KAF SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile

Tamamı Mekke'de inmiştir. Kırkbeş âyettir.

el-Hasen, Atâ, İkrime ve Cabirin görüşüne göre bütünüyle Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ve Katade ise: Bir âyet müstesna, demişlerdir. O da yüce Allah'ın:

"Yemin olsun göklerle yeri ve aralarında olanları Biz altı günde yarattık; Bize bir yorgunluk da dokunmadı" (Kâf, 50/38) âyetidir.

Müslim'in, Sahih'inde Harise b. en-Numan'ın kızı Um Hişam'ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Bizim tandırımız ile Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tandırı iki sene -yahut bir sene bir kaç ay- süre ile aynı idi. Ben

"Kâf. Çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki..." diye başlayan sûreyi ancak Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dilinden öğrenmiş bulunuyorum. O her cuma günü insanlara hutbe İrad ettiğinde bu sûreyi okurdu. Müslim, II, 595; Tirmizi, VI, 435

Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan rivâyete göre, Ebû Vakid el-Leysî'ye, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kurban bayramı ile ramazan bayramı namazlarında hangi sûreleri okuduğunu sormuş, o da şöyle cevab vermişti: O bu iki bayram namazında

"Kâf. Çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki..." (diye başlayan sureyi) ve:

"O saat yaklaştı ve ay yarıldı" (el-Kamer, 54/1) (diye başlayan sureyi) okurdu. Müslim, II, 607; Tirmizi, U, 415

Cabir b. Semura'dan gelen rivâyete göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazında

"Kaf. Çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki" sûresini okur, ondan sonra da namazını kısa keserdi. Müslim, I, 337; Müsned, V, 91, 105.

1

Kâf. Çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki,

"Kâf. Çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki" âyetinde genel olarak "kâT lâfzını cezm ile okumuşlardır. el-Hasen, İbn Ebi İshak ve Nasr b. Âsım "fe" harfini esreli olarak "kâfi" diye okumuşlardır. Çünkü kesre sükunun kardeşidir. Sonu sakin olduğundan dolayı ona kesre ile hareke vermişlerdir. Îsa es-Sakafî ise "fe" harfini en hafif hareke olan üstün ile okumuştur. Harun ve Muhammed b. es-Semeyka, ise "kâfu" şeklinde "fe" harfini ötreli okumuşlardır. Çünkü mebni kelimelerin son harfinin çoğunlukla görülen harekesi budur. "...den beri, hiçbir, önce ve sonra" kelimeleri gibi.

Kâfin ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. İbn Zeyd, İkrime ve ed-Dahhak, o, yeryüzünü kuşatan ve kendisinden dolayı da semanın yeşil göründüğü yeşil zümrütten bir dağdır. Semanın her iki yanı onun üzerindedir. Sema ise onun üzerinde kubbe şeklinde örtülmüştür. İnsanların ele geçirdikleri zümrütler bu dağdan düşenlerdendir.

Bunu Ebû'l-Cevza, Abdullah b. Abbas'tan da rivâyet etmiştir. el-Ferrâ'' dedi ki: Buna göre

"kâf" lâfzı üzerinde i'rabın açıkça ortaya çıkması gerekirdi. Çünkü bu durumda bu kelime bir harf değil, bir isim olur. (el-Ferrâ'' devamla) dedi ki:

"Kâf" harfinin tek başına dağın adının bir harfi olarak zikredilmiş olma ihtimali de vardır. Şairin:

"Dur, dedim ona ben, o da kâf(işte durdum), dedi."

Sözünde olduğu gibi. Bu işte durdum, anlamındadır. Bu da güzel bir açıklama olup daha önce el-Bakara Sûresi' nin baş taraflarında (2/1-2. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Vehb dedi ki: Zulkarneyn Kaf dağını gördü. Onun altında küçük dağlar da gördü. Ona; Sen nesin? diye sorunca, o: Ben Kafım dedi. Peki bu etrafındaki dağlar ne oluyor? diye sorunca: Bunlar da benim köklerimdir. Altında benim köklerimden bir tane bulunmayan tek bir şehir dahi yoktur. Allah bir şehri zelzeleye uğratmak istediği vakit bana emreder. Ben de o kökümü hareket ettiririm ve orada zelzele olur, dîye cevap verdi. Zulkarneyn ona: Ey kaf! Bana Allah'ın azametinden bir husus söyle deyince o da: Rabbimizin şanı elbetteki pek büyüktür. Benim arkamda karla kaplı eni beşyüz yıl, boyu beşyüz yıl süre devam eden bir yer vardır. Bu karla kaplı dağların biri diğerini parçalar. Eğer bunlar olmasaydı, ben cehennem ateşinden ötürü yanardım, dedi.

İşte bu da cehennemin yeryüzünde olduğunun bir delilidir. Nerede olduğunu ve yerin neresinde bulunduğunu en iyi bilen ise Allah'tır.

Zulkarneyn: Bana daha başka şeyler de söyle deyince, Kaf şöyle dedi: Cibril (aleyhisselâm) Allah'ın huzurunda eklemleri tir tir titreyerek durur, Allah onun herbir titreyişinden yüzbin melek yaratır. İşte o melekler de Allah'ın huzurunda başlarını önlerine eğmiş olarak dururlar. Yüce Allah onlara konuşmaları için izin verdiği takdirde onlar: La ilahe illallah derler. İşte yüce Allah'ın:

"O gün ruh ve melekler saf olup ayakta duracaklar. Rahmân'ın izin verdiği kimselerden başkaları konuşmazlar ve doğru söylerler" (en-Nebe, 78/38) âyetinde kastedilen budur. Yani onlar, la ilahe illallah, derler.

ez-Zeccâc dedi ki:

"Kâf" âyeti iş olup bitmiş demektir. Nitekim

"Ha, Mim" âyeti hakkında, iş kastedildi, önemsendi anlamına geldiği söylendiği gibi.

İbn Abbâs dedi ki:

"Kâf" yüce Allah'ın kendisi ile yemin ettiği isimlerinden bir isimdir. Yine ondan gelen rivâyete göre "kâf Kur'ân'ın isimlerinden birisidir. Katade'nin görüşü de budur.

el-Kurazî dedi ki:

"Kâf" yüce Allah'ın kadir, kahir, karib, kadî ve kabıd (pek muktedir, gücü herşeyi kahreden, pek yakın, istediği hükmü veren ve alan anlamlarındaki) isimlerinin baş harflerini teşkil eder.

en-Nehaî: Bu sûrenin başlangıcıdır demiştir. Ebû Bekr el-Verrak da şöyle demiştir; Bu, bizim verdiğimiz emir ve yasaklara uy, onları aşma, anlamında bir emirdir. Muhammed b. Âsım el-Antakî dedi ki: Bu yüce Allah'ın kullarına yakınlığını açıklamaktadır. Bunu da yüce Allah'ın:

"Zaten Biz ona şah damarından daha yakınız" (Kâf, 50/16) âyeti açıklamaktadır.

İbn Atâ dedi ki: Yüce Allah, habibi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kalbinin kuvvetine yemin etmiştir. Çünkü o İlahi hitabı taşımış ve bu halinin yüceliğinden dolayı onu etkilememiştir,

"Çok şerefli Kur’ân'a yemin ederim ki" âyetindeki

"çok şerefli (el-mecid)" şanı, değeri pek yüksek demektir. Kerîm (çok şerefli) diye de açıklanmıştır ki, bunu da el-Hasen yapmıştır. Pek çok anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da kadrinin ve mevkiinin yüksekliği ile alakalı bir çokluktur, sayıca bir çokluk değildir. Arapların "filan kişi sayıca çoktur" ifadelerinde anlatmak istedikleri gibi. Arapların dillerinde dolaşan atasözlerindeki: "Bütün ağaçlarda ateş (olarak yanmak kabiliyeti) vardır, Fakat merh ve afar denilen ağaçlar bu konuda diğerlerinden daha üstündür" tabirleri, bu iki ağaçta ateş yakma kabiliyeti daha fazladır ve bunların diğer ağaçlara göre bu yönden bir üstünlüğü vardır, demektir. Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır.

Yeminin cevabının yüce Allah'ın:

"Biz yerin onlardan neyi eksilteceğini muhakkak bilmişizdir" âyeti olduğu ve burada: "Yemin olsun bilmişizdir" takdirinde "lam'ın mahzuf olduğu söylenmiştir.

Bir diğer görüşe göre ise; "lam"ın cevabi;

"Muhakkak ki bunda... elbette öğüt vardır" (Kaf, 50/37) âyetidir. et-Tirmizi Muhammed b. Ali'nin tercih ettiği görüş budur. O şöyle demiştir: "Kâf" kullara gösterilmiş isimlerin en büyüğü olan "kudret" adına bir yemindir. Aynı zamanda "çok şerefli Kur'ân'a" da yemin etmektedir. Sonra yüce Allah, gökleri ve yeri yaratmak, kulların rızıklarını vermek, Âdemoğullarını yaratmak, kıyâmet günü halleri, cennet ve cehennemin nitelikleri ile ilgili açıklamalarda bulunduktan sonra:

"Muhakkak ki bunda kalbi olan... kimse için elbette Öğüt vardır" (Kaf, 50/37) diye buyurmuştur. Böylelikle yemin bu kelime üzerinde yapılmış olmaktadır. Yüce Allah sanki: "KâP' diye buyurmakla, kudretim hakkı için ve çok şerefli Kur'ân'a yemin ederek söylüyorum ki: Ihı sûrede anlattığını hususlarda

"kalbi olan veya kendisi şahid olarak dikkatle kulak veren kimse için elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37) diye buyurmuş gibi olmaktadır.

İbn Keysan dedi ki: Yeminin cevabı:

"O bir söz söylemeye dursun..." (Kaf, 50/18) âyetidir.

Kûfeliler ise şöyle demişlerdir: Yeminin cevabı:

"Bilakis kendilerine... diye hayret ettiler" âyetidir.

el-Ahfeş de şöyle demiştir: Cevabı hazfedilmiştir, sanki:

"Kâf. Çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki" mutlaka siz öldükten sonra diriltileceksiniz, diye buyurulmuş gibidir. Buna delalet eden de:

"Biz öldükten ve toprak olduktan sonra mı (diriltileceğiz)?" demiş olmalarıdır.

2

Bilakis kendilerine İçlerinden bir uyarıp korkutan geldi diye hayret ettiler de kâfir olanlar: "Bu şaşılacak bir şeydir" dediler.

"Bilakis kendilerine içlerinden bir uyarıp korkutan geldi diye" âyetindeki

"Kendilerine içlerinden bir uyarıp korkutan geldiği için" takdirinde nasb konumundadır.

 

"Uyaran”dan kasıt Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır.

"İçlerinden" lâfzı ile

"kendilerine" lâfzındaki zamir kâfirlere aittir. Hem mü’minlere, hem kâfirlere ait olduğu da söylenmiştir. Daha sonra yüce Allah her ikisi arasındaki farkı göstermek üzere:

"Kâfir olanlar... dediler" diye buyurmuş; "onların hepsi dediler" diye buyurmamıştır. Aksine kâfirlerin hal ve işlerinin çirkin olduğunu belirtip onları kâfirlikle nitelemiştir. Nitekim: Filan kişi bana geldi ve bana hoşuma gitmeyen şeyler söyledi. Diğer taraftan fasık olan o kimse de bana sen söylesin söylesin dedi, demeye (ve herbir kişinin söylediği farklı ifadelere, farklı vasıflarla işaret etmeye) benzer.

"Bu, şaşılacak bir şeydir, dediler." "Acib: Şaşılacak şey" şaşılan ve kendisinden hayrete düşülen durum demektir şeklinde (Âsım kıraatinde oldğu gibi) "ayn" harfinin ötreli okunuşu da aynı anlamdadır. şekli "cim" harfinin şeddeli söylenişi ise, bunun daha ileri derecede hayret edilecek bir şey olduğunu anlatır, de aynı anlamdadır,

Katade dedi ki: Onların hayret ettikleri husus bir tek ilaha ibadet etmeye davet edilmeleri idi. Öldükten sonra diriltilmek ve amellerinin karşılığının verilmesi ile tehdit edildiklerinden ötürü hayret ettikleri de söylenmiştir. Kurân-ı Kerîm'in açıkça İfade ettiği hususun kabul edilmesi ise daha uygundur.

3

"Biz öldükten ve toprak olduktan sonra mı (diriltileceğiz)? Bu uzak bir dönüştür."

"Biz öldükten ve toprak olduktan sonra mı (diriltileceğiz?)" Görüldüğü gibi burada ifadede hazfedilmiş bir lâfız ("diriltileceğiz" anlamındaki kelime) sözkonusudur.

"Bu uzak bir dönüştür." Dönüş, geri döndürülmek demektir. Bizim tekrar geri döndürülüşümüz uzaktır demekle bunun imkansız olduğunu anlatmak istemişlerdir. "Ben onu döndürdüm, döndürmek" denilir. "Kendisi döndü, döner ve dönüş" demektir.

İfadede hazfedilmiş başka lâfızlar da vardır. Onlar: Biz öldükten sonra mı diriltileceğiz dediler, demektir.

Burada öldükten sonra diriliş (el-ba's)'dan sözedilmemiş olmakla birlikte, öldükten sonra dirilişe işaret etmeleri, Kur'ân-ı Kerîm'in başka yerlerinde sözkonusu edilmiş olmasından dolayıdır. Esasen Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı tek bir sûre gibidir. Aynı zamanda öldükten sonra diriliş yüce Allah'ın;

"Kendilerine İçlerinden bir uyarıp, korkutan geldi diye hayret ettiler." âyetinin muhtevası içerisindedir. Çünkü ancak ahiretteki hesab ve amellerin cezası ile korkutup uyarmak sözkonusudur.

4

Biz, yerin onlardan neyin eksilteceğini muhakkak bilmiştedir. Yanımızda çok İyi tesbit eden bir kitab da vardır.

