ZÂRİYAT SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile Herkese göre Mekke'de inmiştir, altmış âyettir. 1Yemin olsun tozutup savuran (rüzgar)lara. Âyetin tefsiri için bak:6 2Ağır yük taşıyan (bulut)lara. Âyetin tefsiri için bak:6 3Kolaylıkla akanlara. Âyetin tefsiri için bak:6 4Emri paylaştıranlara ki; Âyetin tefsiri için bak:6 5Şüphesiz va'dolunduğunuz elbette doğrudur. Âyetin tefsiri için bak:6 6Ve şüphesiz ki din elbette gerçekleşecektir. "Yemin olsun tozutup savuran (rüzgar)lara" âyeti hakkında Ebû Bekr el-Enbarî dedi ki: Bize Abdullah b. Naciye anlattı, bize Yakub b. İbrahim anlattı. Bize Mekkî b. İbrahim,anlattı. Bize el-Cuayd b. Abdirrahman anlattı. O Yezid b. Usayfe'den, o es-Saib b. Yezid'den rivâyet ettiğine göre bir adam Ömer (radıyallahü anh)'a şöyle sormuş: Ben Kur'ân'ın müşkil (anlaşılması zor) âyetlerinin tefsirine dair soru soran bir adam gördüm. Bunun üzerine Ömer: Allah'ım, bana onun hakkından gelmeyi nasib et, dedi. Bir gün bu adam elbiselerini giyinmiş, başında bir sarık bulunduğu halde Ömer de Kur'ân-ı Kerîm okurken Ömer'in yanına girmiş. Ömer Kuran okumayı bitirince, adam yanına gelerek: Ey mü’minlerin emiri "yemin olsun tozutup savuranlara" ne demektir? dîye sormuş. Ömer ayağa kalkıp kollarını sıvadıktan sonra adamı sopalamaya koyulmuş ve sonra da şöyle demiş: Buna elbiselerini giydirin ve onu bir deve semeri üzerinde taşıyarak kabilesine götürün. Sonra bir hatib kalkıp şöyle desin: Şüphesiz ki Sabiğ ilim öğrenmek istemiş, ancak isabet ettirememiştir. Bu şahıs daha önceleri kavmi arasında ileri gelen birisi olduğu halde aralarında sıradan bir kişi olup gitti. Amir b. Vasile'den rivâyete göre İbnu'l-Kevva, Ali (radıyallahü anh)'a: Ey mü’minlerin emiri, diye sormuş şu "yemin olsun tozutup, savuranlara" ne demektir? Ali (radıyallahü anh): Yazıklar olsun sana demiş. Sen bilgini arttırmak maksadıyla soru sor, işi zora koşmak maksadıyla soru sorma. " Yemin olsun tozutup savuranlara" âyetinde kastedilen rüzgarlardır. "Ağır yük taşıyanlar"dan kasıt bulutlardır. "Kolaylıkla akanlar" gemilerdir. "Emri paylaştıranlar" meleklerdir. el-Haris de Ali (radıyallahü anh)'dan şunu rivâyet etmektedir: "Yemin olsun tozutup savuranlara" dört ayaklılar yükü taşıdıkları gibi bulutlar da suyu taşırlar. "Kolaylıkla akanlara" bunlar da yüklü gemilerdir. "Emri paylaştıranlara" bunlar çeşitli emirler getiren meleklerdir. Cebrâîl gazabı, Mikail rahmeti, ölüm meleği de ölümü getirir, demektir. el-Ferrâ'' dedi ki: Denildiğine göre meleklerin çeşitli emirler getirmesi bolluk, kuraklık, yağmur, ölüm ve çeşitli olayları getirmeleridir. (1. âyetin lâfzından olmak üzere): "Rüzgar toprağı savurdu, savurur, savurmak" denilir. "Yemin olsun tozutup savuranlara" ve ondan sonraki âyetlerin birer kasem oldukları söylenmiştir. Şanı yüce Rabbimiz de herhangi bir şeye kasem edecek olursa, onun özel bir şerefi olduğunu tesbit etmiş olur. Anlamının: Tozutup savuranların Rabbine yemin olsun, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Âyetin cevabı ise: "Şüphesiz vaadolunduğunuz" yani size vaadolunan hayır, şer, mükâfat ve cezalar "elbette doğrudur." Onda herhangi bir yalan yoktur, âyetidir. “Elbette doğrudur" âyeti sıdk (gerçek)dır, demektir. Burada ism(-i fail) mastar konumundadır. "Ve şüphesiz ki din" amellerin karşılıklarının verilmesi "elbette gerçekleşecektir" gelip sizi bulacaktır. Daha sonra bir başka şeye yemin ederek: "Güzel yolları bulunan gök hakkı için gerçekten siz birbirini tutmayan sözler içindesiniz." (ez-Zariyat, 51/78) diye buyurmaktadır. "tozutup savuranların doğurgan kadınlar oldukları söylenmiştir. Çünkü onların saçıp savurmalarında (doğum yapmalarında) insanların dağılması (etrafa yayılması) sözkonusudur. Zira onlar böylelikle çocuklarını savurmaktadırlar. Bundan dolayı onlara "savuranlar" denilmiştir. Yüce Allah'ın onlara yemin etmesi ise onların sulblerinde salih kullarının hayırlı olanlarının bulunmasından dolayıdır. Hem erkek, hem kadının herbirisi aynı zamanda "savuran" olmakla birlikte, erkeklerin dışarda tutulup kadınların bu özellikle anılmalarının iki sebebi vardır: 1- Çünkü kadınlar erkeklerde bulunmayan kab olmak özelliğine sahihtir. İşte toplayıp savurma özellikleri kendilerinde bulunduğundan ötürü bilhassa kadınlar zikredilmiştir. 2- Onların savurma özelliği uzun bir süre devam etmekle beraber, onlarla erken yaştan itibaren temas kurulabilir. "Ağır yük taşıyanlar" bulutlar demektir. Yükleri ağırlaşması halinde gebe kadınlar diye de açıklanmıştır. "Sırttaki ya da karındaki yükün ağırlığı" anlamındadır. Mesela: "Ağır yükünü taşıyarak geldi" ile: "Devesine ağır yük vurdu" denilir. "Vikr: Ağır yük" çoğunlukla katır ve eşeğin yükü için kullanılır. "Vesk" ise deve yükü hakkında kullanılır. "Bu ağır yük taşımış kadın" demektir. "Hurma ağacının yemiş yükü" çoktur demektir. "Çok yemiş yüklenmiş hurma ağacı" denilir, şekli de nakledilmiştir, bu kıyasi değildir. Çünkü fiil (ağır yük yüklenme) hurma ağacınındır. "Kâf" harfi kesreli olarak: şeklindeki kullanım: "Yük taşıyan (hamile) kadın" demeye kiyasetidir. Çünkü ağacın taşıdığı yük (meyve) kadınların yüküne (hamileliğine) benzer. "Kâf" harfi üstün olarak şeklindeki söyleyiş ise şaz (istisnai)dir. Hurma ağaçlarını anlatan Lebid'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Su ile dopdolu bir yerde ve dalları birbirine bağlanmış (sanki) Yükler taşımışlar, onların kimisi de çok ağır (yemiş) yükü taşımış kapçıkları içindedir." Bunun çoğulu ...diye gelir, "Vav" harfi üstün olarak: " Kulaktaki ağırlık" demektir, " Kulağı sağırlaştı, sağır olur" demektir. Mastarının kıyasa göre harekeli gelmesi gerektiği halde sükun ile kullanılır. Daha önceden buna dair açıklamalar el-En'am Sûresi'nde (6/25. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Kolaylıkla akanlar" dan kasıt, gittiği yere rüzgarlar ile kolayca akıp giden gemilerdir, bulutlar olduğu da söylenmiştir. Bu görüşe göre bulutların kolayca akışı iki şekilde açıklanır: 1- Yüce Allah o bulutlan (dilediği şekilde) ülke ve bölgelere yürütür. 2- Onların yürütülmesindeki kolaylık demektir. Araplarca bilinen anlamı da budur, nitekim el-A'şa da şöyle demiştir: "Onun komşusunun evinden yürüyüşü sanki Bulutun yürüyüşü gibidir ki ne ağırdır, ne de çabuk (sükunetle gider.)" 7Güzel yolları bulunan gök hakkı için, "Güzel yolları bulunan gök hakkı İçin" âyetinde geçen "gök"den maksadın yeri gölgelendiren bulutlar olduğu söylendiği gibi, yükseltilmiş gök olduğu da söylenmiştir. İbn Ömer O yedinci semadır, demiştir. Bunu el Mehdevî, es-Sa'lebî, el-Maverdî ve başkaları zikretmişlerdir. "Güzel yollar”ın açıklaması ile ilgili yedi görüş vardır: 1- İbn Abbâs, Katade, Mücahid ve er-Rabi, muntazam ve güzel yaratılış sahibi diye açıklamışlardır. İkrime de böyle demiştir: Dokumacının güzelce kumaşı dokuduğunu hiç görmedin mi? İşte bu kökten otmak üzere "Kumaşı güzelce dokudu, dokur" denilir. Mastarı da: ...diye gelir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Muhkem kılıp, güzelce yaptığın herbir şey hakkında bu kökten olmak üzere; "Onu güzel ve sağlam yaptın" denilir. 2- Süslü demektir. Bu açıklamayı el-Hasen ve Said b. Cübeyr yapmıştır, Yine el-Hasen'den, 3- Yıldızları bulunan diye açıkladığı rivâyet edilmiştir. 4- ed-Dahhak: Yollan bulunan diye açıklamıştır. Suda ve kumda rüzgar estiğinde görülen dalgalara denilir. el-Ferrâ'nın görüşü de buna yakındır. O şöyle demiştir: "Kum gibi rüzgarın estiği herbir şeyin kırılması (dalgalanması) yine rüzgarın estiği vakit suyun şekli" bu anlama geldiği gibi demirden yapılmış zırhın da öylece dalgalarının olmasına denilir. Dalgalı saçtaki kıvrımlara da denilir. Deccal hadisinde de: "Saçları dalgalı, kıvrımlıdır" denilmektedir. Şair Züheyr de şöyle demiştir: "Şiddetli bir rüzgarın dokuduğu bitkilerin dibinde (suyun etrafını sarmış) bir taç gibidir. O suyun güneş gören kısmı dalgalı, güzel yolludur." Ancak sema insanlardan uzak olduğundan ötürü (insanlar) bu yollan göremezler. 5- Güçlü, çetin ve sağlam demektir. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmış ve: "Üzerinizde sapasağlam yedi (gök) bina ettik." (en-Nebe': 78/12) âyetini okumuştur. "At ya da başka türden varlıkların güçlü ve sağlam yaratılışta olması" demektir. Şair İmruu’l-Kays da şöyle demiştir: "Beni o benzersiz haliyle taşımaya koyuldu, Böğrü oldukça zayıf fakat yaratılışı oldukça sağlam ve güçlüdür." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Din artık karmakarışık bir hal aldı, onun için ben de hazırlandım; Kollarımı (bir araya geldikleri göğsümü) ve sapasağlam yüksek onurlarımızı" Hadiste belirtildiğine göre; Âişe (radıyallahü anha): "Namazda gömleğinin altında eteğini sağlamca bağlardı," denilmektedir. Beyhaki. es-Sünenu't-Kübra, II, 235 6- Çokça hareket sahibi demektir. Bu açıklamayı Hasif yapmıştır. "Sık dokunmuş elbise" ile: “oldukça arlanmaz bir yüz" tabirleri de buradan gelmektedir. 7- Yollardan kasıt semadaki yıldız kümesi (mecerra, samanyolu)dir. Ona bu ismin veriliş sebebi, mecerra (iki duvar arasına enine yatırılmış tahta parçası) gibi bir iz bıraktığından dolayıdır. "Yollar" çoğuludur. Recez vezninde şair şöyle demiştir; "Sanki dokumacılar üzerini örtmüş gibidir, Yol yol çizgileri bulunan bir kilimle." kum ve benzeri şeylerdeki yol demektir çoğulu ...diye gelir, çoğulu ise ...diye gelir lâfzı -vezin itibariyle- gibi olur ki; bu da bir sevik (yağda kavrulmuş un)den bir tanenin adıdır. Bu açıklamalar el-Cevherî'den aktarılmıştır. Yüce Allah'ın: " Güzel yolları bulunan" âyetinin el-Hasen tarafından: şeklinde okunduğu rivâyet edilmiştir. Aynı şekilde genelin okuyuşu gibi diye okuduğu da rivâyet edilmiştir. İkrime ve Ebû Miclez'den diye okudukları rivâyet edilmiştir. Bunun tekili; ...diye gelir. şekli ise bunun hafifletilmiş (be harfi sakin okunmuş) şeklidir. şeklinin tekili ...diye gelir. (diye okuyanların kıraatine göre bunun tekili ...diye gelir. diye okuyanların kıraatine göre ise; ile kelimeleri gibidir. de onun hafifletil misi ("be" harfi sakin okunmuşu)dır. şeklindeki okuyuş ise şazdır, zira Arapçada vezninde bir kelime yoktur. Böyle bir okuyuş şivelerin birbirine karışması diye yorumlanır. Sanki "be"yi kesreli okumak isterken "ha" harfini kesreli okumuş, sonra da hatırına getirirken "be" harfini ötreli okumuş gibidir. Bütün bu açıklamaları el-Mehdevî yapmıştır. 