MUHAMMED SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile

İbn Abbâs'ın dediğine göre Medine'de inmiştir. Bu görüşü en-Nehhâs zikretmektedir.

el-Maverdî dedi ki: İbn Abbâs ve Katade dışında bütün müfessirlerin görüşüne göre (Medine'de inmiştir). Ancak onlar şöyle derler: Veda Haccından sonra Mekke'den çıkıp üzüntüsünden dolayı Beytullah'a ağlayarak baktığı sırada üzerine inmiş bir âyet-i kerîme bundan müstesnadır. İşte bu sırada ona:

"Seni (yurdundan) çıkartan ülkenden daha güçlü nice ülke vardı" (Muhammed, 47/13) âyeti indi,

es-Sa'lebî dedi ki: Bu sûre Mekke'de inmiştir. İbn Hibetullah bunu ed-Dahhak ve Said b. Cübeyr'den de nakletmiştir.

Otuzdokuz âyettir. Otuzsekiz olduğu da söylenmiştir.

1

Kâfir olup Allah'ın yolundan alıkoyanların amellerini (Allah) boşa çıkartır.

İbn Abbâs ve Mücahid dedi ki: Bunlar Mekkelilerdir. Allah'ın tevhidini inkar ettiler. Hem kendilerini, hem mü’minleri Allah'ın dini olan İslâm'dan ona girmeyi yasaklamak suretiyle- alıkoydular. es-Süddî de böyle açıklamıştır.

ed Dahhak dedi ki;

"Allah’ın yolundan" oraya gelmek isteyenleri engellemek suretiyle Beytullah'tan demektir.

"Amellerini boşa çıkartır" âyeti da şu demektir: Onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı kurdukları hile ve tuzaklarını boşa çıkartmış ve planlarını başlarına geçirmiştir. Bu açıklamayı da ed-Dahhak yapmıştır.

Onların akrabalık bağlarını gözetmek, esirleri kurtarmak, misafirlere ikramda bulunmak, himaye haklarını gereği gibi korumak türünden "üstün ahlaki değerler" diye adlandırdıkları işlerden, kâfir iken yaptıklarını boşa çıkartmıştır, diye de açıklanmıştır.

İbn Abbâs dedi ki: Ayet Bedir'de (savaşa katılanlara) yemek yedirenler hakkında inmiştir. Bunlar da oniki kişi idi; Ebû Cehil, el-Haris b. Hişam, Rabia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Halefin iki oğlu Ubeyy ve Umeyye, Haccac'ın iki oğlu Münebbih ve Nubeyh, Hişam oğlu Ebû'l-Bahterî, el-Esved oğlu Zemaa, Hizanı oğlu Hakim ve Nevfel oğlu Amir oğlu el-Haris'dir.

2

Îman edip salih amel İşleyenler ve Muhammed'e indirilene -ki o Rabblerinden gelen hakkın ta kendisidir- îman edenlerin ise (Allah) günahlarını bağışlar ve hallerini ıslah eder.

"Îman edip salih amel işleyenler ve Muhammed'e İndirilene... Îman edenler" âyeti hakkında İbn Abbâs ve Mücahid: Bunlar ensardır, demişlerdir. Mukâtil : Bu özel olarak Kureyşl ilerden bir kesim hakkında inmiştir, demiştir. Her iki âyetin hem kâfir olan, hem de îman eden kimseler hakkında genel oldukları da söylenmiştir.

"Amellerini boşa çıkartır" iptal eder, hükümsüz kılar, anlamındadır. İlahi tevfikten onları alıkoyduğu için hidayetten uzaklaştırıp saptırdı, diye de açıklanmıştır.

"Salih amel işleyenler" âyetine gelince, burada kastedilenler ensardır diyenlerin görüşüne göre; bundan kasıt, meskenlerinde ve mallarında (muhacirleri) gözetmeleri demektir. Kureyşlilerden kimseler olduğunu söyleyenlerin görüşlerine göre de maksat, hicrettir. Genel olduğunu kabul edenlerin görüşüne göre ise, salih ameller yüce Allah'ı razı eden bütün amellerdir.

"Ve Muhammed'e indirilene... îman edenler..." Süfyan es-Sevrî'nin açıklamasına göre hiçbir hususta ona muhalefet etmeyenler, demektir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirdiklerini doğrulayanlar, diye de açıklanmıştır.

"-Ki o Rablerinden gelen hakkın ta kendisidir-" âyeti ile, onların îman ettikleri hususların Rabblerinden gelen hakkın ta kendisi olduğu kastedilmektedir. Bir başka açıklamaya göre Kur'ân-ı Kerîm, Rabblerinden gelen hakkın ta kendisidir. Bundan dolayı kendisinden önceki kitapları neshetmiştir.

"Günahlarını bağışlar" îman etmeden önceki geçmiş günahların) bağışlar demektir.

"Ve hallerini" Mücahid ve başkalarından nakledildiğine göre durumlarını "ıslah eder."

Katade

"hallerini" diye açıklarken, İbn Abbâs "işlerini" diye açıklamıştır ki; bu üç açıklama birbirine yakındır. Bunlar dünyaları ile ilgili olan hususların düzeltileceği ve ıslah edileceği şeklinde tevil edilir.

en-Nekkaş, anlamın niyetlerini ıslah eder, şeklinde olduğunu nakletmiştir. Şairin şu beyitinde de bu anlamdadır:

"Eğer sevgi ile yönelirsen bana, benzeri ile yönelirim,

Eğer sen geri dönersen, ben de kendi halime dönerim."

Bu yoruma göre âyet, onların dinlerinin ıslah edilmesi anlamında yorumlanır.

("Hal" anlamı verilen) mastar gibi olup bundan türetilmiş bir fiil bilinmemektedir. Araplar ancak şiirde zaruret halinde bunun çoğulunu yaparlar ve derler. el-Müberred dedi ki: Bu lâfız bir başka konumda kalp anlamında olur. Mesela: "Filan kişi hatırıma gelmedi" denilirken kalbimden geçmedi, demektir. el-Cevherî dedi ki: Bu, nefsin rahatlığı anlamındadır. Mesela: " Filan kişi nefsi rahat kimsedir" denilir. Bu kelime aynı zamanda hal anlamında da kullanılır. Mesela: “ Halin nicedir?" denilir. Sözleri ise "bu aldırış ettiğim şeylerden değildir" anlamındadır. Yine bu kelime denizdeki büyük balıklardan bir balığın ismi (balina balığı) olup, Arapça değildir " Hoş kokunun konduğu kap" demektir. Aslı Farsça olup, Arapçalaştırılmıştır, Farsça aslı:şeklindedir. Ebû Züeyb dedi ki:

"Sanki onun sırtında miske batırılmış amberin bulunduğu bir kutu vardır da,

Sırtında omuzları arasından kokusu etrafa saçılıyor."

3

Bu böyledir. Çünkü kâfir olanlar batıla uymuşlardır. Îman edenler ise Rabblerinden gelen hakka uymuşlardır. İşte Allah insanlara misallerini böyle açıklar.

"Bu böyledir. Çünkü kâfir olanlar batıla uymuşlardır. Îman edenler ise Rabblerinden gelen hakka uymuşlardır" âyetinde ki:

"Bu" ref konumunda olup durum böyledir, anlamındadır. Yahutta daha önce sözü edilen saptırma, şaşırtma ve hidayetin sebebi budur: Kâfir batıla uymuştur, mü’min de hakka uymuştur. Batıldan kasıt şirktir, haktan kasıt da tevhid ve imandır.

"İşte Allah insanlara misallerini böyle açıklar." Yani yüce Allah insanlara iyiliklerin ve kötülüklerin durumunu bu yapılan açıklama gibi açıklamaktadır.

"Misalleri" lâfzındaki zamir, kâfirlere ve îman edenlere racidir.

4

İnkar edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun! Onlardan çokça öldürüp kahrettiğinizde, artık bağı sıkıca bağlayın. Sonra ya lütfederek karşılıksız salın yahut fidye alın. Savaş ağırlıklarını bırakıncaya kadar. Emir budur. Eğer Allah dileseydi, elbette onlardan intikam alırdı. Fakat kiminizi kiminizle sınamak için (cihadı emretti). Allah yolunda öldürülenlerin amellerini (Allah) asla boşa çıkartmaz.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Âyet-i Kerîmenin Önceki Buyruklarla İlişkisi ve Cihad Emri:

Yüce Allah her iki kesimi birbirinden ayırdedince

"inkar edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun" âyeti ile kâfirlere karşı cihad etmeyi emretmektedir.

İbn Abbâs dedi ki: Kâfirler (inkar edenler) pullara tapan müşriklerdir.

İster müşrik olsun, isterse de herhangi bir antlaşma ve zimmet akdi bulunmayan bir kimse olup kitab ehlindenolsun, İslâm dinine muhalefet eden herkestir diye de açıklanmıştır. Bu görüşü el-Maverdî zikretmiş olup İbnu'l-Arabî de bunu tercih ederek şöyle demiştir: Bu husustaki âyetin genelliği dolayısı ile sahih olan görüş budur.

"Boyunlarını vurun" âyetinde

"vurun" (anlamı verilen) lâfzı mastardır. ez-Zeccâc dedi ki: Bu: "boyunları vurdukça vurun" demektir. Özellikle boyunların sözkonusu edilmesi ise ölümün çoğunlukla bu şekilde gerçekleşmesinden dolayıdır.

"Vurun" anlamındaki lâfzın iğra (teşvik) olmak üzere nasbedildiği de söylenmiştir. Ebû Ubeyde dedi ki: Bu bir kimsenin: "Ey nefis sabret" demesine benzer.

Bir görüşe göre de ifadenin takdiri: " Boyunları vurmaya bakın" şeklindedir.

Yüce Allah:

"Boyunları vurun" diye buyurup onları öldürün diye buyurmamıştır. Çünkü boyunların vurulması tabirinde, öldürün tabirinde bulunmayan bir sertlik ve bir çetinlik vardır. Bu ifade ile öldürmek, en ağır şekli ile canlandırılmaktadır ki; bu da boynun koparılması ve bedenin başı, üstü ve organlarının en mükemmeli olan bir organın uçurulması ile gerçekleşir.

2- Savaş Sonrası Esirlere Yapılacak Muamele:

"Onlardan çokça öldürüp kahrettiğinizde" âyetinde geçen

"çokça öldürme" anlamındaki lâfza dair açıklamalar daha önceden el-Enfal Sûresi'nde

"Yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanıncaya kadar..." (el-Enfal, 8/67) âyeti ele alınırken açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

"Artık bağı sıkıca bağlayın!" Onları esir aldığınızda (böyle yapın), demektir.

"Bağ" " Bağlamak"dan isimdir, mastar da olabilir. " Onu bağladım, bağlamak" denilir. Kesreli olarak ise "bağ gibi kendisi ile bağlanılan şey"in ismidir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî yapmıştır.

el-Cevherî dedi ki: " Bağ ile onu bağladı" demektir. Yüce Allah da;

"Artık bağı sıkıca bağlayın" diye buyurmuştur. "Vav" harfi esreli olarak; …. ise bir söyleyiş şeklidir.

Yüce Allah'ın bağın sağlamca bağlanmasını emretmesi, kaçıp kurtulmamaları içindir.

"Sonra" fidyesiz olarak ya serbest bırakmak suretiyle

"lütfederek karşılıksız salın yahut fidye alın." Sözün başında öldürme sözkonusu edildiğinden onunla yetinilerek burada ayrıca öldürmek sözkonusu edilmemiştir.

"Karşılıksız salmak" ile;

"Fidye almak" bir fiil takdiri ile nasbedilmiştir. (Meal de bu husus gözönünde bulundurularak yapılmıştır.)

(Fidye anlamındaki lâfız): (........) şeklinde "fe" harfi üstün ve kasır ile okunmuştur. Ya onlara lütfederek karşılıksız salıverin veya onlardan bir fidye alarak salın demektir.

Birilerinin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Abdurrahman b. el-Eşas ile birlikte ayaklananlardan alınan esirler getirildiğinde Haccac'ın yanıbaşında duruyordum. Bu esirler dörtbinsekizyüzkişi idi. Onlardan yaklaşık üçbin kişi öldürüldü. Nihayet onun yanına Kindelilerden bir adam gelip, ey Haccac dedi. Yapılmış olan uygulamalar ve lütufkarlık(m ihmali) karşılığında Allah sana hayır göstermesin. Niye? deyince, şöyle dedi: Çünkü yüce Allah kâfirler hakkında bile:

"İnkar edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun. Onlardan çokça öldürüp kahrettiğinizde artık bağı sıkıca bağlayın. Sonra ya lütfederek karşılıksız salın, yahut fidye alın" diye buyurmaktadır. Allah'a yemin ederim sen ne fidyesiz lütfedip, karşılıksız bıraktın ne de fidye alarak serbest bıraktın. Halbuki sizin şairiniz kendi kavminin sahib olduğu üstün ahlaki değerleri anlatırken şöyle demişti:

"Öldürmeyiz esirleri fakat onları çözer, serbest bırakırız,

Ödenecek meblağların ağır yükü boyunlara ağır gelince."

Bunun üzerine el-Haccac şöyle dedi: Öf bu leşlerden. Bunlar arasında bunun gibi güzel söz söyleyecek kimse yok muydu? Geri kalanları serbest bırakın. O gün geri kalan esirler yaklaşık ikibin kişi idiler ve bu adamın bu sözü üzerine serbest bırakıldılar.

3- Bu Âyet-i Kerîmenin Yorumu ile İlgili Görüşler:

İlim adamları bu âyet-i kerimenin tevili ile ilgili beş ayrı görüş ileri sürmüşlerdir,

1- Bu âyet neshedilmiştir ve puta tapıcılar hakkındadır. Onların herhangi bir şekilde fidye karşılığında ya da karşılıksız olarak serbest bırakılmaları câiz değildir. Bu görüşün sahiplerine göre neshedici âyet yüce Allah'ın:

"Artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün." (et-Tevbe, 9/5);

"Eğer bunları savaşta yakalarsan, onlara yaptıklarınla arkalarındakileri dağıt da ibret alsınlar." (el-Enfal, 8/57) ile

"Bununla beraber müşrikler ile... topluca savaşın" (et-Tevbe, 9/36) âyetleridir.

Bu görüş Katade, ed-Dahhak, es-Süddî, İbn Cüreyc ve el-Avfî'nin nakline göre İbn Abbâs'ın görüşüdür. Kûfelilerin çoğu da bu kanaattedir. Abdu’l-Kerîm el-Cevzi dedi ki: Esir alınan bir şahıs hakkında Ebû Bekir'e bir mektup yazıldı. Bu esirin şu kadar, şu kadar fidye karşılığında serbest bırakılmasının istendiğini sözkonusu ettiler. Ebû Bekir: Onu öldürün, dedi. Müşrik bir kimsenin öldürülmesi, benim şundan ve şundan daha çok sevdiğim bir şeydir.

2- Bu âyet-i kerîme bütün kâfirler hakkındadır ve ilim adamlarından bir topluluk ile rey ehli birtakım kimselerin kanaatine göre neshedilmiştir. Katade ve Mücahid de bunlardandır. Bunlar diyor ki: Müşrik esir alındığı takdirde fidye alınmayıp karşılıksız bırakılması da câiz değildir, fidye karşılığında serbest bırakılarak müşriklere geri dönmesine müsaade edilmesi de câiz değildir. Bunların görüşüne göre ancak kadın fidye karşılığında serbest bırakılabilir, çünkü kadın öldürülmez. Bunu nesheden âyet:

"Artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün" (et-Tevbe, 9/5) âyetidir. Çünkü bu âyet bu hususta sabit olmuş rivâyetler gereğince müşriklerle ilişkilerin sona erdirildiğini belirten son beraettir. O halde öldürülmeyeceği belirtilen kadınlar, çocuklar ve kendilerinden cizye alınabileceği belirtilen kimseler gibi, delilin ortada olduğu kimseler dışında, bütün müşriklerin öldürülmesi gerekir. Ebû Hanife'nin meşhur olan görüşü budur. Buna sebep ise müslümanlara karşı tekrar savaşa girebilmeleri korkusudur.

