiğine dair onun hakkında şahidlikte bulundu, demektir.

Bu şahid,

"îman etmiş olduğu halde, siz" îmana karşı

"büyüklük taslamış iseniz..." âyetinde geçen:

"İken"in cevabı hazfedilmiş olup o îman ederse siz îman edecek misiniz, takdirindedir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.

"Îman etmiş olduğu halde siz büyüklük taslamış iseniz" kendi nefsinize zulmetmiş olmaz mısınız? takdirinde olduğu da söylenmiştir. Bunu da

"gerçek şu ki Allah zâlimler topluluğuna hidayet vermez" âyeti açıklık getirmektedir. Bir başka görüşe göre:

"...îman etmiş olduğu halde, siz büyüklük taslamış iseniz" Allah'ın azabından emin olabilecek misiniz? diye de açıklanmıştır.

"Bana haber verin" ifadesi soru sormak için ön görülmüş bir lafızdır. Bundan dolayı bu (fiil) mef'ûl gerektirmez. en-Nekkaş ve başkaları da şunu nakletmektedir: Ayet-i kerimede bir takdim ve tehir olup ifadenin takdiri şöyledir: De ki: Bana haber verin. Eğer o Allah tarafından olup, İsrailoğullarından bir şahid de şahidlik etmiş ve o buna îman etmiş iken, siz küfre saparsanız; şüphesiz Allah zâlimler topluluğuna hidayet vermez.

11

İnkar edenler îman edenler için dediler ki: "Eğer o hayırlı olsaydı, bizden önce ona ulaşamazlardı." Onunla hidayet bulmadıkları için de: "Bu eski bir uydurmadır" diyeceklerdir.

"İnkar edenler îman edenler için dediler ki: Eğer o hayırlı olsaydı, bizden önce ona ulaşamazlardı" âyetinin nüzul sebebi ile ilgili olarak altı görüş vardır. Merhum müfessir ilk beş gfirilje numara verdiği halde altıncısına vermemiştir. Altıncı görüş beşincisinden sonra zikredilen Meşruttun görüşüdür.

1- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de Ebû Zerr el-Ğifarî'yi, müslüman olmaya davet etti, o da İslâmı kabul etti. Onun kavmi onun vasıtasıyla himaye isteyerek, liderleri Peygamber efendimize geldi ve müslüman oldu. Daha sonra liderleri de kendilerini İslama davet etti, onlar da İslama girdiler. Bu husus Kureyş'e ulaşınca, eğer bu husus bir hayır olsaydı, antlaşmaklarımız olan Ğıfarlılar bizden önce onu elde edemezlerdi, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Bu açıklamayı Ebû'l-Mütevekkil yapmıştır.

2- Zinnire müslüman oldu. sonra gözleri kör oldu. Ona: Lat ve Uzza seni çarptı, dediler. Bu sefer yüce Allah ona gözlerini geri verdi. Kureyş'in büyükleri de: Eğer Muhammed'in getirdiği bir hayır olsaydı, bizden önce Zinnire onu elde edemezdi, dediler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Bu da Urve b. ez-Zübeyr'in görüşüdür.

3- Kâfir olan Benu Amir, Gatafan, Temim, Esed, anzala ve Eşcalılar, müslüman olan Gıfarlı, Eşlem, Cüheyne, Müzeyne ve Huzaalılar hakkında söyle dedi: Eğer Muhammed'in getirdiği şey bir hayır olsaydı, şu deve çobanları bizden önce ona ulaşamazdı. Çünkü biz onlardan daha aziziz. Bu açıklamayı da el-Kelbî ve ez-Zeccâc yaptı. el-Kuşeyrî de İbn Abbâs'tan ayrıca nakletmiştir.

4- Katade: Âyet Kureyş müşrikleri hakkında inmiştir. Onlar; Eğer Muhammed'in bizi kendisine çağırdığı şey hayır olsaydı, Bilal, Suhayb, Ammar, filan ve filan bizden önce ona erişemezlerdi. Bu da dördüncü görüştür.

5- Yahudi kâfirler îman edenlere, yani Abdullah b. Selam ve arkadaşlarina: Eğer Muhammed'in dini hak olsaydı bunlar bizden önce onu elde edemezlerdi, dediler. Müfessirlerin çoğu böyle demiştir. Bühu da es-Sa'lebî nakletmiştir.

6- Mesrûk dedi ki: Kâfirler şöyle dedi: Eğer bu bir hayır olsaydı, yahudiler bizden önce ona erişemezlerdi. Bunun üzerine bu ayet-i kerîme indi.

Kâfirlerin: Eğer bu bir hayır olsaydı, bizden önce ona ulaşamazlardı, şeklindeki sözleri onlara muhalefet eden herkesin lehine, fakat kendilerinin aleyhine olan en büyük itirazlarındandır. Çünkü onlara şöyle denir: Eğer sizin izlediğiniz yol bir hayır olsaydı, biz bu yolu bırakmazdık ve eğer sizin Allah Rasülünü yalanlamanız bir hayır olsaydı, bizden önce siz bu işe ulaşamazdınız. Bunu da el-Maverdî zikretmiştir. Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah'ın:

"Bizden önce ona ulaşamazlardı" sözleri kâfirlerin kimi mü’minlere söylediği sözlerden olması mümkün olabildiği gibi, hicaptan gaibe geçiş üslubu ile kullanılmış bir ifade olması da mümkündür. Yüce Allah'ın:

"Hatta siz gemilerde bulunduğunuz zaman onlar da içindekileri güzel bir rüzgar ile götürüp..." (Yûnus, 10/22) âyetine benzemektedir. Yani bu âyet: Eğer o hayırlı olsaydı, siz ona bizden önce ulaşamazdınız, takdirinde demektir.

"Onunla" îman ile Kur'ân ile denildiği gibi, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile diye de açıklanmıştır

"hidayet bulmadıkları için de: Bu eski bir uydurmadır, diyeceklerdir." Yani onlar Kur'ân ile olsun, Kur'ân'ı getiren vasıtasıyla olsun hidayeti elde edemeyince ona düşmanlık ettiler ve Kur'ân'ı yalana nisbet ederek; Bu eski bir uydurmadır, dediler, Öncekilerin efsaneleridir, dedikleri gibi.

Birisine Kur'ân-ı Kerîm'de: Kişi bilmediğinin düşmanıdır, meseli var mıdır? diye sordular. O: Evet dedi. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Onunla hidayet bulmadıkları için de: Bu eski bir uydurmadır, diyeceklerdir."

Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Hayır, onlar ilmini kavrayamadıkları... bir şeyi yalanladılar" (Yûnus, 10/39) âyetidir.

12

Halbuki bundan Önce de Mûsa'nın kitabı bir önder ve bir rahmetti. Bu ise zulmedenleri korkutup ihsan edenlere bir müjde olmak üzere: Arap dili ile indirilmiş doğrulayıcı bir kitaptır.

"Halbuki bundan" Kurân-ı Kerîm’den

"önce de Mûsa'nın kitabı" Tevratkendisine uyulan

"bir öndet ve" Allah'tan

"bir rahmetti." İfadede hazfedilmiş sözler vardır Yani bununla birlikte siz, onunla hidayeti bulmadınız. Çünkü Tevrat'ta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nitelikleri ve ona îman edilmesi gerektiği belirtilmiş idi. Onlar ise bunu terkettiler.

" Bir önder" lâfzı hal olarak nasbedilmistir. Çünkü âyet: Ondan önce de önder olarak Mûsa'nın kitabı gelmişti, anlamındadır.

"Ve bir rahmet" lâfzı da ona atfedilmiştir. Bir fiil takdiri ile nasbedildiği de söylenmiştir. Yani Biz onu bir önder ve bir rahmet ile indirdik, demektir.

el-Ahfeş dedi ki: Kat' Kat': Bir kelimenin i'rab bakımından önceki bir kelimeye tabi olması gekeriyorken, bunu yapmamaktır. Bu ref ve nasb itibariyle başkasına tabi' olarak i'rablanan bütün kelimelerde caizdir. Te'kidde câiz değildir. (Abdulğani ed-Dahr, Mu'cemu'l-Kavaidi'l-Arabiyye, Dimaşk, 1414/1993, s. 177.) dolayısıyla nasb üzere gelmiştir. Çünkü "Mûsa'nın kitabı" izafet olduğundan dolayı marifedir. Zira nekre tekrarlanacak yahut izafe yapılacak ya da başına elif-lam getirilecek olursa, marife olur.

"Bu" Kur ân

"İse... Arap dili ile indirilmiş doğrulayıcı bir kitaptır." Yani bu kitap hem Tevrat'ı, hem kendisinden önceki kitapları doğrulayıcıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı doğrulayıcı olduğu da söylenmiştir,

"Arap dili ile" lâfzı hal üzere nasbedilmiştir. Yani o kendisinden öncekileri Arapça olarak tasdik eden bir kitabtır.

"Dili" ise hale bir tevtıe (hazırlık) yani tekiddir. Arapların: "Salih bir adam olarak Zeyd bana geldi" demelerine benzer. Burada "bir adam" lâfzı tekid olarak zikredilmiştir. Şu takdirde bir fiilin mahzuf olduğu kabul edilmek suretiyle nasbedildiği de söylenmiştir: "Bu tasdik edici bir kitaptır yani ben dilinin Arapça olduğunu kastediyorum" demektir. Cer harfinin düşürülmesiyle nasbedildiği de söylenmiştir ki, buna göre takdiri."Arab dili-ile" şeklindedir.

"Dil" anlamındaki lâfzın mef'ûl olduğu ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kastedildiği de söylenmiştir. Yani bu öyle bir kitaptır ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı tasdik etmektedir. Çünkü onun mucizesidir. İfade: "Dili Arapça olanı tasdik edicidir" takdirindedir. Burada-ü halde "dil" anlamındaki kelime "musaddık; tasdik edici" lâfzı ile nasbedilmiştir. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. "Lisan" ile Kur'ân'ın kastedilme ihtimali uzaktır. Çünkü o vakit anlamı kendi kendisini tasdik eder, şeklinde olur.

"Zulmedenleri korkutup..." âyetindeki: " Korkutması için (mealde: korkutup)" âyeti genel olarak kitabın durumunu haber vermek üzere "ye" ile okunmuştur. Yani küfür ve masiyet ile kendilerine zulmeden kimseleri korkutmak için (indirilmiştir). Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında haber olduğu da söylenmiştir

Nafî', İbn Amir ve el-Bezzî ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitab olmak üzere "te" ile (korkutasın diye, anlamına gelir) okumuşlardır. Ebû Ubeyde, ile Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Yüce Allah da;

"Ancak sen bir uyarıcısın" (er-Rad, 13/7) diye buyurmuştur.

"İhsan edenlere bir müjde olmak üzere" âyetindeki: " Müjde" ref konumundadır ki "o bir müjde(dir)" demek olur. "Kîtab"a atf olduğu da söylenmiştir. Yani bu doğrulayıcı ve müjde olan bir kitaptır, demek olur. Cer harfinin düşürülmesiyle mansub olması da mümkündür. Zulmedenleri korkutup uyarması ve... müjde olması için... demek olur. Cer harfi düşürülünce nasbedildi. Mastar olarak mansub olduğu da söylenmiştir ki; bu da: "İhsan edenlere bir müjde vermen için,.." demek olur. Burada; "Müjdelemen" fiili yerine "müjde" anlamındaki kelime yerleştirilince nasbedilmiş oldu. Nitekim: " Seni ziyaret etmek için, sana ikram olsun ve hakkını yerine getirmek maksadıyla sana geldim" demeye benzer ki bu da: demek gibidir. Burada: " Sana ikram olmak üzere" anlamındaki kelime, hazfedilmiş bir fiil ile nasbedilmistir.

13

Muhakkak ki: "Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra da dosdoğru hareket edenler için korku yoktur, onlar üzülmezler de.

14

İşte onlar cennetliklerdir, yaptıklarına mükâfat olmak üzere orada ebediyyen kalıcıdırlar.

"Muhakkak ki: Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra da dosdoğru hareket edenler İçin..." âyetinin anlamı daha Önceden (Fussilet, 41/30. âyet) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbâs dedi ki: Âyet, Ebû Bekir es-Sıddık hakkında inmiştir. Bununla birlikte âyet herkesi kapsamaktadır.

" Mükâfat olmak üzere" anlamındaki âyet mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasbedilmiştir.

15

Biz, insana, ana-babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Annesi onu zorlukla taşımış, zorlukla bırakmıştır. Onun taşınması ve sütten kesilmesi de otuz aydır. Nihayet o yiğitlik ve olgunluk çağına ulaşınca ve kırk yaşına varınca der ki: "Rabbim, bana, ana babama verdiğin nimete şükretmemi ve Senin razı olacağın salih amel işlememi bana ilham et ve soyumdan gelenleri de benim için salih kimseler kıl. Şüphesiz ben Sana tevbe ettim ve ben teslim olmuşlardanım."

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Bu Âyetin Önceki Buyruklarla İlişkisi:

"Biz insana ana-babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik" âyeti ile yüce Allah insanın anne babasına karşı durumunun farklı olduğunu açıklamaktadır. İnsan onlara itaat de edebilir, onlara aykırı hareket de edebilir. Yani bunun benzeri bir durum bizzat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile onun kavmi hakkında da uzak görülecek bir ihtimal değildir. Öyle ki kimileri onun çağrısını kabul ederken kimileri inkar etmektedir.

İşte âyetlerin birbirleriyle ilişki yönü budur. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî yapmıştır.

2- "İyilikte Bulunmak: İhsan":

Yüce Allah'ın:

"İyilikte bulunmasını" âyeti genel olarak: "İyilikle" diye okunmuştur. Haremeyn ehli, Basralılar ve Şamlıların mushaflarında bu böyledir. İbn Abbâs ile Kûfeliler ise: "İyilikte bulunmasını" diye okumuşlardır. Delilleri de yüce Allah'ın el-En'am ile İsra sûrelerindeki:

" Ana babaya iyilikte bulunun" (el-En'am, 6/151) ve (el-İsra, 17/23) âyetidir. Kûfelilerin mushaflarında da böyledir.

Birinci okuyuşun delili şanı yüce Allah'ın el-Ankebut Sûresi'ndeki:

"Biz insana anasına babasına iyi davranmasını tavsiye ettik" (el-Ankebut, 29/8) âyetidir. Böylelikle onlar (bu iki âyeti) farklı okumamışlardır.

(Haremeyn ehli ve diğerlerinin okuyuşunda geçen): Hüsn (güzellik, iyilik), kubh (çirkinlik)in zıddıdır. (Diğerlerinin okuyuşu olan) ihsan (iyilikte bulunmak) ise, kötülük yapma'nın zıddıdır,

"Tavsiye" de emir vermek anlamındadır, Gerek bu hususta, gerek âyetin kimin hakkında indiğine dair açıklamalar daha önceden (el-Ankebut, 29/8-9. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

3- Annenin Çocuğunu Karnında Taşıması:

"Annesi onu zorlukla taşımış, zorlukla bırakmıştır" âyetindeki: " Zorlukla" âyeti zorluk ve sıkıntı ile demektir. Bu lâfız genel olarak "kef" harfi üstün olarak okunmuştur. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği de budur. O dedi ki: Bu lâfız Kur'ân-ı Kerîm'de geçtiği her yerde böyle okunur. Ancak el-Bakara Sûresi'nde yer alan:

"Hoşlanmadığınız halde savaş size farz yazıldı" (el-Bakara, 2/216) böyle değildir. Çünkü burada isimdir, diğerleri hep mastardır.

