HUCURAT SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile Medine'de inmiş olduğu hususunda icma vardır. Onsekiz âyettir. 1Ey îman edenler! Allah'ın ve Rasûlünün huzurunda öne geçmeyin ve Allah'tan korkun. Muhakkak Allah çok işitendir, çok iyi bilendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Allah'ın ve Rasûlünün Önüne Geçilemez: "Ey Îman edenler! Allah'ın ve Rasûlünün huzurunda öne geçmeyin!" âyeti hakkında ilim adamları şöyle demişlerdir; Araplar gerek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitablarında, gerekse insanlara verdikleri lakaplarda katı idiler ve edep ölçülerine göre de hareket etmiyorlardı. O bakımdan bu sûre üstün ahlaki değerleri ve adaba riayeti emretmektedir. ed-Dahhak ve Yakub el-Hadramî: "Öne geçmeyin" anlamındaki âyeti "tekaddüm: öne geçmek"den gelen bir fiil olarak şeklinde "le" ve "dal" harflerini üstün okumuştur. Diğerleri ise "takdim"den gelen bir fiil olarak :'te" harfini ötreli, "dal" harfini de esreli; ) diye okumuşlardır. Her ikisinin de anlamı açıktır. Yani sizler Allah'ın huzurunda ve Rasûlünün sözü ve fiili bulunup da sizin alıp uygulamanız gereken din ve dünya emirlerine dair hallerde sözünüzle de, davranışlarınızla da öne geçmeyesiniz. Her kim sözünü ve davranışını Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın önünde tutarsa, o bunu Allah'ın da önüne geçirmiş olur. Çünkü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), ancak Allah'tan aldığı emirlerden hareketle emir verir. Bu âyetin nüzul sebebi ile ilgili altı ayrı görüş vardır. 1- el-Vahidî'nin sözünü ettiği İbn Cüreyc yoluyla gelen hadis. İbn Cüreyc dedi ki: Bana İbn Ebi Müleyke'nin anlattığına göre Abdullah b. ez-Zübeyr kendisine şunu haber vermiş: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına Temimoğullarından bir kafile gelmişti. Ebû Bekir: el-Ka'ka' b. Mabedi bunlara emir tayin et, dedi. Ömer de; el-Akra' b. Habis'i emir tayin et, dedi. Bu sefer Ebû Bekir: Senin maksadın sadece bana muhalefet etmektir, dedi. Ömer: Hayır, sana muhalefet etmek istemedim, dedi. Tartışmaları böylece sürüp gitti ve nihayet seslerini yükselttiler. Bunun üzerine: "Ey îman edenler! Allah'ın ve Rasûlünün huzurunda öne geçmeyin... Eğer onlar sen kendilerine çıkana kadar sabretselerdi, kendileri için elbette daha hayırlı olurdu" (el-Hucurat, 49/1-5) buyrukları nazil oldu. Bunu Buhârî, el-Hasen b. Muhammed b. es-Sabbah’tan diye rivâyet etmiştir. Buhârî, IV, 1587, 1834; Nesâî, VIII, 226. el-Mehdevî de bunu ayrıca zikretmiş bulunmaktadır. 2- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyete göre o Haybere gittiği sırada Medine'ye bir adamı yerine bırakmak istedi. Ömer ise ona bir başka adamı bırakmasını tavsiye etti. Bunun üzerine: "Ey îman edenler! Allah'ın ve Rasûlünün huzurunda öne geçmeyin!" âyeti nazil oldu. Bunu da el-Mehdevî zikretmiş bulunmaktadır. 3- el-Maverdî'nin ed-Dahhak'tan, onun İbn Abbâs'tan (radıyallahü anhüma) naklettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından yirmidön kişiyi Amiroğulları üzerine gönderdi ve onlar da o sırada bulamadıkları üç kişi dışında Amiroğullarını öldürdüler. Bu üç kişi kurtularak Medine'ye döndüler. Süleymoğullarından İki kişi ile karşılaştılar. Onlara neseblerini sordular, bunlar da Amir oğullarındanız, dediler. Çünkü Amiroğulları Süleymoğullarından daha güçlü idiler. Amiroğullarında olanlar Süleymanoğullarından olan bu İki kişiyi öldürdüler. Süleymoğullarından bir grub Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek şöyle dediler: Bizimle senin aranda bir antlaşma var. Bununla birlikte bizden iki kişi öldürülmüş bulunuyor, Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara karşılık diyet olarak yüz deve verdi. İşte bu âyet-i kerîme iki kişiyi öldürmeleri üzerine inmiştir. el-Maverdi, en-Nüket, V, 326 4- Katade dedi ki: Bazı kimseler, keşke benim hakkımda şöyle bir vahiy inse, keşke benim hakkımda böyle bir vahiy inse, diyordu. Bunun üzerine bu âyet indi. 5- İbn Abbâs dedi ki: Bu âyetle ondan önce konuşmaları yasaklanmış olmaktadır. Mücahid dedi ki: Allah Rasûlü vasıtası ile hükmünü verinceye kadar siz Allah'ın ve Rasûlünün ününe geçerek yeni bir söz söylemeye kalkışmayınız, demektir. Bunu da Buhârî zikretmiş bulunmaktadır. Buhârî, IV, 1H32; Taberi, XVI, 116; Beyhaki, Şuabu'l-Îman, II, 195. 6- el-Hasen dedi ki: Bu Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bayram namazını kılmadan önce kurbanlarını kesen bir kesim hakkında inmiştir. Bu âyetle onlara yeni bir kurban kesmelerini emretmektedir. İbn Cüreyc dedi ki: Sizler itaat olan amellerinizi Allah'ın ve Rasûlünün emretmiş olduğu vakitten önce yapmaya kalkışmayınız. Derim ki: Bu son beş görüşü Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî zikretmiş olup, ondan önce el -Maverdî kaydetmiş bulunmaktadır. Kadı (Ebû Bekr İbnu'l-Arabî) dedi ki; Hepsi de sahihtir ve genel âyetin kapsamına girmektedir. Hangisinin âyetin inmesine sebeb teşkil ettiğini en iyi bilen yüce Allah'tır. Herhangi bir sebeb olmaksızın da inmiş olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yine Kadı dedi ki: Eğer biz bu âyet-i kerimenin itaatlerin vaktinden önce yapılması (yapılmaması gerektiği) hususunda indiğini kabul edecek olursak, bu doğru bir görüştür. Çünkü belirli bir vakitte yapılması istenmiş her bir İbadetin -namaz, oruç ve hac gibi- vaktinden önce yapılması câiz değildir. Bu da açıkça bilinen bir husustur. Şu kadar var ki; ilim adamları zekat hususunda farklı görüşlere sahibtirler. Çünkü zekat mali bir ibadettir ve aklen anlaşılması mümkün olan bir husus dolayısıyla yerine geçirilmesi istenmiştir. Bu da fakirin ihtiyacını karşılamaktır. Diğer taraftan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazreti Abbas'tan iki yıllık zekatını peşinen almıştır. Ayrıca fıtır sadakasının ramazan bayramının birinci gününden önce toplanacağına dair rivâyetler de gelmiş bulunmaktadır, ta ki; ödenmesi vacib olan ramazanın birinci günü hak sahiplerine ödenebilsin. İşte bütün bunlar zekatın bir iki sene öncesinden verilmesinin câiz olmasını gerektirmektedir. Şâyet sene dolduğunda nisab önceki halinde duruyor ise zekat yerini bulmuş demektir. Eğer sene başı gelmekle birlikte nisabta bir değişiklik olmuşsa (azalmışsa) o vakit bunun bir talavvu (nafile) sadakayı olduğu ortaya çıkmış olur. Eşheb dedi ki: Zekatın tıpkı namaz gibi sene dolmadan bir an önce dahi verilmesi câiz değildir. O bu kanaatiyle ibadetlerdeki asli kaideyi burada da geçerli kabul etmiş ve zekatın İslâm'ın temel esaslarından biri olduğunu kabul ettiğinden nizam ve güzel bir tertip açısından ona da hakettiği değeri vermek istemiş gibidir. Diğer ilim adamlarımızın görüşüne göre ise zekatın kısa bir süre önce verilmesi caizdir. Çünkü uzun bir sürenin hilafına şeriatte bu gibi şeyler affedilir, Bununla birlikte Eşheb'in dediği daha sahihtir. Çünkü şeriatın esasları açısından az bir miktarda çok olandan ayrı düşmek sahihtir. Şu kadar var ki, çoğu dışında az olana mahsus birtakım hususlar dolayısıyla olmalıdır. Bizim meselemizde ise bir gün bir ay gibidir, bir ay da bir sene gibidir. Yani ya Ebû Hanife ve Şâfiî'nin dediği gibi külli bir takdim ile verilebilir yahutta Eşheb'in dediği gibi ibadetin vaktinde yapılması noktasında gereken titizliğin gösterilmesi gerekir. 3- Allah ve Rasûlünün Önüne Geçmeye Dair Bazı Örnekler: “Allah'ın ve Rasûlünün huzurunda öne geçmeyin!" âyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözlerine karşı itirazı terkedip ona uyup onun izinden gitmenin vacib oluşu hususunda asli bir dayanaktır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalığı sırasında: "Ebû Bekir'e emredin insanlara namaz kıldırsın." diye buyurduğunda, Âişe (radıyallahü anha), Hafsa (radıyallahü anha)'ya şöyle demişti: Sen ona de ki: Ebû Bekir çok yumuşak kalbli birisidir, o ne zaman senin yerinde duracak olursa, ağlayacağından dolayı insanlara sesini işittiremeyecektir. O bakımdan insanlara namaz kıldırmak üzere Ömer'e emret. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Şüphesiz ki sizler Yusuf'un yanındaki kadınlar gibisiniz. (İçinizdekini olduğu gibi dışa vurmuyorsunuz.) Haydi Ebû Bekir'e emredin, insanlara namaz kıldırsın" Buhârî, I, 236, 240, 241, 251, 252, III, 1238, 2663; Müslim. I, 313, 316; Dârimi, I, 52; İbn Mace, I, 390; Muvatta’, I, 170; Müsned, VI, '54, 98, 1Ş9, 212, 210, 224, 270 (kimi rivâyetlerde anlamı etkilemeyen az lafzi farkk). âyetinde de bu gerçeği dile getirmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın; "Yûsuf’un etrafındaki kadınlar" tabirinin anlamı, câiz olan ile karşılık verirken câiz olmayana düşmek gibi bir fitne korkusudur. Kıyasa karşı olanlar bu âyeti delil gösterebilirler. Ancak bu batıl bir delillendirmedir. Çünkü delaleti açıkça ortada olan bir hususta uygulama yapan kimse bununla Allah'ın ve Rasûlünün önüne geçmiş olmaz. Diğer taraftan Kitab ve sünnet şeriatın fer'î hükümlerinde kıyas gereğince görüş belirtmenin gereğine dair açıkça deliller ihtiva etmektedir. O halde (kıyasa başvurmak suretiyle) Allah'ın ve Rasûlünün önüne geçmek sözkonusu değildir. "Ve" size yasak kılınan öne geçmek hususunda "Allah'tan korkun." "Muhakkak Allah" sözlerinizi "çok iyi işitendir" yaptıklarınızı "çok iyi bilendir." 2Ey îman edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin! Birbirinize yüksek sesle hitab ettiğiniz gibi, ona da yüksek sesle hitab etmeyin! Yoksa haberiniz olmadan amelleriniz boşa gidiverir. Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: 1- Mü’minler Seslerini Peygamberin Sesinden Yükseltmemelidir: "Ey îman edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin!" âyeti ile ilgili olarak Buhârî ve Tirmizî şu rivâyeti kaydetmektedirler: İbn Ebi Müleyke'den dedi ki: Bana Abdullah b. ez-Zübeyr'in anlattığına göre Akra' b. Habis, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna geldi, Ebû Bekir: Ey Allah'ın Rasûlü! Sen bunu kavmine başkan tayın et, dedi. Ömer de: Hayır, ey Allah'ın Rasûlü sen bunu başkan tayin etme dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda bu şekilde karşılıklı konuştular ve nihayet seslerini yükselttiler. Ebû Bekir Ömer'e: Senin bütün istediğin bana muhalefet etmektir. Ömer ise: Hayır ben sana muhalefet etmek istemedim, dedi. Bunun üzerine şu: "Ey îman edenler! Sesinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin" âyeti indi. (Abdullah b. ez-Zübeyr) dedi ki: Bundan sonra Ömer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda konuştu mu ne dediğini açık söylemesini (yüksek sesle tekrarlamasını) istemedikçe konuşmasını duyamıyordum. (İbn Ebi Müleyke) dedi ki: Abdullah b. ez-Zübeyr dedesinin -yani Ebû Bekir'in- sözünü etmedi. (Tirmizî) dedi ki; Bu garib, hasen bir hadistir. Bazıları da bu hadisi İbn Ebi Müleyke'den mürsel olarak rivâyet etmiş olup, bu hadisin senedinde: "Abdullah b. ez-Zübeyr'den" diye zikretmemişlerdır. Tirmizî, V, 387; Bühari, IV, 1833,. 2662; Müsned, IV, 6; (Buhârî ile Müsnedde kimin kimin tayin edilmesini istediği tayin edilmeksizin; "biri onlardan birisinin, diğeri ise diğerinin görevlendirilmesini istedi" anlamındadır.) Derim ki: Sözünü ettiği kişi Buhârî’dir. O şöyle demiştir: İbn Ebi Müleyke dedi ki: Hayırlı iki sahabi Ebû Bekir ve Ömer neredeyse helâk olacaklardı. Onlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda Temimoğulları kafilesi geldiği sırada seslerini yükseltmişlerdi. Birileri Mücaşîoğullarından olan el-Akra' b. Habis'in (emir tayin edilmesi için) diğeri ise bir başka adamın (emir tayin edilmesi için) görüş belirtmişti. Nafî' dedi ki: Bu diğer adamın ismini bilemiyorum. Ebû Bekir, Ömer'e: Sen bana muhalefet etmekten başka bir maksal gütmüyorsun, dedi: Sana muhalefet etmek istemedim, dedi. Bu hususta sesleri yükseldi, yüce Allah da: "Ey Îman edenler! Sesinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin" âyetini indirdi. İbn ez-Zübeyr dedi ki: Bu âyet-i kerimeden sonra Ömer, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne dediğini tekrar sormadıkça, Rasûlullah'a sesini işittirmiyordu. (Abdullah b. ez-Zübeyr) aynı hususta babasını -Ebû Bekir es-Sıddîk'i kastediyor (çünkü Ebû Bekir annesi Esma'nın babası idi)- aynı şekilde sözkonusu etmemektedir Buhârî, IV, 1833, VI, 2662; Müsned, IV, 6. el-Mehdevînin, kaydettiği bir rivâyete göre, Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Sesinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin" âyeti benim, Cafer'in ve Zeyd b. Harise'nin sesi yükselmesi üzerine, bizim hakkımızda inmiştir. Biz Zeyd'in Mekke'den Hamza'nın kızını getirmesi üzerine tartışmaya koyulmuştuk. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu hususta Cafer'in lehine hüküm vermişti. Çünkü kızın teyzesi onun hanımı idi. Daha önce bu hadis Al-i İmrân Sûresi'nde (3/44. âyet, 4. başlıkla) geçmiş bulunmaktadır. Buhârî ve Müslim'de de Enes b. Malik'ten gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sabit b. Kays'i göremeyince bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü! Ben senin için onun durumunu öğreneyim, dedi. Sabit'in yanına gitti, onu evinde başını önüne eğmiş oturuyor görünce, ona: Durumun nedir diye sordu. Sabit: Çok kötü dedi. O (kendisini kastediyor) sesini Peygamberin sesinden yüksek çıkartıyordu. O bakımdan onun ameli boşa gitmiş bulunuyor, o cehennemliklerdendir. Adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek durum şöyle şöyledir, diye haber verdi. (Senetteki ravilerden birisi olan Mûsa b. Enes) dedi ki: İkinci bir defa ona pek büyük bir müjde ile geri döndü, dedi ki: "Git ona ve de ki: Sen cehennemliklerden değilsin. Aksine sen cennetliklerdensin." Buhârî, III, 1322, 1833; İbn Kesîr, Tefsir, IV, 207, "hadis bu yolla bu şekilde sadece Buharinin rivâyet ettiğini" kaydetmektedir Buharînin lâfzı ile hadis böyledir. Burada sözü edilen kişi Sabit b. Kays b. Şemmas'dır. Hazreçli olup, oğlu Muhammed'in ismi ile Ebû Muhammed künyelidir. Ebû Abdurrahman olduğu da söylenmiştir. Harre gününde Muhammed, Yahya ve Abdullah adında üç çocuğu öldürüldü. Oldukça beliğ bir hitabeti vardı. Bu özelliğiyle tanınırdı. Kendisine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hatibi denilirdi. Tıpkı Hassan'a Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şaui denildiği gibi. Temimoğulları heyeti Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelip de müfahare (karşılıklı öğünme) talebinde bulunduklarında onların hatibi kalktı ve kendilerini övdü. Sonra Sabit b. Kays kalktı, oldukça beliğ, akıcı bir hutbe verdi. Onları yenik düşürdü. Daha sunra Temimlilerin şairi Akra' b. Habis ayağa kalkıp şu beyitleri okudu: "İnsanlar üstünlüğümüzü bilsin diye geldik sana, Üstün ahlaki değerler sözkonusu. edildiğinde bize muhalefet ettiklerinde, Biz herbir topluluğun arasından insanların başlarıyız, Esasen Hicaz topraklarında Darimliler gibileri yoktur. Yaptığımız herbir baskında ganimetin dörtte biri bizimdir. İster Necid'de olsun, ister Tîhame topraklarında." Bunun üzerine Hassan ayağa kalkarak şunları söyledi: "Ey Darimoğulları öğünmeyiniz, çünkü öğünmeniz Üstün ahlaki değerler sözkonusu olunca aleyhinize bir vebal olarak döner. Yanımıza geldiniz öğünerek halbuki siz Ya bir süt annelik olarak yahut bir hizmetkar olarak bizim emrimizde çalışanlardınız." şeklinde birkaç beyit devam eden şiirler söylediler. Bunun üzerine Temimliler: Hatibleri bizimkinden daha hatib, şairleri şairimizden daha şair, dediler. Derken seslerinin perdesi yükseldi. Bunun üzerine yüce Allah: "Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle hitab ettiğiniz gibi, ona da yüksek sesle hitab etmeyin" âyetini indirdi. Atâ el-Horasanî dedi ki: Sabit b. Kays'ın kızı bana anlatarak dedi ki: Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin" âyeti nazil olunca babası odasına girdi ve kapısını üzerine kapattı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu göremeyince durumunun ne olduğunu öğrenmek üzere ona bir elçi gönderdi. Sabit: Ben sesi gür çıkan birisiyim, amelimin boşa çıkmış olmasından korkarım, dedi. Peygamber: "Hayır, sen onlardan değilsin. Hayır ile yaşayacak, hayır ile öleceksin" diye buyurdu. Sonra yüce Allah: "Çünkü Allah büyüklük taslayan ve böbürlenen kimseleri sevmez" (Lukman, 31/18) âyetini indirdi. Yine kapısını kapatıp, ağlamaya koyuldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu göremeyince, yine ona bir elçi gönderip haberini sordu. Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Ben güzelliği seven birisiyim. Kavmimin de önde olduğunu göstermeyi severim, dedi. Peygamber: "Sen onlardan değilsin. Bilakis sen hep öğülen bir kişi olarak yaşayacak, şehid olarak öldürülecek ve cennete gireceksin." Kızı dedi ki: Yemame gününde Halid b. el-Velid ile birlikle Müseylime'nin üzerine gitmek üzere yola çıktım. İki ordu karşılaştıklarında müslümanlar çekilir oldular. Bunun üzerine Sabit ile Ebû Huzeyfe'nin azatlısı Salim: Biz Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte böyle savaşmıyorduk, dediler. Sonra onların herbirisi kendisi için bir çukur kazdı ve orada sağlamca kaldılar. Öldürülünceye kadar çarpışmalarını sürdürdüler. O gün Sabit'in üzerinde çok nefis bir zırh vardı. Müslümanlardan bir kişi onun yanından geçti ve o zırhı aldı. Yine bir müslüman uykuda iken Sabit rüyasında ona: Sana bir vasiyette bulunacağım. Sakın bu bir rüyadır diyerek bunu yerine getirmemezlik etme. Dün ben öldürüldüğümde müslümanlardan bir kişi yanımdan geçti, benim zırhımı aldı. Onun kaldığı yer insanların en uzak yerindedir. Çadırı yanında ipi kazığa bağlı bir at vardır. Zırhın üzerine bir toprak çömlek yerleştirmiş, onun üstünde de eğeri koymuştur. Haydi Halid'e git, birisini gönderip, zırhımı aldırmasını söyle. Medine'ye Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın halifesine -Ebû Bekir'i kastediyor- ulaşacak olursan, ona da şöyle de: Üzerimde şu kadar şu kadar borç var. Kölelerimden filanı ve filanı da azad ediyorum. Adam Halid'e gidip, durumu haber verdi, o da birisini göndererek zırhı aldırıp getirdi. Ebû Bekir'e gördüğü rüyayı anlattı, o da onun vasiyetini uygulamaya koydu. (Atâ el-Horasanî) dedi ki: Biz Sabit'in dışında ölümünden sonra vasiyeti yerine getirilmiş bir kimse bilmiyoruz. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Bunu Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr), el-İstiab (fi Marifeti’l-Ashab) adlı eserinde zikretmiş bulunmaktadır İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, I, 202-203; İbnü’l-Esir, Üsdu'l-Gabe, I, 275-276; Ebû Nuaym, Delailu'n-Nübüvve, s. 223; İbn Beşkuval, Ğavanidu'l-Esmai'l-Mübheme, II, 833* 2- Peygambere Hitabın Edebi: "Birbirinize yüksek sesle hitab ettiğiniz gibi, ona da yüksek sesle hitab etmeyin!" Yani ona ey Muhammed, ey Ahmed diye hitab etmeyin. Ey Allah'ın Peygamberi, Rasûlullah diye ona gereken saygıyı göstererek hitab edin. Denildiğine göre münafıklar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda zayıf müslümanlar kendilerini taklid etsin diye seslerini yükseltiyorlardı. Bu şekilde davranış müslümanlara yasak kılındı. "Ona da yüksek sesle hitab etmeyin." âyetini lam harf-i cerri yerine ala harf-i cerri kullanılarak: "Ona yüksek sesle hitab etmeyin" demek olduğu da söylenmiştir. Nitekim: "Ağzı üzerine düştü" demek için: denilebildiği gibi da denilebilir. "Birbirinizle yüksek sesle hitab ettiğiniz gibi" âyetindeki "kef (gibi)" benzetme edatı olup, nasb mahallindedir. "Siz ona birbirinizle yüksek sesle bağırdığınız gibi öyle bir yüksek sesle bağırmayınız." Bu âyette onlara kendi aralarında ancak fısıltı ve gizli bir şekilde konuşabilecek şekilde yüksek sesle konuşmanın mutlak olarak yasaklanmadığına, onlara belli bir nicelikte kayıtlı olmak üzere özel bir şekildeki bağırmanın yasaklandığına delil vardır. Yani onlara yasak kılınan, kendi aralarında alışageldikleri şekilde nitelikleri belli yüksek sesle bağırmaktır. Bu şekildeki bir davranışta ise peygamberliğin parlak makamına riayetsizlik, onun üstün mevkiine -istediği kadar yüksek olsun diğer bütün rütbelerin onun mertebesinden aşağıda oluşuna- uygun olmayan bir davranış şeklidir "Yoksa haberiniz olmadan amelleriniz boşa gidiverir." Basralıların açıklamasına göre; amelleriniz boşa gideceğinden (böyle davranmayın) demektir. Kûfelilere göre ise amelleriniz boşa gitmesin diye (böyle davranmamalısınız) demektir. 