Abdurrezzak şöyle bir rivâyet kaydetmektedir: Bize Ma'merin, Katadeden naklettiğine göre:

"Sonraya lütfederek karşılıksız salın, yahut fidye alın" âyetini:

"...yaptıklarınla arkalarındakileri dağıt da ibret alsınlar" (el-Enfal, 8/57) âyeti neshetmiştir. Mücahid de bunu:

"Artık müşrikleri nerede bulursanız, öldürün" (et-Tevbe, 9/5) âyetinin neshettiğini söylemiştir. Taberi. Tefsir. XXVI. 40. 41 el-Hakem'in görüşü de budur.

3- Bu âyet-i kerîme nasihtir (nesh edicidir). Bu açıklamayı ed-Dahhak ve başkaları yapmıştır. es-Sevrî, Cuveybir'den, onun da ed-Dahhak'tan rivâyet Sonra ya lütfederek karşılıksız salın, yahut fidye alın" âyeti neshetmiştir.

İbnu'l-Mübarek, İbn Cüreyc'den, onun da Atâ'dan naklettiğine göre;

"Sonra ya lütfederek karşılıksız salın, yahut fidye alın" âyeti gereğince müşrik öldürülmez. Ancak ya karşılıksız, ya da fidye karşılığında -yüce Allah'ın buyurduğu gibi- serbest bırakılır.

Eş'as dedi ki: el-Hasen esirin öldürülmesini boş karşılamaz ve:

"Sonraya lütfederek karşılıksız salın, yahut fidye alın" âyetini okurdu.

Yine el-Hasen şöyle demiştir: Ayet-i kerimede takdim ve tehir vardır. Şöyle buyurmuş gibidir: Savaş ağırlıklarını bırakıncaya kadar boyunları vurun. Daha sonra da:

"Onlardan çokça öldürüp kahrettiğinizde artık bağı sıkıca bağlayın." el-Hasen'in iddiasına göre İmâm (İslâm devlet başkanı) esiri ele geçirdikten sonra öldürmek hakkına sahib değildir. Şu kadar var ki üç şıktan birisini tercih edebilir: Ya karşılıksız serbest bırakır yahut fidye karşılığında bırakır ya da köleleştirir.

4- Said b. Cübeyr dedi ki: Kılıçla düşmanlardan çokça öldürüp onları kahretmedikçe, güçlerini kırmadıkça ne fidye karşılığında esir bırakılır, ne de esir alınır. Çünkü yüce Allah;

"Yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanıncaya kadar esirlerinden fidye) alması hiçbir peygambere yaraşmaz" (el-Enfal, 8/67) diye buyurmaktadır. Eğer bundan sonra esir alacak olursa, öldürmek ya da uygun göreceği diğer bir şıkka göre hüküm vermek hakkına sahihtir.

5- Ayet-i kerîme muhkemdir ve İmâm her durumda muhayyerdir. Bu görüşü Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs'tan rivâyet ettiği gibi aralarında İbn Ömer, el-Hasen ve Atâ'nın bulunduğu bir çok ilim adamı da ifade etmişlerdir. Malik, Şâfiî, es-Sevrî, el-Evzaî, Ebû Ubeyd ve başkalarının görüşü de budur, tercih edilen de budur: Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile raşid halifeler bu şekilde uygurama yapmışlardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ukbe b. Ebi Muayt'ı, en-Nadr b. el-Haris'i Bedir günü elleri kolları bağlı olduğu halde öldürmüş, diğer Bedir esirlerini fidye karşılığında bırakmış, elinde esir bulunan Hanife oğullarından Sümame b. Üsal'i de karşılıksız serbest bırakmış, Seleme b. el-Ekva'dan bir cariye alarak onu birtakım müslümanlara karşı fidye vermiştir. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Mekkelilerden bir grub baskın yapmak istemiş, peygamber onları yakaladıktan sonra karşılıksız serbest bırakmıştı. Hevazinlilerden alınan esirleri de karşılıksız serbest bırakmıştı. Bütün bunlar sahih hadislerde sabit olup hepsi de el-Enfal Sûresi'nde (8/67. âyet, 2. başlık ve devamında) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

en-Nehhâs dedi ki: Bu görüş her iki âyetin de muhkem ve gereğince amelde bulunabilecek âyet olmalarını kabul etmeye göredir. Bu da güzel bir görüştür, çünkü nesih ancak kat'î bir şeye dayanılarak sözkonusu olur. Her iki âyet ile, birlikte amel etmek mümkün olduğu takdirde, nesih olduğunu söylemenin anlamı yoktur. Eğer bizler kâfirleri yakaladığımız yerde öldürmekle taabbüd edebileceksek onları öldürürüz. Eğer esir almak câiz ise o vakit esirin öldürülmesi de, köleleştirilmesi de fidye karşılığı veya karşılıksız serbest bırakılması da müslümanların menfaatine hangisi uygun ise- câiz olur. Bu görüş Medinelilerden, Şâfiî ve Ebû Ubeyd'den nakledilen bir görüştür. Ayrıca et-Tahavî bunu Ebû Hanife'nin görüşlerinden birisi olarak da nakletmektedir. Ancak ondan meşhur olan görüş daha önce kaydettiğimizdir. Başarı yüce Allah'tandır.

4- Savaş Ağırlıklarını Bırakınca;

"Savaş ağırlıklarını bırakıncaya kadar" âyeti hakkında Mücahid ve İbn Cübeyr şöyle demişlerdir: Bu, Îsa (aleyhisselâm)'ın çıkışı (kıyâmetin alameti olarak inişi)dir. Yine Mücahid'den nakledildiğine göre âyet: İslâm dini dışında hiçbir din kalmayıp bütün yahudi, hristiyan ve diğer din mensupları müslüman olup koyun kurdun tehlikesinden yana emin oluncaya kadar... demektir. Buna yakın bir görüş el-Hasen, el-Kelbî, el-Ferrâ'' ve el-Kisaîden de rivâyet edilmiştir. el-Kisaî: Bütün insanlar müslüman oluncaya kadar, demiştir, el-Ferrâ'' da: Bütün insanlar îman edinceye ve küfür yok olup gidinceye kadar diye açıklamıştır. el-Kelbî de şöyle demiştir: İslâm bütün dinlerin üstüne galip gelinceye kadar... el-Hasen: İnsanlar arasında Allah'tan başkasına ibadet eden kalmayıncaya kadar, diye açıklamıştır.

Âyet-i kerimedeki: “ Ağırlıkların silah anlamında olduğu söylenmiştir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Sizler emin oluncaya ve silahlarınızı bırakıncaya kadar bağı sıkıca bağlayın.

"Savaş ağırlıklarını bırakıncaya kadar" âyetinin savaşan düşmanlar ağırlıklarını bfrakıncaya kadar anlamında olduğu söylenmiştir. Bu ise onların yenilmeleri yahutta anlaşma sonucunda silahlarını bırakmaları demektir. Savaş silah araç ve gerecine de "evzar: ağırlıklar" denilmiştir. Şair el-A'şa şöyle demiştir:

"Savaş için hazırladım ağırlıklarımı,

Uzunca mızraklar ve erkek atlar.

Ve ardı ardına giden develeri izleyen kafilenin arkasında,

"Savaş ağırlıklarını bırakıncaya kadar" âyetindeki

"ağırlıklar" demek olduğu da söylenmiştir. Çünkü: “Ağırlık" demektir. "Kralın veziri" de bu kökten gelmektedir. Çünkü vezir hükümdarın ağırlıklarını yüklenir. Savaşın ağırlıkları ise, taşınmaları ağır olduğundan ötürü silahlardır.

İbnu'l-Arabî dedi ki: el-Hasen ve Atâ şöyle demişlerdir: Ayet-i kerimede takdim ve tehir vardır. Yani savaş ağırlıklarını bırakıncaya kadar boyunlarını vurun. Onları çokça öldürüp bitkin düşürdüğünüz vakit düğümü sıkı bağlayın. İmâmın esiri öldürmek hakkı yoktur. el-Haccac'dan rivâyet edildiğine göre o, öldürmek üzere Abdullah b. Ömer'e bir esir vermiş, o bunu kabul etmeyerek: Allah bize böylesini emretmiyor, dedikten sonra:

"Onlardan çokça öldürüp kahrettiğinizde artık bağı sıkıca bağlayın" âyetini okudu.

Biz (İbnu'l-Arabî) deriz ki: (Ancak) Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) -başkasını- söylemiş ve uygulamıştır. Yüce Allah'ın karşılıksız ve fidye karşılığı serbest bırakılması ile ilgili açıklamasında, başka bir uygulama yapılmayacağı manası çıkmaz. Çünkü yüce Allah, zinada celd (sopa) hükmünü açıklamışken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da recm hükmünü açıklamıştır. İbn Ömer(in böyle söylemesi) el-Haccac'ın elinden böyle bir işi yapmak istemekten hoşlanmaması ihtimali ile olabilir. Bundan dolayı söylediği o sözlerle özürünü beyan etmiş olmaktadır. Rabbimiz en iyi bilendir.

"Emir budur. Eğer Allah dileseydi elbette onlardan İntikam alırdı." âyetinde geçen: " Emir budur" lâfzı önceden geçtiği üzere ref konumundadır. Durum az önce sözedip açıkladığım şekildedir, demektir. Bu lâfzın; "Bunu yapınız" anlamında mansub olduğu da söylenmiştir. Mübteda olması da mümkündür. O zaman bu, kâfirlerin hükmüdür, demek olur. Bu lâfız fasih konuşan bir kimsenin bir konudan bir başka konuya geçişi esnasında kullandığı bir kelimedir. Bu da yüce Allah'ın: "(Bu böyledir. Azgınlar için muhakkak en kötü dönüş yeri vardır" (Sad, 38/55) âyetine benzemektedir. Yani bu gerçektir ve Ben zâlimlere şunun şunun yapılacağını size bildiriyorum, demektir.

"...Elbette onlardan İntikam alırdı" âyeti savaş olmaksızın onları helâk ederdi, demektir. İbn Abbâs: Meleklerden bir ordu ile elbette onları helâk ederdi, diye açıklamıştır.

"Fakat kiminizi kiminizle sınamak için" yani yüce Allah kiminizi kiminizle sınayarak -bizzat sûrenin kendisinde belirtildiği üzere- mücahidleri ve sabredenleri ortaya çıkartıncaya kadar savaşla sizin durumunuzu sınamak ve denemek için böyle yapmaktadır.

"Allah yolunda öldürülenlerin" Uhud'da öldürülen mü’minleri kastetmektedir

"amellerini asla boşa çıkartmaz."

" Öldürülenler" âyeti genel olarak; "(........): Savaşanlar" diye okunmuştur ki; Ebû Ubeyd'in tercih ettiği budur. Ancak Ebû Amr ve Hafs "kaf' harfi ötreli ve "te" harfi kesreli olarak: "Öldürülenler" diye okumuşlardır. el-Hasen de böyle okumuş olmakla birlikte, o çokluk anlamı ifade etmek üzere "te" harfini şeddeli okumuştur. el-Cahderî, Îsa b. Ömer ve Ebû Hayve ise "kaftan sonra "elif" getirmeksizin, "kaf" ve "te" harflerini: şeklinde ve "müşrikleri öldürenler" anlamında okumuşlardır.

Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre bu âyet-i kerîme, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) dağ geçidinde iken Uhud günü inmiştir. O sırada aralarında hem yaralılar, hem de öldürülenler pek çoktu. Müşrikler de: Yücel ey Hubel, diye seslenmiş, müslümanlar da: Allah en yüce ve en büyüktür, diye karşılık vermişlerdi. Müşrikler: Bugün Bedir gününe karşılık olsun, zaten savaş bir o tarafa bir bu tarafa döner, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Eşitlik yoktur deyiniz. Bizim ölülerimiz Rabbleri katında diridir, rızıklanırlar. Sizin ölüleriniz ise cehennem ateşinde azaplanırlar." Bunun üzerine müşrikler şöyle demişti: Bizim Uzzamız var, sizin ise Uzzanız yok deyince, müslümanlar: Allah bizim mevlamızdır, sizinse mevlanız yok, demişlerdi. Bu hususlar daha önce Al-i İmrân Sûresi'nde (3/152, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

5

Onları doğruya İletecek ve hallerini ıslah edecek.

el-Kuşeyrî dedi ki: Ebû Amr'ın -bir önceki ayetteki-: "Öldürüldüler" şeklindeki okuyuşu uzak bir ihtimaldir. Çünkü yüce Allah:

"Onları doğru yola iletecek ve hallerini ıslah edecek" diye buyurmaktadır. Öldürülen bir kimse ise bununla nitelendirilmez. Başkası da şöyle demiştir: O zaman anlam şöyle olur: Allah onları cennete iletecektir yahutta onlardan geri kalanları iletecektir, yani onların hidayette olmalarını gerçekleştirecektir.

İbn Ziyad da şöyle demiştir: Kabirde Münker ve Nekire karşı cevab vermek noktasında onlara doğruyu gösterecektir.

Ebû'l-Mealî dedi ki: Bazan hidayet lâfzı mü’minleri cennete ulaştıran ve oraya götüren yolların mü’minlere gösterilmesi anlamı kastedilebilir. Bu kabilden olmak üzere yüce Allah mü’minlerin nitelikleri ile ilgili olarak: "Amellerini asla boşa çıkartmaz. Onları doğruya iletecek..." âyeti vardır. Yine yüce Allah'ın:

"Onlara cehennemin yolunu gösterin" (es-Saffat, 37/22) âyetinde geçen "hidayet" âyeti, onları oraya götürün, anlamındadır.

6

Ve onları kendilerine tanıttığı cennete girdirecek.

Yani onlar cennete girecekleri vakit, haydi kalacağınız konaklarınıza dağılırı, denilecek. Onların kalacakları konaklarını bilip tanımaları, cuma namazına katılanların evlerine döndükleri vakit, kendi evlerini bilip tanımalarından daha ileri derecede olacaktır. Bu anlamdaki açıklamayı Mücahid ve müfessirlerin çoğu yapmıştır. Buhârî’de bu görüşün doğruluğuna delil teşkil eden Ebû Said el-Hudrî'den gelen bir rivâyet yer almaktadır. O dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Mü’minler cehennem ateşinden kurtulacaklar ve cennet ile cehennem ateşi arasında bir köprü üzerinde alıkonulacaklar. Dünya hayatında iken kendi aralarındaki birtakım haksızlıkların (haksızlığa uğramış bulunan) birtakım kimselerin lehine kısas yapılır. Nihayet arındırılıp tertemiz edileceklerinde cennete girmelerine izin verilecektir. Muhammed'in nefsi elinde olana yemin ederim ki, onlardan herhangi bir kimsenin cennetteki konağına giden yolu bilmesi, sizden herhangi birinizin dünyadaki evine giden yolu bilip tanımasından daha ileri derecede olacaktır." Buhârî, V, 2394; Müsned, III, 13, 57, 63, 74.

"Ve onları kendilerine tanıttığı cennete" âyetinin, herhangi bir istidlal olmaksızın, onu tanıyacak noktaya varıncaya kadar kendilerine açık seçik bildirdiği anlamına geldiği de söylenmiştir,

el-Hasen dedi ki: Yüce Allah dünyada cenneti, niteliklerini onlara tanıtmış bulunmakladır. Onlar oraya girecekleri vakit bu nitelikleriyle cenneti tanıyacaklardır.

Âyette hazfedilmiş ifadeler olduğu da söylenmiştir. Bu da şu demektir: Yüce Allah cennetin yollarını, meskenlerini ve onlara ait o cennetin evlerini tanıtmış bulunmaktadır. Buna göre muzaf hazfedilmiş olmaktadır.

Bu tanıtmanın bir kılavuz aracılığıyla olacağı da söylenmiştir. Bu ise kulun amelini yazmakla görevli olan melektir. Bu melek kulun önünde yürüyecek, kul da arkasından konaklayacağı eve varıncaya kadar gidecektir. Melek ona cennette kendisi için verilmiş olan herşeyi tanıtmış olacaktır. Ancak Ebû Said el-Hudrî'nin rivâyet ettiği hadis, bu kanaati reddetmektedir.

İbn Abbâs dedi ki:

"Kendilerine tanıttığı" çeşitli zevk verici şeyler ile kendilerine hoş kıldığı... demektir. Buradaki "tanıtmak" anlamındaki fiil hoş koku demek olan; alınmıştır. "Tadı hoş kılınmış (güzel pişirilmiş) yemek" demektir. Araplar bir yemeği tuz ve çeşitli tohumlarfa (baharat ve benzerleri ile) tadının güzelleştirilmesini anlatmak üzere: derler. Şair de bir adama hitab edip onu överken şöyle demektedir:

"Misk parçalarının kokusunu güzelleştirdiği (kadınların giydiği)

yensiz bir elbise gibi, sen de hoş kokulusun."