Kûfeliler ise "kef" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bunların: "Zayıflık, mumundan ayrılmamış bal" lâfızlarında olduğu gibi iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da el-Kisaî yapmıştır. (Bu lâfız) bütün Basralılarca da böyledir. Yine el-Kisaî ve el-Ferrâ'', ikisi arasındaki farka dair şöyle demişlerdir: Ötreli okuyuş insanın kendisini zorladığı şey hakkında, üstün okuyuş, başkası tarafından zorlanması yani baskı ve gazab suretiyle bir işin ona yaptırılması hakkında kullanılır. Bundan dolayı bazı Arapça bilginleri "kef harfi üstün olarak kullanılmasının lahn olduğuna söylemişlerdir.

4- Gebeliğin ve Küçük Çocuğa Süt Emzirmenin Süresi:

"Onun taşınması ve sütten kesilmesi de otuz aydır" âyeti hakkında İbn Abbâs şöyle demiştir: Eğer hamilelik dokuz ay sürerse, annesi bebeği onbir ay emzirir. Eğer altı ay sürerse, yirmidört ay emzirir.

Rivâyete göre Osman (radıyallahü anh)'a altı ay hamilelikten sonra doğum yapmış bir kadın getirilince, ona had vurulması için hüküm vermek istemiş, Fakat Ali (radıyallahü anh): Ona had vurman gerekmez, demiş. Çünkü yüce Allah:

"Onun taşınması ve sütten kesilmesi de otuz aydır" diye buyurduğu gibi:

"Anneler evlatlarını iki bütün yıl emzirirler" (el-Bakara, 2/233) diye de buyurmuştur. Dolayısı ile süt emzirmek yirmidört ay olunca geriye hamilelik süresi olarak altı ay kalır. Osman (radıyallahü anh) görüşünden vazgeçerek o kadına had uygulamamış. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresinde (2/233- âyet, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Hamileliğin başından ilk üç ayın sayılmadığı da söylenmiştir. Çünkü bu süre zarfında çocuk nutfe, alaka ve bir çiğnem ettir. Onun hissedilir bir ağırlığı olmaz. İşte yüce Allah'ın:

"Eşini örtüp bürüyünce (eşi) hafif bir yük yüklendi. Bununla gider gelirdi" (el-Araf, 7/189) âyetinin anlamı budur.

"Fisal" sütten kesmek demektir. Lukman Sûresi'nde (31/14-15. âyetler, 3. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. el-Hasen, Yakub ve başkaları "onun... sütten kesilmesi" anlamındaki lâfzın "fe" harfini üstün, "sad': harfini de sakin olarak (ve sad'dan sonra elifsiz)diye okumuşlardır.

Âyet-i kerimenin Ebû Bekr es-Sıddık hakkında indiği rivâyet edilmiştir. Ona gebe kalınması ve sütten kesilmesi otuz aylık bir sürede tamamlanmıştı. Annesi onu dokuz ay karnında taşımış, yirmibiray da ona süt vermişti.

İfadede hazfedilmiş lâfızlar da vardır. Yani ona gebe katmma süresi ile sütten'-kesilme süresi otuz aydır. Şayet bu ifade takdiri sözkonusu olmasaydı, “ Otuz" lâfzı zarf olarak nasbedilir ve anlam da değişirdi. Zarf olarak: "...otuz ay boyunca devam eder" gibi bir anlamı olur.

5- Yiğitlik ve Olgunluk Çağı:

"Nihayet o yiğitlik ve olgunluk çağına ulaşınca..." âyetini İbn Abbâs onsekiz yaşına ulaşınca, diye açıklamıştır. Atâ'nın kendisinden yaptığı rivâyette de şöyle demiştir: Ebû Bekir, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'la onsekiz yaşında iken arkadaşlık yapmaya başladı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da o sırada yirmi yaşında idi. Şam'a ticaret maksadıyla gitmek için yola koyuldular. Sedir ağacı bulunan bir yerde konakladılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o ağacın gölgesine oturdu. Ebû Bekr ise orada bulunan bir rahibin yanına gidip dine dair sorular sormaya başladı. Rahib ona: Bu ağacın gölgesindeki adam kimdir? diye sordu. O: Abdu'l-Muttalib'in oğlu Abdullah'ın oğlu Muhammed'dir dedi. Rahib: Bu Allah'a yemin olsun ki bir peygamberdir. Îsa'dan sonra kimse onun gölgesi altına da oturmuş değildir. Bunun üzerine Ebû Bekir'in kalbine yakın ve onu tasdik etmek yer etti. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yolculuklarında olsun, ikametinde olsun hemen hemen ayrılmaz oldu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kırk yaşında iken peygamberlik verilince, Ebû Bekr (radıyallahü anh) otuzsekiz yaşında iken Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı tasdik etti. Kırk yaşına erişince de: "Rabbim bana ana babama verdiğin nimeti şükretmemi..." diye dua etti.

en-Nehaî ve İbn Zeyd dedi ki: Buradaki:

" Yiğitlik ve olgunluk çağı" ergenlik yaşına gelmek demektir. el-Hasen, bu kırk yaşına erişmektir, diye açıklamıştır. Yine ondan gelen bir rivâyete göre ona karşı delilin ortaya konulmasıdır diye açıklamıştır. Bu âyet-i kerimeye dair açıklamalar daha önce el-En'am Sûresi'nde (6/151-153. âyetler, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

es-Süddî ve ed-Dahhak da âyet Sa'd b. Ebi Vakkas hakkında inmiştir, demişlerdir. Bu hususta daha önceden (el-Ankebut, 29/8-9. âyetler ile Lukman, 31/14-15. âyetler, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,

el-Hasen dedi ki: Ayet-i kerîme belirli bir krmse hakkında kayıtlı değildir. Genel olarak herkes hakkında inmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

6- ilahi Nimetlere Şükretmek:

"Rabbim bana" ihsan ettiğin hidayete

"ana babama verdiğin" ve küçükken beni büyütüp terbiye etmeleri için bağışladığın, merhamet ve şefkate

"nimete şükretmemi" senin nimetine şükretmeyi

"...ilham et."

Bir başka açıklamaya göre bana ihsan ettiğin sağlık ve afiyet nimetine, anneme de bağışladığın zenginlik ve servet nimetine şükretmemi ilham et.

Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Bu âyet-i kerîme Ebû Bekir es-Sıddık (radıyallahü anh) hakkında inmiştir. Anne babası müslüman olduğu gibi, hem anne hem de babası muhacirlerden müslüman olmuş başka bir kimse yoktur. Bundan dolayı yüce Allah kendisine onlara iyi bakmasını tavsiye etmiş ve bu hüküm ondan sonra gelenler için de bağlayıcı olmuştur. Babası Ebû Kuhafe, Osman b. Amir b. Amr b. Ka'b b. Sa'd b. Teyın'dir. Annesi ise künyesi Ummu'l-Hayr olup, ismi Sahr kızı Selma'dır. Sahr'ın babası Amir, onun babası Ka'b, onun babası Sa'd'dır. Babası Ebû Kuhafe'nin annesi Kayle'dir. Ebû Bekr es-Sıddık'ın hanımının ismi ise Abdu'l-Uzza kızı Kuteyle'dir.

"Ve senin razı olacağın salih amel işlememi bana ilham et" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah onun bu duasını Allah yolunda işkencelere uğratılan dokuz mü’mini azad etmesini sağlayarak kabul buyurdu. Bilal ve Amir b. Fuheyre bunlar arasındadır. Allah'ın işlemekte kendisine yardımcı olmadığı hiçbir hayır kapısı bırakmadı. Sahih'te, Ebû Hüreyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bugün sizden kim oruçlu olarak sabahladı" diye sordu. Ebû Bekir: Ben dedi. "Peki bugün sizden kim bir cenazenin peşinden gitti" diye sordu. Ebû Bekir: Ben dedi. "Bugün sizden kim bir yoksula yemek yedirdi" diye sordu. Ebû Bekir: Ben dedi. "Sizden bugün kim bir hastayı ziyaret etti" diye sordu. Ebû Bekir: Ben dedi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu; "Bunlar bir kişide bir arada oldu mu mutlaka o kişi cennete girer. " Müslim, U, 713, IV, 1857

7- Salih Bir Zürriyet Dileği:

"Ve soyumdan gelenleri de benim için salih kimseler kıl!" Benim soyumdan gelecekleri salih kimseler kıl, demektir. İbn Abbâs dedi ki: Bir ve tek olarak Allah'a îman etmedik ne bir çocuğu, ne babası, ne de annesi kaldı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı arasında Ebû Bekir dışında kendisi, anne babası, oğulları ve kızları tamamıyla îman etmiş, hiçbir kimse yoktur.

Sehl b. Abdullah dedi ki: Âyet sen onları bana doğru halefler kıl, sana da gerçek kullar kıl, demektir.

Ebû Osman: Onları sana itaatkar olan iyi kimseler kıl, diye açıklamıştır. İbn Atâ da şöyle demiştir: Kendileri sebebiyle onlardan razı olacağın salih ameller işlemeye onları muvaffak kıl. Muhammed b. Ali de şöyle demiştir: Şeytanın, nefsin ve hevanın, aleyhlerine yol bulmasına fırsat verme. Malik b. Mikvel de şöyle demiştir: Ebû Ma'şer oğlunu Talha b. Mûsarrif’e şikayet etti. Talha ona; Sen ona karsı yüce Allah'ın şu âyeti ile yardım dile, deyip: "Rabbim bana, ana babama verdiğin nimete şükretmemi ve Senin razı olacağın salih amel işlememi bana ilham et ve soyumdan gelenleri de benim için salih kimseler kıl. Şüphesiz ben Sana tevbe ettim ve ben teslim olmuşlardanım" âyetini okudu.

"Şüphesiz ben Sana tevbe ettim." İbn Abbâs dedi ki; Daha önce izlediğim yoldan döndüm.

"Ve ben teslim olmuşlardanım." Tevhid ile Sana ihlasla yönelenlerdenim.

16

İşte bunlar, yaptıklarını en güzeli ile kabul ettiğimiz cennetlikler arasında kötülüklerini affettiğimiz kimselerdir. (Bu) kendilerine verilmiş gerçek bir sözdür.

"İşte bunlar, yaptıklarını en güzeli ile kabul ettiğimiz, cennetlikler arasında kötülüklerini affettiğimiz kimselerdir" âyetinde geçen

"kabul ettiğimiz" anlamındaki âyet ile

"affettiğimiz" anlamındaki âyet, genel olarak her ikisinde de ütreli "ye" harfi ile okunmuştur. ("Kabul olunan... affolunan" demek olur). Ayrıca "ye" harfi üstün olarak; "Kabul buyurduğu... affettiği" diye de okunmuştur. Zamir her ikisinde de yüce Allah'a racidir. Hafs, Hamza ve el-Kisaî ise her iki fiili de "nun" harfi ile; " Kabul ettiğimiz... affettiğimiz" diye okumuşlardır. (İkinci fiil) o günahlarını affederiz, bağışlarız, demektir. Asıl anlamı itibariyle: "Bir şeyin üzerinde durulrnayıp geçilmesi" demektir.

Bu âyet-i kerîme, bundan önce geçen:

"Biz insana... tavsiye ettik" (Ahkaf, 46/15) âyetinin sonuna kadar, belli kimseler hakkında kayıtlı olmayıp herkes hakkında genel olarak indiğinin delilidir. el-Hasen'in görüşü de budur.

"Kabul ettiğimiz" iyiliklerini kabul edip kötülüklerini affettiğimiz kimseler demektir. Zeyd b. Eslem -ki bunu merfu bir rivâyet olarak da zikreder- dedi ki: Onlar İslâm'a girdiler mi iyilikleri kabul olunur ve kötülükleri bağışlanırdı.

Şöyle de açıklanmıştır: (Âyet-i kerimede geçen):

"En güzeli" itaatler arasından sevabı gerektiren işlerdir. Mubah olan güzel şeylerde ise ne sevab, ne de ceza vardır. Bu açıklamayı İbn Îsa nakletmiştir.

"Cennetlikler arasında" âyetindeki:

" Arasında" âyeti "beraber" demek olup cennetliklerle beraber, onlarla birlikte... anlamındadır. Mesela: " Bütün şehir halkı arasında sana da ikram eder, iyilikte bulunurum" derken, onlarla birlikte... demektir.

“Gerçek bir sözdür" âyetinin nasb ile gelmesi, kendisinden öncekileri tekid edici bir mastar (mef'ûl-i mutlak) olduğundan dolayıdır, Bu da şu demektir; Allah îman ehline iyilikte bulunanlarının iyiliklerini kabul etmek, kötülükte bulunanları da affetmeyi, gerçek bir söz olarak vaadetmiştir. Bu ("gerçek bir söz" anlamındaki ibare) bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi kabilindendir. Çünkü "gerçek" yüce Allah'ın vaadettiği o sözün kendisidir. Bu da "bu yönüyle" yüce Allah'ın:

"Kesin bilgi veren hakkın" (el-Vakıa, 56/95) âyetine benzemektedir. Kûfelilere göre bu böyledir. Basralılara göre ise ifade: "Gerçek söz ile yahut gerçek kitab ile verilen vaad" takdirinde olup, mevsuf hazfedilmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce başka bir yerde (İbrahim, 14/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Kendilerine verilmiş" dünyada rasûller aracılığı ile verilmiş söz demektir ki, bu da cennettir.

17

Ana babasına: "Öf size! Benden önce nice nesiller gelip geçmiş İken beni (ölümden sonra) çıkarılmakla mı tehdit ediyorsunuz?" diyene, anası babası Allah'a yalvararak; "Yazık sana, îmana gel! Şüphesiz ki Allah'ın vaadi haktır" (derler). O ise der ki: "Bu, geçmişlerin masallarından başkası değildir."

"Ana babasına: Öf size! Benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken beni" ölümden sonra diriltilerek

"çıkarılmakla mı tehdit ediyorsunuz?" âyetinde geçen: " Öf" lâfzını Nafi’, Hafs ve başkaları kesreli ve tenvinli okumuşlardır. İbn Kesîr, İbn Muhaysın, İbn Amir ve Âsım'dan rivâyetle el-Mufaddal ise, tenvinsiz olarak ve üstün ile: diye okumuşlardır. Diğerleri ise kesreli ve tenvinsiz olarak okumuşlardır. Hepsi değişik söyleyişlerdir. Daha önce el-İsra Sûresi'nde (17/23-24. âyetler, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"...Beni...mı tehdit ediyorsunuz?" âyeti genel olarak şeddesiz iki "nun" ile okunmuştur. Medınelilerle, Mekkeliler sondaki "ye"yi üstün okumuşlar. Diğerleri sakin (harf-i med olarak) okumuşlardır. Ancak Ebû Hayve, el-Muğire ve Hişam, şeddeli bir tek "nun" ile diye okumuşlardır. Şamlıların mushaflarında da böyledir.

"Beni çıkarılmakla" lâfzı genel olarak "elif" ötreli, "re" harfi de üstün olarak okunmuştur. el-Hasen, Nasr, Ebû'l-Aliye ve el-Ameş ile Ebû Ma'mer ise "elifi üstün, "re" harfini de ötreli (o takdirde: Çıkmakla anlamında olur) diye okumuşlardır.