"Biz, yerin onlardan neyi eksilteceğini" cesetlerinden neleri yiyeceğini

"muhakkak bilmiştedir." Herhangi bir şey Bizden kaybolmaz ki, tekrar yeniden yaratmanın Bizim için İmkansızlığından sözedilebilsin. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: "(Fir'avun): Geçmiş asırlar halkının halleri nicedir, dedi. (Mûsa) dedi ki: Onların bilgisi Rabbimin yanında bir kitabtadır. Rabbim yanılmaz ve unutmaz." (Ta-Ha, 20/51-52)

Sahih hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Âdemoğlunun (cesedinin) tamamını toprak yer. Acbu'z-zeneb (kuyruk sokumu) denilen yer müstesna. İnsan ondan yaratıldı ve yaratılışı bir daha ondan düzenlenecektir. " Buhârî, IV, 1881; Müslim, IV, 2271, Ebû Davud, IV, 236; Muvatta’, I, 239; Müsned, II, 322, 428, 499. Bu hadis daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Sabit olduğuna göre de yer peygamberlerin, velilerin ve şehidlerin cesetferini yemez. Allah onların cesetlerini yemeyi yere haram kılmıştır. Biz bu hususu "et-Tezkire" adlı eserimizde açıkladığımız gibi, bu eserde de bu husus daha önceden geçmiş bulunmaktadır,

es-Süddî dedi ki: Buradaki

"eksiltmek"ten kasıt ölümdür. Yüce Allah: Biz, onlardan kimlerin öldüğünü, kimlerin hayatta kaldığını bilimsizdir. Çünkü ölen kimse defnedilir. Sanki bununla yeryüzünden insanlar eksilmiş gibi olmaktadır. İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kasıt, müşrikler arasından İslâm'a giren kimselerdir.

"Yanımızda" onların sayılarını ve isimlerini "çok İyi tesbit eden bir kitab da vardır."

Bu âyetteki "hafi"; çok iyi tesbit eden" lâfzı "fail" vezninde "fail" anlamında bir kelimedir.

Bunun Levh-i Mahfuz olduğu da söylenmiştir. Levh-i Mahfuz da şeytanlardan korunması yahut herşeyin onda korunmuş (tesbit edilmiş) olmasından ötürü bu ismi almıştır.

"Kitab"ın bilmek ve herşeyin sayısını olduğu gibi tesbît etmekten ibaret olduğu da söylenmiştir. Nitekim senin adına, senin hakkında belledim, tesbit ettim anlamında olmak üzere: "Ben sana bunu yazdım" demeye benzer. Ancak böyle bir açıklama bir zorunluluk sözkonusu olmadan anlamın zahirini terketmek demektir.

Âyetin, Âdemoğullarının amellerini -amelleri dolayısıyla kendilerini hesaba çekelim diye- iyice tesbit eden kitab Bizim yanımızdadır, anlamında olduğu da söylenmiştir.

5

Hayır, hak kendilerine geldiğinde onu yalanladılar. O sebepten onlar pek karışık bir iş içindedirler.

"Hayır, hak" el-Maverdî'nin naklettiği üzere bütün müfessirlerin görüşüne göre Kur'ân-ı Kerîm

"kendilerine geldiğinde onu yalanladılar." es-Sa'lebî de

"hak"dan kasıt Kur'ân-ı Kerîm'dir, demiştir. Maksadın İslâm ya da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu da söylenmiştir.

"O sebepten onlar pek karışık bir iş içindedirler." Bir sefer o bir sihirbazdır, bir başka kere şairdir, bir diğerinde kahindir diyorlar. Bu açıklamayı ed-Dahhak ve İbn Zeyd yapmıştır. Katade farklı ve tutarsız, el-Hasen karmakarışık (bir iş içindedirler) diye açıklamışlardır. Anlamlar birbirine yakındır.

Ebû Hüreyre: Bozuk diye açıklamıştır. Nitekim: "İnsanların emanetleri bozuldu (çığırından çıktı, güvenilir kimse kalmadı)" tabirinde de bu kökten gelen kelime kutlanılmıştır. "Din ve iş karmakarışık bir hal aldı" demektir. Ebû Duad şöyle demiştir:

"Din artık karmakarışık bir hal aldı, onun için ben de hazırladım:

Kollarımı (bir araya geldikleri göğsümü) ve yüksek sapasağlam omuzlarımı."

İbn Abbâs: Buradaki "el-merlc (pek karışık bir iş)" görülmedik, kabullenilemeyen iş demektir, demiştir. İmrân b. Ebi Atâ'nın ondan naklettiğine göre; pek karışık anlamında olup, şu beyiti zikretmiştir:

"Bir dolaştı ortalıkta, ben de onunla (darbeyle) karın boşluğunu hedef aldım,

O da birbiri üzerine bükülmüş (ve karışmış) bir dalmış gibi yere yıkıldı."

el-Avfî'nin naklettiğine göre de İbn Abbâs şöyle açıklamıştır: Onlar bir sapıklık içerisindedirler. Bu da onların sihirbazdır, şairdir, delidir, kahindir demeleridir.

Bunun değişip duran anlamında olduğu da söylenmiştir. 'in anlamı "tutarsızlık, huzursuzluk" demektir. Mesela: " İnsanların işi karmakarışık bir hal aldı, din artık karışıp durdu" denilir. Zayıflıktan ötürü yüzük insanın parmağında hareket edecek bir hal ahrsa da: "Yüzük parmağımda durmaz oldu" denilir. Hadîs-i şerîfte de (aynı kökten gelen kelime kullanılarak) şöyle buyurulmaktadır: "Ey Abdullah (b. Amr b. el-As) sen ahidleri, emanetleri birbirlerine karışmış ve -parmaklarını birbirine geçirerek- şöyle şöyle olacak hale gelinceye kadar anlaşmazlıklara düşmüş bir topluluk arasında olacağın vakit halin ne olacaktır?" Ebû Davud, IV, 123, 124; İbn Mace, II, 1307; Müsned, II, 212, 220, 221. Bu hadisi Ebû Davud rivâyet etmiş olup biz de bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.

6

Peki onlar, üstlerindeki göğe, onu nasıl bina edip süslediğimize bakmadılar mı ki? Hem onun hiçbir yarığı da yok.

"Peki onlar, üstlerindeki göğe, onu nasıl bina edip" direksiz olarak yükseltip yıldızlarla

"süslediğimize" ibret ve tefekkür ile; var etmeye muktedir olanın yeniden yaratmaya kadir olduğunu anlamak suretiyle,

"bakmadılar mı ki? Hem onun hiçbir yarığı da yok" âyetindeki: “Yarıklar" lâfzı, çoğuludur. İmruu'l-Kays'ın şu mısraı da bu kabildendir:

"Onun (atın kuyruğu) ile arka tarafından avretini örter."

el-Kisaî de şöyle açıklamıştır: Onda herhangi bir uyumsuzluk, farklılık ve söküklük (yarık ve çatlaklık) bulunmamaktadır.

7

Yeri de yayıp döşedik. Ona sabit dağlar bıraktık ve orada göze hoş gelen her çiftten bitkiler bitirdik.

"Yeri de yayıp döşedik. Ona sabit dağlar bıraktık" âyetine dair açıklamalar daha önceden er-Rad Sûresi'nde (13/3. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

"Ve orada göze hoş gelen" görenlerin içini açan güzel

"her çiftten" her türden

"bitkiler bitirdik." Buna dair açıklamalar da daha önceden el-Hac Sûresi'nde (22/5. âyet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

8

Dönen her kul için basiretini açması, ibretle tefekkür etmesi İçin (bunları yarattık.)

"Dönen" yani yüce Allah'ın kudreti üzerinde düşünüp O'na yönelen

"her kul için basiretini açması, ibretle tefekkür etmesi için yarattık."

âyetindeki: " Basiretini açması" âyeti, Biz bunu kudretimizin mükemmelliğini kendisi ile gösterelim diye basireti açacak bir özellikte yarattık, demektir,

Ebû Hatim dedi ki: Bu lâfız mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasbedilmiştir. " Biz bunu kudretimize dikkat çeken ve basireti açan bir özellikte yarattık" demektir.

"İbretle tefekkür etmesi için" anlamındaki lâfız da ona atfedilmiştir.

Ve Biz gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilen taneler bitirdik.

"Ve Biz gökten" buluttan

"bereketli" bereketi pek çok

"bir su İndirdik. Onunla bahçeler ve biçilen taneler bitirdik" âyetinde ifade; biçilen bitkilerin tanelerini bitirdik, takdirindedir. Bu da biçilen herbir şeyi kapsar. Basralıların görüşü budur, Kûfeliler ise şöyle demişlerdir: Bu bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi kabilindendir. "Cami mescid" denilmesi rebiu'l-evvel, hakku'l-yakîn, hablu'l-verid ve benzeri lâfızlara benzer. Bu açıklamayı da el-Ferrâ'' yapmıştır. Asıl ifade Biçilen tane" takdirinde olup, (birinci kelimeden) "elif" ve "lam" hazfedildikten sonra, nitelenen (tane) kelimesi sıfata (biçilen)e izafe edilmiştir.

ed-Dahhak dedi ki: "Biçilen tane" buğday ve arpa demektir. Biçilerek saklanabilen ve gıda olarak kullanılan herbir taneye (tahıla) böyle denildiği de söylenmiştir.

10

Ve tomurcukları ustüste binmiş, büyük ve yüksek hurma ağaçları da;

"Ve tomurcukları üstüste binmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları da"

âyetindekî: " Büyük ve yüksek hurma ağaçları" tabiri hal olarak nasb konumunda olup, (biçilen taneler) anlamındaki lâfza atfedilmiştir,

“Büyük ve yüksek..." lâfzı da haldir. Bu da uzun (hurma ağaçları) demektir. Bu açıklamayı Mücahid ve İkrime yapmıştır. Katade ve Abdullah b. Şeddad ise: Bu dosdoğru ve dümdüz bir şekilde uzayıp gitmesi anlamındadır. Said b. Cübeyr de: Düzgün bir şekilde... diye açıklamıştır. el-Hasen ve yine İkrime ile el-Ferrâ'' da: Ağır yükler (salkımlar) taşıyan ağaçlar dîye açıklamışlardır. Nitekim koyun yavruladığı vakit denilir. Şair de şöyle demiştir;

"Kurran (denilen yer) de biz o evi yüksek haliyle bıraktığımızda

Ki orada ağır yüklü ve uzun hurma ağaçları vardı."

Ancak birinci anlamı ile dilde daha çok kullanılır ve daha meşhurdur. Nitekim: "Hurma ağacı uzayıp gitti" denilir. Şair de şöyle demiştir:

"Bizim şarabımız vardır, fakat bu üzüm bağından yapılmış şarab değildir.

O şarab uzun hurma ağaçlarının meyvelerindendir.

Bunlar semaya doğru uzayıp gitmiş ağaçlardır.

Onları toplamak isteyenlerin elleri meyvelerine erişemez."

" Filan kişi arkadaşlarına üstün geldi, onların üstüne çıktı" denilir. " Yavrulamadan önce devenin memesine süt geldi" denilir. Bu haldeki dişi deveye: denilir, çoğulu da: "(Memelerine süt gelmiş develer" demektir. Kutbe b. Malik dedi ki: Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)(bu kelimeyi) "sad" harfi ile diye okurken dinledim demiştir, bunu da es-Sa'lebİ zikretmektedir.

Derim ki: Müslim'in, Sahih'inde yer alan Kutbe b. Malik'ten gelen rivâyete göre o şöyle demiştir: Ben namaz kıldım, Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bize namaz kıldırdığında;

"Kâf. Çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki" âyetini

"ve tomurcukları üstüste binmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları da" âyetine gelinceye kadar okudu. Ben onun söylediğini -söylediğinin ne anlama geldiğini bilmeksizin- tekrarlamaya koyuldum Müslim, I, 336; Dârimi, İ, 33H; İbn Mace, I, 268; Müsned, İV, 322 (Müslim'in dışındakilerden son cümle yok.)

Şu kadar var ki (sin harfinden sonraki) "kaf" dolayısı ile "sin" harfini "sad"a değişmek câiz değildir.

"Ve tomurcukları üstüste binmiş" âyetindeki;

"Hurma ağacının verdiği İlk meyve" demektir. " Hurma ağacının ilk meyvesi çıktı, baş gösterdi" denilir. "Hurma ağacı ilk meyvesini gösterdi" demektir. Bu meyvesinin kabuğunu çatlamadan önceki halini ifade eder.

" Üstüste binmiş" lâfzı ise biri diğerinin üstüne muntazam bir şekilde binmiş, istif olmuş demektir.

Buhârî’de de şöyle denilmektedir: "Kapçığı içinde kalmak şartı ile meyve tomurcuğuna denilir. Bu da birbiri üstüne binmiş, istif olmuş demektir. Artık kapçığından çıktıktan sonra ona bu isim verilmez. Buhârî, IV, 1834; Ta beri, XXVI, 153.

Kullara rızık olmak üzere. Ve Biz onunla ölmüş bir ülkeyi dirilttik. İşte çıkış da böyle olacaktır.

"Kullara rızık olmak üzere..." Yani Biz onlara bunu rızık olarak verdik yahut Biz onu rızık olarak bitirdik, anlamındadır. Çünkü bitirmek, rızık vermek anlamındadır. Yahut bu mef'ûlün leh olmak üzere nasb ile gelmiştir. Yani onlara rızık olsun diye Biz bunları bitirdik, yetiştirdik. Rızık ise kendisinden yararlanılmak üzere hazırlanmış olan şeydir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/3- âyet, 22, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,

"Ve Biz onunla ölmüş bir ülkeyi dirilttik. İşte" kabirlerden

"çıkış da böyle olacaktır." Yani yüce Allah bu ölü araziyi, toprağı dirilttiği gibi sizi de aynı şekilde ölümünüzden sonra diri itecektir, Buna göre buradaki

"kef (böyle)" mübteda olarak ref mahallindedir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden bir kaç yerde (el-Bakara, 2/17. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın:

"Ölmüş" diye buyurmuş olması kastedilenin yer oluşundan dolayıdır. Şayet diye buyurulmuş olsaydı, bu da uygun düşerdi.

12

Onlardan önce Nûh kavmi, Ashab-ı Ress ve Semud kavmi de yalanlamışlardı.

13

Âd, Fir'avun ve Lut'un kardeşleri de.

14

Ashab-ı Eyke ve Tubba' kavmi de. Bunların hepsi peygamberleri yalanladı da, Benim azabım hak oldu.