Bu tabirin, çokluğundan ötürü yemeğin üstüste yığılmasından geldiği de söylenmiştir. Mesela: " Üstüste ipekler" demektir. Bu da "at yelesi" demek olan "urfu'l-feras" gibi birbiri arkasında bulunan: (........)'den gelmektedir.

"Kendilerine tanıttığı" âyetinin kendilerine cennetle mükâfat verilmesi gerekecek şekilde itaate muvaffak kıldığı anlamına geldiği de söylenmiştir. Bir başka açıklamaya göre o, semada bulunanlara cennete gireceklerin, cennetteki lütuf ve ikramlarını, değerlerini açığa çıkarmak maksadı ile cennet verileceğini bildirmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre de yüce Allah, itaat eden kullarına cennetin kendilerinin olacağını bildirmiştir, demektir.

7

Ey îman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir.

"Ey îman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder." Yani siz Allah'ın dinine yardım edecek olursanız, O da kâfirlere karşı size yardım eder (size zafer verir). Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Allah kendi (dini)ne yardım edene etbette yardım eder" (el-Hac, 22/40) âyetidir ki, daha önce geçmiş bulunmaktadır.

Kutrub dedi ki: Şâyet Allah'ın peygamberine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, demektir. Anlamlar birbirine yakındır.

"Ve" savaş esnasında

"ayaklarınıza sebat verir." İslâm üzere ya da Sırat üzere sebat verir, diye de açıklanmıştır. Maksadın güven duygusu ile kalblere sebat verilmesi olduğu da söylenmiştir. Buna göre ayaklara sebat verm ek savaş esnasında ilahi yardım ve desteği ifade eder. Daha önce el-Enfal Sûresi'nde (8/9-10. âyetin tefsirinde) bu anlamdaki açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca yüce Allah o sûrede:

"Hani Rabbin meleklere: Şüphesiz ben sizinle beraberim, îman edenlere sebat verin... diye vahyediyordu" (el-Enfal, 8/12) diye buyurmaktadır. O sûrede arada bir vasıtanın (meleklerin) bulunduğunu belirtirken, burada böyle bir vasstadan hiç sözetmemektedir. Bu da yüce Allah'ın:

"De ki: Ölüm meleği sizin canınızı alır" (es-Secde, 32/11) diye buyururken, bir başka âyette:

"Allah sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldüren...dir" (er-Rum, 30/40) âyeti ile:

"O Allah ki ölümü ve hayatı yaratandır" (el-Mülk, 67/2) âyetinde bu araçtan süzetmemektedir. Buna benzer âyetler pek çoktur. Kısacası bir ve tek olarak Allah'tan başka fail (olayları yapan ve yaratan) yoktur.

8

Kâfir olanlara gelince, yüzleri üzere düşüp helâk olmak, hakkıdır onların. Amellerini de boşa çıkartmıştır.

"Kâfir olanlara gelince" anlamındaki âyetin mübteda olarak merfu olma ihtimali vardır. Daha sonra gelen

"Yüzleri üzere düşüp helâk olmak hakkıdır onların" anlamındaki âyetin açıkladığı fiil ile nasb konumunda olması da mümkündür. Sanki: Kâfir olanları da yüzleri üzere düşürüp helâk etmiştir, buyurulmuş gibidir,

"Yüzleri üzere düşüp helâk olmak hakkıdır onların" âyetinde fiil (bed)dua yolu ile mastar olarak nasbedilmiştir. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' yapmıştır. Bu da: " Ona içecek ve mera olacak (şeyler) verilsin" gibidir. Bu âyetteki beddua tökezleyip düşen kimseye; söylenen:" Yerden kalkasıca" anlamındaki sözün zıddıdır. Şair el-A'şa demiştir

"Ona kalk demektense, düşüp de helâk olsun demek, daha uygun düşer."

Anlamı ile ilgili olarak on çeşit açıklamada bulunulmuştur: 1- İbn Abbâs ve İbn Cüreyc'e göre uzak olsunlar, 2- es-Süddî'ye göre kedere boğulsunlar, 3- İbn Zeyd'e göre bedbaht olsunlar, 4- el-Hasen'e göre Allah onlara ağır sözler söylesin, 5- Sa'leb'e göre helâk olsunlar, 6- ed-Dahhak ve İbn Zeyd'e göre hüsrana uğrasınlar, 7- en-Nekkaş'ın naklettiği bir açıklamaya göre onlar ne kadar çirkindirler, 8- Yine ed-Dahhak'ın açıklamasına göre burunları yerde sürtülsün onların, 9- Yine Sa'leb'in açıklamasına göre kötülük onlara olsun, 10- Ebû'l-Aliye'ye göre bedbahtlık onların olsun.

"aşağı düşmek, alçalmak ve tökezleyip, düşmek" anlamında olduğu söylenmiştir, İbn es-Sikkit dedi ki: Bu yüzüstü yıkılmak anlamındadır. Buna karşılık ise "başı üstüne yıkılması" demektir. Yine İbnu's-Sikkit: "Helâk olmak" anlamına gelir, demiştir. el-Cevherî dedi ki: Bunun asıl anlamı yıkılmak demektir. Bu da ayağa kalkmanın, dikilmenin zıt anlamlısıdır. Bu fiil "ayn" harfi üstün olarak "şeklinde kullanılır. "Allah onu yüzüstü yere yıksın" demektir, Mücemmi' b. Hilal dedi ki:

"Ben onu can yoldaşından ayırdım da diyor ki o:

Ey Mücemmi' sen beni yüzüstü yıktığın gibi, sen de yüzüstü, yıkılasın."

"Allah onu yakasını bırakmayacak şekilde bir helake maruz bıraksın" denilir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Bazıları "ayn" harfi esreli olarak; diye bu fiilin kullanılabileceğini de kabul etmişlerdir.

Derim ki Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadiste de böyledir. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dinara, dirheme, kadifeye, çizgili elbiseye köle olan, kahrolup helâk olsun. (Çünkü) böyle bir kimseye verilecek olursa hoşnut olur, verilmezse hoşnut olmaz." Bu hadisi Buharî rivâyet etmiştir Buhârî, III, 1057, V, 2364; İbn Mace, II, 13K5 (yakın lâfızlarla)

Bu hadisin rivâyet yollarından birisinde de şöyle denilmektedir: " Düşüp helâk olsun, başaşağı yıkılsın, (bir tarafına) diken batsa o dikenini çıkaran olmasın." Bu hadisi de İbn Mace rivâyet etmiştir. İbn Mace, II, 13K6.

"Amellerini de boşa çıkartmıştır." Onları iptal etmiştir. Çünkü onların amelleri şeytana itaatti.

" Helâk olmak" âyetinin başına "fe" harfinin gelmesi: "dülar" lâfzındaki mübhemlikten ötürüdür. "Amellerini de boşa çıkartmıştır" âyetinin haber şeklinde gelmesi de: " lâfzına göredir. Çünkü bu, lafzen bir haberdir. Buna göre "fe" harfinin gelmesi manaya göredir. "Boşa çıkartmıştır" âyeti da lâfza göredir. (Mealde de bu görülebilmektedir.)

9

Bu böyledir. Çünkü onlar Allah'ın indirdiğini hoş görmediler. Bundan dolayı amellerini boşa çıkartmıştır.

Yani bu saptırmanın ve yüzleri üzere düşürülüp helâk edilmelerinin sebebi, onların

"Allah'ın indirdiği" kitab ve şeriatleri

"hoş görme" meleridir.

"Bundan dolayı amellerini" Mescid(-i Haram'ı) imar etmek, misafirleri ağırlamak, Allah'a yakınlaştırıcı türden olan çeşitli ameller gibi davranışlarını

"boşa çıkartmıştır." Çünkü yüce Allah ancak mü’minin yaptığı salih ameli kabul eder.

"Amellerini boşa çıkartmıştır" ifadesinin, putlara ibadelerini boşa çıkartmıştır, anlamında olduğu da söylenmiştir.

10

Acaba onlar yeryüzünde gezip kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah onları toptan helâk etmiştir. Kâfirlere de onların benzerleri vardır.

Yüce Allah imanın gereğine dikkat çekmek üzere mü’min ve kâfirin hallerini açıkladıktan sonra, ibretle dikkat etmekten sözetmektedir. Yani bunlar Âd, Semud ve Lut kavmi ile diğerlerinin topraklarında, onların hallerinden ibret almak için dolaşmıyorlar mı? Kalbleriyle

"kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin" kendilerinden önceki kâfirlerin sonuçtaki hallerinin

"nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah onları toptan helâk etmiştir" ve kökten imha etmiştir. "Onu toptan helâk etti, mahvetti" ile kullanımı aynı anlamdadır.

Daha sonra yüce Allah Mekke müşriklerini tehdit ederek:

"Kâfirlere de onların benzerleri vardır." Yani öncekilere yapılan bu işin -yok edip helâk etmek- benzeri vardır.

ez-Zeccâc ve et-Taberî dediler ki: " Benzerleri" lâfzındaki "he" zamiri akıbete racidir. Yani Kureyş kavminden kâfir olanlara, îman etmeyecek olurlarsa, geçmiş ümmetlerin yalanlamalarının akıbetinin benzeri sözkonusudur. (Bunların başlarına da onun gibisi gelecektir).

11

Bu böyledir. Çünkü Allah îman edenlerin velisidir, kâfirlerin ise velisi yoktur.

Yani Allah îman edenlerin gerçek dostu ve yardımcısıdır. Abdullah b. Mesud'un kıraatinde:

"Bu böyledir. Çünkü Allah îman edenlerin velisidir" şeklindedir. Burada "mevla (veli)" yardımcı demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. Şair de şöyle demiştir:

"Önündeki ve arkasındaki her iki yolun da,

Korkuya karşı kendisinin mevlası (velisi, dost ve yardımcısı) olacağını zannetti."

Katade dedi ki: Bu âyet-i kerîme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud gününde dağdaki geçitte bulunduğu sırada müşriklerin: Bir güne karşılık, bir gün. Bizim Uzzamız var, sizinse Uzzanız yok, diye bağırdıklarında, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de: "Deyin ki: Allah bizim mevlamız (dost ve yardımcımızdır. Sizin ise mevlanız yok" demesi üzerine inmişti ki, daha önceden (4. âyetin tefsirinin sonlarında) geçmiş bulunmaktadır.

"Kâfirlerin ise velisi yoktur." Allah'a karşı kimse onlara yardımcı olamaz.

12

Şüphesiz ki Allah Îman edip salih amel İşleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kâfirler ise onlar faydalanırlar ve davarların yediği gibi yerler. Kalacakları yerler ise ateştir onların.

"Şüphesiz ki Allah îman edip salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar." Buna benzer âyetler daha önce birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır.

"Kâfirler ise onlar" dünya hayatında davarlar imiş gibi, karınlarından ve arzularından başka hiçbir istekleri olmayan ve yarınları ne olacak diye hatırlarına getirmeyen

"davarların yediği gibi yerler."

Denildiğine göre, mü’min dünyada iken kendisine azık hazırlar, münafık süslenir, kâfir de faydalanır.

"Kalacakları yerler" ikamet edecekleri ve konaklayacakları yerler

"ise ateştir onların."

13

Seni (yurdundan) çıkartan ülkenden daha güçlü nice ülke vardı! Biz yine de onları helâk ettik. Onların yardımcıları yoktur.

"Seni çıkartan ülkenden daha güçlü nice ülke vardı!" âyetinde geçen:

"Nice" lâfzına dair açıklamalar Al-i İmrân Sûresi'nde (3/146. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu lâfız burada:

"Nice" anlamındadır ki; nice... ülke vardır, demektir. el-Ahfeş, Lebid'in şu beyitini zikretmektedir:

"Biz nice krallar ve yönetilenler gördük,

Ve zincirlere vurulmuş esirin zincirlerini açan anahtarlar."

Buna göre âyet, nice ülke ahalisi vardır ki... demektir. Ahalisi,

"Seni çıkartan ülkenden" ülke ahalisinden

"daha güçlü nice ülke vardı. Biz yine onları helâk ettik. Onların yardımcıları yoktu."

Katade ve İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den mağaraya doğru çıkıp gidince, Mekke'ye döndü ve şöyle dedi: "Allah'ım (da biliyor ki), sen Allah'ın en çok sevdiği bir ülkesin. Benim de en sevdiğim ülke sensin, eğer senin ahalin olan müşrikler beni çıkartmamış olsalardı, ben de senden çıkıp gitmezdim." Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Heysemî, Mecmâu'z-Zevaid, III, 283; Ebû Yala; Müsned, V, 69; İbn Abdi’l-Berr, Temhîd, VI, 33; Müsned, IV, 305 (az farkla Ebû Hüreyre den) Bunu es-Salebi zikretmiş olup sahih bir hadistir.

14

Rabbinden apaçık bir delil üzere olan, kötü ameli kendisine süslü gösterilen ve hevalarına uyan kimseler gibi midir?

"Rabbinden apaçık bir delil üzere olan" âyetinin başındaki (soru için getirilen) "elif," takrir (söyletme) "elifidir.

"Apaçık bir delil" lâfzı, sebat ve yakîn demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Ebû'l-Aliye dedi ki: Bu kimse Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır, apaçık delil de vahiydir.

"Kötü ameli" yani putlara ibadeti

"kendisine süslü gösterilen" bu da Ebû Cehil ve kâfirlerdir

"ve hevalarına" yani canlarının çektiklerine, arzularına

"uyan kimseler gibi midir?"

Bu süslü gösterme, yaratılış itibariyle Allah tarafındandır. Şeytan tarafından da davet ve vesvese suretinde olması mümkün olabileceği gibi, kâfir tarafından da olması mümkündür. Yani kâfirin kendisi yaptığı kötü işi kendi kendisine süslü göstermiş ve küfür üzere ısrar etmiş olur.

"Kötü" lâfzı (tekil olarak gelmesi),

"Kendisi" lâfzına göredir. " Uyan kimseler" lâfzının çoğul gelmesi de bu lâfzın manasına binaendir.

15

Takva sahiplerine vaadolunan cennetin durumu şudur: Orada kokusu, tadı değişmeyen sudan nehirler, tadı değişmeyen sütten nehirler, içenlere lezzetli gelen şarabtan nehirler, süzülmüş baldan nehirler vardır. Onlar İçin orada meyvelerin her türlüsünden ve Rabblerinden bir mağfiret dahi vardır. (Bunlar) ateşte ebediyyen kalıcı ve bağırsaklarını paramparça eden kaynar sudan içirilen kimseler gibi midir?

Yüce Allah:

"Şüphesiz ki Allah îman edip salih amel işleyenleri... cennetlere sokar" (Muhammed, 47/12) diye buyurduktan sonra

"takva sahiplerine vaadolunan cennetin durumu şudur" âyeti ile bu cennetlerin niteliklerini bildirmektedir. Yani takva sahipleri İçin hazırlanmış olan cennetin niteliği şudur... Bu hususa dair açıklamalar daha önce er-Ra'd Sûresi'nde (13/35. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ali b. Ebî Talib:

"Durumu" anlamı verilen lâfzı diye okumuştur.

"Orada kokusu, tadı değişmeyen sudan nehirler... vardır" âyetinde geçen ve;

"kokusu, tadı değişmeyen" anlamı verilen aynı anlamdadır. "Suyun kokusu değişti, değişir, değişmek" demektir.

Aynı şekilde de aynı anlamdadır. Her ikisinde de fiilin ikinci harfi kesreli olarak diye de kullanılabilir. Bu açıklamayı el-Yezidî yapmıştır.

"Adam kuyuya girdi, kuyunun yahutta başka bir şeyin kötü kokusu ona isabet ettiğinden ötürü bayıldı ya da başı döndü, bayılır, başı döner" anlamındaki kullanım ise sadece (mazisinde) "sin" harfi kesreli olarak kullanılır, başka türlü kullanılmaz. Şair Züheyr de şöyle demiştir:

"Rakibimi parmak uçları sararmış olarak bıraktığım olur.

Kuyuya su almak için inip, üzerine pis kokular bulaştığından başı donenin döndüğü gibi,

mızrak onun içinde olduğu halde kıpırdanır, durur."

Bu beyitin son kelimesi "Kuyunun kötü kokusundan dolayı baygın düşmüş kimse" şeklinde de rivâyet edilir (ki bu da aynı kelimenin bir söyleyişidir).