İbn Abbâs, es-Süddî, Ebû'l-Aliye ve Mücahid şöyle demişlerdir: Âyet-i kerîme Abdullah b. Ebi Bekr (radıyallahü anh) hakkında inmiştir. Annesi, babası kendisini İslâm'a davet ettikleri halde, o da yüce Allah'ın haber verdiği şekilde kendilerine cevab veriyordu,

Katade ve yine es-Süddî de şöyle demişlerdir; Burada kastedilen kişi İslâm'a girmeden önce Abdurrahman b. Ebi Bekr'dir. Babası ile annesi Um Ruman kendisini İslâm'a davet ediyor, öldükten sonra diriltilmekle tehdit ediyorlardı. O da yüce Allah'ın bize naklettiği şekilde onlara karşılık veriyordu. Ancak onun bu durumu İslâm'a girmeden önce idi.

Âişe (radıyallahü anha)'nin bu âyet-i kerimenin Abdurrahman hakkında inmiş olduğunu kabul etmediği de rivâyet edilmiştir. Bk. Buhârî, IV, 1K27; Hakim, Müstedrek, IV, 52H; Heysemi, Meetna', V, 241; Nesâî, es-Sünenu't-Kübra, VI, 458.

el-Hasen ve yine Katade şöyle demişlerdir: Bu, anne babasına karşı kötü davranan bir kulun niteliklerine dairdir.

ez-Zeccâc dedi ki: Bu âyet-i kerimenin müslüman olmadan önce Abdurrahman hakkında indiği nasıl söylenebilir? Çünkü yüce Allah;

"İşte bunlar... kendilerinden önce geçen ümmetler arasında aleyhlerine söz" (Ahkaf, 46/15) yani azâb

"hak olmuş kimselerdir" diye buyurmaktadır, Bu ise zorunlu olarak Îman etmemiş olmayı gerektirir. Abdurrahman iye mü’minlerin en faziletlilerindendir. Doğru olan bu âyet-i kerimenin anne babasına karşı isyankar olan kâfir bir kul hakkında indiğidir.

Muhammed b. Ziyad dedi ki: Muaviye insanların Yezid'e bey'atlerini sağlamak üzere Mervan b. el-Hakem'e mektub yazdı. Abdurrahman b. Ebi Bekr de: Siz (hür ve gerçek anlamıyla bey'ati terketmek suretiyle) bu işi (halifeliği) Herakliyus geleneğine dönüştürdünüz. Kendi oğullarınız için bey'at mi alacaksınız? Bunun üzerine Mervan şöyle dedi: Yüce Allah'ın:

"Ana babasına öf size... diyene" buyurduğu kişi işte budur. Bunun üzerine (Abdurrahman) şöyle demişti: Allah'a yemin ederim bu benim hakkımda inmiş değildir. İstesem kimin hakkında indiğinin ismini veririm. Fakat şu var ki, Allah sen onun sulbünde iken babana lanet etmiştir. Sen o bakımdan Allah'ın lanetinden bir parçasın.

el-Mehdevî dedi ki: Bu âyetin Abdurrahman hakkında indiğini kabul eden kimselere göre bundan sonra gelen:

"İşte bunlar,,, aleyhlerine söz hak olmuş kimselerdir" âyeti ile daha önce sözü edilen hususlara inanan kimselerin kastedildiğini söylerler. Buna göre âyetin başı hususi, sonu umumidir,

Bir başka görüşe göre Abdurrahman;

"Benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken" deyince, şunları da söylemişti: Nerede Abdullah b. Cüdan, nerede Osman b. Amr, nerede Amir b. Ka'b ve Kureyş'in ileri gelenleri ki, onlara bu söyledikleri hakkında soru sorayım? Buna göre: "İşte banlar... aleyhlerine söz hak olmuş kimselerdir" âyeti sözü edilen bu kimseler hakkında demektir.

Derim ki: Abdurrahman b. Ebi Bekr'in haberlerine dair birtakım açıklamalar daha önce el-En'am Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Hani arkadaşları: Bize gel, diye hidayete çağırdıkları halde..." (el-En'am, 6/71) Bu âyet-i kerimenin hakkında inmiş olduğuna delalet eden açıklamalar geçmiş idi. O vakit ise kâfirdi, fakat müslüman olup fazileti ortaya çıkınca böylelikle yüce Allah'ın:

"İşte bunlar... aleyhlerine söz hak olmuş kimselerdir" âyeti ile kastedilmediği ortaya çıkmış olmaktadır.

"Ana babası Allah'a yalvararak..." Allah'a dua edip onun için hidayet dileyerek veya onun küfründen Allah'a sığınarak... anlamındadır. Burada (Allah lâfzından önce) cer harfi hazfedilince, doğrudan fiilin elkisi ile nasbolmuştur.

Âyet-i kerimede geçen "Lstiğase (mealde: yalvarmak)"nın dua demek olduğu da söylenmiştir. O takdirde (Allah lâfza-i celalinin başına gelmesi gereken) "be" harf-i cerrine gerek kalmaz. el-Ferrâ'' dedi ki: Allah onun yaptığı duasını ve Allah'a yalvarmasını kabul buyurdu.

"Yazık sana îmana gel!" Ölümden sonra dirilişi tasdik et!

"Şüphesiz ki Allah'ın vaadi haktır." Doğrudur, o söz gerçekleşecektir.

"O ise der ki: Bu" yani anne babasının söyledikleri

"geçmişlerin masallarından" aslı astarı olmayan söz ve yazılarından

"başkası değildir."

18

İşte bunlar, cin ve İnsanlardan kendilerinden önce geçen ümmetler arasında, aleyhlerine söz (azâb) hak olmuş kimselerdir. Çünkü bunlar hüsrana uğramış olanlardır.

"İşte bunlar cin ve insanlardan" kâfir olanların

"kendilerinden önce geçen ümmetler arasında" yani onlarla birlikte

"aleyhlerine söz hak olmuş kimselerdir. Çünkü bunlar" yani bu kâfir ümmetler amelleri zayi olmuş, yani yaptıkları boşa çıkıp cenneti kaybetmiş

"hüsrana uğramış olanlardır."

19

Bunların herbiri için işlediklerine göre dereceler vardır. Tâ ki kendilerine zulmedilmeksizin amellerinin karşılığını tastamam versin.

"Bunların herbiri için... dereceler vardır." Yani mü’min olsun, kâfir olsun, cinlerden olsun, insanlardan olsun her iki kesime mensub herbir kişinin kıyâmet gününde Allah nezdinde amellerine göre mertebeleri vardır. İbn Zeyd dedi ki: Bu âyet-i kerimede sözü edilen cehennemliklerin dereceleri aşağı doğrudur, cennetliklerin derecesi ise yukarı doğrudur.

"Tâ ki kendilerine zulmedilmeksizin" yani kötülük işleyene fazlası yüklenmeksizin, iyilik yapanın da iyilikleri eksiltilmeksizin

"amellerinin karşılığını tastamam versin."

" Ta ki kendilerine... tastamam versin" lâfzını İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Âsım, Ebû Amr ve Yakub öncesinden yüce Allah'ın ismi geçtiğinden ötürü "ye" ile okumuşlardır. Bu da yüce Allah'ın:

"Şüphesiz ki Allah'ın vaadi haktır" (el-Ahkaf, 46/17) âyetidir. Ebû Hatim de bunu tercih etmiştir. Diğerleri ise yüce Allah'ın:

"Biz insana ana babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik" âyeti dolayısı ile "nun" ile (ta ki... tastamam verelim) diye okumuşlardır. Buradan itibaren ononüç satırlık bir bölüm bu rivâyette geçen garib kelimelerin izahlarına ayrılmıştır. Bu açıklamalar ışığında Hz. Ömer'in bu sözü tercüme edildiğinden ayrıca bunları zikretmeye gerek yoktur

20

Kâfir olanların ateşe arzolunacakları o gün (denir ki): "Siz dünya hayatınızda hoşlandığınız her şeyinizi bitirdiniz ve onlardan yararlanıp durdunuz. Bugün yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz ve fasıklık etmeniz sebebi ile aşağılanmak azâbı ile cezalandırılacaksınız."

"Kâfir olanların ateşe arzolunacakları o gün..." Ey Muhammed, sen perdenin açılıp kâfirlerin ateşe yakınlaşunlacakları ve onu bakıp görecekleri o günü hatırla! demektir.

"(Denir ki): Siz dünya hayatınızda hoşlandığınız herşeyinizi bitirdiniz."

Onlara... bitirdiniz, denilir, demektir. Burada

"denilir" anlamındaki söz hazfedilmiştir.

el-Hasen, Nasr, Ebû'l-Aliye, Yakub ve İbn Kesîr

"bitirdiniz" anlamındaki âyeti hafif iki hemze ile: " Bitirdiniz ha?" diye okumuşlardır ki, Ebû Hatim de bunu tercih etmiştir. Ebû Hayve ve Hişam ise soru olmak üzere med ile uzatılmış tek hemze ile: diye okumuşlardır. Diğerleri ise haber olmak üzere medsiz tek bir hemze ile okumuşlardır. Hepsi de fasih söyleyişler olup azar anlamını ihtiva eder. Araplar da hem soru ile, hem soruşuz ifadelerle azarlarlar. Daha önce bu açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Ebû Ubeyd istifhamsız okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü bu Nafî’, Âsım, Ebû Amr, Hamza ve el-Kisaî gibi yedi kıraat İmâmının çoğunluğunun benimsediği kıraattir. Bununla birlikte Şeybe, ez-Zührî, İbn Muhaysın, el-Muğire b. Ebi Şihab, Yahya b. el-Haris, el-A'meş, Yahya b. Vessab ve başkaları da bu şekilde okumak noktasında onlara muvafakat etmişlerdir. O halde bu kıraat, insanların çoğunluğunun kabul ettiği bir kıraattir. Ayrıca istifhamın terki de güzeldir. Çünkü istifhamın varlığı onların böyle bir işi yapmadıkları vehmini verebilir. Nitekim bir kimseye: Ben sana zulmetmedim, demek isterken; Ben mi sana zulmettim, demeye benzer. Bununla birlikte istifham ile okumak da güzeldir. Nitekim bir kimse: Sen gittin bu işi yaptın deyip, azarladığı gibi, sen bu işi gidip yaptın mı, da diyebilir. Bütün bunlar uygundur.

"Hoşlandığınız her şeyinizi bitirdiniz" âyetinin anlamı da: Siz dünyada iken hoş şeylerden istifade ettiniz, arzu ve lezzetlerin peşine takılıp gittiniz. Bununla masiyetleri kastetmektedir.

"Bugün yeryüzünde haksız yere" haketmediğiniz halde oranın ahalisine karşı

"büyüklenmeniz" üstünlük taslamanız

"ve" fiillerinizde zulüm ile ve azgınlık ederek

"fasıklık etmeniz sebebi ile aşağılanmak" rezil edilmek, rüsvay edilmek

"azâbı ile cezalandırılacaksınız."

Mücahid dedi ki:

"Aşağılanmak" küçüklük, rezillik demektir, Katade Kureyş lehçesinde (bu anlamdadır) demiştir.

"Hoşlandığınız her şeyinizi bitirdiniz" âyetinin, siz gençliğinizi küfür ve masiyetlerle tükettiniz, anlamına geldiği de söylenmiştir, İbn Bahr dedi ki: Hoşlanılan şeyler gençlik, güç ve kuvvettir. Bu Arapların: "Onun iki huş şeyi gitmiştir" derken, gençliğinin ve kuvvetinin kalmadığım kastettikleri tabirlerinden alınmıştır. el-Maverdİ dedi ki: Ben ed-Dahhak'ın da böyle açıkladığını tesbit ettim.

Derim ki: Birinci görüş daha zahir (kuvvetli)dir. el-Hasen, el-Ahnef b. Kays'tan rivâyet ettiğine göre o Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ı şöyle buyururken dinlemiş: Yaşayışın alt seviyesini ben çok iyi bilirim. Bununla birlikte eğer dilesem (yemeklerimin arasına) ciğerler, közde yapılmış ızgaralar, hardal ve üzüm karışımı katıklar, yufka ekmekler bulundururdum. Fakat ben hasenatımın geri kalmasını istiyorum. Çünkü yüce Allah birtakım kimseleri nitelendirirken: "Siz dünya hayatınızda hoşlandığınız herşeyinizl bitirdiniz ve onlardan yararlanıp durdunuz" diye buyurmaktadır.

Ebû Ubeyd dedi ki: Ömer'in hadisinde (sözünde) şöyle demektedir: Eğer dilemiş olsaydım, ben ince yufka ekmekler, hardallı katıklar, göğüsler ve hörgüçler getirilmesini isterdim. Hadisin kimi rivâyetinde de ciğerler de zikredilmektedir.

Ebû Amr ve başkaları dedi ki,.. Müslim, II, 1112; Tirmizi, V, 420; Müsned, II, 29H.

Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Eğer arzu edersem aranızda yemeği en güzel, elbisesi en yumuşak kişi ben olurdum. Fakat ben hoş ve temiz şeylerimi ahirete bırakmaya çalışıyorum.

Ömer (radıyallahü anh) Şam'a geldiğinde kendisine benzerini asla görmediği bir yemek hazırlandı. Bu bizim ...Peki daha önce arpa ekmeğinden dahi karınlarını doyurmadan ölmüş bulunan müslüman fakirlerin nesi vardı? dedi. Halid b. el-Velid dedi ki; Onlara da cennet vardır. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh)'ın gözleri yaşla doldu ve şöyle dedi: Eğer bizim dünyadan payımız bu önemsiz şeyler olup onlar da kendi paylarını alarak cennete gitmiş iseler, gerçekten bizi çok uzun bir mesafe geride bırakmışlar, demektir.

Müslim'in Sahih'inde ve başkalarındaki rivâyete göre Ömer (radıyallahü anh), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hanımlarından ayrılıp odaya çekildiği sırada huzuruna girmiş ve ona şöyle demişti: Ey Allah'ın Rasûlü! Sen Allah'ın Rasûlü ve en seçkin kulusun. Diğer taraftan Kisra ve Kayser'in ince ve kalın ipekliler içerisinde olduklarını görüyoruz. Bunun üzerine peygamber doğrulup, oturdu ve şöyle dedi: "Sen şüphe içinde misin ey Hattab'ın oğlu? Onlar hoş ve temiz şeyleri dünya hayatlarında kendilerine acilen verilmiş olan kimselerdir." Ben: Benim için mağfiret dile dedim, o da: "Allah'ım ona mağfiret buyur" diye buyurdu.

Hafs b. Ebi'l-As dedi ki: Ömer b. el-Hattâbın yanında ekmek zeytin, ekmek sirke, ekmek süt, ekmek kurutulmuş etten ibaret öğle yemeği yerdim. Bunlar arasında en az rastladığım şey ise taze el idi. O şöyle derdi; Ununuzu elemeyiniz, çünkü o tamamiyle bir yiyecektir. Kendisine kalın undan yapılmış çatlamış bir ekmek getirildi. Kendisi ondan yemeye koyuldu ve etrafındakilere de; Yiyin dedi. Biz yemedik, niye yemiyorsunuz deyince, Allah'a yemin ederiz ey mü’minlerin emiri senin bu yemeğinden daha yumuşak bir yemek yemek üzere gideceğiz dedik. Bu sefer şöyle dedi; Ey Ebû'l-As'ın oğlu! Sen benim şunu bildiğimi görmüyor musun?: Şayet semiz ve dişi bir oğlağın kesilmesini emredip, tüylerinin yolunmasını söyleyip, sonra da şöyle şöyle olmuş gibi kızartılmış olmasını isteyemez miyim? Sana göre ben şunu demeyi bilmez miyim?: Emir verip, bir ya da iki sap kuru üzüm, bir su kirbasına konulsun. Sonra üstüne su katılsın. Sabah tıpkı bir ceylan kanı gibi olsun. (Bunları bilmediğimi mi sanıyorsun?) Ben: Ey mü’minlerin emiri! Etbetteki dediğin şekilde yaşamayı da bilirsin. O: Evet dedi. Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, şayet kıyâmet gününde hasenatımın ekşiteceğinden korkmasaydım, güzel yaşayışta biz de size ortak olurduk. Fakat ben yüce Allah'ın birtakım kimselere: "Siz dünya hayatınızda hoşlandığınız herşeyinizi bitirdiniz ve onlardan yararlanıp durdunuz" dediğini görüyorum.