3- Âyetin Anlamı ve Peygamber Efendimizle Konuşurken Ses Tonunun Sınırı: Ayet-i kerimenin anlamı Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tazim edilmesi, ona gereken saygının gösterilmesi, onunla konuşurken huzurunda sesi alçaltmanın emredilmesidir. Yani o konuşurken siz de konuşacak olursanız, sesinizin sesinin ulaştığı sınırı aşmamasına dikkat etmelisiniz. Sesinizi öyle kısmalısınız ki, onun sözleri sizin sözlerin perdesinden daha yüksek, onun sesini yükseltmesi sizinkinden üstün olmalıdır; ta ki onun size üstünlüğü açıkça ortaya çıksın, sizin önderiniz olduğu belirgin bir şekilde görülsün, yüksek sesiyle, siyah beyaz renkli bir atın farklı renkleri gibi, sizin kalabalığınızdan ayrı olduğu ortaya çıksın. Gürültünüzle sesini bastırmamalısınız, birbirine karışan seslerinizle onun konuşmasını gölgelememelisiniz, Abdullah b. Mesud'un kıraatinde: "Sesinizi... fazla yükseltmeyin" anlamındaki âyet şeklinde ("be" harfi ziyadesiyle)dir. Bazı ilim adamları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kabrinin yanında sesi yükseltmeyi mekruh görmüşlerdir. Bazı âlimler de âlimlerin meclislerinde -onların şereflerinin üstünlüğüne işaret olmak üzere- sesi yükseltmeyi mekruh kabul etmiştir. Çünkü onlar peygamberlerin mirasçılarıdır. 4- Peygamberin Hadislerine Karşı Takınılması Gereken Tavır: Kadı Ebû Bekir İbnu'l-Arabî dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın saygınlığı hayatta iken nasılsa, vefatından sonra da öyledir. Ölümünden sonra ondan nakledilen sözler derece itibariyle ondan lâfız olarak işitilen sözleri gibidir. Onun sözleri okunduğu takdirde huzurda bulunan herkesin sesini ondan daha yükseltmemesi, ondan yüz çevirmemesi icab eder. Tıpkı bizzat o sözü lâfız olarak söylemesi esnasında onun meclisindeymiş gibi davranması gerekir. Şanı yüce Allah sözü edilen bu saygının çağlar boyunca devam edeceğine: "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun..." (el-Araf, 7/204) âyeti ile dikkatimizi çekmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sözü de zaten vahyin bir parçasıdır. Açıklaması, fıkıh kitablarında yer alan birtakım istisnalar dışında, Kur'ân-ı Kerîm'in hikmeti gibi onun sözünün de hikmetleri vardır. 5- Küçümsemek Maksadıyla Peygambere Karşı Sesi Yükseltmek Küfür Olduğundan Âyette Asıl Maksat, Mücerred Sesi Yükseltmektir: Sesi yükseltmek ya da bağırmaktan maksat hafife almak ve küçümsemek kastı ile sesin yükseltilmesi değildir. Çünkü böyle bir davranış küfürdür. Bu âyete muhatab olanlar ise mü’minlerdir. Burada maksat bizatihi sesin kendisidir. Büyük şahsiyetlere karşı saygı ve onlara karşı gösterilmesi gereken tazime uygun düşmeyen yüksek ton ile çıkartılan sesin kendisidir. Bundan dolayı kişi sesini kısmaya çalışarak emrolunduğu saygı ve ihtiramı açıkça onaya koyacak bir sınıra çekmelidir. Buradaki nehy aynı zamanda Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın rahatsız olacağı sesi yükseltmeyi de kapsamaz, Bu da savaşta yahut inatçı bir kimseyle tartışırken, bir düşmanı korkuturken ya da buna benzer hallerdeki seslerini yükseltmeleridir. Hadîs-i şerîfte belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Huneyn günü insanlar bozguna uğrayıp kaçtıklarında Abdu’l-Muttalib oğlu Abbas (radıyallahü anh)'a: "İnsanlara yüksek sesle bağır" diye buyurmuştur. Hz. Abbas da insanlar arasında sesi en yüksek olanlardan birisi idi. Müslim, III, 1398 Rivâyet edildiğine göre bir gün onlara ani bir baskın yapılmış, Abbas (radıyallahü anh): Eyvah sabah baskını! diye seslenmiş, sesinin yüksekliğinden ötürü hamileler karnındaki yavruları düşürmüş. İşte Nabiğa el-Cadî bu olay hakkında şunları söylemektedir: "Ebû Urve'nin (Abbas b. Abdu'l-Muttalib'in) yırtıcı hayvanlara bağırması, Onların koyunlar arasına karışmalarından korktuğu zaman" Ravilerin iddia ettiğine göre; o koyunlara saldırmak isteyen yırtıcı hayvanlara öyle bir bağırırdı ki hayvanın içindeki öd kesesi patlayıveriyordu, ez-Zeccâc dedi ki: "Amelleriniz boşa gidiverir" âyeti: Çünkü amelleriniz boşa gider" takdirindedir. Yani amelleriniz boğa çıkar. Buna göre burada takdiren varlığı kabul edilen "lam" oluş bildiren (sayruret) "lam'ıdır. Yüce Allah'ın: "Yoksa haberiniz olmadan amelleriniz boşa gidiverir" âyeti insanın farkında olmadan kâfir olmasını gerektirmez. Kâfir bir kişi ancak küfre kendi iradesiyle imanı küfre tercih ettiği takdirde mü’min olduğu gibi, mü’min de küfrü tercih ve kastetmediği sürece icma ile kâfir olmaz. Kâfir de aynı şekilde farkında olmadan kâfir olmaz İbare Kurtubrde bu şekildedir. Muhtemelen bir yanılma vardır. İfadenin doğru şekli şöyle olmalıdır: Aynı şekilde kâfir de farkında olmadan (yaptığı işlerle) mü’min olmaz. 3Muhakkak ki Rasûlullah'ın huzurunda seslerini alçaltanlar, Allah'ın kalplerini takva için seçtiği kimselerdir. Onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır. "Muhakkak ki Rasûlullah'ın huzurunda seslerini alçaltanlar" Ona duydukları saygıdan ötürü konuştuklarında ya da onun huzurunda başkalarına söz söylediklerinde seslerini kısanlar... demektir. Ebû Hüreyre dedi ki: Yüce Allah'ın: "Sesinizi... fazla yükseltmeyin" âyeti nazil olunca, Ebû Bekir (radıyallahü anh) dedi ki: Allah'a yemin ederim ki, iki kişinin kendi aralarında gizlice konuştukları kadardan fazla sesimi yükseltmeyeceğim. Süneyd dedi ki; Bize Abbad b. el-Avvam anlattı, o Muhammed b. Amr'dan, o Ebû Seleme'den rivâyetle dedi ki: Yüce Allah'ın: "Allah'ın ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin" (Hucurat, 49/1) âyeti nazil olunca Ebû Bekir dedi ki: Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, bundan sonra seninle ancak biri diğerine sır verirken konuşanın sesi gibi bir sesle konuşacağım. Abdullah b. ez-Zübeyr de dedi ki: "Sesinizi... yükseltmeyin" âyeti indikten sonra Ömer'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda sesini kıstığından ötürü tekrar etmesini söylemedikçe sesi işitilmedi. Bunun üzerine yüce Allah'ın: "Muhakkak ki Rasûlullahın huzurunda seslerini alçaltanlar Allah'ın kalplerini takva için seçtiği kimselerdir" âyeti nazil oldu. İkinci ayetin tefsirinde zikredilmiş bulunan bu hadisin kaynakları için oraya bakınız el-Ferrâ'' dedi ki: Buradaki: "seçtiği" seçtiği" diye meali verilen kelime, "imtihane" şeklinde olup kökü "imtihan'dır. Bu açıklamalar, bu kelimenin sözlük anlamı gözönünde bulundurularak yapılmıştır. Bira7. sonra bu kelime ile ilgili lügat açıklamaları gelecektir. âyeti, takva için halis kıldığı anlamındadır. el-Ahfeş de: Takva için özel olarak seçtiği, diye açıklamıştır. İbn Abbâs dedi ki: "Allah'ın kalplerini takva için seçtiği kimselerdir." Her türlü çirkinlikten arındırıp, kalplerine Allah korkusunu ve takvasını yerleştirdiği kimselerdir, demektir, Ömer (radıyallahü anh) da: Kalplerinden şehevi arzularını giderdiği kimselerdir, diye açıklamıştır. İmtihan (mealde: seçmek) fiil olarak: "Köseleyi genişlettim, genişletmek" anlamındaki fiilden "iftial" veznindedir. Buna göre Allah'ın kalplerini takva için imtihan etmesi, kalplerine takva için genişlik vermesi ve genişletmesidir. Bundan önceki görüşlere göre de Allah'ın kalplerini imtihan etmesi, kalplerini halis kılması, ihlaslı kılması demektir. Bu da; "Gümüşü arıtıncaya kadar sınadım (ateşe sundum)" ifadesini andırmaktadır. Bu sözlerde sözlerin delalet ettiği hazfedilmiş bir kelime vardır ki; o da ihlâs (halis kılmak)dır. Ebû Amr dedi ki: Belli bir zorlamaya maruz kıldığım herbir şey hakkında: "onu mihnete uğrattım (imtihana tabi tuttum)" denilir. Sonra da şairin şu beyitini zikretmektedir: Üzerlerinde bitkinlikleri açık görülen, yürümekten zayıf düşmüş develer geldi, Oldukça yorgun düşmüş (mihnete uğramış) ve böğürleri (âdeta) birbirine girmiş." "Onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır." 4Muhakkak ki hücrelerin arkasından sana seslenenlerin çoğunun akılları ermez. Mücahid ve başkaları dedi ki: Bu âyet-i kerîme Temimoğullarına mensub bedeviler hakkında inmiştir. Onlardan bir heyet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelmiş, mescide girmiş ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hücresinin arkasından: Yanımıza çık, çünkü bizim övmemiz güzel, yermemiz çirkindir, diye bağırdılar, O sırada yetmiş kişi idiler. Çoluk çocuklarına karşılık olmak üzere fidyeleri getirmişlerdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da o sırada kaylule (öğle vakti) uykusuna çekilmişti. Rivâyet olunduğuna göre bu şekilde seslenen ve: Benim övmem güzel, yermem çirkindir, diyen Akra' b. Habis'ti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisine: "O dediğin Allah'tır." diye buyurmuştur. Bunu Tirmizî de, el-Bera b. Azib'den zikretmişti Tirmhi, V, 387 Zeyd b. Erkam da şöyle demektedir; Bir grub insan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzuruna geldi ve biri diğerine şöyle dedi: Haydi sizinle şu adama gidelim. Eğer bir peygamber ise ona uymak suretiyle insanların en mutluları oluruz. Şayet bir kral ise onun yakınında bulunmakla hayatımızı yaşarız. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip o hücresinde iken ona; Ya Muhammed, ya Muhammed diye seslenmeye koyuldular. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Denildiğine göre bunlar Temimoğullarından idiler. Mukâtil dedi ki: Ondokuz kişi idiler: Kays b. Âsım, ez-Zibrikan b. Bedr, el-Akra' b. Habis, Süveyd b. Haşim, Halıd b. Malik, Ala b. Habis, Ka'ka b. Mabed, Vekî’ b. Vekî' ve Uyeyne b. Hasn... Kendisine itaat olunan ahmak diye bilinen odur. Etrafında çokça asker bulunanlardan birisi idi. Ardından onbin mızraklı kişi giderdi. İsmi Huzeyfe'dir. Gözünün üst kapağı yukarı doğru dönmüş olmasından dolayı ona Uyeyne denilmişti. Abdu'r-Rezzak, Uyeyne hakkında şunu zikretmektedir: Hakkında: "Kalblerine bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz.,, kimselere de itaat etme" (el-Kehf, 18/28) âyetinin, hakkında indiği kişi odur. el-A'raf Sûresi'nin sonlarında (7/199. âyet, 3- başlıkta) Ömer (radıyallahü anh)'a söyledikleri de kaydedilmiş bulunmaktadır ki, orada anlatılanlar bu husmta yeterlidir. Bunu da Buhârî zikretmiş bulunmaktadır. Buhârî, IV, 1702, IV, 2657. Rivâyet olunduğuna göre bu heyet Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) uykuya çekildiği sırada öğle vaktinde gelmişti. Ona: Ey Muhammed, ey Muhammed yanımıza Çık gel diye bağırmaya başladılar, o da uyanıp çıktı ve bu âyet-i kerîme nazil oldu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a (bu durum hakkında) soru sorulunca şöyle buyurdu: "Bunlar Temimoğullarının görgüden uzak kimseleridir. Şayet onlar insanlar arasında tek gözü kör Deccal'e karşı en çetin savaşacak kimseler olmayacak olsalardı, yüce Allah'a onları helâk etmesi için dua edecektim." "Hücreler"; Hücrenin çoğuludur. Tıpkı: " Odalar" lâfzının çoğulu, " Karanlıklar" lâfzının da: ( iut)'ın çoğulu olduğu gibi. "Hücreler"in çoğulu, bunun da; …. çoğulu olduğu da söylenmiştir. O halde burada çoğulun çoğuludur. Bu lâfız: "Cim" harfi ötreli ve üstün olmak üzere iki türlü söylenir. Şair şöyle demiştir: "Onlar bizleri diz kapaklarımız' açılmış görünce, Ciddiyetle şakayı birbirine karıştırmayacak bir konumda (olduğumuzu anladılar)." Burada şahit "diz kapaklar" anlamındaki kelimenin tekilinin bir defa çoğulu yapıldıktan sonra çoğulun çoğulu olan "hucerat" vezninde "rukebat" şeklinin kullanılmış olmasıdır. "Hücre" etrafını bir duvarın çevirdiği, etrafı çevrili yerin bir parçası demektir. Deve ağılına da hücre denilir. Bu kelime "mef'ûle" anlamında "fule" veznindedir. Ebû Cafer b. el-Ka'ka' bu kelimeyi iki ötre arka arkaya ağır bulduğundan "cim" harfini üstün olarak; (diye okumuştur. Hafifletmek maksadı ile "cim" harfi sakin olarak;)diye de okunmuştur. Kelimenin asıl kök anlamı mani olmak, engel olmak demektir. Dolayısıyla kendisine ulaşılmasına engel teşkil ettiğin herbir şeyi sen: " Hacr altına almış, sınırlandırmış" olursun. Âyette sözü edilen seslenen kimselerin genelin bir kısmı olma ihtimali bulunduğundan dolayı "çoğunun akılları ermez" diye Duyurulmuştur. Yani sana seslenen kimseler, çoğunluğu cahil bulunan bir topluluk arasındandırlar. 5Eğer onlar sen kendilerine çıkana kadar sabretselerdi, kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Yani onlar senin dışarı çıkmanı bekleselerdi hem din, hem de dünyalarında bu onlar için daha faydalı olurdu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise kendisine ait birtakım işlerle uğraştığı belirli vakitler dışında insanlarla görüşmekten uzak kalmaz, onlardan ayrı durmazdı. Böyle bir halde onun rahatsız edilmesi edebe uygun değildi. Denildiğine göre bu heyet, Anberoğulları esirlerine iltimasta bulunmak için gelmişlerdi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların yarısını azad etmiş, öbür yarısını da fidye karşılığı bırakmıştı. Şayet sabretmiş olsalardı, hiç fidye almaksızın hepsini serbest bırakacaktı. "Allah Gafûrdur, Rahîmdir." 6Ey îman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse -bilgisizce bir kavme sataşıp da sonra yaptığınıza pişman olmamak İçin- iyice araştırın. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: "Ey îman edenler! Eğer bir fastk size bir haber getirirse..." âyeti denildiğine göre el-Velid b. Ukbe b. Ebi Muayt hakkında inmiştir. Buna sebeb, Said'in Katade'den rivâyet ettiğine göre şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) el-Velid b. Ukbe'yi zekatlarını toplamak üzere Mustalıkoğullarına göndermişti. Onlar Velid'i görünce ona doğru yürüdüler, o da onlardan korktu. -Bir rivâyete göre bu korkmasının sebebi (cahiliye döneminden kalma) aralarındaki bir husumet idi.- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geri dönerek İslâm'dan irtidat ettiklerini haber verdi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Halid b. el-Velid'i göndererek ona işi iyice tesbit edip araştırmasını ve acele etmemesini emretti. Halid yola koyuldu, nihayet geceleyin onların yurduna vardı. Gözcülerini gönderdi, geri geldiklerinde Halid'e Mustalıkoğullarının İslâm'a sımsıkı sarih bulunduklarını, ezan okuduklarını ve namaz kıldıklarını duyduklarını haber verdiler. Sabah olunca Halid onların yanına vardı ve gözcülerin söylediklerinin doğruluğunu gözleriyle gördü. Allah'ın Peygamberine dönerek ona durumu haber verdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bundan dolayı yüce Allah'ın Peygamberi: "Teenni Allah'tan, acele şeytandan" diye buyururdu. Tirmizî, IV, 367. Bir diğer rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu (el-Velid b. Ukbe'yi) müslüman olmalarından sonra Mustalıkoğullarına göndermişti. Onun geleceğini haber alınca, onu karşılamak üzere bineklerine bindiler. O da onların bu hallerini işitince onlardan korktu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geri dönerek Mustalıkoğullarının kendisini öldürmek istediklerini ve zekat vermediklerini bildirdi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onların üzerine bir gaza düzenlemeyi içinden geçirdi. Bu halde bulunuyorken heyetleri Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzuruna gelerek: Ey Allah'ın Rasûlü dediler. Senin gönderdiğin elçinin haberini aldık, ona ikramda bulunalım ve üzerimizdeki zekatları ona ödeyelim diye yoluna çıktık. O ise geri döndü. Bize ulaştığına göre Rasûlullah'a onunla savaşmak üzere çıktığımızı iddia etmiş, Allah'a yemin olsun ki biz bu maksatla çıkmadık. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. el-Velid'e de fâsık yani yalancı ismi verilmiş oldu. İbn Zeyd, Mukâtil ve Sehl b. Abdullah dedi ki: Fasile, çok yalan söyleyen kimse demektir. Ebû'l-Hasen el-Verrak da şöyle demiştir: Fâsık günahı açıktan işleyen kimse demektir. İbn Tahir, Allah'tan utanmayan kimsedir diye açıklamıştır. Hamza ve el-Kisaî, "İyice araştırın" anlamındaki âyeti: "İyice tesbit edin" şeklinde-. " İyiden iyiye tesbit etmek" kökünden gelmiş bir Fiil olarak okumuşlardır. Diğerleri ise; " İyice araştırın" diye "tebeyyun"den gelmiş emir fiil olarak okumuşlardır. "Sataşıp" anlamındaki âyet: " Sataşmayasınız" demektir. Buna göre: (........)'in başındaki cer harfi düşürülmek suretiyle nasb konumundadır. "Bilgisizce" yani yanlışlıkla "bir kavme sataşıp da sonra yaptığınıza" acele davranıp, teenniyi terkettiğinize "pişman olmamak İçin iyice araştırın." 2- Haberi Vahid'in Kabulü ve Buna Bağlı Hukuki Bir Takım Tasarruflar: Bu âyet-i kerimede adaletli olması halinde bir kişinin haberinin (haberu'l-vahid)'in kabul olunacağına delil vardır. Allah fâsık olan kimsenin haber nakletmesi esnasında işin iyice araştırılmasını emretmiştir. Fasıklığı sabit olan kimsenin ise verdiği haberlere dair sözü icma ile batıl olur (hükümsüzdür). Çünkü haber bir emanettir, fasıklık ise onu iptal eden bir karinedir. Dava ve inkar ile başkaları hakkında maksat olarak gözetilen bir hakkın isbatı ile ilgili hususların bu genel çerçevenin dışında olduğu icma ile kabul edilmiştir. Mesela bir kimsenin, bu benim kölemdir, demesi halinde bu sözü kabul edilir. Şayet: Filan kişi sana bunu hediye olarak gönderdi, derse bu da kabul edilir. Yine böyle bir durumda kâfirin verdiği haber de kabul edilir. Aynı şekilde bir kimse başkasının kendi üzerindeki bir hakkını İkrar edecek olursa, bu icma ile iptal edilemez. Ancak başkası aleyhine yapacağı inşalarda ise (başkaları hakkında yapacağı akitlerde) Şâfiî ve diğerleri: Böyle bir kimse nikâhta veli olamaz, demiştir, Ebû Hanife ve Malik ise veli olur demiştir. Çünkü böyle bir kimse velayeti altındaki kızın sahip olduğu malın da velisidir. Dolayısıyla onun evlendirilmesi velayetine de sahiptir, tıpkı adil bir kimse gibi. Çünkü böyle bir kimse her ne kadar dini bakımdan Fâsık bir kişi ise de, gayreti olduğu gibidir. Bu gayret ile de zaten mahremler himaye edilir. Bazan malını feda ederek mahremini korur. Böyle bir kimse malın velisi olabildiğine göre, nikâhın velisi olması öncelikle sözkonusudur. 