"Su (tadı, kokusu) değişti" demektir. Ebû Zeyd dedi ki: "Hastalandı ve gecikti" demektir.

Ebû Amr dedi ki: " Kişi babasının huyunu aldı" demektir, el-Lahyanî: Ona benzemesi halinde bu tabir kullanılır, demiştir.

Genel olarak: "Değişen" şeklinde "elif" med ile okunmuştur. İbn Kesîr ve Humeyd ise medsiz. Olarak diye okumuş olup, bunlar iki ayrı söyleyiştir. Tıpkı; ile lâfızlarının aynı anlamda; sakınan, çekinen, tetikte bulunan) gibi. el-Ahfeş dedi ki: Medsiz kullanımda şimdiki hal (zaman) kastedilir. Medli kullanımda ise gelecek (geniş zaman) kastedilir.

"Tadı değişmeyen sütten nehirler" yani dünyadaki sütler ekşiyerek tadı değiştiği gibi, uzun süre kaldığından dolayı ekşimeyen sütten nehirler

"içenlere lezzetli gelen şaraptan nehirler" yani dünya şarabı gibi (meyvesi sıkılırken) ayaklarla kirletilmemiş ve ellerin bulandırmadığı, dolayısıyla tadı da lezzetli, içmesi hoş ve içenlere tiksinti vermeyen "şaraptan nehirler"; "Lezzetli şarap" demektir, de aynı anlamdadır. "Onu lezzetli buldu" anlamındadır.

"Süzülmüş baldan nehirler..." Bal arının akan salyası demektir.

"Süzülmüş" ise mumdan ve diğer yabancı maddelerden arıtılmış demektir. Allah balı bu şekilde yaratmıştır. Bu bal ne ateş üzerinde arıtılmış olacak, ne de arılar tarafından kirletilmiş olacak,

Tirmizî'de Hakim b. Muaviye'den, o babasından, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyete göre peygamber şöyle buyurmuştur: "Cennette su denizi, bal denizi, süt denizi, şarap denizi vardır: Bundan sonra da ondan nehirler ayrılır." (Tirmizî) dedi ki: Hasen, sahih bir hadistir. Tirmizi, IV, 699; Müsned, V, 5

Sahihi Müslim'de de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat'ın hepsi de cennet ırmaklarındandır." Müslim, IV, 2183; Müsned, II, 289, 440.

Ka'b dedi ki; Dicle ırmağı cennetliklerin su ırmağıdır, Fırat süt ırmakları, Mısır ırmağı şarab ırmağı, Seyhan da onların bal ırmağıdır, Bu dört nehir Kevser ırmağından çıkarlar.

"Bal" hem müzekker, hem müennes olarak kullanılır. İbn Abbâs dedi ki:

"Süzülmüş baldan" arıların karnından çıkmamış olan baldan, demektir,

"Onlar için orada meyvenin her türlüsünden" âyetindeki; .den" lekid için fazladan gelmiştir.

"Ve Rabblerinden" günahlarına

"bir mağfiret dahi vardır."

"(Bunlar) ateşte ebediyyen kalıcı... kimseler gibi midir?" el-Ferrâ'' dedi ki: Yani hiç bu nimetler arasında ebedi kalacak kimse cehennem ateşinde ebediyyen kalacak kimse gibi olur mu?

ez-Zeccâc dedi ki; Hiç Rabbinden gelmiş apaçık bir delil üzere olup kendisine bu şeylerin verildiği kişi, kötü ameli kendisine süslü gösterilip cehennemde ebedi kalacak kimse gibi midir? Buna göre "kimse gibi" anlamındaki lâfız, yüce Allah'ın:

"Kotu ameli kendisine süslü gösterilen" âyetinden bedeldir.

İbn Keysan dedi ki: Bu meyve ve ırmakların bulunduğu cennetin misali, hiç Hamim (kaynar su)yun ve Zakkumun içinde bulunduğu ateşin misali gibi olur mu? Hiç ebedi nimetler içerksinde bulunan cennetlikler, kalıcı azâb içerisinde bulunan cehennemlikler gibi olur mu?

"Ve bağırsaklarını paramparça eden kaynar sudan içirilen kimse gibi midir?" Son derece kaynayıp coşan sıcak su, kendilerine yaklaşıldığı vakit yüzlerini yakar ve perçemleri dökülür. O suyu içtikleri takdirde bağırsaklarını paramparça eder ve arka yollarından çıkartır.

" Bağırsaklar" lâfzı (........)'in çoğulu olup bunun tesniyesi -ikili-; şeklinde gelir. Karın boşluğundaki bütün bağırsaklara bu ad verilir.

16

Onlardan gelip seni dinleyenler de vardır. Yanından çıktıklarında kendilerine İlim verilmiş olanlara: "Az önce ne söyledi?" derler. İşte bunlar, Allah'ın, kalplerine mühür vurduğu ve hevalarına uyup gitmiş kimselerdir.

"Onlardan gelip seni dinleyenler de vardır." Yani davarların yediği gibi yiyip faydalanan, kötü amelleri kendilerine süslü gösterilmiş bulunan bu kimseler arasından gelip seni dinleyenler de vardır; ki bunlar Abdullah Ubeyy b. Selul, Rifaa b. et-Tabut, Zeyd b. es-Salit, el-Haris b. Amr ve Malik b. Duhşum gibileridir. Bunlar cuma günü hutbede hazır bulunurlardı. Hutbede münafıklardan sözedildi mi peygamberden yüz çevirirler ve dışarı çıktılar mı onun hakkında soru sorarlardı. Bu açıklamayı el-Kelbî ve Mukâtil yapmıştır.

Bir başka açıklamaya göre bunlar Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda mü’minlerle birlikte bulunurlar, onun söylediklerini dinlerler, mü’min kimseler onun söylediklerini beller, kâfirler ise bellemezlerdi.

"Yanından çıktıklarında" senin meclisinden ayrıldıklarında

"kendilerine ilim verilmiş olanlara..." İkrime; bu Abdullah b. Abbas'tır diye açıklamıştır. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Ben kendilerine soru sorulan kimselerden yani kendilerine ilim verilmiş kimselerden idim.

Yine İbn Abbâs'tan gelen bir rivâyette; bununla Abdullah b. Mesud'un kastedildiğini söylemiştir. Aynı şekilde Abdullah b. Bureyde de bu Abdullah b. Mesud'dur, demiştir. el-Kasım b. Abdu'r-Rahmân, Ebû'd-Derda'dır, İbn Zeyd ise bunlar ashab-ı kiramdır, demişlerdir.

"Az önce ne söyledi, derler." Bunu alay olsun diye söylüyorlardı. Yani ben onun ne söylediğine hiç önem vermiyorum.

ile "içinde bulunulan vakte en yakın an" kastedilir. Bu da "bir şeye başladım" anlamında kullanılan gelmiştir. " Yeni bir iş" tabiri de buradan geldiği gibi, "Kimsenin otlanmadığı bir bahçe" tabiri de buradan gelmektedir. "Kendisinden hiçbir şey içilmemiş bir kase'ye de; denilir. Tıpkı hiç otlanılmamış bir bahçe gibi, henüz kendisinden içilmemiş olduğu anlatılmak istenmektedir. Şair de şöyle demiştir:

"Komşularının sırları kendilerine haramdır.

Komşuları da yemek kablarının kıyısından yer."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Şüphesiz; ki sade pişen etlerle ekmekler,

Güzel şarkıcı cariye ile içilmedik kaseler,

Atlılara mızrak saplayanlaradır, atlar da kötü ve ağır yürürken."

Şair İmruu’l-Kays da şöyle demektedir:

"Beni ta başından ilkinde taşımaya koyuldu."

"Herşeyin ilki ve başı" demektir.

Katade bu münafıklar hakkında şunları söylemektedir: İnsanlar iki türlüdür. Birisi Allah'tan gelen buyrukları aklıyla kavrayıp duyduklarıyla faydalanan kişidir. Birisi ise aklıyla kavramadığı gibi, duyduklarıyla faydalanmayan kişidir.

Şöyle denirdi: İnsanlar üç türlüdür: Birisi duyduklarıyla amel eden, birisi duyduklarını aklıyla kavrayan, birisi de duyduklarından gafil ve onları terkeden kimse.

"İşte bunlar, Allah'ın kalplerine mühür vurduğu" böylelikle îman etmeyen

"ve" küfürde

"hevalarına uyup gitmiş kimselerdir."

17

Hidayeti bulanların ise hidayetlerini arttırmış ve kendilerine takvalarını vermiştir.

"Hidayeti bulanların" îmana yol bulanların

"ise hidayetlerini arttırmıştır." Bir açıklamaya göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların hidayetlerini arttırmıştır. Diğer bir açıklamaya göre ise, dinledikleri Kur'ân-ı Kerîm onların hidayetlerini arttırır. Yani yakînleri kat kat artar.

el-Ferrâ'' dedi ki: Münafıklardan ve onların alay etmelerinden yüz çevirmeleri onların hidayetlerini arttırmıştır.

Neshedici âyetin inişi, onların hidayetlerini arttırmıştır, diye de açıklanmıştır.

Artan hidayetlerinin ne olduğu hususunda dört görüş vardır:

1- er-Eabî b. Enes'in açıklamasına göre ilimlerini arttırmıştır.

2- ed-Dahhak'a göre onlar dinlediklerini bilmiş ve bildikleriyle amel etmiş kimselerdir.

3- el-Kelbî'yc göre dinlerindeki basiretlerini ve peygamberlerini tasdik etmelerini arttırmıştır.

4- Sahih oldukları îman sebebiyle kalplerine genişlik verilmiştir.

"Ve kendilerine takvalarını vermiştir." Yani onlara takvayı ilham etmiştir. Denildiğine göre bu da beş türlü açıklanmıştır:

1- er-Rabî'a göre onlara haşyeti (saygı ile korkuyu) vermiştir.

2- es-Süddî'ye göre ahirette takvalarının sevabını,

3- Mukâtil 'e göre kendilerine farz kılınan şeyleri işleme muvaffakiyetini,

4- İbn Ziyad ve yine es-Süddî'nin dediğine göre; nelerden sakınacaklarını açıklamayı,

5- Atiyye'ye göre mensubu terkedip, nasih ile amel etmeyi vermiştir.

el-Maverdî dedi ki: Akıncı bir İhtimal de ruhsatları terkedip azimetler gereğince uygulama yapmayı vermiştir.

"Kendilerine... vermiştir" anlamındaki âyet -yine aynı anlama gelen diye de okunmuştur.

İkrime dedi ki: Bu âyet-i kerîme, kitab ehlinden îman eden kimseler hakkında inmiştir.

18

Artık onlar kıyâmetin kendilerine ansızın gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun alametleri gelmiş bulunuyor. O halde onlara geldiğinde öğüt almalarının kendilerine faydası ne olur ki?

"Artık onlar kıyâmetin kendilerine ansızın" ummadıkları bir zamanda

"gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar." Bu, kâfirler için tehdittir.

"İşte onun alametleri" belirtileri, işaretleri

"gelmiş bulunuyor." Onlar kitaplarında Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberlerin sonuncusu olduğunu okumuşlardır. Onun peygamber olarak gönderilmesi kıyâmetin alamet ve delülerindendir. Bu açıklamayı ed-Dahhak ve el-Hasen yapmıştır.

Sahih'te, Enes'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şehadet parmağı ile orta parmağı yanyana getirerek: "Ben ve kıyâmet bu ikisi gibi gönderildim" diye buyurmuştur. Bu Müslim'in lâfzıdır. Buhârî, Tirmizi ve İbn Mace de bu hadisi rivâyet etmişlerdir Müslim, IV, 2269; Buhârî, V, 2JH5; Tirmizi, IV, 496; Müsned, III, 123, 130, 131, 193, 218, 222. Bu âyet ayrıca: "Ben ve kıyâmet at başı yarışan iki at gibi gönderildik." şeklinde de rivâyet edilmektedir. Beyhaki, Şuabu'l-Îman, VII, 260.

Bir başka açıklamaya göre kıyâmetin alametleri (şartlan) büyük kıyâmetten önceki sebeplerdir. Bu kelime (şart) ile aynı kökten olmak üzere, insanlardan çıkan kurtlara (şerit ve tenyaya) denilir.

Kıyâmet alametleri ile ayın yarılması ve dumanın ortaya çıkması kastedilmiştir, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır.

el-Kelbî'den rivâyete göre maksat malın, ticaretin, yalan şahitliğin, akrabalık bağlarının kesilmesinin çoğalması, şerefli ve cömert kişilerin azalıp bayağı ve adi şahsiyetlerin çoğalmasıdır. Biz bu hususa dair yeterli açıklamaları "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun.

"Alametler" anlamına gelen lâfzının tekili: (........)dır. Asıl anlamı " alametler" dir. Polislere; denilmesi de buradan gelmektedir. Çünkü bunlar kendilerine kendisi vasıtasıyla tanındıkları bir alamet tesbit etmişlerdir. Alışveriş ve başka şeylerde koşulan (şart) tabiri de buradan gelmektedir, Ebû'l-Esved şöyle demiştir:

"Eğer sen aramızdaki bağların koparılmasını kararlaştırmış isen,

Zaten onun ilk hallerinin şartlarını (alametlerini) ortaya çıkarmış bulunuyorsun."

Bir kimsenin herhangi bir işte kendisini bağlaması ve o işe ayırmasını anlatmak üzere de -aynı kökten olmak üzere denilir. Evs b. Hacer de bir dağın tepesinden -kendisine bir yay yapmak maksadı ile bir kayın ağacını kesmek üzere kendisini sarkıtan birisini anlatırken şunları söylemektedir:

"O ağaç için kendisini sarkıttı, bağlı olduğu halde,

Kendisine ait birtakım sebepleri bir kenara bırakıp tevekkül etti."

"...Kendilerine ansızın gelmesinden" âyetindeki: "(me..." edatı; "saat: kıyâmet'ten bedel-i istimaldir. Yüce Allah'ın: "Çiğnemeyecek" âyetinin, "Mü’min erkeklerle, mü’min kadınlar" (el-Feth, 48/25) âyetinden bedel olduğu gibi.

"Ansızın" anlamındaki âyet "te" harfi şeddeli olarak; diye ve: "Yaban eşeği sürüsü" vezninde de okunmuştur. Ancak bu okuyuş oldukça garib bir okuyuştur. Kaynaklarda buna benzer bir okuyuş varid olmuş değildir. Bu okuyuş Ebû Amr'dan rivâyet edilmiştir.

ez-Zemahşerî dedi ki: Ben Ebû Amr'dan bunu rivâyet edenin yanlışlık yapmış olacağından da korkarım. Bunun doğru şekli şeddesiz olarak ve "ğayn" harfi üstün olarak diye okunmasıdır. el-Hasen'in kıraati gibi.

Ebû Cafer er-Ruasî ve başkaları Mekkelilerden: "Şayet onlara ansızın gelirse..." diye okuduklarını rivâyet etmişlerdir.

el-Mehdevî dedi ki: Bu şekilde okuyanların kıraatine göre "saat (kıyâmet)" lâfzı Üzerinde vakıf yapar, sonra şart cümlesi ile yeniden okumaya başlar. Burada ifadede sözkonusu olan şüphe ise, insanlar ile alakalı bir şüphedir. Sanki şöyle denilmiş gibidir: Eğer onlar kıyâmetin gelişinde şüphe ediyor iseler "işte onun alametleri gelmiş bulunuyor" demek olur.

"O halde onlara geldiğinde öğüt almalarının kendilerine ne faydası olur ki?" âyetindeki: " Öğüt almaları" rmibtedadır, "kendilerine ne faydası olur ki" âyeti da haberdir, "Onlara geldiğinde" lâfzındaki merfu zamir de kıyâmete aittir. İfadenin takdiri de şu anlamdadır: Kıyâmet onlara geldiği vakit onlar nereden öğüt alacaklar? Bu anlamdaki açıklamayı Katade ve başkaları yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Kıyâmetin gelişi esnasında onlar öğüt alacak olurlarsa, nasıl kurtulabileceklerdir? Bu açıklamayı da İbn Zeyd yapmıştır.