"Onlardan önce Nûh kavmi... yalanlamışlardı." Yani bunların yalanla dığı gibi daha önce gelen -ve sözü edilenkavimler de yalanlamışlar ve ceza gelip onları bulmuştu. Bu âyetle yüce Allah, onlara kendilerinden önceki yalanlayıcıların haberlerini hatırlatarak, onları yakalayan azâb ile korkutmaktadır. Biz bunların kıssalarını daha önce kendilerinden sözedilen birkaç yerde zikretmiş bulunuyoruz.

"Bunların" bu yalanlayıcı ümmetlerin

"hepsi peygamberleri yalanladı da Benim azabım onlara hak oldu." Yani Benim kendilerini tehdit ettiğim azâb ve cezamın onları bulması onlar için hak oldu.

15

İlk yaratmakta acizlik mi gösterdik? Fakat onlar yeni yaratıştan şüphe ve tereddüt İçindedirler.

"İlk yaratmakta acizlik mi gösterdik?" Biz ondan aciz mi kaldık ki, öldükten sonra diriliş dolayısı ile aciz kalmamız sözkonusu olsun?

Bu âyet öldükten sonra dirilişi inkar edenlere bir azar ve onların:

"Bu uzak bir dönüştür." (Kaf, 50/3) şeklindeki sözlerine bir cevaptır.

Bir işin nasıl yapılacağı bilinmeyecek olursa: "Ben bu hususta çaresiz (aciz) kaldım" denilir.

"Fakat onlar yeni yaratıştan şüphe ve tereddüt içindedirler." Öldükten sonra diriliş hakkında şaşkınlık içerisindedirler. Kimileri bunu tasdik ederken, kimileri yalanlamaktadır, "İş onun için içinden çıkılamaz bir hal aldı, alır" denilir.

16

Yemin olsun ki insanı Biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz. Zaten Biz ona şah damarından daha yakınız.

"Yemin olsun Biz insanı" bütün insanları -Âdem (aleyhisselâm)'ı diye de açıklanmıştır-

"Biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz. " İçinde, kalbinde, zihninde neler geçtiğini biliriz. Bu âyetle gizlice işlenen ma si yerlerden vazgeçilmesi gerektiği belirtilmektedir.

Âyetteki

"insan"dan kasıt, Âdem'dir diyen kimselerin görüşüne göre onun nefsine gelen vesvesenin ağaçtan yemek olduğunu kabul ederler. Ondan sonra da bu onun soyundan gelen çocukları hakkında umumi bir vasıf olur.

"Vesvese" gizli konuşma ve söz söyleme seviyesinde nefsin içinden geçirdiği şeyler demektir. el-A'şâ şöyle demiştir;

"O çekip gittiğinde zilletlerinin işitirsin sesini,

(Ses çıkartan) işrık ağacının esen. rüzgarla ses çıkartması gibi."

İlk misradaki "ses" karşılığında kullanılan kelime, 'vesvese" ile aynı köktendir.

Buna dair açıklamalar daha önceden el-Araf Sûresi'nde (7/20. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Zaten Biz, ona şah damarından daha yakınız" âyetinde ki

"şah damarı" omuzdaki damardır. Bu damar kişinin boğazı tarafından omuzuna doğru uzanır. Biri sağda, biri solda olmak üzere iki tanedirler. Bu anlamdaki açıklama İbn Abbâs ve başkalarından rivâyet edilmiştir. Dilde bilinen anlamı da budur. "Habl (lâfız anlamı itibariyle halat)" ile "el-verid" aynı şeylerdir. Burada lâfızların farklılığı dolayısıyla kendi kendisine izafe edilmesi sözkonusudur.

el-Hasen dedi ki: Verid (şah damarı) vetin diye bilinen damarın kendisidir. Bu da kalbe bağlı bir damardır.

Bu âyet, yüce Allah'ın yakınlığının temsili bir ifadesidir. Yani Biz, insana kendisinden bir parça olan onun şah damarından daha yakınız, yoksa buradaki yakınlık mesafe yakınlığını anlatmak için zikredilmemiştir.

Bir açıklama da şöyledir: Biz insana şah damarından daha yakınız, üstelik her yönüyle de onun hakimleriyiz. Bir diğer açıklamaya göre; Biz onun nefsinin vesveselerini, nefsinin kendisinden olan şah damarından daha çok biliriz. Çünkü şah damarı kalb ile içice bir damardır. Yüce Allah'ın bilgisi o kimseye kalbin bilgisinden daha da yakındır. Bu anlamdaki açıklama Mukâtil 'den rivâyet edilmiştir. O şöyle der: Şah daman kalbe karışan, ulaşan bir damardır. Buradaki yakınlık, ilim ve kudret yakınlığıdır. İnsanın vücudunun bölümlerinin kimisi diğerinin önünde perde teşkil eder, fakat hiçbir şey Allah'ın bilgisine perde olmaz.

17

Unutma ki sağında ve solunda oturan, yaptıklarını tespit eden iki (melek) vardır.

 

"Unutma ki sağında ve solunda oturan, yaptıklarını tesbit eden İki (melek) vardır." Yani Biz ona meleklerin yaptıklarını tesbit etmeleri halinde, şah damarından daha yakınız. Buradaki iki melek kişinin üzerinde görevli olan meleklerdir. Biz onun hallerini en iyi bileniz. O bakımdan Bize haber verecek bir meleğe ihtiyacımız yoktur. Meleklerin onun üzerine görevli tayin edilmeleri, bağlayıcı delilin ortaya konulması ve onun muhatab olduğu âyetlerin pekiştirilmesi içindir,

el-Hasen, Mücahîd ve Katade:

"Sağında ve solunda oturan”dan kasıt, kişinin amelini karşılayan (yazan) iki melektir. Bunlardan birisi kişinin iyiliklerini yazan sağdaki melek, diğeri ise kötülüklerini yazan soldaki melektir,

el-Hasen dedi ki: Nihayet senin amel defterin katlanıp da kıyâmet gününde sana

"Oku kitabını, bugün kendine karşı iyi hesablayıcı olarak kendin yetersin."(el-İsra, 17/14) denileceğinde, Allah'a yemin olsun ki, Allah seni kendi kendisinin hesabını yapan birisi olarak tayin etmekle son derece adaletli bir iş yapmış olacaktır.

Mücahid dedi ki: Yüce Allah kullarının halini bilmekle birlikte insanın üzerinde gündüz iki, geceleyin de iki melek görevlendirmiştir. Bunlar o kimsenin amelini tesbit ederler ve onun ayak izlerini dahi yazarlar. Bu ise ona karşı getirilen delilin bağlayıcı olması içindir. Bu iki melekten birisi kişinin sağında bulunur ve iyiliklerim yazar, diğeri ise solunda bulunur ve kötülükleri yazar. İşte yüce Allah'ın:

"Sağında ve solunda oturan... iki (melek) vardır" âyeti bunu açıklamaktadır.

Süfyan dedi ki: Bana ulaştığına göre iyilikleri yazan melek, kötülükleri yazan meleğin üzerinde bir görevlidir. Kul günah işlediği takdirde: Olur ki Allah'tan mağfiret diler, o bakımdan acele etme, der.

Bu anlamdaki bir rivâyet Ebû Umame yoluyla gelen bir hadiste de zikredilmektedir. Ebû Umame dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "İyilikleri yazan (melek) kişinin sağı üzerinde, kötülüklerin yazıcısı ise solu üzerindedir. İyilikleri yazan melek, kötülükleri yazanın üzerindedir. Kişi bir iyilik işledi mi sağda bulunan melek on misliyle onu yazar, Bir kötülük işledi mi de sağda bulunan melek, solda bulunan meleğe: Belki teşbih eder ya da mağfiret diler ümidiyle sen ona yedi saat süreyle ilişme der." Taberi, XXVI, 159; Muhammed b. Harun er-Rüyani, Müsnedu'r-Rayani, II, 286,

Ali (radıyallahü anh) yoluyla geldiği rivâyet edilen hadise göre de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Senin (üzerinde görevli) iki meleğinin oturduğu yer, dişlerinin üzeridir. Dilin onların kalemi, tükürüğün onların mürekkebidir. Sen ise seni ilgilendirmeyen İşlere dalıp gidiyorsun, ne Allah'tan, ne de onlardan utanıyorsun." Bazı bölümleriyle yakın manada olmak üzere; Deylemi, Firdevs, I, 105; Abdullah b. hammed, Tabakatu't-Muhaddisin bi Esbakan, II, 141, III, 253. ed-Dahhak da şöyle demiştir: İki meleğin oturduğu yer ağzın altında çenenin üzerindedir. Bunu Avf, el-Hasen'den rivâyet ederek, dedi ki: el-Hasen, (bu sebepten) alt dudağının altında çenesinin üzerindeki ince tüyleri dahi temizlemekten hoşlanırdı.

“Oturan" diye buyurup, İki melek oldukları halde -tesniye kipiyle diye buyurmayışı, maksadın sağda da oturan ve solda da oturan şeklinde oluşundandır, ikincisinin delaleti dolayısıyla birincisi hazfedilmiştir. Bu açıklamayı Sîbeveyh yapmıştır. Şairin şu beyiti de bu türdendir:

"Biz yanımızda bulunana, sen de yanında olana,

Razısın bununla birlikte görüşler farklıdır."

el-Ferezdak da şöyle demiştir:

"Ben (zulmü sürdürmekten yana) yüz çevirerek yanıma gelene işlediği cinayeti

(cezalandırmamayı) taahhüd ediyorum. Ben de, o da verdiği sözü çiğneyen olmadık."

Burada şair (birinci beyitte): "İkimiz de razıyız" demediği gibi, ikinci beyitte de "İkimiz de sözümüzde durmamazlık etmedik" dememiştir.

el-Müberred'in görüşüne göre ise; önce zikredilmesi gereken lâfız tilavette -lâfzın kullanımında bir genişlik yolu seçilerek- sonraya bırakılmış, birincisinin kendisine delaleti dolayısıyla ikincisi hazf edilmiştir.

el-Ahfeş ile el-Ferrâ'nın görüşüne göre ise tilavette bulunan lâfız, hem tesniye ve hem çoğulun yerini tutmaktadır. Dolayısıyla ifadede bir hazif sözkonusu değildir.

"oturan" âyeti:

"Oturan" anlamındadır. Tıpkı "semi': duyan, alim: bilen, kadir: güç yetiren, şehid: herşeyi gören" isimleri gibidir.

Bu lâfzın: " Birlikte oturan" anlamında olduğu da söylenmiştir. "Birlikte yemek yiyen" ve "Sohbet arkadaşlığı yapan" lâfızlarının ile anlamında olduğu gibi.

el-Cevherî dedi ki: "Fail ve feul" vezinlerindeki kelimeler tekili, tesniyesi ve çoğulu arasında fark bulunmayan lâfızlardandır.

Yüce Allah'ın:

"Gerçekten Biz âlemlerin Rabbinin rasûlleriyiz" (eş-Şuara, 26/İ6) âyeti ile:

"Bundan sonra melekler de yardımcıdır." (et-Tahrim, 66/4) âyetinde olduğu gibi. es-Sa'lebi'nin naklettiği şu beyitte de, çoğul hakkında şairin şöyle dediğini görüyoruz:

"Beni ona elçi olarak gönder ki; en hayırlı elçi

Haberin inceliklerini en iyi bilenleridir."

Beyitte kanıt bu kelimedir. "Elçilerin en hayırlıları" anlamında: "huymr-rıısli" demeyip, "haym'r-rasul: en hayırlı elçi" demiş olmasının ayetlerdeki kullanımlar ile birlikte tefsiri yapılan ayetteki kullanımın uygunluğuna delil olarak göstermektedir.

Burada

"oturan" ile kastedilen yanından ayrılmayan, yerinde sabit duran demektir. "Kaim: ayakta duran"ın zıddı demek değildir.

18

O bir söz söylemeye dursun, mutlak onun yanında görüp gözetlemeye hazır biri vardır.

"O bir söz söylemeye dursun, mutlak onun yanında görüp gözetlemeye hazır biri vardır." Yani o bir şey söyledi mi mutlaka yazılır. Bu (söz söylemek demek olan lâfız) yemeğin ağızdan çıkarılması anlamında kullanılan: den alınmıştır,

Rakib'in üç anlamı vardır:

1- İşleri takib eden,

2- Koruyup gözetleyen. -bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır.

3- Şahid ve şahit olan anlamındadır, Bunu da ed-Dahhak söylemiştir.

Atîd de iki anlama gelir.

1- Devamlı hazır olan ve kaybolmayan;

2- Ya tesbit etmek, yahut tanıklık etmek için hazırlanmış koruyucu, gözetleyici, demektir. el-Cevherî dedi ki: Atîd hazır ve hazırlanmış şey demektir. "Belli bir gün için onu hazırladı, hazırlamak" anlamındadır. Yüce Allah'ın:

" Onlara rahatça yaslanacak bir yer hazırladı." (Yusuf, 12/31) âyetinde de bu kökten gelen lâfız kullanılmıştır. "Koşmak için hazırlanmış at" anlamındadır.

Derim ki: Bütün bunlar hazır bulunmak anlamında birleşmektedir. Şairin şu beyitinde de bu anlamdadır:

"Sen eğer gözümün önünde hazır bulunmuyor isen de,

Senin hatıran kalpte daima hazırdır."

Ebû'l-Cevza ve Mücahid dediler ki: Hastalığı halindeki inlemesi de dahil olmak üzere insanın herşeyi onun adına yazılır. İkrime de: Ya kendisi sebebiyle ecir alacağı yahut ceza göreceği şeyler dışındakiler yazılmaz. Bir görüşe göre de; konuştuktan yazılır. Gün bitince mubah olan şeyleri silinir. Kalk, otur, ye türünden ecir ya da günahı gerektirmeyen sözler gibi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ebû Hüreyre ve Enes'den rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her Hafaza meleklerinden ikisi, tesbit ettiklerini yüce Allah'ın huzuruna yükseltip sunduklarında Allah da sahifenin başında bir hayır, sonunda da bir hayır görürse mutlaka yüce Allah meleklerine: Şahit olun ki ben sahifesinin başı ile sonu arasında kileri kuluma bağışladım, der." Beyhaki, Şuabu'l-Îman, V, 392; Deylemi, Firdevs, IV, 54.

Ali (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: "Şüphesiz yüce Allah'ın beraberlerinde beyaz sahifeleri bulunan melekleri vardır. Bunlar sahifenin başına ve sonuna eğer bir hayır yazacak olurlarsa (yüce Allah da) size bu ikisi arasındakileri bağışlar."

