TÛR SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile

Bütün müfessirlerrin görüşüne göre tümüyle Mekke'de inmiştir. 49 âyet-i kerimedir.

Hadis İmâmları Cubeyr b. Mut'im'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı akşam namazında Tur Sûresi'ni okurken dinledim. Hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, I, 265, III, 1110, IV, 1475, 1K39; Müslim, I, 33K; İbn Mace, I, 272; Muvatta’, I, 78; Müsned, IV, 80, K4, 35,

1

Yemin olsun Tur'a,

"Yemin olsun Tur’a" âyetinde sözü edilen

"Tur" yüce Allah'ın Mûsa ile üzerinde konuştuğu dağın adıdır. Yüce Allah bu dağın şerefini yüceltmek, değerini yükseltmek ve ondaki bazı âyetleri (mucize) hatırlatmak üzere ona yemin etmektedir. Tur, cennet dağlarından birisidir.

İsmail b. İshak rivâyetle dedi ki: Bize İsmail b. Ebi Üveys anlattı, dedi ki: Bize Kesir b. Abdullah b. Amr b. Avf babasından naklen anlattı. Babası dedesinden şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Dört dağ cennetin dağlarından, dört nehir cennetin nehirlerinden, dört savaş cennetin savaşlarındandır." Dağlar hangileridir? diye soruldu, o: "Bizi seven, bizim de kendisini sevdiğimiz Uhud dağı, Tur dağı cennet dağlarından bir dağ, Lübnan cennet dağlarından bir dağ, Cudi de cennet dağlarından bir dağdır" İbn Adiyy, el-Kami, VI, 59; hadisin ravisi "Kesir b. Abdullah b. Amr b. Avf, habasından o dedesinden" şeklindeki senedi hadis otoriteleri "miinker" bir rivâyet olarak değerlendirmişlerdir. İbn Adiyy, el-Kamil, VI, 57.) deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Biz bu hadisi bütünüyle "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.

Mücahid dedi ki: Tur, Süryanicede dağ demektir. Bununla kastedilen de Tur-u Sina'dır. es-Süddî de böyle demiştir.

Mukâtil b. Hayyan dedi ki: Tur diye anılan dağlar iki tanedir. Bunlardan birisine Tur-u Sina, diğerine ise Tur-u Zita denilir. Çünkü bu dağlarda İncir ve zeytin yetişir.

Tur'un Medyen'de bir dağ olup adının da Zebir olduğu söylenmiştir, el-Cevherî dedi ki: Zebir, yüce Allah'ın üzerinde Mûsa ile konuştuğu dağdır.

Derim ki: Medyen, Arz-ı mukaddeste bir yer olup, Şuayb (aleyhisselâm)'ın kasabasıdır

Tur'un bitki yetişen dağ olduğu söylenmiştir. Eğer bitki yetişmiyorsa ona Tur denilmez. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. el-Bakara Sûresi'nde (2/63. âyetin tefsirinde) yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

2

Âyetin tefsiri için bak:3

3

Yayılmış sahife(ler) içinde yazılmış kitaba,

"Yayılmış sahife(ler) içinde yazılmış kitaba." Bununla mü’minlerin mushaflardan, meleklerin de Levh-i Mahfuz'dan okuduğu Kur'ân-ı Kerîm'i kastetmektedir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:

"Şüphesiz o, oldukça şerefli bir Kur'ân'dır. Korunan bir kitabtadır." (el-Vakıa, 56/77-78) diye buyurmaktadır.

Bir başka açıklamaya göre maksat diğer peygamberlere indirilmiş kitablardır. Bu kitabların herbirisi o kitabı okuyanlarca okumak maksadıyla yayıp açtıkları inceltilmiş bir deri üzerinde bulunuyordu.

el-Kelbî dedi ki: Bu yüce Allah'ın Mûsa'ya eliyle yazdığı ve yazarken de Mûsa'nın kalemin çıkardığı sesi duyduğu Tevrat'tır.

el-Ferrâ'': Bu amel defterleridir. Kimisi kitabını sağ tarafından alacak, kimisi sol tarafından alacaktır. Bunun benzeri:

"Kıyâmet günü de ona yayılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitab çıkarım." (el-İsra, 17/13) âyeti ile

"defterler açıldığı zaman" (et-Tekvir, 81/10) âyetleridir..

Bunun yüce Allah'ın semada melekler için yazdığı, olmuş ve olacak şeyleri okudukları kitab olduğu da söylenmiştir. Bir diğer açıklamaya göre maksat, yüce Allah'ın mü’min olan gerçek dostlarının kalplerine yazdığı şeylerdir. Bunu da yüce Allah'ın:

"İşte bunlar (Allah'ın) kalplerine imanı yazmış olduğu... kimselerdir." (el-Mücadele, 58/20) âyeti açıklamaktadır.

Derim ki: Ancak bu görüş ifadenin sınırlarını ağan bir açıklamadır. Çünkü bu âyette kalplerden "yazı yazılan deri parçası" diye sözedilmiştir.

el-Müberred dedi ki: "Üzerinde yazı yazılmak maksadıyla inceltilmiş deri" demektir.