Buradaki öğüt (ez-zikra); iki türlü açıklanmıştır:

1- İşlemiş oldukları hayır ya da şer türünden işlerin kendilerine hatırlatılması,

2- Müjdelemek ya da korkulmak maksadı ile isimleriyle çağmlmaları. Eban'ın, Enes'ten onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetine göre peygamber şöyle buyurmuştur: "İsimlerinizi güzel koyunuz. Çünkü siz kıyâmet gününde o isimlerle çağırılacaksınız. Ey filan nuruna kalk, ey filan kalk senin nurun yok (denilecek)." Maverdı, Nüket, V, 299; Deylemi, Firdevs, I, 98; Zehehî, Mizanu'l-İ'tidal, III, 29'da bu hadisin sadece Davud b. Amr yoluyla rivâyet edildiğini, İbn Main tarafından sika (güvenilir) kabul edilirken, el-İdi'nin pek kuvvetli olmadığını söylediğini kaydeder. (Bk. Maverdi, aynı yer, dipnot: 293). Bunu da el-Maverdî zikretmiştir.

19

Onun için bil ki: "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." Hem kendi günahın, hem de mü’min erkeklerle mü’min kadınlar için mağfiret dile. Allah dönüp dolaştığınız yeri de barındığınız yeri de bilir.

"Onun İçin bil ki: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur" âyeti hakkında el-Maverdî şöyle demektedir: iler ne kadar Rasûlullah yüce Allah'ı bilen birisi ise de bu âyete dair üç türlü açıklamada bulunulmuştur:

1- Yüce Allah'ın, sana Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığını bildirdiğini bil.

2- İstidlal yoluyla bildiğin hususu artık katî bir haber olarak da bil.

3- Allah'tan başka hiçbir ilahın olmadığını zikret. Böylelikle yüce Allah, zikri (Peygamber'in) kendisi yapacağından ötürü, ilim diye ifade etmiş olmaktadır.

Süfyan b. Uyeyne'den nakledildiğine göre ona ilmin faziletine dair soru sorulmuş, o da şöyle demiş: Sen yüce Allah'ın önce ilmi sözkonusu eden: "Onun için bil ki; Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Hem kendi günahın İçinmağfiret dile" diye buyurduğunu ve ilimden sonra ameli emretmiş olduğunu duymadın mı? Yine yüce Allah'ın:

"Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir... Rabbinizden bir mağfirete... birbirinizin yarışın" (el-Hadid, 57/20-21) diye buyurduğunu;

"Bilin ki, mallarınız da, evlatlarınız da birer imtihandır..." (el-Enfal, 8/28) diye buyurduktan sonra -bir başka yerde-:

"O halde onlardan sakının" (et-Teğabun, 64/14) diye buyurduğu gibi;

"Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a... aittir" (el-Enfal, 8/41) diye buyurup bundan sonra da ameli emreden buyrukları duymadın mı?

"Hem kendi günahın... İçin mağfiret dile" âyetinin iki anlama gelme ihtimali vardır:

1- Senden bir günah sadır olur diye Allah'tan mağfiret dile.

2- Seni günahlardan koruması için Allah'tan mağfiret dile.

Şöyle de açıklanmıştır: Ona mü’minlerle, kâfirlerin durumunu sözkonusu ettikten sonra îman üzere sebat etmesini emretmektedir. Yani sen üzerinde bulunduğun tevhid, ihlâs ve kendisinden istiğfar dilemeyi gerektirecek hususlardan titizlikle sakınıp uzak durma halin üzere sebat göster.

Bir başka açıklamaya göre burada hitab, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla birlikte, bununk kastedilen onun ümmetidir. Bu görüşe göre âyet-i kerîme bütün müslümanlar hakkında geçerli olmak üzere insanların Allah'tan mağfiret dilemelerini gerektirmektedir.

Denildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kâfirlerle münafıkların küfründen dolayı kalbinden rahatsızlık duyuyor ve göğsü daralıyordu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yani şunu bil ki, senin bulunduğun bu sıkıntıyı Allah'tan başka kimse gideremez. O bakımdan kalbin O'ndan başkasına bağlanmasın. Ümmetin kendisine uyması için mağfiret dilemekle emrolunduğu da söylenmiştir.

"Hem de mü’min erkeklerle, mü’min kadınlar için" onların günahları için

"mağfiret dile." Bu âyet, şefaatte bulunması için bir emirdir.

Müslim, Âsım el-Ahvel'den, o Abdullah b. Sercis el-Mahzumî'den rivâyetle şöyle dediğini zikretmektedir: Peygamber'in huzuruna vardım ve onan yemeğinden yedim. Ey Allah’ın Rasûlü dedim, Allah sana mağfiret buyursun. (Âsım dedi ki:) Benim arkadaşım da ona: Pekî Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sana mağfiret diledi mi? diye sordu, Abdullah: Evet senin için de, dedi. Sonra da şu âyeti okudu:

"Hem kendi günahın, hem de mü’min erkeklerle mü’min kadınlar için mağfiret dile!" Sonra arka tarafına döndüm, İki omuzu arasındaki peygamberlik mührüne baktım. Onun tıpkı siğilleri andıran bir yumruk kadar bir ben olduğunu gördüm. Müslim, IV, 1823; Müsned, V, &2.

"Allah dönüp dolaştığınız yeri de barındığınız yeri de bilir" âyetinin açıklaması ile ilgili beş görüş vardır;

1- O sizin yaptığınız işlerde ve ikamet halinizde işlediğiniz amelleri bilir.

2- Gündüzün işlediğiniz ameller sırasında

"dönüp dolaştığınız yerî de" geceleyin uykuda iken

"barındığınız yeri de bilir."

3- Dünyada

"dolaştığınız yeri de" hem dünyada, hem de ahirette

"barındığınız yeri de bilir" diye de açıklanmıştır ki; bu açıklama İbn Abbâs ve ed-Dahhak'a aittir.

4- İkrime dedi ki: Babaların sulblerinden, annelerin rahimlerine

"dönüp dolaştığınız yeri de" yeryüzünde kaldığınız

"barındığınız yeri de bilir."

5- İbn Keysan dedi ki: Belden karna, oradan dünyaya

"dönüp dolaştığınız yeri de" kabirlerde "barındığınız yeri de bilir.

Derim ki: Ayetin genel anlamı bunların hepsini kapsar. Âdemoğullarının hiçbir hareketi ve durağı Allah'a gizli değildir. Onun bütün mahlukatının durumu da böyledir. O bunların hepsini daha meydana gelmeden geneliyle, özeliyle, detayıyla, tîkiyle, sonuncusuyla bütün hallerini, durumlarını bilir. O her türlü eksiklikten münezzehtir, O'ndan başka ilâh yoktur.

20

Îman edenler der ki: "Bir sûre indirilmeli değil mi idi?" Muhkem bir sûre indirilip içinde savaş (emri) verilince, kalplerinde hastalık bulunanların, üzerine ölüm baygınlığı gelmiş (kimse) gibi sana baktıklarını görürsün. O onlara yakın ola!

"Îman edenler" yani ihlâs sahibi mü’minler

"der ki: Bir sûre indirilmeli değil mi idi?" Bu onların vahye duyduktan özlem ile cihad ve mükâfatına olan tutkuları dolayısıyla söyledikleri sözleridir.

"Muhkem" yani kendisinde neshin sözkonusu olmadığı

"bir SÛRE indirilip..." Katade dedi ki: Cihadın sözkonusu edildiği herbir sûre muhkemdir. Bu sûreler münafıklara karşı en ağır sureleridir.

Bu âyet, Abdullah b. Mesud'un kıraatinde: "Nüzulü yeni bir sûre indirilip..." şeklindedir.

"...İçinde savaş" yani cihadın farzolduğu emri

"verilince..." Bu âyet da: " Bir sûre indirilip içinde savaş emrini verirse" şeklinde "emir verme" anlamındaki fiil malum ve "savaş" lâfzı da nasb ile okunmuştur.

"Kalplerinde hastalık" şüphe ve münafıklık

"bulunanların üzerine ölüm baygınlığı gelmiş (kimse) gibi sana baktıklarını görürsün." Ölüm esnasında gözü yerinden kayan kimse gibi gözlerini irileştirerek, keskin bakarak, öfkeli ve mütereddid bir şekilde baktıklarını görürsün. Buna sebeb ise savaştan korkmaları ve savaşa karşı direnemeyişleri, tahammül gösteremeyişleri, içten içe de kâfirlere meyilli olmalarından dolayıdır.

"O onlara yakın ola. İtaat edip güzel söz söylemeli (İdiler)" buyruğunduk!:

"o onlara yakın ola" tabiri hakkında el-Cevherî şunları söylemektedir: Arapların: " Sana yakın ola, sana daha çok yakışır" tabirleri bir tehdittir, Şair şöyle demiştir:

"Yakın ola, sonra yakın ola, sonra yakın ola.

Acaba hiç doğumu yakın bir davardan, süt sağılabilir mi?"

el-Esmaî, kendisini helâk edecek şey ona çok yakın oldu. Yani başına gelip indi, diye açıklamış ve şu beyiti zikretmiştir:

"Aralarından ikisi arasından arka arkaya gidip durdu,

Üçe daha da ilave etmesi daha da uygundur."

Burada, nerdeyse üçe daha fazlasını da ilave edecekti, demektir.

Sa'leb dedi ki: Bu tabir hakkında el-Esmaî'nin yaptığı açıklamadan daha güzel bir açıklamayı kimse yapabilmiş değildir.

el-Müberred dedi ki: Helâk olmak üzere olup da sonradan, bundan kurtulan kimseye denilir ki; bu da "helâk olmaya yaklaştım" demektir. Nitekim rivâyete göre bir bedevi Arap ardı arkasına avlara atış yaptığı halde avı yakalayamıyor, o da diyordu. Sonra bir ava ok attı, ona çok yakın düştükten sonra yine av elinden kurtulunca şunları söyledi:

"Eğer bu avın arkadaşlara yiyecek olması daha uygun olsaydı, ben

avlardım onları, Fakat evla olan (daha uygunu) onları aç bırakmaktır."

Bu tabirin, bir kimsenin arkadaşına: "Ey mahrum, sen neler kaybettin!" demesine benzer, diye de açıklanmıştır. el-Cürcanî dedi ki: Bu: " Veyl"den alınmış olduğundan, veznindedir. Şu kadar var ki bunda kalb (harflerin değiştirilmesi) vardır. Bu da aynu’l-fül (kelimenin ikinci harfi)'nin lamu’l-fiil (üçüncü harfi) yerine geçmiş olmasıdır.

Yüce Allah'ın:

"O onlara yakın ola" âyeti ile ifade tamam olmaktadır. Katade dedi ki: Ceza onlara daha uygundur, diye buyurulmuş gibidir. Hoşlanmadıkları şey onların peşindedir, diye de açıklanmıştır.

21

İtaat edip güzel söylemeli (idiler). Ama İş ciddileşince, eğer onlar Allah'a karşı sadakat gösterselerdi, bu onlar için elbet daha hayırlı olurdu.

Daha sonra

"İtaat edip güzel söz söylemeli (idiler)" diye buyurmuştur. Yani itaat, güzel söz daha uygun ve daha güzeldir. Sîbeveyh ve el-Halil'in benimsediği görüş budur. İfadenin: Biz itaat etmekle ve güzel söz söylemekle emrolunduk, takdirinde olduğu söylenmiş olup, mübteda hazfedilmiştir. Bu durumda;

"O onlara yakın ola" âyeti üzerinde vakıf yapılır. Aynı şekilde "Bizden itaat görülmelidir, derler" şeklinde ifadeyi takdir edenlere göre de durum böyledir.

İkinci âyetin birincisine muttasıl (bitişik) olduğu da söylenmiştir.

"Onlara" âyetindeki "lam," "be" anlamındadır. Yani itaat etmek onlara daha uygun, daha yakışır. Allah'ın emirlerini terketmektense onlar için itaat, hakka daha uygundur. Bu aynı zamanda Ubeyy'in kıraatidir. O: "Onlar itaat... derler" şeklinde okumuştur.

"İtaat" lâfzının şu takdirde "sûre"nin sıfatı olduğu da söylenmiştir: İtaat edilmesi gerekli (hükümler ihtiva eden) bir sûre indirildiği vakit... demektir, Bu takdire göre ise; "O; onlara yakın ola" anlamındaki âyet üzerinde vakıf yapılmaz.

İbn Abbâs dedi ki: Onların

"itaat" demeleri yüce Allah'ın münafıklara dair verdiği bir haberdir. Onlar itaat ediyoruz derler ve güzel söz söylerler, demektir.

Bir diğer açıklamaya göre: Bu onlar hakkında farzların yerine getirilmesi gerektiği anlamındadır. Fakat farzlara dair hükümler indi mi bu hükümlerin inmesi onlara ağır gelir, bu açıklamaya göre;

“ Yakın ola" lâfzı üzerinde vakıf yapılır.

"Ama iş ciddileşince" savaş ciddileşince yahut da savaş farz kılınınca ondan hoşlanmazlar. Buna göre,

"ondan hoşlanmazlar" anlamındaki takdir, "...ince'nin cevabı olup hazfedilmiştir. Anlamın is sahibi kimseler (amirler) ciddi karar verince... demek olduğu da söylenmiştir.

"Eğer onlar Allah'a karşı" îman ve cihad hususunda

"sadakat gösterselerdi, bu onlar için" isyan etmekten ve emirlere karşı gelmekten

"elbet daha hayırlı olurdu."

22

Sizden beklenen yönetimi ele alırsanız, yeryüzünde fesad çıkarmak ve akrabalık bağlarınızı paramparça etmek değil midir ki!...

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Kâfir ve Münafıklar Yönetimi Ele Alırlarsa...

"Sizden beklenen yönetimi ele alırsanız..." âyetinde yer alan:

"Yönetimi ele alırsanız" âyetinin "vilayef'den geldiği söylenmiştir. Ebul-Aliye dedi ki: Yani siz yönetimi ele geçirip yöneticilik makamına getirilecek olursanız, rüşvetler almak suretiyle yeryüzünde fesad çıkartmaktan başka ne yaparsınız?

el-Kelbî de şöyle açıklamıştır: Yani siz ümmetin yönetim işini ele geçirdiğiniz takdirde zulümle yeryüzünde fesad çıkarmaz mısınız?

İbn Cüreyc de şöyle açıklamıştır: Sizler itaatten yüz çevirdiğiniz takdirde, masiyetlerle, akrabalık bağlarını koparmakla yeryüzünde fesad çıkartmaktan başka ne yaparsınız ki? Ka'b: Sizler iş başına geldiğiniz takdirde birbirinizi öldürmekten başka ne yapacaksınız, diye açıklamıştır.

Bir başka görüşe göre bu kelime "bir şeyden yüz çevirmek" anlamında kullanılmıştır. Katade dedi ki: Sizler Allah'ın Kitabından yüz çevirdiğiniz takdirde haksız yere kan dökmek ve akrabalık bağlarınızı koparmak suretiyle yeryüzünde fesad çıkartmaktan başka ne yapacaksınız?

Şöyle de açıklanmıştır: Buradaki:

"Sizden beklenen... değil midir ki" âyetinin anlamı şudur: Sizler Kur'ân'dan yüz çevirecek, onun hükümlerinden ayrılacak olursanız, büyük bir ihtimalle yeryüzünde fesad çıkartarak, cahiliyenize geri dönersiniz. Buradaki "sin" harfi üstün ve esre olarak okunmuştur. Buna dair yeterli açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/246. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. ("Tevdii: Yüz çevirmek ya da yönetimin başına gelmek" ile ilgili açıklamalar da el-Bakara, 2/205- âyetin tefsirinde geçmiş bulunmaktadır.)

Bekr el-Müzenî dedi ki: Bu âyet-i kerîme Haruriler ile Hariciler hakkında inmiştir. Ancak böyle olması uzak bir ihtimaldir. Daha kuvvetli görülen bu âyetle münafıkların kastedildiğidir.

İbn Hayyan: Kastedilenler Kureyşlilerdir, demiştir. Buna yakın bir açıklamayı el-Müseyyeb b. Şerik ile el-Ferrâ'' da yapmışlardır, Şöyle demişlerdir: Bu Umeyye oğulları ile Haşim uğulları hakkında inmiştir. Bu tevilin (yorumun) delili Abdullah b. Muğaffel'ın zikrettiği şu rivâyettir: Abdullah dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim:

"Sizden beklenen yönetimi ele alırsanız, yeryüzünde fesad çıkarmak... değil midir ki" âyetini okuduktan sonra dedi ki: "Bunlar Kureyş'ten olan şu aşirettir. Allah onlardan insanların başına yönetici oldukları takdirde yeryüzünde fesad çıkarmamak ve akrabalık bağlarını kesmemek üzere söz almış bulunuyor," ibn Hacer. Fethu'l-Bari, VII, 581.