Hafız Ebû Nuaym da şunu rivâyet etmektedir: Bize Ebû Tahir Muhammed b. el-Fadl b. Muhammed b. İshak b. Huzeyme anlattı, dedi ki: Bize dedem Muhammed b. İshak anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Mûsa el-Haraşî anketi, dedi ki: Bize Süheyl b. Abdullah anlattı dedi ki: Ben el-Ameş'î Zeyd b. Vehb'ten şunu naklederken dinledim: Zeyd b. Vehb, İbn Mes’ûd'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hafaza melekleri yüce Allah'ın erkek ya da dişi kulu üzerine indiklerinde beraberlerinde mühürlü bir kitab bulunur. Onlar bu kitaba erkek yahut dişi kulun söylediklerini yazarlar. Ayrılıp gitmek istediklerinde biri diğerlerine: Beraberinde bulunan mühürlü kitabın mührünü çöz, der. O da onun önünde kitabın mührünü açar ve bakar ki, o kitabın içinde yazılı olanlar (ile yazdıkları) aynı şeylerdir." İşte yüce Allah'ın:

"Bir söz söylemeye dursun mutlak onun yanında görüp gözetlemeye hazır biri vardır" âyeti bunu anlatmaktadır. Bu hadis el-Ameş'in Zeyd'den yaptığı rivâyet olarak garibtir. Ondan bunu Süheyl'den başkası rivâyet etmemiştir Ebû Nuaym, Hilye, IV, 173; V, 57

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Yüce Allah her kulu için iki melek görevlendirmiştir. Bunlar onun amelini yazarlar. Bu kul öldü mü, Rabbimiz filan kişi öldü, artık bizim de semaya yükselmemize izin ver, derler. Yüce Allah da: Benim semavatım, benim meleklerimle dolup taşmaktadır. Onlar Beni teşbih eder dururlar, diye buyurur. Bunun üzerine o iki melek: Rabbimiz o halde biz yeryüzünde (mi) ikamet edelim, derler. Yüce Allah: Benim arzım, benim yarattıklarımla dolup taşmaktadır. Onlar Beni teşbih edip duruyorlar, dîye buyurur. Bunun üzerine melekler: Rabbimiz o halde nerede duralım? derler. Yüce Allah: Kulumun kabri başında bulunun, der. Orada Beni tekbir ediniz, tehlil getiriniz, Beni tesbih ediniz ve kıyâmet gününe kadar bunları Benim kulumun adına yazınız. " Beyhaki, Şuabtı'l-Îman, V, 1H4, ravilerinden Osman b. Matar'ın "kuvvetli' olmadığı kaydıyla.

19

Derken ölüm baygınlığı hak olarak gelmiş olacaktır. "Kendisinden nefret edip kaçtığın şey işte budur."

"Derken ölüm baygınlığı" onun insanı tümüyle kuşatan hali ve şiddeti

"hak olarak gelmiş olacaktır."

İnsan hayatta kaldığı sürece hesaba çekilmek üzere sözleri ve davranışları yazılır. Sonra da ona ölüm gelir. O ölümü şanı yüce Allah'ın kendisine vaadettiği yahut tehdit ettiği surette hak olarak gerçekleşmiş şekliyle görür.

Buradaki

"hak"in ölümün kendisi olduğu da söylenmiştir. Ona, ya herkesin hakettiği bir hal olduğundan yahut ölüm sebebiyle kişi hak yurda geçiş yapacağından dolayı bu isim verilmiştir, bu açıklamaya göre ifadede bir takdim ve tehir var demektir. İfadenin takdiri de: "Ölüm ile o hak baygınlık gelmiş olacaktır" şeklinde olur. Ebû Bekr ve İbn Mes’ûd (Allah ikisinden de razı olsun) kıraatinde de bu şekildedir. Çünkü baygınlık hakkın kendisidir. Lâfızların farklılığı dolayısıyla kendi kendisine izafe edilmiştir. Şöyle de açıklanmıştır: Bu kıraate göre

"hak" yüce Allah'ın kendisi de olabilir. Yüce Allah'ın ölüm emrinin gereği olan baygınlık gelmiş olacaktır, demek olur.

Bir diğer açıklamaya göre hak ölümün kendisidir. Ölüm baygınlığı ölüm ile gelmiş olacaktır, demek olur. Bu açıklamayı da el-Mehdevî zikretmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'e dil uzatan kimselerin iddiasına göre: Ben Ebû Bekir es-Sıddîk'ın muhalefet ederek: "Hak olan baygınlık ölüm ile gelmiş olacaktır" diye okuduğu gibi mushafa muhalif okurum, diyen kimseye karşı şu delil gösterilmiştir: Ebû Bekir'den iki rivâyet gelmiştir. Bu rivâyetlerden birisi mushafa uygun bir kıraattir ve uygulama buna göredir. Diğeri ise -eğer onun tarafından söylenmiş ise- unutkanlık yahutta bu rivâyeti nakledenlerden birilerinin yanlışlığı mesabesinde değerlendirilerek reddedilen bir kıraat şeklidir. Ebû Bekr el-Enbarî dedi ki: Bize Kadı İsmail b. îshak anlattı, bize Ali b. Abdullah anlattı, bize Cerir, Mansur'dan anlattı, O Ebû Vail'den, o Mesrûk'tan dedi ki: Ebû Bekir vefat döşeğinde iken Âişe (radıyallahü anhnhâ)'ya haber gönderdi. Onun yanına girdiğinde şöyle dedi: Bu, şairin:

"Bir gün ölüm hırıltısı gelip de, ondan dolayı da göğüs daralacak olursa..."

mısraında vasfettiği hale benzer bir haldir, dedi.

Ebû Bekir (radıyallahü anh) ona şöyle dedi: Ne diye yüce Allah'ın dediği:

"Derken ölüm baygınlığı hak olarak gelmiş olacaktır. Kendisinden nefret edip, kaçtığın şey İşte budur" diye söylemedin deyip, (Ebû Bekr el-Enbarî) hadisin (rivâyetin) geri kalan bölümünü zikretmektedir.

" Baygınlık, sarhoşluk" lâfzı "Baygınlıklar, sarhoşluklar" lâfzının tekilidir.

Sahih'te yer alan rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın önünde içinde su bulunan bir kab bulunuyordu. Ellerini suya daldırıyor ve ellerini yüzüne sürerek: "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Şüphesiz ölümün sekeratı (baygınlıkları, sarhoşlukları) vardır." diyor, sonra da elini kaldırıp şöyle demeye koyuldu: "O en büyük dost ile birlikte (olmayı niyaz ediyorum)." Nihayet ruhu kabzedildi ve eli yanına düştü. Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, IV, I616, V, 2387. .

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Salih olan bir kulun eklemleri Ölümü ve ölüm baygınlıkları esnasında birbirlerine selam verir ve: Selam sana! Kıyâmet gününe kadar, ben senden ayrılıyorum, sen de benden ayrılıyorsun derler."

Meryem oğlu Îsa (ona ve annesine selam olsun) dedi ki: Ey havariler topluluğu, bu baygınlığı ölüm baygınlıklarını kastediyor- size kolaylaştırması için yüce Allah'a dua edin.

Yine şöyle rivâyet edilmiştir: "Ölüm kılıç darbelerinden, testerelerle biçilmekten, makaslarla doğranmaktan daha çetindir."

"Kendisinden nefret edip kaçtığın şey işte budur." Kendisine ölüm baygınlığı gelmiş kimseye bu sözler söylenir demektir. Kendisinden kaçtığın ve yana çekilerek kurtulmaya çalıştığın şey budur.

"Bir şeyden yan saptı, ondan uzaklaştı, yana sapar, uzaklaşır, yana sapmak, uzaklaşmak" denilir.

Mastarının son şeklinin aslı "ye" harfi harekeli olarak:olmakla birlikte, sonradan "ye" harfi sakin okunmuştur. Çünkü Arapçada: dışında "fa'lul" vezninde bir kelime bulunmamaktadır. Kişi (mütekellim olarak) kendisi hakkında haber verecek olursa: " Yana çekildim meylettim, çekilirim meylederim, çekilmek meyletmek'" denilir. Şair Tarafe de şöyle demiştir:

"Ey Ebû'l-Münzir, vefakar olmayı istedin ve tazim ettin vefakarlığı,

Fakat devenin kaygan yoldan yana saptığı gibi de sapıverdin."

20

Sur'a da üfürülmüş olacak. İşte bu korkutulan gündür.

"Sur'a da" ölümden sonra diriliş İçin birinci defa

"üfürülmüş olacak. İşte bu" yüce Allah'ın kâfirleri kendisinde azablandıracağı tehdidinde bulunduğu

"korkutulan gündür."

Sur'a üfürmeye dair yeterli açıklamalar -yüce Allah'a hamdolsun ki- daha önceden (en-Neml, 27/87. âyetin ve ez-Zümer, 39/68. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

21

Herkes beraberinde bir sürücü ve bir şahit bulunduğu halde gelecektir.

"Herkes beraberinde bir sürücü ve bir şahit bulunduğu halde gelecektir" âyetinde geçen

"sürücü: es-saik" ile

"şahid: eş-şehid" hakkında farklı görüşler vardır.

İbn Abbâs dedi ki: Sürücü meleklerden şahit ise kişilerin kendi nefislerinden olan eller ve ayaklardır. Bunu el-Avfî, İbn Abbâs'tan diye rivâyet etmiştir. Ebû Hüreyre dedi ki: Sürücü melek, şahid ise ameldir.

Hasen ve Katade şöyle demişlerdir: Yani onu süren bir sürücü ve yaptığı amel ile ilgili olarak hakkında tanıklıkta bulunacak bir şahit ile gelecektir.

İbn Eşlem de şöyle demiştir: Sürücü nefsin kendisi ile birlikte bulunan şeytanlardan nefsin arkadaşıdır. Buna sürücü denilmesinin sebebi, bu hususta nefsi teşvik etmese dahi, nefsi arkasından götürmesinden ötürüdür.

Mücahid de şöyle demiştir: Sürücü de, şahit de iki ayrı melektir.

Osman b. Affan (radıyallahü anh)'dan minber üzerinde iken şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

"Herkes beraberinde bir sürücü ve bir şahit bulunduğu halde gelecektir." âyetinde sözü edilen

"sürücü" Allah'ın emrine doğru nefsi süren melektir.

"Şahit" ise onun ameli hakkında tanıklık edecek olandır.

Derim ki: Bu en sahih olanlarıdır. Çünkü Cabir b. Abdullah yoluyla gelen hadiste o şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz ki Âdemoğlu yüce Allah'ın kendisini ne için yarattığından yana gaflet içerisindedir. Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah, kulunu yaratmak istedi mi meleğe; Onun rızkını, eserini, ecelini yaz, bedbaht mı yoksa bahtiyar mı olduğunu yaz, der. Sonra bu melek yükseklere çıkar, yüce Allah bir başka melek gönderir. Bu da onu yükümlülük çağına gelinceye kadar korur. Daha sonra yüce Allah onun iyilik ve kötülüklerini yazacak iki melek gönderir. Ölüm ona geldi mi bu iki melek de yukarı çıkarlar. Sonra ölüm meleği (selam ona) gelir, canını alır. Kabrine girdirildiği vakit bedenine ruh geri verilir. Sonra da ölüm meleği çıkar. Arkasından kabir melekleri ona gelir, onu sorgularlar. Sonra bu iki melek de çıkar. Kıyâmet koptuğu vakit iyilikler meleği ile kötülükler meleği onun üzerine inerler. Boynunda bağlı bulunan bir kitabın düğümünü açarlar. Sonra da onlardan biri sürücü, diğeri de şahit olmak üzere onunla birlikte hazır bulunurlar, Sonra yüce Allah: "Yemin olsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Bugün gözün pek keskindir" diye buyurur. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da:

"Mutlaka sizler biri diğerine mutabık halden hale geçeceksiniz" (el-İnşikak, 84/19) âyetini: "Halden sonra bir diğer hale..." diye açıklamıştır. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) devamla buyurdu ki: "Şüphesiz önünüzde çok büyük bir iş vardır. Bunun için o büyük Allah'tan yardım isteyiniz." Bu hadisi Hafız Ebû Nuaym, Cafer b. Muhammed b. Ali'den, o Cabir'den yoluyla rivâyet etmiş ve hakkında şöyle demiştir: Bu hadis Cafer'in rivâyeti olarak garib bir hadistir. Cabir yoluyla gelen bu hadisi tek başına ondan Cabir el-Cufî, ondan da el-Mufaddal rivâyet etmiştir Ebû Nuaym, Hilye, III, 190.

Âyet-i kerîme hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre bu âyet müslüman ve kâfir hakkında umumidir. Cumhûrun (büyük çoğunluğun) görüşü budur. İkincisine göre ise bu özel olarak kâfir hakkındadır. Bu da ed-Dahhak'ın görüşüdür.

22

"Yemin olsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Bugün gözün pek keskindir."

"Yemin olsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık" âyeti hakkında İbn Zeyd şöyle demiştir: Bununla kastedilen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'tır. Yani yemin olsun sen -ey Muhammed- Kureyş arasında onların cahiliyetleri içerisinde risaletten yana gaflet içinde idin.

İbn Abbâs ve ed-Dahhak da şöyle demişlerdir: Bununla kastedilen müşriklerdir. Yani onlar işlerinin akıbetlerinden yana gaflet içindeydiler.

Müfessirlerin çoğu da şöyle demişlerdir: Bu âyetle kastedilen iyi kimselerle, kötü kimselerdir. Taberİ'nin tercih ettiği görüş de budur.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Ey insan, sen herbir kişi ile birlikte bir sürücü ve bir şahidin geleceğinden yana gaflet içinde bulunuyordun. Çünkü bu gibi hususlar ancak ilahi naslarla bilinir.

"Şimdi senden perdeni kaldırdık." Körlüğünü giderdik demektir. Bu âyet dört türlü açıklanmıştır:

1- Kişi önce annesinin karnında idi, sonra doğup dünyaya geldi. (Ve böylece görmeye başiadi.) Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır.

2- Kabirden sonra, kabirden kaldırılması halini anlatmaktadır. İbn Abbâs'ın açıklaması da bu anlamdadır.

3- Bu, kıyâmet gününde amellerin arzedilmesi zamanında olacaktır. Bu açıklamayı da Mücahid yapmıştır.