" Yayılmış" demektir. el-Cevherî de es-Sıhah'la böyle demiştir. Üstün ile: "Üzerinde yazı yazılan ince deri" demektir. Yüce Allah'ın:

"Yayılmış sahîfe içinde" âyeti da bu anlamdadır. aynı zamanda "büyük kaplumbağa" demektir. Ebû Ubeyde dedi ki: Bunun çoğulu: ...diye gelir. Âyette kastedilen anlam ise el-Ferrâ'nın dediğidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Esasen her bir sahife, kenarlarının inceliği dolayısı ile "rak" diye anılır. Şair el-Mütelemmis'in şu beyitinde de bu anlamdadır:

"Sanki üzerinden geçen uzun zaman dolayısı ile

Yazısının satır satır olduğu görülmüş bir sahife gibidir."

"Re" harfi kesreli olarak: " Mülkiyet altında (köle) olmak" demektir. "Mülkiyet altında bir köle" denilir. el-Maverdi, İbn Abbâs'tan naklettiğine göre o üstün olarak lâfzını "doğu ile batı arsındaki uzaklık" diye açıklamıştır.

4

Beyt-i Ma'mur'a,

"Beyt-i Ma'mur'a" âyeti hakkında, Ali, İbn Abbâs ve başkaları şöyle demişlerdir: Bu Ka'be hizasında semadaki bir evdir. Her gün orayayetmişbinmelek girer, sonra oradan çıkarlar ve tekrar bir daha oraya dönmezler.

Ali (radıyallahü anh) dedi ki: O altıncı semada bir evdir. Dördüncü semada olduğu da söylenmiştir. Enes b. Malik, Malik b. Sa'saa'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben dördüncü semaya götürüldüm. Önümüze Beyt-i Ma'mur yükseltildi. Onun Kabe'nin tam hizasında olduğunu gördüm. Eğer aşağı düşecek olursa, Kabe'nin üzerine düşer. Her gün oraya yetmişbin melek girer. Ondan çıktılar mı bir daha oraya dönmezler." Bunu el-Maverdi zikretmiştir Müslim, I, 150; Buhârî, III, 1173, 1441'de Enes b. Malikin Malik b. Sa\saa'dan uzunca Miraç hadisini rivâyeti yer almakla birlikte, orada el-Beytu'l-Ma'mur sadece ona yetmişbin meleğin girişi söz konusu edilerek zikredilmektedir. Buradaki şekliyle rivâyet: Maverdi, Nüket, V, 377; Beyhaki, Şuabu'l-Îman, III, 43H'den -Amr b. el-As'dan diyerek-; İbn Kesîr, Tefsir, IV, 240, -Süddiden, Bize zikredildi, diyerek.

el-Kuşeyrî'nin, İbn Abbâs'tan naklettiğine göre Beyt-i Ma'mur dünya semasındadır.

Ebû Bekr el-Enbarî dedi ki: İbnu'l-Kevva, Ali (radıyallahü anh)'a: Beyt-i Mamur nedir? diye sormuş, o da şöyle cevab vermiştir: O Arşın altında "ed-Durah" diye anılan yedi semanın da üstünde bir evdir.

es-Sıhah'da. da böyledir: "ed-Durah" semada bir ev olup, İbn Abbâs'tan rivâyete göre o Beyt-i Ma'mur'dur. Oranın mamur olması ise oraya çokça meleklerin girip çıkmasından dolayıdır.

el-Mehdevî de İbn Abbâs'tan söyle demektedir: Beyt-i Mamur Arşın hizasındadir.

Müslim'in, Sahih'inde yer alan Malik b. Sa'saa'nın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan İsra hadisinde yaptığı rivâyet de şöyledir; "Sonra bana Beyt-i Mamur yükseltildi. Ey Cebrâîl bu nedir? diye sordum. Dedi ki: Bu Beyt-i Ma'mur'dur. Buraya her gün yetmişbin melek girer. Ondan çıktılar mı bir daha oraya geri dönmezler. Bu onların üzerindeki son sorumluluktur." diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Müslim, I, 150.

Sabit'in, Enes b. Malik'ten rivâyetine göre de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bana burak getirildi..." Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır: "Sonra yedinci semaya yükseltildik. Cebrâîl (aleyhisselâm) kapının açılmasını istedi. O kim? diye soruldu, Cebrâîl dedi. Seninle beraber kim var? diye soruldu, O: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) diye cevap verdi, Ona peygamberlik verildi mi, diye soruldu, o: Evet, ona peygamberlik verildi, dedi. Kapı bize açıldı. İbrahim (aleyhisselâm) sırtını Beyt-i Mamur'a yaslanmış olarak gördüm. Bir de baktım ki oraya her gün yetmişbin melek giriyor ve tekrar oraya geri dönmüyorlar." Müslim, I, 146.

Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Göklerde ve yerlerde yüce Allah'ın on beş evi vardır, Bunların yedisi semada, yedisi yerlerde ve biri de Ka'be'dir. Bütün bu evler Ka'be'nin karşındadırlar.

el-Hasen: Beyt-i Mamur, Ka'be'nin kendisidir, demiştir. el-Beytu’l-Haram insanlar tarafından imar edilen beyttir. Yüce Allah burayı her yıl altıyüzbin kişi ile imar eder. Eğer insanlar bu kadar sayıyı tamamlayamayacak olurlarsa, Allah bu sayıyı meleklerle tamamlar. Yüce Allah'ın yeryüzünde kullar için koyduğu ilk ev odur.

er-Rabi b. Enes dedi ki: Beyt-i Mamur yeryüzünde Âdem (aleyhisselâm) döneminde Ka'be'nin bulunduğu yerde idi. Nûh (aleyhisselâm)'ın dönemi gelince, yüce Allah onlara haccetmelerini emrettiği halde onlar bunu kabul etmediler, ona karşı geldiler. Su yükselince Beyt-i Mamur kaldırıldı ve dünya semasında onun hizasına yerleştirildi. Her gün orayı yetmişbin melek imar eder. Sura üfürüleceği vakte kadar da bir daha oraya geri dönmezler. (Devamla er-Rabi b. Enes) dedi ki: Aziz ve celil olan Allah İbrahim'e Beytin yerini Beyt-i Mamur'un bulunduğu yerde gösterdi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hani Biz İbrahim'e Beytin yerini tayin etmiş ve şöyle demiştik: Bana hiçbir şeyi ortak koşma! Tavaf edenler, orada ikamet edenler, rüku' ve sucud edenler İçin beytimi temizle!" (el-Hac, 22/26)

5

Yükseltilmiş tavana,

"Yükseltilmiş tavana" âyeti ile semayı kastetmektedir. Yüce Allah ona

"tavan" ismini vermektedir. Çünkü yere nisbetle sema, eve nisbetle tavan gibidir. Bunu da yüce Allah'ın:

"Ve gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık." (el-Enbiya, 21/32) âyeti açıklamaktadır.

İbn Abbâs dedi ki: Sözü edilen bu tavan arştır. O cennetin tavanıdır.

6

Tutuşturulmuş denize;

"Tutuşturulmuş denize" âyeti hakkında Mücahid: Alevli ve yakılmış diye açıklamıştır. Haberde zikredildiğine göre: "Kıyâmet gününde deniz tutuşturulur ve ateş olur" denilmektedir. Katade de: Bunu dopdolu diye açıklamıştır. Nahivciler en-Nemir b. Tevleb'e ait şu beyiti zikretmektedirler:

"Dilerse dopdolu bir pınara bakar,

Etrafında da kayın, ağaçları ile abanoz ağaçlarını görürsün."

Şair burada, dopdolu bir pınarı göreceği yere kadar yükselen bir dağ keçisini anlatmaktadır.

Denizin ateş ile dopdolu olması da mümkündür. O vakit birinci görüş gibi olur. Nitekim ed-Dahhak, Şemir b. Atiyye, Muhammed b. Ka'b ve el-Ahfeş de bunun alevle tutuşturulmuş tandır durumunda, kızdırılmış ocak anlamı olduğunu söylemişlerdir. Bundan dolayı ateş yakılan yere de:denilmiştir. Bu açıklamanın delili de yüce Allah'ın:

"Denizler ateşlendirildiği zaman" (et-Tekvir, 81/6) âyetidir. Ateşle yakıldığı zaman demektir. "Tandırı ateşledim, ateşliyorum" demektir. Bu da onu ısıttım, kızdırdım, anlamındadır.

Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Ali (radıyallahü anh) yahudilerden birisine: Cehennem nerededir? dedi. Yahudi, denizde dedi. Ali (radıyallahü anh), gördüğüm kadarıyla sen doğru söylüyorsun deyip: "Tutuşturulmuş denize" âyetini okudu,

"Denizler ateşlendirildiği zaman" (et-Tekvir, 81/6) âyetinde: " Ateşlendirildi" lâfzında "cim" harfi şeddesiz okunmuştur.

Abdullah b. Amr dedi ki: Deniz suyuyla abdest alınmamalıdır. Çünkü orası cehennemin tabağıdır.

Ka'b dedi ki: Yarın deniz ateşle tutuşturulacak ve cehennem ateşine ilave edilecek. Bu da bu husustaki görüşlerden birisidir.

İbn Abbâs dedi ki: -Tutuşturulmuş anlamı verilen-: "Suyu gitmiş, kalmamış olan" demektir. Ebû'l-Aliye de böyle açıklamıştır.

Atiyye ve şair Zu'r-Rimme İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet ederler: Bir cariye su almak üzere çıktı ve: "(Havuz boştur" dedi (ve buradaki lâfzın aynısını kullandı.)

İbn Ebi Davud dedi ki: Zu'r-Rimme'nin bunun dışında rivâyet ettiği bir hadis (ashabtan rivâyeti) yoktur.

Bunun "akıtılmış olan" anlamına geldiği de söylenmiştir. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Denizler akıtıldığı zaman." (el-İnfitar, 82/3) âyetidir. Yani yer orayı kurutacak ve o denizlerde su kalmayacaktır.