3- Fâsık Yöneticilerin Arkasında Kılman Namaz: İbnu'l-Arabî dedi ki: Şâfiî'nin ve benzerlerinin fâsık kimsenin İmâmlığını câiz görmesi, hayret edilecek hususlardan birisidir. Bir zerre miktarı mal konusunda kendisine güvenilemeyen bir kimseye nasıl olur da bir kantar borç hususunda güvenilebilir Eseri yayına hazırlayanlar "borç" diye çevirdiğimiz kelimeyi "deyn" diye harekelemelerdir. Ancak bunun harekesiz olması halinde "bir kantar dîn" nasıl emanet edilebilir diye anlaşılması da mümkündür. Bu durumda namazın ağırlığına, önemine işaret edilmiş olur Bir sonraki cümle bu kelimenin "din" diye okunmasının daha isabetli olduğunu göstermektedir. Buna sebeb ise şu esas ilkedir: İnsanlara namaz kıldıran yöneticilerin dinleri fesada erip de arkalarında namaz kılmayıterketmekimkanı olmadığından onların görevlerinden uzaklaştırılmasına da güç yetirilemediğinden onlarla birlikte arkalarında namaz kılındı. Nitekim Osman (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Namaz insanların yaptıkları en güzel bir iştir. O işi güzel yaparlarsa sen de güzel yap, fakat kötü yapacak olurlarsa onların kötü işlerinden sen uzak dur. Diğer taraftan bazı insanlar bu gibi yöneticiler arkasında takiye olarak (kendilerine gelecek tehlikeden korunmak maksadıyla) namaz kıldılar. Ondan sonra da sırf Allah için kendi namazlarını tekrar iade ediyorlardı. Kimisi de arkalarında kıldığı o namazı kendi farz namazı olarak değerlendiriyordu. Ben ise böyle bir namazın iade edilmesinin vacib olduğu kanaatindeyim. Ancak hiçbir kimsenin razı olmadığı İmâmlarla birlikte namaz kılmayı terketmemesi gerekir. Fakat kendi kendine gizlice o namazı iade eder ve başkasının yanında da bundan sözetmez. Fasık bir kimse eğer vali ise verdiği hükümlerin hakka uygun olanları geçerlidir, muhalif olanları da reddolunur. Onun geçerli kabul edip yürürlüğe koyduğu hiçbir hükmü de nakzedilmez. Bu görüşün dışında nakledilen herhangi bir rivâyet yahutta aktardan herhangi bir söze de iltifat etmeyiniz. Bu hususta söylenmiş sözler pek çoktur, hak ise apaçıktır. Böyle bir kimsenin ulaştıracağı bir söz yahut bir şey ya da haber, vereceği bir izin ile ilgili olarak elçilik yapmasının sahih olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var ki, bu elçilik görevinin elçi gönderen ile kendisine gönderilenin hakları çerçevesi dışında olmamalıdır. Eğer bu elçilikte ikisinin hakları dışındaki bir hak taalluk ediyorsa, onun sözü kabul edilmez. Böyle bir şey bunu gerektiren zorunluluk (zaruret) dolayısıyla caizdir. Çünkü şayet bu gibi hususlarda insanlar arasında adaletli olanların dışındakiler tasarrufta bulunmayacak olursa, böyle bir durumda adaletliler bulunamayacağından bu işlerin hiçbirisi gerçekleştirilemez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6- Müslümanlarda Aslolan Adalet midir? Ayet-i kerimede "cerhedildikleri sabit oluncaya kadar bütün müslümanlar adaletlidir" diyenlerin görüşlerinin yanlışlığına bir delil vardır. Çünkü yüce Allah verilen haberi kabul etmeden önce işin iyice araştırılmasını emretmiştir. Hükmün uygulanmasından sonra araştırmanın da bir anlamı yoktur. Eğer hakim gerekli araştırmayı yapmadan önce hüküm verecek olursa, aleyhine hüküm verilen kimseye bilgisizce sataşmış, zarar vermiş olur. 7- Zann-ı Galib'e Dayanarak Hüküm Vermek: Şayet galib zanna dayanarak hüküm verecek olursa, bu bilgisizlikle amel sayılmaz. A'daletli iki şahidin şehadetine binaen hüküm vermek ve müçtehid ve alim bir kimsenin görüşünü kabul etmek gibi. Cehaletle bilgisizce amel etmek ancak kabul edilmesi halinde galib zannın ortaya çıkmadığı kimsenin sözünü kabul etmekle olur. Bu meseleyi el-Kuşeyrî, ondan öncekini ise el-Mehdevî zikretmiş bulunmaktadır, 7Bilin ki; Allah'ın Rasûlü sizin aranızdadır. Eğer o işlerin çoğunda size itaat etse, elbette zorluğa düşersiniz. Fakat Allah size imanı sevdirdi, onu kalblerinizde süsledi ve küfrü, fıskı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte onlar doğru yolu bulanların ta kendileridir. "Bilin ki Allah'ın Rasûlü sizin aranızdadır." O halde yalan söylemeyin. Çünkü Allah sizin durumunuzu ona bildirir ve o zaman rezil olursunuz, "Eğer o işlerin çoğunda size itaat etse, elbette zorluğa düşersiniz." Yani durum açığa çıkmadan önce sizin istediğiniz gibi çabucak hareket edecek olsa, siz zorlukla ve günahla karşı karşıya kalırdınız. Eğer el-Velid b. Ukbe'nin peygambere getirdiği habere göre peygamber o kavimle savaşmış olsaydı, bu bir yanlışlık olurdu. Kendisi ile onlar arasındaki bir düşmanlık sebebiyle o kavmi helâk etmeyi isteyen kişi de çok zor duruma düşerdi. Allah Rasûlünün onlara itaat etmesi ise, insanlara dair ona ulaştırdıkları ve onlardan işittiği haberlere uygun olarak verdikleri emirleri ve ortaya attıkları görüşleri kabul etmesi demektir. Âyetteki: "Zorluk" günah demektir. " Adam günah işledi" demektir. Bu aynı zamanda fücur ve zina anlamına da gelir. en-Nisa suresinde; (4/25. âyet, 1. başlıkta) geçtiği gibi. Yine bu lâfız "zor bir işe düşmek" anlamına da gelir. et-Tevbe Sûresi'nin sonlarında: "Sizin sıkıntıya uğramanız" (et-Tevbe, 9/128) âyetine dair açıklamalarda daha da geniş bilgiler verilmiştir. "Fakat Allah size imanı sevdirdi." Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yalan söylemeyen batıl herhangi bir haber vermeyen ihlâs sahibi mü’minlere bir hitabtır. Yani imanı size dinlerin en sevileni kıldı. Tevfik ve inayetiyle "onu kalblerinizde süsledi." Size güzef gösterdi ki; nihayet siz de onu seçtiniz, tercih ettiniz. Bu âyette Kaderiyye, İmâmiye ve diğerlerine -daha önceden bir kaç yerde de geçtiği gibi- bir red vardır. Çünkü bütün mahlukatı kişilikleriyle, fiilleriyle, nitelikleriyle dil ve renklerinin farklılığı ile tek başına ortaksız olarak yaratan Odur. "Ve küfrü, fiskı ve isyanı sîze çirkin gösterdi" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs dedi ki: Bununla özellikle yalanı kastetmektedir. İbn Zeyd de böyle demiştir. Şöyle de açıklanmıştır Kasıt itaatin dışında olan herbir şeydir. "Fusuk: fasıklık"; " Taze hurma kabuğunun dışına çıktı" kökünden türemiştir, farenin deliğinden çıkması hakkında da bu fiil kullanılır. Buna dair yeterli açıklamalar daha önce el-Bakara suresinde (2/26. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "İsyan" ise "me'âsi: masiyetler"in çoğuludur. Bundan sonra hitab kipinden haber kipine geçilerek: "İşte onlar" yanı yüce Allah'ın kendilerine muvaffakiyet verip de imanı kendilerine sevdirip, küfürden tiksindirdiği yani kendilerine çirkin gösterdiği kimseler "doğru yolu bulanların ta kendileridir." Bu âyet "hitabtan habere geçiş bakımından" yüce Allah'ın: "Fakat Allah'ın rızasını arayarak verdiğiniz zekata gelince, işte onlar (mükâfatlarını) kat kat arttıranlardır" (er-Rum, 30/39) âyetine benzemektedir. en-Nabiğa'da (hitabtan sonra haber kipi ile) şöyle demektedir: "Ey tümsekte ve karşımdaki yüksekçe tepede bulunan Meyye'nin evi (diyarı) Üzerinden uzunca zamanlar geçtiği halde ıssızdır buraları." “Doğru yol" hak üzere salabetle birlikte dosdoğru yürümek demektir. Bu kelime kaya parçası demek olan: gelmektedir. Ebû Vazî': Her kaya parçasına: denilir, deyip şu beyiti zikretmektedir: "İplerin bağlı bulunduğu çadır kazıkları ile renkleri değişmiş ocak taşlarından başka, Ki o taşlar kaya parçalarının sağlamlığından dolayı ışık saçmışlardır." 8Allah'tan bir lütuf ve bir nimet olmak üzere, Allah Alimdir, Hakimdir. "Allah'tan bir lütuf ve bir nimet olmak üzere..." Yani yüce Allah size bunları kendinden bir lütuf olmak üzere yaptı. Yani lütfü ve nimetiyle bunları yaptı. O halde bu âyet, mef'ûlün leh'tir. "Allah" sizin halinizi düzeltecek olanı çok iyi bilen "Alimdir." İşlerinizi düzene koymakta hikmeti sonsuz "Hakimdir." 9Eğer mü’minlerden İki grub birbirleri ile çarpışırlarsa onların aralarını düzeltin. Eğer onların biri diğerine karşı tecavüz ediyorsa, o tecavüz eden grubla Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışın. Eğer dönerse İkisinin arasını adaletle düzeltin ve adaletli olun. Çünkü Allah, adaletli olanları sever. Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Eğer mü’minlerden iki grub birbirleriyle çarpışırlarsa, onların aralarını düzeltin" âyeti ile ilgili olarak el-Mutemir b. Süleyman, Enes b. Malik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ey Allah'ın Peygamberleri! Sen Abdullah b. Ubeyy'e gitsen, dedim. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona gitmek üzere yola koyuldu. Bir eşeğe bindi. Müslümanlar da yayan yürüdü. Orası çorak bir arazi idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun yanına varınca: Benden uzak dur, Allah'a yemin ederim eşeğinin pis kokusu beni rahatsız etti, dedi. Ensardan bir adam: Allah'a yemin ederim Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın eşeğinin kokusu senden daha hoştur, dedi. Kavminden bir adam Abdullah b. Ubeyy'e böyle denildi diye öfkelendi, Herbirisi adına arkadaşları öfkelenip kızdı. O bakımdan kuru hurma dallarıyla, ellerle ve ayakkabılarla aralarında bir çarpışma meydana geldi. Bize ulaştığına göre bu âyet onların haklarında inmiştir. Buhârî, II, 958; Müslim, III, 1424; Müsned, III, 157, 21Ş. Mücahid dedi ki: Ayet-i kerîme Evs ve Hazrecliler hakkında inmiştir. (Yine) Mücahid dedi ki: Ensardan iki kesim sopalarla ve ayakkabılarla bir biriyle çarpıştı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Bunun benzeri bir rivâyet Said b. Cübeyr'den gelmiştir. Buna göre Evs ile Hazreç arasında Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde kuru hurma dallarıyla, ayakkabı ve benzerleriyle bir çarpışma olmuştu. Yüce Allah da haklarında bu âyet-i kerimeyi indirdi. Katade dedi ki: Ayet-i kerîme bir hak konusunda herkesin karşı tarafı haksız bulduğu ensardan iki kişi hakkında inmiştir. Birisi: Hakkımı zorla alacağım demişti, çünkü aşireti çoktu. Diğeri de onu Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda mahkemeleşmeye çağırdı, ancak onun dediğini kabul etmedi. Bu durum aralarında böylece devam edip gitti, nihayet birbirlerine düştüler. El, ayakkabı ve kılıçlarla birbirlerine giriştiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. el-Kelbî dedi ki: Ayet-i kerîme Sümeyr ve Hatıb adındaki iki kişi dolayısıyla meydana gelen savaş hakkında inmiştir. Sümeyr, Hatıb'i öldürmüştü. Bu sebeple Evslîlerle Hazrecliler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanlarına gelinceye kadar birbirleriyle çarpıştılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yüce Allah bununla peygamberine ve mü’minlere aralarını düzeltmelerini, barış yapmalarını emretti. es-Süddî dedi ki: Ensardan Um Zeyd diye anılan bir kadın, ensardan olmayan bir adam ile evli idi. Kocası ile birlikte aralarında tartışma çıktı. O akrabalarını ziyaret etmek istediği halde, kocası ona engel oldu ve akrabalarından hiçbir kimsenin yanına giremeyeceği yüksekçe bir yerde onu yerleştirdi. Kadın da akrabalarına haber saldı. Akrabaları gelip onu götürmek üzere bulunduğu yerden aşağıya indirdiler, Bu sefer kocası çıkıp kendi yakınlarından yardım istedi. Akrabaları tarafından kadının alınıp götürülmesini engellemek üzere amca çocukları çıkıp geldi. Aralarında itiş kakış oldu, ayakkabılada birbirlerini vurdular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. "Taife: grub" lâfzı hem tek adamı, hem iki kişiyi, hem de çoğulu ifade eder. O halde bu âyet lâfza göre deşil de manaya göre hamledilen (ve kipleri ona göre kullanılan) sözlerdendir. Çünkü "iki taife: iki grub" hem kavim, hem de insanlar anlamındadır. "Allah'ın emrine dönünceye kadar... eğer dönerse ikisinin arasını adaletle düzeltin" anlamındaki âyet Abdullah b. Mesud'un kıraatinde "Onlar Allah'ın emrine dönünceye kadar: Allah'ın emrine dönecek olurlarsa aralarında adaleti uygulayın." şeklindedir, İbn Ebi Able: "Çarpışırlarsa" anlamındaki âyeti "iki grub" anlamındaki lâfız tesniye olduğundan dolayı; (Hası) diye okumuştur. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tevbe Sûresi'nin sonlarında (9/122. âyet, 3, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs'da yüce Allah'ın: "Mü’minlerden bir topluluk (taife) de azablarına şahit olsunlar" (en-Nûr, 24/2) âyeti hakkında bir ve daha yukarısı diye açıklamıştır. Çünkü "bir şeyden taife" ondan bir parça demektir. "Onların aralarını" her iki kesimi hüküm, ister lehlerine, ister aleyhlerine olsun Allah'ın Kitabına çağırmak suretiyle "düzeltin. Eğer onların biri diğerine karşı tecavüz ediyorsa" haksızlık edip Allah'ın hükmüne ve kitabına yapılan çağrıyı kabul etmiyorsa "o tecavüz eden grupla Allah'ın emrine" Kitabına "dönünceye kadar çarpışın." "Bağy: Tecavüz" haddi asmak, haksızlık etmek, fesad çıkarmak demektir. "Eğer dönerse, ikisinin arasını adaletle düzeltin." Yani onları karşılıklı olarak adil davranmaya, insafa mecbur edin. "Ve" ey insanlar "adaletli olun!" Birbirinizle savaşmayın, çarpışmayın, Bunun adaletli olmayı emrettiği de söylenmiştir. "Çünkü Allah adaletli olanları" adaleti ve hakkı uygulayanları "sever." 2- Birbirleriyle Çarpışan Müslüman Grupların Durumu ve Takınılacak Tavır: İlim adamları der ki: İki müslüman grub birbirleriyle çarpışacak olurlarsa ya her ikisi de haksız olarak çarpışırlar, yahutta başka bir durumdadırlar. Eğer her ikisi de haksız iseler bu durumda yapılması gereken aralarında ilişkilerini düzeltecek, birbirlerinden el çekmeleri ve karşılıklı olarak silah bırakmaları sonucunu verecek şekilde barış yapılır, birbirleriyle anlaşmalarını sağlamak için aracılık yapılır. Şayet birbirlerinden el çekmeyecek ve barış yapmayacak olurlarsa, her ikisi de haksızlıklarını sürdürmeye devam edecek olurlarsa, o takdirde her ikisi ile de çarpışılır. Şayet ikinci durum sözkonusu ise yani bu iki kesimden birisi diğerine haksızlıkta bulunuyor ise, o vakit haksızlık yapan grub ile vazgeçinceye ve tevbe edinceye kadar savaşmak gerekir. Eğer bu duruma gelirse aralarında ve kendilerine haksızlık yapılan kesimle adalet ile barış yapılır, Eğer her iki tarafın karşı karşıya kaldığı bir şüphe sebebiyle aralarında çatışmalar baş göstermiş ve, her bir grub da kendisine göre kendisini haklı kabul ediyor ise, bu durumda, apaçık ve parlak deliller ile kesin belgeler ile şüphenin ortadan kaldırılması ve hakka ileten yolun gösterilmesi gerekir, Buna rağmen her iki kesim yine düşmanlığı bırakmayıp, kendilerine gösterilen yola uygun davranmayıp, kendileri için açıklığa kavuştuktan sonra, kendilerine öğütlenen hakka uymayacak olurlarsa, o vakit her ikisi de haksızlık eden kesim demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- Halifeye Yahut Herhangi Bir Müslümana Haksızlık Yaptığı Bilinen Kesime Karşı Savaşmak Gereği: Bu âyet-i kerimede halifeye yahutta herhangi bir müslümana haksızlık yaptığı bilinen kesime (el-fielu’l-bağiye'ye) karşı savaşmanın vacib olduğuna delil vardır. Ayrıca mü’minlerle savaşılmayacağını söyleyip, Peygamber Efendimizin: "Mü’min ile savaşmak küfürdür" Nesâî, VII, 122; İbn Mace, I, 13; Müsned, I, 176; Taberani, Kebir, IX, 97. hadisini delil gösterenlerin görüşünün tutarsız olduğuna da delildir. Çünkü eğer haksızlık yapan mü’minle çarpışmak küfür olsaydı, haşa yüce Allah küfrü emretmiş olurdu. Diğer taraftan Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh), İslâm'a sarılmakla birlikte zekat vermek istemeyenlerle çarpışmış, fakat bırakıp kaçan kimsenin ardından gidilmemesini, yaralı bir kimsenin işinin bitirilmemesini emretmiştir. Malları -kâfirlerde vacib olandan farklı olarak- ganimet olarak helal olmaz. Taberî dedi ki: Eğer her iki kesim arasındaki ayrılıklarda vacib olan, ondan kaçıp evlere sığınmak olsaydı, hiçbir had uygulanmaz ve hiçbir batılın sonu getirilemez, nifak ehli ve facir olan kimseler Allah'ın kendilerine haram kılmış olduğu müslümanların mallarını, kadınlarını esir almayı ve kanlarını dökmeyi, onlara karşı grublar oluşturmak, diğer taraftan da müslümanların onlara ilişmemesi sonucunda Allah'ın kendilerine haram kılmış olduğu herşeyi helal görmek için bir yof olurdu. Oysa bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: "Aranızdaki beyinsizlerin ellerini tutun (kötülük yapmalarına meydan vermeyin)." Beyhaki, Şuabu'l-îman, VI, 92; Deylemi, Firdevs, II, 167; Miinavi, Feyzu'l-Kadir, III, 435 -hadisin sıhhat derecesine dair herhangi bir beyanda bulunmamaktadır hadisine aykırıdır. 4- Ashab Arasında Çıkan Çatışmalar: Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu âyet-i kerîme müslümanların (birbirleriyle) savaşmalarında asıl dayanak ve tevikilerle savaşmakta bir esastır. Ashab da buna dayanmış, bu dinin ileri gelenleri buna sığınmıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ammar'ı bağy (haksızca ayaklanan) kesim öldürecektir" Buhârî, I, 172, III, 1035; Müslim, IV, 2236; Müsned, II, löl, 162, 206, III, 5, 22, 28, 90, IV, 197, 199, V, 214, 306, VI, 289, 300, 311, 315. hadisi ile bunu kastetmiştir. Yine Peygamber Efendimizin Hariciler hakkındaki: "Onlar hayırlı olan kesime karşı ayaklanacaklar yahut bir ayrılık zamanında ayaklanacaklar " Müslim, II, 744; Buhârî, V, 2281, VI. 2540; Müsned, 111, 65, 92. şeklindeki hadisinde de kastettiği bu husustur. Son hadisin birinci rivâyeti daha sahihtir. Çünkü Peygamber Efendimiz: "İki kesimden hakka daha yakın olan onları (Haricileri) öldürecektir" Müslim, II, 746; Müsned, II, 65, H2. diye buyurmuştur. Haricilerle çarpışan Ali b. Ebî Tâlib ve onunla birlikte olanlardı. Buna göre İslâm âlimlerine göre ve dinin delili ile sabit olan şu ki Ali; (radıyallahü anh) (meşru) İmâm idi. Ona karşı çıkan herkes de bir bağiy idi. O bağiy ile hakka dönünceye ve barışı kabul edip, boyun eğinceye kadar savaşmak vacib idi. Çünkü Osman (radıyallahü anh) öldürülmüş, ashab-ı kiram da onun kanından beri (onu öldürmekten uzak) idiler. Çünkü o kendisine ayaklananlarla çarpışılmasına engel olmuş ve; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ümmeti arasında insanları öldürmek suretiyle halifelik yapan ilk kişi ben olmak istemem, diyerek belaya sabretmiş, mihnete teslim olmuş ve kendisini ümmet adına feda etmişti. Diğer taraftan insanların başıboş bırakılması mümkün değildir. O bakımdan Ömer (radıyallahü anh)’in kendisinden sonraki halifeyi tesbit etmek için tayin ettiği şurada ismini verdiği diğer sahabilere halifelik teklif edildi. Onlar bu işi biri diğerine havale ettiler. Ali (radıyallahü anh) bu işe layık ve ehil idi. Öldürmelere, batıl ile ümmetin kanının dökülmesine yahutta hiçbir hayırlı netice vermeyecek şekilde işinin darmadağın olmasına karşı ümmeti korumak maksadı ile ihtiyat göstererek kabul etti. Çünkü belki de din değişecek ve İslâmın temel direği çökecekti. Ona bey'at edilince Şam halkı kendisine bey'at etmek için Osman'ın katillerini bulması ve onlara kısas uygulamasını şart koşmuşlardı. Ali (radıyallahü anh) da onlara şöyle demişti: Siz beyatinizi yapınız, hakkı isteyiniz, onu elde edeceksiniz. Bu sefer onlar: Osman'ın katilleri senin aranda sabah-akşam sen onları görüp duruyorken sana bey'at edilmeye hak sahibi değilsin, dedi. Bu hususta Ali (radıyallahü anh)'ın görüşü daha sağlam, sözü daha doğru idi. Çünkü Ali (radıyallahü anh) eğer katillere kısas uygulayacak olsaydı, birtakım kabileler o katillerin lehine taassub gösterir ve üçüncü bir savaş baş gösterirdi. O bakımdan dizginleri eline sağlamca tutup, bey'at akdinin gerçekleşmesini ve hüküm meclisinde Hz. Osman'ın kanının velilerinin bunun taleb edilmesini ve böylelikle hak ile hüküm verilebilecek zamanın gelmesini bekledi. Kısası uygulamak şayet fitne doğuracak yahutta sözbirliğini bozacak olursa, İmâmın kısası ertelemesinin câiz olduğu hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Talha ve ez-Zübeyr'in başından geçenler de böyle olmuştur. Onlar Ali (radıyallahü anh)'ın yöneticiliğine karşı itaatsizlik ederek beyatlerini bozmadıkları gibi; diyaneten de hiçbir şekilde ona itiraz etmemişlerdi. Onların görüşleri sadece işe Osman (radıyallahü anh)'ın katillerinin öldürülmesi ile başlamanın daha uygun olacağından ibaretti. Derim ki; İşte bu aralarındaki savaşın sebebi ile ilgili kabul edilecek görüştür. Değerli birtakım ilim adamları şöyle demiştir: Basra'da aralarında meydana gelen olay, hiçbir şekilde savaş yapma kararı vererek yapılmış değildir. Bu beklenmedik bir şekilde ve herbir kesim kendisini savunmak maksadı ile olmuştu. Çünkü herbirisi karşı tarafın kendisine verdiği sözde durmadığını zannetmişti. Çünkü onlar kendi aralarında İşi düzene koymuş, aralarında barış tamamlanmış ve gönül rızasıyla birbirlerinden ayrılmışlardı. Osman (radıyallahü anh)'ın katilleri kendilerine karşı güç yetirileceğinden ve çepeçevre kuşatacaklarından korktular. Bunun için bir araya toplanıp, danıştılar, görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Daha sonra da iki kesime ayrılmak noktasında görüş birliğine vardılar ve her iki ordu arasında sabahın erken saatlerinde savaşa başlamayı kararlaştırdılar. Karşılıklı olarak birbirleriyle ok atacaklar ve Ali'nin askerleri arasında bulunan kesim "Talha ve Zübeyr" antlaşmayı bozdu diye bağıracaklar, Talha ve Zübeyr askerleri arasındaki kesim de: "Ali antlaşmayı bozdu" diye bağıracaklardı. Planladıkları şekilde uygulamayı gerçekleştirdiler ve savaş başgösterdi. Herbir kesim kendi kanaatine göre karşı tarafın düzenlediği bir hileyi bertaraf ediyor ve kanının dökülmesini engellemeye çalışıyordu. Bu sebeple her iki kesimin de yaptığı doğru bir işti ve yüce Allah'a bir itaatti. Çünkü önce aralarında çarpışma olmuş, sonra da bu esas üzere çarpışmayı sona erdirmişlerdi. Bu hususta doğru ve meşhur olan görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- Haksızlık Eden İle Savaşmanın Gereği: "O tecavüz eden grubla Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışın" âyeti çarpışmayı emretmektedir. Bu ise bir farz-ı kifayedir. Eğer bir grub bunu yerine getirecek olursa, diğerlerinin üzerinden sorumluluk kalkar, Bundan dolayı ashab-ı kiramdan bir grub, bu gibi konumlarda bulunmaktan geri kalmışlardır. Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Amr, Muhammed b. Mesleme ve diğerleri gibi. Ali b. Ebî Tâlib de onların bu tutumlarını doğru kabul etmiş ve onların herbirisi ona kendisinin de uygun gördüğü bir mazeret ileri sürmüştür, Rivâyet olunduğuna göre halifelik Muaviye'nin eline geçince, yaptıkları dolayısıyla Sa'd'a sitem etti ve ona: Sen çarpıştıkları vakit İki kesimin arasını düzelten bir kimse olmadığın gibi, haksızlık yapan grubla da savaşanlardan olmadın. Sa'd ona şöyle dedi: Evet ben haksızlık eden gruba karşı savaşmayı terk ettiğime pişmanım. Böylelikle herbirisinin yaptıkları dolayısıyla sorumlu olmadığı, onların tasarruflarının içtihadlan gereği ve şeriate uygun bir uygulama olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. 