"Bugün yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz" Allah'a itaati büyüklüğünüze yedirmeyerek, Allah'ın kullarına karşı da böbürlenmeniz

"ve" Allah'a itaatin dışına çıkmak suretiyle

"fasıklık etmeniz sebebi ile aşağılanmak azâbı ile cezalandırılacaksınız."

Cabir dedi ki: Aile halkım benden et istedi. Ben de onlara gidip aldım. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ın yanından geçtim. Bu ne oluyor ey Cabir, dedi. Ben de ona durumu bildirince şöyle dedi: Sizden herhangi bir kimse canı bir şey istediği her seferinde onu alıp, midesine mi indirecek? Böyle bir kimse şu: "Siz dünya hayatınızda hoşlandığınız herşeyinizi bitirdiniz..." âyetinin mu hatablarından olmaktan kormaz mı?

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu sözleriyle Ömer (radıyallahü anh) et satın almak ve sert ve kuru ekmek ile su gibi ihtiyaçların dışında şeyleri alarak bolluk içinde geçinmesinden ötürü bir serzenişidir. Şüphesiz helâl hoş ve temiz şeyleri alıp yemek, insan tabiatını bunları arzulayacak ve canı çekecek hale getirir. Bunlar zamanla hoş bir adet halini alır. Bunları elde edemediği vakit bu sefer şüpheli yollarla elde etmeyi kolay bir iş görür (sakıncasız kabul eder). Nihayet çoğu zaman alışkanlığının baskısı altında katıksız harama dahi düşebilir. İnsanın arzusunun nefse tahakküm edecek hale gelmesi kötülüğün bir alametidir. İşte Ömer (radıyallahü anh) isi baştan ele almış ve -onun gibi birisine yakışır şekilde- ilk noktadan itibaren himaye altına almıştır. Bu hususta temel ilke ve kabul edilecek ölçü şudur: Kişi hoş ve temiz olsun yahut kuru olsun bulduğunu yiyebilmelidir. Hoş ve temiz olanı yemek için kendisini sıkıntıyasokmamahve bunu adet haline getirmemelidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bulduğu zaman karnını doyurur, bulmadığı zaman sabrederdi. Gücü yettiği takdirde tatlı yer ve denk geldiği sırada bal içer, imkanı olduğu vakit et yer, fakat kesinlikle yalnızca bunlara dayanmaz ve bunları bir alışkanlık haline getirmezdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nasıl yaşadığı bilinen bir husustur. Ashab-ı kiramın izlediği yol da bize kadar nakledilegelmiştir. Haramın etrafı istila ettiği, dünyalığın bozulduğu günümüzde ise kurtuluş zordur. İhlaslı olmayı bağışlayan ve rahmeliyle kurtuluşa yardım edecek olan Allah'tır.

Şöyle de denilmiştir: Burada sözü geçen azar helâl kılınmış, hoş ve temiz şeyler kullanıldığından dolayı değil, şükür terkedildiğinden dolayıdır, bu da güzel bir görüştür. Çünkü hoş ve helâl olan şeyleri kullanmaya izin verilmiştir. Ancak buna şükretmek terkedilip bunlardan sağlanan güç kendisine helâl olmayan şeylere karşı kullanılacak olursa, işte o hoş ve temiz şeyi bitirip tüketmiş olur, doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

21

Âd kavminin kardeşini de an -ki ondan önce de sonra da uyarıcılar gelip geçmişti.- Hani o kavmini Ahkaf denilen yerde; "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin. Çünkü ben gerçekten sizin için büyük bir günün azabından korkarım" diye korkutup, uyarmıştı.

"Âd kavminin kardeşini" Abdullah b. Rebah oğlu Hud (aleyhisselâm) olup, dinde değil de neseben kardeşleri idi

"de an... Hani o kavmini Ahkaf denilen yerde... korkutup, uyarmıştı."

Yani sen bu müşriklere onunla ibret alsınlar diye Âd'ın kıssasını anlat! Hud'un (aleyhisselâm.) durumunu kendi kendisine hatırlayıp ona uysun ve kavminin kendisini yalanlamaları gözünde büyümeyip küçülsün, diye kendi kendisine bunu hatırlaması emredilmiştir, diye de açıklanmıştır.

Ahkaf, Âd kavminin yurdu olup el-Halil ve başkalarının açıklamasına göre büyük kumluklar demektir. Bunlar sahib oldukları güç sayesinde yeryüzündekileri yenik düşürmüş, emirleri altına almışlardı. Ahkaf "hıkf'in çoğulu olup bu da dağ seviyesine ulaşmamakla birlikte uzunlamasına devam edip giden ve eğrilip bükülen büyük kum tepeleri demektir. Çoğulu hikaf, ahkaf ve hukuf gelir. "Kum ve hilal eğildi, büküldü" demektir. "HıkPin hikafın çoğulu, ah kafin da çoğulun çoğulu olduğu da söylenmiştir. Eğri büğrü kum tepesi" denilir. Şair el-A'şa da şöyle demiştir:

"Uzunlamasına yayılmış, yüksekçe bir kumdaki kumluk yerde yetişen

"ertat" ağacının yanında geceyi geçirdi."

Bu kökten fiil: ...diye gelir. el-Accac şöyle demiştir:

"Gecenin, başından itibaren peyderpey katlanması gibi,

Hilalin iyice bükülüp yükseldiği vakte kadar."

İmruu’l-Kays da şöyle demektedir:

"Üzerinde iki küçük çocuğun yürüdüğü yuvarlak kum tepesi gibi,

Kabul ettikleri yumuşak dokunuş ve kolaylıktan ötürü."

Burada "el-Ahkaf ile neyin kastedildiği hususunda da görüş ayrılığı vardır. İbn Zeyd dedi ki: Bunlar dağı andıran şekilde uzunca ve yüksek kum tepeleridir. Şu kadar var ki yüksekleri dağın yüksekliğini bulmaz. Bunun tanığı da az önce sözünü ettiğimizdir.

Katade dedi ki: Bunlar Şicr denilen yerde yüksekçe tepelerdir. Şihr Aden'e yakın bir yerdir. Umman Şihr'i ya da Uman Şehr'i denilir. Bu ise Umman ile Aden arasındaki deniz sahilidir. Yine ondan nakledildiğine göre bize Âd kavminin Yemende birtakım kabileler olduğu zikredilmiştir. Bunların bulundukları yer kumluk olup denize bakardı ve buraya Şihr denilirdi.

Mücahid dedi ki: Burası Ahkaf diye adlandırılan Hisme topraklarından bir yerdir. Hisme ise etrafları yumuşak, hemen hemen tepelerinden toz bulutunun ayrılmadığı oldukça yüksek dağlan bulunan çöldeki bir bölgenin adıdır. en-Nabiğa şöyle demiştir:

"İnce bir toprak (toz) Hisma dağlarının etrafını,

Tıpkı bir kemer gibi dolamış oldu."

Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır.

İbn Abbâs ve ed-Dahhak ise Ahkaf, Şam topraklarında bir dağdır, demişlerdir. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre Uman ve Mehre arasında bir vadidir. Mukâtil de: Âd kavminin meskenleri Mehre diye adlandırılan bir vadide olup bu da Yemen'in Hadramut bölgesinde idi. Mehri develer de oraya nisbet edilir. “Mehri develer" denilir. Bunlar bahar mevsiminde göçebe bir çadır ahalisi idi. Ekinler kurumaya başladı mı tekrar eski yerlerine dönerlerdi, İrem kabilesinden idiler.

el-Kelbî dedi ki: Dağlardaki Ahkaf suyun etrafı kapladığı dönemde suyunun çekildiği yerler demektir. Su bir yerden çekilir, geriye de onun izi kalırdı. et-Tufayl, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İnsanlar arasında en hayırlı iki vadinin birisi Mekke vadisidir, diğeri ise Âdem'in indiği Hindistan topraklarındaki bir vadidir. Yine insanlar arasında en kötü iki vadi birisi Ahkaf taki vadidir, diğeri ise içine kâfirlerin ruhlarının atıldığı Berahut diye adlandırılan Hadramuvt'taki bir vadidir. İnsanların en hayırlı kuyusu Zemzem kuyusudur. En kötü kuyusu ise Berahut kuyusudur. Bu da Hadramuvt'taki o vadidedir.

"Ki ondan" Hud'dan

"önce de, sonra da uyarıcılar" peygamberler

"gelip geçmişti." " Sonra da" âyetini böylece el-Ferrâ'' açıklamıştır. İbn Mes’ûd'un kıraatinde ise:

"ondan önce de, ondan sonra da" şeklindedir.

"Allah'tan başkasına ibadet etmeyin." Bu ifadeler rasûl gönderenin sözlerindendir, bir ara cümlesidir. Sonra da Hud(aleyhisselâm):

"Çünkü ben gerçekten sizin için büyük bir günün azabından korkarım" demişti. Buradaki:

"Allah'tan başkasına ibadet etmeyin" âyetinin da Hud (aleyhisselâm)'ın söylediği sözlerden olduğu söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

22

Dediler ki: "Sen bizi ilahlarımızdan döndürmek için mi bize geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen, o halde bizi kendisiyle tehdit etmekte olduğun şeyi getir."

"Dediler ki: Sen bizi İlahlarımızdan döndürmek için mi bize geldin?"

âyeti iki şekilde açıklanmıştır. Birincisine göre yaptığın iftira ile ilahlarımıza ibadetten bizi kaydırmak için mi geldin? İkincisine göre engellemek ve alıkoymak suretiyle bizi ilahlarımızdan döndürmek için mi geldin? Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. Urve b. Uzeyne şöyle demiştir:

"Eğer sen. en güzel işi yapmaktan döndürülen birisi isen,

Esasen döndürülmüş bulunan kimseler arasındasın."

Şair diyor ki; Eğer iyilik yapma başarısına eriştirilmemiş isen, zaten sen (iyilik yapmaktan) döndürülmüş (alıkonulmuş) bir topluluk arasında bulunuyorsun.

"Eğer" peygamber olduğuna dair söylediklerinde

"doğru söyleyenlerden İsen o halde bizi kendisi ile tehdit etmekte olduğun şeyi" getir. Bu âyet

"vaad" sözünün "vaid (tehdit)" anlamında kullanılabileceğini göstermektedir.

23

Dedi ki: "(Ona dair) ilim ancak Allah'ın yanındadır. Ben size benimle gönderilenleri tebliğ ediyorum. Fakat ben sizin bilmez bir topluluk olduğunuzu görüyorum."

"Dedi ki:" Azâbın geliş vakti ile ilgili

"ilim ancak Allah'ın yanındadır." Benim yanımda değildir.

"Ben size" Rabbinizden

"benimle gönderilenleri tebliğ ediyorum. Fakat ben sizin" azâbın çabucak gelmesini istemekle

"bilmez bir topluluk olduğunuzu görüyorum."

24

Onlar onu vadilerine yönelmiş bir bulut halinde gördüklerinde: "Bu bize yağmur indirecek bir buluttur" dediler. "Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. Bir rüzgardır ki onda çok acıklı bir azâb vardır.

"Onlar onu vadilerine yönelmiş bir bulut halinde gördüklerinde..." âyeti ile ilgili olarak el-Müberred şöyle demektedir:

"Onlar onu... gördüklerinde" lâfzındaki zamir daha önce sözü edilmemiş bir şeye aittir. Bunu da yüce Allah'ın

"bir bulut" âyeti açıklamaktadır. O halde burada zamir buluta aittir. Yani onlar bulutun kendilerine yönelmiş olduğunu gördüklerinde... demek olur. Buna göre: "Bir bulut halinde" âyeti tekrar dolayısıyla nasbedilmistir. Buluta bu ismin (ând) veriliş sebebi göğün arzında (eninde) görülmesinden dolayıdır. Hal üzere nasbedildiği de söylenmiştir (Onu lâfzındaki) zamirin yüce Allah'ın;

"O halde bizi kendisi ile tehdit etmekte olduğun şeyi getir" âyetine raci olduğu da söylenmiştir.

Onlar onu gördüklerinde kendilerine yağmur yağdıracak bir bulut zannettiler. Çoktan beri yağmur yağmamış ve gecikmişti. Onlar bunu "vadilerine yönelmiş" olarak gördüklerinde bu işe sevindiler. Gördükleri bu bululun geldiği taraf adeten o taraftan görünen bulutun yağmur yağdırdığı bir cihetten geliyordu. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır.

el-Cevherî dedi ki: "Yemin" ufukta enine görünen bulut demektir, Yüce Allah'ın:

"Bu bize yağmur yağdıracak bir yemin (bulut)dur." âyetinde bu anlamdadır. Bize yağmur yağdıracak bulut demektir. Çünkü "bize yağmur İndirecek" lâfzı bir marifedir ve nekre olan "yemin: bir bulut'a sıfat olması doğru değildir. Araplar bu gibi fiilden türetilmiş isimleri başkalarından farklı kullanırlar. Şair Cerir şöyle demiştir:

"Bize gıpta eden nice kişi vardır ki eğer sizin arkanızdan gelecek olursa,

Sizden uzaklaştırılmak ve mahrum bırakılmakla karşılaşır."

Arapçada -bizim kölemiz (olan) bir adamdır anlamında-: demek doğru olamaz. Bir bedevi Arap da orucun sona ermesinden sonra: “' Nice oruç attan vardır ki bunu oruç tutmamıştır, nice de namazla geçiren vardır ki bunu (duayı) namazla geçirmemiştir" diyerek nekreye sıfat yapmış ve marifeye izafet etmiştir,

Derim ki: el-Cevherînin: "Andın sıfatı olması câiz değildir" şeklindeki açıklaması nahivcilerin görüşüne muhaliftir. Çünkü infisal takdirinde izafet hakiki değil, lafzi bir izafettir. Çünkü birinci kelimeye bir marifelik kazandırmış olmuyor. Aksine isim olduğu haliyle nekre kalmaya devam ediyor. İşte bundan dolayı nekreye sıfat getirilmiş olmaktadır. Gerek âyet-i kerîme, gerek teyit hakkında nahivcilerin açıklaması bu şekildedir. Nekreye sıfat, da nekredir. Diğer taraftan (bedevinin nakledilen sözünde geçen): "Nice" edatı ancak nekrenin başına gelir.