Ali (radıyallahü anh)'ın ve İkrime'nin belirttiği üçüncü bir görüş daha vardır. Ebû Mekîn dedi ki: Ben İkrime'ye "tutuşturulmuş deniz"in mahiyeti hakkında soru sordum. O dedi ki: O Arşın altında bir denizdir. Ali (radıyallahü anh) da: O Arşın altında ve katı suyu bulunan bir denizdir, Buna "bahru'l-hayavan: hayat denizi" ismi verilir. Birinci defa Sur'a üfürülmesinden sonra, kulların üzerine buradan kırk sabah yağmur yağdırılacak, onlar da kabirlerinde oldukları halde bitki gibi biteceklerdir.

er-Rabi b. Enes dedi ki:

"Tutuşturulmuş" tuzlu suya karışmış, tatlı su demektir.

Derim ki:

"Denizler akıtıldığı zaman" (el İnfitar, 82/3) âyetindeki "akıtma"nın iki yorumundan birisi de bu anlama gelir. Onun tatlı sulu olanları tuzlu olanlarına karıştırıldığı zaman demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, ileride gelecektir.

Ali b. Ebi Talha'nın rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: "Tutuşturulmuş" lâfzı hapsolmuş, alıkonulmuş demektir.

7

Rabbinin azâbı elbette vaki olacaktır.

"Rabbinin azâbı elbette vaki olacaktır." âyeti kasemin cevabıdır.

Yani müşriklerin başına gelecektir.

Cübeyr b. Mut'im dedi ki; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Bedir esirleri hakkında bazı isteklerde bulunmak üzere Medine'ye geldim. Akşam namazında "Yemin olsun Tur'a" âyetini okurken yanına vardım. Yüce Allah'ın:

"Rabbinin azâbı elbette vaki olacaktır. Onu önleyebilecek yoktur" âyetini duyunca, âdeta kalbim yarıldı ve azâbın ineceğinden korkarak müslüman oldum. Azâb tepeme inmeden yerimden kalkacağımı sanmıyordum.

Hişam b. Hassan dedi ki; Malik b. Dinar ile birlikte el-Hasen'in yanına gittik. Yanında bir adam vardı. Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun Tur'a" âyetini okuyordu. Nihayet; "Rabbinin azâbı elbette vaki olacaktır."

8

Onu önleyebilecek yoktur.

"Onu önleyebilecek yoktur." âyetine varınca, el-Hasen de ağladı, arkadaşları da ağladı. Malik çırpınmaya koyuldu ve nihayet baygın düştü. Bekkar hakimliğe tayin edilince, iki adam davalaşmak üzere yanına geldiler. Onlardan birisinin yemin etmesi gerekti. Aralarında sulh yapmak için onları teşvik etti. Ayrıca karşı tarafın yeminden muaf tutulması karşılığında hasma belirli bir bedeli kendiliğinden vereceğini söyledi. Ancak hasmı karşı tarafa yemin ettirmekten başkasını kabul etmedi. Ona:

"Yemin olsun Tur'a" âyetinden itibaren yemin ettirerek ona:

"Rabbinin azâbı elbette vaki olacaktır." Eğer sen yalan söyleyen birisi isen; diye söyledi. O da bunu söyleyip, çıktı ve anında bir tarafı kırıldı.

9

O gün gök döne döne çalkalanıp sallanır;

"O gün gök döne döne çalkalanıp sallanır" âyetindeki:

"O gün"

lâfzında amel eden, yüce Allah'ın:

"Vaki olacaktır" anlamındaki âyettir. Yani azâb o gün onlara vaki olacak (başlarına gelecektir.) O günde gök döne döne çalkalanıp sallanacaktır.

Dilbilginleri dedi ki: "O şey hareket etti, gitti, geldi," demektir. Tıpkı uzun boyiu hurma ağactnın eğilip bükülmesi gibi. de benzer bir anlamı ifade eder. ed-Dahhak: Birbirinin içine dalga dalga girer demektir; Mücahid: Bir çeşit döner anlamındadır; Ebû Ubeyde ve el-Ahfeş: Eğilip bükülür diye açıklamışlardır. Şair el-A'şa da şöyle demiştir:

"Onun komşusunun evinden yürüyüşü

Bulutun geçişi gibidir: Ne ağırdır, ne acelecidir."

Özel bir şekilde akıp gider, diye de açıklanmıştır. Cerir'in şu beyitinde de bu anlamdadır:

"Maktullerin kanları akmaya devam etti Dicle'ye,

Öyle ki Dicle'nin suyu kırmızı ve beyaz karışık aktı."

İbn Abbâs dedi ki: O gün sema içindekiler ile çalkalanıp durur ve hareket ederek sallanır. Bir diğer açıklamaya göre oradakiler semada döner, durur ve dalgalar halinde birbirine girerler. (........); aynı zamanda "yol" anlamına da gelir. Şair Tarafe'nin şu mısraında olduğu gibi:

"...iyice döşenmiş bir yolun üzerinde"

"Dalga" anlamına da gelir. " Hızlı, dişi deve" demektir. "Butlan böğürlerinin yan tarafında gidip gelen deve' demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Yan tarafları gidip gelen bir atın sırtında..."

Arapların: "bilemiyorum Gavr denilen yere mi gitti, yoksa Necid'e mi döndü" demektir, "Toz çıkartan rüzgar" demektir.