4- Bundan kasıt vahyin nüzülu ve risaletin sorumluluklarının yüklenümesidir. İbn Zeyd'in açıklamasının manası da budur.

"Bugün gözün pek keskindir" âyeti ile ilgili olarak bundan kasıt, kalbin görmesidir, denilmiştir. Nitekim "bu kimse fıkıh hususunda basiret sahibi (güzel görüş sahibi) bir kimsedir" denilir. Kalbin görmesi ve basiretli olması ise gözün karşısında bulunan varlık ve cisimleri gördüğü gibi- düşüncelerin müşahhas halini ve neticelerin ibretli durumunu görmesi demektir.

Bununla kastedilenin gözün görmesi olduğu da söylenmiştir. İfadenin zahirinden de anlaşılan budur. Yani bugün senin gözün pek keskin görür. Daha önce senden örtülü bulunan şeyleri görecek şekilde güçlü ve nüfuz edici bir görüşün vardır, demektir.

Mücahid dedi ki:

"Bugün gözün pek keskindir." Yani bugün iyiliklerinin ve kötülüklerinin tartılacağı zamanda terazinin denge uçlarına bakışı pek keskindir. Bu açıklamayı ed-Dahhak da yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre; senin gözün elde edeceği sevab ve cezayı iyice görür demektir. İbn Abbâs'ın görüşünün anlamı da budur. Bir diğer açıklamaya göre kâfir gözü pek keskin bir şekilde haşredilir, sonra gözleri göğerir ve kör olur.

Bu âyette

" Yemin olsun sen... idin"; Senden"; "Gözün" lâfızları şeklinde, nefse hitab olmak üzere hep esre ile okunmuşlardır.

23

Beraberinde olan der ki: "Benim yanımdaki işte hazırdır."

"Beraberinde olan" el-Hasen, Katade ve ed-Dahhak'ın görüşüne göre onunla görevli bulunan melek

"der ki: Benim yanımdaki işte hazırdır." Yani onun amelinin yazılması suretiyle benim yanımda bulunan işte korunmuş bir halde hazırlanmış bulunuyor.

Mücahid dedi ki: Senin Âdemoğullarından üzerinde görevlendirdiğin bu kişiyi, amel defteri de beraberinde olduğu halde işte huzura getirdim, der.

Manası: Benini nezdimdeki bu azâb işte hazırdır, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yine Mücahid'den şöyle dediği zikredilmektedir: Beraberinde olan, yüce Allah'ın şeytanlardan arkadaşı kıldığı kişidir,

İbn Vehb'in kendisinden yaptığı bir rivâyete göre İbn Zeyd; bu insanlardan beraberinde olan kişidir, demiştir.

24

"Atın cehenneme oldukça inatçı herbir kâfiri!

Şanı yüce Allah da onun beraberinde olana şöyle diyecektir:

"Atın cehenneme..." el-Halil ve el-Ahfeş dediler ki: Araplar fasih konuşmalarında " Vay sana, buna yük vur, bunu yerinden hareket ettir, bunu tut yakala ve serbest bırak!" diye tek kimseye tesniye lafızla hitab ederler.

el-Ferrâ'' da şöyle demiştir: Sen tek bir kişiye (tesniye lâfzı ile): " Yanımızdan kalk(ınız)" denilebilir. Bunun asıl dayanağı ise develeri ve koyunları hususunda kişiye yardımcı olanların ve yolculuktaki arkadaşlarının asgari sayısının iki kişi oluşudur. Böylelikle kişi hakkındaki ifade, iki arkadaşı hakkındaki ifade gibi kullanılmıştır. Nitekim şiirde Arapların: "Ey iki arkadaşım!" diye hitab ettikten sonra: " diye (tekil olarak:) Ey arkadaşım!" diye hitab etmeleri de bu kabildendir. Nitekim şair İmruu’l-Kays şöyle demiştir:

"Ey iki arkadaşım, benimle birlikte Um Cundeb'e uğrayalım.

Böylelikle az ab çekmiş kalbin muradlarını alalım"

Yine şöyle demiştir:

"Sevgilimi hatırlamaktan ve

ed-Dehül ile Havmel arasında bulunan dalgalı kumlardaki sevgilimin diyarına uğradığımız için, durun da ağlaşalım.!"

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Ey Affan'ın oğlu! Bana: Vazgeç derseniz, vazgeçerim

Ve eğer beni terkederseniz ben de sağlamca koruduğum şerefimi himaye ederim."

Lâfzın bu şekilde gelmesinin "el-karîn: beraber bulunan kişi" lâfzının hem çoğul, hem de teşriiye (İkil) için böylece kullanılmasından dolayıdır, diye de açıklanmıştır.

el-Mazinî dedi ki: Yüce Allah'ın: " (İkiniz) atın" lâfzı bu sözün (iki defa): "At at!" diye tekrarlanacağını göstermektedir.

el-Müberred de: Bu tekid olarak te sn iye gelmiştir, demektedir. Bu da: "At at" demek olur. Böylece lâfız bu şekliyle "at" lâfzının tekrarlanmasının yerini tutmaktadır.

Bunun yüce Allah'ın her iki meleğe hitab eden âyeti olarak gerçek anlamıyla tesniyeye (iki kişiye) hitabı olması da mümkündür. Âyetin sürükleyene ve koruyucuya hitab olduğu da söylenmiştir.

Bir başka açıklamaya göre bunun: "Mutlaka at!" şeklinde tek bir "nun" ile tekidli emir olduğu da söylenmiştir. Bu durumda (sondaki nun) vakıf halinde "elife kalb edilir. Vasıl hali de vakıf haline göre gelmiş bulunmaktadır.

Nitekim el-Hasen de: şeklinde şeddesiz "nun" ile yüce Allah'ın:

"Ve her halde zillete uğrayanlardan olacaktır." (Yusuf, 12/32) âyeti ile:

"Yemin olsun ki şiddetle yakalayıp çekeriz" (el-Alak, 96/15) âyetinde olduğu gibi.

"Oldukça İnatçı herbir kâfiri." Mücahid ve İkrime, çokça inat eden diye açıklamışlardır. Bazıları da şöyle demiştir; "Anid: oldukça inatçı" haktan yüz çeviren kimse demektir, " Hakkı bildiği halde reddetti, muhalefet etti, eder" demektir. Bu şekilde tavır takınan kimseye de: ile denilir. "Oldukça inatçı" lâfzının çoğulu ...diye gelir. Ekmek" lâfzının çoğulunun: diye gelmesi gibi.

25

"O hayrı alabildiğine engelleyen, zalim ve şüpheci olanı.

"O hayrı" farz olan zekatı ve vacib olan herbir hakkı

"alabildiğine engelleyen" konuşmalarında, yaşayışında ve yaptığı işlerde

"zalim" haksızlık eden

"ve şüpheci olanı." el-Hasen ve Katade'nin açıklamasına göre tevhid hakkında şüphe ve tereddüdü olanı...

" Kişi şüphe etti" denilir. "Şüphe eden" demektir. Böylesi de müşrik kimsedir. Buna da yüce Allah'ın:

"O kimse ki Allah ile birlikte başka bir ilâh edinendir" âyeti delil teşkil etmektedir.

Bu âyetin el-Velid b. el-Muğire hakkında indiği söylenmiştir.

"O hayrı alabildiğine engelleyen" âyeti ile onun kardeşinin çocuklarını İslamdan engelleyip alıkoyması kastedilmiştir.

26

"O kimse ki Allah ile birlikte başka bir ilâh edinendir. Şimdi İkiniz onu şiddetli azaba atın.

"Şimdi ikiniz onu şiddetli azaba atın" âyeti bir önceki (ve aynı anlamdaki) emri tekid etmektedir.

27

Arkadaşı diyecek ki: "Rabbimiz, onu ben azdırmadım, fakat o derin bir sapıldık içinde idi."

"Arkadaşı" yani bu inatçı kâfir ile birlikte bulunan şeytanı, ondan uzak olduğunu belirterek ve onu yalanlayarak

"diyecek ki: Rabbimiz onu ben azdırmadım. Fakat o derin bir sapıklık içinde idi." Haktan uzaktı, kendi İrade ve tercihi ile azgınlık eden bir kimseydi. Ben sadece onu çağırdım, o da benim çağrımı kabul etti.

Burada "onun arkadaşından kasıt, herhangi bir görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın onun şeytanı demektir. Bunu el-Mehdevi nakletmiştir. es-Salebi'nin naklettiğine göre de İbn Abbâs ve Mukâtil şöyle demişlerdir: Arkadaşından kasıt melektir. Şöyle ki Velid b. el-Muğire günahlarını yazan meleğe şöyle diyecektir: O benim kötülüklerimi yazmakta elini çabuk tuttu. Bu sefer melek şöyle diyecek: Rabbim ben onu azdırmadım, yani ben bu hususta acelecilik etmedim, diyecektir. Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Kâfir, Rabbim o bana fazladan günahlar yazmıştır diyecek, melek ise: Rabbim ben onu azdırmadım yani ona fazladan bir kötülük yazmadım, diyecektir. İşte o vakit yüce Allah da şöyle buyuracaktır:

28

Buyuracak ki: "Benim huzurumda çekişmeyin. Çünkü Ben size önceden tehdidimi muhakkak göndermiş idim."

"Benim huzurumda çekişmeyin." Maksat kâfirler ile onlarla birlikte bulunan şeytanlardır. el-Kuşeyri: İşte bu âyet, onun arkadaşının şeytan olduğunun delilidir.

"Çünkü Ben size önceden tehdidimi" gönderdiğim elçilerim, peygamberlerim aracılığı ile

"muhakkak göndermiş idim." Bunun tartışmaya giren herkese bir hitab olduğu söylendiği gibi, çoğul lâfzı ile gelmiş iki kişiye hitab olduğu da söylenmiştir.

29

"Benim yanımda söz değiştirilmez ve Ben kullara asla zulmedici de değilim."

"Benim yanımda söz değiştirilmez" âyeti ile yüce Allah'ın:

"İyilikle gelene bunun on misli vardır. Bir günah ile gelen de ancak onun misliyle cezalandırılır." (el-En'am, 6/160) âyetinin kastedildiği söylendiği gibi; Yüce Allah'ın: "Cehennemi bütünü ile cinlerden ve insanlardan elbette dolduracağım." (es-Secde, 32/13) âyetindeki durum hakkında olduğu da söylenmiştir.

el-Ferrâ'' da şöyle demiştir: Benim huzurumda yalana yer yoktur. Yani söylenen söze bir şey ilave edilmeyeceği gibi ondan bir şey de eksiltilemez. Çünkü ben gaybı bilenim.

"Ve Ben kullara asla zulmedici de değilim." Ben günah İşlemeyen kimseyi azablandırmam. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Hac Sûresi'nde (22/10. âyetin tefsirinde) ve başkalarında (Fussilet, 41/46. âyetinn tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

30

O günde Biz cehenneme: "Doldun mu?" diye soracağız. O da: "Daha var mı?" diyecek.

"O günde Biz cehenneme: Doldun mu? diye soracağız. O da: Daha var mı? diyecek" âyetindeki "O günde... diye soracağız" âyetini Nafî ve Ebû Bekr:

"Benim huzurumda çekişmeyin" (Kaf, 50/28) âyetini gözönünde bulundurarak "ye" harfi ile "O günde.. diye soracak" şeklinde okumuşlardır.

Diğerleri yüce Allah tarafından hitab olmak üzere "nun" İle ("diye soracağız" anlamında) okumuşlardır ki, bu da azamet nunudur.

el-Hasen ise: O günde... diye soracağım" şeklinde okumuştur. İbn Mes’ûd ve diğerlerinden ise: "O günde... diye sorulacak" şeklinde okudukları rivâyet edilmiştir,

" O günde" lâfzının nasb ile gelmesi: "... diye soracağımız o günde Benim yanımda söz değiştirilmez" anlamı dolayısı iledir. Bunun şu anlamda olmak üzere mukadder bir fiil ile nasbedildiği de söylenmiştir: "Sen onları "cehenneme: Doldun mu diye soracağımız o gün ile" korkut!" Bu ise daha önce yüce Allah'ın cehennemi dolduracağına dair vermiş olduğu sözünden ötürü takdir edilir. Böyle bir soru ise, yüce Allah'ın vermiş olduğu haberi doğrulamak, sözünün gerçekleştirilmesi, düşmanlarının azarlanması ve bütün kullarının da uyarılması içindir.

Cehennem de:

"Daha var mı diyecek" yani bende daha fazlasının sığabileceği bir yer kalmamıştır. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Akil bize konaklayacak bir yer yahut bir ev bıraktı mı ki" Buhârî, III, 11B, IV, 1560; Müslim, III, 984, 985; Ebû Davud, II, 210, III, 125; Darakutni, III, 62; İbn Mace, II, 912, 981; Müsned, V, 201, 202 sözüne benzer ki, bize bir yer bırakmadı demektir. O halde burada İfade inkar anlamındadır. Bununla birlikte daha daha fazlasını istemek anlamında bir soru olması da mümkündür. Daha fazla var mı, dahası da gelsin, demek olur. Âyetin her iki anlama uygun gelmesi, istifhamın (soru sormanın) bir bakıma inkar anlamını da ihtiva etmesinden dolayıdır.

Bir görüşe göre cehennemin söz söylemesi diye bir şey sözkonusu değildir. Bu sadece bir örneklendirmedir, yani onun halinden anlaşılacak olan söz söylemiş olsaydı, söyleyebileceği bu ifadede belirtilendir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Havuz doldu ve: Bu kadarı bana yeter, dedi.

Ağır ol, yavaş ol sen içimi yeterince doldurdun.

Bu Mücahid'in ve başkalarının yorumudur. Bende dolacak yer var mı ki, dolmuş bulunuyorum, demektir.

Yüce Allah'ın organları konuşturması gibi, bu sözü söylemek üzere cehennemi konuşturacaktır, diye de söylenmiştir. Bu, daha Önce el-Furkan Sûresi'nde (25/17-19. âyetlerin tefsirinde) belirttiğimiz üzere daha doğrudur,

Müslim Ve Buhârî’nin Sahihlerinde ve Tirmizi'de, Enes b. Malik'ten rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cehenneme (cehennemlikler) atıldıkça cehennem: Daha var mı? diye sorar. Nihayet aziz olan Rabbimiz ona ayağını koyar, bu sefer cehennemin bir kısmı diğerinin içine geçer, o da: Yeter yeter, izzetin hakkı için, keremin hakkı için (yeter), der. Cennette ise yüce Allah oraya (bir başka) mahlukat var edip onları cennetin artan bölümlerine yerleştirinceye kadar fazlalık kalmaya devam edecektir." Müslim, IV, 2188; Buhârî, VI, 2689; Tirmizi, V, 390; Müsned, III, 134, 234 Müslim'in lâfzı ile hadis bu şekildedir.