8Gerçekten siz birbirini tutmayan sözler İçindesiniz. "Gerçeklen siz birbirini tutmayan sözler içindesiniz." Bu bir önceki âyette bulunan "...gök hakkı için" şeklindeki kasemin (yeminin) cevabıdır. Yani siz ey Mekkeliler, Muhammed ve Kur'ân-ı Kerîm hakkında "birbirini tutmayan sözler İçindesiniz" kiminiz doğrulamakta, kiminiz yalanlamaktasınız. Bu âyetin bölünenler (bk. el-Hicr, 15/90. âyet) hakkında indiği de söylenmiştir. Onların, Muhammed sihirbazdır, şairdir, onu kendisi uydurmuştur, o delidir, o bir kahindir, onun söylediği (Kur'ân) geçmişlerin masallarıdır, şeklindeki farklı sözleri hakkında indiği de söylenmiştir. Bir diğer açıklamaya göre onların kimilerinin öldükten sonra dirilişi kabul etmeyişi kiminin bu hususta şüphe içerisinde olması dolayısıyla anlaşmazlık içerisinde bulunmaları ile ilgili olduğu da söylenmiştir. Maksadın putlara ve heykellere ibadet edenler olduğu da söylenmiştir. Onlar kendilerinin yaratıcısının Allah olduğunu kabul etmekle birlikte başkasına tapınıyorlar, 9Ondan döndürülenler, döndürülür. "Ondan döndürülenler, döndürülür." Yani Muhammed ve Kur'ân'a îman etmekten döndürülen kimseler döndürülür. Bu açıklama el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir, Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar sihirbazdır, söylediği kahinliktir, geçmişlerin masallarıdır, seklindeki sözleriyle îman etmek isteyen kimseler imandan döndürülür, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Bu hususta Allah'ın koruduğu kimseler anlaşmazlık içerisine düşmekten alıkonulurlar. "Onu o şeyden alıkoydu, çevirdi, çevirir" demektir. Yüce Allah'ın: "Sen bizi... döndürmek için mi bize geldin." (el-Ahkaf, 46/22) âyetinde de aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır. Mücahid dedi ki: "Ondan döndürülenler, döndürülür" âyeti "Ondan aklı bozulmuş kimseler alıkonulur" anlamındadır. Çünkü “Aklın bozulması (delirmek)" demektir, ez-Zemahşerî dedi ki: Bu âyet: diye de okunmuştur ki, bu "ondan mahrum edilenler, mahrum olunur" demektir. Bu da süt sağmak suretiyle memeyi âdeta tüketmeyi anlatmak için kullanılan; gelir. Kutrub dedi ki: (Âyet): Ondan aldatılan, kandırılan kimseler kandırılır (uzaklaştırılır) demektir, el-Yezidî de: Ondan itilerek uzaklaştırılanlar itilir, uzaklaştırılır demektir. Anlam birdir, hepsi de sarf (geri çevirmek, döndürmek) anlamı ile alakalıdır. 10Kahrolsun yalancılar! "Kahrolsun yalancılar" âyeti lanet olsun yalancılara, diye tefsir edilmiştir. İbn Abbâs: Şüphe ve tereddüt içerisinde bulunanlar yani kahinler kahrolsun, diye açıklamıştır. el-Hasen de: Bunlar biz ölümden sonra diriltilmeyiz diyen kimselerdir diye açıklamıştır. (Lâfzı anlamı ile): "öldürülsün" demek olan: " bunlar kendilerine mü’minler tarafından- Öldürülsünler diye beddua edilmesi gereken kimselerdendirler" demektir. el-Ferrâ'' da: Bu lanete uğradılar demektir, diye açıklamıştır. Yine el-Fefa dedi ki: "Yalancılar" bilmedikleri şeylerden har ketle tahminlerde bulunarak; Muhammed delidir, yalancıdır, sihirbazdır, şairdir diyen yalancılardır. Bu ifade onlara bir bedduadır, çünkü yüce Allah'ın lanetlediği bir kimse öldürülmüş ve helâk olmuş bir kişi konumundadır. İbnu'l-Enbari dedi ki: Yüce Allah bu âyetle bizlere onlara beddua etmeyi öğretmektedir. Yani: "Kahrolsun yalancılar" deyiniz. lâfzı dyvA-O'in çoğuludur. Bunun mastarı olan: "Yalan" demektir. "Çokça yalan söyleyen kimse" demek olur. "Yalan söyledi, söyler" demektir. Arapçada: "Yalan söyledi, söyler" anlamındadır. Bu açıklamayı en-Nehhâs nakletmiştir. aynı zamanda "hurma ağacındaki taze hurmadan ne kadar kuru hurma çıkacağını tahmin etmek" anlamındadır, " Hurma ağaçlarındaki hurmayı tahmin ettim" demektir. Bu fiilden isim: ...diye gelir. " Hurma ağaçlarından ne kadar hurma çıkar tahmin edersin" diye sorulur. “Ağaçtaki hurmayı tahmin eden kişi" demektir. O halde bu lâfız, müşterek (birden çok manayı ifade eden) bir lafızdır. asıl anlamı daha önceden el-En'am Sûresi'nde (6/116. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere "kesmek'tir. Haliç (körfez)e: denilmesi de buradan gelmektedir. Çünkü su orada nihayete ermekte, kesilmektedir. " Küpede tek başına bulunan taş" demektir. Çünkü o bu haliyle benzerlerinden ayrılmıştır. " Öd" demektir. Çünkü o güzel kokusu ile benzerlerinden ayrılmaktadır, " Aç kalmış ve üşümüş kimse" anlamındadır. Çünkü böyle bir kimse bu durumda takatten kesilir. “ Kişi aç ve üşümüş vaziyettedir" denilir. Bu durumda olan kimseye de denilir. Şu kadar var ki üşüme olmaksızın sadece açlık hakkında: fiili kutlanılmaz. Ancak açlık olmaksızın üşümek hakkında bu fiil kullanılabilir. şeklinde "hı" hem ötreli ve hem kesreli olarak altın ya da gümüşten halka demektir, çoğulu ...diye gelir. Müneccimlerin (yıldızlara bakarak geleceğe dair haber verenlerin) sözleri ile sezgi ve tahminlerinin gelecekte olacakları gösterdiğini iddia eden herkesin sözü de: " Yalancıların yalanı" kapsamına girmektedir. İbn Abbâs dedi ki; Bunlar Mekke'nin yollarını kendi aralarında paylaştıran ve yüce Allah'ın Peygamberi hakkında insanları ona îman etmekten döndürmek için neler söyleyeceklerini bölüşen kimseler demektir. 11Onlar ki, kuşatıcı bir cehalet içinde gafil kimselerdir. 12"Din günü ne zamandır?" diye sorarlar. "Onlar ki kuşatıcı bir cehalet içinde gafil kimselerdir." âyetindeki "Bir şeyin üstünü kapatıp örten şey" demektir. "Gireni örten nehir" demektir, "Ölüm sarhoşlukları" tabiri de buradan gelmektedir. "Gafil kimseler" ahiret ile ilgili hallerden yana gaflet içerisinde bulunan ve başka şeylerle oyalanan kimseler demektir. "Din günü" hesabın görüleceği gün "ne zamandır, diye sorarlar." Onlar bu sözü alay olsun, diye ve kıyâmet hakkında şüphe ettiklerinden ötürü söylüyorlar. 13O gün onlar azâb için ateşe sunulurlar. "O gün onlar azâb için ateşe sunulurlar" âyetindeki: “O gün" âyeti "ceza" lâfzının takdirine binaen nasb ile okunmuştur ki; "Bu ceza "azâb içinde ateşe sunulacakları günde" kendilerine verilecektir, demektir. "Ateşe sunulmaları" ise ateşte yakılmaları anlamındadır. Bu da Arapların: "Saflığını anlamak için altını ateşte yaktım" tabirlerinden alınmıştır. "Fitne"nin asıl anlamı sınamak, denemek, demektir, Bunun mütemekkin olmayan lâfza (mesela i'rabın üzerinde görülmediği cümleye) izafet edilmesi dolayısıyla mebni olduğu ve az önce geçen takdire göre nasb konumunda bulunduğu yahutta; "Din günü (ne zamandır)" ibaresinden bedel olarak merfu olduğu da söylenmiştir. ez-Zeccâc dedi ki: " Senin ayakta olduğun gün, senin ayağa kalkacağın gün" (şeklinde "gün" anlamındaki kelimenin ötreli) kullanımı hoşuma gider. Ref konumunda olmakla birlikte üstün de okunabilir. Bu da ref anlamında olmakla birlikte nasb ile gelmiştir. İbn Abbâs dedi ki; "Sunulurlar" azâb edilirler, demektir. Şairin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Allah kullarından herbir kişi baskı ve zulüm altındadır, Mekke vadisinde kahredilmiş ve azâb olunmaktadır." 14"Azabınızı tadın. İşte bu, çabucak gelmesini İstediğinizdir." "Azabınızı tadın!" Onlara; Azabınızı tadın, denilir demektir. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Mücahid ateşte yakılmanızı tadın, İbn Abbâs: Yalanlamanızı yani yalanlamanızın cezasını tadın, diye açıklamışlardır. el-Ferrâ'' da; Azabınızı tadın, demektir, demiştir. "İşte bu" dünyada iken "çabucak gelmesini istediğnizdir." Yüce Allah'ın bu âyette: "Bu" diye buyurup -müennes kipi olan diye buyurmayısının sebebi burada "fitne"nin (kendisi müennes bir kelime olmakla birlikte, müzekker bir kelime olan): "azâb" anlamında oluşundan dolayıdır. 15Şüphesiz takva sahipleri cennetlerde ve pınarlardadırlar. Yüce Allah, kâfirlerin sonunda varacakları yeri sözkonusu ettikten sonra "şüphesiz takva sabibleri, cennetlerde ve pınarlardadırlar" âyeti ile mü’minlerin sonunda varacakları yeri sözkonusu etmektedir. Yani onlar zevk ve neşeyi en ileri derecede sağlayacak türden, içinde akan pınarların bulunduğu bahçelerde bulunacaklardır. 16Rabblerinin kendilerine verdiğini alırlar, çünkü onlar bundan önce ihsan edicilerdi. "Rabblerinin kendilerine verdiğini alırlar" âyetindeki; "Alırlar" lâfzı hal olarak nasb edilmiştir. "Rabblerinin kendilerine verdiği" mükâfat ve türlü lütuf ve ihsanları (alırlar), demektir. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. İbn Abbâs ve Said b. Cübeyr de: "Rabblerinin kendilerine verdiğini alırlar" farzları işlerler demektir, diye açıklamışlardır. "Çünkü onlar bundan" dünyada iken cennete girişlerinden "önce" farzları işiemek suretiyle "ihsan edicilerdi." İbn Abbâs dedi ki: Âyetin anlamı şudur Onlar kendilerine farz hükümler farz kılınmadan önce de ametlerini ihsan ile yapan kimselerdi. 17Onlar gecenin az bir bölümünde uyurlardı. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız; "Onlar gecenin az bir bölümünde uyurlardı." âyetindeki; "Uyurlardı" demektir. (Mastarı olan): " Geceleyin uyumak" anlamındadır. “. Hafif uyku" demektir. Ebû Kays b. el-Eslet dedi ki: "Basımdaki miğfer yaraladı başımın derisini, O balamdan çok hafif olanı dışında, uykunun tadına bakamıyorum." Amr b. Madî Kerib de kahraman Ebû Dureyd b. es-Sımme tarafından esir alınmış bulunan kızkardeşine duyduğu özlemi dile getirerek şöyle demiştir: "Bu işiten davetçi Reyhaneden mi beni uykusuz bırakıyor? Arkadaşlarım ise uykuya dalmış bulunuyor?" "Uyudu, uyur" anlamında: ile -ayn yerine ğayn ile-: denilir. Bu açıklamayı da el-Cevherî yapmıştır. Fiilin başında bulunan: hakkında farklı görüşler vardır. Bunun zaid bir sıla olduğu söylenmiştir ki; bu İbrahim en-Nehaî'nin görüşüdür. İfade:. Geceleyin az uyurlardı" takdirindedir. Yani onlar gecenin az bir bölümünde uyurlar ve çoğunu namazla geçirirlerdi. Atâ dedi ki: Bu, kendilerine gece namazı kılmaları emri verildiği sırada idi. Ebû Zerr elbisesini belinden bağlar, eline bastonunu alıp ona dayanır (öylece) namaz kılardı. Bu hali yüce Allah'ın: "Birazı müstesna geceleyin (namaza) kalk." (el-Muzzemmil, 73/2) âyetinde ruhsat ininceye kadar böylece devam etti. Buradaki: (........) lâfzının zaid olmayıp yüce Allah'ın: " Az" âyeti üzerinde vakıf yapmak için olup sıla değildir, de denilmiştir. Burada vakıf yapıldıktan sonra: “Onlar geceleyin uyumazlardı" diye okumaya devam edilir. Bu durumda: nefy için olup onların hiçbir şekilde uyumadıkları anlamını verir. el-Hasen dedi ki: Onlar çok az bir bölümü dişında geceleyin uyumazlardı. Bazan gayrete gelir ve seher vaktine kadar ibadetlerine devam ederlerdi. Yakub el-Hadramî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bu âyetin tefsiri hususunda görüş ayrılığı vardır. Kimileri şöyle demiştir: " Onlar... az idiler" âyeti şu demektir: Onların sayıları azdı. Daha sonra okumaya: "Geceleyin uyumazlardı" diye okumaya devam eder. Bu da geceleyin (az) uyurlardı, demektir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bu uygun bir açıklama değildir, Çünkü âyet-i kerîme onların sayılarının azlığına değil, uykularının azlığına delildir. Diğer taraftan eğer biz dediği şekilde okumaya devam edecek olursak ve bu da: "Onlar geceleyin uyurlardı" anlamına alınacak olursa, bu onlar için bir övgü olmazdı. İnsanların tümü geceleyin uyurlar. Buradaki: (u)'in olumsuzluk anlamında kullanılması hali müstesna. (O zaman; geceleyin uyumazlardı, demek olur.) Derim ki: Kimilerinin yaptığı tevile göre -ki aynı zamanda ed-Dahhak'ın da görüşüdür- sayıları az olduğundan dolayı ifade daha önce geçen: "Çünkü onlar bundan önce ihsan edicilerdi" âyeti ile ilişkilidir. Yani onlardan ihsan edici olanlar sayıca azdı. Daha sonra yeni bir cümle olarak: " Geceleyin uyumazlardı" diye buyurmaktadır. Birinci ve ikinci yoruma göre "onlar gecenin az bir bölümünde...lardı" âyeti daha önce geçen ifadelerin tamamlanmasından sonra yeni bir hitab cümlesi olur. Bu durumda: "Uyumazlardı" âyeti üzerinde vakıf yapılır. Aynı şekilde; "Az" âyeti: "dı"nın haberi kabul edildiği takdirde de böyle olur ve bu durumda: (........) lâfzı, "Az" lâfzı ile mer fu olur. Sanki: " Geceleyin uyumaları az idi" denilmiş gibidir. Buna göre nefy edatı olması mümkündür. Fiil ile birlikte mastar olması da mümkündür. "(........) ...di" isminden bedel olarak merfu olması da mümkündür. Bu durumda da ifadenin takdiri "Onların uyumaları gecenin az bir bölümünde idi" şeklinde olur. " Az" lâfzının mansub gelmesine gelince, eğer; (........) zaid ve "uyurlar" lâfzını te'kid için zaid olarak gelmiş kabul edilip, "Onlar az bir vakitte..." ya da; Onlar az uyurlardı" takdirinde kabul edilir. Eğer zaid kabul edilmeyecek olursa, o takdirde: " Az" âyeti " ...di" lâfzının haberi olur ve bununla birlikte "uyurlardı" anlamındaki fiil ile nasbedildiği kabul edilemez. Çünkü; (........)in mastar için olduğunu kabul etmekle birlikte "uyurlar" fiili ile nasbedildiğini kabul edecek olursak, o takdirde sıla mevsulden önce getirilmiş olur. Enes ile Katade âyetin tevili hakkında şöyle demişlerdir: Onlar akşam ve yatsı namazları arasında namaz kılarlardı. Ebû'l-Aliye: Akşam ile yatsı arasında uyumazlardı, demiştir, İbn Vehb de böyle açıklamıştır. Mücahid dedi ki: Ayet-i kerîme ensar hakkında inmiştir. Onlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinde akşam ile yatsı namazlarını kılarlar, sonra da Küba'ya giderlerdi. Muhammed b. Ali b. el-Hüseyn dedi ki: Onlar yatsı namazını kılıncaya kadar uyumazlardı. el-Hasen dedi ki: Sanki o, namaz için uyanık kalmaları karşılığında uyuma zamanlarını az bir süre olarak değerlendirmiş gibidir. İbn Abbâs ve Mutarrif dediler ki: Herbir gecenin ya ilk vakitlerinde yahut orta zamanlarında Allah İçin namaz kılmadan geçirdikleri geceler çok azdı. 2- Teheccüd Namazına Devam Edenlerin Başından Geçen Bazı Olaylar: Teheccüd kılanlardan birisinden rivâyet edildiğine göre rüyasında birisi gelerek ona şu beyiti okumuş: "Bir göz geceleyin rahatça nasıl uyuyabilir ki; Hangi meclislerde konaklayacağını bilmediği halde?" Ezdlilerden bir adamdan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Geceleyin uyumazdım. Bir gün gecenin son vakitlerinde uyudum. Rüyamda beraberlerinde elbiseler bulunan ve daha güzellerini göremediğim iki genç gördüm. Namaz kılan herkesin yanıbaşında durdular ve ona bir elbise giydirdiler. Sonra uyuyanların yanına vardılar, fakat onlara elbise giydirmediler. Onlara: Şu yanınızdaki elbiselerden bana da giydiriniz, dedim. Bana: Bunlar insanın üstüne giydiği elbiseler değildir. Bunlar yüce Allah'ın rızasıdır, namaz kılan herkesi bu rıza kuşatır. Ebû Hallad'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir arkadaşım bana şunu anlattı: Bir gece uyurken bana kıyâmet gösterildi. Kardeşlerimden birtakım kimseleri yüzleri aydınlanmış, renkleri parlamış ve üzerlerinde diğerlerinden farklı elbiseler giyinmiş gördüm. İnsanlar çıplakken nasıl olur da bunlar elbise giyinmişler, dedim. Bunların yüzleri niye bu kadar parlak, diğer insanların yüzleri niye böyle değişik? Birisi bana şöyle dedi: Elbiseli gördüğün kimseler ezan ile kamet arasında namaz kılanlardır. Yüzlerinin parıldamakta olduğunu gördüğün kimseler de seher vakitlerinde tevbe ve istiğfar edenler ile teheccüd namazı kılanlardır. Ben: Birtakım kimselerin de asil develer üzerinde olduğunu gördüm, dedim. Peki diğer insanlar yaya ve çıplak ayaklı iken bunlar ne diye binek üzerintledirler, diye sordum, bu şahıs bana şöyle dedi: Bunlar yüce Allah'a yakınlaşmak maksadıyla ayakları üzerinde dikilenler (namaz kılanlar)dir. Yüce Allah da bunun karşılığında onlara en hayırlı mükâfatı verdi. Rüyamda: Vay ibadet edenlere! Ne kadar şerefli bir makamları varmış, diye bağırdım ve korku içerisinde uyandım. 18Seherlerde de onlar mağfiret dilerlerdi. 3- Seherlerde Mağfiret Dileyenler: "Seherlerde de onlar mağfiret dilerlerdi." âyeti ikinci bir övgüdür. Yani onlar günahlarından ötürü mağfiret dilerlerdi. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Seher duanın kabul edilmesi umulan bir vakittir. Buna dair açıklamalar daha önceden Al-i İmrân Sûresi'nde (3/17. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İbn Ömer ve Mücahid dedi ki: Bunlar seher vaktinde namaz kılarlar, demektir. Namaza "istiğfar (mağfiret dilemek)" ismini vermişlerdi. el-Hasen yüce Allah'ın: "Onlar gecenin az bir bölümünde uyurlardı." âyeti hakkında şu açıklamayı yapmıştır: Gecenin ilk vakitlerinden itibaren seher vaktine kadar namazlarını sürdürdüler, sonra da seher vaktinde Allah'tan mağfiret dilediler. İbn Vehb dedi ki: Ayet ensar hakkındadır. Yani onlar Küba'dan sabahleyin gelir, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinde namaz kılarlardı. İbn Vehb, İbn Lehia'dan, o Yezid b. Ebi Habib'den dediler ki: Onlar ensardan birtakım kimselere meyvelerini sulamak maksadıyla kovalarla su çeker ve meyvelerini sularlardı. Sonra az bir vakit uyurlar, sonra da gecenin bitimine kadar namaz kılarlardı. ed-Dahhak: Maksat sabah namazıdır, demiştir. el-Ahnef b. Kays dedi ki: Ben amellerimi cennetliklerin amelleri ile karşılaştırdım, bir de baktım ki onlar bizleri çokça geride bırakmış, bizimle mesafeyi açmışlar. Onların amellerine ulaşamıyorum. "Onlar gecenin az bir bölümünde uyurlardı." Bu sefer amelimi cehennemliklerin amelleri ile karşılaştırdım. Onların hayırsız kimseler olduklarını gördüm. Allah'ın Kitabını, Rasûlünü, öldükten sonra dirilişi yalanlıyorlar. O bakımdan bizim aramızda konumu en hayırlı olan kimselerin, salih ameller işlemiş olmakla birlikte kötü, başka ameller de karıştırmış bir topluluk olduklarını gördüm. 19Mallarında dilenenin ve yoksulun da bir hakkı vardır. 4- Maldaki Hak: "Mallarında dilenenin ve yoksulun da bir hakkı vardır" âyeti üçüncü bir övgüdür. Muhammed b. Şîrîn ve Katade dedi ki: Buradaki "hak" farzolan zekattır. Bunun zekatın dışında kendisiyle akrabalık bağının gözetildiği yahut bir misafirin ağırlandığı yahut güçsüz bir kimsenin bineğin sırtında taşındığı yahut bir mahrumun ihtiyaçtan kurtarıldığı mal, olduğu da söylenmiştir. İbn Abbâs'ta böyle demiştir. Çünkü sûre Mekke'de inmiş, zekat ise Medine'de farz kılınmıştır. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu âyet hakkında kuvvetli olan görüş onun zekata dair olduğudur. Çünkü yüce Allah el-Mearic Sûresi'nde: "Onlar ki; mallarında bilinen bir hak vardır: Dilenene ve yoksula" (el-Mearic, 70/24-25) diye buyurmaktadır. "Bilinen hak" ise şeriatın miktarını, türünü ve zamanını belirlemiş olduğu zekattır, Bunun dışında olan haklara gelince -bu görüşü kabul edenlere göre- bu hak bilinen bir hak değildir. Zira bu hakkın miktarı, cinsi belli olmadığı gibi; zamanı da belirlenmemiştir. 5- Dilenen (Sail) ve Yoksul (Mahrum): Yüce Allah'ın: "Dilenenin ve yoksulun" âyetinde geçen "dilenen: essail" fakirliğinden ötürü insanlardan dilenen kimsedir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Said b. el-Müseyyeb ve başkaları yapmıştır. "Yoksul: mahrum" ise maldan yana mahrumiyet içerisinde olan kimse demektir. Bunun kimliğinin muayyen olarak tesbit edilmesi hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbâs, Said b. el-Müseyyeb ve başkaları şöyle demişlerdir: Yoksul (mahrum) İslamda kendisine ait ayrılmış payı bulunmayan kimse (el-muharef) demektir, Âişe (radıyallahü anha) da; "Yoksul bir kazanç sağlama imkanı bulunmayan (muharef) kişi demektir" demiştir. "Muharef adam" sınırh ve yoksul kimse demektir. "Mübarek"in zıddıdır. Filan kişinin mÂişeti -âdeta rızkı kendisinden başka tarafa kaydırılmışcasına- zorlaştırılmış, daraltılmış" demektir. Katade ve ez-Zühri: Mahrum, insanlardan bir şey istemeyen ve ihtiyacını bildirmeyen, iffetli davranan kimse demektir. el-Hasen ve Muhammed b. el-Hanefiye dedi ki: Yoksul, ganimetin paylaştırılmasından sonra -ganimette payı olmaksızın- gelen kimse demektir. Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir seriyye (küçük askeri birlik) göndermiş, bunlar bir takım ganimetler ele geçirmişlerdi. Ganimetin paylaştırılıp bitmesinden sonra bir topluluk geldi ve bunun üzerine şu: "Mallarında... bir hakkı vardır" âyeti nazil oldu. İkrime dedi ki: Yoksul, hiçbir malı kalmayan kimse demektir, Zeyd b. Eslem dedi ki: Mahsulleri yahut ekini ya da davarlarının yavruları musibete ve belaya uğramış kimse demektir. el-Kumzî dedi ki: Yoksul yok edici felaketin isabet ettiği kişidir. Daha sonra da yüce Allah'ın: "Gerçekten bizler borca batırıldık. Daha doğrusu biz mahrum bırakıldık," (el-Vakıa 56, 66-67) âyetini okudu. Bunun bir benzeri de "bahçe sahipleri" kıssasında geçmektedir ki; onlar: "Hayır, aksine biz mahrum bırakılanlarız." (el-Kalem, 68/27) demişlerdi. Ebû Kilabe dedi ki; Yemamelilerden bir adamın bir malı vardı. Sel gelip malını götürdü. Arkadaşlarından bir adam: İşte bu mahrum (yoksul) kimsedir, ona bir pay ayırın, dedi. Dünyalığı isteyip dünyanın kendisine sırt çevirdiği kimsedir, diye de açıklanmıştır. Bu açıklama aynı zamanda İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Abdu'r-Rahmân b. Humeyd dedi ki: Yoksul (mahrum) kimse köle olan kimsedir. Kastın, köpek olduğu da söylenmiştir. Rivâyet edildiğine göre Ömer b. Abdu'l-Aziz Mekke'ye giderken yolda bir köpek yanına gelmiş. Ömer -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bir koyunun kolunu alarak onu köpeğe atmış ve: Mahrum (yoksul)un bu olduğunu söylerler, demiştir. Yine denildiğine göre, yoksul neseben akraba olan kimseler arasından fakir oluşu sebebiyle nafakasının (kişi tarafından) verilmesi gereken kimsedir. Çünkü böyle bir kişi kendi kazanandan mahrum kalmış ve sonunda başkasına ait maldan nafakasının karşılanması İcab etmiştir. İbn Vehb, Malik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yoksul, rızıktan mahrum bırakılan kimsedir. Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü bütün görüşleri kapsamaktadır. en-Nehaî dedi ki: Ergenlik çağına eriştiğimden bu yana yetmiş yıl geçti ve yoksul (mahrum)un kim olduğunu sorup duruyorum, fakat bugün onun kimliğini bildiğim kadar daha önceden bilmiş değilim. Bunu Şu'be, Âsım el-Ahvel'den, o en-Nehaî'den rivâyet etmiştir. Yoksul (mahrum); dildeki asıl anlamıyla, alıkonulmuş, engellenmiş demek olup, men etmek, alıkoymak demek olan "hirman (mahrumiyet, mahrum kalmak)"den gelir. Alkame şöyle demiştir: "Ganimet gününde ganimetten yiyecek bir şeyler verilen kimse Enes'ten rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Kıyâmet gününde fakirlerden dolayı zenginlerin vay haline! Rabbimiz bunlar senin bizim lehimize onların üzerine farz kıldığın haklarımızı bize vermeyerek zalimlik ettiler, diyecekler. Yüce Allah da şöyle buyuracaktır: İzzetim ve celalime yemin ederim ki, sizi yakınlaştıracağım, onları da azaplandıracağım." Daha sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Mallarında dilenenin ve yoksulun da bir hakkı vardır" âyetini okudu. Bunu es-Sa'tebî zikretmektedir. Taberani, el-Mu'cemu's-Sağir; II, 13; Deylemi, Firdevs, IV, 292, 293. 