Burada semadan kastın "felek" olduğu, onun "çalkalanmasının da düzeninin bozulup hareket şeklinin değişmesi olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır.

10

Dağlar da yürür.

"Dağlar da yürür." Mukatıl dedi ki: Dağlar yerinden yer ile dümdüz oluncaya kadar yürüyüp gider. Ftıgün bulutların dünyada yürüdükleri gibi yürüyeceklerdir diye de açıklanmıştır. Bunu da yüce Allah'ın:

"Sen dağları görür ve onları yerinde duruyor sanırsın. Halbuki onlar bulutların gitmesi gibi giderler" (en-Neml, 27/88) âyeti açıklamaktadır. Buna dair açıklamalar daha önce el-Kehf Sûresi'nde (18/48. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

11

Artık o gün, yalanlayanların vay haline!

"Artık o gün yalanlayanların vay haline!" âyetinde ki:

"Vay" helâk olan kimseye söylenen bir sözdür. Başına "fe" gelmesinin sebebi, ifadede bir çeşit ceza anlamı bulunduğundan ötürüdür.

12

Ki onlar daldıkları batıl içinde oynar dururlar;

"Ki onlar daldıkları batıl içinde oynar dururlar." Batıl içerisinde gider gelirler. Bu onların Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumunu yalanlamaya dalışlarına İşarettir. Onların dünyanın kazanç yollarıyla oyalanıp daldıklarını herhangi bir hesap ve amellerin karşılığının görülmesini hatırlamadıklarını kastettiği de söylenmiştir, Bu (lâfza dair açıklamalar) daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/69- âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

13

Cehennem ateşine doğru şiddetle sürüklenecekleri gün;

"... Şiddetle sürülecekleri gün" âyetindeki: " Gün" daha önce geçen:

"O gün" âyetinden bedeldir.

"Sürülecekleri" âyeti cehenneme şiddetle ve kaba bir surette itilecekleri... anlamındadır. "Onu şiddetle ittim, iterim" demektir. Yüce Allah'ın:

"İşte o yetimi şiddet ve sitemle itendir," (el-Maun, 107/2) âyetinde de aynı lâfız kullanılmıştır.

Tefsirde belirtildiğine göre; cehennem bekçileri onların ellerini boyunlarına bağlarlar, alınlarını da ayakları ile bir araya getirip yüz üstü cehenneme doğru iterek boyunlarından da onları şiddetle dürterek götürürler, cehennem ateşine varıncaya kadar onlara bunu yaparlar.

Ebû Reca el-Utaridi ve İbn es-Semeyka: "O günde cehenneme davet olunurlar." diye şeddesiz olarak okumuşlardır. Cehhenem ateşine yaklaştıklarında cehennem bekçileri onlara şöyle diyecektir;

14

(Onlara): "İşte bu sizin yalan saydığınız ateştir" (denilir.)

"İşte bu" dünyada iken

"sizin yalan saydığınız ateştir."

15

"Bu bir büyü müdür? Yoksa siz mi görmüyorsunuz?

"Bu bir büyü müdür?" Burada soru azarlamak ve yaptıklarını başa kakmak anlamındadır. Onlara şu anda gözlerinizle gördüğünüz

"bu (azâb) bir büyü müdür? yoksa siz mi görmüyorsunuz?" denilir.

Buradaki

"Yoksa" âyetinin; "Hayır, bilakis" anlamında olduğu da söylenmiştir, Hayır siz dünya hayatında iken görmüyor ve akıl erdirmiyordunuz, demek olur.

16

"Giriniz oraya! İster sabrediniz, ister sabretmeyiniz. Sizin için birdir. Siz ancak İşlediğinizin karşılığını alacaksınız."

"Giriniz oraya!" Cehennem bekçileri onlara: Oraya girmekle cehennemin sıcağını tadınız, derler.

"İster sabrediniz, İster sabretmeyiniz. Sizin için birdir." Yani siz orada iken ister sabrınız gelsin, ister gelmesin. Sizin için

"birdir" anlamındaki lâfzın da haberi hazfedilmiştir. Yani sabretmeniz ya da etmemeniz sizin için birdir, hiçbir şey size fayda veremez. Nitekim yüce Allah onların şöyle diyeceklerini bize haber vermektedir:

"Şimdi biz sızlansak da, sabretsek de bizim için birdir." (İbrahim, 14/21)

"Slz ancak işlediğinizin karşılığını alacaksınız."

17

Muhakkak takva sahipleri cennetler ve nimetler İçindedirler.

Yüce Allah kâfirlerin durumunu sözkonusu ettikten sonra mü'mtnlerin de durumunu sözkonusu ederek:

"Muhakkak takva sahibleri cennetler ve nimetler İçindedirler" diye buyurmaktadır.

18

Rabblerinin kendilerine verdiği zevk içerisindedirler. Rabbleri onları cehennemin azabından da korumuştur.

"Rabblerinin kendilerine verdiği" bağışladığı

"Zevk içerisindedirler" pek çok meyvelere sahiptirler, demektir. Mesela: "Meyveleri çok olan adam" demektir. Nitekim: " Sütü ve hurması bol kimse" demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Aldattın beni ve iddia ettin senin

Yazın çok süt ve hurmalarının bulunduğunu söyledin."