Ali b. Ebî Tâlib: " Yönetimin başına geçirilirseniz" şeklinde "te" harfi ile "vav" harflerini ütreli, "lam" harfini de esreli okumuştur. Aynı zamanda İbn Ebi İshak'ın da kıraatidir. Bunu Ruveys ve Yakub rivâyet etmiştir. Diyor ki: Başınıza zalim yöneticiler getirdiğim takdirde, siz de fitnelerde onlarla birlikte çıkar ve onlara (hak sahiplerine) karşı savaşırsınız.

"Ve akrabalık bağlarınızı" haddi aşmak, zulüm ve haksız öldürmelerle "paramparça etmek değil midir ki?"

Yakub, Sellam, Îsa ve Ebû Hatim; "paramparça etmek" anlamındaki âyeti "te" harfini üstün, "kaf' harfini de şeddesiz olarak; "Kesmek" şeklinde; kökünden gelen bir fiil olarak okumuş ve bu okuyuşlarında yüce Allah'ın:

"ve Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi keserler" (el-Bakara, 2/27) âyetini gozönünde bulundurmuşlardır. Bu kıraati ayrıca Harun, Ebû Amr'dan rivâyet etmiştir. el-Hasen ise yüce Allah'ın: "(Buna rağmen onlar işlerini aralarında parça parça edip ayrılığa düştüler" (el-Enbiya. 21/93) âyetini gozönünde bulundurarak ilk harfleri şeddeli olarak okumuşlardır. Diğerleri ise "te" harfi ötreli, "ti" harfi de şeddeli olarak: " Paramparça edersiniz" anlamında çokluk anlamı ifade etmek üzere kökünden gelen bir fiil olarak okumuşlardır ki, bu da Ebû Ubeyd'in tercih ettiği kıraattir.

“Sîzden beklenen" lâfzına dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/246. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. ez-Zeccâc dedi ki: Nafî'in kıraatinde eğer bu böylece câiz ise; (......)'in kesre ile okunması da câiz olmalıdır.

el-Cevherî der ki: " Bunu yapacağım beklenir" denilebildiği gibi, "sin" harfi kesreli olarak denilebilir. Nitekim: "Sizden beklenen"... değil midir ki" âyetinde "sin" harfi kesreli okunmuştur.

Derim ki: Onun bu açıklamaları bu iki okuyuşun iki ayrı söyleyiş olduğunun delilidir. Buna dair açıklamalar da daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/246. âyetin tefsirinde) yeteri kadarıyla geçmiş bulunmaktadır.

23

İşte böyleleri Allah'ın kendilerini lanetlediği, sağırlaştırdığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.

"İşte böyleleri Allah'ın kendilerini lanetlediği" yani rahmetinden kovup uzaklaştırdığı hakka karşı

"sağırlaştırdığı " ve hayırdan yana kalplerini

"ve gözlerini kör ettiği kimselerdir." Yüce Allah böylelikle bu işleri yapan kimselere lanetinin hak olacağını, işitmesiyle ve görmesiyle faydalanma imkanım kaldırıp işitse dahi hakka boyun eğmeyecek hale geleceğini haber vermekte ve bu kimseyi aklını kullanmayan bir hayvan durumuna düşüreceğini belirtmektedir.

"Sizden beklenen... değil midir ki" diye buyurduktan sonra;

"İşte böyleleri Allah'ın kendilerini lanetlediği..." kimselerdir diye buyurarak, muhatab kipinden sonra bu hususta Arapların adeti üzere- gaib kipi ile ifadelendirmeye geçmiş bulunmaktadır.

24

Onlar Kur'ân'ı iyiden iyiye düşünmezler mi? Yoksa kalpler üzerinde kilitleri mi var?

2- Kur'ân'ı Niçin Düşünmezler:

"Onlar Kur'ân'ı iyiden iyiye düşünmezler mi?" onu iyice belleyip yüce Allah’ın İslâm'dan yüz çeviren kimselere neler hazırladığını böylece öğrenmezler mi?

"Yoksa kalpler üzerinde kilitler mi var?". Bilakis bir takim kalplerin üzerini Allah kilitlediğinden, akıllarını kullanmamakta ve akıl erdirmemektedirler.

Bu hem kaderiyyenin, hem İmâmiyyenin bu husustaki kanaatlerini Kulun kendi fiillerini dolayısıyla hklayer ve dalaletini yarattığına dair kanaatine işaret etmektedir reddetmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar ulaşan ınerfu bir hadiste peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "O kalplerin üzerinde yüce Allah bizzat onları açıncaya kadar demir kilitler gibi kilitler vardır." İbn Kesîr, Tefsir, IV, lSl'de İbn Cerir et-Taberiye atfederek; bu sözleri Peygamber efendimizin ayeti olmadığında, hazır bulunan Yemenli bir gencin söylediği belirtilmektedir

"Kilitlemek" lâfzının asıl anlamı kuruluk ve sertliktir. Nitekim kurumuş ağaçlara da böyle denilir, de onun gibidir. Bu aynı zamanda hem bir bitki, hem bir ses anlamına gelir. Recez vezninde şair şöyle demiştir:

"Sana kurumuş ve oldukça yaşlı haliyle gelince,

Sen de kalkıp kuru değnekle onu dövdün,

O çok saçlı kocamış adamına nasıl da misafirperverlik ettin!?"

Beyitteki: el-Esmaî'den nakledildiğine göre "çok yaşlı adam" demektir. "Oruç onu kuruttu" demektir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî ve el-Cevherî yapmıştır. Burada sözü edilen "kilitler", kalbin kapalılığına ve orada imandan eser bulunmadığına bir işarettir. Yani onların kalplerine îman girmediği gibi, oradan küfür de çıkmaz. Çünkü yüce Allah onların kalplerini mühürlemiştır. Burada yüce Allah:

"Kalbler üzerinde" diye buyurmuştur. Çünkü şayet "onların kalpleri üzerinde" diye buyurmuş olsaydı, onların dışında olanların kalpleri bu kapsamın içerisine girmezdi. Maksat ise; yoksa bunların kalpleri ile bu nitelikte olanların kalpleri üzerinde kilitler mi vardır, şeklindedir.

3- Akrabalık Bağının Gözetilmesi:

Müslim'in, Sahih'inde yer alan rivâyete göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz yüce Allah yaratıkları var edip onların yaratılışını bitirince rahim kalkıp dedi ki: Bu (duruşun), bağı koparılmaktan (sana) sığınanın ayakta duruşudur. Yüce Allah da: Peki seni bitiştireni bitiştirmeme, senin bağını kopartanı da koparmama razı olmaz mısın? diye buyurdu. Rahîm, olurum dedi. Yüce Allah da: Bunu sana verdim, diye buyurdu. Sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: İsterseniz yüce Allah'ın: "Sizden beklenen yönetimi ele alırsanız, yeryüzünde fesad çıkarmak ve akrabalık bağlarınızı paramparça etmek değil midir ki? İşte böyleler! Allah'ın kendilerini lanetlediği, sağırlaşurdığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir. Onlar Kur'ân'ı iyiden iyiye düşünmezler mi? Yoksa kalpler üzerinde kilitler mi var?" âyetini okuyun" diye buyurdu Buhârî, V, 2232; Müslim. IV, 1980; Müsned, II, 330. ancak; Buhârî, IV, 1828 ile VI, 2725'te ayeti okumayı tavsiye edenin Ebû Hüreyre olduğu belirtilmektedir. İbn Hacer, Feihul-Bari, VIII, 580-581'de doğru olanın ayetin okunmasını isteyenin peygamber efendimiz olduğu cihetini tercih etmektedir.

Ayetin zahirinden anlaşılan, onun bütün kâfirlere hitab olduğudur. Katade ve başkaları da şöyle demişlerdir: Âyetin anlamı şudur: Eğer sizler imandan yüz çevirecek olursanız, kan dökeceğiniz için tekrar yeryüzünde fesad çıkarmaya dönebilirsiniz, ya da döneceğinizden korkulur.

Katade dedi ki: Sizler yüce Allah'ın kitabından yüz çeviren bu insanların nasıl bir hale düştüklerini gördünüz? Haram olan kanı dökmediler mi? Akrabalık bağını koparmadılar mı? Rahmân olan Allah'a isyan etmediler mi?

Buna göre burada sözü edilen "akrabalık bağı" yüce Allah'ın:

"Mü’minler ancak kardeştir" (el-Hucurat, 49/10) âyetinde "kardeşlik" ismini vermiş olduğu İslâm dini ve îman akrabalığı bağıdır.

el-Ferrâ'nın görüşüne göre âyet-i kerîme, Haşimoğulları ile Umeyyeoğulları hakkında inmiştir. Maksat da aralarından içinde münafıklık gizleyen kimselerdir. Böylelikle akrabalık bağının koparılması ile kendileri ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arasındaki akrabalık bağına ve onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı yalanlamalarına işaret etmiş olmaktadır. Bu ise onlarla savaşmayı gerektiren bir husustur.

Özetle söyleyecek olursak, akrabalık bağı genel ve özel olmak üzere iki çeşittir. Genel akrabalık din akrabalığıdır. Sürekli îmana bağlı kalmak, Îman ehlini sevmek, onlara yardımcı olmak, samimiyetle öğüt verip iyiliklerini istemek, onlara zararı terketmek, aralarında adalet yapmak, onlarla girişilecek karşılıklı ilişkilerde insaflı olmak, hastalarının ziyareti, ölenlerinin yıkanması, namazlarının kılınması, defnedilmesi gibi... sahib oldukları haklarını ve diğerlerini yerine getirmek suretiyle bu bağı sürekli gözetmek gerekmektedir.

Özel akrabalığa gelince bu da kişinin gerek babası, gerek annesi tarafından meydana gelmiş olan akrabalık bağıdır. Onların özel hakları ve fazlası da vardır. Nafaka, durumlarını görüp gözetmek, zor ve sıkıntılı zamanlarında onları gerekli şekilde kollamaktan yana gafil olmamak gerekir. Ayrıca bunlar hakkında genel akrabalık hakları da daha sağlam bir şekilde gözetilrnelidir. Öyle ki, kişinin üzerinde gözetilmesi gereken haklar birden çok olursa (ve hepsini yerine getiremiyor ise) o takdirde yakın olanın haklarını yerine getirmekle işe başlar.

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Gözetilmesi gereken akrabalık bağı mahrem olan herkesin bütün akrabalandır. Buna göre amca çocukları ile dayı çocukları hakkında böyle bir bağın gözetilmesi gerekmemektedir.

Bir diğer görüşe göre; mirasta -ister mahrem olsun, ister olmasın- hakkında "zevi'l-erham" tabirinin kullanılabileceği bütün akrabalar hakkında geçerlidir. Buna göre kendisi sebebiyle miras alınmayan annenin akrabalarının gözetilmesi vacib olmadığı gibi, o bağın gözetilmemesi de haram değildir.

Ancak bu doğru değildir. Doğrusu "rahim: akrabalık" kavramının kapsamı içerisine giren herkesin her durumda bağının gözetilmesi -ilk olarak zikrettiğimiz şekilde bu ister akrabalık bağı olsun, ister dini akrabalık olsun- gerekmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ebû Davud et-Tayalisî, Müsned’inde kaydettiği bir rivâyette şöyle demektedir; Bize Şu'be anlattı dedi ki: Bana Muhammed b. Abdu'l-Cebbar haber verdi, dedi ki: Ben Muhammed b. Ka'b el-Kurazîyi Ebû Hüreyre'den hadis naklederken dinledim: Ebû Hüreyre dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz rahimin (akrabalık bağının) kıyâmet gününde Arş'ın altında şöyle diyecek bir dili olacaktır: Rabbim koparıldım, Rabbim zulmedildim, Rabbim bana kötülük yapıldı. Rabbi ona şöyle cevab verecek: Seni bitiştireni bitiştirmeme, seni kopartanı da kopartmama razı olmaz" Tayalisi, Müsned, \, 331.

Müslim'in, Sahih'inde de Cubeyr b. Mutim'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan: "Akrabalık bağını koparan bir kimse cennete girmez" diye buyurmuştur, Buhârî, IV, 2231; Müslim, IV, 1981; Tirmizi, IV, 316; Müsned, IV, 80, H3, 84.

İbn Ebi Ömer dedi ki: Süfyan dedi ki: O bununla akrabalık bağını kopartanı kastetmektedir Tirmizî, IV, 316 Bunu Buhârî de rivâyet etmiştir. Buhârî, V, 2231.

4- Akrabalık Bağını Gözetmeye Dair Gelmiş Hadis Rivâyetlerinin Anlamı:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Allah yaratıkları var edip yaratılışlarını bitirince.,." âyetindeki "yaratıkları var etmek" yoktan meydana getirmek demektir ki; önceden de geçtiği üzere bunun esasını takdir teşkil eder. (Bk. el-Bakara, 2/21. âyetin tefsiri) Burada halk (yaratıklar) mahluk anlamındadır. Yüce Allah'ın:

"Bunlar Allah'ın yarattığıdır" (Lukman, 31/11) âyetinde de bu anlamdadır ki; Allah'ın yarattıklarıdır demektir.

"Yaratılışlarını bitirince"; onların yaratılmaları tamamlanınca anlamındadır. Ancak bu onların yaratılmaları ile belli bir süre uğraşıp sonra da bu işini bitirmesinden sonra... demek değildir. Zira yüce Allah'ın fiili, belli bir organla yapmak yahut, onu ele almak suretiyle ortaya çıkmaz. Herhangi bir alet ya da bir çaba ile de değildir. O, bundan yüce ve münezzehtir.

"Rahîm ayağa kalkıp dedi ki" âyeti da iki şekilden birisiyle yorumlanır:

1- Yüce Allah rahim (akrabalık) adına meleklerden bu şekilde konuşacak birisini dikecek ve o da bunları söyleyecektir. Sanki bu melek, akrabalık bağının adına mücadele edip akrabalık bağını gözetenin sevabını o bağı kopartanın da günahını yazmak ile böyle bir ibadette bulunmakla görevlendirilmiş gibidir. Tıpkı diğer amelleri yazmakla görevlendirdiği Kiramen Katibin ile biri diğerine devrederek namaz vakitlerinde hazır bulunmakla görevli meleklerin olduğu gibi.

2- Bu konunun anlaşılması ve bu bağa ileri derecede itina gösterildiğinin belirtilmesi için takdiri ve temsili bir ifadedir. Şöyle buyurmuş gibidir: Eğer rahim (akrabalık bağı) aklı eren ve konuşan bir varlık olsaydı, bu sözleri söyleyecekti. Nitekim yüce Allah:

"Şayet Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki Allah'ın korkusundan onun başını eğerek dağılıp parça parça olduğunu görürdün" (el-Haşr, 59/21) diye buyurduktan sonra: "İşte Biz bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz" diye buyurmaktadır.

Peygamber efendimizin: "Bu koparılmaktan yana sana sığınanın konumudur" âyetine gelince, bundan maksat akrabalık bağını gözetme emrinin oldukça güçlü ifadelerle emredilmiş olduğunun, şanı yüce Allah'ın himayesine sığınıp onu kendisinin himayesine aldığı, onu kendi koruması altına ve muhafazasına aldığı kimse konumuna çıkarttığının vurgulu bir şekilde haber verilmesidir. Durum böyle olduğuna göre şu da bilinmeli ki Allah'ın himayesine aldığı bir varlık yardımsız bırakılmaz. Onun verdiği sözü de kimse bozamaz. Bundan dolayı yüce Allah rahime: "Seni koruyup gözeteni gözetmeme, seni kopartanı da kopartmama razı olmaz mısın?" diye hitab etmiştir. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu âyetini andırmaktadır: "Sabah namazını kılan bir kimse yüce Allah'ın himayesi altındadır. O bakımdan sakın Allah kendi hakkından dolayı sizden bir şey istemesin. Çünkü O kimden kendisine ait olan bir hakkı isteyecek olursa, onu yakalar, sonra da yüzüstü o kimseyi cehenneme yıkar." Müslim, I, 454; İbn Mace, II, 1301; Müsned, II, 111.

25

Muhakkak hidayet kendilerine besbelli olduktan sonra gerisin geri dönenlere şeytan, kötü amellerini süslü göstermiş ve onları uzun emellerle oyalamıştır.

Katade dedi ki: Burada sözü edilenler kitab ehlinin kâfirleridir. Bunlar ellerindeki kitaplarda yazılı olan niteliklerini bildikten sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkar etmiş kimselerden İbn Cüreyc (de) böyle demiştir.