6- Adaletle Barış Yapmanın. Çerçevesi: "Eğer dönerse ikisinin arasını adaletle düzeltin" âyetinde sözü edilen adaletin kapsamına aralarında cereyan eden kan dökmeler ve mal telef etmelerin taleb edilmemesi de girmektedir. Çünkü bu bir tevile dayalı olarak telef olan bir şeydir. Bunların cezalan istenecek olursa, o vakit onların barıştan uzaklaşmalarına, sının aşmakta daha da ileri gitmelerine sebeb teşkil eder, İşte maslahatın esası da budur. Lisanu’l-Umme şöyle demiştir: Aahab-ı kiramın savaşmasında yüce Allah'ın hikmeti, onlar vasıtası ile tevil ehli olan kimselerle savaşmanın hükümlerini öğretmektir. Çünkü müşriklerle savaşmanın hükümleri Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ifadeleri ve uygulamalarıyla bilinmiş bulunmaktadır. 7- Adaletli İmâma (İslâm Halifesine) Karşı Delilsiz Olarak Ayaklananlar Adaletli İmâma karşı haddi aşan ve delili bulunmayan bir kesim ayaklanacak olursa, İmâm bütün müslümanlaria yahutta yeteri kadar kimselerle birlikte onlarla savaşır. Bundan önce onları itaate ve müslüman cemaatin arasına girmeye davet eder. Şayet geri dönmeyi kabul etmeyip barışı benimsemeyecek olurlarsa, onlarla savaşılır. Onlardan alınan esirler öldürülmez, kaçanların arkasından gidilmez, yaralılarının işleri bitirilmez, çoluk-çocukları esir alınmaz, malları ganimet olmaz. Adaletli İmâm tarafından olan kişi, haksızca ayaklananı yahutta haksızca ayaklanan kişi adaletli İmâmın tarafında bulunanı öldürecek olup da katil maktulün velisi ise bunların arasında mirasçılık cereyan etmez. Yani kasten öldüren bir kimse, hiçbir durumda miras almaz. Adaletli İmâm tarafında olanın -kısasa kıyas ile- haddi aşarak haksızca ayaklanandan miras alacağı da söylenmiştir. 8- Ayaklanmacılar Tarafından Telef Edilen Kanların ve Malların Hükmü: Haddi aşan bağiylerle ayaklanan haricilerin telef ettikleri kan ya da mallardan sonra tevbe edecek olurlarsa, bunlardan ötürü sorumlu tutulmazlar. Ebû Hanife, onlardan tazminat alınır, demiştir. Şâfiî'nin bu hususta iki görüşü vardır. Ebû Hanife'nin görüşü şöylece açıklanır: Bu telef haksızca yapılan bir teleftir, dolayısıyla tazminatının ödenmesi gerekir. Bize göre bu hususta gözönünde bulundurulması gereken şudur: Ashab (radıyallahü anhüm), aralarında bu kabilden meydana gelen savaşlarda kaçanın peşinden gitmediler, yaralının işini bitirmediler, esirleri öldürmediler, herhangi bir can ve malın tazminatını da ödetmediler. Bu hususta kendilerine uyulacak kimseler de onlardır. İbn Ömer de dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Abdullah! Yüce Allah'ın bu ümmetten bağyeden (haksızca ayaklanan) kimseler hakkındaki hükmünün nasıl olduğunu biliyor musun?" Abdullah; Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedi. Şöyle buyurdu: "Yaralılarının işleri bitirilmez, esirleri Öldürülmez, kaçkınları takib edilmez, onlardan alınan mallar ganimet olarak paylaştırılmaz." Ancak mevcut olan mallar aynı ile geri verilir. Bütün bu hükümler kendisince uygun kabul edilen bir tevile dayanarak ayaklanan kimseler hakkındadır. ez-Zemahşerî Tefsirinde şunu zikretmektedir; Eğer haddi aşan mütecaviz kesim az sayıda olup da kendilerini koruyabilecek güçleri yoksa Allah'ın hükmüne geri döndükten sonra yaptığı haksızlıkların tazminatını öder. Şayet kendilerini koruyacak sayıda çok ve güçlü iseler tazminat ödemezler. Bundan tek istisna Muhammed b. el-Hasen -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- in görüşüdür. O Allah'ın emrine döndüğü takdirde tazminat ödemesi gerektiği doğrultusunda fetva veriyordu. Bir araya toplanıp askeri düzene girmeden yahutta savaş silahlarının bırakılması esnasında dağıldığı esnada işledikleri cinayetlere gelince, bütün fukahaya göre tazminatlarının ödenmesi gerekir. Buna göre yüce Allah'ın; "İkisinin arasını adaletle düzeltin" âyetinde sözü edilen adaletle düzeltmek, Muhammed'in görüşüne göre açıkça anlaşılır ve ilahi âyetin lâfzına uygundur. Onun dışındakilerin görüşüne göre de tecavüz eden grubun sayıca az olmaları haline yorumlanır. Fukahanın sözünü ettiği maksat, kinleri öldürmek ve ortadan kaldırmaktır, yoksa cinayetlerin tazminatının öldürülmesi değildir, şeklindeki açıklamalar ise, emroltinan adaleti uygulamak ve gözetmekle güzel bir uyum arzetmemektedir. (Yine) ez-Zemahşeri dedi ki: Şayet: Niye ikincisinde ıslah (arayı düzekmek) ile birlikte adalet sözkonusu edildiği halde, birincisinde sözkonusu edilmemiştir diye sorulursa cevabımız şu olur: Çünkü âyetin baş tarafında sözü edilen çarpışmadan kasıt, haddi aşan iki kesimin yahutta şüpheye dayanarak çarpışan iki kesimin birbiriyle çarpışmasıdır. Hangisi olursa olsun müslümanların onlar hakkında yapmaları gereken uygulama, aralarını ıslah etmek ve hakkı göstermek, kalblere şifa veren öğütler ve şüpheyi ortadan kaldırmak suretiyle musibeti dindirip arayı düzeltmektir. Ancak iki kesim ısrar edecek olursa, o takdirde çarpışmak icab eder. Burada ise tazminat uygun düşmez, fakat ikisinden birisinin haksızlık yapması halinde durum böyle değildir. Bu durumda daha önce sözü edilen her iki şekilde de tazminat ödenmesi uygundur. 9- Ayaklanan Kesim Ele Geçirdikleri Bölgelerde Ahkamı Uygulayacak Olurlarsa Hüküm Nedir?: Şayet ayaklanan kesim, herhangi bir yere galibiyet sağlayıp zekatları toplar, hadleri uygular ve oradaki insanlar arasında İslâm ahkamı ile hükmedecek olurlarsa ne zekatlar ikinci defa alınır, ne de hadler bir daha uygulanır. Kitaba, sünnete ya da icmaa muhalif olanlar dışında verdikleri hükümler de bozulmaz. Nitekim böyle bir durumda adalet ve sünnet ehli kimselerin verdikleri hükümler de bozulur. Bu açıklamayı Mutarrif ve İbnu’l-Macişun yapmışlardır. İbnu'l-Kasım da: Onların uygulamaları hiçbir halde câiz değildir, demiştir. Esbağ'dan bunun câiz olduğu rivâyeti gelmiştir. Yine ondan gelen bir rivâyete göre İbnu'l-Kasım'ın dediği gibi bunlar câiz olmaz, Ebû Hanife de böyle demiştir. Çünkü bu, velayeti câiz olmayan kimselerin haksızca bir uygulamasıdır. Bunlar bağiy olmasalardı bile hükümleri câiz olmadığı gibi, bu halde de hükümleri câiz olmaz. Bu hususta bizim lehimize olan dayanak, daha önce arzettiğimiz ashab-ı kiramın uygulamasıdır. Fitne çekilip antlaşma ve barış ile aradaki ayrılıklar ortadan kalkınca, onların verdikleri hiçbir hükmü tekrar yeniden ele alıp değerlendirmediler. İbnu'l-Arabî dedi ki: Benim kanaatime göre böyle bir iş uygun değildir. Çünkü fitne ortadan kalktığı sırada İmâm olan kişi, daha önce bağiy olan kişi idi ve ortada ona itiraz edecek kimse de yoktu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 10- Ashabtan Herhangi Birisine Kati Olarak Bir Hata Nisbet Etmek Câiz Değildir: Ashabtan herhangi birisine kati olarak bir hatanın nisbet edilmesi câiz değildir. Çünkü hepsi de yaptıkları işlerinde ictihad etmişler ve Allah'ın rızasını gözetmişlerdir. Onların hepsi de bizim için birer önderdir (İmâmdır). Ayrıca bizden aralarında baş gösteren olaylar hakkında konuşmamakla ve onları ancak en güzel şekliyle sözkonusu etmekle ibadet etmemiz istenmiştir. Çünkü ashab-ı kiramın belirli bir hürmeti vardır ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara dil uzatmayı yasaklamıştır. Allah da onların günahlarını bağışlamış ve onlardan razı olduğunu haber vermiştir, Bununla birlikte değişik yollarla birtakım haberler varid olmuştur ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Talha'nın yeryüzünde yürüyen bir şehid olduğunu bildirmiştir Deylemi, Firdevs, II, 455; İbrahim b. Muhammed el-Huseyni, el-Beyan vet-Tarif, II, 9}; Munavi, Feyzu'l-Kadir, IV, 270. Eğer Talha'nın yapmak üzere gittiği savaş bir isyan olsaydı, hiçbir zaman o savaşta öldürülmekle şehidlik mertebesine ulaşamazdı. Aynı şekilde onun yaptığı İş, tevil açısından bir hata ve görevini yerine getirmek bakımından bir kusur olsaydı, yine öldürülmesi dolayısıyla şehid olması sözkonusu olmazdı. Çünkü şehadet ancak itaat uğrunda öldürülmek halinde sözkonusu olur. Dolayısı ile meselenin açıkladığımız şekilde yorumlanması gerekmektedir. Buna delil teşkil eden hususlardan birisi de Ali (radıyallahü anh)'dan sahih olarak ve yaygın bir surette rivâyet olunan Zübeyr'in katilinin cehennemde olacağını söylemiş olması ve onun şöyle bir rivâyet nakletmiş olmasıdır: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı: "Safiyye'nin oğlunu öldüreni cehennem ateşiyle müjdele." Müsned, I, 89; Hakim, Müstedrek, III, 414; Taherani, Evsat, VII, 130. diye buyururken dinledim. Durum böyle olduğuna göre Talha'nın da, Zübeyr'in de savaşa katılmakla asi ve günahkar olmadıkları da açıkça sabit olmaktadır. Çünkü eğer onlar böyle obaydı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Talha hakkında "şehiddir" demez, Zübeyr'i öldürenin de cehennemde olacağını bildirmezdi. Aynı şekilde savaşa katılmayıp oturan da tevilinde hata işlemiş değildir. Aksine o, Allah'ın İctihad yoluyla kendilerine gösterdiği bir doğrudur. Durum böyle olduğuna göre onların lanetlenmesi, onlardan beri olunması ve fâsık olduklarının söylenmesi, fazilet ve cihadlarının geçersiz olduğunun belirtilmesi, dindeki büyük katkı ve faydalarının görmezlikten gelinmesi gerekmez. Allah hepsinden razı olsun. İlim adamlarından birisine ashabın kendi aralarında döktükleri kanlar hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir ve siz onların işlediklerinden sorumlu olmayacaksınız." (el-Bakara, 2/134 ve 141) Yine ilim adamlarından birisine aynı soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: Sözünü ettiğiniz kanlara Allah elimi bulaştırmamış, ben de dilimi onlara daldırmıyorum, Bununla bir hataya düşmekten sakınmayı ve bazıları aleyhine isabet edemeyeceği bir hüküm vermekten uzak durmayı kastetmiştir. İbn Furek dedi ki: Bizim mezheb âlimlerimizden kimisi şöyle demiştir: Ashab arasında meydana gelen çatışmalarda izlenmesi gereken yol, tıpkı Yusuf ile diğer kardeşleri arasında meydana gelenler hakkında izlenmesi gereken yol gibidir. Yûsuf’un kardeşleri bu yaptıkları sebebiyle Allah'ın veli kulları olmanın ve peygamberliğin sınırları dışına çıkmamışlardır. İşte ashab-ı kiram arasında cereyan eden hususlarda da durum aynen böyledir. el-Muhasibî dedi ki: Dökülen kanları sözkonusu edecek olursak, onların anlaşmazlıkları sebebiyle bu hususta bizim herhangi bir söz söylememiz oldukça zordur. Hasan-ı Basri'ye onların çarpışmalarıyla ilgili soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: O Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabının hazır bulunduğu, bizim de bulunmadığımız, kendilerinin bildiği, bizimse bilmediğimiz bir çarpışmadır. Onların ittifak ettikleri hususlarda biz onlara tabi oluruz, aralarındaki anlaşmazlıklarda da haddimizi bilir, orda dururuz. el-Muhasibî dedi ki: İşte biz de el-Hasen'in dediği gibi diyoruz ve şunu biliyoruz ki, onlar içine girdikleri işi bizden daha iyi biliyorlardı. Üzerinde ittifak ettikleri hususlarda biz tabi oluruz. İhtilaf ettikleri yerde ise dururuz ve kendiliğimizden bidat bir görüş ortaya koymayız, Onların ictihad ederek yüce Allah'ın rızasını gözetmeye çalıştıklarını da biliyoruz. Çünkü onlar dinlen hususunda itham altında tutulan kimseler değildir, Yüce Allah'tan tevfikini dileriz. 10Mü’minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun. Belki rahmet olunursunuz. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: "Mü’minler ancak kardeştirler." Yani nesebte değil de dinde ve haklarının saygınlığında (hürmet hususunda) birbirlerinin kardeşleridirler. Bundan dolayı, din kardeşliği, neseb kardeşliğinden daha sağlamdır, denilmiştir. Çünkü neseb kardeşliği din ayrılığı halinde kesintiye uğrar, din kardeşliği ise neseblerin farklılığı dolayısıyla kesintiye uğramaz. Buhârî ile Müslim'de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Birbirinizi kıskanmayınız, birbirinize buğzetmeyiniz, birbirinizin iyi okun kötü olsun gizliliklerini araştırmayınız, birbirinizin aleyhine alışverişi kızıştırmayınız. Ey Allah'ın kulları, kardeş olunuz." Müslim, IV, 1985; Buhârî, V, 2253, VI, 2474;. Müsned, II, 287, 288, 342, 393, 394. Bir başka rivâyette de: "Birbirinizi kıskanmayınız, birbirinizin aleyhine alışverişi kızıştırmayınız, birbirinize buğzetrneyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz, birinizin alışverişi üzerine alışveriş yapmayınız. Müslüman müslümanıtı kardeşidir, ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu küçük görmez. Üç defa göğsüne işaret ederek- takva buradadır. Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini küçük görmesi yeter. Müslümanın herşeyi müslümana haramdır. Kanı, malı ve ırz ve namusu." Müslim'in lâfzı bu şekildedir. Müslim, IV, 1986; Müsned ,II, 227,360. Buhârî ile Müslim'in dışındaki hadîs kaynaklarında Ebû Hüreyre'den naklen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu bildirilmektedir: "Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu ayıplamaz, onu yardımsız bırakmaz, ondan izin almadıkça gelecek rüzgarı kesecek şekilde aleyhine olarak binasını yükseltmez. Tenceresinin buharı ile onu rahatsız etmez. Ancak ona da bir kepçe koyar (ikram eder). Kendi çocuklarına meyve satın alıp da onlar meyveyi alıp, komşusunun çocukları önüne çıktıkları halde o meyveden komşu çocuklarına yedirmemezlik etmezler." Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "İyice belleyiniz, bununla birlikte aranızdan pek azı müstesna belleyen olmaz." 2- Müslümanlar Arasındaki Anlaşmazlıkları Düzeltmek; "O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin." Yani birbiriyle anlaşmazlık içerisinde olan iki müslümanın arasını düzeltin, Daha önceden geçtiği üzere Evs ve Hazreclilerin arasını düzeltin, diye de açıklanmıştır. Ebû Ali dedi ki: Burada "iki kardeş" ile İki kesimi (taifeyi) kastetmiştir. Çünkü tesniye lâfzı kullanılarak çokluk kastedilebilir. Yüce Allah'ın: "Hayır, onun iki eli de açıktır. " (el-Mâide, 5/64) âyetinde olduğu gibi. Ebû Ubeyde dedi ki: Her iki kardeş arasını düzeltin, demektir. Buna göre bu âyet, herkes hakkında geçerli olur. İbn Şîrîn, Nasr b. Âsım, Ebû'l-Aliye, el-Cahderî ve Yakub; "İki kardeşinizin arasını" anlamındaki âyeti çoğul olmak üzere ("ye" yerine) "te" ile; "Kardeşlerinizin arasını" diye okumuşlardır. el-Hasen: "Kardeşleriniz" diye okumuş, diğerleri ise "ye" ile tesniye olmak üzere: "İki kardeşiniz" diye okumuşlardır. 3- Haddi Aşmak (Bağy) Kişiyi îmandan Çıkarmaz: Bu âyet-i kerîme ile bundan önceki âyet-i kerimede bağyin kişiyi imandan çıkarmayacağına delil vardır. Çünkü yüce Allah bağyeden kimseler (haddi aşan, haksızlık yapan kimseler) olmakla birlikte bunlara "mü’min kardeşler" ismini vermiştir. el-Haris el-A'ver dedi ki: Cemel ve Sıffin'e katılan bağiylere karşı savaşmak noktasında kendisine uyulması gereken örnek olan Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'a: Bunlar müşrik midirler? diye sorulmuş, o da: Hayır bunlar şirkten kaçmışlardır, diye cevab vermiştir. Peki münafık mıdırlar diye sorulunca, o: Hayır demiştir. Çünkü münafıklar Allah'ı ancak pek az zikrederler. Yine ona: Peki durumları nedir? diye sorulunca, "bunlar bize karşı gelen kardeşlerimizdir" diye cevab vermiştir. 11Ey îman edenler! Erkekler topluluğu başka bir erkek topluluğu ile alay etmesin. (Çünkü) onlar diğerlerinden hayırlı olabilirler. Kadınlar da kadınları (alaya almasın. Çünkü) onlar diğerlerinden hayırlı olabilirler. Kendi kendinizi ayıplamayın ve birbirinizi lakablarla çağırmayın. Îmandan sonra fasıklık ismi ne çirkin olur. Kim tevbe etmezse işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. Bu âyetin: "Ey îman edenler! Erkekler topluluğu başka bir erkek topluluğu ile alay etmesin. (Çünkü) onlar diğerlerinden hayırlı olabilirler" bölümüne ait açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: "Ey îman edenler! Erkekler topluluğu başka bir erkek topluluğu ile alay etmesin. (Çünkü) onlar diğerlerinden hayırlı olabilirler." Hayırlılıklarının Allah nezdinde olabileceği söylenmiştir. Bir başka açıklamaya göre; itikadları itibariyle daha hayırlı, kalbleri daha selim olabilir. " Alay etmek" demektir. "Onunla alay ettim, ederim, alay etmek" diye kullanılır. Ebû Zeyd de şeklindeki bir kullanımı nakletmiştir ki, iki söyleyişin en kötü şekli budur. el-Ahfeş dedi ki: "Onunla alay ettim"; "Ona güldüm"; “ Onunla alay ettim" şekillerinin hepsi de kullanılır. İsim -yani alay ile şeklindedir. Yüce Allah'ın: "Onların bir kısmı diğer bir kısmına iş gördürsün diye" (ez-Zuhruf, 43/32) âyetinde deha önceden geçtiği gibi her iki şekliyle okunmuştur. "Filan kişiye iş gördürülür" demektir, "İş için kullanılan hizmetkar" denilir. "Kendisiyle alay edilen adam" demektir. "Hı" harfi üstün olarak; " İnsanlarla alay eden kişi" anlamındadır. 2- Ayetin Nüzul Sebebi ve Selefin Başkalarıyla Alay Etmekten Sakınmaları; Ayetin nüzul sebebi hususunda farklı açıklamalar vardır. İbn Abbâs dedi ki: Ayet Sabit b. Kays b. Şemmas hakkında inmiştir. Kulağında bir parça ağırlık vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın meclisine ondan önce gidenler o geldiği takdirde ona yer açarlardı ki, Peygamber Efendimizin yanında oturup söylediklerini duysun. Yine bir gün mescide geldiğinde, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte sabah namazının bir rekatini kaçırmış bulunuyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazı bitirince ashabı onun yanında yerlerini aldılar. Herbirisi olduğu yerde oturdu, yerinden ayrılmadı. Öyle ki hemen hemen kimse kimseye yer açmıyordu. Hatta kimisi oturacak yer bulamadığı için ayakta kalmıştı. Sabit namazını bitirince insanların omuzları üzerinden atlayarak: Yer açın, yer açın, diyordu. Ona yer açtılar, nihayet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına kadar ulaştı. Peygamberle kendisi arasında sadece bir kişi kalmıştı. Ona da: Yer aç, dedi. Adam kendisine: Bir yer buldun otur, dedi. Sabit kızgın bir şekilde arkasına oturdu, sonra da: Bu kim diye sordu. Ona: Filan kişi dediler. Bu sefer Sabit: Filan kadının oğlu diyerek annesi sebebiyle onu ayıpladı. O bu sözleriyle cahiliye döneminde annesinin ismini söylemişti. Adam bundan utandı, bu âyet-i kerîme nazil oldu. ed-Dahhak dedi ki: Ayeti kerîme surenin baş tarafında sözü edilen Temimoğulları heyeti hakkında inmiştir. Onlar ashabın fakirleri ile alay etmişlerdi. Ammar, Habbab, İbn Füheyr'e, Bilal, Suheyb, Selman, Ebû Huzeyfe'nin azatlısı Salim ve diğerleri gibi. Onların üstlerinin başlarının berbat olduğunu görünce (onlarla alay etmişlerdi). İşte bu âyet-i kerîme aralarından îman eden kimseler hakkında inmiştir. Mücahid dedi ki: Burada kastedilen zenginin fakirle alay etmesidir. İbn Zeyd de şöyle demiştir; Allah'ın günahlarını örtüp gizlediği bir kimse, günahlarını açığa çıkardığı bir kimse ile alay etmesin. Belki o kimsenin dünyada günahlarının açığa çıkarılması ahirette onun için bir hayırdır. Ayetin Medine'ye müslüman olarak geldiği sırada Ebû Cehil'in oğlu İkrime hakkında indiği de söylenmiştir. Müslümanlar onu gördüklerinde: İşte bu, bu ümmetin Fir'avununun oğludur, demişlerdi. O da bundan dolayı Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şikayette bulunmuş, bunun üzerine bu âyet inmişti. Özetle söyleyecek olursak, herhangi bir kimsenin mü’min bir kişiye, üstü başı berbat yahut bedeninde bir hastalık gördüğü yahut konuşmasını muntazam görmediği gördüğü kimselerle alay etme cesaretini göstermemelidir. Olur ki böyle bir kimse, bu niteliklerin aksine sahib olanlara göre vicdanen daha temiz, kalbi daha arı duru bir kimse olabilir. O vakit alay eden kimse Allah'ın üstün kıldığı birisini küçümsemekle, yücelttiği birisi ile alay etmekle kendi kendisine zulmetmiş olur. Selef bu hususla o kadar çok sakınmış ve kendilerini korumakta o kadar ileriye gitmiş ki Amr b. Şerahbîl şöyle demiş: Ben bir adamın bir keçiden süt emmeye çalıştığını görsem ve onun bu haline gülsem, onun yaptığının bir benzerini yapacağımdan korkarım. Abdullah b. Mesud'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir; Bela söylenen söze bağlıdır. Bir köpekle alay etsem dahi, bir köpeğe dönüştürüleceğimden korkarım. "Kavmi Erkekler topluluğu" sözlükte