Ebû Hüreyre yoluyla gelen bir diğer rivâyette de şöyle denilmektedir: "...Cehenneme gelince, yüce Allah üzerine ayağını koyup kendisine: Yeter yeter, deyinceye kadar dolmaz. İşte o vakit cehennem dolar ve birbirine geçer. Yüce Allah yarattıklarından hiçbir kimseye zulmetmez. Cennete gelince, Allah onun için başka yaratıklar var eder." Buhârî, IV, 1836; Müslim, IV, 2187; Müsned, II, 314

İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle demişlerdir: Burada "kadem (ayak)"in anlamı yüce Allah'ın cehennem ateşine gitmek üzere takdim ettiği (Önden gönderdiği) bir topluluktur. Yüce Allah ezeli İlminde onların cehennemliklerden olduğunu da biliyordu. "Ricl (ayak)" da bu anlamdadır. Bu da insan olsun, başkalarından olsun çok sayıda kimse demektir. Mesela: "Bir insan kalabalığı ve bir çekirge kalabalığı gördüm" denilir. Şair de şöyle demiştir:

"İnsanlardan bir topluluk uğradı bize ve onlara da katıldı,

Yemenlilerden birçok grublar.

Lahm'dan Utul ve Himyer'den kabileler,

Nizar'ın iki oğlu aleyhine düşmanlıkla toplandılar."

Bu manayı İbn Mes’ûd'dan gelen -şöyle dediğine dair- rivâyet açıklamaktadır: Cehennemde ne kadar barınak, zincir, tokmak ve tabut varsa mutlaka onun üzerinde sahibinin ismi da yazılıdır. Cehennem bekçilerinden herbir kişi isim ve niteliği ile tanıyıp bildiği (azaplandıracağı) adamını bekler. Onların her birisi (azaplandırmakla) emrolunduğu ve beklediği kişileri tamamıyla alıp onlardan geriye hiçbir kimse kalmayınca bekçiler: Yeter, yeter bu kadarı bize yeter, bu kadarı bize yeter, yani yetindik, yetindik, derler. İşte o vakit cehennem, içinde bulunan kimselerin üzerine çekilir ve kapanır. Çünkü geriye gelmesi beklenecek kimse kalmamış olacaktır.

İşte gelmesi beklenen bu topluluk hakkında "ricl (topluluk; tercümede: ayak)" ve "kadem (önden gönderilenler)" tabiri kullanılmıştır. Yine bu yorumun lehine aynı hadiste yer alan Hz. Peygamberin: "Yüce Allah orası için yeni yaratıklar var edip cennetin artan yerine onları iskan edinceye kadar cennette bir fazlalık kalmaya devam edecektir" sözleri tanıklık etmektedir, Biz bu hususa dair daha geniş açıklamalar ve gerekli tafsilatı "el-Kitabu'l-Esna" adlı eserimizin "el-esma ve's-sıfat (yüce Allah'ın isimleri ve sıfatları)" bölümünde genişçe açıklamış bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun.

en-Nadr b. Şumeyl de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Cebbar (olan Allah) oraya kademini (ayağını) koyuncaya kadar" âyetini ilminde cehennemliklerden olduğu ezelden sabit olmuş kimseler, diye açıklamıştır.

31

Cennet ise takva sahiplerine uzak olmayıp yakınlaştırılmış olacaktır.

"Cennet ise takva sahiblerine uzak olmayıp yakınlaştırılmış olacaktır."

Yani onlara yakınlaştıracaktır. Bunun dünyada iken cennete girmeden önce sözkonusu olduğu söylenmiştir. Yani onlara günahlardan uzak durun, denildiğinde cennet kalblerine yakınlaştmlmıştır.

Cennete girdikten sonra orada kalacakları yerler kendilerine yakınlaştırılmış olacak ve uzak düşmeyecektir, diye de açıklanmıştır,

"Uzak olmayıp" ifadesi ise onlardan uzak düşmeyecektir, demek olup bu ifade tekid için getirilmiştir.

32

İşte bu, dönen ve (kendisini) koruyan herkes İçin vaadolunageldiğinizdir;

"İşte bu... vaadolunageldiğinizdir." Yani onlara: Dünyada iken rasûller aracılığı ile size vaadolunan mükâfat budur denilecektir.

"Vaadolunduğunuz" anlamındaki: lâfzı genel olarak muhatab kipi şeklinde "te" ile okunmuştur. İbn Kesîr ise haber olarak "ye" ile ("vaadolundukları" anlamında) dîye okumuştur. Çünkü bu âyet, takva sahiplerinin sözkonusu edilmesinden sonra gelmektedir.

"Dönen ve koruyan herkes için" âyetine gelince,

"evvab: dönen" günahlardan yüce Allah'a dönen, sonra dönüp tekrar günah İşleyen, sonra tekrar dönen kimse demektir. ed-Dahhak ve başkaları böyle açıklamıştır. İbn Abbâs ve Atâ ise şöyle demişlerdir:

"Evvab: dönen" teşbih eden demektir. Yüce Allah'ın:

"Ey dağlar, siz de onunla tesbih edin." (Sebe, 34/10) âyetinde olduğu gibi.

el-Hakem b. Uteybe de: Evvab, tenhada yalnız kaldığında yüce Allah'ı zikreden kimse demektir. eş-Şa'bi ve Mücahid: Tenhada iken günahlarını hatırlayıp onlardan dolayı Allah'tan mağfiret dileyen kimsedir. İbn Mes’ûd'un görüşü de budur. Ubeyd b. Umeyr de şöyle demiştir: Bu oturup kalktığı her mecliste mutlaka yüce Allah'tan mağfiret dileyen kimse demektir. Yine ondan şöyle dediği 'Zikredilmiştir: Biz

"evvab: dönen"in meclisinden kalktığında "Subhanallahi ve bihamdihi(Allah'ı eksiklikten tenzih eder ve O'na hamdederim.) Allah'ım, ben bu meclisimde işlediklerimden ötürü Senden mağfiret dilerim" deyip, buna devam eden kimsedir, diye kendi aramızda konuşurduk.

Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmiştir: "Kim meclisinden kalktığı vakit Allah'ım, Seni hamdinle eksikliklerden tenzih ederim. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Senden mağfiret diler ve Sana tevbe ederim" diyecek olursa, Allah ona o mecliste işlediği günahları bağışlar. " İbn Hibban, Safıik, II, 355; Hakim, Müstedrek, I, 674, 720; Tirmizi, V, 494; Müsned, II, 494. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da böyle derdi.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Ben: "Senden mağfiret diler ve Senden tevbe etmeyi dilerim" demeyi severim, fakat gerçek anlamıyla olmadıkça "ve Sana tevbe ederim" demekten hoşlanmam.

Derim ki: Bu bir istihsandır, ancak hadise uymak daha uygundur.

Ebû Bekir el-Verrak dedi ki: O (evvab: dönen) bolluk ve rahatlık zamanında da, darlık ve sıkıntı zamanlarında da Allah'a tevekkül eden kimsedir. el-Kasım: Allah'tan başkası ile (kalbini) uğraştırmayan kimsedir, demiştir,

"Hafiz: koruyan" âyeti hakkında İbn Abbâs: Günahlarını onlardan vazgeçinceye kadar hıfzeden (belleyen) kimse demektir. Katade de: Yüce Allah'ın kendisine havale ettiği hak ve nimetleri ile ona emanet bıraktığı şeyleri koruyan kimse demektir. Yine İbn Abbâs'tan: Bu Allah'ın emrini koruyan demektir, dediği rivâyet edilmiştir. Mücahid dedi ki: Bu itiraf ile yüce Allah'ın hakkını, şükür ile de nimetlerini koruyan kimse demektir.

ed-Dahhak dedi ki: Yüce Allah'ın vasiyetini (emrini) kabul etmekle koruyan, muhafaza eden kimse demektir. Mekhul, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim günün başlangıcında dört rekat kılmayı muhafaza ederse (devam ederse) o kimse koruyup dönen bir kalbe sahib (evvabbun hafız) kimsedir." Bunu el-Maverdi zikretmiştir. Maverdi, Nüket, V, 354; yayma hazırlayan hadisin munkati olduğuna dikkat çektikten sonra herhangi bir kaynakta tespit edemediğni de belirtmektedir

33

Rahmândan tenhada iken korkup (hakka) dönen bir kalbe sahib olan herkes için.

"Rahmân'dan tenhada iken korkup... herkes için" âyetindeki:

" Herkes" âyeti: " Dönen ve koruyan herkes için" âyetinden bedel olarak cer mahatlinde yahut; " Dönen"in sıfatı konumundadır. İstinaf (yeni cümle başı) olarak ref’ mahallinde olmasi da mümkündür. Haberi şartın cevabının hazfedildiği takdiri ile "oraya... girin" âyetidir. İfadenin takdiri de: Onlara: "Oraya.., girin" denilir şeklindedir.

Tenhada iken korkmak (haşyet)" ise yüce Allah'ı görmediği halde O'ndan korkmak demektir. ed-Dahhak ve es-Süddî: Kimsenin kendisini görmediği yalnızlık zamanında... demektir, diye açıklamışlardır. el-Hasen de: Perdesini indirip kapısını kapattığı vakit... anlamındadır.

"Dönen bir kalbe sahib olan herkes" itaate yönelen bir kalbe... ihlâs sahibi bir kalbe... diye de açıklanmıştır. Ebû Bekr el-Verrak dedi ki: Munib (Allah'a dönen)in alameti yüce Allah'ın saygı duyulması gereken haklarını bilen, O'nu veli edinen, celal ve azameti karşısında mütevazi olan ve nefsinin hevasını terkeden kimse olmaktır.

Dönen kalb (el-kalbu'l-munib)'in selim kalb olması ihtimali de vardır. Nitekim yüce Allah önceden de geçtiği üzere:

"Allah'a salim kalb ile gelmiş olanlar müstesna." (eş-Şuara, 26/89) diye buyurmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

34

"Oraya selamet ile girin! İşte bu, ebedilik günüdür."

"Oraya... girin" yani bu niteliklere sahib olan kimselere:

"Oraya selamet ile" azaptan yana esenlik içerisinde

"girin. İşte bu ebedilik günüdür." denilecektir. Allah'tan ve melekler tarafından onlara verilecek bir selam ile girin diye açıklandığı gibi nimetlerin son bulmasından yana esenlik içerisinde.,, diye de açıklanmıştır. İfadelerin baş tarafında: " Korkup... kimse" denilmiş (ve fiil tekil şahıs için) olmakla birlikte burada

"oraya... girin" diye buyurması; “Kimse" lâfzının çoğul (herkes) anlamında da kullanılmasından dolayıdır.

35

Orada onlara diledikleri herşey vardır. Yanımızda fazlası da var.

"Orada onlara diledikleri herşey var." Canlarının çektiği ve gözlerinin zevk aldığı herşey.

"Yanımızda fazlası da var." Hatırlarına getirmedikleri türlü nimetler...

Enes ve Cabir dedi ki: "Fazlası" şanı yüce Allah'ın -bir keyfiyet söz konusu olmaksızin- yüzüne bakmaktır. Yüce Allah'ın:

"İhsanda bulunanlara daha güzeli ve daha da fazlası vardır." (Yûnus, 10/26) âyeti hakkında "buradaki "fazlasından kasıt yüce Allah'ın kerim vechine bakmaktır" dediği Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar ulaşan merfu haberler halinde bize ulaşmıştır.

İbnu’l-Mübarek ve Yahya b. Sellam da şöyle demişlerdir: Bize el-Mesudî, el-Minhal b. Amr'dan, o Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Utbe'den, o İbn Mes’ûd'dan dedi ki: Cuma gününe gitmek için elinizi çabuk tutunuz. Çünkü Şanı yüce ve mübarek Allah her cuma günü cennet ehline beyaz kâfurdan bir tepe üzerinde (oldukları halde) görünür. Onlar da ona yakınlık derecelerine göre yerlerini alırlar, İbnu'l-Mubarek dedi ki: Dünyada iken cumaya gitmekte ellerini çabuk tuttukları oranda (yakınlaşacaklardır). Yahya b. Sellam da dedi ki: Dünyaya cumaya gitmekte ellerini çabuk tuttukları için (yakın olacaklardır), demiştir. Ayrıca şunu da ilave etmektedir: "Yüce Allah bundan önce görmedikleri şekilde onlara ikramlar yaratır, var eder." İbnu’l-Mübarek, Zühd, s. 131; Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, es-Sünne, I, 259; Taberani, Kebir, IX, 238. Yahya dedi ki: Ben el-Mesudî'den başkasının buna yüce Allah'ın:

"Yanımızda fazlası da var" âyetini eklediklerini de duydum.

Derim ki: Hadisteki: "Bir tepe üstünde" ifadesi ile kastettiği cennet ehlidir. Yani onlar bir tepe üstünde olacaklardır. Nitekim el-Hasen’in mürsel rivâyetinde de böyledir. Buna göre o dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her cuma günü kâfurdan bir tepe üzerinde cennetlikler Rabblerine bakacaklardır."

Biz bu hadisi et-Tezkire adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.

Buradaki "fazlasından kastın, onlara eş olarak verilecek el-hûru’l-în olduğu da söylenmiştir. Bunu Ebû Said el-Hudrî merfü olarak rivâyet etmiştir Yakın manada Abdullah (b. Mes'ûd'dan): Münziri, Terğib, I, 289.

36

Biz bunlardan önce kendilerinden daha çetin güce sahip nice nesiller helâk ettik. Yeri delik deşik etmişlerdi. Kaçıp sığınacak yer buldular mı?

"Biz bunlardan önce kendilerinden daha çetin güce sahip nice nesiller helâk ettik." Yani ey Muhammed, senin kavminden Önce onlardan daha çetin güce ve yakalayışa sahip nice toplumlar helâk etmiş bulunuyoruz.