Bu lâfzı el-Hasen ve başkaları ise "elif'siz olarak: diye okumuşlardır ki; bu da İbn Abbâs ve başkalarının görüşüne göre "zevk, rahat içerisinde hallerinden memnun oldukları halde" demektir. Mesela: "Hoş sohbet ve şakacı adam" demektir. Böyle olan kimseye: denilir. Aynı zamanda bu "şımarık ve azgın kimse" anlamına da gelir. Bu hususa dair açıklamalar daha önce ed-Duhan Sûresi'nde (44/27. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Rabbleri onları cehennemin azabından da korumuştur."

19

"İşleyegeldiğiniz sebebi ile afiyetle yeyin, için;

Onlara:

"İşleyegeldiğiniz sebebiyle afiyetle yiyin, için" denilecektir.

"Afiyetle yenilen, içilen şey": Boğaza tıkanıp kalmayan herhangi bir keder ya da kötü tarafı bulunmayan şey demektir. ez-Zeccâc dedi ki: Sizin eriştiğiniz bu hal size; "Afiyet olsun" demektir.

Bunun sizler cennet nimetleriyle güzel bir şekilde ve afiyette faydalandırılasınız, anlamında olduğu da söylenmiştir. Yeyiniz, içiniz. Bu sizin için: " Afiyet olsun" anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu durumda bu lâfız mastar konumunda bir sıfat olur.

Bunun "helal olarak..." demek olduğu da söylenmiştir. Onda herhangi bir eziyet, herhangi bir rahatsızlık verici taraf olmaksızın... diye de açıklanmıştır. Siz ölmeyeceksiniz, anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü kalıcılığı olmayan veya insanın kendisi ile birlikte kalması sözkonusu olmayan bir nimet, rahatlık veren bir nimet değildir, onda afiyet yoktur.

20

"Sıra sıra dizili tahtlara yaslananlar olarak." Onlara iri gözlü hurileri de eş yaptık.

"Sıra sıra dizili tahtlara yaslananlar olarak" âyetindeki:

"Tahtlar" lâfzı (Ar')'in çoğuludur. İfadede şu takdirde hazfedilmiş kelimeler de vardır: Sıra sıra dizili tahtlar üzerindeki yastıklara yaslananlar olarak...

İbnu'l-A'rabî dedi ki: Tek bir saf (sıra) olacak şekilde biri diğerine bitişik demektir. Haberlerde belirtildiğine göre bunlar, semaya doğru şu kadar, şu kadar uzunlukta dizilirler. Kul bunlara oturmak istediği vakit bu tahtlar alçalırlar. Üzerlerine oturdu mu tekrar eski haline dönerler,

İbn Abbâs dedi ki: Bunlar zebercet, inci ve yakut ile süslenmiş, altından tahtlardır. Bir tahtın büyüklüğü Mekke ile Eyle arası kadardır.

"Onlara İri gözlü hurileri de eş yaptık." Yani Biz onları o hurilerle eşleştirdik.

Yûnus b. Habib dedi ki: Araplar: " Ben ona bir kadını eş yaptım" dedikleri gibi, "Bir kadın ile evlendim" de derler. Arapların kullanımında -burada olduğu gibi "be" harfi getirilmek suretiyle ve "bir kadın ile evlendim" anlamında-: kullanımı yoktur. (Yûnus b. Habib) dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Onlara İri gözlü hurileri de eş yaptık" âyetine (be ile kullanıma) gelince, onları o hurilerle eşleştirdik anlamındadır ki; bu da (anlam itibariyle) yüce Allah'ın:

"Toplayınız zulmedenleri ve onlara eş olanları." (es-Saffat, 37/22) âyetine benzemektedir. Onların eşlerini toplayınız anlamındadır.

el-Ferrâ'' da dedi ki: "Be" harfi kullanılarak: "Bir kadın ile evlendim" demek, Ezd-Î Sermelilerin şivesidir.

"el-Huru’l-ıyn: İri gözlü huriler"in anlamına dair açıklamalar, daha önceden (ed-Duhan, 44/54, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

21

Îman edenlerin, soyları da îman ile kendilerine uyanların, Biz evlatlarını da kendilerine katarız; amellerinden de bir şey eksiltmeyiz. (Çünkü) her kişi kendi kazandıkları karşılığında bir rehinedir.

"Îman edenlerin, soyları da îman ile kendilerine uyanların..." âyetinde: " Kendilerine uyanların" âyeti genel olarak vasl elifi ile birinci "te" şeddeli, "ayn" üstün, ikinci "te" sakin olarak okunmuştur. Ancak Ebû Amr ifadede bir tek düzelik olsun diye ve yüce Allah'ın:

"Kendilerine katarız" âyetini gözönünde bulundurarak "kat' elifi, "te" sakin, sakin "ayn" ve "nun" ile: " Onları arkalarına taktık" şeklinde okumuştur Ebû Amr'ın kıraati ile diğerleri arasında açık bir Fark vardır. Ebû Amrın kıraati şöylece meallendirilebilir: "Îman edenlere gelince, -ki Biz onların zürriyetlerini de îman ile arkalarına taktık- (kıyâmette de) zürriyetlerini onlara katarız..."