özellikle erkekler hakkında kullanılır. Nitekim Züheyr şöyle demiştir: "Ben bilemiyorum, belki bilebilirim, Hısnoğulları acaba bir kavm (erkek) midirler, yoksa kadın mı?" Erkekler topluluğuna "kavm" adının veriliş sebebi zorlu hallerde kendilerini çağıran kimse ile kıyam etmelerinden (onunla birlikte ayağa kalkmalarından) dolayıdır. Bunların ayakta duran bir topluluk oluşu sebebiyle bu ismin verildiği de söylenmiştir. Daha sonra da -ayakta olmasalar dahi- herbir topluluk hakkında kullanılmaya başlanmıştır. Mecaz yoluyla "kavm" lâfzının kapsamına kadınlar da girebilir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresinde (2/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 3- Kadınların Kadınlarla Alay Etmeleri ve Ayetin Bu Bölümünün Nüzul Sebebi: "Kadınlar da kadınları (alaya almasın. Çünkü) onlar diğerlerinden hayırlı olabilirler" âyetinde tek başına kadınların ayrıca sözkonusu edilmesi, onların daha çok alay etmelerinden dolayıdır. Yüce Allah'ın: "Gerçekten biz Nûh'u kavmine... gönderdik" (Nûh, 71/1) âyetinde "kavm" kelimesi hepsini (hem erkekleri, hem kadınları) kapsamıştır. Müfessirler dedi ki: Bu âyet Peygamber Efendimizin hanımlarından Ummu Seleme ile alay eden ikisi hakkında inmiştir. Şöyle ki Ummu Seleme beline beyazca bir kumaş parçası dolamış ve uçlarını arkasından sarkıtmış, bu bez de arkasından sürünüyormuş. Âişe (radıyallahü anha), Hafsa (radıyallahü anha)'ya: Bunun arkasından sürüklediğine bak, sanki bir köpek dilini andırıyor, demişti, İşte onların alay etmeleri bu idi. Enes ile İbn Zeyd de şöyle demişlerdir: Âyet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hanımları hakkında inmiştir. Kısalığı sebebiyle Ummu Seleme'yi ayıplamışlardı. Âişe hakkında indiği de söylenmiştir. Eliyle Ummu Seleme'ye işaret ederek: Ey Allah'ın Peygamberi o kısa boyludur, demişti. İkrime de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Huyey b. Ahtab'ın kızı Safiye, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Kadınlar beni ayıplıyorlar ve bana: Ey iki yahudinin kızı yahudi kadın diyorlar, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Niye benim babam Harun, amcam Mûsa, kocam da Muhammed'dir demedin?" diye buyurdu. Yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi. 4- Başkalarıyla Alayın Sakıncası ve Kalb ve Amelin Önemi; Tirmizî, Sahifı'inde Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediği zikredilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir adamın taklidini yaptım, şöyle buyurdu; "Bana şunlar şunlar dahi verilecek olsa bir adamın taklidini yapmak hoşuma gitmez." Âişe dedi ki: Ey Allah'ın Rasülü dedim. Safiyye -eliyle işaret ederek- şöyle bir kadındır, yani o kısa bir kadındır, dedim. Peygamber şöyle buyurdu: "Sen öyle bir söz söyledin ki eğer bu denize dahi katılacak olsa onu bile bulandırırdı. " Tirmizî, IV, 660; Müsned, VI, Î89. Buharî'de de Abdullah b. Zema'dan şöyle dediği zikredilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İnsanın içinden çıkardığı sebebiyle kişinin gülmesini yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse ne diye hanımını deve döver gibi dövüyor. Olur ki onunla kucaklaşabilir." Buhârî, V, 2246. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah sizin suretlerinize, mallarınıza bakmaz. Fakat o kalblerinize ve amellerinize bakar." Müslim, IV, 1986, 1987; Müsned, 11, 284, 539 Bu oldukça büyük bir hadistir. Buna bağlı olarak kişinin görünen İtaat amelleri yahut muhalif ameller dolayısıyla, kati olarak hiçbir kimsenin ayıplanmamasını gerektirmedir. Olur ki zahir amelleri devamlı yapan bir kimsenin, yüce Allah kalbinde bu amellerin bu haliyle sahih olmamasını gerektiren ve hoş olmayan bir vasıf bulunduğunu bilmektedir ve olur ki bizim kusurlu gördüğümüz yahutta bir masiyet işlediğini gördüğümüz bir kimsenin, yüce Allah kalbinde bu sebeble kendisine mağfiret edeceği öğülmeye değer bir nitelik bulunduğunu bilmektedir. Bundan dolayı ameller zannî bir takımemarelerdir, katî deliller değildir. Buna bağlı olarak salih birtakım fiillerini gördüğümüz kimseleri tazim etmekte aşın gitmemeli ve kötü fiillerini gördü ğümüz bir müslümanı da hakir görmemeliyiz. Aksine sadece o kötü halin hakir görülüp, yerilmesi gerekir. Çünkü bizatihi kötü olan şey odur. İşte bu husus üzerinde iyice düşünmek gerekir, bu incelikli bir konudur. Başarı Allah'tandır. Bu âyetin: "Kendi kendinizi ayıplamayın..." bölümüne dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız Aynı âyetin devamı olduğu için başlıklara merhum müfessirin yaptığı gibi yeni baştan numara vermeyip öncekilerin devamı olarak numara vereceğiz. "Kendi kendinizi ayıplamayın!" âyetindeki "ayıplamayın" anlamındaki fiilin kökünü teşkil eden: "Ayıp ve kusur" demektir. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tevbe Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Bazıları da sadakalar hususunda sana dil uzatırlar." (et-Tevbe, 9/58) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır. Taberî dedi ki: Lemz, elle, gözle, dille ve işaretle olur. Hems ise ancak dil ile olur. Bu âyet-i kerîme (kendinizi, birbirinizi lâfzının kullanılması açısından) yüce Allah'ın: "Kendinizi öldürmeyin." (en-Nisa, 4/29) âyeti gibidir. Yani birbirinizi öldürmeyiniz, çünkü bütün mü’minler tek bir can gibidirler. Kardeşini Öldüren kimse kendisini öldürmüş gibi olur. Yine yüce Allah'ın: "Kendinize... selam veriniz." (en-Nûr, 24/61) âyetine da benzemektedir. Yani birbirinize selam veriniz. Âyet biriniz diğerini ayıplaması, demektir. İbn Abbâs, Mücahid, Katade ve Said b. Cübeyr: Biriniz diğerine dil uzatmasın, diye açıklamışlardır. ed-Dahhak, birbirinizi lânetlemeyin diye açıklamıştır. Bu lâfız ("miin" harfi esreli değil de) ötreli olarak diye de okunmuştur. Yüce Allah'ın; "Kendi kendinizi" diye buyurması aklı başında bir insanın kendisini ayıplamayacağına dolayısı ile başkasını ayıplamaması gerektiğine dikkat çekmektedir. Çünkü başkası da bizzat kendisi gibidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Mü’minler tek bir vücut gibidirler. Onun herhangi bir uzvu rahatsızlanacak olursa, vücudun diğer kısımları uykusuzlukla ve ateşlenerek onun rahatsızlığına katılırlar." Buhari. V. 22.^8: Müsned, IV, 268, 270, 274, 276, 278, 375 Bekr b. Abdullah el-Müzenî dedi ki: Eğer sen bütün ayıbları birarada görmek istiyor isen başkalarını çokça ayıplayan bir kimseyi iyice incele! Çünkü o kendisindeki ayıplar sayesinde diğer insanları ayıplar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse kardeşinin gözündeki küçücük bir çöpü görür de kendi gözündeki kocaman bir kütüğü nasıl görmezlikten gelir?" ibn Hibban, Sahih, XIII, 73, Buhârî, el-Edebu'l-Müfred, I, 207. Denildiğine göre, kişinin başkalarının kusurlarıyla uğraşacak yerde, bizzat kendi kusurlarıyla meşgul olması mutluluğundan ileri gelir. Şair de şöyle demiştir: "Eğer kişi aklı başında ve takvalı ise Takvası kendisinin öz ayıplarıyla meşgul eder onu. Tıpkı hastanın ağrısıyla meşgul olup, Bütün insanların ağrısıyla uğraşamaması gibi." Bir başka şair de şöyle demiştir: "Sakın insanlar kötülüklerini sen onları -setrettikleri sürece- açığa çıkarma, O zaman Allah da senin kötülüklerinin üzerindeki perdeyi kaldırır. Anıldıkları vakit onlardaki iyiliklerden sözet, Sende bulunan bir kusurla onlardan kimseyi ayıplama!" "Ve birbirinizi lakaplarla çağırmayın!" (âyetinde geçen ve: "Çağırmayın" diye meali verilen fiille aynı kökten gelen): " Lakap" demektir, çoğulu ...diye gelir, "Be" harfi sakin olursa mastar olur. "Ona lakab taktı, takar, lakab takmak" demektir. "Filan kişi çocuklara lakab takar" demektir. Burada şeddeli söyleyiş, çokluk bildirmek içindir. kötü lakap hakkında kullanıldığı söylenir. "biri diğerine lakap taktı" demektir. Tirmizî'de yer alan rivâyete göre Cubeyre b. ed-Dahhak'ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Bizden herhangi birisinin iki üç ismi olur da onlardan birisi ile çağırılınca, bundan rahatsız olabilirdi. Bunun üzerine şu: "Ve birbirinizi lakablarla çağırmayın" âyeti nazil oldu, (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen bir hadistir Tirmizi, V, 388; Ebû Davud, IV, 290; İbn Mace, II, 1231; Müsned, IV, 69, 260, V, 380; İbn Hihhan, Sahik,XlU, 169. Burada sözü geçen Ebû Cubeyre, Sabit b. ed-Dahhak b. Halife el-Ensarî'nin kardeşidir. (Hadisin senedindeki ravilerden birisi olan) Ebû Zeyd Said b. er-Rabî el-Herevî ise sika bir ravidir. Ebû Davud'un, Mûsannef'inde ondan söyle dediği rivâyet edilmiştir. Şu: "Ve birbirinizi lakablarla çağırmayın. Îmandan sonra fasıklık İsmi ne çirkin olur" âyeti biz Selimeoğulları hakkında inmiştir. (Ebû Cubeyre) dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) (Medine'ye) geldiğinde bizden İki ya da üç ismi olmayan hiçbir kimse yoktu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): Ey filan diye sesleniyor, onlar böyle deme ey Allah'ın Rasûlü o bu isminden rahatsız oluyor diyorlardı. Bunun üzerine şu: "Ve birbirinizi lakablarla çağırmayın" âyeti nazil oldu Bir önceki nota bakınız Bu bir görüş. İkinci bir görüş de şudur: el-Hasen ve Mücahid dediler ki: Kişi İslama girdikten sonra daha önceki kâfirliği ile: Ey yahudi, ey hristiyan denilerek ayıblanıyordu. Bu açıklama Katade, Ebû'l-Aliye ve İkrime'den de rivâyet edilmiştir Katade dedi ki: Bu bir kimsenin diğerine; ey fasık, ey münafık demesidir. Bu açıklamayı da yine Mücahid ve el-Hasen de yapmıştır. "Îmandan sonra fasıklık ismi ne çirkin olur!" Yani bir kimseye müslüman olup tevbe ettikten sonra kâfir ya da zinakar adının verilmesi ne kadar kötüdür. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Bir kimse kardeşine lakap takacak yahut onunla alay edecek olursa, işte o fâsık bir kimsedir. Sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Her kim kardeşine: Ey kâfir, diyecek olursa, o söz ikisinden birisine ait olur. Eğer dediği gibi ise mesele yok, değilse kendisine döner," Buhârî, V, 2264; Müslim, I, 79; Muvatta’, II, 984; Müsned, II, İH, 47, 60, 112, 113, 142 Buna göre yüce Allah'ın yasaklamış olduğu alay etmek, kaş göz işaretleri yapmak, lakap takmak bir fasıklıktır ve bu câiz değildir. Rivâyete göre Ebû Zerr (radıyallahü anh) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında iken bir adam onunla tartışmış, Ebû Zerr ona: Ey yahudi kadının oğlu! demiş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş; "Senin burada gördüğün kırmızı tenli, siyah tenliler arasında herhangi bir kimseden sen daha faziletli değilsin." Peygamber ise üstünlüğün takva ile olduğunu kastetmektedir. Bunun üzerine: "Ve birbirinizi lakablarla çağırmayın" âyeti nazil oldu. Aynı muhtevada ve başka şahıslar hakkında bir nüzul sebebi için bk, Maverdi, Nüket, V, 333. İbn Abbâs dedi ki: Lakablarla çağırmak kişinin birtakım kötülükler işledikten sonra geçmişi ile ayıplanmasıdır. Yüce Allah bir kimsenin geçmişi ile ayıplanmasını yasaklamıştır. Buna Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın söylediği rivâyet edilen şu buysuğu delil teşkil etmektedir: "Her kim, kendisinden tevbe etmiş olduğu bir günah sebebi ile bir mü’mini ayıplayacak olursa, o ayıplayanı o günah ile mübtela kılıp dünya ve ahirette onu bu günah sebebiyle rezil etmesi Allah'ın üzerindeki bir hak olur." Tirmizi, IV, 661. 7- İstisna Olarak Câiz Olan Lakablandırmalar: Çoğunlukla kullanılan ve kişinin kendisinden dolayı rahatsız olmasına sebeb teşkil edecek şekilde herhangi bir müdahalesi bulunmayan topal, kambur gibi çoğunlukla kullanılan tabirler bu genel kuraldan istisna edilmiştir. Ümmet bu gibi lakablan câiz kabul etmiş ve bunların söylenebileceğini din mensupları ittifakla benimsemiştir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Ancak Allah'a yemin ederim ki (muhaddislerin) kitablarında Salih Cezere hakkında hoşuma gitmeyen ifadeler varid olmuştur. Çünkü o "Hareze" kelimesini tashif etmiş (Cezere diye kullanmış) ve bundan dolayı ona bu lakap verilmişti. Aynı şekilde Muhammed b. Süleyman el-Hadramî hakkında "Mutayyan (çamura batmış)" demeleri de bu türdendir. Ona böyle demelerine sebep ise çamura düşmüş olmasıydı. Müteahhirlerin bu şekilde kullandıkları benzeri lakaplar hep bu kabildendir. Dinde bunların uygun olacağı görüşünde değilim. Mısırh Mûsa b. Uleyy b. Rebah şöyle derdi: Ben babamın ismini küçülten (Ali'yi Uleyy diye söyleyen) hiçbir kimseye hakkımı helal etmiyorum. Bununla birlikte babasının ismi çoğunlukla ayn harfi ötreli olarak (Uleyy şeklinde) küçültme ismi şeklinde kullanılıyordu. Bütün bu hususlarda benimsenecek ana ilke şudur: Bir kimseye o isimle hitab edildiği takdirde eğer ondan hoşlanmıyor ise, o kimseye bu hitab eziyet vereceğinden ötürü câiz değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Derim ki: İşte bu anlam dolayısı ile Buharî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- el-Caml es-Sahih adlı eserinin "edeb" bölümünde şu şekilde bir başlık açmıştır: "İnsanların uzun ve kısa deyip, kişiyi tahkir etmek maksadı gülmek -sizin söyledikleri sözlerden câiz olanlar." (Buharî) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Zulyedeyn ne diyor?" diye buyurmuştur Buhârî, V, 2249 "Zul-Yedeyn, hadisi" diye meşhur olan hadis için bk.: Buhârî, I, 182 252, 411, 412, V, 2249, VI, 2648; Müslim, I- 403, 404; Tirmizi, II, 247; Dârimi, I, 420; Darakutni, 1, 366, 370; Ebû Dâvûd, I, 264, Nesâî, 11, 21, 22, 23, 24; İbn Mace, I, 333, Muvatta’, I, 93, 94; Müsned, II, 234, 271... Ebû Abdullah b. Huveyzimendad şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme insana hoşlanmadığı lakabları takmanın yasak olduğunu, sevdiği lakablan vermenin câiz olduğunu ihtiva etmektedir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Ömer'e el-Faruk, Ebû Bekir'e es-Sıddîk, Osman'a Zü'n-Nureyn, Huzeyme'ye Zü'ş-Şehadeteyn (tek başına şahitliği iki kişinin şehadeti yerine geçen), Ebû Hüreyre'ye Zü'ş-Şimaleyn ve Zulyedeyn gibi lakablar verdiği görülmektedir. ez-Zemahşerî dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Mü’minin mü’min üzerindeki haklarından birisi de o kimseyi en sevdiği ismi ile çağırmasıdır." İşte bundan dolayı künye vermek sünnetten ve güzel edebten kabul edilmiştir, Ömer (radıyallahü anh): Künyeleri yaygınlaştırınız, çünkü onlar uyarıcıdır, demiştir. Ebû Bekir'e Atik (çokça köle azad eden) ve Sıddîk, Ömer'e el-Faruk, Hamza'ye Esedullah, Halid'e Seyfullah lakabı verilmişti, İster cahiliye döneminde, ister İslâm döneminde meşhur olan kimselerden olup lakabı olmayan kimse pek azdır. Arab olsun, olmasın bütün ümmetler arasında bu güzel lakablar hâlâ devam etmekte, karşılıklı hitaplarında ve yazışmalarında herhangi bir tepki sözkonusu olmaksızın devam edegelmektedir. el-Maverdî dedi ki: Müstehab ve nıüstahsen (lakab verilen kişi tarafından sevilen ve güzel görülen) lakablar ise mekruh değildir. Nitekim Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından pekçok kimseye sonraları en güzel lakabları saydıkları birtakım vasıflarla nitelendirilmiş bulunmaktadır. Derim ki: Ayıplamak değil de sıfat bildirmek maksadı ile kullanılan ve zahiren hoş görülmeyen lakablar ise pek çoktur. Abdullah b. el-Mübarek'e, Humeyd et-Tavil, Süleyman el-A'meş, Humeyd el-Arec, Mervan el-Asgar diyen kimsenin durumu hakkında soru sorulmuş, o da şöyle demiş: Eğer onun niteliğini kastedip onu ayıplamak maksadını gütmüyor isen bunda bir sakınca yoktur. Müslim'in Sahih'inde Abdullah b. Serds'ten şöyle dediği zikredilmektedir: Ben o dazlak kafalıyı -Ömer'i kastediyor- Hacer(-i Esved'i) öperken gördüm. Bir rivâyette ise "o dazlakcağız!" denilmiştir Müslim, II, 925; Tirmizi, III, 214; İbn Mace, II, 981; Müsned, I, 34 "Kim tevbe etmezse" işitenlerin rahatsız olduğu bu lakablardan vazgeçmezse, "işte onlar" bu yasakları işlemek suretiyle kendi kendilerine "zâlimlerin ta kendileridir." 12Ey îman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zatının bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. Allah'tan korkun. Çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, Rahîmdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: "Ey Îman edenler! Zannın birçoğundan kaçının" âyeti denildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından olup, arkadaşlarının gıybetini yapan iki kişi hakkında inmiştir. Şöyle ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yolculuğa çıktı mı muhtaç olan bir kimseyi halt iyi olan iki kişiye katar, o da onların hizmetini görürdü. Selman'ı da bu şekilde iki kişiye kattı. Selman eve geldi, uykusuna karşı direnemeyip, uyudu. Onlara da herhangi bir şey hazırlamadı. Öbür İki kişi geldiklerinde, yiyecek ve katık yapacakları bir şey bulamadılar, Ona; Git, Peygamberden bize bir yiyecek ve bir katık iste, dediler, o da gitti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine: "Üsame b. Zeyd'e git ve ona; "Eğer yanında artmış yiyecek varsa, sana vermesini söyle," dedi. Üsame Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hazinedarı idi. Selman ona gitti, Üsame: Yanımda bir şey yok dedi. Bunun üzerine Selman öbür iki arkadaşına dönüp, durumu bildirdi. Onlar da: Onun yanında bir şeyler vardı fakat cimrilik etti, dediler. Sonra Selman'ı bazı sahabilerin yanına gönderdiler, onların yanında da bir şey bulamadı. Bu sefer ikisi de: Şayet biz Selman'ı Sumeyha kuyusuna göndersek, onun dahi suyu yerin dibine çekilir, dedi. Sonra Üsame'nin yanında bir şeyin olup olmadığını araştırmak üzere gittiler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları görünce şöyle dedi: "Nasıl oluyor da ben sizin ağızlarınızda yemiş olduğunuz etin izlerini görüyorum!" Onlar; Ey Allah'ın Peygamberi, Allah'a yemin ederiz biz bugün et olsun, başka bir şey olsun bir şey yemiş değiliz, dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Fakat sizler Selman'ın ve Üsame'nin etini yiyip durdunuz" diye buyurdu. Bunun üzerine: "Ey îman edenler! Zannın birçoğundan kaçının, çünkü zannın bir kısmı günahtır" âyeti indi. Bunu es-Sa'lebî zikretmiştir. Yani sizler zahiren onların hayırlı işler işleyen kimseler olduklarını biliyor iseniz, bu gibi hayır ehli kimseler hakkında kötü zanda bulunmayınız. Buharî ile Müslim'de sabit olduğuna göre Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Zandan sakının, çünkü zan sözün en yalanıdır. İnsanların konuşmalarına kulak vermeyin, tecessüs etmeyin. Birinizin aleyhine alışverişi kızıştırmayın. Birbirinizi kıskanmayın. Biriniz diğerine buğzetmesin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olun!" Bu Buharî'nin lâfzıdır. Buhârî, V, 2253, VI, 2474; Müslim, IV, 1935; Muvatta’, II, 907; Müsned, II, 287, 312, 342, 465.470. İlim adamlarımız dedi ki: Gerek burada, gerekse âyet-i kerimede "zan" ithamdır. Sakınılması istenen ve yasaklanan konu itham altında tutmaktır, yoksa bunu gerektiren bir sebebin bulunması değildir. Mesela, bir kimsenin böyle bir itham altında tutulmasını gerektiren bir durumu ortaya çıkmadığı halde fuhuş işlemekle yahut içki içmekle itham edilmesi gibi. Burada sözü edilen zarının itham altında tutmak anlamında olduğunun delili yüce Allah'ın: "Birbirinizin kusurunu araştırmayın" âyetidir. Çünkü bir kimsenin hatırına (sebebsiz olarak) itham altında tutmak düşüncesi gelip de o buna dair haberi (kusuru) araştırmak ve olup olmadığım ortaya çıkarmak, durumu görmek ve işitmek ister. Böylelikle hatırına geçen ithamın gerçek olup olmadığını anlamaya çalışır, İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu yasaklamış bulunmaktadır. Şöyle de denilebilir: Kaçınılması gereken zanları diğerlerinden ayırdeden ölçü şudur: Doğru bir emaresi olduğu bilinmeyen ve açık bir sebebi olmayan herbir husus hakkında zanda bulunmak kaçınılması gerekli haram bir zandır. Bu ise hakkında zanda bulunulacak kişinin kötü durumu bilinmeyen (mesturu’l-hal) salih kimse olduğu görülen ve zahiren emin bir kimse olduğu tesbit olunan kimselerden olması halinde böyledir. Böyle birisi hakkında fasit zanda bulunmak ve hainliğini sanmak haramdır. Oysa şüpheli işleri yapmakla, kötü ve çirkin işleri açıktan işlemekle insanlar arasında şöhret kazanmış kimsenin durumu böyle değildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu zikredilmiştir: "Şüphesiz Allah müslümanın kanını, ırzını (namus, şeref ve haysiyetini) ve onun hakkında kötü zanda bulunmayı haram kılmıştır." Yakın bir rivâyet: Beyhaki, Şuabu'l-Îman, V, 297; Deylemi, Firdevs, II, 134; Ebû Nuaym, Hılye, IX, 292 el-Hasen'den de şöyle dediği zikredilmiştir: Bizler insanlar hakkında zannın haram olduğu bir dönemde idik. Sen ise bugün öyle bir dönemdesin ki; ameline bak, sus ve insanlar hakkında da dilediğin gibi zan besle! 