"Yeri delik deşik etmişlerdi." Kurtulmak arzusu ile orada yol almışlardı. Ülkelerde çeşitli eserler bırakmışlardı, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Mücahid dedi ki: Yeryüzünde yol teptiler ve dolaştılar, en-Nadr b. Şumeyl: Dolanıp durdular, diye; Katade de çokça dolaştılar, diye açıklamıştır. el-Müerric: Uzaklaşıp durdular diye açıklamıştır. İmruu'l-Kays'ın şu beyiti de bu anlamdadır:

"Ben pek uzak yerlerde dolaşıp durdum ve sonunda

Geri dönmeyi ganimet bildim."

Şöyle de açıklanmıştır: Bunlar ticaret yapmak amacıyla ülkelerin en uzak yerlerini dolaştılar. Acaba ölümden bir kurtuluş bulabildiler mi? Her tarafı ölümden kurtulmak için bir sığınak bulmak maksadıyla dolaştılar, diye de açıklanmıştır. el-Haris b. Hillize dedi ki:

"Ölümden korktuklarından her tarafı dolaştılar

Ve yeryüzünde gidilecek her yere gittiler."

Delik deşik etmişlerdi" anlamındaki âyeti el-Hasen ve Ebû'l-Aliye "kaf" harfi üstün ve şeddesiz olmak üzere: diye okumuşlardır.

" Delmek ve bir şeyin içine girmek" demektir. Bunun dağdaki yol demek olduğu da söylenmiştir bu demektir. Bu açıklamalar İbnu's-Sikkit'ten nakledilmiştir.

" Duvarı oydu, deldi" demektir. Bu delisin ismi: ...diye gelir, çoğulu şeklindedir.

Yani bunlar ülkeleri delip geçtiler (aşıp gittiler) ve onun dağlarındaki yollarında yol aldılar.

Demirin oyup deldiği şeyde etki bıraktığı gibi, orada da etki bıraktılar, diye de açıklanmıştır.

es-Sülemi ile Yahya b. Yamer bu kelimeyi tehdit anlamında emir olarak "kaf' harfini kesreli ve şeddeli: " Haydi yeri delik deşik edin!" diye okumuşlardır. Yani yeri dolaşıp durun ve orada gezin, bakın bakalım ölümden

"kaçıp sığınacak bir yer buldular mı?" Son okuyuş olan emir kipine göre: Bakın bakalım ölümden kaçıp sığınacak yer bulacak mısınız, demek olur. Bu açıklamayı es-Salebi nakletmiştir.

el-Kuşeyrî'nin naklettiğine göre şeddesiz "kâP harfi kesreli olarak: okuyuşu da vardır ki, orada -bineklerinin tabanları aşınıp incelinceye kadar- çokça yol aldılar, demek olur. el-Cevherî dedi ki: Esre ile: " Derenin tabanları inceldi" denilir, “ Adamın devesinin tabanları inceldi."; "Ayakkabının tabanı parçalandı" demektir.

“ Kaçıp, sığınacak yer" lâfzı:

"o şeyden yana kaydı, meyletti, eder, meyletmek" fiilinin mastarıdır. Mesela: "Ondan kurtuluş, ondan kaçacak yer, kaçış yoktur" denilir. “Kaçıp kurtulmak" da onun gibidir. Dost bilinen kuvvetlere; "Düşmandan yana çekildiler" denilir. Düşman hakkında da: " Yenildiler, bozguna uğradılar" denilir.

37

Muhakkak ki bunda kalbi olan veya kendisi şahit olarak dikkatle kulak veren kimse için elbette öğüt vardır.

"Muhakkak ki bunda kalbi" onunla düşünecek bir aklı

"olan... için elbette öğüt vardır." Bu sûrede sözünü ettiğimiz hususlarda bir hatırlatma ve bir öğüt bulunmaktadır. Burada akıl kastedilerek kalb zikredilmiştir, çünkü aklın yeri orasıdır. Bu anlamdaki açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır.

Hayatta olan ve hakkı batıldan ayırdedebilecek bir ruhi gücü bulunan kimseler için (öğüt vardır), diye de açıklanmıştır. Bu durumda yaşayan nefis, kalb diye ifade edilmiştir. Çünkü bu nefsin yeri ve hayat kaynağı orasıdır. Nitekim İmruu’l-Kays şöyle demiştir;

"Senin sevgin beni öldürüyor diye ve sen bu kalbe

Her ne emredersen, yapıyor olması mı seni aldanışa sürükledi?"

Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ta ki hayatta olan kimseleri korkutup uyarsın..." (Yasin, 36/70) Yahya b. Muaz dedi ki: îki türlü (insan) kalb(i) vardır: Birisi dünya meşgaleleri ile dolup taşmaktadır. Öyle ki ahiret ile ilgili herhangi bir durum hatıra gelecek olursa ne yapacağını bilemez. Bir başka kalb ise ahiretin korkulu halleri ile dolup taşmaktadır. Öyle ki dünya işlerinden herhangi birisi karşısına çıkacak olursa, kalbi ahiretle meşgul olup gittiğinden dolayı ne yapacağını bilemez.

"Veya kendîsi" yani kalbi

"şahid olarak dikkatle kulak veren" yani Kur'ân'ı dinleyen

"kimse için elbette öğüt vardır."

Araplar: "Bana kulak ver, beni dinle" derler. Dinlemenin keyfiyeti ve bunun sağladığı sonuçlar ile ilgili açıklamalar daha önce Ta-Ha Sûresi'nde (20/13- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Kendisi şahit olarak" âyetini ez-Zeccâc: Kalbi dinlediği şeylere kulak kesilen, diye açıklamıştır. Süfyan ise: Kendisi orada bulunuyorken kalbi gaib olmayan demektir, diye açıklamıştır.

Âyet-i kerimenin kitap ehli hakkında olduğu da söylenmiştir ki, bu görüş Mücahid ve Katade'nindir. el-Hasen de: Bu âyet özellikle yahudilerle hristiyanlar hakkındadır; Muhammed b. Ka'b ve Ebû Salih de: Bu âyet özel olarak Kur'ân ehli hakkındadır, demişlerdir.

38

Yemin olsun göklerle yeri ve aralarında olanları Biz altı günde yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı.

"Yemin olsun göklerle yeri ve aralarında olanları Biz altı günde yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı" âyeti ile ilgili açıklamalar daha önceden el-Araf Sûresi'nde (7/54. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde (mesela Fussilet, 41/9-12. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Yorgunluk ve bitkinlik" demektir. Bu kökten olmak üzere: " Yoruldu, bitkin düştü, yorulur, bitkin düşer, yorulmak, bitkin düşmek" denilebildiği gibi, pek güçlü olmayan bir kullanım olarak da denilir. "Onu ben yordum, bitkin düşürdüm" demektir.

Katade ve el-Kelbi dediler ki; Bu âyet-i kerîme Medine yahudileri hakkında inmiştir. Onlar yüce Allah'ın gökleri ve yeri altı günde yarattığını, bu altı günün başının pazar, sonuncusunun da cuma günü olduğunu, cumartesi günü de dinlenmeye çekildiğini iddia etmişler ve böylelikle (yahudiler) bu günü dinlenmeye ayırmışlardır. Yüce Allah bu hususta onları yalanlamaktadır.

39

Söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce de, batışından önce de Rabbini hamd ile tesbih et.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Kâfirlerin Söylediklerine Sabır:

"Söylediklerine sabret" âyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir hitaptır. Müşriklerin söylediklerine karşı sabretmesini emretmektedir. Yani onların bu yaptıklarından ötürü sen kendini sıkıntıya sokma!

Bu âyet-i kerîme savaş emrinden önce indiğinden nesh olmuş bir âyettir.

Bunun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ümmeti için (hükmü) sabit olduğu da söylenmiştir. Yahudilerin: Allah cumartesi günü dinlendi, şeklindeki sözlerine sabret, demek olduğu da söylenmiştir,

2- Beş Vakit Namaz ile Güneşin Doğuşundan ve Batışından Önce Allah'ı Tesbih etmek ve Namaz Kılmak:

Yüce Allah'ın:

"Güneşin doğmasından önce de, batışından Önce de Rabbini hamd ile tesbih et" âyeti ile beş vakit namazı kastettiği söylenmiştir.

Ebû Salih dedi ki: Güneşin doğuşundan Önce sabah namazı, batışından önce de ikindi namazını kıl (demektir). Bunu Cerir b. Abdullah (Peygamber -sallallahü aleyhi ve sellem-e ulaşan) merfu bir sened ile de rivâyet ederek şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda oturuyor idik. Derken ondördünde aya baktı ve şöyle buyurdu: "Sizler şu ayı gördüğünüz gibi, -onu görmek için birbirinize sıkıntı vermeye gerek duymadığınız gibi- Rabbinizi göreceksiniz. Bundan dolayı eğer güneşin doğuşundan ve batışından önce birer namazı geçirmemek -bunlarla ikindi ve sabah namazını kastetmektedir- imkanınız varsa (bunları geçirmeden vaktinde kılınız)." Sonra Cerir:

"Güneşin doğmasından önce de, batışından önce de Rabbini hamd ile tesbih et" (Ta-Ha, 20/130) âyetini okudu. Müslim, I, 439; Buhârî, I, 203, 209, IV, 1H36, VI, 2703; Tirmizi, IV, 687; Ebû Davud, IV, 233; İbn Mace, I, 63; Müsned, IV, 36O, 365. Hadis Buhârî ve Müslim tarafından rivâyet edilmiş olup lâfız Müslim'e aittir.

İbn Abbâs dedi ki:

"Batışından önce" âyeti ile kasıt öğle ve ikindi namazlarıdır.

"Gecenin bir kısmında... da onu tesbih et" âyeti ile de akşam ve yatsı namazlarını kastetmektedir.

Bu âyetlerle, yüce Allah'ın güneşin doğuşundan ve batışından önce sözlü olarak eksikliklerden tenzih edilmek üzere teşbih edilmesinin kastedildiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı Atâ el-Horasanî ve Ebû’l-Ahvas yapmıştır.

Bazı âlimler de yüce Allah'ın:

"Güneşin doğmasından önce de" âyeti sabah namazının iki rekatı

"batışından önce de" âyeti da akşamdan önceki iki rekati anlatmaktadır. Sümame b. Abdullah b. Enes de şöyle demiştir: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ashabından özlü akıl sahibleri akşam namazından önce iki rekat kılarlardı. Müslim'in, Sahih'inde Enes b. Malik'ten şöyle dediği kaydedilmektedir: Biz Medine'de iken müezzin akşam namazının ezanını okudu mu (ashab) hemen mescid direklerinin arkasına koşuşur ve İki rekat kılıverirlerdi. Öyle ki yabancı bir adam mescide girer, akşam namazının -bu iki rekati kılanların çokluğu dolayısıyla- kılınıp bitirilmiş olduğunu zannederdi, Müslim, I, 573; Darakutni, I, 267.

Katade de şöyle demiştir: Ben Enes ile Ebû Berze el-Eslemi'den başka bu iki rekati kılan herhangi bir kimseye yetişmedim.

40

Gecenin bir kısmında ve secdelerin ardlarında da O'nu tesbih et!

3- Geceleyin ve Secdelerin Arkasında Allah'ın Teşbih Edilmesi:

"Gecenin bir kısmında ve secdelerin ardlarında da O'nu tesbih et" âyeti ile ilgili dört görüş vardır;

1- Bu yüce Allah'ın geceleyin teşbih edilmesi demektir. Bu açıklamayı Ebû'l-Ahvas yapmıştır.

2- Bu gecenin tümünde (herhangi bir zamanda) kılınan gece namazıdır. Bu açıklama Mücahid'e aittir.

3- Sabah namazının iki rekatidir. Bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır.

4- Bu yatsı namazıdır. Bu açıklamayı da İbn Zeyd yapmıştır, İbnu'l-Arabi dedi ki: Bu geceleyin teşbih getirmektir, diyenlerin kanaatlerini şu sahih rivâyet desteklemektedir: "Kim geceleyin uyanıp da: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur, Mülk yalnız O'nundur, hamd yalnız O'nadır, O herşeye güç yetirendir. Allah her türlü eksiklikten münezzehtir. Hamd Allah'a aittir. Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur, Allah en büyüktür. O pek yüce ve pek büyük Allah ile olmadıkça hiçbir şeye güç ve takat yetirilemez" derse.,. Buhari, I, 387; Tirmizî, V, 480; Ebû Davud, IV, 314; İbn Mace, II, 1276; Müsned, V

Bunun gece namazı olduğunu söyleyenlere gelince, namazda Allah'ın teşbihi dolayısıyla ona

"teşbih" ismi verilebilir. Kuşluk namazına "subhatu'd-duha" denilmesi de bundan dolayıdır. Bunun sabah ya da yatsı namazı olduğunu söyleyenlerin böyle demelerinin sebebi, bunların ikisinin de gece kılınan namaz oluşlarından dolayıdır. Yatsı namazı olması bu görüşlerin en açık ve anlaşılır olanıdır.

4- (Farz) Namazlardan Sonra Namaz Kılmak:

"Ve secdelerin ardlarında da O'nu tesbih et" âyeti hakkında Ömer, Ali, Ebû Hüreyre, el-Hasen b. Ali, Hasan-ı Basrî, en-Nehaî, eş-Şa'bi, el-Evzat ve ez-Zührî şöyle demişlerdir:

"Secdelerin ardları" akşam namazından sonraki iki rekattir. "Yıldızların kaybolması" ise sabah namazının farzından önceki iki rekattir. Ayrıca bunu el-Avfî, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. İbn Abbâs bunu merfu bir rivâyet olarak da zikredip şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Akşam namazından sonra iki rekat (secdelerin ardlan)dır." Bunu es-Salebi zikretmiştir. Abdullah b. Adiyy, el-Kamilft Duafai'r-Rical, III, 148, aynı manada bazı farklarla.

el-Maverdî'nin rivâyetinin lâfzı ise şöyledir: İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir gece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanında kaldım. Sabah namazından önce iki rekat namaz kıldı, sonra namaza çıkarak şöyle buyurdu: "Ey İbn Abbâs! Sabah namazından önce iki rekat kılmak "yıldızların kaybolması "dır. Akşam namazından sonra iki rekat de "secdelerin ardları"dır. " Maverdi, Nüket, V, J57,

Enes dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim akşam namazından sonra ve konuşmadan önce iki rekat namaz kılacak olursa, onun bu namazı "İlliyyin"de yazılır." İbn Ebi Şeybe, Mûsannaf, II, 16, (Mukhul'ün peygamberden diye mürsel olarak); Munziri, Terğib, I, 228, (o da; Mekhulden... diyerek) Enes dedi ki; Birinci rekatte "kul ya eyyuhe'l kâfinin (Kâfinin sûresi)"u, ikincisinde de "kul huvallahu ehad (ihlâs sûresi)"ni okudu.