20Yakînleri olanlar için yeryüzünde âyetler vardır. Yüce Allah her iki kesimin durumunu sözkonusu ettikten sonra: "Yakînleri olanlar için yeryüzünde âyetler vardır" âyeti ile yeryüzünde öldükten sonra diriltmeye ve mükellefleri hesaba çekmeye kadir oluşuna delalet eden alametlerin bulunduğunu açıklamaktadır. Çerçöp oluşundan sonra tekrar bitkinin yeşermesi, canlıların varlıklarını sürdürebilmeleri için bu bitkilerde gıda unsurunu takdir buyurması, yalanlayıcı ümmetlerin başına inen helakin etkilerini görebildikleri ülkelerde, topraklarda gezip dolaşmaları hep bu âyetler (delil ve belgeler) arasındadır. "Yakînleri olanlar" da Rabblerinin vahdaniyetini, kendilerine gönderilmiş peygamberin doğruluğunu gerçek olarak bilen ve buna kesin olarak inanan kimselerdir. İşte bu belgelere yararlanıp onlar üzerinde düşünen kimseler onlar olduklarından dolayı yüce Allah özellikle onları sözkomısu etmektedir. 21Kendi nefislerinizde de; artık görmez misiniz? "Kendi nefislerinizde de; artık görmez misiniz?" âyetinin şu takdirde olduğu söylenmiştir: Yeryüzünde de, kendi nefislerinizde de yakînleri olanlar için âyetler vardır. Katade dedi ki: Âyetin anlamı şudur: Yeryüzünde yürüyen bir kimse bir çok âyetler (delil ve belgeler) ile ibretlik şeyler görür. Kendi nefsi hakkında düşünen kimse de yüce Allah'a ibadet etmek üzere yaratılmış olduğunu anlar. İbnu'z-Zubeyr ile Mücahid dedi ki: Burada (nefislerdeki âyetlerden) kasıt, büyük ve küçük abdestin çıkış yollarıdır. es-Saib b. Şerik dedi ki: İnsan tek bir yerden yer içer, fakat bunlar iki ayrı yerden çıkarlar. Bir kişi katıksız süt İçecek olsa yine ondan su ve kaba pislik çıkar. İşte nefisteki âyet budur. İbn Zeyd dedi ki: Yani o sizi topraktan yarattı. Sizin için işitecek kulaklar, görecek gözler ve kalpler var etti. "Sonra da beşer olup dağılmanız da onun âyetlerindendir." (er-Rum, 30/20) es-Süddî: "Kendi nefislerinizde de" hayatınızda, ölümünüzde yemeğinizin vücudunuza girip çıkmasında da (âyetler vardır) demektir, demiştir. el-Hasen dedi ki: Gençlikten sonra yaşlanmakta, güçlü iken sonradan zayıflamakta, saçlarınız siyah iken ağarmasında... demektir. Bir diğer açıklamaya göre anlamı şudur; Nefislerinizin nutfeden, sonra alakadan, sonra bir çiğnem etten, sonra et ve kemikten yaratılıp ve nihayet size ruhun üflenmesinde, dillerin, renklerin ve suretlerin değişmesinde ve buna benzer gizli ve açık daha başka âyetlerde (Allah'ın varlığına, birliğine, kudretine beigeler vardır.) Kalpler, kalplerde yer etmiş bulunan akıllar, kalplere mahsus mana ve çeşitli özellikler, diller, konuşma, harflerin çıkış yerleri, gözler, organlar ve diğer azalar ve bunların hepsinin yaratılış maksatlarına uygun faaliyette bulunmaları, eğilip bükülsünler diye azaların eklemler halinde düzenlenmiş olması, bunlardan herhangi birisinin felç olması, çalışamaması halinde acizliğin ortaya çıkması, azaların gevşemesi halinde güçsüzlüğün insan üzerine çöreklenmesi... "Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir!" (el-Mu'minun, 23/14) "Artık görmez misiniz?" Bununla kudretinin kemalini bilmeleri için kalbin görmesi (basireti)ni kastetmektedir. Bunun aciz kimsenin başarılı olması, kararlı kimsenin ise mahrum bırakılması anlamında olduğu da söylenmiştir. Derim ki: Sözü edilen bütün bu hususlar ibret almak noktasında kastedilen hususlardır. Bizler el-Bakara Sûresi'nde tevhid âyetinde (2/164. âyet, 14. başlıkta) küçük alem olan insanın bedeninde her ne varsa mutlaka büyük alemde de onun bir benzerinin bulunduğunu açıklamış ve yine orada aklını kullanıp düşünen kimselere yeterli gelecek kadarı ile ibret alınacak birtakım hususları sözkonusu etmiş bulunuyoruz. 22Rızkınız ve vaad olunduğunuz semadadır. "Rızkınız ve vaadolunduğunuz semadadır" âyeti hakkında Said b. Cübeyr ile ed-Dahhak dedi ki: Burada "rızık"tan kasıt, semadan inen yağmur ve kardır. Onunla ekinler biter ve diğer varlıklar hayat bulurlar. Said b. Cübeyr dedi ki: Mevcut olan herbir pınar kardan meydana gelmiştir. el-Hasen'den rivâyete göre; o bulut gördü mü arkadaşlarına şöyle dermiş; Allah'a yemin ederim ki sizin rızkınız ondadır, fakat sizler günahlarınız sebebiyle ondan mahrum edilirsiniz. Meani âlimleri dedi ki: "Rızkınız... semadadır" âyeti rızkınız yağmurdadır, demektir. Yağmura sema denilmesinin sebebi onun semadan (yüksek yerden) inmesinden dolayıdır. Şair de şöyle demiştir: "Sema (yağmur) bir kavmin toprağına düştü mü, Biz de onu(n verimini davarlarımıza) otlatırız, isterse onlar buna kızsınlar." İbn Keysan dedi ki: Sizin rızkınızı karşılamak, semanın Rabbine aittir, demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Yeryüzünde yürüyüp de rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur." (Hud, 11/6) âyetidir. Süfyan es-Sevrî dedi ki: "Rızkınız.., semadadır" rızkınız semada Allah'ın nezdindedir, demektir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Rızkınızın takdiri semadadır. Orada size ait olduğu tesbit edilmiş olan her ne varsa Ana Kitab'ta yazılı bulunmaktadır. Yine Süfyan'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Vasıl el-Ahdeb: "Rızkınız... semadadır" âyetini okudu ve: Şu işe bakın, ben rızkımın semada olduğunu görüyorum, diğer taraftan kalkmış onu yeryüzünde arıyorum deyip, bir harabeye girdi. Orada üç gün kaldı, fakat eline hiçbir şey geçmedi. Üçüncü gün içinde taze hurma bulunan bir zembil görüverdi. Niyeti ondan daha güzel bir kardeşi vardı, o da onunla birlikte aynı mağaraya girdi. Bu sefer zembil birken iki oldu. Yüce Allah ölüm ile onları birbirinden ayırıncaya kadar onlar bu hallerinde devam ettiler. İbn Muhaysın ve Mücahid "Rızkınız... semadadır" anlamındaki âyeti "re" harfinden sonra elif ile: "Size rızık veren semadadır" diye okumuşlardır. Aynı şekilde sûrenin sonlarında bulunan (58. âyetin sonunu): " Şüphesiz Allah rızık verendir..." diye okumuşlardır. "Ve vaadolunduğunuz" âyeti hakkında Mücahid dedi ki: Hayır ve şer türünden vaadolunduğunuz şeyler demektir. Başkası ise; özel olarak hayır türünden.,, demişlerdir. Özel olarak şer türünden, diye de söylenmiştir. Cennet diye de açıklanmıştır, ki bu açıklama Süfyan b. Uyeyne'den nakledilmiştir. ed-Dahhak: Cennet ve cehennem olarak "vaadolunduğunuz" diye açıklamıştır. İbn Şîrîn: Kıyâmete dair "vaadolunduğunuz" diye açıklamıştır. er-Rabi de böyle demiştir. 23Göğün ve yerin Rabbi hakkı için; o sizin konuştuğunuz gibi kesin bir gerçektir. "Göğün ve yerin Rabbi hakkı için o sizin konuştuğunuz gibi kesin bir gerçektir" âyeti ile yüce Allah onlara haber vermiş olduğu ölümden sonra dirilişin, semada rızkı yaratmasının gerçeğini daha da pekiştirmekte ve bunun gerçeğin kendisi olduğuna yemin ettikten sonra; "O sizin konuştuğunuz gibi..." diyerek bunu daha da pekiştirmektedir. Diğer duyular arasından konuşmayı özellikle sözkonusu etmesi diğer duyu organları hakkında -aynada görülmek gibi- benzeyişin sözkonusu olması, safranın baskın' gelmesi ve benzeri hallerde tat almanın imkansız olması, kulakta uğultu ve tınlamanın hissedilmesi gibi kusurların arız olmasından dolayıdır. Konuşma ise bundan azadedir. Yankı ileri sürüterek bu açıklamaya itiraz edilemez. Çünkü yankı ancak konuşan bir kimsenin herhangi bir karışıklık şaibesi olmaksızın konuşmasının gerçekleşmesinden sonra meydana gelir. Kimi hukema şöyle demiştir: Nasıl ki her insan kendi kendisine konuşabiliyor ve başkasının diliyle konuşmasına imkan bulunmuyor ise; aynı şekilde her insan ancak kendi rızkını yer, başkasının rızkını yemesine imkan yoktur. el-Hasen dedi ki: Bana ulaştığına göre Allah'ın peygamberi (salat ve selam ona) şöyle buyurmuştur: "Rabbleri kendilerine kendi zatı adına yemin ettiği halde, kendisini tasdik etmeyen bir topluluğu Allah kahretsin. Çünkü yüce Allah: "Göğün ve yerin Rabbi hakkı için... O kesin bir gerçektir" diye buyuruyor." Taberi, Tüfür, XXVI, 206; İbn Kesîr, Tefsir, IV, 236; Rivâyet, görüldüğü gibi mürseldir. el-Esmaî dedi ki: Bir keresinde Basra mescidinden dönüyordum. Bu vakıayı nisbeten daha muhtasar bir şekilde: Beyhaki, Şuabu'l-Îman, II, 116; Münavi, Feyzu'l-Kadir, IV, 229'da zikretmektedir. Devesi üzerinde kılıcını kuşanmış, yayrelinde, kaba görünüşlü, eti kurumuş bir bedevi ile karşılaştım. Bana yaklaştı, selam verdi ve: Bu adam kimlerden? diye sordu. Ben: Asmaoğullarındanım, dedim. el-Esmaî dedikleri sen misin, diye sordu, ben evet dedim. Nereden geliyorsun? dedi. Ben: İçinde Rahmânın kelamının okunduğu yerden geldim, dedim. O: Peki Rahmân'in öyle insanların okuduğu bir kelamı var mı ki dedi, ben evet dedim. Bana: Ondan bir şeyler oku, dedi. Ben de ona: "Yemin olsun tozutup savuranlara" âyetinden itibaren: "Rızkınız ve vaadolunduğunuz semadadır" âyetine kadar okudum. Bu sefer; Ey Esmaî bu kadar yeter, dedi. Sonra devesine doğrulup gitti, devesini kesti, derisi ile beraber onu parçaladı. Bunu dağıtmak üzere bana yardımcı ol, dedi. Giden gelene onu dağıttık, sonra kılıcını ve yayını tutup kırdı ve onları yükün altına yerleştirdi. Çöle doğru gitti, giderken de: "Rızkınız ve vaadolunduğunuz semadadır" âyetini okuyordu. Bundan dolayı kendime kızdım ve kendimi kınadım. Daha sonra (Harun) er-Reşid ile birlikte haccettim. Tavaf esnasında cılız bir ses duydum. Dönüp baktığımda o bedevi Arabi gördüm. Oldukça zayıflamış, rengi sararmış, solmuştu. Bana selam verdi, elimi tuttu ve dedi ki: Bana Rahmân'ın sözünü oku deyip, Makam’ın arkasında oturmamı istedi. Ben de ona: "Yemin olsun tozutup savuranlara" âyetlerini okudum ve nihayet yüce Allah'ın: "Rızkınız ve vaadolunduğunuz semadadır" âyetini okudum. Bu sefer bedevi: Yemin olsun, Rahmân'ın bize vaadettiğinin gerçek olduğunu gördük, dedi. Sonra: Daha başka bir şey var mı? diye sordu. Ben: Evet dedim. Şanı yüce Allah: "Göğün ve yerin Rabbi hakkı İçin o sizin konuştuğunuz gibi kesin bir gerçektir" diye buyuruyor, dedim. Bu sefer bedevi bir çığlık atarak: Subhanallah dedi. O celil olan Allah'ı yemin edecek kadar kim kızdırdı? Onlar söylediği sözü tasdik etmiyorlar mı ki sonunda yemin etmek zorunda kaldı? Bu sözlerini üç defa tekrarladı ve bununla birlikte canını teslim etti, Yezid b. Mersed dedi ki: Bir adam hiçbir şeyin bulunmadığı bir yerde aç kaldı. Allah'ım, vaadettiğin rızkını bana gönder, dedi. Hiçbir şey yemediği ve içmediği halde karnı doydu ve susuzluğu gitti. Ebû Said el-Hudri’den dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse rızkından kaçacak olursa, ölüm onun arkasından gittiği gibi rızkı da arkasından gider." Deylemi, Firdevs, IH, 361; İbn Adiy, el-Kamil, VI. 19da bu hadisi kaydettikten sonra ravilerinden Fudayl b. Merzuk hakkında: "Hasen hadisleri vardır. Ravi olarak sakıncası olmadığını umarım" demektedir. Bu hadisi senediyle es-Sa'lebî zikretmiştir. İbn Mace'nin Sünen 'inde de Halid'in iki oğlu Habbe ve Seva'dan, dediler ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna -bir şeyler yaparken- girdik. Bu işinde ona yardımcı olduk, şöyle buyurdu: "Başlarınız hareket ettikçe rızıktan yana ümitsiz olmayınız. Çünkü kişi annesinden üzerinde herhangi bir kabuk (elbise) bulunmaksızın, kızarmış bir ten ile dünyaya gelir, sonra Allah onu rızıklandırır." İbn Mace, II, 1394, Ahmed b. Ebi Bekir, Misbahu’l-Zucace, IV, 226; Taberani, Kebir, VII, 137; Beyhaki, Şuabu'l Îman II, 