"Hayır, o..." Hud onlara dedi ki... anlamına gelmektedir. Buna delil de: "Hud dedi ki: Hayır o" diye okuyanların kıraatidir. Bu âyet ayrıca: " De ki, hayır (o) sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir, O bir rüzgardır," diye de okunmuştur. Yani yüce Allah buyurdu ki: De ki: Hayır o acele gelmesini istediğiniz şeydir. Bununla da kavminin söylediği: "Bizi kendisi ile tehdit etmekte olduğun şeyi getir" sözleridir. Sonra da bunun ne olduğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır:

"Bir rüzgardır ki; onda çok acıklı bir azâb vardır." Kendisiyle azaplandıkları rüzgar, gördükleri o buluttan ortaya çıkmıştı. Hud ise aralarından ayrılıp gitmişti. Gelen bu rüzgar çadırları ve hevdecleriyle birlikte develeri kaldırıp bir çekirge gibi havaya yükseltiyor, sonra da onları kayalara çarpıyordu.

İbn Abbâs dedi ki: Onlar bulutu ilk gördükleri sırada ayağa dikilip ellerini uzattılar. Onun azâb olduğunu ilk olarak anladıkları vakit, yurtlarının dışına çıkmış bulunan erkek ve davarları, rüzgarın yer ile gük arasında havaya bir tüy gibi uçurmuş olduğunu gördüler. Bunun üzerine evlerine girip kapılarını kilitlediler. Rüzgar kapıları sökerek onları yerlerine yıktı. Yüce Allah rüzgara emir vererek, üzerlerine kumları yıktı. Böylelikle onlar kesintisiz olarak yedi gece, sekiz gündüz boyunca iniltilerle kumların altında kaldılar. Daha sonra yüce Allah rüzgara emir vererek üzerlerinden kumları açtı ve onları alıp denize attı. İşte yüce Allah'ın hakkında:

25

"Rabbinin emri ile herşeyİ helâk eder." Onların meskenlerinden başka bir şey görünmez oluverdi. Biz günahkarlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız,

"Rabbinin emri ile herşeyi helâk eder" diye buyurduğu budur. Yani Âd kavminin insanlarından ve mallarından üzerinden geçtiği herşeyi bu hale getiriyordu.

İbn Abbâs dedi ki: Üzerine gönderildiği herşey, demektir.

Helâk etmek" demektir aynı anlamdadır.

"Herşeyi helâk eder" âyeti: "Herşey helâk olur" diye; "Helâk oldu, helâk olmak"dan gelen bir fiil olarak da okunmuştur. Ayrıca: " Onu helâk etti, helâk etmek" şekillerinde aynı anlamda geldiği söylenmiştir. "İzinsiz olarak girdi girer" demektir.

Hadîs-i şerîfte de: "Her kimin bakışı izin istemesinden önce (içeriye) ulaşırsa, o kimse izinsiz girmiş demektir” Aynı manada az lâfzı farkla: Beyhaki, es-Sünenu'l-Kubra, III, 129; İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, V, 294; Taberani, Kebir, VIII, 105; Hennad, Zühd, II, 651. şeklinde "mim" harfi şeddesiz olarak zikredilmiştir. Tedmur, Şam'da bir şehirdir. Cerboa küçük ve kısa boylu olduğu vakit: denilir.

"Rabbinin emri ile" Rabbinin izni ile demektir.

Buhârî'de yer alan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımı Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ağzının dip taraflarını görecek kadar güldüğünü görmedim. Onun gülmesi tebessümden ibaretti. (Âişe -radıyallahü anha- devamla) dedi ki: Bir butut yahut bir rüzgar gördü mü bunun etkisi yüzünde görülürdü. Ey Allah'ın Rasûlü! dedim. İnsanlar bulutu gördükleri vakit içinde yağmur olur ümidiyle sevinirler. Sen ise onu gördüğün vakit yüzünden hoşlanmadığını görüyorum. Şöyle buyurdu: "Ey Âişe! Rüzgar ile azâb edilmiş bir kavmin azabının, o bulutun içinde olmadığına dair benim teminatım nedir? Çünkü o kavim azâbı görmüş de bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur demişlerdi." Bu hadisi Müslim ve Tirmizî rivâyet etmiş olup, Tirmizî bu hadis hakkında; Hasen bir hadistir demiştir. Buhârî, IV, 1827; Müslim, II, 616; Tirmizi, V, 382; Ebû Davud, IV, 326; İbn Mace, II, 1280; Müsned, VI, 66, 240.

Müslim'in, Sahih'inde de İbn Abbâs'tan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Saba rüzgarı ile bana yardım olundu. Âd ise Debur (batıdan esen) rüzgar ile helâk edildi." Buhârî, I, 350, III, 1172, 1219, IV, 1507; Müslim, II, S17, Müsned, I, 223, 228, 324, 341,

el-Maverdî'nin naklettiğine göre de Âd kavminden; "Bu bize yağmur indirecek bir buluttur" diyen kişi Bekr b. Muaviye imiş. Bulutu görünce şöyle demiş: Ben kül rengi bir bulut görüyorum. Âd'dan hiçbir kimseyi bırakmayacak.

Amr b. Meymun'un naklettiğine göre bu rüzgar yanlarında bulunmayan adamı alır, meclislerine getirip atardı.

İbn İshak dedi ki: Hud ve beraberinde îman edenler bir ağılda biraraya gelmiş kavimlerinden ayrı bir kenara çekilmişlerdi. Ona ve beraberinde bulunanlara bu rüzgardan sadece elbiselerinin üst taraflarını hafifçe dalgalandıran ve kişinin hoşuna giden kadarı ile isabet ederdi. Âd kavminden ise hevdeciyle birlikte deveyi, gök ile yer arasına kadar yükseltir ve helâk edinceye kadar tepelerine taşlar bırakırdı. el-Kelbî'nin naklettiğine göre onlardan bir şair bu hususta şöyle demiştir:

"Hud beddua etti onlara,

Öyle bir beddua ki, hareketsiz kaldılar.

Rüzgar fırtına gibi esti üzerlerinden,

Âd kavmini hareketsiz bırakıverdi.

Yedi gece gönderildi üzerlerine,

Yeryüzünde bir direk dahi bırakmayarak."

Hud, onlardan sonra kavmi arasında yüzelliyıl daha yaşadı.

"Onların meskenlerinden başka bir şey görünmez oluverdi" âyetinde geçen; "Görünmez" lâfzını Âsım ve Hamza "ye" harfi ile meçhul bir fiil olarak okumuşlardır. Hammâd b. Seleme de İbn Kesîr'den böylece rivâyet etmiş olmakla birlikte diye okuduğunu rivâyet etmiştir.

Aynı şekil Ebû Bekir'den, o Âsım'dan da rivâyet etmiştir. Diğerleri ise "te" harfi üstün olarak lâfzını da nasb ile okumuşlardır. Bu da; ey Muhammed sen onların meskenlerinden başka şey göremezsin, demektir.

el-Mehdevî dedi ki: "Te" ile meçhul bir fiil olarak okuyanların kıraati "meskenler" lâfzının müennes oluşuna binaendir. Bu ise ancak şiirde kullanılan ve çok az görülen bir kullanım şeklidir. Ebû Hatim de şöyle demiştir: Böyle bir okuyuş dil açısından hazfedilmiş bir ifadenin varlığı kabul edilmeden düzgün sayılmaz. Nitekim konuşma esnasında: "Zeyneb'ten başka kadınlardan kimse görünmüyor" denilmekle birlikte; demek uygun düşmez. Sîbeveyh dedi ki: Bunun anlamı; "Kendileri -meskenleri dışında- görülmüyorlardı", demektir.

Ebû Ubeyd İle Ebû Hatim ise Âsım ve Hamza'nın kıraatini tercih etmişlerdir. el-Kisaî dedi ki bu: " Meskenleri dışında hiçbir şey görülmüyordu" demek olup, mana gözönünde bulundurularak (fiil) bu şekilde kullanılmıştır. Nitekim: "Hind'den başka kalkmadı" demeye benzer ki bu da "Hind'den başka kimse kalkmadı" demektir.

el-Ferrâ'' dedi ki: İnsanların görülmeyiş sebebleri kumun altında kalmış olmaları idi. Meskenlerinin görülmesi ise yıkılmadan durmalarından idi.

"Biz günahkârlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız." Verdiğimiz bu cezanın benzeri ile müşrikleri cezalandırırız.

26

Yemin olsun ki size verdiğimiz imkanları onlara vermiş idik. Onlara kulaklar, gözler ve kalbler de vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalbleri onlara hiçbir fayda vermedi. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini bile bile inkar ediyorlardı. Alay edegeldikleri şey, onları çepeçevre kuşattı.

"Yemin olsun ki size verdiğimiz imkanları onlara vermişdik" âyetinde geçen: (........)'in zaid olduğu söylenmiştir ki ifade:

"Yemin olsun ki size verdiğimiz imkanları onlara vermiş idik" takdirindedir. el-Kutebî'nin görüşü budur. el-Ahfeş de şöyle bir beyit zikretmektedir:

"Kişi görmediği şeyleri ümid eder,

Ondan önce ise birçok haller ortaya çıkar."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Bizim arzumuzu kesmediler lakin

Bizim temennilerimiz ve başkalarının devleti (büyük imkanları) vardır."

Âyetteki anlamında ismi mevsul, buna karşılık: anlamında nefy edalı olduğu da söylenmiştir. Buna göre ifadenin takdiri de şöyle olur: Yemin olsun biz onlara size vermediğimiz imkanları vermiştik. Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır.

(Zuid olduğu söylenen) bu edatın, şart edalı olduğu, cevabının ise hazfedilmiş olduğu; ifadenin de:

"Yemin olsun Biz onlara öyle imkanlar vermiş idik ki, eğer sizleri de o imkanlara sahib kılmış olsaydık sizin azgınlığınız daha çok, inadınız daha ileri olurdu" takdirinde olduğu da söylenmiştir.

İfade burada tamam olduktan sonra yeni bir cümle olarak:

"Onlara kulaklar, gözler ve" kendileri ile anlayıp kavrayacakları

"kalbler de vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalbleri onlara" Allah'ın azabına karşı

"hiçbîr fayda vermedi. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini bile bile inkar ediyorlar" kâfir oluyorlar

"di. Alay edegeldikleri şey onları çepeçevre kuşattı."

27

Yemin olsun ki etrafınızda bulunan ülkeleri helâk ettik ve onlara âyetleri tekrar tekrar açıkladık. Belki dönerler diye.

"Yemin olsun ki etrafınızda bulunan ülkeleri" Hicr, Semud ve Lut kavminin şehirleri ve buna benzer Hicaz'a yakın ülkeler kastedilmektedir. Bunlara dair haberler kendi aralarında dilden dile dolaşıyordu.

"Helâk ettik ve onlara âyetleri" delilleri, belgeleri türlü türlü belge ve öğütleri bu ülkelerde yaşayanlara

"tekrar tekrar açıkladık. Belki dönerler diye." Fakat dönmediler. Âyetin şu anlamda olduğu da söylenmiştir: Bizler vaad, tehdit, kıssalar ve İ'caza dair Kur'ân’ın âyetlerini bu müşrikler dönerler diye tekrar tekrar açıkladık.

28

Kendilerini yakınlaştırmak üzere Allah'tan başka ilâh diye edindikleri, onlara yardım etmeli değil miydi? Bilakis bu ilahları önlerinden kaybolup gittiler. İşte bu, onların yalanları ve uydurageldikleri şeydir.

"...Onlara yardım etmeli değil miydi?" âyetindeki:

"Değil miydi" âyeti, ile aynı anlamdadır. Yani müşriklerin kendi kanaatlerine göre;

"Bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçilerimizdir" (Yûnus, 10/18) diyerek şefaat ederler ümidi ile, kendileri vasıtasıyla Allah'a yakınlaşmaya çalıştıkları uydurma ilahları, ne diye onlara yardım etmedi ve başlarına gelen azâb ile helâk edilmekten niye onları kurtarmadı?

el-Kisaî dedi ki:

"Yakınlaştırmak" kendisi ile yüce Allah'a yaklaşılan her türlü itaat ve ibadettir, çoğulu; (oa'y) ...diye gelir. "Ruhban" kelimesinin çoğulunun: diye gelmesi gibi.

Âyet-i kerimedeki: " Edindi" fiilinin iki mef'ûlünden birisi: (radıyallahü anhci olan hazfedilmiş bir zamirdir. İkinci mef'ûl ise: "( İlahûar)" lâfzıdır, " Yakınlaştırmak üzere" lâfzı da haldir. Bunun ikinci mef'ûl, "ilâh(lar)" lâfzının da ondan bedel olması -mana bozulacağından- doğru olamaz. Bu açıklamayı ez-Zemahşerî yapmıştır.

"Yakınlaştırmak üzere" anlamındaki lâfız "re" harfi ötreli olarak diye de okunmuştur.

"Bilakis bu ilahları önlerinden kaybolup gittiler," Yok olup gittiler âyeti: İlahları önlerinden kaybolup gitti, çünkü kendilerine isabet eden şeyler -bu ilahlar cansız varlıklar olduğundan- isabet etmedi diye de açıklanmıştır.

"Önlerinden kaybolup, gittiler" âyetinin putları terkettiler ve onlardan uzak olduklarını belirttiler anlamında olduğu da söylenmiştir.

"İşte bu onların yalanları...dır." Yani önlerinden kaybolup giden ilahları hakkında: Bunlar bizleri Allah'a yakınlaştıran varlıklardır, sözleri ile uydurdukları yalanlarıdır.

" Onların yalanları" lâfzı, "hemze" esreli, "fe" harfi sakin olarak okunmuştur. " Yalan" demektir, da böyledir, çoğulu: ...diye gelir. "Çokça yalancı adam" demektir.

İbn Abbâs, Mücahid ve İbn ez-Zübeyr İse "hemze", "fe" ve "kef" harflerini üstün olan bir fiil diye okumuşlardır. İşte onların söyledikleri bu söz, kendilerini tevhidden alıkoymuştur, demektir. Hemze üstün olarak: ise: “Onu o şeyden çevirdi, alıkoydu" fiilinin mastarıdır.

İkrime, tekid ve çokluk anlamı vermek üzere "fe" harfini şeddeli olarak: diye okumuştur. Ebû Hatim: İçinde bulundukları nimetlerden onları çevirmiştir, diye açıklamıştır.

el-Mehdevî de yine İbn Abbâs'tan "elif" medli ve "fe" harfi kesreli olarak;

şeklinde ve: "onları alıkoyucu" anlamında okumuş olduğunu nakletmistir. Abdullah b. ez-Zübeyr'den gelen farklı rivâyetler arasındaki bir okuyuşu da med ile şeklindedir. Bunun vezninde olması mümkündür. Onları yalan söylemeye itti, demektir. Aynı şekilde vezninde; onları yalancılığa sürükledi, şeklinde olması da mümkündür.

Genelin kıraati olan:

"Onların yalanları" şeklindeki kıraatlerinin delili yüce Allah'ın:

"Ve uydurageldikleri" yalan yere söyledikleri

"şeydir" âyetidir.

"Onların geri çevrilmeleri" şeklinin: "Onları alıkoydu" ile aynı anlamda olduğu da söylenmiştir. Buna göre; söyleniş itibariyle -çekilmek, sakınmak, tetikte olmak anlamlarına gelen ile benzemektedir. Bu açıklamayı da el-Mehdevî yapmıştır.

29

Hatırla ki cinlerden bir grubu, Kur'ân'ı dinlesinler dîye sana yöneltmiş idik. Onun huzuruna geldiklerinde: "Susup dinleyin" dediler. (Okunması) bitirilince de kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler.