Birinci: " Soyları da" lâfzını İbn Amir, Ebû Amr ve Yakub çoğul olarak okumuş olup ayrıca Yakub bunu Nafi'den de rivâyet etmiştir. Ancak Ebû Amr bunun "te" harfini (çoğul olarak okunması halinde cem-i müennes-i salim olacağından, cem-i müennesin "te" harfini) mef'ûl olarak kesreli okumuştur. Diğerleri ise bunu ötreli okumuşlardır. Geri kalan kıraat âlimleri ise bunu tekil olarak: “ Soyları" şeklinde "te" harfi ötreli olarak okumuşlardır. Nafi'den meşhur olan kıraat de budur.

İkincisine gelince -ki mealde "evlatlarını" diye karşılanmıştır- Nafi’, İbn Amir, Ebû Amr ve Yakub çoğul olarak ve "te" harfini kesre ile okumuşlardır. Diğerleri ise tekil olarak ve "te" harfini üstün okumuşlardır.

Bunun anlamı hususunda farklı görüşler vardır, İbn Abbâs'dan dört ayrı rivâyet nakledilmiştir. Birincisine göre o şöyle demiştir: Yüce Allah mü’minin zürriyetini cennette mü’min ile birlikte onun derecesine yükseltir. İsterse amel itibariyle ondan aşağıda olsunlar. Böylelikle onun gözü aydınlanmış olacaktır. Daha sonra da bu âyet-i kerimeyi okumuştur.

en-Nehhâs da bunu "en-Nasih ve'l-Mensuh" adlı eserinde Said b. Cübeyr'den, o İbn Abbâs'dan diye Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âyeti ve merfu bir rivâyet olarak zikretmiştir. Buna göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki aziz ve celil olan Allah mü’minin zürriyetini, onun evlatlarını onunla birlikte cennette onun derecesine yükseltir. İsterse onun soyundan gelenler bu dereceye ameliyle erişememiş olsunlar. Böylelikle yüce Allah çocukları sayesinde gözünün aydınlanmasını sağlamış olacaktır." Daha sonra da: "Îman edenlerin, soyları da îman ile kendilerine uyanların Biz evlatları da kendilerine katarız" âyetini okudu. Hakim, Müstedrek, II, 509; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra, X, 268.

 Ebû Cafer (en-Nehhâs devamla) dedi ki: Böylelikle hadis Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen merfu bir rivâyet olmaktadır. Zaten böyle olması da gerekir. Çünkü İbn Abbâs böyle bir sözü ancak Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklederek söyleyebilir. Zira bu ileride yapacağı şeylere dair yüce Allah'tan ve onun üzerine indirmiş olduğu bir hususa dair haber vermektir. ez-Zemahşerî dedi ki: Yüce Allah, hem kendi nefislerinde bahtiyarlıkları suretiyle, hem hurilerle evlilikleriyle, mü’min kardeşleriyle güzel sohbetleriyle, çocuklarının ve soylarından gelenlerin de onlarla birlikte birarada bulunmaları suretiyle çeşitli sevinç ve neşe türlerini onlara birarada vermiş olacaktır.

Yine İbn Abbâs'dan şöyle dediği zikredilmiştir: Yüce Allah mü’min kimseye îman edecek yaşa erişmeyen küçük çocuklarını da eriştirecektir. Bu açıklamayı da el-Mehdevî yapmıştır. Zürriyet (soy, sop) hem küçükler, hem büyükler hakkında kullanılabilir. Eğer burada "zürriyet" lâfzı küçükler hakkında kabul edilecek olursa yüce Allah'ın:

"Îman ile" âyeti mef'ûl konumunda olanların (mealde: kendilerine) lâfzından hal konumunda olur ve ifade: Babaların imanı ile ... takdirinde olur. Şayet "zürriyet" büyükler hakkında kabul edilirse, o vakit yüce Allah'ın "îman ile" âyeti faillerden ("uyanlar" lâfzındaki zamirden) hal olur.

İbn Abbâs'tan gelen üçüncü görüşe göre îman edenlerden kasıt muhacirler ve ensar "soylar"ından kasıt da tabîundur.

Yine ondan gelen bir rivâyete göre eğer babaların derecesi daha yüksek ise, yüce Allah çocukları babalarının yanına yükseltir. Şayet çocukların dereceleri daha yüksek ise, bu sefer yüce Allah babaları çocukların mertebesine yükseltir. Bu durumda "babalar" da "zürriyet: soy" adının kapsamı içerisine girerler. Yüce Allah'ın:

"Onlar için bir diğer delil de Bizim zürriyetlerini dopdolu gemide taşımamızdır" (Yasin, 36/41) âyetinde olduğu gibi.