119. Rivâyet edildiğine göre bedevilerden bir topluluk bir ekin ektiler. Fakat o ekin bir afete maruz kaldı. Bundan dolayı üzüldüler. Yanlarına bedevi bir kadın geldi ve: Sizi ne diye başlarınızı önünüze eğmiş, kalpleriniz daralmış görüyorum? Halbuki o bizim Rabbimizdir ve bizim halimizi bilir. Rızkımızı vermek O'nun işidir. O dilediği zaman, dilediği gibi onu bize gönderir, dedi. Sonra şu beyitleri okumaya koyuldu: "Denizin dibinde sağlamca çakılmış bir kaya bulunsa, Sağır (hiçbir deliği yok) birbirinin içine girmiş ve her tarafı dümdüz olsa. Allah'ın yarattığı bir canın da rızkı bulunsa, çatlar bu kaya. Ta ki bu cana içindeki herşeyi verinceye kadar. Yahutta onun gideceği yol yedi sema arasında olsa; Elbette Allah ona doğru yükselmeyi kolaylaştıracaktır. Ta ki Levh(-i Mahfuz'da) ona ayrılmış payını elde edinceye kadar, Eğer elde etmemiş ise; mutlaka ona ulaşacaktır." Derim ki: Eş'arilerin, elçilerini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gönderdikleri vakit başlarından geçen olay da bu anlamdadır. Elçileri yüce Allah'ın: "Yeryüzünde yürüyüp de rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur." (Hud, 11/6) âyetini işitince geri dönüp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile konuşmayarak: Eş'ariler Allah için hayvanlardan daha değersiz değildirler, demişti. Tirmızı el-Hakim, Neoadiru'l-Usıd, III, 35. Biz bunu Hud Sûresi 'nde (sözü geçen âyetin tefsirinde) zikretmiş bulunuyoruz. Lukman da: "Oğulcuğum! Eğer sen bir kaya içinde veya göklerde... ve yaptığın hardal tanesi ağırlınca dahi olsa Allah onu getirir." (Lukman, 31/16) dediği nakledilmiştir. Bu daha önce Lukman Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. Bu hususa dair yeterli açıklamalarımızı: "Kamu'l-Hırsi bi'z-Zühdi ve'l-Kanaa" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. İşte herhangi bir şaibenin katılmadığı gerçek tevekkül ile kalbin Rabbin dışındaki herşeyden büsbütün boşaltılması bu demektir. Yüce Allah bu hali bize ihsan etsin, lütuf ve keremiyle kendisinden başkasına da bizleri muhtaç kılmasın. "O sizin konuştuğunuz gibi kesin bir gerçektir" âyetindeki: " Gibi" genel olarak nasb ile okunmuştur ve takdirindedir. O halde; "kef" harfinin hazfedilin esi takdiri üzere nasbedilmistir. Ondan sonra gelen; ise zaiddir. Bu açıklamayı bazı Kûfeliler yapmıştır. ez-Zeccâc ile el-Ferrâ'' da şöyle demiştir: Bunun rekid olarak nasbedilmesi de mümkündür. " Senin konuşman gibi bu bir gerdektir" demek olur. Bu haliyle hazfedilmiş bir mastarın sıfatı gibidir. Sîbeveyh'in görüşüne göre, bu i'rab açısından mütemekkin olmayan bir lâfza izafe edilmesi halinde olduğu gibi; mebni (feth üzere) gelmiştir. (U) te'kid içim zaiddir. el-Mazinî dedi ki; "Gibi" lâfzı O ile birlikte aynı şey konumundadır. Esre üzere bina edilmesi bundan dolayıdır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de bunu tercih etmişlerdir. (el-Mazmî) dedi ki: Çünkü Araplar arasından: lâfzını her zaman için nasb edenler vardır. "Bana senin gibi bir adam dedi ki" derken de: "Senin gibi bir adama uğradım" derken de bu lâfız nasb ile kullanılır. Bu durumda: "Gibi" lâfzı mana itibariyle: gibidir. Ebû Bekr, Hamza, el-Kisaî ve el-A'meş; "Kesin bir gerçektir" lâfzının sıfatı olarak ref ile (ötreli) okumuşlardır. Çünkü bu lâfız marifeye izafe edilse dahi nekredir. Zira benzer şeyler arasında benzerliğin sözkonusu olduğu ve bundan sonra gelen eşyanın çokluğu dolayısıyla muzaf olmak gibi bir özelliği bulunmamaktadır. "Gibi" lâfzı; "(........): Sîzin" lâfzına muzaf olup ise zaiddir. Ondan sonraki lafızla birlikte mastar konumunda olmaz. Zira onunla birlikte mastar anlamını vereceği bir fiil bulunmamaktadır. Diğer taraftan: "Bir gerçektir" âyetinden bedel olması da mümkündür. 24İbrahim'in şerefli kılınmış konuklarının haberi sana geldi mi? "İbrahim'in şerefli kılınmış konuklarının haberi sana geldi mi?" âyeti ile yüce Allah, İbrahim (aleyhisselâm)'ın kıssasını -Lut kavmine yaptığı gibi-âyetlerinİ yalanlayanları helâk etmiş olduğunu, bu vesile ile açıklasın diye zikretmiş bulunmaktadır. "Sana geldi mi?" "âyeti sana gelmedi mi?" demektir. "mi" lâfzının ".-.mistir" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "İnsan üzerinden uzun bir süre geçti mi (geçmiştir, geçmiş bulunuyor.)" (el-İnsan, 76/1) âyetine benzemektedir. İbrahim (aleyhisselâm)'ın konukları hakkında açıklamalar daha önce Hud Sûresi (11/69. âyet ve devamının tefsirinde) ile el-Hicr Sûresi'nde (15/15. âyet ve devamının tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Şerefli kılınmış" âyeti, Allah nezdinde şerefli kılınmış demektir. Buna delil de yüce Allah'ın: "Bilakis onlar mükerrem (şerefli kılınmış) kullardır." (el-Enbiya, 21/26) âyetidir. İbn Abbâs dedi ki: Cebrâîl, Mikail ve İsrafil adlı melekleri kastetmektedir. Osman b. Haşin ise bunlara Refail (hepsine selam olsun) adlı meleği de ilave eder. Muhammed b. Ka'b dedi ki: Cebrâîl ile beraberinde dokuz melek idiler. Atâ ve bir topluluk: Bunlar Cebrâîl, Mikail ve beraberlerinde bir melek daha olmak üzere üç melek idiler. İbn Abbâs dedi ki: Onları "şerefli kılınmış: mükerrem" diye nitelendirmesi korkmamaları ve dehşete kapamamalarından dolayıdır. Mücahid dedi ki: Onlara "şerefli kılınmış" ismini vermesi, İbrahim (aleyhisselâm)'ın kendilerine bizzat hizmet etmesinden dolayıdır. Abdu'l-Vehhab dedi ki: Ali b. Iyad bana dedi ki: Evimde helva var. Hakkında ne dersin? Ben: Onun hakkında güzeldir demekten başka bir şey diyemiyorum, dedim. O halde beraber gidelim, dedi. Eve girdim, kölesine seslendi, kölesi orada yoktu. Bir de ne göreyim? Beraberinde güğüm, leğen ve omuzunda mendil ile geldi. Ben: İnna lillah ve inna ileyhi raciun dedim. Ey Ebû'l-Hasan keşke durumun böyle olduğunu bilseydim. (Bunu yapmazdım), dedim. Bana: Yavaş ol dedi. Sen bizim yanımızda mükerrem (şerefli kılınmış) birisisin. Mükerrem olana da bizzat hizmet edilir. Sen yüce Allah'ın: "İbrahim'in şerefli kılınmış (mükerrem) konuklarının haberi sana geldi mi?" âyetine bir baksana! 25Hani yanına girdiklerinde: "Selam" demişlerdi. O da: "Selam" demişti. "Tanımadık bir topluluk..." "Hani yanına girdiklerinde: Selam demişlerdi." Bu âyet, daha önce el-Hicr Sûresi'nde (15/52. âyet ve tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "O da: Selam demişti." Yani o da: "aleyküm selam" demişti. Âyetin; isim bir selamdır, yahut benim size verdiğim cevab da selamdır, anlamında olması da mümkündür. Kûfeliler -Âsım dışında- "sin" harfi esreli olarak (........) diye okumuşlardır. "Tanımadık bir topluluk!" Yani siz tanımadığım bir topluluksunuz. Yabancısınız, sizi tanımıyoruz, demektir. Bir açıklamaya göre o, kendilerini insan suretinden başka bir şekilde ve daha önce tanıdığı melek suretinden başka şekilde gördüğünden onları tanıyamadı, bu sebebten: "Tanımadık bir topluluk" dedi. Bir diğer açıklamaya göre; Onları tanımayışının sebebi, İzin istemeksizin yanına girdiklerinden dolayı olmuştu. Ebû'l-Aliye dedi ki: O dönemde ve o topraklarda onların selam vermelerini hayretle karşılamıştı. Onlardan korktu diye de açıklanmıştır. Nitekim bir kimseden korktuğunu anlatmak için: Ondan korktum" denilir. Şair de şöyle demiştir: "Benden korktu (çekindi, tanımadı); halbuki onun Olaylar arasından çekindiği, ağaran saçlar ile alnımın dökülen perçeminden başkası değildir." 26Hemen ailesine gidip semiz bir buzağı getiriverdi. "Hemen ailesine gidip..." âyeti hakkında ez-Zeccâc dedi ki: Ailesine doğru yöneldi, demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden es-Saffat Sûresi'nde (37/91- âyetin tefsirinde) bu (lâfız) geçmiş bulunmaktadır. "İstedi" anlamında denilir, " Ne istiyorsun, ne arıyorsun" demektir. "Gizlice o şeye meyletti, ona yöneldi" demektir. Bu açıklamalara göre; ile aynı anlamda iki ayrı söyleyiştir. "Semiz bir buzağı getiriverdi." Yani misafirlerine Hud Sûresi'nde de belirtildiği gibi, kızartmış olduğu bir buzağı getiriverdi: "Ve vakit geçirmeden kızartılmış bir buzağıyı getirdi." (Hud, 11/69) Denildiğine göre misafirleri kendilerine yemek hazırlamak istediğini farketmesinler diye İbrahim (aleyhisselâm) misafirlerinden gizlenircesine evine gitmişti. 27Onu önlerine yaklaştırıp: "Yemez misiniz?" dedi. "Onu" buzağıyı "önlerine yaklaştırıp yemez misiniz, dedi." Katade dedi ki: İbrahim (aleyhisselâm)'ın malının tamamı inek türünden idi. Onlara semiz bir buzağı seçmesi ise, misafirlerine ileri derecedeki ikramından ötürü idi. Kimi şivelerde: " Buzağı" lâfzının "koyun" anlamında olduğu da söylenmiştir. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmiştir. es-Sıhah'te şöyle demektedir: Buzağı ineğin yavrusudur."da aynı şeydir, çoğulu: ...diye gelir, dişisi de ...diye gelir. Bu açıklama Ebû'l-Cerrah'dan nakledilmiştir ise "buzağısı olan inek" demektir aynı zamanda Rabialılara mensub bir kabilenin adıdır. 28İçinde onlardan gizli bir korku duydu. "Korkma!" dediler ve ona çok bilgili bir oğul müjdesini verdiler. "İçinde onlardan gizli bir korku duydu." Kalbinde onlardan bir korku hissetti, demektir. Onun getirdiği yemekten yememeleri üzerine içinde böyle bir korku gizledi, diye de açıklanmıştır. Çünkü bir kimsenin yemeğinden yiyen birkişi, yemeğinden yediği kimseden yana kendisini güvenlik içerisinde hisseder. Amr b. Dinar dedi ki: Melekler Biz bedelini ödemedikçe yemek yemeyiz, dediler. İbrahim: Yiyin, bedelini de ödeyin, deyince, onlar: Bedeli nedir? diye sordular. O da: Yediğiniz vakit Allah'ın ismini anarak yersiniz, bitirdiğinizde de O'na hamdedersiniz, dedi. Biri diğerine bakıp: İşte bundan dolayı Allah seni Halili (candan dostu) edinmiştir, dediler. Bu husus daha önce Hud Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. İbrahim (aleyhisselâm)'ın korktuğunu görünce: "Korkma" dediler. Ona kendilerinin Allah'ın melekleri ve elçileri olduğunu bildirdiler "ve ona" eşi Sara'dan doğacak "çok bilgili bir oğul müjdesini verdiler." Denildiğine göre ona melek olduklarını haber verdiklerinde onların doğru söylediklerini kabul etmedi. Bu sefer Allah'a dua ettiler ve bunun üzerine (yüce Allah) kendilerine ikram ettiği buzağıyı canlandırdı. Avn b. Ebi Şeddad’ın rivâyet ettiğine göre; Cibril kanadıyla buzağıyı sıvazladı. O da kalkıp yürüdü ve annesine yetişti, O sırada buzağının anası da henüz orada bulunuyordu. "Çok bilgili: alim" vasfı ergenlik yaşına ulaştıktan sonra Allah'ı ve dinini bilen kimselerden olması demektir. Cumhûr'un kanaatine göre doğacağı müjdelenen kişi İshak (aleyhisselâm)'dır. Tek başına Mücahid ise, o İsmail'dir, demiştir, ancak bu görüşün pek değeri yoktur. Çünkü yüce Allah: "Ve ona... İshak'ı müjdeledik." (es-Saffat, 37/112) diye buyurmaktadır. Bu ise açık bir nastır. 