"Hatırla ki cinlerden bir grubu... sana yöneltmiş idik" âyeti Kureyş müşriklerine bir azardır. Yani cinler Kur'ân'ı dinlediler, ona îman ettiler, onun Allah'tan geldiğini bildiler de siz ise hâlâ yüz çevirmekte ve küfür üzere ısrar etmektesiniz.

" Yöneltmiş idik" sana yönlendirmiş, sana doğru göndermiş idik, demektir.

Bu şöyle olmuştu; İleride de geleceği üzere cinler semadan yapılan alevli atışlar ile oradan hırsızlama yoluyla söz dinlemek imkanından mahrum bırakılmışlardı. Îsa'dan sonra peygamberimizin peygamber olarak gönderildiği vakte kadar bu işten engellenmiş değillerdi.

Müfessirler yani İbn Abbâs, Said b. Cübeyr, Mücahid ve başkaları der ki: Ebû Talib öldükten sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tek başına Taife giderek Sakiflilerden kendisine yardımcı bulmaya çalışmıştı. Abd Yalil, Mesud ve Hubeyb'in -ki bunlar Amr b. Umeyroğulları olup, kardeş idiler- yanına gitti. Yanlarında da Cumahoğullarına mensub Kureyşli bir kadın bulunuyordu. Onları îmana davet etti ve kavmine karşı kendisine yardımcı olmalarını istedi.

Onlardan birisi: Şayet Allah seni peygamber olarak göndermiş ise ben de Kabe'nin elbiselerini yırtan olayım, dedi. Diğeri: Allah senden başka peygamber gönderecek kimse bulmadı mı, dedi.

Üçüncüsü ise: Allah'a yemin ederim, ebediyyen seninle tek bir kelime dahi konuşmayacağım. Eğer Allah dediğin gibi seni peygamber olarak göndermiş ise sen, sana cevab veremeyeceğim kadar büyük ve değerli bir kimsesin. Eğer yalan söyleyen bir kimse isen benim seninle konuşmam gerekmez, dedi.

Daha sonra serserileri, köleleri kışkırtarak ona sövmelerini, onunla alay etmelerini sağladılar. Pek çok kimse başına toplandı ve Rabia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe'ye ait bir bahçeye sığınmak zorunda bıraktılar. Cumahoğullarından olan kadına: "Senin kayınlarından (hısımlarından) nedir bu çektiğimiz" dedi. Sonra da şöyle dua etti:

"Allah'ım! Kuvvetimin zayıflığını, çaremin azlığını, insanlar nazarındaki değersizliğimi Sana şikayet ediyorum. Ey merhametliler merhametlisi! Sen mustaz'afların da Rabbisin, benim de Rabbimsin, beni kime bırakıyorsun? Bana surat asıp kaba davranacak bir kuluna mı, yoksa işimi eline verdiğin bir düşmana mı? Eğer bana gazab etmemişsen hiçbirisine aldırmıyorum. Bununla birlikte Senin vereceğin esenlik benim için daha rahattır, Gazabının üzerime inmesinden yahut öfkene maruz kalmaktan, yüzünün nuruna sığınırım. Benden razı olacağın vakte kadar Senden razılık diliyorum. Sen güç vermezsen ben Sana itaat edemem, Sen bana kuvvet vermezsen masiyetinden uzak duramam."

Rabia'nın oğulları ona acıdılar ve Addas adındaki hristiyan olan bir kölelerine: Bir salkım Üzüm alıp şu tabağa koy ve o tabaği da git bu adamın önüne bırak, dediler. Addas üzümü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın önüne bırakınca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bismillah" dedikten sonra yemeye koyuldu. Addas onun yüzüne baktıktan sonra şunları söyledi: Allah'a yemin ederim, bu belde ahalisi bu sözü söylemiyor. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ey Addas! Sen hangi ülke ahalisindensin ve dinin nedir?" diye sordu. Addas: Ben Ninova ahalisinden hıristiyan birisiyim, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "O salih adam Mettaoğlu Yûnus'un şehrinden öyle mi?" dedi. Addas: Mettaoğlu Yûnus'un kim olduğunu sen nereden biliyorsun? diye sordu. Peygamber: "O benim kardeşimdir. O da bir peygamberdi, ben de bir peygamberim," Addas eğilip peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın başını, ellerini, ayaklarını öpmeye koyuldu. Rabia'nın oğulları ona: Ne diye böyle yaptın? diye sordular. O da şu cevabı verdi: Efendim yeryüzünde bundan daha hayırlı bir kimse yoktur. Bana bir peygamberden başka hiçbir kimsenin bilmediği bir hususu haber verdi.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Şakulilerden bir hayır geleceğinden yana ümit kesince, oradan ayrılıp gitti. Nihayet Baln-i Nahle'ye varınca, geceleyin kalkıp namaza durdu, Nasibinli cinlerden bir grub onun yanından geçti. Buna sebeb ise daha önce cinlerin semadan hırsızlama söz dinlemeleri idi. Sema himaye altına alınıp alevli atışlara maruz kalınca İblis şöyle dedi: Semada meydana gelen bu olay yeryüzünde meydana gelen bir şeyden dolayıdır. Bunun üzerine durumu öğrenmek maksadıyla etrafa kafileler gönderdi. Bunların ilki Nasibinli kafile idi. Bunlar ise cinlerin eşrafı olup, Tihame tarafına gönderilmişlerdi. Batn-ı Nahle'ye ulaşınca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın orada sabah namazım kılmakta olduğunu gördüler ve Kur'ân okuduğunu duydular. Ona kulak vererek: Dinleyin, dediler.

Bir kesim de şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) cinleri uyarıp korkutmak, onları yüce Allah'a davet etmek ve onlara Kur'ân-ı Kerîm okumak ile emrolundu. Yüce Allah da Ninova tarafından bir grub cinni ona yönlendirdi ve onun huzurunda biraraya gelmelerini sağladı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben bu gece cinlere Kur'ân okumak istiyorum. Sizden kim benimle beraber gelir" diye buyurdu. Hazır bulunanlar başlarını önlerine eğdiler. İkinci defa sözlerini tekrarladı, yine başlarını önlerine eğdiler. Bu sefer üçüncü bir defa sözlerini tekrarlayınca, yine başlarını önlerine eğdiler. İbn Mes’ûd; Ben ey Allah'ın Rasûlü, dedi. İbn Mes’ûd dedi ki; Onunla beraber benden başka kimse bulunmadı. Mekkenin üst taraflarına varıncaya kadar yola koyulduk. Oraya varınca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) el-Hacun yolu diye adlandırılan bir dağ yoluna girdi. Bana bir çizgi çizdi ve onun içinde oturmamı emrederek: "Yanına çıkıp gelinceye kadar bunun dışına çıkma" diye buyurdu. Sonra yanımdan ayrılıp gitti. Ayakta durdu ve Kur'ân okumaya başladı. Ben kanat çırpışları içerisinde aşağı doğru eğilen ve yürüyen, kartala benzer varlıklar görmeye başladım. Bir takım gürültüler ve homurdanmalar duydum. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir zarar geleceğinden korktum. Onu oldukça kalabalık gölgeler kapattı ve benimle onun arasında engel oldular. Nihayet onun sesini duymaz oldum. Sonra bulut parçaları gibi parça parça gitmeye koyuldular. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tanyeri ağarınca, işini bitirmiş oldu. "Uyudun mu" dedi. Ben Allah'a yemin ederim ki hayır, dedim. Defalarca İnsanlardan yardım istemeyi içimden geçirdim. Nihayet senin onları asan ile dürtükleyip, onlara oturun dediğini duyunca (vazgeçtim). Peygamber şöyle buyurdu: "Eğer (o çizginin) dışına çıkmış olsaydın, onlardan birisinin seni kapmayacağından emin olamazdın." Sonra: "Bir şey gördün mü?" diye sordu. Ben: Evet ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Ben baldırları arasından beyaz elbiseler dolayıp giyinmiş siyah adamlar gördüm. Şöyle buyurdu: "İşte onlar Nasibin cinleridir benden yiyecek ve azık istediler.

Ben de artık çürümeye yüz tutmuş bütün kemikleri büyük baş hayvan ve küçük baş hayvan pisliklerini de onlara verdim." Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanlar bizim aleyhimize olarak bunları pisletiyorlar, dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kemik ve hayvan pisiiği ile istincada bulunmayı yasakladı. Ben: Ey Allah'ın Peygamberi, dedim. Peki bunların onlara faydası ne? şöyle buyurdu: "Onlar ne kadar kemik bulurlarsa, mutlaka o kemiğin yendiği günkü haliyle üzerinde et bulurlar. Ne kadar pislik bulurlarsa, mutlaka onun içinde yendiği günkü tanesini de içinde bulurlar." Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Çok büyük bir gürültü ve patırtı duydum, şöyle buyurdu: "Cinler kendi aralarındaki bir maktul hakkında karşılıklı davalaştılar. Benim hükmüme başvurdular, ben de aralarında hak ile hüküm verdim." Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) def-i hacet için gitti, sonra yanıma geldi. "Beraberinde su var mı?" dedi. Ey Allah'ın Peygamberi dedim. Yanımda bir miktar hurma nebizi bulunan bir matara var, dedim. Ondan ellerine döktüm, abdest aldıktan sonra şöyle buyurdu: "Bu hoş ve temiz bir meyvedir, suyu da tertemizdir."

Bu manadaki bir rivâyeti Mamer, Katade ve Şu'be'den onlar da yine İbn Mes’ûd'dan rivâyet etmişlerdir. Ancak Ma'mer'in rivâyetinde hurma nebizinden sözedilmemektedir.

Ebû Osman en-Nehdî'den rivâyet edildiğine göre İbn Mes’ûd (Sind tarflarında siyah bir dağ olan) Zut'u görünce (oradakiler için) bunlar nedir? diye sordu. Bunlar Zutlulardır dediler. O da şöyle dedi: Cin gecesinde gördüğüm cinler dışında bunlara benzer kimse görmedim. Onlar biri diğerinin arkasından süratle gidiyorlardı.

Darakutnî de Abdullah b. Lehia'dan şöyle dediğini zikretmektedir: Bana Kays b. el-Haccac anlattı, o Hareş'ten, o İbn Abbâs'tan, o İbn Mes’ûd'dan rivâyet ettiğine göre (İbn Mes’ûd) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a cin gecesinde nebiz ile abdest almak üzere su dökmüş, peygamber de onunla abdest almış ve: "Hem bir içecektir, hem de temizdir" diye buyurdu. İbnu Lehia'nın rivâyeti delil gösterilmez. Darakutni, I, 76.

Yine aynı senetle İbn Mes’ûd'dan rivâyete göre İbn Mes’ûd cin gecesi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İle birlikte çıktı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Ey İbn Mes’ûd! Beraberinde su var mı?" diye sormuş, o da: Mataramda nebiz var, demiş Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Ondan elime dök" diye buyurmuş ve abdest aldıktan sonra; "O hem bir içecektir, hem de tertemizdir" diye buyurmuştur. Bunu sadece İbn Lehia (münferiden) rivâyet etmiş olup, İbn Lehia'nın hadis rivâyeti zayıftır. Darakutni, IT 76. Darakutnî dedi ki: Denildiğine göre İbn Mes’ûd Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte cin ve başkalarının da ondan rivâyet ettiğine göre o: Ben cin gecesinde bulunmadım, demiştir. Darakutni, I, 76. Bize Ebû Muhammed b. Said anlattı, bize Ebû'l-Eş'as anlattı, bize Bişr b. el-Fadl anlattı, bize Davud b. Ebi Hind, Amir'den anlattı, o Alkame b. Kays'dan dedi ki: Abdullah b. Mesud'a sordum: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a cinnin davetçisi geldiğinde sizden herhangi bir kimse onunla birlikte hazır mıydı? O, hayır dedi. Darakutni dedi ki: Bu sahih bir isnad olup, bu senedin ravilerinin adaletinde görüş ayrılıkları yoktur. Darakutni, I, 77

Amr b. Murre'den dedi ki: Ben Ebû Ubeyde'ye sordum: Abdullah b. Mesud cin gecesinde hazır bulundu mu? diye. O, hayır dedi. Darakutni, I, 77.

İbn Abbâs dedi ki: Cinler Nasibin cinlerinden yedi kişi idiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları kendi kavimlerine elçi tayin etti.

Zirr b. Hubeyş dedi ki; Bunlar dokuz kişi olup, birileri Zevbaa'dır. Katade; Bu cinler Ninova halkından idiler, demiştir. Mücahid ise Harran ahalisinden, İkrime de Musul Cezire'sinden demişlerdir.

Sayılarının yedi olduğu söylenmiştir. Bunların üçü Necranlılardan, dördü ise Nasibinlilerden idi.

İbn Ebi'd-Dünya'nın rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hadiste -Nasibini de sözkonusu ederek- şöyle buyurmuştur: "Orası önüme kaldırıldı ve nihayet ben onu gördüm. Yüce Allah'tan buranın yağmurunu çoğaltmasını, ağacını yeşil kılmasını, nehrini daha da bollaştırmasını diledim."

es-Süheylî dedi ki: Bunların yedi kişi oldukları söylenir. Yahudi idiler, müslüman oldular. İşte bundan dolayı:

"Mûsa'dan sonra indirilmiş" (Ahkaf, 46/30) demişlerdir.

Denildiğine göre isimleri şöyledir: Şasir, Masir, Mengi, Maşi ve Ahkab. Bu beşinin ismini İbn Düreyd zikretmiştir. Amr b. Cabir de bunlardan birisidir ki, bunu da İbn Selam, Ebû İshak es-Sebiî, o hocalarından, o İbn Mes’ûd yoluyla zikretmiştir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabından bir grub ile birlikte yürümekte iken önlerinde bir fırtına yükseldi. Sonra ondan daha büyük bir fırtına geldi, aniden öldürülmüş bir yılan gördüler. Bizden bir adam hemen ridasını (üzerindeki cübbeyi) ortadan yarıp, o yılanı bir parçası ile kefenleyip defnetti. Gece karanlığı bastırınca iki kadın birbirine soruyordu: Sizden hanginiz Amr b. Cabir'i defnetti. Biz: Amr b. Cabir'in kim olduğunu bilmiyoruz dedik. Şöyle dediler: Eğer siz bu işle ecir almayı ümit ediyor idiyseniz, onu elde ettiniz. Cinlerin fasıkları, mü’minleri ile çarpıştılar da Amr öldürüldü. İşte o gördüğünüz yılan odur. Bu kişi de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Kur'ân'ı işitip sonra da kendi kavimlerine uyarıcılar olarak geri dönen kimselerden birisi idi.

İbn Selam bir başka rivâyet kaydederek onu kefenleyen kimsenin Safvan b. el-Muattal olduğunu belirtmiştir.