İbn Abbâs ed-Dahhak ve es-Süddî, bunlar münafıklardır. Kur'ânı Kerîm'de savaşın hükmünü öğrendikten sonra oturup savaşa çıkmadılar, diye açıklamışlardır.

"Şeytan kötü amellerini süslü göstermiş" işledikleri günahlarını onlara süsleyerek güzel göstermiştir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır.

"Ve onları uzun emellerle oyalamıştır." Şeytan onların emellerini uzattıkça uzatmış ve onlara uzun bir ömür" vaadinde bulunmuştur. Bu açıklama da yine el-Hasen'den nakledilmiştir. O şöyle demiştir: Aslında onlara uzun bir emel de veren, ecellerini de uzatan yüce Allah'ın kendisidir. el-Ferrâ'' ve el-Mufaddal da böyle demişlerdir.

el-Kelbî ve Mukâtil şöyle demişlerdir:

"Ve onları uzun emellerle oyalamıştır" âyeti onlara mühlet vermiştir, demektir. Buna göre onları azaplandırmakta kendilerine mühlet vermek suretiyle onlara zaman tanıyan yüce Allah'tır.

Ebû Amr, İbn Ebi İshak, Îsa b. Ömer, Ebû Cafer ve Şeybe: "Ve onlar uzun emellerle oyalanmışlardır" şeklinde "hemze" ötreli, "lam" kesreli, "ye" üstün olarak meçhul bir fiil diye okumuşlardır.

İbn Hürmüz, Mücahid, el-Cahderî ve Yakub da böyle okumuş olmakla birlikte, onlar yüce Allah'ın kendi zatı hakkında onlara böyle bir şey yapacağını haber vermek anlamında, "ye" harfini sakin (harf-i med) olarak okumuşlardır. Sanki yüce Allah: Ve Ben onlara mühlet veririm, diye buyurmuş gibidir, Ebû Hatim bunu tercih etmiş olup şöyle der: Çünkü hemzenin üstün okunması onlara mühlet verenin şeytan olduğu izlenimini verebilir, oysa durum böyle değildir. Bundan dolayı hemze öcre okunmuştur.

el-Mehdevî şöyle der; Bu âyeti: "Ve onları uzun emellerle oyalamıştır" diye okuyanın kıraatine göre fail yüce Allah'tır, şeytan olduğu da söylenmiştir.

Ebû Ubeyd genelin kıraatini tercih etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü âyetin anlamı bellidir, Zira yüce Allah:

"Allah'a ve Rasûlüne îman edesiniz, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyasınız, sabah akşam O'nu teşbih edesiniz diye" (el-Feth, 48/9) diye buyurmuştur. Burada teşbih yüce Allah'ın ismi için sözkonusudur. Büyük tanımak ve yardımcı olmak da Rasûlullah hakkında sözkonusudur.

26

Bu böyledir, çünkü onlar Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: "Biz size bazı işlerde itaat edeceğiz" dediler. Halbuki Allah onların gizlediklerini bilir.

"Bu böyledir. Çünkü onlar... dediler." Yani küfürleri sürüp gitsin diye onlara böyle bir süre tanımanın sebebi, onların -ki münafıklarla, yahudileri kastetmektedir-

"Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara" müşriklere:

"Biz size bazı işlerde itaat edeceğiz, dediler."

Sözkonusu bu

"bazı işler" Muhammed'e muhalefet, ona düşmanlık üzere yardımlaşmak, onunla birlikte cihada çıkmayıp oturmak ve gizli durumlarda da onun işinin önemsizliğini belirtip zayıflatmaya çalışmak hususlarıdır. Onlar bu sözleri gizlice söylemişlerdi. Yüce Allah da peygamberine bunu haber verdi.

"Gizledikleri" anlamındaki âyet, genel olarak "hemze" üstün olarak "sır" lâfzının çoğulu olmak üzere: " Onların sırlarını..." diye okunmuştur. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim'in tercih ettiği şekil de budur.

Kûfeliler, İbn Vessab, el-A'meş, Hamza, el-Kisaî, Âsım yoluyla Hafs ise mastar olarak hemze kesreli; "Gizlediklerini" diye okumuşlardır. Yüce Allah'ın;

"hem de kendilerine gizli gizli söyledim." (Nûh, 71/9) âyetinde olduğu gibi.

(Genelin okuyuşunda) "sırlar"ın çoğul olarak gelmesi ise, gizlice yapılan işlerin çeşitli oluşundan dolayıdır.

27

Peki, ya melekler onların yüzlerine ve arkalarına vura vura ruhlarını alırken, halleri ne olacak?

"Peki ya melekler... vura vura ruhlarını alırken halleri ne olacak"

âyeti korkutmak ve tehdit etmek anlamındadır. Azapları ömürlerinin sona ereceği vakte kadar gecikecek olursa...

"halleri ne olacak" demektir, el-Enfal (8/50-51. âyetlerin tefsirinde) ve en-Nahl (16/28. âyetin tefsirinde) sûrelerinde geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbâs dedi ki: Bir kimse masiyet üzere öldü mü mutlaka yüzüne ve arkasına şiddetle vurulur.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu durum Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yardım ve destek olmak üzere savaş esnasında kafirlerin müslümanların üzerine gelmeleri halinde meleklerin yüzlerine, kaçmaları halinde de arkalarına vurmak suretiyle olur, diye de açıklanmıştır. Bir başka görüşe göre ise bu, kıyâmette cehenneme sürülecekleri vakit olacaktır.

28

Bu böyledir. Çünkü onlar Allah'ı gazaplandıran şeylere uydular. Onun rızasını hoş görmediler. O da bu sebepten amellerini boşa çıkardı.

"Bu böyledir." Onların cezalarının böyle olmasının sebebi şudur:

"Çünkü onlar Allah'ı gazaplandıran şeylere uydular." İbn Abbâs dedi ki: Bu, onların Tevrat'ta bulunan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın niteliklerini gizlemeleri.

Münafıklar hakkında yorumlanacak olursa, o vakit bu, onların içlerinde gizledikleri küfre bir işaret olur.

"Onun rızasını" yani imanı

"hoş görmediler. O da bu sebepten amellerini" daha önce geçtiği üzere sadakalarını, akrabalık bağlarını gözetme ve benzeri diğer amellerini

"boşa çıkardı."

29

Yoksa kalplerinde hastalık bulunanlar Allah'ın kinlerini asla meydana çıkarmayacağını mı sandılar?

"Yoksa kalplerinde" münafıkların kalplerinde

"hastalık" şüphe ve münafıklık

"bulunanlar Allah'ın kinlerini asla meydana çıkarmayacağını mı sandılar?" âyetindeki:

"Kinler" kalpte gizlenen hoş olmayan şeylerdir. Anlamının ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. es-Süddî onların hile ve aldatmalarını, İbn Abbâs kıskançlıklarını, Kutrub düşmanlıklarını diye açıklamışlardır. Kutrub şairin şu beyitini zikretmektedir:

"Hind'in oğluna de ki: O sözlerinle ne demek istedin,

-Dostun hoşuna gitmeyen ve düşmanlıkları alevlendiren?-"

Bunun "kinleri" anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu lâfzın tekili: (......) ...diye gelir. Şair şöyle demiştir:

"Ve bir kin sahibi ki, ben kendimi ondan uzak tuttum."

Daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Amr b. Külsum da şöyle demiştir:

"Şüphesiz ki kinden sonra kin yaygınlık kazanır,

-Senin aleyhine- ve içeride gizli üstü örtülü bulunan hastalığı dışarı çıkartır."

el-Cevherî dedi ki: "ile Kin" demektir. " Ona kin besledi" demektir. "o kimseler karşılıklı olarak kinlerini gizlediler"; " Küçük çocuğu kucağıma aldım" demektir. el-Ahmer şu mısraı zikretmektedir:

"Sanki o bir küçük çocuğu kucağında taşıyor gibidir."

İbn Mukbil de şöyle demiştir:

"Kılıcın kurumuş kabzası gibi; silahımı,

Kaburga kemikleri altında kar(ın)a ve kolun(un) arasına yerleştirdiğimde."

Kamçılanmadıkça yürüyebildiği kadarıyla yürümeyen at" demektir.

Âyetin anlamı şudur: Onlar yüce Allah'ın müslümanlara karşı besledikleri düşmanlık ve kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar?

30

Eğer dilesek onları elbette sana gösteririz. Sen de onları muhakkak simalarından tanırdın. Yine de sen onları yemin olsun söyleyişlerinden de bilirsin. Allah yaptıklarınızı bilir.

"Eğer dilesek onları elbette sana gösteririz." Sana tanıtırız. İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah onları peygamberine Berae Sûresi'nde (bk. 9/64. âyet, 3. başlıkta) tanıtmış bulunmaktadır.

Araplar: Ne yapacağımı sana göstereceğim, derler ki sana öğreteceğim, demektir. Yüce Allah'ın:

"Allah'ın sana gösterdiği ile" (en-Nisa, 4/105) âyeti da buradan gelmekte olup, Allah'ın sana bildirdiği ile... demektir.

"Sen de onları muhakkak simalarından" yani alametleriyle

"tanırdın."

Enes dedi ki: Bu âyet-i kerimeden sonra hiçbir münafık peygambere gizli kalmadı. O onları simalarıyla tanıyordu. Bir gazvede münafıklardan yedi kişi vardı. İnsanlar o şahısların münafıklığı hususunda şüphe içinde idi. Bir gece sabahı ettiklerinde onların herbirisinin alnı üzerinde "bu münafıktır" yazılı olduğu halde sabahı ettiler. İşte onların simaları budur.

İbn Zeyd dedi ki: Yüce Allah onların açıklanmalarını takdir buyurdu ve mescidden çıkartılmalarını emretti. Onlar ise la ilahe ilallah'a tutunmaktan başka bir şeyi kabul etmediler. Böylelikle kanları dökülmekten kurtuldu, onlar başkalarıyla evlenebildiler ve başkaları onlarla evlendirilebildi.

"Yine de sen onları -yemin olsun- söyleyişlerinden de bilirsin." Yani onların sözlerinin manasını ne demek istediklerini bilir ve onları bu yolla tanırsın. Şairin şu mısraı da bu anlamdadır:

"En hayırlı söz ise, manası ile anlaşılandır."

Bu da açıkça ifade olunmayıp, anlamı bilinebilen sözlerdir. Bu tabir "i'rabda lahn (yanlışlık yapmak)" tabirinden alınmıştır. Bu da doğrudan uzaklaşmak anlamındadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisinde de bu lâfız bu anlamda kullanılmıştır: "Şüphesiz sizler benim huzurumda davalaşıyorsunuz. Belki biriniz delilini diğerine göre " Daha açık" ifade edebilir. Buhârî, II, 952; Müslim, III, 1337; Darakutni, IV, 239; Nesâî, VII, 233, 247; İbn Mâce, II, 777; Müsned, VI, 203. " Yani ben de onun İfadeleri kullanıştaki gücü dolayısıyla vereceğim cevabımda ona göre bir kanaat ortaya koyabilirim.

Ebû Zeyd dedi ki: "Ona başkası tarafından anlaşılamayan ama onun anladığı bir söz söyledim" denilir. "(.......) O benim ne demek istediğimi anladı" demektir, "Onu o kimseye farketürdim, diğer insanlara farkettirdim" demektir, Şair el-Fezarî de şöyle demiştir:

"Ve bir söz ki en lezzetlisi,

Vasfedenlerin söylediklerinden olup, güzelce ölçülüp tartılandır,

Göz alıcı bir konuşma (ile konuşur) ve bazan da lahneder,

Zaten en güzel söz Lahin olandır."

Şair burada şunu anlatmak istiyor: O başka bir şey kastettiği halde bir şey söyler. Ondan sonra konuşurken üstü kapalı bir ifade kullanarak gerçek anlamından bir başka anlama kaydırır. Bunu da ileri derecede zeki ve kavrayışlı olduğundan dolayı yapar. Yüce Allah da: "Yine de sett onları-yemin olsun- söyleyişlerinden de bilirsin" diye buyurmuştur.

el-Kattal el-Kilabî de şöyle demiştir:

"Anlayanınız diye ben size işaret ettim,

Ve hiç de şüphe gerektirmeyen şekilde bir söyleyişle söyledim."

Murar el-Esedî de söyle demiştir:

"Sen kandırma ihtiva eden bir söyleyişle söyledin ve şüphelendirdi benî,

Düşman jurnalcileri razı edişin ve yüz çevirişin."

el-Kelbî dedi ki: Bu âyetin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a inişinden sonra ne kadar münafık konuştuysa mutlaka onu tanımıştır.

Denildiğine göre münafıklar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kendi aralarında anlaştıkları sözlerle hitab ediyorlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu sözü dinler ve onu alışılmış şekilde zahiriyle alıp değerlendirirdi. Yüce Allah bu hususa onun dikkatini çekti. O bundan sonra sözlerini işitir işitmez münafıkları tanımaya başladı.

Enes dedi ki: Bu âyetten sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hiçbir münafık gizli saklı kalmadı. Allah bunu ona ya vahiy ile yahutta Allah'ın kendisine tanıtmış olduğu bir alamet ile ona öğretti.

"Allah yaptıklarınızı bilir." Onlardan hiçbir şey O'na gizli kalmaz.

31

Yemin olsun ki Biz sizleri, içinizden mücahidleri ve sabredenleri ortaya çıkarıncaya ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar imtihan edeceğiz.

"Yemin olsun ki Biz sizleri, içinizden mücahidleri ve" cihad üzere

"sabredenleri ortaya çıkarıncaya... kadar imtihan edeceğiz." Her ne kadar işlerin akıbetlerini bilsek dahi, indirdiğimiz şer'î hükümlerle ibadet etmenizi isteyeceğiz. Size imtihan edenlerin davrandığı gibi muamele edeceğiz, diye açıklanmıştır.

İbn Abbâs dedi ki:

"Bilinceye kadar (mealde: çıkarıncaya kadar)" âyeti ayırd edinceye kadar demektir. Ali (radıyallahü anh) da, görünceye kadar, görelim, diye açıklamıştır. el-Bakara Sûresi'nde (2/143. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Sizi imtihan edeceğiz";

" Ortaya çıkarıncaya" ve

" Açıklayıncaya" buyrukları genel olarak hep "nun" ile (Biz bunları yapacağız, anlamında) okunmuştur. Âsım'dan rivâyetle Ebû Bekir ise bütün bu fiilleri ye ile (O bunları yapacaktır anlamında) okumuştur. Ruveys'in rivâyetine göre Yakub: "vav"ı sakin olarak (harf-i med şeklinde) önceki âyetlerden kat' ile (yani yeni bir cümle olarak; "haberlerinizi de ortaya çıkaracağız" anlamını verecek şekilde) okumuştur. Diğerleri ise " Ortaya çıkarıncaya kadar" âyetine göre nasb ile okumuşlardır.

Burada sözü edilen "bilmek (ortaya çıkarmak)" kendisi sebebiyle cezanın (amellerin karşılığının) verilmesinin gerçekleşeceği bilgidir. Zira O, onları kendileri hakkındaki ezeli ilmine göre değil, amellerine göre cezalandırır. O halde âyetin tevili şöyle olur: Ta ki mücahidleri dünyada şahit olunan bir bilgi ile bilelim... Çünkü onlara belirli bir amelde bulunmaları emrolunduğu takdirde, onların yaptıkları o amel başkaları tarafından görülür, ona şahit olunur. Mükâfat veya ceza ile amelin karşılığının verilmesi ise ancak dünyadaki bilgiye (ortaya çıkana) göre verilir.

"Haberlerinizi açıklayıncaya" sınayıncaya ve ortaya gıkarıncaya... "kadar imtihan edeceğiz."

İbrahim b. el-Eş'as dedi ki: el-Fudayl b. İyad bu âyeti okudu mu ağlar ve şöyle derdi: Allah'ım, haberlerimizi (gerçek durumumuzu) ortaya çıkartma! Çünkü haberlerimizi ortaya çıkaracak olursan, bizi rezil edersin, üstümüzdeki örtüleri paramparça edersin.

32

Şüphe yok ki kâfir olanlar, Allah'ın yolundan alıkoyanlar ve hidayet kendilerine apaçık göründükten sonra rasûle karşı gelenler, Allah'a asla hiçbir zarar veremezler ve O, bunların amellerini boşa çıkaracaktır.