29Bunun üzerine hanımı feryad ile yönelip yüzüne vurdu ve: "Kısır bir kocakarı..." dedi. "Bunun üzerine hanımı feryad ile yönelip..." İbn Abbâs ve başkalarından rivâyete göre çığlık atarak bağırıp demektir. " Kapının çıkardığı ses (gıcırtısı)" ifadesi de buradan gelmektedir. İkrime ve Katade dedi ki: Bu çıkarılan inilti ve ağlamadır. Hanımının "yönelmesi" bir yerden bir yere yönelmek şeklinde değildi. el-Ferrâ'' dedi ki: Bu bir kimsenin “Bana sövüp saymaya yöneldi" demesine benzer. Bana sayıp sövmeye koyuldu, demektir. "Hanımı feryad ile yönelip" tabirinin bir grub kadın ile birlikte; meleklerin sözünü duydu, anlamına geldiği de söylenmiştir. el-Cevherî dedi ki: "Bağırmak ve çığlık atmak" demektir. Aynı zamanda topluluk anlamına geldiği gibi üzüntü ve benzeri şeylerden dolayı duyulan sıkıntı, anlamına da gelir. İmruu’l-Kays dedi ki: "Onu (o yaban ineklerinin) önde gidenlerine kavuşturdu Arkada kalanları ise topluluk içerisinde oldukları halde dağılmadılar." Bu beyitte, bu lâfız her üç manaya (topluluk, çığlık ve ses) da gelebilmektedir. " Aşırı sıcak" demektir. Sara müjdeyi işitince "yüzüne vurdu" . Yani kadınların hayret ettikleri zamanda adetleri üzere elini yüzüne vurdu. Bu açıklamayı Süfyan-ı Sevrî ve başkaları yapmıştır. İbn Abbâs dedi ki: "Yüzüne vurdu" yani elinin avucu ile yüzünü kapattı. Çünkü: (........)'ın asıl anlamı vurmaktır. "Onu vurdu, dövdü" anlamındadır. Recez vezninde de şair şöyle demiştir: "Ey vurulup da yere düşen turna kuşu..." Bu mısradan sonra; "yere düşen' anlamını verdiğimiz lâfza dair yarım satırlık bir ibare, anlam itibariyle tercümede yer aldığından, ayrıca tercüme edilmemiştir. "Ve: Kısır bir kocakarı... dedi." âyeti, kısır bir kocakarı hiç doğurur mu? demektir. ez-Zeccâc dedi ki: Ben kısır bir kocakarıyım, o halde nasıl doğurabilirim? dedi, demektir. Nitekim bir başka yerde: "Vay halime.' Ben kocamış bir kadın... iken ben mi doğuracak mışım?" (Hud, 11/72) dediği zikredilmektedir. 30Dediler ki: "Bu böyledir. Rabbin buyurmuştur. Şüphesiz ki O, hakim olandır, herşeyi en iyi bilendir." "Dediler ki: Bu böyledir." Yani durum, bizim sana söylediğimiz ve haber verdiğimiz gibidir, "Rabbin buyurmuştur." Bunda hiçbir şüphen olmasın. Ona verilen bu müjde ile doğum arasında bir senelik süre geçmiştir. Sara bundan önce kısırdı. Doksandokuz yaşında iken doğum yaptı. İbrahim (aleyhisselâm) da o sırada yüz yaşında idi. Bu husus daha önceden geçmişti. "Şüpnesiz ki o" yaptığı işlerinde sonsuz hikmetler bulunan "Hakim olandır. Herşeyi" ve yarattıklarının maslahatlarını "en iyi bilendir." 31"Ey elçiler! O halde asıl İşiniz nedir?" dedi. "Ey elçiler! O halde asıl işiniz nedir? dedi." îbrahim (aleyhisselâm) buzağıyı diriltmek ve müjde vermekle onların melek olduklarına kesinlikle inanınca onlara: "Ey elçiler! O halde asıl işiniz" durumunuz ve kıssanız "nedir? dedi.” 32Onlar: "Şüphe yok ki biz günahkar bir topluluğa gönderildik" dediler. 33"Üzerlerine çamurdan taşlar atalım diye; “Onlar: Şüphe yok ki biz günahkar bir topluluğa" Lut kavmine "gönderildik dediler. Üzerlerine çamurdan taşlar atalım." Yani o taşlaria o kav mi taşlayalım "diye." 34"Rabbinin nezdinde haddi aşanlar için İşaretlenmiş olan." "Rabbinin nezdinde" Allah nezdinde taşlanmalarına hüküm etmiş olduğu kimseleri taşlamak üzere hazırlamış bulunduğu taşlaria "haddi aşanlar için işaretlenmiş" kendilerine gerekli alametler konulmuş,.. Denildiğine göre; bu taşlar siyah ve beyaz çizgili imiş. Bir başka görüşe göre çizgileri siyah ve kırmızı idi. "İşaretlenmiş" âyeti azâb taşları olduğu bilinen taşlar, diye açıklanmıştır. Yine denildiğine göre; herbir taşın üzerinde o taşla helâk olacak şahsın ismi yazılı idi. Taşların üzerinde mühürleri andıran işaretler olduğu da söylenmiştir. Bütün bu hususlar daha önce Hud Sûresi'nde (11/82-83. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Taşlar onlardan yolculukta bulunanları, kenarda kıyıda bulunanlarını dahi takib edip durdu ve onlardan durumlarını haber verecek kimse kurtulmadı. Diğer taraftan bu taşların tıpkı kireç gibi pişirilmiş taşlar olduğu söylenmiştir. Bu açıklamayı da İbn Zeyd yapmıştır. İşte yüce Allah'ın: "Pişirilmiş balçıktan taşlar." (Hud, 11/82) âyetinin anlamı -Hud Sûresi'nde açıklaması geçtiği üzere- budur. Bu taşların bizim gördüğümüz taşlar olduğu ve bunların da esasi arı itibariyle çamur olduğu da söylenmiştir. Bu çamurların taşa dönüşmesi ise; zamanla güneşin onları yakmasının bir sonucudur. Yüce Allah'ın: "Çamurdan" diye buyurması bunların dolu diye bildiğimiz (esas itibariyle) sudan taşlar olmadığının bilinmesi içindir. Bu açıklamayı el-Kuşeyri nakletmiştir. 35Biz de orada bulunan mü’minleri çıkarttık. "Biz de orada bulunan mü’minleri çıkardık." Yani Lut kavmini helâk etmeyi murad edince -mü’minlerin helâk olmaması için- kavmi arasında bulunan mü’minleri çıkardık. İşte yüce Allah'ın: "Sen bir ara geceleyin aile efradınla yürü git." (Hud, 11/81) âyetinin anlamı budur. 36Ama orada müslümanlardan bir ev halkından başkalarını bulmadık. "Ama orada müslümanlardan bir ev halkından başkalarını bulmadık." âyeti ile Lut'u ve onun iki kızını kastetmektedir. Âyette hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani biz orada... bir ev halkından (mealde böyle olmakla birlikte âyetteki lâfzı ile; "bir evden" şeklindedir) başkasını bulmadık, demektir. Nitekim bazan "şerefli bir ev" denilir, bununla ev halkı kastedilir. Yüce Allah'ın: "Orada" âyetinde zamir -daha önce sözü geçmemiş olduğu halde- kasabaya aittir. Çünkü onun kastedildiği anlaşılan bir husustur. Aynı şekilde yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki Biz günahkar bir topluluğa gönderildik." âyeti da kasabaya delalet etmektedir. Çünkü topluluk "bir kasabada" yaşarlar. Buradaki zamirin çoğul zamiri olduğu da söylenmiştir. (O zaman: O kasabalarda... demek olur.) (Bu iki âyette geçen) "mü’minler" ile "müslümanlar" aynı şendir. Aynı lâfız tekrarlanmasın diye farklı lâfızlar kullanılmıştır. "Ben keder ve üzüntümü ancak Allah'a açarım." (Yusuf, 12/86) âyetinde olduğu gibi. Îmanın kalbin tasdik etmesi, İslâm'ın da zahiren emre itaat ve bağlılık anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu durumda her mü’min bir müslümandır, ancak her müslüman mü’min değildir. Yüce Allah birinci âyet-i kerimede onlardan "mü’minler" diye söz ederken her mü’minin aynı zamanda müslüman oluşundan dolayıdır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/8. âyet, 3- başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Bedevi Araplar: Îman ettik dediler. De ki: Siz îman etmediniz..." (el-Hucurat, 49/14) âyeti îman ile İslam arasında fark olduğuna delildir. Müslim'in Sahih'inde ve başka kaynaklarda yer alan Cibril hadisinden de anlaşılan budur. Biz bunu bir başka yerde açıklamış bulunuyoruz. 37Ve orada acıklı azaptan korkanlar için bir alamet bıraktık. "Ve orada acıklı azaptan korkanlar İçin bir alamet bıraktık." Gerek o dönemin insanları için, gerek onlardan sonra gelecekler için bir ibret ve bir alamet bıraktık. Bunun bir benzeri yüce Allah'ın: "Yemin olsun biz akıl erdiren bir topluluk için o kasabadan apaçık bir belge bıraktık." (el-Ankebut, 29/35) âyetidir. Şöyle de denilmiştir: Bırakılan alamet, bizzat harab olmuş o kasabadır. Bir başka görüşe göre kendileriyle taşlandıkları o pişmiş taşlar, alametin kendisidir. "Azaptan korkanlar için" bu alametin bırakılmış olması ise ondan yararlanacak olanların onlar oluşundan dolayıdır. 38Ve Mûsa'nın kıssasında da... Hani onu Fir'avun'a apaçık bir delille göndermiştik. "Ve Mûsa'nın kıssasında da..." Yani Biz Mûsa'nın kıssasında da aynı şekilde bir alamet bıraktık. el-Ferrâ'' dedi ki: Bu âyet yüce Allah'ın: "Yeryüzünde âyetler (alametler) nardır." (ez-Zariyat, 51/20) âyetine atfedilmiş olup "Ve Mûsa'nın kıssasında da" âyetler vardır, demektir. "Hani onu Flravun'a apaçık bir delille göndermiştik." Bu apaçık delil asadır. Asa ve onun dışındaki diğer mucizelerle gönderdik demektir, diye de açıklanmıştır. 39O bütün güç kaynaklarıyla yüz çevirip: "Sihirbaz veya delidir" dedi. "O bütün güç kaynaklarıyla" yani Fir'avun "bütün güç kaynaklarıyla"; -İbn Zeyd'in açıklamasına göre- bütün topluluğu ve askerleriyle imandan yüz çevirdi, Mücahid'in açıklaması da bu anlamdadır. "Yahut güçlü bir yere sığınabilseydim." (Hud, 11/80) âyetinde de aynı kökten gelen lâfız kullanılmıştır ki; burada kişiyi koruyan güç ve aşireti kastedilmiştir. İbn Abbâs ve Katade; (Fir'avun) gücüyle yüz çevirdi, diye açıklamışlardır. Antere'nin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Savaşlara girip çıkmam zayıflatmadı gücümü, Fakat asıl geçen zaman (zayıf düşürdü, beni)," "Güç kaynakları" anlamı verilen lâfzın, "bizzat kendisi" anlamına geldiği de söylenmiştir. el-Ahfeş yanını döndü diye açıklamıştır. Yüce Allah'ın: "Yüz çevirir, yan çizip uzaklaşır." (Fussilet, 41/51) âyetine benzemektedir, el-Müerric de böyle açıklamıştır. el-Cevherî dedi ki: Bir şeyin rüknü en kuvvetli yanı ve tarafı demektir. "O güçlü bir rükne sığınır" ifadesi sağlam ve koruma imkanı bulunan bir yere sığınır demektir. el-Kuşeyrî dedi ki: Rükün bedenin yan tarafı demektir. Bu da bir şeyden yüz çevirmekte aşırıya gitmeyi ifade eden bir tabirdir. "Sihirbaz veya delidir, dedi." âyetindeki "veya" "vav" anlamındadır. Çünkü onlar her ikisini de söylemişlerdi. Bu açıklamayı el-Müerric ve el-Ferrâ'' yapmıştır. Cerir'in şu beyitini zikretmektedir:' Beyiti zikreden Ebû Ubeyde'dir. Bk.: en-Nehhâs, Îrabu'l-Kur'ân, III, 240 "Ey süvarilerin Salebesi veya (ve) Riyah Sen onlarla Tuhayyalılar ile el-Hişablıları denk tuttun." Nitekim: " Veya"; "Vav:ve" anlamında kullanılabilir. Yüce Allah'ın: "Ve onlardan günahkar veya nankör hiçbir kimseye itaat etme!" âyetinde olduğu gibi. "Vav"ın "veya" anlamında kullanıldığı da olur. Yüce Allah'ın: "Size helal olan kadınlardan ikişer ve(ya) üçer ve(ya) dörder olmak üzere nikâhlayın." (en-Nisa, 4/3) âyetinde olduğu gibi. Bütün bu hususlar daha önceden (en-Nisa, 4/3. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 40O kendi kendisini kınar olduğu halde, onu da, ordularını da alıp hepsini denize attık. "O" yani Fir'avun "kendi kendisini kınar olduğu halde." Çünkü o kınanmayı gerektirecek iş yapmıştı. "Onu da, ordularını da" küfre sapmaları ve Îmandan yüz çevirmeleri dolayısıyla "alıp, hepsini denize attık." Denize bıraktık, 41Ve Âd kavminde de... Hani onların üzerine kısır (hayırsız ve bereketsiz) rüzgarı göndermiştik. "Ve Âd kavminde de..." Düşünen kimseler için Âd kavminde de bir alamet bıraktık. "Hani onların üzerine kısır (hayırsız ve bereketsiz) rüzgarı göndermiştik." Bu hiçbir bulutu, hiçbir ağacı aşılamayan; bir rahmet, bir bereket ve bir fayda taşımayan rüzgardır. " Kısır kadın" yani gebe de kalmayan, doğum da yapmayan kadın tabiri de buradan gelmektedir. Bu rüzgarın güney rüzgarı olduğu söylenmiştir. İbn Ebi Zi'bin, el-Haris b. Abdu'r-Rahmân'dan, onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiğine göre: "Kısır rüzgar güneyden esen rüzgardır." diye buyurmuştur. Mukatıl dedi ki: Bu rüzgar batıdan esen rüzgardır. Nitekim Sahih'te Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu zikredilmiştir: "Bana (doğudan esen) saba rüzgarı ile yardım olundu. Âd kavmi ise batıdan esen (debur) rüzgarı ile helâk edildi. " Buhârî, I, 350, III, 1172, 1219, IV, 1507; Müslim, II, 617; Müsned, I, 223, 228, 324, 341, 355, 373. İbn Abbâs dedi ki: Bu yön değiştiren ve iki yön arasında esen rüzgar (en-nekba)dır. Ubeyd b. Umeyr dedi ki: Bu rüzgarın bulunduğu yer yerin dördüncü katıdır. Âd kavmi üzerine bundan açılan miktar ancak bir öküzün burun deliği kadardı. İbn Ebi Necih de yine Mücahid'dena Barada Mücahid'den daha fince söz edilmediği halde "yine" anlamını verdiğimiz "eydan" lâfzım zikretmeyi gerektirecek bir husus yoktur. bu rüzgarın saba rüzgarı olduğunu rivâyet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 42O neye uğradıysa mutlaka onu ufaltıp kül gibi koyuyordu. "O neye uğradıysa, mutlaka onu ufaltıp kül gibi koyuyordu." Yani çer-çöp olmuş'bir şey gibi bir hale getiriyordu. Nitekim bitki kuruyup dağılacak olursa denilir. İbn Abbâs dedi ki: Yok olup çürümüş bir şey gibi yapıyordu, demektir. Mücahid de böyle açıklamıştır. Şairin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Zaman gözlerimi kör ettiği vakit ve ben Çürümüş ve ufalıp, dağılmış bir kemik gibi kaldığımda, terkettin beni." Katade dedi ki: Bu dövülen, ezilen kuru bitki demektir. Ebû'l-Aliye ve es-Süddî de şöyle demiştir: Oldukça ince taneli toprak gibi anlamındadır. Kutrub da: " Kül" demektir, diye açıklamıştır. Yeman dedi ki: Bu davarların dudaklarıyla (ağızlarının kenarıyla) bir kenara attıkları otlar demektir. Kelime, aslı itibariyle kemiğin çürümesini anlatmak üzere kullanılan: " Kemik çürüdü" ifadesinden alınmıştır. Bu kökten olmak üzere "Kemik çürüdü, çürür"; "O: Çürümek" denilir. Bu durumda olana da: denilir. Şair der ki: "Ona muhalefet etmenin (sözünde durmamanın) akıbetlerinin bir yergi sebebi ve Kemikler çürümüş halde iken bile aleyhine kalacağım gördü." şeklinde gelir. Bu âyetin bir benzeri de önceden de geçtiği gibi: "Rabbinin emri ile herşeyi helâk eder" (el-Ahkaf, 46/25) âyetidir. 43Semud'da da... Hani onlara: "Bir süreye kadar faydalanın" denilmişti. "Semud'da da..." Aynı şekilde kendilerine; dünya hayatından faydalananlar olarak yaşayın, demlisinde bir ibret ve bir alamet vardır, "Bir süreye kadar" helâk olacağınız vakte kadar demek olup, bu da Hud Sûresi'nde; "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın." (Hud, 11/65) âyetinde belirtildiği üzere üç gündür. Buradaki "faydalanın" âyetinin müslüman olun ve böylece ecellerinizin sona ereceği vakte kadar faydalanın, anlamında olduğu da söylenmiştir. 44Onlar ise Rabblerinin emrine uymayıp baş kaldırmışlardı. Bu yüzden onlar bakınırlarken yıldırım onları yakalayıvermişti. "Onlar ise Rabblerinin emrine uymayıp, baş kaldırmışlardı." Yani Allah'ın emrine muhalefet ederek dişi deveyi kesmişlerdi. "Bu yüzden onlar" ona (yıldırıma) gündüzün "bakınırlarken yıldırım" yani ölüm "onları yakalayıvermîşti." Bunun helâk edici her azâb anlamında olduğu da söylenmiştir. el-Huseyn b. Vakid dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de geçen her bir "saika: yıldırım" azâb demektir. Ömer b. el-Hattâb, Humeyd, İbn Muhaysın, Mücahid ve el-Kisaî: " Baygınlık" diye okumuşlardır. "Adam bir baygınlık ile bayıldı, bayılmak" denilir. “Gökten üzerlerine yıldırım düştü" demektir. "Azâb çığlığı" demektir. Bu daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/19- ayetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. 45Ayağa da kalkamadılar, onlara yardım da edilmedi. "Ayağa da kalkamadılar" âyetinin, ayağa kalkmak gücünü bulamadılar, anlamında olduğu söylendiği gibi, Allah'ın azabına karşı koyamadılar, üna katlanamadılar, onun altından kalkamadılar, kendilerinden uzaklaştıramadılar demek olduğu da söylenmiştir. Mesela: "Bu işe takatim yok, bu işe güç yeliremem" denilir. İbn Abbâs dedi ki: Bedenleri gitti, fakat ruhları azapta kalmaya devam etti. "Onlara yardım da edilmedi." Helâk edildiklerinde azaptan korunamadılar, yani onlara yardımcı olan olmadı. 46Önceden de Nûh kavmini (helâk ettik,) Çünkü onlar fasık bir kavim idiler. "Önceden de Nûh kavmini (helâk ettik)" âyetindeki "Nûh kavmini" âyetini Hamza, el-Kisaî ve Ebû Amr esreli olarak: "Ve Nûh kavminde de" diye okumuşlardır ki; Nûh kavminde de bir alamet vardır, demek olur. Diğerleri: "Nûh kavmini de helâk ettik" anlamında nasb ile okumuşlardır. Yahut nasb ile okunması halinde; "Onları yakalayıvermişti" (Zariyat, 51/44) âyetindeki (onları anlamındaki) "he" ve "mim"den ibaret zamire atıf ile olur ya da (40. âyet-i kerimedeki): " Onu da... alıp" lâfzındaki zamire atfedilmiş olabilir. Yani yıldırım onları aldığı gibi, Nûh kavmini de aldı. Yahut "ordularını da denize attık" Nûh kavmini de attık, demek olur ya da; önceden de Nûh kavmini hatırlat, anlamında olabilir 47Ve Biz göğü kudret ve kuvvetle bina ettik ve muhakkak Biz genişleticileriz. Yüce Allah bu âyetleri "alamet ve belgeleri" açıkladıktan sonra "ve Biz göğü kudret ve kuvvetle bina ettik." diye buyurarak; gökte de, yaratıcının kemal derecesinde herşeye kadir olduğunu gösteren âyetler (belgeler) ve ibretler vardır, diye buyurmakta ve "sema'nın durumunu Nûh kavminin kıssasına atfetmektedir. Çünkü her ikisi de birer âyet (delil, belge ve alemet)dir, "Kudret ve kuvvetle" âyeti, İbn Abbâs ve başkalarından gelen rivâyete göre kuvvet ve kudretle diye açıklanmıştır. "Ve muhakkak Biz genişleticileriz." İbn Abbâs güç yetirenleriz, kudret sahibi olanlarız, diye açıklamıştır. Biz genişlik sahibi kimseleriz, diye de açıklanmıştır. Semayı ve başka varlıkları yaratmak dolayısıyla, yaratmayı dilediğimiz herhangi bir şey sebebiyle Bize darlık gelmesi sözkonusu değildir. Şöyle de açıklanmıştır: Bizler yarattıklarımızın rızıklarını genişletenleriz. Bu açıklama da İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. el-Hasen: Güç yetirenleriz diye açıklamıştır. Yine ondan rivâyete göre; Biz yağmur ile rızkı genişletenleriz, diye açıkladığı nakledilmiştir. ed-Dahhak dedi ki: Biz sizi zengin kılanlar, İhtiyaçtan kurtaranlarız, demektir. Bunun delili de: "Eli geniş olan kendi halince" (el-Bakara, 2/236) âyetinde aynı kökten gelen lâfzın "zengin olan" anlamında kullanılmış olmasıdır. el-Kutebi dedi ki: Biz yarattığımız varlıklar üzerinde geniş lütuf sahibiyiz, demektir. Anlamlar birbirlerine yakındır. Bizler sema ile arz arasında bir genişlik yarattık, diye de açıklanmıştır. el-Cevherî dedi ki: "Adam bolluk ve genişlik içinde oldu" demektir. Yüce Allah'ın: "Ve Biz göğü kudret ve kuvvetle bina ettik ve muhakkak Biz genişleticileriz" âyetinde de aynı anlamdadır. Yani biz muhtaç olmayan ve güç yetirenleriz demektir. Bu açıklama bütün görüşleri kapsamaktadır. 48Yeri de döşedik. Ne güzel döşeyenleriz! "Yeri de döşedik." Yani Biz yeri tıpkı bir döşek gibi suyun üzerinde yaydık ve uzattık. “Ne güzel döşeyenleriz!" Onlar İçin ne güzel döşeyenleriz hazırlayanlarız, demektir. Buradaki "Biz" çoğul zamiri ta'zim içindir. "Döşeği yaydım ve hazırladım" demektir, "İşlerin düzene koyulması ve düzeltilmesi" anlamındadır. 49Herşeyden de çift çift yarattık. İyi düşünürsünüz diye. "Her şeyden de çift çift yarattık." İki tür ve birbirinden farklı iki çeşit yarattık. İbn Zeyd dedi ki: Erkek ve dişi, tatlı ve ekşi ve buna benzer. Mücahid dedi ki: Erkek ve dişi, sema ile arz, güneş ve ay, gece ve gündüz, aydınlık ve karanlık, düzlük ve dağlık, cinler ve insanlar, hayır ve şer, sabah ve akşam ve sesler gibi farklı şeyler demektir. Yani Biz bunları da diğerleri gibi kudretimize delil kıldık. İşte buna güç yetiren, varlıkları tekrar yeniden yaratmaya da kadir olmalıdır. "Herşeyden de çift çift yarattık" âyetinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Böylelikle bu çiftleri yaratanın bir ve tek olduğunu bilesiniz. Çünkü O'nun sıfatları arasında hareket, sükun (hareketsizlik), aydınlık, karanlık, oturmak, kalkmak, başlangıcının olması, sonunun olması gibi şeyler düşünülemez. Zira o yüce Allah, bir ve tektir. "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şura. 42/11) "İyi düşünürsünüz diye." 50O halde Allah'a kaçın. Muhakkak ben sizi O'ndan apaçık uyarıp korkutanım. Geçmiş ümmetlerin peygamberlerini yalanlayıp helâk edilmelerine dair açıklamalar geçtikten sonra yüce Allah; "O halde Allah'a kaçın. Muhakkak ben sizi O'ndan apaçık uyarıp, korkutanım" diye buyurmaktadır. Yüce Allah peygamberine hitaben; Ey Muhammed! Sen de kavmine: "O halde Allah'a kaçın. Muhakkak ben sizi ondan apaçık uyarıp, korkutanım" demesini emir buyurmaktadır. Yani masiyet olan işleri terkedip O'na itaate kaçın. İbn Abbâs dedi ki: Günahlarınızdan tevbe etmek suretiyle Allah'a kaçın. Yine ondan rivâyete göre Allah'tan yine O'na kaçın ve O'na itaat olan işler yapın, demektir. Muhammed b. Abdullah b. Amr b. Osman b. Affan dedi ki: "O halde Allah'a kaçın." Mekke'ye çıkıp gidin demektir. el-Huseyn b. el-Fadl dedi ki: Allah'ın dışındaki herşeye karşı kendinizi koruyun. Çünkü kim Allah'tan başkasına kaçacak olursa kendisini Allah'tan koruyamaz. Ebû Bekir el-Verrak dedi ki: Şeytana itaatten, Rahmâna itaate kaçın. Cüneyd dedi ki: Şeytan batıla davet eder. O halde Allah'a kaçın, Allah sizi ona karşı korur. Zünnun el-Mısrî dedi ki: Cehaletten ilme, küfürden (nankörlükten) şükre kaçın. Amr b. Osman dedi ki: Kendi nefislerinizden Rabbinize kaçın. Yine Amr dedi ki: Daha önce Allah'tan size gelmiş olan iyiliklerden kaçın ve davranışlarınıza güvenmeyin. Sehl b. Abdullah dedi ki: Allah'ın dışındaki herşeyden Allah'a kaçın. "Muhakkak ben sizi O'ndan apaçık uyarıp korkutanım." Yani küfür ve masiyetlere karşı O'nun vereceği cezayı size hatırlatıp bundan korkutuyorum. 51Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmeyin. Muhakkak ben sizi ondan apaçık korkutup uyaranım. "Allah ile birlikte başka bir İlah edinmeyin" âyeti ile yüce Allah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu sözleri insanlara söylemesini emretmektedir. Nezir (uyarıp, korkutan) da O'dur. Bunun yüce Allah tarafından bütün insanlara bir hitab olduğu da söylenmiştir. "Muhakkak ben sizi O'ndan" yani Muhammed'den ve onun kılıçlarından "apaçık korkutup, uyaranım." Eğer Bana ortak koşacak olursanız, onun sizi emri altına alacağından, kılıcının emrine gireceğinizden yana sizleri uyarıp korkutuyorum. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. 52Onlardan öncekilere gelen peygamberlerin herbirine de mutlaka böylece "sihirbaz veya deli" derlerdi. "Onlardan öncekilere gelen peygamberlerin herbirine de mutlaka böylece sihirbaz veya deli derlerdi" âyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir tesellidir. Yani senin kavmin seni yalanlayarak büyücü yahut bir deli dedikleri gibi, öncekiler de yalanlamış ve onların söylediklerinin benzeri sözleri söylemişlerdi. " Böylece" lâfzındaki "kef harfinin benden önce gelip, kendi peygamberlerini uyaran rasûllerin: "Uyarmalarına benzer bir uyarı ile ben de sizleri uyarıyorum" takdiri ile nasb konumunda olması mümkün olduğu gibi: "Durum böyledir" yani önceki gibidir takdiri ile ref’ konumunda olması da mümkündür. Birinci uyan yüce Allah'ın tevhid ehlinden olup kendisine karşı isyan edenleri bir korkutmadır. İkincisi ise inkarcılardan kendisine ortak koşanları bir korkutmadır. Yakub ve başkalarından nakledildiğine göre ifade şanı yüce Allah'ın; "Böylece" lâfzında tamam olmaktadır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: İşte durum bunun gibidir. Onlardan öncekilere gelen peygamberlerin herbirine de mutlaka sihirbaz veya deli demişlerdi. 