Derim ki: es-Sa'lebî de bu haberi buna yakın ifadelerle zikrederek şöyle demiştir; Sabit b. Kutbe dedi ki; Birtakım kimseler İbn Mes’ûd'a gelerek şöyle dediler: Bizler bir yolculukta idik, kanlarına bulanmış bir yılan gördük. Bizden bir kişi onu alıp gömdü. Bazı kimseler gelip: Hanginiz Amr'ı defnetti? diye sordu. Biz, Amr kim? dedik, Onlar: Sizin filan yerde defnettiğiniz yılandır, dediler. O kişi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Kur'ân'ı dinlemiş kişilerdendi, Müslüman ve kâfir iki cin kabilesi arasında bir savaş olmuştu, o da öldürülmüştü. Bu haberde belirtildiğine göre İbn Mes’ûd yolculukta olmadığı gibi, definde de bulunmuş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Ebi'd-Dünya Tabiînden ismini verdiği bir kimseden şunu nakletmektedir: Bir yılan susuzluktan soluyarak çadırına girdi, ona su içirdi, ondan sonra da bu yılan öldü, o da o yılanı defnetti. Geceleyin ona birileri geldi, ona selam verip, teşekkür etti. O yılanın, ismi Zevbaa olan Nasibin cinlerinden bir adam olduğunu ona bildirdi.

es-Süheylî dedi ki: Ömer b. Abdu’l-Aziz (radıyallahü anh)'ın faziletleri hakkında bize birtakım rivâyetler ulaşmıştır. Bize Ebû Bekr b. Tahir el-îşbilî'nin naklettikleri rivâyetlerden birisine göre Ömer b. Abdu’l-Aziz düz bir yerde yürüyorken ölü bir yılan görmüş. Onu elbisesinden bir parçaya sararak kefenleyip gömmüş. Aniden birisinin şöyle dediği duyulmuş: Ey Serik! Şehadet ederim ki Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Sen düzlük bir arazide öleceksin. Seni salih bir insan kefenleyecektir." Allah'ın rahmeti üzerine olsun sen kimsin? diye sormuş. Sesin sahibi şu cevabı vermiş: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Kur'ân'ı dinleyen cinlerden bir adamım. Bunlardan geriye bir ben bir de Serik kaldık. İşte Serik de ölmüş bulunuyor.

Âişe (radıyallahü anha) odasında Kur'ân okurken kendisini dinlemekte olan bir yılanı öldürdü. Rüyada ona şöyle denildi: Sen Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelmiş cinlerden mü’min bir kişiyi öldürdün. Şöyle dedi; O kimse eğer mü’min birisi olsaydı, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hareminin huzuruna girmezdi. Ona şöyle denildi: O ancak sen örtülü iken senin bulunduğun yere girdi ve ancak zikri dinlemek için geldi. Âişe dehşet içerisinde sabahı etti ve birtakım köleler satın alarak onları azad etti.

es-Süheylî dedi ki: Bu cinlerin isimlerinden hatırımıza gelenleri zikrettik. Eğer bunlar yedi kişi iseler el-Ahkab onlardan birisinin sıfatıdır, özel bir isim değildir. Çünkü bizim az önce sözünü ettiğimiz isimler el-Ahkab ile birlikte sekiz kişidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Hafız İbn Asakir, Tarih’inde (Tarih-i Dımaşk'ında.) şunu zikretmektedir: Hame b. el-Him b. el-Akyas b. İblis. Denildiğine göre cinlerin mü’minlerinden olup Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaşanlardandır. Peygamber ona el-Vakıa, el-Mürselat, en-Nebe, et-Tekvir, el-Fâtiha ve el-Felak ve en-Nas sûrelerini öğretmiştir. Nakledildiğine göre o Habil'in öldürülmesinde hazır bulunmuş, birkaç yaşında küçük bir çocuk iken onun kanına ortak olmuş, Nûh ile karşılaşıp, onun vasıtası ile tevbe etmiş. Hud, Salih, Yakub, Yusuf, İlyas, İmrân oğlu Mûsa ve Meryem oğlu Îsa (hepsine selam olsun) ile de karşılaşmış.

el-Maverdî, Mücahid'den naklen onların isimlerini zikrederek şöyle demektedir: İsimleri: Hisi, Misi, Minşi, Sasır, Masır, Erd, Enyan ve Ahkam'dır. Bu isimleri İbnu's-Simak diye bilinen Ebû Amr Osman b. Ahmed zikrederek şöyle demiştir: Bize Muhammed b. el-Bera anlattı, dedi ki: Bize ez-Zübeyr b. Bekkar anlattı, dedi ki: Hamza b. Utbe b. Ebi Leheb Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelmiş bulunan Nasibin cinlerinin isimlerini sayarken şöyle diyordu: Hisi, Misi, Şasir, Naşir, Efhar, Erd ve Enyal.

"Onun" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın

"huzuruna geldiklerinde" demektir. Bu da "telvinu'l-hitab" Telvinul-Halah (iltifat): Gaihden muhataba, iniih.iialit.Liii j;aibe geçişin gerçeklettiği bir anlatım lâfzıdır. (Dr. İn’am Fevval Akkavi, el-Mu'cemu'l-Mufassal fi Ulumi’l-Belağa, Beyrut, 1413/1992, s. 207 vd.) kabilindendir. Kur'ân'ın okunmasında hazır bulunup onu dinlediklerinde diye de açıklanmıştır.

"Susup dinleyin, dediler." Yani biri diğerine Kur'ân'ı dinlemek için susun, dedi. İbn Mes’ûd dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Batnu Nahlede Kur'ân okuyorken onun yanında bulundular. Kur'ân'ı dinleyince: "Susup dinleyin" dediler. Bunlar yedi kişi idiler ki bunlardan birisi Zevbea'dır. Yüce Allah:

"Hatırla ki cinlerden bir grubu Kur'ân'ı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik. Onun huzuruna geldiklerinde susup dinleyin dediler" âyetini

"...işte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler" (el-Ahkaf, 46/32) âyetine kadar indirdi." Darakutni, İlel, V, 54; Rivâyetlerinin çoğunlukla Abdullah b. Mesuda kadar ulaşmayıp ondan önceki ravi oları zirr’e kadar ulaştığına dikkat çekmektedir

Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sözüne kulak vermek için: Susup dinleyin, dediler diye de açıklanmıştır, anlam birbirine yakındır.

"Bitirilince de..." anlamındaki âyeti Lahid b. Humeyd ile Hubeyb b. Abdullah b. ez-Zübeyr, "kaf" ve "dat" harflerini üstün olarak: " Bitirince de..." diye okumuşlardır ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazdan Önce (Kur'ân okumasını bitirince), demektir. Çünkü cinler söz hırsızlamasına karşı semanın koruma altına alınması üzerine bunu gerektirenin ne olduğunu öğrenmek üzere etrafa çıkıp dağılmışlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazında Kur'ân okuyorken, Batn-ı Nahle vadisine geldiler, yedi kişi idiler. Onu dinledikten sonra, korkutup uyarıcılar olmak üzere kavimlerine geri döndüler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan haberdar olmamıştı.

Şöyle de açıklanmıştır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a cinleri uyarıp korkutması ve onlara Kur'ân-ı Kerîm'i okuması emrolununca, yüce Allah ondan Kur'ân'ı dinlemeleri ve dönüp kavimlerini uyarıp korkutmaları için cinlerden bir topluluğu ona yönlendirdi. O da onlara Kur'ân'ı okuyup bitirince cinlere kavimlerinden geride bıraktıkları kimselerin yanına gitmek üzere onun emriyle ayrılıp gittiler. Maksatları da Kur'ân'a muhalefet etmekten kavimlerini uyarmak ve korkutmak, îman etmedikleri takdirde Allah'ın azabından onları sakındırmaktı. İşte bu, onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman elliklerine ve onları onun gönderdiğine delildir. Bu hususa da onların söyledikleri:

"Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisinin çağrısını kabull edin ve ona îman edin" (Ahkaf, 46/31) sözleridir. Çünkü bu olmasaydı, onların kavimlerini uyarıp, korkulmaları sözkonusu olmazdı. İbn Abbâs'tan gelen ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın onları kavimlerine elçiler olarak gönderdiğine dair rivâyet daha önce de geçmiş bulunmaktadır. Buna göre cin gecesi iki ayrı gecedir. Bu anlamda yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Müslim'in, Sahih'inde de ileride

"De ki: bana şu vahyolundu..." (el-Cin, 72/1) âyetinde açıklanacağı üzere buna delalet edecek rivâyet bulunmaktadır.

Yine Müslim'in Sahih'inde Ma'n'dan şöyle dediği zikredilmektedir: Babamı şöyle derken dinledim: Mesrûk'a: Kur'ân'ı dinledikleri gece cinlerin varlığını Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kim bildirdi, diye sordum. O dedi ki; Bana baban -yani İbn Mes’ûd'un- anlattığına göre onların hazır bulunduklarını ona bir ağaç bildirdi Müslim, 1, 333; Ebû'l-Haerac el-Mizzi, Tehzibıt'l-Kemal, XXVIII, 335. (doğrusunu en iyi bilen Allah'tır).

30

Dediler ki: "Ey kavmimiz! Biz Mûsa'dan sonra İndirilmiş olup kendinden öncekileri doğrulayan, hakka ve dosdoğru yola ileten bir kitab dinledik.

"Dediler ki: Ey kavmimiz! Biz Mûsa'dan sonra indirilmiş olup... bir kitab dinledik." Bu

"kitab"tan kasıt, Kur'ânı Kerîm'dir. Onu dinleyenler de Mûsa'ya îman eden kimselerdi. Atâ dedi ki: Bunlar yahudi idiler, müslüman oldular. Bundan dolayı

"Mûsa'dan sonra İndirilmiş olup.,." dediler. İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre de cinler, Îsa (aleyhisselâm)'ın durumunu işitmemişlerdi. Bundan dolayı

"Mûsa'dan sonra İndirilmiş olup" dediler.

"Kendinden öncekileri" yani Tevrat'ı

"doğrulayan hakka" hak dine

"ve dosdoğru yola" Allah'ın dosdoğru dinine

"ileten bir kitab dinledik."

31

"Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisinin çağrısını kabul edin ve ona îman edin. Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan kurtarsın."

"Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisinin çağrısını kabul edin." Kasıt Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Bu da onun cinlere de, insanlara da peygamber olarak gönderilmiş olduğunu göstermektedir. Mukâtil dedi ki: Yüce Allah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan önce hem cinlere, hem insanlara bir peygamber göndermiş değildir.

Derim ki: Müslim'in Sahih'inde yer alan Cabir b. Abdullah el-Ensarî'nin şöyle dediğine dair rivâyet onun bu sözüne delil teşkil eder: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benden önce hiçbir kimseye verilmemiş beş özellik verildi. Benden önceki her peygamber özel olarak kendi kavmine gönderilirdi. Ben ise kırmızı tenli, siyah tenli herkese gönderildim. Benden Önce hiçbir kimseye ganimet helâl olmadığı halde bana helal kılındı. Yeryüzü de benim için hoş ve temiz bir temizlenme aracı (teyemmüm) ve mescid kılındı. Herhangi bir kimse namaz vaktine erişti mi nerede ise namazını orada kılar ve bir aylık mesafeden (düşmanımın kalbine salınan) korku ile yardıma mazhar oldum ve bana şefaat verildi." Müslim, I, 370; Buhârî, I, 12H, tf)8; Dârimi, I, 174; Nesâî, I, 210; Müsned, Hl, 301 (2) Müslim, 1, 371;

Mücahid dedi ki; "Kırmızı ve siyah"tan kasıt, cinler ve insanlardır. Ebû Hüreyre'nin rivâyetiyle bu hadisteki ifadeleri "Ve bütün yaratılmışlara peygamber olarak gönderildim ve peygamberler benimle son buldu" Tirmizî, IV 123. şeklindedir.

"Ve ona" o davetçiye

"îman edin." O da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır.

"Ona" lâfzının Allah'a îman edin, anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın" âyetidir. İbn Abbâs dedi ki: Kavimlerinden yetmiş kişi onların çağrılarını kabul etti. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geri döndüler ve el-Batha'da onunla karşılaştılar. Onlara Kur'ân-ı Kerîm'i okudu, emirler verdi, yasaklar bildirdi.

Cinler İçin Mükellefiyet Var mıdır?:

Bu âyet-i kerimeler emir, yasak, mükâfat ve ceza bakımından cinlerin de insanlar gibi olduklarını göstermektedir, el-Hasen dedi ki: Mü’min cinler için ateşten kurtulmanın dışında bir mükâfat yoktur. Buna da yüce Allah'ın:

"...günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan kurtarsın." âyeti delil teşkil etmektedir. Ebû Hanife de bu görüşü kabul etmiş olup şöyle demektedir; Cinlerin cehennem ateşinden kurtarılmaktan başka bir mükâfatları yoktur. Sonra onlara -hayvanlara denileceği gibi-: Toprak olunuz, denilecektir.

Başkaları şöyle demiştir: Kötülük yaptıkları takdirde cezalandırılacakları gibi, iyilik yapmaları halinde de tıpkı insanlar gibi mükâfatlarını alacaklardır. Malik, Şâfiî ve İbn Ebi Leyla bu kanaati benimsemiştir. ed-Dahhak da şöyle demiştir: Cinler cennete girecekler ve yerler, iterler.

el-Kuşeyrî dedi ki: Doğrusu bu husus, hakkında kesin bir şey söylenemeyecek konulardandır. Bunun hangisinin doğru olduğunu ancak Allah bilir.

Derim ki; Yüce Allah'ın:

"Herkese işlediklerine göre dereceleri vardır." (el-En'am, 6/132) âyeti cinlerin de mükâfat alacaklarına, cennete gireceklerine delil teşkil etmektedir. Çünkü bu âyetin öncesinde yüce Allah:

"Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size âyetlerimi okuyan, bugününüzün gelip çatacağını bildirip sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?..." (el-En'am, 6/132) diye buyurduktan sonra devamında:

"Herkese işlediklerine göre dereceleri vardır" diye buyurmaktadır.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu hususa dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın İzniyle er-Rahmân Sûresi'nde (55/31- âyetin tefsirinde) gelecektir.

32

"Kim Allah'ın davetçisinin çağrısını kabul etmezse o yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakıcı değildir. Onun O'ndan başka dost ve yardımcıları da olmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler."

"Kim Allah'ın davetçisinin çağrısını kabul etmezse o yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakıcı değildir." Yani Allah(ın azâbın)dan kurtulamaz, O'nun önüne geçemez.

"Onun O'ndan başka" kendisini Allah'ın azabından kurtarabilecek

"dost ve yardımcıları da olmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler."

33

Peki, göklerle yeri yaratmış ve onları yaratmaktan dolayı yorulmamış olan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi? Evet, muhakkak ki O, her şeye güç yetirendir.

"Peki, göklerle yeri yaratmış ve onları yaratmaktan dolayı yorulmamış olan Allah'ın, Ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi?" âyetindeki "görmek" fiili, bilmek anlamındadır. "Allah" lâfza-i celalinden önce gelen: …ile ismi ve haberi, "görmek" anlamındaki fiilin alması gereken iki mef'ûlün yerini tutmaktadır.

Bu âyet öldükten sonra dirilişi inkar edenlere karşı bir delil getirmektedir.

"Yorulmamış" âyeti acze düşmemiş, onları yoktan var etmekten dolayı zaafa düşmemiş demektir. Uygun olan şekli ve yolu bulamamayı anlatmak üzere; "İşi için uygun olan şekli bulamadı" denilir. Sonunun (ye'lerinin) idgamlı kullanılması daha çoktur. Çoğul halinde şeddesiz olarak denilebileceği gibi, şeddeli olarak) da denilebilir. Şair de şöyle demiştir;

"Güvercin yumurtasını ne yapacağını bilemediği gibi,

Onlar da işlerinin içinden nasıl çıkacaklarım bilemediler."