Mukâtil dedi ki: (Akşamın farzından sonra kılınan) bu namazın vakti, güneşin batımından sonraki kırmızı şafakın kaybolmadığı sürece devam eder. Yine İbn Abbâs'tan bundan kastın vitir namazı olduğu rivâyeti de gelmiştir. İbn Zeyd dedi ki:

"Secdelerin ardları" farz namazlardan sonraki nafile namazlardır. Yani her farzdan sonra kılınan iki rekattir.

en-Nehhâs dedi ki; İfadenin zahiri buna delalet etmekle birlikte, uyulmaya daha layık olan çoğunluktur. Bu, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan sahih olarak da gelmiştir. Ebû'l-Ahvas dedi ki: Bundan maksat, secdelerin arkalarında teşbih getirmektir,

İbnu'l-Arabi dedi ki: Aklen (kıyasa göre) daha kuvvetli görülen de budur. Sahih hadiste belirtildiğine göre ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) farz namazın akabinde:

"Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O bir ve tektir. O'nun ortağı yoktur, mülk yalnız O'nundur. Hamd yalnız O'nadır. O herşeye güç yetirendir. Allah'ım, Senin verdiğini engelleyecek olamaz. Senin alıkoyduğunu da kimse veremez. Varlık sahibi bir kimsenin varlığının Sana karşı herhangi bir faydası olamaz, diye dua ederdi." Müslim, 1, 414, 415; Buhârî, I, 289, V, 2332, VI, 2439, 2659; Tirmizi, II, 96; Ebû Da-....w ir «7- Müsned. IV. 97, 245... Bunun (yani nafile namazların) farz namazlarla nesholdûgu da söylenmiştir. Hiçbir kimseye beş vakit farzın dışında kılmakla yükümlü olduğu namaz yoktur. Bunu cemaat nakletmiş bulunmaktadır.

5- Secdelerin Ardları:

"Secdelerin ardları" anlamındaki lâfzı Nafî, İbn Kesîr ve Hamza hemzesi esreli olarak; "Secdelerin geri dönmesi" diye okumuşlardır. Bu da geri dönüp giden bir şeyi anlatmak üzere kullanılan: " O şey geri dönüp gitti, geri dönüp gitmek"den mastardır.

Diğerleri ise: " Ard, arda"nın çoğulu olarak hemzeyi üstün okumuşlardır. Ali ve İbn Abbâs'ın kıraati de bu şekildedir. Bu lufzın bir örneği de: " Kazık" lâfzının çoğulunun diye gelmesidir. Yahut bu: "Ard, arda" söyleyişinin çoğulu olup bu durumda: “Kilit" lâfzının çoğulunu diye gelmesine benzer.

Araplar bu lâfzı: " gana namazın ardında, namazın ardlarından geldim" gibi kullanımlarda zarf olarak da kullanmışlardır.

et-Tur Sûresi'nin sonunda

"Yıldızların kaybolması vaktinde" (et-Tur, 52/49) şeklinde kesreli ve mastar olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur, Bu ise ikinci fecrin doğması ile birlikte yıldızların ışıklarının gitmesi demektir. İkinci fecir, gece karanlığını yarıp çıkan beyazlık ve aydınlık demektir.

41

Nida edenin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver.

"Nida edenin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver" âyetindeki "kulak verme'nin mef'ûlü (yani neye kulak verileceği) hazfedilmiştir. O nidayı yahutta o sesi işit ya da o sayhayı -ki bu da kıyâmet çığlığıdır- işit, demektir. Bundan kasıt ikinci defa Sur'a üfürülmesidir. Nida edecek olan da Cibril'dir, İsrafil olduğu da söylenmiştir.

ez-Zemahserî dedi ki: İsrafil'in Sur'a üfleyeceği, Cebrâîl'in de nida edeceği söylenmiştir. Cebrâîl mahşer için nida ederek şöyle diyecektir: Haydi hesaba geliniz. Bu açıklamaya göre nida mahşerde gerçekleşecektir.

Kâfirlerin yakın bir yerden: Vay halimize ve (yetiş ey) ölüm! diye seslenecekleri zaman seslerine kulak ver, diye de açıklanmıştır. Yani o gün herkes bu sözlerini işitecek ve kimse bu sözün erişemeyeceği kadar uzak bir yerde olmayacaktır.

İkrime dedi ki: Rahmânın münadisi âdeta onların kulaklarına seslenir gibi, seslenecektir,

"Yakın yer"in Beytu’l-Makdis'teki kaya olduğu söylenmiştir. Bu kayanın yeryüzünün ortas: olduğu ve yeryüzünde semaya (diğer yerlere göre) on iki mil daha yakın olduğu söylenmektedir. Kab ise onsekiz mil demiştir. Birincisini el-Kuşeyrî ve ez-Zemahşerî, ikincisini de el-Maverdî zikretmiştir.

Cebrâîl ya da İsrafil bu kaya üzerinde duracak ve mahşer için nida edecektir: Ey çürümüş kemikler, paramparça olmuş eklemler, un ufak olmuş kemikler, yok ölmüş kefenler, boş kalbler, çürümüş bedenler, akmış gözler! Âlemlerin Rabbinin huzuruna arzolunmak üzere kalkın!

Katade dedi ki: Bu münadi Sur'a üfürecek olan İsrafil'dir.

42

Hak olan çığlığı işitecekleri gün; işte o, çıkış günüdür.

"Hak olan çığlığı" diriliş çığlığını

"işitecekleri gün, iste o çıkış" hesab için toplanış

"günüdür."

43

Muhakkak ki diriltenler de Biziz, öldürenler de Biziz. Dönüş de yalnız Bizedir.

"İşte o çıkış günüdür" kabirlerinden çıkış günüdür, demektir.

"Muhakkak ki diriltenler de Biziz, Öldürenler de Biziz." Hayatta olanları öldürür, ölüleri diriltiriz. Burada yüce Allah bu gerçeği tesbit etmektedir.

44

O günde yer üzerlerinden yarılır, hızlıca çıkarlar. Bu, bizim için kolay olan bir toplamadır.

"O gün yer üzerlerinde yarılır" Sur'a üfürecek olan ve nidada bulunacak olana Beytu'l-Makdis'e doğru

"hızlıca çıkarlar. Bu Bizim için kolay olan bir toplamadır." Zorluğu bulunmayan bir toplama (haşr)dır.

Kûfeliler:

"yarılır" anlamındaki âyetini şeklinde birinci "te"yi hazf üzere Ve "şın" harfini şeddesiz okumuşlardır. Diğerleri ise bu "te"yi "şın"a idgam ederek (şeddeli) okumuşlardır.

İbn Muhaysın, İbn Kesîr ve Yakub "nida eden" lâfzını her iki halmde de aslına uygun olarak "ye" harfini isbat ile okumuşlardır. Nafî ve Ebû Amr ise sadece vasl halinde "ye" harfini isbat etmiştir. Diğerleri ise her iki halde hazfetmişlerdir.

Derim ki; Sünnet-i seniyye bu âyet-i kerimeyi daha bir açıklamış bulunmaktadır. Tirmizi'nin, Muaviye b. Hayde'den, onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye zikrettiği hadisinde şöyle demektedir: Ve (Peygamber) eliyle Şam'a doğru işaret ederek şöyle buyurdu: "İşte buradan buraya kadar sizler binekler üzerinde ve (kiminiz) bineksiz olarak yüzleriniz üzerinde çekilerek kıyâmet gününde haşredileceksiniz. Ağızlarınız üzerinde onları tıkayan örtüler bulunacaktır. Sizinle yetmiş ümmet olacak ve siz onların en hayırlıları, Allah nezdinde en değerlileri olacaksınız. Sizden herhangi birisi hakkında ilk konuşacak azası da onun baldırı olacaktır." Bir diğer rivâyette de: "Baldırı ve eli olacaktır" denilmektedir. Hakim, Müstedrek, II, 477, 478, IV, 679; Müsned, IV, 446, V, 3, Nesâî, es-Sünenu'l-Kübra, VI, 439.

Ali b. Mabed Ebû Hüreyre'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye zikrettiği bir hadiste şunları söylemektedir: Sonra -yüce Allah- israfil'e şöyle diyecek: "öldükten sonra diriliş nefhasını üfle. O da üfleyecek, ruhlar gök ile yer arasını doldurmuş anlar misali çıkacak. Yüce Allah şöyle buyuracak: İzzetim ve celalim hakkı için, herbir ruh ait olduğu cesede geri dönsün. Bunun üzerine ruhlar yerde cesetlere doğru girecek. Sonra ruhlar burun deliklerinden girecek ve vücudun diğer yerlerine sirayet edecek, tıpkı zehirli bir hayvan tarafından sokulmuş bir kimsenin bedeninde zehirin yürümesi gibi. Sonra yer üzerinizden yarılacak, üzerinden yerin yarılacağı ilk kişi ben olacağım. Yerden hepiniz otuzüç yaşında gençler olarak çıkacaksınız. O gün konuşulacak dil Süryanice olacaktır" deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. İshak b. Raheveyh, Müsned, I, 88

Biz bütün bunları ve başkalarını "et-Tezkire" adlı eserimizde eksiksiz bir şekilde kaydetmiş bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun.

45

Neler söylemekte olduklarını Biz en iyi bileniz. Sen üzerlerinde bir zorlayıcı değilsin. Şimdi sen Benim tehdidimden korkanlara Kuran ile öğüt ver.

"Neler söylemekte olduklarını" seni yalanlamaları ve sana dil uzatıp hakaret etmeleri kabilinden neler söylediklerini

"Biz en iyi bileniz. Sen üzerlerinde bir zorlayıcı değilsin." İslâm'a girmeleri için onları mecbur edecek şekilde onlar üzerinde bir otorite sahibi değilsin. Buna göre âyet nesholmuştur.

"Zorlayıcı (cebbar)"; " Zorlayıcılık, musallat olmak"dan gelmektedir. Zira " Cebreden" anlamında "cebbar" denilmez. Tıpkı: " Çıkaran" anlamında "harrac" denilmeyeceği gibi. Bunu el-Kuşeyrî nakletmiştir.

en-Nehhâs dedi ki: "Cebbar: zorlayıcının sen onları mecbur eden, zorlayan değilsin anlamında olduğu söylenmiş ise de, bu yanlıştır. Çünkü: vezninden "fe'al" vezninde kelime yapılmaz,

es-Salebi ise şunu nakletmektedir: Saleb dedi ki: "Fe'al" vezninde "muf il" anlamında gelmiş bazı kelimeler vardır. Bunlar ise şazdır. "Cebbar" "mücbir" anlamında "derrak" lâfzı "müdrik: yetişen"; "serra" lâfzı "musri': çabuk olan, süratli olan" anlamında "bekka" lâfzı "mubki: ağlatan" anlamında "adda" lâfzı "mu'di" koşan anlamında kullanılmıştır,

Yüce Allah'ın:

"Ve ben sizi doğru yoldan başkasına da iletmiyorum." (el-Mumin, 40/29) âyeti şeklinde -son kelimedeki- "şın" harfi şeddeli olarak "murşid" anlamında okunmuştur ki; bu da Mûsa'dır, Allah olduğu da söylenmiştir. Aynı şekilde;

"O gemi denizde çalışan yoksullarındı." (el-Kehf, 18/79) anlamındaki âyet şeklinde (son lâfzın "sin" harfi şeddeli olarak) ve "yakalayıcılar" anlamında okunmuştur.

Ebû Hamid el-Harzencî dedi ki: Araplar: "Çok düşürücü kılıç" lâfzını " Düşürücü, yere yıkıcı" anlamında kullanırlar.

Buradaki "cebbar.- zorlayıcı" lâfzının "musaytır: zorlayıcı" anlamında olduğu da söylenmiştir. el-Gaşiye Sûresi'nde olduğu gibi:

"Sen üzerlerine musallat olan bir zorba değilsin." (el-Ğaşiye, 88/21)

el-Ferrâ'' dedi ki: Ben Araplardan: "O işe onu zorladı" diyen kimseleri duydum. Buna göre "cebbar"ın kahretmek ve zorlamak anlamında kullanılması doğru bir kullanım olur.

"Cebbar"in Arapların: "Ben onu o işe mecbur ettim, zorladım" ifadelerinden alındığı ve: " anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu Kinanelilerin bir söyleyişi olup diğeri ile birlikte iki ayrı söyleyiştirler.

el-Cevherİ dedi ki: "Onu o işi yapmaya zorladım" demektir. Yine: “Onu cebriyeciliğe nisbet ettim" anlamındadır. Tıpkı bir kimseyi küfre nisbet ederken demek gibi.

"Şimdi sen Benim tehdidimden korkanlara Kur'ân ile öğüt ver" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: (Ashab): Ey Allah'ın Rasûlü! Bizi korkutsan, dediler, Bunun üzerine yüce Allah'ın:

"şimdi sen Benim tehdidimden korkanlara Kur'ân ile öğüt ver" âyeti indi. Yani Bana isyan eden kimseler için hazırlamış olduğum azâb ile tehdit et. Buna göre "vaid" azâb (ve tehdit) hakkında "va'd" de mükâfat hakkında kullanılır. Şair de şöyle demiştir:

"Şüphesiz ki ben eğer onu tehdit eder yahut ona vaadde bulunursam,

Ona yaptığım tehdidi gerçekleştirmem fakat ona vaadimi gerçekleştiririm."

Katade de şöyle derdi: Allah'ım, senin vaidinden (tehdidinden) korkan ve mev'idini (mükâfat vaadini) uman kimselerden kıl.

"Benim tehdidimden" anlamındaki âyeti her iki halde (vasıl ve vakıf hallerinde) Yakub şeklinde "ye" ile okumuştur. Verş ise sadece vasl halinde "ye" İle okumuş, vakf halinde hazfetmiştir. Diğerleri ise her iki halde de "ye"yi hazfetmişlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Kaf Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah'a hamdolsun.

0 ﴿