53Acaba bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler? Hayır, onlar azmış bir kavim idiler. "Acaba bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler?" Yani önce gelenleri sonrakilere yalanlamayı mı tavsiye etti ve bu konuda birbirleriyle anlaşarak mı bu tavırlarını sürdürdüler? Ayetin başındaki "elif" (soru edatı), azarlamak ve yapılan işin hayret edilecek bir iş olduğunu ifade etmek (taaccub) içindir. "Hayır, onlar azmış bir kavim idiler." Yani onlar bu hususlan birbirlerine tavsiye etmediler. Onların ortak Özelliği azgınlık etmeleridir. Azgınlık (tuğyan) ise küfürde haddi aşmaktır. 54Sen yüz çevir onlardan. Artık kınanacak değilsin. "Sen yüz çevir onlardan." Onlardan yüz çevir ve bundan dolayı onlara ilişme! "Artık" Allah nezdinde "kınanacak değilsin." Çünkü sen üzerindeki risaleti tebliğ görevini eksiksiz yerine getirmiş bulunuyorsun. Daha sonra bu yüce Allah'ın: 55Ama öğüt ver. Çünkü öğüt muhakkak mü’minlere fayda verir. "Ama öğüt ver. Çünkü öğüt muhakkak mü'mînlere fayda verir" âyeti ile neshedilmiştir. Bunun kılıç âyetiyle (cihadı emreden âyetle) neshedildiği de söylenmiştir. Birincisi ed-Dahhak'ın görüşüdür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) öğüt vermek suretiyle onlara yönelmesi emrolunmaktadır. Mücahid dedi ki: "Sen yüz çevir onlardan, artık kınanacak değilsin." Yani herhangi bir kusurun dolayısıyla Rabbin seni kınamaz. Öğüt vermek suretiyle de "hatırlat, çünkü öğüt muhakkak mü’minlere fayda verir." Katade dedi ki: Kur'ân ile "öğüt ver. Çünkü" onun ile "öğüt muhakkak mü’minlere fayda verir." Sen onlara başlarına gelecek ceza ile ve Allah'ın (azabını gönderdiği) günleri ile onlara öğüt ver. Özellikle mü’minleri sözkonusu etmesi bu öğütten yararlanacak olanların onlar oluşundan dolayıdır. 56Ben cinleri de, İnsanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım. "Ben cinleri de, İnsanları da ancak Bana İbadet etsinler diye yarattım." Denildiğine göre bu âyet, yüce Allah'ın ezeli bilgisine göre kendisine ibaûet edecek kimseler hakkında özeldir. Âyet umumi bir lafızla gelmiş olmakla birlikte anlamı özeldir. Âyetin manası da şudur: Ben cin ve insanlardan bahtiyar kimseleri ancak Beni tevhid etsinler diye yarattım. el-Kuşeyrî dedi ki: Âyet-i kerîme kafi olarak tahsis edilmiştir. Çünkü deliler ve çocuklar Allah'a ibadet etmekle emr olunmamışlardır ki; yüce Allah'ın onlardan ibadet etmelerini istediği söylenebilsin. Diğer taraftan yüce Allah: "Yemin olsun ki Biz cehennem için cin ve insanlardan çok kimseler yaratmışızdır." (el-Araf, 7/179) diye buyurmuştur. Cehennem için yaratılmış olan kimselerin ise ibadet için yaratılmış kimselerden olmaları mümkün değildir. O halde âyet-i kerîme, aralarından îman eden kimseler hakkında kabul edilmelidir. Bu da yüce Allah'ın: "Bedevi Araplar: Îman ettik, dediler," (el-Hucurat, 49/14) âyetine benzemektedir. Çünkü bu sözü bedevi Araplar arasından sadece belirli bir kesim söylemişti. Bu açıklamayı ed-Dahhak, el-Kelbî, el-Ferrâ'' ve el-Kutebî zikretmişlerdir. Abdullah'ın kıraatinde de: "Ben cinlerden ve insanlardan îman edenleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" şeklindedir. Ali (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Yani Ben cinleri de, insanları da, ancak kendilerine ibadet etmelerini emredeyim diye yarattım. ez-Zeccâc bu görüşü benimsemiştir. Buna da yüce Allah'ın: "Halbuki onlar bir tek ilaha ibadet etmekten başkasıyla emrolunmamışlardı" (et-Tevbe, 9/31) âyeti da delildir. "Yüce Allah onları rububiyetini kabul etmek, O'nun emir ve iradesi önünde zilletle boyun eğmek için yaratmış olduğu halde nasıl da inkar edip kâfir oldular?" diye sorulacak olursa, buna şöyle cevap verilir: Allah'ın üzerlerindeki kazasına zilletle boyun eğmişlerdir. Çünkü O'nun kazası (hüküm ve kaderi) onlar hakkında aynen cereyan eder, ona karşı koymaya güçleri yoktur. Ona ibadet edenlere, Allah'ın vermiş olduğu emir gereğince amel etmek hususunda inkar edip küfre sapanlar muhalefet etmiştir. Onun kaza ve hükmüne zilletle boyun eğmek, karşı konulabilecek bir husus değildir. "Ancak Bana ibadet etsinler diye" âyetinin istesinler veya istemesinler, Bana ibadet edilmesi gerektiğini itiraf etsinler, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bunu Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Buna göre istemeyerek ibadet etmeleri onlar üzerinde görülen ilahi sanatın eserleridir. Mücahidi Ancak Beni bilip tanısınlar diye... seklinde açıklamıştır. es-Sa'lebî; Bu güzel bir açıklamadır, demiştir. Çünkü yüce Allah onları yaratmamış olsaydı, O'nun varlığı ve tevhidi bilinmezdi. Bu açıklamaya yüce Allah'ın: "Yemin olsun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette: Allah diyeceklerdir." (ez-Zuhruf, 43/87); "Yemin olsun ki onlara: Göklerle yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette: Onları hüküm ve emrinde galip, herşeyi en iyi bilen (Allah) yarattı, derler." (ez-Zuhruf, 43/9) buyrukları ve buna benzer âyetler delil teşkil etmektedir. Yine Mücahid'den gelen rivâyete göre; Ben onlara emirler vermek, yasaklar koymak için yarattım, diye açıklamıştır. Zeyd b. Eslem dedi ki: Bu onların yaratılışlarındakİ bedbahtlık ve bahtiyarlıktır. Yüce Allah cinlerden ve insanlardan bahtiyar olanları kendisine ibadet etsinler diye, aralarından bedbaht olanları da isyan etsinler diye yaratmıştır. Yine el-Kelbî'den nakledildiğine göre yalnız Beni tevhid etsinler diye (yarattım), demektir. Mü’min kimse sıkıntılı zamanlarında da, rahatlık zamanlarında da O'nu tevhid eder. Kâfir ise sıkıntılı ve bela zamanlarında O'nu tevhid ederken, nimet ve bolluk zamanında bunu yapmaz. Buna da yüce Allah'ın; "Onları dağlar gibi bir dalga kapladığında dinlerini yalnız Allah'a halis kılanlar olarak O'na dua ederler." (Lukman, 31/32) âyeti delil teşkil etmektedir. İkrime dedi ki: Ancak Bana ibadet etsinler ve Bana itaat etsinler diye yarattım, İbadet edenleri mükâfatlandıracak, inkar edenleri de cezalandıracağım. Anlamın, ancak onlardan Bana ibadet etmelerini isteyeyim diye yarattım şeklinde olduğu da söylenmiştir. Anlamlar birbirine yakındır. "Ubudeti ve ubudiyeti apaçık abd (kul)" denilir. Ubudiyetin asıl anlamı itaatle ve zilletle boyun eğmektir. "Ta'bid" zelil kılmak demektir. "Güzelce döşenmiş yol" demektir. Şair de şöyle demiştir: "Güzelce döşenmiş yolun üzerinde (ön) ayaklarının yerine (arka) ayaklarını (koyarak yol alıyor.)" Ta'bid, isti'bad demek olup, bu da bir kimseyi kul edinmek demektir. aynı anlamdadır. İbadet, itaat, taabbüd de ibadete kendini vermek demektir. O halde "Bana ibadet etsinler diye" buyuruğu Bana zilletle boyun eğsinler, emrime uysunlar ve ibadet etsinler diye... demek olur. 57Ben onlardan bir rızık da istemiyorum, Bana yedirmelerini de istemiyorum. "Ben onlardan bir rızık da istemiyorum" âyetindeki: (.......) sıladır. Hiçbir rızık istemiyorum demektir. Aksine herkese rızık veren, bağışlayan Benim. İbn Abbâs ve Ebû'l-Cevza şöyle demişlerdir; Yani Ben onlardan kendilerini rızıklandırmalarını, kendilerine yedirmelerini istemiyorum. Anlamın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Ben onlardan kullarımı rızıklandırmalarını, onlara yemek yedirmelerini istemiyorum. 58Çünkü şüphesiz ki Allah'tır, hem rızkı veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan. "Çünkü şüphesiz ki Allah'tır; hem rızkı veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan" buyruğurtdaki: "Rızık veren" âyetini İbn Muhaysın ve başkaları "Rızıklandırıcı" diye okumuşlardır. "Pek çetin kudret ve kuvvet sahibi" oldukça güçlü demektir. " Pek çetin kudret" âyetini el-A'meş, Yahya b. Vessab ve en-Nehaî "kuvvef'in sıfatı olarak cer ile; diye okumuşlardır. Diğerleri ise "rızkı veren"in sıfatı olarak yahutta "kuvvet sahibi" anlamındaki âyetin: " Sahibi" lâfzının sıfati olarak ref ile okumuşlardır. Hazfedilmiş bir mübtedanın haberi de olabilir, ya da: "Şüphesiz" lâfzının isminin mahalline sıfat olması yahut haberden sonra ikinci bir haber olarak merfu olması da mümkündür. el-Ferrâ'' dedi ki: "Pek çetin kudret" anlamındaki lâfzın; şeklinde gelmesi gerektiği halde yüce Allah'ın bunu müzekker olarak zikretmiş olması eğilip bükülen ve sağlam bağlanmış olan şey anlamını kastetmiş olduğundan dolayıdır. Nitekim: "Sağlam bükülmüş halat" denilir. el-Ferrâ'' şu mısraları zikretmektedir: "Her zaman için ben elbiseler giyindim, Öyle ki, başım beyaz bir örtü takındı. Tek parça kumaştan ve bağlı Yumna kumaşından." Görüldüğü gibi burada: "Bağlı" lâfzını müzekker kılmıştır, Çünkü "Yumna" da bir çeşit kumaştır. Yüce Allah'ın şu âyetleri de bu kabildendir: "Bundan böyle kime... bir öğüt gelir de..." (el-Bakara, 2/275) âyetindeki "öğüt" anlamındaki lâfız "tenis te'si" olmaksızın; takdirindedir. Aynı şekilde: " O zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı." (Hud, 11/67) âyetindeki "korkunç ses" anlamındaki lâfız da te'nis te'si olmaksızın; " Çığlık ve ses" takdirindedir. 59Muhakkak benzerlerinin azaptan payları olduğu gibi zulmedenlerin de azaptan bir payları vardır. Artık acele etmesinler. 60Tehdit olundukları o (azâb) günlerinden dolayı vay o kâfir olanlara! "Muhakkak benzerlerinin azaptan payları olduğu gibi zulmedenlerin" Mekkelilerden olup küfre sapanların "de azaptan bir payları vardır." Geçmiş ümmetlerin kâfirlerinin payları gibi, bunların da azaptan bir payları vardır. İbnu’l-Arabî dedi ki: "Bitip tükenmek bilmeyen uzun ve kötü bir gün" denilir. (...........)'in dildeki asıl anlamı "büyükçe kova" demektir. Onlar kuyudan su çeker ve bunu paylarına göre taksim ediyorlardı. İşte bundan dolayı bu lâfız, pay anlamında kullanılmıştır. Recez vezninde şair şöyle demektedir: "Bir pay (büyükçe bir kova) bizim, bir pay (büyükçe bir kova) sizin olsun, Kabul etmezseniz şayet, o zaman kuyunun tamamı bizim olsun." Alkame dedi ki: "Sabahladığım her günde sen bir nimet bağışladın, Senin cömertliğinden Şas'a da bir pay vermek bir haktır." Bir başkası da şöyle demektedir: "Ömrün hakkı için eceller kapıları çalmaktadır, Herbir babanın oğluna ondan bir pay vardır." el-Cevherî dedi ki: " Kuyruğu uzun at, tay, sırtın alt tarafındaki et ve su dolu kova" demektir. İbnu's-Sikkit dedi ki: İçinde dolmaya yakın kadar su bulunan kova demektir. Bu hem müennes, hem müzekker olarak kullanılır. Boş haliyle ona bu isim verilmez. Asgari sayıdaki çoğulu: şeklinde çokluk çoğulu da; şeklinde gelir. Şekil itibariyle "genç ve güzel develer" anlamındaki ile "Artık acele etmesinler." Azapların gelip kendilerini bulmasını acele istemesinler. Çünkü onlar: Ey Muhammed: "O halde doğru söyleyenlerden isen bizi kendisiyle tehdit ettiğin azâbı getir" (el-Araf, 7/70) demişlerdi. Bedir günü yüce Allah'ın vaadettiği onların başlarına gelerek Allah'ın vaadi gerçekleşti ve dünyada iken onlardan intikam aldı. Ahirette de onlar için ebedi azâb ve kesintisiz rüsvaylık vardır. Bunun kesilmesi, bitmesi, sona ermesi ve uzun da olsa belirli bir süresi yoktur. ez-Zariyat Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. Allah'a hamdolsun. |
﴾ 0 ﴿