(........); İşimi ne şekilde çözeceğimi bilemedim" demektir. "O beni yordu, şaşırttı" anlamına gelir.

el-Hasen ("yorulmamış" anlamı verilen âyeti); diye "ayn" harfini esre, "ye" harfini de sakin (med harfi) olarak okumuştur ki, bu kullanım şekli çok az, hatta şazdır. Aynu'l-fiilin (üç harfli fiillerin ikinci harfinin) i'lal ile "lamu'l-fiilin' (fiilin üçüncü harfinin) de tashih edilerek kullanımı ancak; "Gaye, âyet" gibi çok az isimlerde görülen bir şeydir. Fiilde kullanımı ise sadece el-Ferrâ'nın zikrettiği bir beyitte görülmüştür. O da şairin şu beyitindedir:

"O sanki diğer kadınlar arasında bir altın külçe sidir,

Evinin avlusunda yürür de nereye gideceğini bilmez (ya da yorulur)"

" Kadir olduğunu" âyetinin başındaki "be" harfi ile ilgili olarak Ebû Ubeyde ve el-Ahfeş şöyle demişlerdir: Be lekid maksadıyla fazladan getirilmiştir. Yüce Allah'ın: " şahid olarak Allah yeter" (en-Nisa, 4/166) âyeti ile; "(......): Yağ veren" (el-Mu'minun, 23/20) âyetindeki "be" gibi.

el-Kisaî, el-Ferrâ'' ve ez-Zeccâc ise buradaki "be" harfinde âyetin baş taraflarındaki istifham ve inkarın yerini tutan bir özellik vardır, demişlerdir. Yine ez-Zeccâc şöyle demektedir: Araplar bunu inkar (cahd) ile birlikte kullanır ve; " Ben Zeyd'in ayakta olduğunu zannetmiyordum" derler. Ancak -Zeyd'in ayakta olduğunu zannettim anlamında demezler. Burada hem: nefy edatı, hem de edatı geldiğinden be tekid içindir. İfade de: " Allah kadir değil midir?" takdirindedir.

Yüce Allah'ın;

"Göklerle yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?" (Yasin, 36/81) âyeti gibidir.

İbn Mes’ûd, el-A'rec, el-Cahderî, İbn Ebi İshak ve Yakub bu lâfzı: Güç yetirir (âyet-i kerîme meali içinde: güç yetirdiğini)" diye okumuşlardır. Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü; haberinde "be" harfinin girmesi pek güzel görülmez. Ebû Ubeyd ise genel okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü bu âyet, Abdullah b. Mesud'un kıraatinde: şeklinde be'sizdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

34

Kâfirlerin ateşe arzolunacakları günde: "Bu hak değil miymiş?" Onlar: "Rabbimize yemin olsun ki evet..." derler. "O halde; inkar edegeldiklerînizden ötürü azâbı tadınız" der.

"Kâfirlerin ateşe arzolunacakları gün" yani onlara arzolunacakları gün ve kendilerine

"Bu hak değil miymiş" denileceğini hatırlat.

"Onlar: Rabbimize yemin olsun ki, evet derler."

Bunun üzerine onlara bu gerçeği söyletmek üzere soru soran şöyle diyecek:

"O halde inkar edegeldiklerinizden" kâfir olmanızdan

"ötürü azabınızı tadın, der."

35

Peygamberlerden büyük azim sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sabret ve bunlar İçin acele etme! Onlar kendisi ile tehdit olundukları şeyi görecekleri gün sanki yalnızca bir gündüzün bir saati kadar kalmışlar gibi gelecek onlara. Bu, yeterli bir tebliğdir. Fasıklar topluluğundan başkası helâk edilir mi ki?

"Peygamberlerden büyük azim sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sabret!" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki; Büyük azim sahipleri kararlı ve sabırlı kimseler demektir. Mücahid dedi ki: Bunlar beş tanedir: Nûh, İbrahim, Mûsa, Îsa ve Muhammed (aleyhimu's-selam)dır. Aynı zamanda bunlar bağımsız şeriat sahibi peygamberlerdir.

Ebû'l-Aliye dedi ki:

"Büyük azim sahibi peygamberler (ulu’l-azm)"; Nûh, Hud ve İbrahim'dir. Yüce Allah peygamberine dördüncüleri olmasını emretmiştir. es-Süddî bunlar altı kişidir: İbrahim, Mûsa, Davud, Süleyman, Îsa ve Muhammed'dir -hepsine Allah'ın salat ve selamlan olsun- demiştir.

Bir görüşe göre bunlar: Nûh, Hud, Salih, Şuayb, Lut ve Mûsa'dır. Bunlar el-Araf ve eş-Şuara sûrelerinde belli bir sıra halinde sözü edilen peygamberlerdir.

Mukâtil dedi ki: Bunlar altı kişidir. Nûh uzun bir süre kavminin eziyetlerine karşı sabretti. İbrahim ateşe karşı sabretti. İshak boğazlanmaya sabretti. Yakub çocuğunun kaybolmasına, gözlerinin gitmesine sabretti. Yusuf kuyuya atılmaya, zindana atılmaya sabretti. Eyyub hastalığa karşı sabretti.

İbn Cüreyc dedi ki: İsmail, Yakub ve Eyyub bunlar arasındadır. Yûnus, Süleyman, Âdem ise bunlardan değildir.

en-Nehaî, el-Kelbı ve yine Mücahid şöyle demişlerdir: Bunlar savaşmakla emrolunarak îman ve küfrü, mü’min ve kâfiri açıkça ortaya koyup kâfirlerle cihad eden kimselerdir.

el-En'am Sûresi'nde (6/83. âyetinden itibaren) sözü edilen seçkin peygamberlerdir, de denilmiştir. Bunlar ise onsekiz kişidir. İbrahim, İshak, Yakub, Nûh, Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Mûsa, Harun, Zekeriya, Yahya, Îsa, İlyas, İsmail, el-Yesa, Yûnus ve Lut'dur. Bundan sonra gelen:

"İşte bunlar Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidayetine uy!" (el-En'am, 6/93,) âyeti dolayısıyla el-Hasen b. el-Fadl bu görüşü tercih etmiştir.

Yine İbn Abbâs şöyle demiştir: Bütün rasûller büyük azim sahibi peygamberlerdi. Ali b. Mehdî et-Taberî de bu görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir: Burada "peygamberlerden" anlamındaki âyetin başına; "...den" lâfzının girmesi teb'îd (kısmilik) bildirmek için değil, cinsi bildirmek içindir. Nitekim: "Ben kumaştan rida ve ipekli yünden giyecekler satın aldım" derken de bu anlamda kullanılmıştır. Buna göre âyet; peygamberlerin sabrettiği gibi sen de sabret, demektir.

Metta oğlu Yûnus dışında bütün peygamberlerin büyük azim sahibi peygamberler oldukları da söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a onun gibi olması yasaklanmış bulunmaktadır. Çünkü o kavmine kızarak ayrılıp gittiğinde, bir çeşit aceleciliği ortaya çıkmıştı. Yüce Allah da onu üç şey ile sınamıştı: Amalikalılan ona musallat kılmış ve onun ailesine ve malına baskın düzenlemişlerdi. Kurdu oğluna musallat etmiş ve kurt da oğlunu yemişti. Balığı ona musallat kılmış ve onu yutmuştu. Bu açıklama Ebû'l-Kasım el-Hakim'e aittir.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Büyük azim sahibi peygamberler Şam bölgesinde İsrailoğullarına gönderilip İsrailoğullarının kendilerine karşı çıktığı oniki peygamberdir. Yüce Allah da peygamberlere: Ben İsrailoğullarının isyankarları üzerine azabımı gönderiyorum, diye vahyetti. Bu husus rasûllere ağır gelince, yüce Allah da kendilerine: Kendiniz için tercihte bulunun diye vahyetti: Arzu ederseniz size azâb indirir, İsrailoğullarını kurtarırım, dilerseniz sîzi kurtarır, azâbı İsrailoğullarına indiririm. Kendi aralarında danıştılar, azâbın üzerlerine inip Allah'ın İsrailoğullarını kurtarması noktasında görüş birliğine vardılar. Yüce Allah da İsrailoğullarını kurtarıp o peygamberlere azâbı indirdi. Bu da üzerlerine yeryüzü krallarını musallat etmesiyle olmuştu. Kimisi testerelerle biçildi, kimisinin başının ve yüzünün derisi soyuldu, kimisi ölünceye kadar ağaçlara asıldı (çarmıha gerildi), kimisi ateşle yakıldı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

el-Hasen dedi ki: Büyük azim sahibi peygamberler dörttür, İbrahim, Mûsa, Davud ve Îsa. İbrahim'e:

"Teslim ol, denilince, o da Âlemlerin Rabbine teslim oldum, demişti." (el-Bakara, 2/131) Daha sonra malında, çocuğunda, vatanında ve canında imtihanlara maruz kaldı. İmtihana maruz kalıp sınandığı bütün hususlarda sözünü eksiksiz yerine getirdiği ve verdiği sözde durduğu ortaya çıktı.

Mûsa'ya ise kavmi:

"İşte şimdi kıstırıldık, dediler. O: Asla, muhakkak Rabbim benimledir, bana doğru yolu gösterecektir, dedi" (eş-Şuara, 26/61-62) deyince, azim sahibi olduğu ortaya çıkmıştı,

Davud'a gelince, o bir hata işledi. O hatasına dikkati çekilince, gözyaşlarından bir ağaç bitip yetiştirinceye ve kendisi onun gölgesinde oturuncaya kadar kırk yıl süre ile ağlayıp durdu.

Îsa'nın azmine gelince, o bir taş üstüne taş koymayıp "bu gelip geçilen bir yoldur. Siz buradan gelip geçiniz, burayı imar etmeyiniz" demişti.

Bu âyetiyle yüce Allah rasûlüne şöyle buyuruyor gibidir: Sabret, yani imtihan olunduğun hususlarda İbrahim gibi doğru ve sözüne bağlı kal. Mûsa'nın güvendiği gibi mevlanın yardımına güven. Davud'un üzülüp kederlendiği gibi sen de geçmişteki yanılgılarından ötürü üzül. Îsa'nın zühdü gibi dünyada zahid ol.

Diğer taraftan bu âyetin, kılıç âyeti (savaşı emreden) ile nesholduğu söylendiği gibi, muhkem olduğu da söylenmiştir. Daha kuvvetli görülen, mensuh olduğudur. Çünkü sûre Mekke'de inmiştir.

Mukâtil 'in naklettiğine göre de bu âyet, Uhud günü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a inmiş, yüce Allah ona gelen musibete karşı büyük azim sahibi rasûllerin sabrettiği şekilde sabretmesini -onun karşı karşıya kaldığı durumu kolaylaştırmak ve ona sebat vermek maksadıyla- emir buyurmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Ve bunlar için acele etme!" Mukâtil , onlara beddua etmek suretiyle... diye açıklamıştır. Başlarına azâbın getirilmesi hususunda... diye de açıklanmıştır. Çünkü nihayet onların azapla karşılaşacakları en uzak süre kıyâmet günüdür.

"Acele etme" anlamındaki fiilin mef'ûlü "azâb" anlamındaki lâfzı olup hazfedilmiştir.

"Onlar kendisi ile tehdit olundukları şeyi" Yahya azâbı, en-Nekkaş ahireti diye açıklamıştır.

"Görecekleri günde sanki" kendilerine azâb gelinceye kadar dünyada -ki bu Yahya'nın açıklamasının gereğidir. en-Nekkaş'a göre- hesab için diriltilecekleri vakte kadar kabirlerinde;

"yalnızca bir gündüzün bir saati kalmışlar gibi gelecek onlara" Bu, kıyâmet gününe nisbetle böyle olacaktır. Azâbı görecekleri vakit karşı karşıya kalacakları dehşetin dünyada kaldıkları uzun süreyi kendilerine unutturmuş olacağı da söylenmiştir.

Daha sonra:

"Bu yeterli bir tebliğdir." Yani bu Kur'ân yeterli bir tebliğdir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Buna göre: “Bir tebliğdir" âyeti hazfedilmiş bir mübtedaya göre refedilmiştir. Bunun delili de yüce Allah'ın:

"İşte bu insanlara yeterli bir tebliğdir. Onunla uyarılsınlar..," (İbrahim, 14/52) âyeti ile;

"Gerçekten bunlar ibadet eden bir topluluk için yeterli bir tebliğdir" (el-Enbiya, 21/106) âyetleridir.

"Belağ" tebliğ anlamındadır.

Bu kadar kalış yeterlidir, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbn Îsa yapmıştır, Buna göre:

"Bu yeterli...dir" âyeti ile: " Gündüz" üzerinde vakıf yapılır.

Ebû Hatim'in naklettiğine göre de kimisi: "Acele etme" âyeti üzerinde vakıf yaptıktan sonra: "Bunlar için" âyeti ile: "Bunlar için ulaşacakları nihai bir vakit vardır" anlamında okumaya geçmiştir.

İbnu'l-Enbarî der ki: Ancak bu bir yanlışlıktır, çünkü böylelikle: "Belağ (tebliğ)" ile ref edici (haberin başına gelmiş) olan "lam" arasında onlarla ilgisi olmayan ifadeler girmiş ve böylelikle bunlar birbirlerinden ayrılmış olmaktadırlar.

Arapça açısından bu lâfzın şeklinde nasb ile ve şeklinde cer ile okunması da mümkündür, Nasb ile: şeklinde mastar (mef'ûl-i mutlak) yahutta "saat'in sıfatı olarak okunur. Mastar olarak kabul edilirse anlam şöyle olabilir: "Yalnızca gündüzün bir saati gibi... bu eriştirilmeleri takdir olunmuş bir süredir..." Sıfar olursa: "Yalnızca... eriştirilmderi takdir olunmuş bir süre kadar kalmışlar gibi..." şeklinde meallendirilebilir. Cer ile okunması halinde ise: " Ulaştırılacak günden bir süre..." anlamında olur. Îsa b. Amr ve el-Hasen nasb ile okumuşlardır. Kimi kıraat âlimlerinden, emir olarak: 'Tebliğ et!" diye okudukları da rivâyet edilmiştir. Bu kıraate göre: "Bir gündüzün" lâfzı üzerinde vakıf yapılır, sonra da: "Tebliğ et" âyeti ile okumaya yeniden devam edilir.

"Fasıklar" İbn Abbâs'ın ve başkalarının açıklamalarına göre Allah'ın emrinin dışına çıkanlar "topluluğundan başkası helâk edilir mi ki?"

İbn Muhaysın fiili kavme isnad ederek: "...topluluğundan başkası helâk olur mu" diye okumuştur.

İbn Abbâs dedi ki: Bir kadının doğumu güçleşecek olursa, bir sahifeyc şu iki âyet ve şu iki kelime yazılır, sonra bunlar su ile yıkanarak ondan o kadına içirilir. Sözkonusu (âyetler ve kelimeler şunlardır):

"Rahmân ve rahim Allah'ın ismi ile. Azim, Halim ve kerim olan Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve büyük Arş'ın rabbi olan Allah her türlü eksiklikten münezzehtir.

"Onlar onu görecekleri gün, bir (günün) akşamından veya kuşluğundan başka durmamışlar gibi gelecek onlara." (en-Naziat, 79/46);

"Onlar kendisi ile tehdit olundukları şeyi görecekleri gün sanki yalnızca bir günün bir saati kadar kalmışlar gibi gelecek onlara. Bu yeterli bir tebliğdir, fasıklar topluluğundan başkası helâk edilir mi ki?" Sadakallahu’l-azîm."

Katade'den nakledildiğine göre; yüce Allah ancak kendisini helake sürükleyen bir müşriki helâk eder, demektir.

Allah'ın rahmetine umutlandırmak bakımından, en güçlü âyetin bu olduğu söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ahkâf Sûresi'nin sonu.

0 ﴿