3- Zannın Halleri ve Hükümleri: Zannın iki halı vardır. Birisi herhangi bir delil ile bilinip güç kazanan haldir. Buna bağlı olarak hüküm vermek câiz olur. Şeriatteki ahkamın çoğu galib zanna göredir. Kıyas, haber-i vahid, telef edilenlerin kıymeti, cinayetlerin diyetleri ve buna benzer diğer hususlar. İkinci hal ise herhangi bir delalet olmaksızsn insanın kalbine bir şüphe düşmesidir ve bunun doğru olma ihtimali aksinden daha kuvvetli değildir. İşte şek (şüphe) denilen şey budur. Buna dayanarak hüküm vermek câiz değildir. Az önce belirlediğimiz üzere yasak kılınan zan da budur. Bıd'at ehli birtakım kimseler zanna dayanarak Allah'a ibadet etmeyi ve zan gereğince amelin câiz olmasını kabul etmemiştir. Onlar bunu söylerken, din hakkında delilsiz bir iddiada bulunmakta oldukları gibi; aklî konularda da dayanaksız bir iddiada bulunmaktadırlar. Bu konuda dayanak kabul edecekleri aslî bir delilleri yoktur. Çünkü yüce Allah zannın her türlüsünü yermiş değildir. O zannın bir bölümünü yermeyi murad etmiştir. bidatçiler belki de Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği "zandan kaçının" hadisine delil diye yapışırlar. Ancak bunda delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü şeriale göre zan, övülen ve yerilen olmak üzere kısımdır. Zannedenin dinini esenlikte bırakan, hakkında zan bulunan kimseye o zannedilen şey ulaştığı vakitte de dinine zarar vermeyen zanlar, övülen zanlardır. Bunun zıttı olanlar ise yerilen zanlardir. Buna delil de yüce Allah'ın: "Çünkü zannın bir kısmı günahtır" âyeti ik; "Bu iftirayı işittiğinizde mü’min erkekler ve kadınlar kendileri hakkında güzel zanda bulunup... demeli değil miydi?" (en-Nûr, 24/12); "Ve kötü zanda da bulundunuz. Siz esasen helâk olmuş bir topluluksunuz." (el-Feth, 48/12) âyetleridir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur; "Sizden herhangi bir kimse kardeşini öğecek olursa, ben böyle zannediyorum. Bununla birlikte Allah'a rağmen kimseyi tezkiye ediyor değilim, desin" Müslim, IV, 2296; Buhârî, II, 946, V, 2252, 2281, İbn Mace, 11, 1232. diye buyurmuştur. Yine bir başka hadisinde de: "Zanda bulunduğun vakit muhakkakmış gibi dile getirme. Kıskandığın vakit haksızlığa yönelme. Bir şeyi uğursuz zannedersen yine işine devam et!" diye buyurmuştur İbn Abdil-Berr, Tehmid, VI, 125; el-Mübarekfuri, Tukfetu'l-Ahvezi, VI, 55; es-Sanânî, Sübulu's-Selam, IV, 182, Hepsi de bunu Abdurrczzak’a nisbet etmektedirler. Bu hadisi Ebû Davud rivâyet etmiştir. İlim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre zahiri itibariyle hayırlı görülen bir kimse hakkında kötü zanda bulunmak, câiz değildir. Ancak zahiri itibariyle kötü olan bir kimse hakkında kötü zanda bulunmakta bir vebal yoktur. Bu açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır. 4- Tecessüs (Kusurları Araştırmak): “Birbirinizin kusurunu araştırmayın" âyetini Ebû Reca ve -farklı rivâyetler de gelmiş olmakla birlikte- el-Hasen ile diğerleri ha ile diye okumuşlardır. Her İkisinin (tecessüs ile tehassüs) aynı manada mı, yoksa iki farklı manada mı oldukları hususunda görüş ayrılığı vardır. el-Ahfeş dedi ki: Bunların biri diğerinden pek uzak değildir. Çünkü tecessüs senden gizlenip saklanan şeyi araştırmaktır. Tehassüs ise, haberleri öğrenmeye çalışmak ve bunları araştırmaktır. Bir başka açıklamaya göre tecessüs araştırmanın kendisidir, İşte bundan dolayı eğer bir kişi işleri araştırmak vasfına sahibse ona "casus" denilir. Ha ile (tehassüs) ise insanın bazı duyularıyla idrak ettiği şeylerdir. Aradaki farka dair ikinci bir açıklama da şöyledir: Tehassüs bir şeyi bizatihi kendisi için araştırmak, öğrenmek istemektir. Tecessüs ise başkasının elçisi olarak araştırmaktır. Bu açıklamayı Saleb yapmıştır. Ancak birincisi daha çok bilinen bir açıklamadır. Haberleri tecessüs ettim" onları iyiden iyiye tetkik ettim, demektir. Casus da buradan gelmektedir. Ayetin anlamı da şudur: Siz zahir olanı alınız, müslümanların gizli ayıplarının peşine takılmayınız. Yani sizden herhangi bir kimse kardeşinin ayıbını araştırarak -Allah onu setretmiş ve gizlemişken- ona muttali olmaya kalkışmasın. Ebû Davud'un Kitab'ında şu rivâyet yer almaktadır: Muaviye'den, dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Sen insanların gizli saklı kusurlarının peşine takılacak olursan onları ifsad edersin ya da ifsad edecek noktaya yaklaşırsın, " Ebû Davud, IV, 272; İbn Hibban, Sahih, XIII, 72; Beyhaki, es-Sunenu'l-Kübra, VIII, 333 Ebû'd-Derda dedi ki: Bu Muaviye'nin Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan duyup da, Allah'ın kendisi ile onu faydalandırdığı bir sözdür. el-Mikdam b. Madîkerib, Ebû Ümame'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetle dedi ki: "Şüphesiz ki emir insanlar arasında şüpheye dayanarak araştırmalara girişecek olursa, onları bozar. " Hakim, Müstedrek, IV, 419; Beyhaki, aynı yer, Ebû Davud, IV, 272; Müsned, VI, 4. Zeyd b. Vehb dedi ki: İbn Mes’ûd'a (bir adam getirilirek) ona: Bu filan adamdır, sakalından şarab damlıyor, dediler. İbn Atiyye'nin el-Veciz'indeki ibare şu anlamdadır: "İbn Mes’ûd’a Velid b. Ukbe'yi sakalından şarap damlar halde görmek ister misin? dediler.. Abdullah b. Mes'ûd dedi ki..." Abdullah b. Mesud şöyle dedi: Bize tecessüs yasaklanmış bulunuyor, fakat eğer bir şeyi açıkça görecek olursak ona göre sorumlu tutarız. Ebû Davud, IV, 272; İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, V, 327; Abdurrezzak, Mûsannef, X, 232. Ebû Berze el-Eslemî'den, dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey diliyle îman edip kalblerine imanın girmediği kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayın, onların gizli kusurlarının peşine düşmeyin. Çünkü kim onların gizli kusurlarının peşine düşerse, Allah da o kimsenin gizli kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurlarını araştırırsa, evinde dahi olsa o kimseyi rezil eder," İbn Hihban, Sahih, XIII, 75; Tirmizî, IV, 37H; Heysemi, Mecmâ, VI, 246, VIII, 93, 94 Abdu'r-Rahmân b. Avf dedi ki: Bir gece Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) ile birlikte Medine'de bekçilik yapıyorduk. Kapısı bir parça yandan açılmış, bir evde bir kandil gördük. İçeride birbirine karışan yüksek seslerle bir topluluk bulunduğunu anladık. Ömer: Bu Rabia b. Umeyye b. Halefin evidir. O da şu anda içki içmektedir, ne dersin? dedi. Ben de: Benim görüşüm o ki, biz Allah'ın yasak kıldığı bir şeyi yapıyoruz. Yüce Allah: "Birbirinizin kusurunu araştırmayın" diye buyurduğu halde biz kusur araştırdsk. Bunun üzerine Ömer geri döndü ve onlara ilişmedi. Ebû Kılabe dedi ki: Ömer b. el-Hattâb'a, Ebû Mihcen es-Sakafi’nin birtakım arkadaşlarıyla birlikte evinde içki içtiği söylendi. Ömer gidip evine girdi. Yanında bir adamdan başkası yoktu. Ebû Mihcen: Böyle bir İş yapman senin için helal olmaz, dedi. Çünkü yüce Allah sana tecessüsü (kusurları araştırmayı) yasaklamış bulunuyor. Ömer dışarı çıktı ve ona ilişmedi. Zeyd b. Eslem dedi ki: Ömer ve Abdu'r-Rahmân geceleyin bekçilik yapmak üzere çıkmışlardı. Bir ateş gördüler, izin istediler, kapı açıldı. Bir adam ile şarkı söyleyen bir kadın ile karşılaştılar. Adamın elinde de bir kadeh vardı. Ömer: Sen böyle bir şey mi yapıyorsun, ey filan? dedi. Adam: Sen de böyle bir şey mi yapıyorsun, ey mü’minlerin emiri? dedi. Ömer: Bu kadın senin neyin olur? dedi. Adam: Eşimdir dedi. Ömer, peki ya elindeki bu kadeh ne? dedi. O da: Bu tatlı bir sudur dedi. Ömer kadına: Peki senin söylediğin şarkı ne? diye sordu, kadın şunları söyledi: "Çok uzadı bu gece ve karardı etraf, Oynaşacağım bir dostum yok diye uykusuzum. Allah'a yemin ,ederim, bende, Allah korkusu olmasaydı Şu karyolanın yanları sarsılırdı. Fakat aklım ve hayam alıkoyuyor beni, Ve kocamın şeref ve haysiyetine leke düşürmekten çekmiyorum." Daha sonra adam: Ey mü’minlerin emiri! Biz bununla emrolunmadık, dedi. Yüce Allah: "Birbirinizin kusurunu araştırmayın" diye buyuruyor. Hz. Ömer doğru söyledin dedi. Derim ki: Bu haberden kadının o adamın hanımı olmadığı anlaşılmamalıdır. Çünkü Ömer zinayı kabul edecek birisi değildir. Kadın bu sözlerle kocasına geçmişteki durumunu hatırlatmak ve kendisi yanında bulunmadığı dönemde söylediğini anlatmak üzere bu beyitleri söylemişti. Bu olay daha önce el-üakara, 2/226-227 âyetler, 16. başlıkta biraz farklı bir şekilde anlatılmıştı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Amr b. Dinar dedi ki: Medinelilerden bir adamın bir kizkardeşî vardı, hastalandı. Onu ziyarete giderdi. Sonra vefat etti ve onu defnetti. Kabrine inen kişi kendisi olmuştu. İçinde bir miktar dinar bulunduğu para kesesi de kabre düşmüştü. Yakınlarından birisinden yardım istedi. Kabrini eşelediler ve keseyi aldıktan sonra şöyle dedi: Yemin olsun ki kızkardeşimin halinin ne olduğunu görmek üzere üzerini açacağım. Kabrini açınca kabirin alev alev ateş yanmakta olduğunu gördü. Annesine geldi ve: Kızkardeşimin neler yaptığını bana söyle dedi. Annesi: Kızkardeşin öldü gitti, onun amelini ne diye soruyorsun? dediyse de o sormaya devam etti. Sonunda annesi ona: Bu kızkar-d eşinin yaptığı İşlerden birisi de namazı asıl vaktinden sonraya geciktirmek idi. Komşular uykuya daldıktan sonra kalkar, kulaklarını onların kapılarına dayar, onların gizliliklerini araştırır, sırlarını açığa çıkartırdı. Kardeşi: İşte bununla helâk oldu, dedi. "Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın" âyeti ile yüce Allah gıybeti yasaklamaktadır. Gıybet bir kişiden sahih olduğu kusurunu belirterek söz etmektir. Eğer onda olmayan bir özellikle o kişiyi anacak olursak, o vakit bu bühtan (iftira) olur. Bu anlamdaki bir rivâyet Sahihi Müslim'de Ebû Hüreyre'den sabit olmuştur. Buna göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?" Onlar: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Peygamber: "Kardeşinden hoşuna gitmeyecek bir şekilde sözetmektir" diye buyurdu. Peki benim sözünü ettiğim husus kardeşimde var ise ne olur? diye sorulunca: "Eğer söylediğin şey onda var ise onun gıybetini yapmış olursun, eğer onda yoksa ona iftira etmiş olursun" diye buyurdu. Müslim, IV, 2001; Tirmizi, IV, 329; Dârimî, II, 337; Ebû Davud, IV, 269; Müsned, II, 230, 384, 386, 458.. Bir kimse hakkında ileri geri konuşup, dedikodu etmeyi anlatmak üzere denilir. İsim "gıybet" şeklinde gelir. Bu da bir kimsenin gıyabında kusurunu sözkonusu etmektir. el-Hasen dedi ki: Gıybet üç çeşittir, hepsi de yüce Allah'ın Kitabında sözkonusu edilmiştir: Gıybet, İfk (iftira) ve bühtan. Gıybet kardeşin hakkında onda bulunan bir şeyi sözkonusu etmektir. İfk onun hakkında onun ile ilgili sana ulaşanları anlatmaktır, bühtan ise onun hakkında onda olmayan şeyleri söylemektir. Şube'den dedi ki: Bana Muaviye -b. Kurra'yı kastediyor- dedi ki: Yanından eli kopuk bir adam geçse ve sen de: Bu adamın eli kopuktur, diyecek olsan bu bir gıybet olur. Şube dedi ki: Ben bunu Ebû İshak'a naklettim, o da (Muaviye): Doğru söylemiş dedi. Ebû Hüreyre'nin rivâyetine göre Eslemli Maiz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına geldi ve kendisi aleyhine zinada bulunduğuna dair şahitlik etti. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu recmetti. Allah'ın peygamberi, arkadaşlarından iki adamdan birisinin diğerine: Şu Allah'ın setrettiği kimseye bak! Nefsi, köpek gibi taşa tutuluncaya kadar kendisinin yakasını bırakmadı, dedi. Peygamber ikisine ses çıkarmadı. Bir süre yol yürüdükten sonra ayaklarını havaya dikmiş bir eşek leşinin yanından geçtiler, "Filan ve filan kişi nerede?" diye sordu. Onlar, burdayız ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Peygamber: "İnin, şu eşeğin leşinden yiyin" diye buyurdu. Onlar: Ey Allah'ın Peygamberi! Bundan kim yiyebilir ki? dediler. Şöyle buyurdu: "Sizin kardeşinizin haysiyetine dil uzatmanız bupdan yemekten daha ağırdır. Nefsim elinde olana yemin ederim ki, o şu anda cennetin ırmaklarına dalmaktadır." Darakutni, III, 196; Ebû Davud, IV, 148; Ahdurrezzak, Mûsannef, VII, 322; Ebû Ya'la, Müsned, X, 525. "Sizden bitiniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" âyeti ile yüce Allah gıybette bulunmayı leş yemeye benzetmektedir. Çünkü ölen bir kimse kendi etinin yenildiğinin farkına varmaz. Tıpkı yaşayan bir kimsenin kendisinin gıybetini yapanın gıybetini bilmediği gibi. İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah'ın gıybete böyle bir örnek vermesinin sebebi, ölen kişinin etini yemenin haram ve tiksinti veren bir şey olmasından Ötürüdür. İşte gıybet de dinen haramdır ve nefsin çirkin gördüğü bir şeydir. Katade dedi ki: Sizden herhangi bir kimse ölmüş kardeşinin etini yemeyi kabullenmediği gibi, aynı şekilde hayatta iken onun gıybetini yapmaktan da uzak durmalıdır. Gıybet yerine et yemenin kullanılması, arabların böyle bir benzetme yapmayı alışkanlık haline getirmiş olmalarıdır. Nitekim şair şöyle demiştir: "Onlar etimi yiyecek olurlarsa eğer; ben arttırırım onların etlerini, Şan ve şerefimi yıkarlarsa eğer; ben şan ve şereflerini yükseltirim onların." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İnsanların etlerini yemeye devam eden bir kimse oruç tutmuş olmaz." Hennad, Zühd, Tl, 573; M. h. Nasr el-Merzi, Ta'zimu Kadrı's-Salat, II, 584; Deylemi, Firdevs, IV, 77. Böylelikle Hz. Peygamber insanların gıybetini yapmayı, onların etini yemeye benzetmiş olmaktadır. Her kim bir müslümanı eksik görecek yahut onun haysiyetini kıracak bir şey söylerse, hayattayken onun etini yiyenin durumuna benzer. Onun gıybetini yapacak olursa, ölmüşken onun etini yiyen gibidir. Ebû Davud'un, Sünen.'inde Enes b. Malik'ten şöyle dediği kaydedilmektedir; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Miraca çıkarıldığım sırada tırnakları bakırdan, yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan bir topluluğun yanından geçtim. Bunlar kimlerdir, ey Cebrâîl, diye sordum, şöyle dedi: Bunlar insanların ellerini yiyen ve onların ırzlarına (namus, şeref ve haysiyetlerine) dil uzatanlardır." Ebû Davud, IV, 269; Müsned, Tir. 224 el-Müstevrid (b. Şeddad)'den rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kime bir müslüman(ı gıybet etmek) karşılığında bir yemek yedirilecek olursa, şüphesiz Allah o kimseye onun gibisini cehennemden yedirir. Her kime bir müslüman(ı gıybet etmek) karşılığında bir elbise giydirilecek olursa, Allah onun gibi bir elbiseyi ona cehennemden giydirir. Her kim bir kimsenin Önünde işitsinler ve riyakarlık olsun diye ayakta duracak olursa, şüphesiz Allah kıyâmet gününde o kimseyi işitsinler ve görsünler diye ayakta bekletir." Ebû Davud, IV, 270; Müsned, IV, 229. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ey diliyle îman edip de imanın kalblerine girmediği kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayın" âyeti ile iki kişiye; "Ne diye yediğiniz etin izlerini ağızlarınızda görüyorum" dediği daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Ebû Kılabe er-Rukaşî dedi ki: Ebû Âsım'ı şöyle derken dinledim; Gıybetin ne olduğunu öğrendiğimden beri kimsenin gıybetini yapmadım. Meymun b. Siyah kimsenin gıybetini yapmaz, huzurundaki bir kimsenin birisinin gıybetini yapmasına da fırsat vermezdi. Ona bu işten vazgeçmesini söyler, vazgeçerse mesele yok, değilse kendisi kalkar giderdi. es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre Ebû Hüreyre şöyle demiş: Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanından kalkıp gitti, onun kalkışında bir zayıflık, bir acizlik buldular. Ey Allah'ın Rasûlü, filan kişi ne kadar da aciz (güçsüz), dediler. Peygamber: "Kardeşinizin etini yediniz ve onun gıybetini yaptınız." diye buyurdu Taberani, Evsat, I, 145. Süfyan es-Sevrî'den şöyle dediği nakledilmiştir: Gıybetin asgari seviyesi "filan kişinin yaratılışı şöyledir, kısa boyludur" demendir. Ancak bu dahî mekruh görülmüştür. Ömer b. el-Hattâb dedi ki: İnsanları zikretmekten uzak durun, çünkü o bir hastalıktır. Bunun yerine Allah'ı zikretmeye bakın, çünkü o bir şifadır. Ali b. el-Huseyn (radıyallahü anh) bir kişinin bir diğerinin gıybetini yaptığını duyunca, şöyle dedi: Gıybetten sakın, çünkü o insanların köpeklerinin katığıdır. Amr b. Ubeyde: Filan kişi senin aleyhine o kadar konuştu ki sana acıdık. Amr: Ona da acıyın, dedi. Bir adam el-Hasen'e: Bafıâ ulaştığına göre sen benim gıybetimi yapıyormuşsun, demiş. el-Hasen ona şu cevabı vermiş: Seni iyiliklerimin hakimi kılacak kadar benim yanımda değerli değilsin. Bir kesimin kanaatine göre gıybet ancak din hakkında sozkonusudur. Yaratılış ve kişinin konumu ile ilgili hususlarda sözkonusu olmaz. Bunlar: Çünkü bu gibi şeyler Allah'ın fiilindendir, demişlerdir. Bir başka kesimin kanaati ise bunun aksidir ve şöyle derler: Gıybet ancak yaratılış, ahlak ve konum ile alakalı hallerdedir. Yaratılışta gıybet daha ağırdır, çünkü bir sanatı ayıplı gören bir kimse aslında o sanatın sanatkarını ayıplamış olur. Bütün bunlar kabul edilemeyecek açıklamalardır. Birinci görüşü reddeden Âişe (radıyallahü anha)"nin Safiye hakkında: O kısa bir kadındır, demesi üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Öyle bir söz söyledin ki eğer bu denize katılacak olsa onu dahi bulandırırdı" sözüdür. Bu hadisi Ebû Davud rivâyet etmiştir Ebû Davud, IV, 269; Tirmizî, IV, 660. Tirmizî bu hadîs hakkında hasen, sahih bir hadistir demiştir. Ayrıca daha önce geçen bu anlamdaki diğer hadisler de bu kanaati reddetmektedir. Eskiden beri ilim adamlarının icma ile kabul ettikleri husus, eğer bununla ayıplamak maksadı güdülürse, gıybet olacağıdır. İkinci görüş de aynı şekilde bütün ilim adamları tarafından reddedilmiştir. Çünkü ta baştan Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından ve onlardan sonra gelen tabiinden bu yana, onlara göre; din ile ilgili yapılan gıybetten daha büyüğü yoktur. Çünkü dindeki kusur, kusurların en büyüğüdür. Her mü’min bedeninde kusur bulunmasından çok, dininde kusur olmamasını ister. Bu görüşü kabul edenlerin kanaatlerini reddetmek için Peygamber Efendimizin: "Sen kardeşin hakkında hoşuna gitmeyecek bir şey söylersen onun gıybetini yapmış olursun..." hadisi yeterlidir. Bunun gıybet olmadığını iddia eden kimse, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın açık bir nass halinde ifade ettiği sözünü reddetmiş olmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (namus, şeref ve haysiyetleriniz) size haramdır" hadisinin genel İfadesi bu konuda yeterlidir. Çünkü bu hadis hem din hakkında, hem dünya hakkında genel bir ifadedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Her kimin yanında kardeşine ırzında ya da malında yaptığı bir haksızlık var ise bundan dolayı o kardeşinden helallik dilesin" Buhârî, II, 865; Miinziri, Tergib, III, 128, hadisi de her türlü ırz, (namus, şeref ve haysiyeti) genel olarak kapsamaktadır. Bunun bir bölümünü tahsis edip bir kenara ayıran bir kimse, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın söylediği ile çatışan bir iddiada bulunmuş olur. 8- Gıybet Büyük Günahlardandır ve Gıybetten Dolayı Helallik İstemek: Gıybetin büyük günahlardan olduğunda ve bir kimsenin gıybetini yapan birisinin, bundan dolayı yüce Allah'a tevbe etmesi gerektiğinde görüş ayrılığı yoktur. Gıybetini yaptığı kimseden helallik diler mi? Bu hususta görüş ayrılığı vardır. Bir kesim ondan helallik dilemek yükümlülüğü yoktur, çünkü bu kişinin kendisi İle Rabbi arasındaki bir günahtır, demiştir. Bu görüşün sahipleri şunu delil göstermişlerdir: Gıybet yapan bir kimse gıybetini yaptığı kişinin malını almadığı gibi, bedenine de bedenini kusurlu kılacak bir saldırıda bulunmamıştır. Dolayısıyla bu, helalliğini dilemesi gereken bir haksızlık değildir. Çünkü karşılığı bulunan haksızlık, mal ya da bedende onun yerine geçecek bir şey bulunan haksızlıktır, Bir kesim de gıybet bir haksızlıktır, onun keffareti ise gıybetini yaptığı kimse için mağfiret dilemektir, demiştir. Bu görüşün sahibleri de el-Hasen yoluyla rivâyet edilen bir hadisi delil gösterirler. el-Hasen dedi ki: "Gıybetin keffareti gıybetini yaptığın kimseye mağfiret dilemendir." Beyhaki, Şuabu'l-Îman, V, 317. Bir kesim de şöyle demiştir: Bu bir haksızlıktır ve bundan dolayı helallik dilemek gerekir. Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini delil gösterirler: "Her kimin yanında ırzında ya da malında kardeşine yaptığı bir haksızlık var İse, dinarın ve dirhemin bulunmadığı ve kişinin (haksızlığının karşılığının) hasenatından alınacağı bir gün gelmeden önce ondan helallik dilesin. Şayet hasenatı yoksa bu sefer arkadaşının kötülüklerinden alınır, onun kötülüklerine katılır." Bu hadisi Buhârî, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) yoluyla rivâyet etmiştir. Ebû Hüreyre dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kimin yanında kardeşine ait ırzına ya da herhangi bir hususa dair bir haksızlık var ise dinar ve dirhemin olmayacağı bir günden önce ondan helallik dilesin. Eğer salih bir ameli varsa yaptığı haksızlık kadar ondan alınır. Şayet hasenatı yoksa, arkadaşının kötülüklerinden alınır, ona yükletilir." Buhârî, 11, S65; Münziri, Tergib, III, 128. yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma!" (Al-i İmrân, 3/169) âyeti açıklanırken (3/169-170. âyetler, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Âişe (radıyallahü anha)dan rivâyet edildiğine göre bir kadın onun yanına gelmiş. O kadın kalkıp, gidince bir başka kadın; Etekleri ne kadar da uzundur, demiş. Âişe ona; Sen gıybetini yaptın, ondan helallik dile, demiş. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan gelen rivâyetler, gıybetin, gıybet yapan kimsenin helallik dilemesini gerektiren bir haksızlık olduğunu göstermektedir. Gıybet ancak mal ve bedende olur, diyenlerin görüşüne gelince, ilim adamlarının icma ile kabul ettiğine göre; iftirada bulunan bir kimsenin aleyhine kendisine iftira olunanın lehine bir haksızlık sözkonusudur ve o bu haksızlığının karşılığını iftirada bulunana haddi uygulamak suretiyle alır. Bu ise ne bedende, ne de malda olan bir iştir. İşte bu ırz (namus, şeref ve haysiyet) beden ve malda da zulüm ve haksızlık olabileceğine delil teşkil etmektedir. Nitekim yüce Allah iftirada bulunan kimse hakkında: "Şahidleri getirmediklerine göre onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir." (en-Nûr, 24/13) diye buyurmuştur. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Kim bir mü’mine kendisinde olmayan özelliklen isnad ederek iftirada bulunursa, yüce Allah o kimseyi tıynetu'l-habal (denilen cehennemliklerin irinleri) arasında hapsedecektir." Aynı manada az lafzi farkla: Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübrâ, VIII, 332; Şuabu't-îman, V, 305 İşte bütün bunlar malın ve bedenin dışındaki haksızlıklar hakkındadır. Gıybet bir zulümdür, haksızlıktır. Bu haksızlığın keffareti de gıybetini yaptığı kimse için mağfiret dilemektir, diyenlerin kanaatine gelince, bunlar çelişkiye düşmüş oluyorlar. Çünkü önce buna bir zulüm, bir haksızlık (mazlame) ismini verdikten sonra, bunun da keffareti gıybetini yaptığı kimse için mağfiret dilemektir, demişlerdir. Çünkü "ona haksızlıktır, zulümdür" demek bu sefer mazlumun bir hak sahibi olduğunu ifade etmektir. Onun haksızlığı karşısında bir hakkının olduğu sabit olduğuna göre o zulmü yapandan o zalimliğin kalkabilmesi, mazlumun o kimseye hakkını helal etmesi ile ancak mümkün olabilir. el-Hasen'in görüşü ise delil teşkil edemez. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kimin yanında kardeşine gerek ırzında yahut malında yaptığı bir haksızlık var ise ondan dolayı o kimseden helallik istesin" diye buyurmuştur. Bazıları da kendisine hakkını helal etmesini isteyen kimseye hakkını helal etmemeyi öngörmüştür. Bunların görüşüne göre Allah'ın o kimseye haram kıldığı bir şeyi ona helal kılmasın. Bunlardan birisi de Said b. el-Müseyyeb'dir. O şöyle demiştir: Ben, bana zulmedene hakkımı helal etmem. İbn Sîrîn'e de: Ey Ebû Bekir, denilmiş. Burada bir adam var, senden sana yapmış olduğu bir haksızlıktan kendisini helal etmeni istiyor. Şöyle demiş: Onu kendisine haram kılan ben değilim ki, ona hakkımı helal edeyim. Gıybeti ona haram kılan Allah'tır. Bense Allah'ın ona haram kıldığı bir şeyi ebediyyen helal kılamam. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haberi hakkın helal edilebileceğine delil teşkii etmektedir. Delil ve hükmü açıklayan da odur, Hakkı helal kılmak merhamete delildir ve bir çeşit affetmektir. Yüce Allah da: "Kim affedip düzeltirse, artık onun mükâfatını vermek Allah'a aittir" (eş-Şura, 42/40) diye buyurmuştur, 9- Açıktan Açığa Günah İşleyen Fasıkın ve Benzerlerinin Gıybeti: Fıskını açığa vuran, ilan edenin gıybetini yapmak bu kabilden değildir. Çünkü haberde: "Haya cilbabını (örtüsünü) bir kenara bırakanın gıybeti yoktur" Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra, X, 210 -senedinin pek kuvvetli olmadığı kaydıyla-; el-Kudai, Müsnedu'ş-Şihab, I, 263; Deylemi, Firdevs, III, 6lf>; Zehehi, Mizan, VII, 371'de hadisi Enes (radıyallahü anh)den zikreden Elıu Said'in güvenilmez bir ravi olduğunu belirtmektedir. diye buyurulmustur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Faciri (günahkarı) özelliği ile birlikte anın ki insanlar ondan sakınabilsinler" Abdullah b. Adiyy, el-Kamil, II, 173, ramilerinden el-Carııd'un metruk olduğunu kayd etmektedir; el-Acluni, Keşfu'l-Hafa, I, 114 sahih olmadığı kaydıyla. diye buyurmuştur. O halde gıybet, kendisini (kötülüklerini) setreden kimse hakkındadır, el-Hasen'den rivâyete göre o şöyle demiştir: Üç kişinin herhangi bir hürmeti (saygınlıkları, çiğnenmesi sözkonusu olan haklan) yoktur: Hevasının peşinden giden bir kimse, açıktan açığa fasıkık yapan bir kimse ve zalim bir yönetici. Haccac öldüğünde el-Hasen şöyle demişti: Allah'ım, onu öldüren Sensin. Aramızda onun sünnetinin (uygulamalarının) da sonunu Sen getir. -Bir rivâyette de: Onun kötülüğünün sonunu- demiştir. Çünkü o bize gözleri aydınlıkta seçemeyen, gözlen kamaşan, parmakları kısa bir eli uzatan bir kimse olarak geldi. Allah'a yemin ederim, Allah yolunda o ele bir toz bulaşmadı. Perçemini güzelce tarar, böbürlenerek yürür, minbere çıkar, namazı geçîrinceye kadar gelişigüzel konuşurdu. Ne Allah'tan sakınır, ne insanlardan utanırdı. Onun üzerinde Allah, altında ise yüzbin kişi yahut daha fazlası vardı. (Üzerindeki Allah'tan korkmaz, minberinin altındaki yüzbirvlerden utanmazdı.) Kimse de ona: Ey adam namaz vakti geldi, d(iy)emezdi. Sonra el-Hasen şöyle diyordu: Heyhat! Buna kılıç ve kamçı engel oluyordu. er-Rabt b. Subeyh, el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet eder: Bidat ehli olanların gıybeti yoktur. Aynı şekilde hakime sana zulmeden kimseden hakkını alabilmen için ondan yardım istemek maksadıyla; filan kişi bana zulmetti yahut bana kızdı, bana hainlik etti, beni dövdü, bana iftirada bulundu ya da bana kötülük yaptı, demek de gıybet değildir. Ümmetin âlimleri bu hususta icma etmişlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu hususta: "Hak sahibinin söyleyecek bir sözü vardır" Buhârî, II, H09, 842, K45, 920, 921; Müslim, III, 1225; Tirmizî, III, 628; İbn Mace, II, H09; Müsned, II, 416, 456, VI, 268. diye buyurmuştur. Yine: "Zenginin savsaklaması zulümdür" ; Buhârî, II, 799, H45; Müslim, I», 1197; Tirmizi, III, 600; Dârimi, II, 338; Ebû Davud, III, 247; Nesâî, VIII, 317, Muvatta’, II, 674; Müsned, II, 379, 463, 465. "Ödeme imkanı bulan kimsenin savsaklaması onun ırzını (şeref ve haysiyetini) ve cezalandırmasını helal kılar" Ebû Davud, III, 313; Nesâî, VII, 316; ibn Mace, H, 811; Müsned, IV, 222, 388, 389. diye buyurmuştur. Fetva istemek de bu kabildendir. Hind'in, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ebû Süfyan cimri bir kimsedir. Bana ve çocuklarıma yetecek kadar bir şeyler vermiyor. Bilmeksizin onun malından alabilir miyim? diye sorması da bunun gibidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Evet alabilirsin" demişti Buhârî, II, 769, V, 2052, 2054, VI, 2626; Müslim, III, 133»; Dârimi, II, 211; Dârimi, II, 211; Darakutni, IV, 234; Ebû Davud, III, 289; Netsai, VIII, 246; İbn Mace, II, 769; II, 580; Müsned, VI, 39, 50, 206, Burada Hind kocasından cimrilikle, kendisine ve çocuklarına zalimlik etmekle sözettiğî halde, Peygamber onu gıybet eden olarak değerlendirmemektedir. Çünkü onun bu davranışının yapmaması gerektiğini söylememiştir. Aksine Peygamber onun lehine fetva vererek ona cevab vermiştir. İşte bir kimseden kötülükle sözetmekte bir fayda bulunması halinde de durum böyledir. Peygamber Efendimizin: "Muaviye'ye gelince o malı bulunmayan fakir bir kimsedir. Ebû Cehme gelince, o da omuzundan asasını indirmez. " Müslim II,1114; Dârimi, II 182; Tirmizi, III,440; Ebû Davud, II, 285; Nesâî,IV,75,Muvatta’,II, 580;Müsned,VI, 412. âyeti gibi. Bu caizdir, onun maksadı ise Fatıma bint. Kays'ın onlardan birisi ile evlenecek olursa, bir yanlışlık yapmaması idi. Bütün bu açıklamaları el-Muhasibî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- yapmıştır. 10- Tiksinti Veren Örnek ve Allah'tan Korkmak: "Ölmüş" âyeti ye harfi şeddeli olarak diye de okunmuştur. Bu lâfız "efden hal olarak nasbedilmistir. Bununla birlikte "kardeş"den hal olarak nasbedilmesi de mümkündür. Yüce Allah onlardan herhangi bir kimsenin kardeşinin leşini yemesini sevemeyeceğini ikrar ettirdikten sonra, akabinde "İşte bundan tiksindiniz" diye buyurmaktadır. Bu iki şekilde açıklanabilir: 1- Siz nasıl ki leşi yemekten tiksiniyor iseniz, aynı şekilde gıybetten de böylece tiksininiz. Bu anlamdaki açıklama Mücahidden rivâyet edilmiştir, 2- Sizler insanların sizin gıybetinizi yapmasını hoş karşılamıyorsunuz. O halde başkalarının gıybetini yapmayı da hoş karşılamayınız. el-Ferrâ'' dedi ki: Bundan tiksindiniz. O halde siz de bu işi yapmayınız. Lâfız itibariyle haber, anlam itibariyle emir olduğu da söylenmiştir. Yani bundan tiksininiz, "Allah'tan korkun!" âyeti ona atfedilmiştir. Daha önce geçen "Kaçının ve kusurunu araştırmayın" buyruklarına atfedildiği de söylenmiştir. "Çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, Rahîmdir." 13Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi birbirinizle tanışasınız diye uluslara ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki Allah katında sizin en şerefliniz, en takvalı olanınızdır. Muhakkak Allah, en iyi bilendir, herşeyden haberdar olandır. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Yaratılış İtibariyle İnsanların Birbirlerine Eşitliği: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık" âyetinde Âdem ile Havva'yı kastetmektedir, Âyet-i kerîme Ebû Hind hakkında inmiştir. Bunu Ebû Davud "el-Merasil" adlı eserinde zikretmektedir: Bize Amr b. Osman ile Kesir b. Ubeyd anlattı, dediler ki: Bize Bakiyye b. el-Velid anlattı, dedi ki: Bana ez-Zührî anlattı, dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Benu Beyadalılara, Ebû Hind ile kendilerinden bir hanımı evlendirmelerini emretti. Onlar da Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Biz kölelerimizi kızlarımızla mı evlendirelim? dediler. Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi... uluslara ve kabilelere ayırdık" âyetini indirdi. ez-Zührî dedi ki: Âyet özel olarak Ebû Hind hakkında inmiştir. Ebû Davud, el-Merasil, s. 195 Ebû Hind'in evlendirilmesi ile ilgili rivâyetten bu ayetin Tefsirinin sonlarında bir daha söz edilecektir. Oraya da bakınız. Ayet-i kerimenin Sabit b. Kays b. Şemmâs ve onun kendisine yer açmayan kişiye: Ey filan kadının oğlu demesi hakkında indiği de söylenmiştir. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Filan hanımın ismini anan kimdi?" diye sordu. Sabit: Ben ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Buradakilerin yüzlerine bir bak dedi." Baktı, Peygamber: "Ne gördün?" diye sordu, o da beyaz, siyah ve kırmızı tenliyi gördüm deyince, Peygamber şöyle buyurdu: "Sen takva ile olması müstesna bunlara üstün olamazsın." Bunun üzerine bu âyet Sabit hakkında nazil oldu, Ona yer açmayan kişi hakkında da: "Ey îman edenler! toplantı yerlerinde size yer açın, denildiğinde genişletin..." (el-Mücadele, 58/11) âyeti indi. İbn Abbâs dedi ki: Mekke fethi gününde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bilal’e emir vermesi üzerine Ka'be'nin damına çıkıp ezan okudu. Attab b. Esid b. Ebi’l-Iys şöyle dedi: Bugünü görmeden önce babamın ruhunu alan Allah'a hamdolsun. el-Haris b. Hişam da: Muhammed ezan okumak üzere şu siyah kargadan başkasını bulamadı mı? dedi, Süheyl b. Amr da: Allah bir şeyi diledi mi onu değiştirir, dedi. Ebû Süfyan ise: Ben hiçbir şey demiyorum. Çünkü semanın Rabbinin söylediğimi haber vereceğinden korkarım. Cebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek neler söylediklerini ona haber verdi. Onları çağırdı ve neler söylediklerini sordu, onlar da ikrar ettiler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirerek soylarla öğünmeyi, mal çokluğuyla öğünmeyi, fakirleri küçümsemeyi yasakladı. Çünkü asıl gözönünde bulundurulması gereken takvadır. Yani herkes Âdem ile Havva'dandır, üstünlük ancak takva iledir. Tirmizî'de şu rivâyet yer almaktadır: ,..İbn Ömer'den rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de verdiği hutbesinde şöyle dedi: "Ey insanlar! Şüphesiz ki Allah sizden cahiliye kibrini ve ataları ileri sürerek büyüklenmeyi gidermiş bulunuyor. İnsanlar iki türlüdür: Ya birisi iyilik yapan, takva sahibi olup Allah katında üstün ve değerlidir. Ya günahkar ve bedbaht birisi olup, Allah katında da değersizdir. İnsanlar Âdem'in çocuklarıdır. Allah Âdem'i topraktan yaratmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle, bir dişiden yarattık ve sizi birbirinizle tanıdasınız diye uluslara ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki Allah katında sizin en şerefliniz, en takvalı olanınızdır. Muhakkak Allah en iyi bilendir, herşeyden haberdar olandır" diye buyurmuştur. Tirmizî bu hadisi Ali b. el-Medinî'nin babası Abdullah b. Cafer'den rivâyet etmiştir. O ise zayıf bir ravidîr. Onun zayıf olduğunu Yahya b. Maîn ve başkaları söylemiştir. Tirmizi, V, 389; Müsned, II, 523. Taberi "Adabu'n-Nufus" adlı eserinde şunu rivâyet etmektedir: Yine bana Yakub b. İbrahim anlattı, dedi ki; Bana İsmail anlattı, dedi ki: Bana Said el-Cureyrî, Ebû Nadra'dan anlattı. Ebû Nadra dedi ki: Bana yahut bize Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın Mina'da teşrik günlerinin ortasında bir deve üzerinde iken vermiş olduğu hutbesinde hazır bulunanlardan birisi anlattı. Peygamber buyurdu ki: "Ey insanlar! Şüphesiz ki sizin Rabbiniz birdir. Şüphesiz ki sîzin babanız da birdir. Şunu bilin ki arab olan birisinin arab olmayana, arab olmayan birisinin arab olana, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, takva ile olması hali müstesna, hiçbir üstünlüğü yoktur. Söyleyin, ben tebliğ ettim mi?" Onlar: Evet dediler. Peygamber de: "O halde hazır bulunan burada bulunmayana bildirsin" diye buyurdu. Müsned, V, 4li, Heysemi, Mecmâ', III, 266. Yine ismi geçen eserde Malik el-Eş'arî'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Şüphesiz Allah sizin makam ve mevkilerinize, neseblerinize, bedenlerinize, mallarınıza bakmaz. Fakat O, sizin kalplerinize bakar. Her kimin salih bir kalbi varsa, Allah ona karşı şefkat duyar. Şüphesiz siz Âdem'in oğullarısınız. O'nun aranızdan en sevdiği kişi sizin en takvalı olanınızdır." Taberani, Kebir, III, 297. Bu anlamda Ali (radıyallahü anh)'ın şiirlerinden olup meşhur olmuş şu beyitler vardır: "İnsanlar suret bakımından denktir birbirlerine, Babaları Âdem'dir, anneleri Havva'dır onların. Bir nefis benzer diğerine, ruhlar da andırır birbirini, Onlarda kemikler yaratılmış ve azaları vardır onların. Eğer asılları itibariyle onların bir şerefleri varsa, Kendisiyle karşılıklı öğünecekleri o su ve çamurdur. Fazilet ancak ilim ehlinindir, çünkü onlar Hidayet üzredirler, hidayeti arayanlara gösterirler doğruyu. Herkesin değeri güzel yaptığı şeye göredir, İnsanların fiilleri üzerinde alametleri vardır. Her kişinin zıttına ise bilmediği şey durur, Cahiller de ilim ehline düşmandır." 2- Yüce Allah Dileseydi İnsanları Başka Bir Yoldan da Yaratırdı: Yüce Allah bu âyet-i kerimede insanları bir erkek ve bir dişiden yarattığını açıklamaktadır. Aynı şekilde en-Nisa Süresi'nin başında da (4/1) bunu böylece açıklamaktadır. Şayet dileseydi Âdem'i yarattığı gibi, bunların ikisi olmadan da yaratabilirdi yahut Îsa'yı yarattığı gibi erkeksiz yahut Havva'yı yarattığı gibi iki cihetten birisi olan dişisiz yaratabilirdi. İşte ilahi kudret için mümkün olan bu şekilde yüce Allah başka bir varlık yaratmış değildir. Rivatıyet olunduğuna göre yüce Allah Havva'yı Âdem’den, ondan çekip aldığı kaburga kemiklerinden birisinden yaratmıştır. İlahi kudret açısından mümkün olan diğer kısım da bu kabul edilebilir. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır. 3- Bir Kimsenin Nesebini Reddedmesinin Cezası: Yüce Allah insanı erkek ve dişiden yaratmış, onlar arasında neseb, sihri akrabalıklar, uluslar, ve kabileler halinde yaratmıştır. Bu yaratılışlar arasında da onların birbirlerini tanımalarını takdir etmiş, takdir ettiği ve kendisinin daha iyi bildiği bir hikmet dolayısıyla da aralarındaki akrabalık bağlarını ve bu bağların gözetilmesini tesbit etmiştir. Böylelikle herkes kendi nesebine sahib çıkar olmuştur. Herhangi bir kimse başkasının nesebini reddedecek olursa, İftirada bulunmuş olacağından kendisine had vurulmasını gerektirir, Mesela, kabilesinin ve soyunun nesebini red ederek, mesela Arap olana; Ey acem, acem olana da: Ey Arap demesi ve buna benzer nesebin gerçek anlamıyla nefyedildiği diğer ifadelerde de bu böyledir. 