Yine münafıklara ya da yahudilere dönülmektedir. İbn Abbâs dedi ki: Bunlar Bedir günü (müşrikler safında savaşa katılanlara) yemek yedirenlerdir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"O kâfirler şüphesiz mallarını Allah yolundan alıkoymak için harcarlar,,." (el-Enfal, 8/36) âyetidir.

"Ve hidayet kendilerine apaçık göründükten sonra" delil ve belgelerle onun peygamber olduğunu bildikten sonra

"rasûle karşı gelenler" ona düşmanlık ederek emirlerine muhalefet edenler, küfürleri ile

"Allah'a asla hiçbir zarar veremezler ve O, bunların amellerini" yaptıkları işlerin mükâfatını

"boşa çıkaracaktır."

33

Ey Îman edenler! Allah'a itaat edin, Rasûle itaat edin, amellerinizi de boşa çıkarmayın.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Allah'a ve Rasûlüne İtaatin Gereği:

Yüce Allah kâfirlerin durumlarını açıkladıktan sonra;

"Ey îman edenler! Allah'a itaat edin, Rasûle itaat edin" âyeti ile mü’minlere kendi emirlerinde kendisine, sünnetleri hususunda da rasûle itaat etmenin gereğini emretmektedir.

"Amellerinizi" el-Hasen'in açıklamasına göre masiyetler işleyerek hasenatınızı, ez-Zührî'ye göre kebair ile İbn Cüreyc'e göre riyakarlıkla ve başkaları işitsin diye, Mukâtil ve es-Sumalî'ye göre iyilikleri başa kakmak sureti ile

"boşa çıkarmayın."

Bu son açıklamaya göre müslüman oluşunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın başına kakarak minnet eden kimselere bir hitaptır. Hepsi de birbirine yakın açıklamalardır. el-Hasen'in açıklaması hepsini kapsamaktadır.

Bu âyette büyük günahların itaatlerle silineceğine, masiyetlerin de kişiyi imandan çıkartacağına bir işaret vardır Bu, birtakım masiyetlerin insanı büyük günaha sokacağından dolayı, bu günah sebebiyle kişiye -dinden ebedi olarak çıkartıcı ve cehennemde ebediyyen bırakıcı anlamında olmamak üzere- kâfir denileceğini kabul eden ilim adamlarının açıklamasına göre yapılmış bir yorumdur. '

2- Farz Olmayan İtaat Olan Bir Amele Başladıktan Sonra Yarıda Kesmenin Hükmü ve Bu Husustaki Görüş Ayrılığı:

Bizim (mezhebimize mensub) ilim adamlarımız ve başkaları bu âyet-i kerimeyi -ister namaz, ister oruç olsunnafile olan bir ibadete başladıktan sonra onu yarıda bırakmanın câiz olmayacağına delil göstermişlerdir. Çünkü böyle bir tutum ameli iptal etmektir, bu ise yasaklanmış bir şeydir.

Bunun câiz olduğunu kabul edenler -ki İmâm Şâfiî ve başkalarıdır- şöyle derler: Bu âyetten kasıt farz kılınmış amelin sevabının iptal edilmesi (boşa çıkartılması)dır. Bu âyetle kişinin amelinin sevabını boşa çıkartması yasaklanmış olmaktadır. Nafile olan amel böyle değildir. Çünkü o ameli işlemesi o kimse için vacib değildir. Eğer bu lâfzın umumi olduğunu (karşı kanaati savunanlar) ileri sürecek olurlarsa, şunu bilelim ki umumi bir lâfzın tahsis edilmesi mümkündür. Bu umumi lâfzın tahsis şekli de şöyledir: Nafile bir tatavvudur. Tatavvu olan bir amelin ise muhayyer olması gerekir.

Ebû'l-Aliye'den rivâyet edildiğine göre onlar (Ashab-ı Kiram) müslüman olmakla birlikte hiçbir günahın zarar vermeyeceği kanaatinde idiler. Nihayet bu âyet-i kerîme nazil olunca, büyük günahların artık amelleri boşa çıkartacağından korkmaya başladılar.

Mukâtil dedi ki: Yüce Allah şunu söylüyor: Sizler Rasûle karşı gelecek olursanız, amellerinizi boşa çıkartmış olursunuz.

34

Gerçek şu ki kâfir olanlar, Allah'ın yolundan alıkoyanlar, sonra da kâfir olarak ölenlere Allah asla mağfiret etmeyecektir.

Yüce Allah bu âyeti ile asıl muteber olanın küfür üzere ölüm olup bunun da ebediyyen cehennemde kalmayı gerektirdiğini açıklamaktadır. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/217-218. âyetler, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Bu âyet-i kerîme ile kastedilenlerin (Bedir'de öldürülüp) kuyuya atılan kâfirler olduğu söylenmiştir. Ancak hükmü geneldir.

35

Bu sebeble gevşeklik göstermeyin ve sizler üstün iken barışa çağırmayın. Allah sizinledir, amellerinizi de asla eksiltmez.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- "Gevşeklik Göstermeyin"

"Gevşeklik göstermeyin." Savaşmaktan yana zayıf düşmeyin, demektir. "…. demektir. " Kişi kendisi zayıf düştü"; "Başkası onu zayıf düşürdü" demektir. Buna göre fiil hem geçişli, hem geçişsizdir. Şair de şöyle demiştir:

"Şüphesiz ki beti (hastalıktan dolayı) zayıf düşmüş ve beli ağrıyan birisi değilim."

"He" harfi kesreli olarak: "Zayıf düştü" demektir.

"Zaafa uğramadılar" (Al-i İmrân, 3/146) âyetinde de "he" harfi hem ötreli, hem kesreli olarak; diye okunmuştur. Daha önce Al-i İmrân Sûresi'nde (3/146. âyetin tefsirinde) geçmişti.

2- Gerçek Üstünlük;

"Ve sizler" Allah'ı onlardan daha iyi bilenler olarak

"üstün iken barışa çağırmayın." Bu, delil itibariyle siz onlardan üstün iken, diye de açıklanmıştır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Bazı hallerde görünürde onlar size üstünlük sağlasalar bile, siz mü’min olduğunuz için gerçek galipler sizlersiniz. Katade dedi ki: Karşı tarafa yalvaran kesimlerin ilki siz olmayınız.

3- Ayet Mensuh mudur, Değil midir?

İlim adamları bu âyetin hükmü hususunda farklı görüşlere sahihtir. Bu âyetin yüce Allah'ın:

"Onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş!" (el-Enfal, 8/61) âyetini neshettiği söylenmiştir. Çünkü yüce Allah eğer müslümanların barışa ihtiyaçlan yoksa, barışa meyilli olmayı yasaklamış bulunmaktadır. Bir başka görüşe göre bu âyet-i kerîme yine yüce Allah'ın:

"Onlar barışa yanaşırlarsa, sende ona yanaş" (el-Enfal, 8/61) âyeti ile neshedilmiştir. Âyetin muhkem olduğu da söylenmiştir. Her iki âyet-i kerîme farklı halleri bulunan iki ayrı zamanda inmiştir.

Bir başka görüşe göre yüce Allah'ın;

"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş" âyeti muayyen bir topluluk hakkında hususi bir âyettir, diğeri ise umumidir. Dolayısıyla ancak zaruret halinde kâfirlerle barış yapmak câiz olabilir. Bu da müslümanların zayıflıkları sebebiyle bizim onlara karşı koymaktan aciz olmamız halinde böyledir. Bu anlamdaki yeterli açıklamalar daha önceden (el-Enfal, 8/61) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

"Allah" yardım ve desteği ile

"sizinledir." Bu da yüce Allah'ın;

"Muhakkak ki Allah ihsan edenlerle beraberdir" (el-Ankebut, 29/69) âyeti gibidir.

"Amellerinizi de asla eksiltmez." İbn Abbâs'tan ve başkalarından, amellerinizin karşılığını eksik vermez diye açıkladıkları nakledilmiştir. Bir yakını öldürülüp de kanını alamayan kimseye denilmesi de bu kökten gelmektedir. Yine aynı kökten olmak üzere: " Ona (hakkını) eksik verdi, eksik verir, eksik vermek" denilir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Her kim ikindi namazını vaktinde kılamayacak olursa, sanki malını ve ailesini kaybetmiş olur" Müslim, I, 43fi; Buhârî, I, 203; Dârimi, I, 306; Nesâî, I, 237, 238; Müsned, M, 145 hadisinde de bu anlamda kullanılmıştır. Aynı şekilde "Ona hakkını eksik verdi" demektir. Yüce Allah'ın:

" Amellerinizi de asla eksiltmez" âyeti; "Amellerinizde asla eksiklik bırakmaz" demektir. Bu da; "Eve girdim" derken: "Evin içine girdim" demek istemeye benzer. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır.

el-Ferrâ'' dedi ki:

" Amellerinizi de asla eksiltmez" âyetindeki fiil tek anlamına gelen "vitr"den türemiştir. Buna göre mana: Allah sizi asla mükâfatsız olarak tek başınıza bırakmayacaktır, demek olur.

36

Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Eğer îman eder ve sakınırsanız ecirlerinizi verir ve sizden mallarınızı istemez.

"Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir" âyeti daha önce de el-En'am Sûresi'nde (6/32. ayet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Eğer îman eder ve sakınırsanız ecirlerinizi verir" âyeti da şart ve cevabını ihtiva etmektedir.

"Ve sizden mallarınızı istemez." Yani zekat olarak malınızın tümünü vermenizi emretmez. Bunun yerine O, sadece bir bölümünü vermeyi emretmiştir, Bu açıklamayı İbn Uyeyne ve başkaları yapmıştır.

"Sizden mallarınızı istemez." Kendisi için ya da o mallara muhtaç olduğu için istemez, diye de açıklanmıştır. Onun size kendi yolunda infakta bulunmanızı emretmesinin tek sebebi mükâfatının, sevabının size dönmesidir.

Bir başka açıklamaya göre:

"Sizden mallarınızı istemez"; O sizden ancak kendisine ait olan malları isler. Çünkü o malların gerçek sahibi O'dur, onları vermekle nimet ihsan eden O'dur. Bir diğer açıklamaya göre, Muhammed risaleti tebliğe karşılık olarak bir ücret olsun diye sizden mallarınızı istemez. Bu anlamın bir benzeri de yüce Allah'ın:

"De ki: Ona karşılık sizden bir ücret istemem" (el-Furkan, 25/57) âyetidir.

37

Eğer o sizden onları istese ve bu hususta sizi zora koşsa, o takdirde cimrilik edersiniz, bu da kinlerinizi açığa çıkarırdı.

"Eğer O, sizden onları istese ve bu hususta sizi zora koşsa..." âyetindeki:

"Sîzi zora koşsa" âyeti size ısrar etse demektir. " İstemekte ısrar etti" denilir da aynı anlamdadır. " Alabildiğine, en ileri derecede istekte bulunan kimse" demektir. Aynı şekilde: "Söz söylemekte ve tartışmakta çok ileriye gitmek" demektir. "Bıyıklarını dipten kesmekte aşırıya gitti" tabiri de buradan gelmektedir.

"O takdirde cimrilik edersiniz, bu da kinlerinizi açığa çıkarır." Yani cimrilik kinlerinizin açığa çıkmasına sebeb olur. Katade: Yüce Allah malın (tümünün) istenmesinde kinlerin açığa çıkarılma özelliği olduğunu bilendir, der.

İbn Abbâs, Mücahid, İbn Muhaysın ve Humeyd "çıkarır" anlamındaki âyeti: “Çıkar" diye "te" harfi üstün ve "re" harfi de ütreli okumuştur. Buna karşılık "kinlerinizi" anlamındaki âyeti: " Kinleriniz (çıkar)" diye fail olduğundan ötreli okumuştur.

el-Velid, Yakub el-Hadramî'den "nun" ile: "Çıkarırız" diye okuduğunu rivâyet etmiştir. Ebû Ma'mer ise Abdu'l-Varis'ten, o Ebû Amr'dan: "(Kinleriniz) ortaya çıkar" şeklinde "cim" harfini ref ile kat' (önceki benzeri fiile atfetmeksizin) ve istinaf (yeni cümle) diye okumuştur. Ancak ondan meşhur olan kıraat, diğer kıraat âlimleri gibi önceki âyetlere atf ile (cini harfi sakin olarak) okuduğudur.

38

İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılanlarsınız. Sizden kiminiz cimrilik etmektedir. Kim cimrilik ederse, ancak kendi aleyhine cimrilik eder. Allah gani olandır. Muhtaç olanlar ise sizlersiniz. Şayet yüz çevirirseniz yerinize sizden başka bir kavmi getirir, sonra onlar da sizin gibi olmazlar.

"İşte sizler" ey îman edenler

"Allah yolunda" cihad uğrunda ve hayır alanlarında

"harcamaya çağrılanlarsınız" çağrılıyorsunuz.

"Sizden kiminiz cimrilik etmektedir. Kim cimrilik ederse, ancak kendi aleyhine cimrilik eder." Kendisini mükâfat ve sevabtan alıkoyar.

"Allah gani olandır." Sizin mallarınıza muhtaç olmayandır. O mallara

"muhtaç olanlar ise sizlersiniz”

"Şayet yüz çevirirseniz yerinize sizden başka" sizden daha çok Allah'a itaat eden

"bir kavmi getirir."

Tirmizî'deki rivâyete göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şu:

"Şayet yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavmi getirir. Sonra onlar da sizin gibi olmazlar" âyetini okudu. (Ashab): Bizim yerimize kimi getirir ki? dediler. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Selman'ın omuzuna vurduktan sonra: "Bunu ve onun kavmini, bunu ve onun kavmini" diye buyurdu. (Tirmizî) dedi ki: Bu senedi hakkında eleştirilerde bulunulmuş garib bir hadistir Tirmizî, v, 383

Ali b. el-Medinî'nin babası olan Abdullah b. Cafer b. Necih de bu hadisi el-Ala b. Abdu'r-Rahmân'dan, o babasından, o da Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiştir. Buna göre Ebû Hüreyre dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bazı kimseler; Ey Allah'ın Rasûlü dediler. Yüce Allah'ın, eğer biz yüz çevirecek olursak, yerimize getireceğinden ve bizim gibi olmayacaklarından sözünü ettiği kişiler kimlerdir? diye sordu. Ebû Hüreyre dedi ki: Selman, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın yanında bulunuyordu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Selman'ın baldırına elini vurarak: "Bu ve arkadaşlarıdır. Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer îman Ülker yıldızında asılı bulunsaydı, Farislilerden birtakım insanlar onu elleriyle yakalardı" diye buyurdu. Tirmizî, 3S4; Hakim, Müstedrek, II, 4?8; İbn Hibban, Sahih, XVI, 62, 63; Taherani, Evsat, VIII, 349.

el-Hasen dedi ki: Bunlar Acemlerdir. İkrime: Bunlar Farslar ve Rumlardır. el-Muhasibî dedi ki: Arapları bir kenarda tutacak olursak, bütün Acem (Arab olmayan) cinsleri arasında dinleri Farslardan daha güzel kimse olmadığı gibi, ilim adamlarrda ancak onlardan gelmiştir.

Sözü edilenlerin Yemenliler olduğu söylendiği gibi, bunlar ensardır da denilmiştir. Bunu da Şureyh b. Ubeyd söylemiştir.

İbn Abbâs da böylece: Bunlar ensardır, demiştir. Yine ondan bunlar meleklerdir dediği zikredilmiştir. Bunların tabiun olduğu da ondan gelen rivâyetler arasındadır. Mücahid dedi ki: Bunlar yüce Allah'ın diğer insanlar arasından dilediği kimselerdir.

"Sonra onlar da sizin gibi olmazlar" âyeti hakkında Taberî dedi ki:

Yani Allah yolunda harcamalarda cimrilik hususunda (sizin gibi olmazlar), Ebû Mûsa el-Eşarî'den nakledildiğine göre bu âyet-i kerîme nazil olduğunda Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyet sebebiyle oldukça sevinmiş ve: "Bu benim için dünyadan daha da sevimlidir" diye buyurmuştur Bu ayet için böyle bir ifadenin söylendiğini tespil edemedik. Biraz sonra da geleceği üzere bu ifadeler, el-Feth Sûresi'nin ilk ayetleri hakkında kullanılmıştır Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'a hamd ve O'nun yardımı ile Muhammed Sûresi burada sona ermektedir. Efendimiz Muhammed'e, onun aile halkına ve tertemiz ashabına da Allah'ın salat ve selamlan olsun..

0 ﴿