4- İnsan Hem Erkekten, Hem Dişiden Yaratılır: Öncekilerden kimisi ceninin sadece erkeğin suyundan yaratılmış olduğunu, annenin rahminde de beslenip büyüdüğünü ve rahimdeki kandan geliştiğini ileri sürmüşlerdir. Buna delil olarak da yüce Allah'ın: "Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı? Onu sağlam bir yerde tuttuk." (el-Murselat, 77/21) âyeti ile "Sonra O, onun suyunu bayağı bir sudan meydana gelen bir süzmeden kılmıştır." (es Secde, 32/8); "O dökülen meniden bir damla değil miydi?" (el-Kıyame, 75/37) âyetlerini delil göstermişlerdir. Onlara göre bu âyetler yaratılışın tek bir sudan olduğunu göstermektedir. Doğrusu ise yaratmanın bu âyet sebebiyle hem erkeğin suyundan, hem de kadınınkinden yaratıldığıdır. Çünkü bu âyet-i kerîme tevil ihtimali bulunmayan açık bir nasstır. Ayrıca yüce Allah'ın: "O atılıp dökülen bir sudan yaratılmıştır. O su omurga ile göğüs kemikleri arasından çıkar." (et-Tarık, 86/6-7) âyeti da buna delildir. Bundan maksat ileride açıklanacağı üzere, erkeklerin omurgaları ile kadınların göğüs kemikleridir. Karşı görüşü savunanların ileri sürdükleri delillerdeki ifade ise azami olarak şunu ortaya koymaktadır: Yüce Allah insanın sudan, bir süzmeden ve bir nutfeden yaratıldığını belirtmektedir. Ancak bunu anne babadan sadece birisine izafe etmemektedir. O halde bu, suyun ve süzme ile nutfenin zikrettiğimiz âyetlerin delaleti ile her ikisinden olduğuna delil teşkil etmektedir. Aynı şekilde tıpkı erkeğin suyunun olduğu gibi, kadının da suyu olduğunu ve bundan dolayı da -daha önce eş-Şura Sûresi'nin sonlarında (42/49-50. âyet, 2. başlık ve devamında) geçtiği üzere- benzerliğin ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Yüce Allah, Nûh (aleyhisselâm) kıssasında da: "Su önceden takdir edilmiş bir emir üzere birbirine kavuştu." (el-Kamer, 54/12) diye buyurmaktadır. Burada ise semanın suyu ile yerin suyunu kastetmektedir. Çünkü kavuşma ancak iki şey tarafından sözkonusu olur. O halde yüce Allah'ın: "Sonra O, onun soyunu bayağı bir sudan meydana gelen bir süzmeden kılmıştır." (es-Secde, 32/8) âyeti ile "Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı?" (el-Mürselat, 77/20) âyetinde iki ayrı suyun kastedildiği inkar olunamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- Uluslar ve Kabileler (Şuub ve Kabail): "Ve sizi... uluslara ve kabilelere ayırdık." âyetinde sözü edilen "şuub: uluslar" kabilelerin başlandır, Rabia, Mudar, Evs ve Hazreç gibi. Bunun tekili "şın" harfi üstün olarak "şa'b" ...diye gelir. Onlara bu ismin veriliş sebebi ağacın dallarının şubeleri gibi ayrılıp, bir noktada toplanmaları dolayısıyladır, "Şa'b" zıt anlamlı kelimelerdendir. Nitekim bir şeyi toplamayı ifade etmek üzere: "Onu topladım" denilir. Matkab ve biz anlamına kullanılan da buradan gelmektedir. Çünkü onun vasıtasıyla hem biraraya getirilir, hem ayrılır. Şair de şöyle demiştir; "Yüzüstü yıkılmış ve korunuyor, Bir boynuz ile sanki o keskin bir matkab gibidir." Onu dağıttım:" demektir. Ölüme ayırımcı olduğundan ötürü "şu'ûb" denilmesi de buradan gelmektedir. "Şi'b" de dağ yolu demektir, çoğulu da "şi'âb" ...diye gelir. el-Cevherî dedi ki: Şi'ûb Arap ve Arap olmayanların kabilelerinden ayrılan kollara denilir, çoğulu da "şu'ûb" ...diye gelir. Şu'ûbiye ise arabların Arap olmayanlara üstün olmadıklarını söyleyen bir kesimdir. Hadiste geçen: "Şu'ûbdan bir adam müslüman oldu" ifadesi ise Arap olmayanlardan birisini kastetmektedir. Şa'b de büyük kabile demektir. Bu kabilelerin kendisine nisbet olunduğu atalarıdır. Yani bu ata onları toplar ve birarada tutar. İbn Abbâs dedi ki: Şu'ûb Cumhûr (büyük kalabalık) demektir, Mudar gibi. Kabileler ise onun boylarıdır. Mücahid dedi ki: Şu'ûb nesebin uzak olanı, kabileler ise ona göre daha yakın olanıdır. Yine ondan nakledildiğine göre şu'ûb daha yakın olan nesebi ifade eder. Katade de böyle demiştir, Birinci görüşü ondan el-Mehdevî, ikincisini ise el-Maverdî nakletmiştir. Şair de şöyle demiştir: "Ben bir çok şalilerde pek çok Sa'dlar gördüm, Fakat Sa'd b. Malik gibi bir Sa'd görmedim," Bir başka şair de şöyle demiştir: "Şa'blerden birtakım kabileler ki aralarında yoktur, Kerîm sayılacak ve adaletli birisi." Şu'ûb'un, Kahtan'dan Yemen arabları olduğu, kabilelerin ise Rabia, Mudar ve Adnan'ın sair kolları oldukları da söylenmiştir. Şu'ûb'un acemlerin kolları, kabilelerin de Arapların kolları oldukları da söylenmiştir. Bir rivâyete göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Şu'ûb mevali (arablara vela ile mensub olanlar), kabileler iye Araplardır. el-Kuşeyrî dedi ki: Buna göre şu'ûb Hindliler, Dağlılar ve Türkler gibi neseblerinin aslı bilinmeyenlerdir. Kabileler ise Araplardandır. el-Maverdî dedi ki: Şu'ûb'un kenar ve uzak yerler ile dağ yollarına nisbet olunanlar, kabilelerin ise neseb bakımından ortak olan kimseler olma ihtimali de vardır. Şair de şöyle demiştir: "Ve onlar şubelere ayrıldılar, artık her bir adada, Bir emiru'l-mü’minin ve bir de minber vardır." Ebû Ubeyd, İbnu'l-Kelbî'den, o babasından şöyle nakletmektedir: Şa'b kabileden daha büyüktür, ondan sonra fasile, sonra imare, sonra batn, sonra da fahiz gelir. Önce şa'b, sonra kabile, sonra imaret, sonra batn, sonra fahiz, sonra fazile, sonra aşire geldiği de söylenmiştir. Edebiyatçılardan birisi bunları nazım halinde şöylece ifade etmiştir: "Sen Şa'ba bak, çünkü o en kalabalık olandır, insanların barındığı yerlerde; sonra kabile gelir, Arkasından imare gelir, sonra batn, Daha sonra fahiz ve fasile gelir. Bundan da sonra aşiret gelir, fakat o Sözünü ettiklerimizin yanında pek azdır." Bir başka şair de şöyle demiştir: "Kabile, ondan Önce şa'b gelir, ikisinden sonra ise İmaret, sonra batn, arkasından fahiz gelir. Kişiyi kendi fasilesinden başkası barındırmaz, Arkasında tüyü bulunmayan ok ise doğru gidemez." 6- Allah Katındaki Değerin Ölçüsü Takvadır: Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki Allah'ın katında sizin en şerefliniz, en takvalı olanınızdır." âyeti ile ilgili açıklamalar daha önceden ez-Zuhruf Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Ve muhakkak ki o, sana ve senin kavmine büyük bir şereftir" (ez-Zuhruf, 43/44) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerimede yüce Allah'ın ve Rasûlünün nezdinde asıl gözönünde bulundurulanın kişinin şerefi ve soyu olmayıp takvası olduğunu gösteren bir özellik bulunmaktadır. "Şüphesiz ki" âyeti üstün ile; diye de okunmuştur. Sanki: Niçin neseblerle övünülüyor diye sorulmuş da ona: Çünkü Allah nezdinde sizin en şerefliniz en soylu olanınız değil, en takvalı olanınızdır denilmiş gibi olmaktadır. Tirmizî'deki rivâyete göre Semura, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Haseb (şeref) maldır, kerem (üstünlük, şereflilik, değerlilik) de takvadır." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garib, sahih bir hadistir Tirmizî, V, 390; Darakutni, III, 302; İbn Mace, //, 1410; Müsned, VT 10. Bu da yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki Allah'ın katında sizin en şerefliniz, en takvalı olanınızdır" âyetinin kapsamına girer. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu açık ifadeleri bize ulaşmış bulunmaktadır: "Kim insanların en şereflisi olmak istiyor ise Allah'tan korksun." Hakim, Müstedrek, IV, 301. "Allah korkusu: Takva" ise, emir ya da nehy olsun yüce Allah'ın çizdiği sınırlara riayet etmek ve sahib olunmasını emrettiği niteliklere sahib olmak, yasakladığı şeylerden de uzak durmak demektir. Yine bu anlamdaki açıklamalar daha önce başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde yüce Allah şöyle buyuracaktır: Şüphesiz Ben bir neseb yarattım, siz de bir neseb tesbit ettiniz. Ben sizin en şereflinizin, en takvalınız olduğunu ortaya koydum, siz ise bunu kabul etmeyerek filan oğlu filan dediniz. Bugün Ben kendi nesebimi yükseltiyor, sizin uydurduğunuz nesebleri alçaltıyorum. Nerede takva sahibleri? Nerede takva sahibleri?" Taberani, Sağir, 1, 383; Deylemi, Firdevs, V, 226; aynı manada az lafzî farklarla: Hakim, Müstedrek, II, 503; Beyhaki, Şuabu'l-Îman, IV, 289; Heysemi, Mecmâ', VIII, 84, ravilerinden Talha b. Amr'ın "metruk" bir ravi olduğu kaydıyla. Taberî de Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği bir hadise göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu kaydetmektedir: "Şüphesiz ki kıyâmet gününde Benim gerçek dostlarım takva sahibleridir. Her ne kadar kimi nesebler, kimi neseblerden daha yakın ise de. İnsanlar amellerle gelirler, siz ise dünyayı boynunuz üzerinde taşımış olarak geleceksiniz ve: Ey Muhammed... diyeceksiniz. Ben de böyle böyle diyeceğim" diyerek her iki yanını (sağa sola) çevirdi. İbn Receh, Camiu'l-Ulum, I, 347; Aynı manada yakın lâfızlarla: Taberani, Kebir, V, 45, Müslim'in, Sahih'inde Abdullah b. Amr'ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı alçak sesle değil, yüksek sesle şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz benim babamın akrabaları benim dostlarım (velilerim) değildir. Benim gerçek dostum, Allah ve salih olan mü’minlerdir." Bahari, V, 2233; Müslim, I, 197. Ebû Hüreyre'den rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: İnsanların en şereflisi hangisidir? diye sorulmuş, o da: "İbrahim'in oğlu İshak'ın oğlu Yakub'un oğlu Yusuf'tur" diye buyurmuş, Onlar, hayır biz sana bunu sormuyoruz dediler. Peygamber; "O halde Allah katında onların en şereflileri en takvalı olanlarıdır." Yine: Biz sana bunu sormuyoruz, dediler. Bu sefer: "Siz bana Arapların cevherlerini mi (soruyorsunuz)" diye buyurdu. "Cahiliye döneminde onların en hayırlıları İslâm döneminde de -fakih olmaları şartıyla- en hayırlılarıdır." Buhârî, III, 1224, 1235, 1238, FV, 1729; Müslim, IV, 1846; Dârimi, I. 84; Müsned, 11, 431 Şair bu hususta şöyle demiştir: "Kişi zenginliğin verdiği izzeti ne yapsın? Çünkü izzet denilen şey, bütünüyle takvalınınkidir. Allah'ı bilip tanıdığı halde, Allah'ı bilip tanıması, Kişiyi müstağni kılmazsa eğer, işte asıl odur bedbaht olan." 7- Nikâhta Denklik (Kefaet) te Takvanın Dışında Neseb (Soy-Sop) Gözönünde Bulundurulabilir mi? Taberî şu rivâyeti zikretmektedir: Bana Ömer b. Muhammed anlattı, dedi ki: Bize Ubeyd b. İshak el-Attar anlattı, dedi ki: Bize Mendel b. Ali, Sevr b. Yezıd'den anlattı, o Salim b. Ebi'l-Ca'd'den dedi ki: Ensardan bir adam bir kadın ile evlendi. Şerefi hususunda ona eleştirilerde bulunuldu. Adam: Ben bu kadın ile şerefi dolayısıyla evlenmiş değilim, ben onunla dini ve ahlakı dolayısıyla evlendim. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bununla birlikte Hadb b. Zürara hanedanından olmamasının sana bir zararı yoktur" (ya da: ...ne zararı var?) diye buyurdu. Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz ki şanı yüce Allah İslâm'ı gönderdi. İslâm sayesinde aşağılarda olanı yükseltti, onun sayesinde eksik olanı tamamladı. İslâm sayesinde kınamayı kaldırdı. Hiçbir müslümana kınama olmaz. Çünkü bu tür kınamalar ancak cahiliye dönemi kınamaları olabilir." Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben takvalı davranmam sebebiyle aranızda Allah'tan en çok korkanınız ve en bilgili olanınız olduğumu ümit ederim. " Bu hadis şöyle de tercüme edilebilir: "İlen aranızda Allah'tan en çok korkan ve ne ile en takvalı olacağımı en iyi bilen kişi olacağımı ümit ederim." Müslim, II, 781; Ebû Dâvûd, II, 312; Muvatta’, I, 289; Müsned, II, 67, 245 Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah nezdinde insanların en üstünü ve en şereflisidir, İbnu'l-Arabî dedi ki: İşte nikâhta kefaet (denklik) hususunda Mâlik'in gözönünde bulundurduğu budur. Abdullah, Malik'ten: Azadlı köle arab olan hanımla evlenebilir dediğini ve bu âyet-i kerimeyi delil gösterdiğini rivâyet etmiştir. Ebû Hanife ile Şâfiî ise: Şeref ve mal gözönünde bulundurulur, demişlerdir. Sahih'te, Âişe'den gelen rivâyete göre Ebû Huzeyfe b. Utbe b. Rabia -ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Bedir'de bulunanlardan birisi idi- Salim'i evlat edinmiş, sonra da ona kardeşi el-Velid b. Utbe b. Rabia'nın kızını nikâhlamıştı. Salim de o sırada ensardan bir kadının mevlası (kölesi) bulunuyordu. ez-Zubeyr'in kızı Dubaa, el-Mikdad b. el-Esved'in nikâhı altında idi. Derim ki: Abdu'r-Rahmân b. Avf’ın kızkardeşi Bilal'ın nikâhı altında, Cahş kızı Zeyneb, Zeyd b. Harise'nin nikâhı altında idi. İşte bunlar mevali'den olan erkeklerin arab kadınlar ile evlenmesinin câiz olduğuna delildir. Kefaet sadece din hususunda gözönünde bulundurulur. Yine buna delillerden birisi Sehl b. Sad'ın Sahih-i Buhârî'de yer alan şu rivâyetidir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bulunduğu yerden bir adam geçmiş, Peygamber de: "Şu adam hakkında ne dersiniz?" diye sormuş, onlar: Bu adam eğer bir kıza talib olursa, o kızın ona nikâhlanmasına layıktır. Eğer bir kimseye şefaat etmek isterse, şefaati kabul edilir, eğer konuşursa sözü dinlenir. Sonra Peygamber sustu. Bu sefer müslüman fakirlerden bir adam geçti yine; "Bu adam hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Onlar: Eğer bir kıza talib olursa, ona verilmez. Şâyet şefaatçi olmak isterse, şefaati kabul edilmez, konuşursa sözü dinlenmez. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bu ötekinin benzeri yeryüzü dolusu kadar kimselerden hayırlıdır." Buhârî, V, 19>S, 2369; İbn Mace, II, 1379 Yine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kadın malı, güzelliği ve dini -bir rivâyette de; şerefi- dolayısıyla nikâhlanır. Elleri toprakla dolasıca! Sen dindar olanını nikâhlamaya bak!" diye buyurmuslur. Buhârî, V, 195H, Müslim, II, 1086; Dârimî, II, 179; Darakutni, III, 302, 303; Nesâî, VI,65. Selman, Ebû Bekir'den kızını istemiş ve onun isteğini kabul etmişti. Ömer'den kızını istemiş, önce vermek istememiş, sonra Selman'dan kızını nikâhlamasını istediyse de Selman buna yanaşmamıştı. Bilal, el-Bukeyr’in kızını istemiş, kardeşleri kabul etmemişti. Bunun üzerine Bilal: Ey Allah'ın Rasûlü, ben el-Bukeyr'in oğullarından neler çekiyorum? Onlardan kızkardeşlerini istedim, bana vermediler, bana eziyet ettiler, Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bilal adına öfkelendi. Kardeşleri bunu haber alınca, kızkardeşlerine giderek: Senden dolayı çektiğimiz nedir? dediler. Kızkardeşleri: Ben işimi (beni nikâhlama yetkisini) Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bırakıyorum, dedi. Onlar da onu (Bilal ile) evlendirdiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisine hacamat yaptığı sırada Ebû Hind hakkında şöyle demişti: "Ebû Hind'e hanım verip, nikâhlayınız. Onunla evlendiriniz. " Ebû Davud, II, 233; İbn Hibban, Sahih, IX, 375, XIII, 442; Hakim, Müstedrek, II, 178; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra, VII, 136 Ebû Hind o sırada Beyada oğullarının mevlasi idi. Darakutnî de ez-Zührî'den, o Urve'den, o Âişe'den rivâyet ettiği hadise göre Beyada oğullarının mevlası olan Ebû Hind, hacamat yapan bir kimse idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hacamat yapmış, bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştu; "Yüce Allah'ın imanı kalbinde şekillendirdiği bir kimseyi görmekten memnun olacak kimseler Ebû Hind'e baksınlar." Yine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ona kız veriniz, onu nikâhlayıp evlendiriniz (kız alınız, isteyiniz)" Darakutni, III, 300; Taberani, Evsat, VI, 329. el-Kuşeyrî Ebû Nasr dedi ki: Nikâhta kefaet hususunda neseb bazan gözönünde bulundurulabilir. Bu ise peygamberlik şeceresine nesebinin ulaşması yahut peygamberlerin mirasçısı olan âlimlere ya da zühd ve salah bakımından imrenilen kimselere ulaşması halinde sözkonusu olur. Takva sahibi bir mü’min, soylu bir günahkardan faziletlidir. Eğer her ikisi de takvalı iseler bu takdirde aralarından soylu olana öncelik tanınır. Takva bakımından birbirine eğit oldukları takdirde namazda genç olanın yaşlı olana Öncelik tanınmasında olduğu gibi. 14Bedevi arabları "Îman ettik" dediler. De ki: "Siz îman etmediniz, fakat teslim olduk deyin. Îman henüz kalblerinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve Rasûlüne itaat ederseniz, amellerinizden herhangi bir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah mağfiret edicidir, çok merhamet edicidir." Âyet-i kerîme, Esed b. Huzeyme oğullarından bedevi olan Araplar hakkında inmiştir. Bunlar Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna bir kıtlık yılında gelmiş ve zahiren şehadet kelimelerini getirmişti. Ancak içten içe mü’min değillerdi. Medine yollarını pisliklerle berbat etmiş, fiyatlarının yükselmesine sebeb olmuşlardı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Biz sana yüklerimizle, ailelerimizle birlikte geldik. Filanoğulları seninle çarpıştığı gibi, biz de seninle savaşmadık. Bunun için bize zekattan bir şeyler ver, demeye ve Peygamber Efendimize minnet etmeye başlamışlardı. Yüce Allah da onlar hakkında bu âyet-i kerimeyi indirdi . İbn Abbâs dedi ki; Âyet-i kerîme hicret etmeden Önce "muhacir" ismini almak isteyen bedevi Araplar hakkında inmiştir. Allah da onların bedevi arablara ait isimleri bulunduklarını onlara "muhacirler" denilmeyeceğini bildirdi. es-Süddî dedi ki: Bu âyet-i kerîme el-Feth Sûresi'nde sözü edilen bedevi arablar hakkında inmiştir. Bunlar Muzeyne, Cuheyne, Eşlem, Gıfar, Dîl ve Eşcalılara mensub bedevi Araplardır. Malları ve canları güvenlik altında olsunlar diye: îman ettik, demişlerdi. Medine'ye gelmeleri istenince geri durdular. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Özetle, âyet-i kerîme bazı bedevi Araplar hakkında hususidir. Çünkü onlar arasından yüce Allah'ın da belirttiği üzere Allah'a ve ahiret gününe îman eden kimseler de vardır. Yüce Allah'ın: "Fakat teslim olduk deyin" âyeti, biz Öldürülmek ve çoluk çocuğumuz esir alınmak korkusuyla teslimiyet gösterdik, demektir. İşte bu münafıkların niteliğidir. Çünkü onlar kalpleri îman etmediği halde zahiren îman etmiş görünmekle, ölüm ve esaretten kurtuldular. Îmanın gerçeği kalb ile tasdiktir. İslâm Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirdiklerini zahiren kabul etmektir. Bu da kişinin kanını dökülmekten kurtarır. "Eğer Allah'a ve Rasûlüne itaat ederseniz" yani ihlasla Îman ederseniz "amellerinizden herhangi bir şeyi eksiltmez." " Onu (ondan) eksiltti, eksiltir" demektir. Ebû Amr: "Sizden... eksiltmez" diye hemzeli: (........)'den gelen bir fiil diye okumuştur. Ebû Harim'in tercih ettiği de budur. Bu tercihini yüce Allah'ın: "Amellerinden de bir şey eksiltmeyiz." (et-Tur, 52/21) âyetini gözonünde bulundurmuş olmaktadır. Şair şöyle demiştir: "Sualoğullarına benden bir mesaj götür. Mesajın en ileri şeklini; ne bir eksik, ne de yalan," İlk okuma şeklini ise Ebû Ubeyd tercih etmiştir, Rube de şöyle demiştir: "Ve yağmurlu bir gecede yol aldım gece boyu, O gece boyunca yol almamı hiçbir şey engellemedi." Onun gideceği işten alıkoydu" kullanımı da bu şekildedir. Yani burada veznindeki şekliyle, veznindeki şekli aynı anlamdadır. Yine: "Onun amelinden hiçbir şeyini eksiltmedi" denilir, tıpkı: gibidir. Bunu da el-Ferrâ'' söylemiş ve şu beyiti zikretmiştir: "Onlar baharın yağan ilk yağmurdan sonraki yağmurun bitirdiğini yerler ki, Sanki olgunlaşmamış (ekin)in etrafında tarlalar varmış gibi Burada merhum Kurtubî beyitteki kelimelere dair birtakım açıklamalarda bulunmuştur. Bu açıklamalar tercümeye dercedikliğinden dolayı ayrın) çevirmeye gerek yoktur. Yüce Allah burada: "İkisi amellerinizi eksiltmez" diye buyurmamıştır, çünkü yüce Allah'a itaat, Rasûle itaattir. 15Mü’minler ancak Allah'a ve Rasûlüne Îman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen, sonra da malları ve canları ile Allah yolunda cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir. "Mü’minler ancak Allah'a ve Rasûlüne îman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen" yani tasdik edip şüpheye düşmeyen, cihad ve salih amellerle de bunları gerçekleştiren, tahkike ulaştıran "kimselerdir. İşte onlar" imanlarında "sadık olanların ta kendileridir." Yoksa öldürülmek korkusu ve kazanç elde etmek ümidi ile müslüman olanlarınki değildir. 16De ki: "Dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Halbuki Allah göklerde ve yerde bulunanları bilir. Allah herşeyi çok İyi bilendir." Ayet-i kerîme nazil olunca bedevi arablar hem içte, hem de açıkta mü’min olduklarına dair yemin ettiler ve bu yeminlerinde yalan söylediler. Bunun üzerine şu âyet indi: "Deki" üzerinde bulunduğunuz "dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Halbuki Allah göklerde ve yerde bulunanları bilir. Allah herşeyi çok İyi bilendir." 17Onlar İslâm'a girdiler diye sana minnet ediyorlar. De ki: "Müslüman oldunuz diye bana minnet etmeyin. Bilakis sizi îmana muvaffak etti diye Allah size minnet eder. Eğer siz doğru söyleyen kimseler iseniz." "Onlar İslâm'a girdiler diye sana minnet ediyorlar" âyeti: Biz sana ağırlıklarımızla, çoluk çocuğumuzla birlikte geldik, sözlerine işaret etmektedir, "Diye" âyeti, " İslâm'a girdikleri için" takdirinde nasb konumundadır. "De ki: Müslüman oldunuz diye" müslümanlığınızla "bana minnet etmeyin. Bilakis sizi îmana muvaffak etti diye Allah size minnet eder" âyetindeki: "Diye" lâfzı nasb konumunda olup takdirindedir, ötakdirinde olduğu da söylenmiştir. Abdullah b. Mesud'un mushafında; size hidayet ettiği için" şeklindedir. "Eğer siz" mü’min olduğunuzu söylerken "doğru söyleyen kimseler İseniz." Âsım "sizi... muvaffak etti diye" anlamındaki âyetindeki hemzeyi kesreli okumuştur. Ancak bu uzak bir ihtimaldir, çünkü daha sonra yüce Allah: " Eğer siz doğru söyleyen kimseler iseniz" diye buyurmuştur. Halbuki "Eğer sizi doğru yola iletirse, o size minnet eder. Eğer doğru söylüyor iseniz" anlamında-denilmez. Güçlü okuyuş şekli: " Sizi... muvaffak elti diye" şeklindeki okuyuştur. Bu onların mü’min olduklarına delil değildir. Çünkü ifadenin takdiri: Eğer siz gerçekten îman etmiş iseniz, bu Allah'ın sizin üzerinizdeki bir minneti, bir lütfudur şeklindedir. 18Muhakkak Allah göklerle yerin gizliliklerini bilir. Allah yapmakta olduklarınızı çok İyi görendir. "Muhakkak Allah göklerle yerin gizliliklerini bilir. Allah yapmakta olduklarınızı çok iyi görendir" âyetindeki “Yapmakta olduklarınızı" anlamındaki âyeti İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Ebû Amr haber kipi olarak "ye" ile ve: "Bedevi Araplar... dediler" âyetine göre ("yapmakta olduklarını" anlamında) okumuşlardır. Diğerleri ise "te" ile ("yapmakta olduklarınızı" anlamında) ve muhatap kipi olarak okumuşlardır. [Yazma nüshaların birinde şu ifade de yer almaktadır: "Doğrusunu bilen Allah’tır. Dönüş ve varış yalnız O'nadır. Yüce ve büyük olan Allah'ın takdiri olmadıkça hiçbir şeye güç ve takat yetirilmez. O bana yeter, O ne güzel vekildir.] Yüce Allah'ın yardımıyla Kurtubî Tefsirinin onaltıncı cildi(nin Arapça tercümesi) ve Hucurât Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. |
﴾ 0 ﴿