Yine İbn Abbâs'tan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a merfu bir rivâyet olarak şöyle dediği zikredilmiştir: "Cennetlikler cennete girdikten sonra onlardan birisi anne babası, hanımı ve çocukları hakkında soru soracaktır. Bu sefer kendilerine: Onlar senin eriştiğin mertebeye erişemediler. Bu sefer: Rabbim der, ben hem kendim için, hem onlar için amelde bulundum, diyecek. Bunun üzerine onların da ona katılmaları için emir verilir." Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, IV, 114 senedindeki ravilerden Muhammed b. Abdurrahm,,« h. r.ııTiran'ın zavıf olduğu kaydıyla.

Hatice (radıyallahü anha) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a cahiliye döneminde iken ölmüş iki çocuğum hakkında soru sordum, bana dedi ki: "Onlar cehennem ateşinde olacaklardır." Yüzümden hoşlanmadığımı görünce şöyle dedi: "Eğer sen onların bulundukları yeri görecek olursan, onlara buğzederdin." Bu sefer: Peki ey Allah'ın Rasûlü, ya senden olan çocuklarım? dedi. Peygamber: "Onlar cennette olacaklardır." Sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz mü’minler ve onların çocukları cennette, müşrikler ve onların çocukları cehennemde olacaklardır." Sonra da:

"Îman edenlerin soyları da îman ile kendilerine uyanların..." âyetini okudu. Müsned, I, 134; Zehebi, Mizanu'l-İ'tidai, VI, 254.

"Amellerinden de bir şey eksiltmeyiz." Yani ömürleri kısalığı dolayısıyla çocukların amellerinin mükâfatından herhangi bir şey eksiltmeyiz. Çocukları kendilerine katılacağı için babaların amellerinin sevabından da bir şey eksiltmeyiz. "He" ve "mim" (onların amellerinden tabirindeki zamirler) de yüce Allah'ın:

"îman edenler" âyetine aittir.

İbn Zeyd dedi ki: Anlam şudur: "Soyları da, îman ile kendilerine uyanların" soyları arasına, henüz amel edecek çağa ulaşmamış küçük çocuklarını da katarız. Bu görüşe göre "he ve mim" zamiri "soylar"a aittir.

İbn Kesîr

"amellerinden.., eksiltmeyiz" anlamındaki âyeti "lam" harfini kesreli olarak: diye okumuş, diğerleri ise "ayn"ı harfi üstün okumuşlardır. Ebû Hüreyre'den ise med ile: (........) diye okuduğu rivâyet edilmiştir.

İbnu’l-A'rabî dedi ki: kullanımlarının hepsi de "onu eksiltti, eksiltir, eksiltmek" anlamlarındadır.

es-Sıhah'dd da şöyle denilmektedir: " Onu gitmek istediği yönden alıkoydu ve başka yöne çevirdi" demektir, de aynı anlamdadır. Buna göre -bu fiilin şekilleri aynı anlamdadır.

Aynı şekilde: "Amelinden bir şey eksiltmedi" denilir ve bu da; gibidir. Nitekim daha önce el-Hucurat Sûresi'nde (49/14, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"(Çünkü) her kişi kendi kazandıkları karşılığında bir rehinedir" âyetinin cehennemlikler hakkında olduğu söylenmiştir. İbn Abbâs dedi ki:

Cehennemlikler amelleri karşılığında rehin alınacaklardır. Cennetlikler de kendi nimetlerine ulaşmış olacaklardır. İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

"Herbir nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır. Ashabu'l-yemin müstesna." (el-Müddessir, 74/38)

Âyetin bütün insanlar hakkında genel olduğu da söylenmiştir. Herkes ameli karşılığında rehin alınmıştır. Hiçbir kimsenin amelinin sevabı eksik verilmeyecektir. Amelin sevabına verilecek fazladan mükâfat ise yüce Allah'tan bir lütuftur.

Bu âyetin îman etmeyip mü’min atalarına kavuşamayan, buna karşılık küfürleri sebebiyle rehin olarak alıkonulan mü’minlerin soyundan gelen kimseler hakkında olma ihtimali de vardır.

22

Onlara canlarının çekeceği meyve ve eti, ardarda fazlası ile verdik.

"Onlara canlarının çekeceği meyve ve eti ardarda, fazlası ile verdik."

Bütün bunlardan yüce Allah'tan bir fazlalık olarak onlara bol bol verdik. Yüce Allah bunları kendilerine hakettiklerinden daha fazla olarak bol bol verecektir.

23

Orada kadehleri elden ele dolaştırırlar. Onlarda İçtiklerinden ötürü ne saçmalamaları, ne de günah kazanmaları sözkonusudur.

"Orada kadehleri elden ele dolaştırırlar." Yani onların biri kadehi diğerinin elinden alır. Bu da cennetteki mü’min, onun zevceleri ve hizmetçileridir. Kadeh (ke's) ise şarab içilen kaptır. Aynı zamanda şarab veya başka şeyle dolu olan herbir kaba da denilir. Boşaldığı takdirde ona kadeh denilmez. Dilde elden ele kadehin dolaştırılmasının tanıklarından birisi el-Ahtal'ın şu beyitleridir:

"Misafirlerine deve yavrularını kesen bir içki arkadaşı

bana içkide arkadaşlık etti. Cimri de değildir o,

İçkiden sonra sağa sola akılsızca sataşan da değildir.

Onunla pek hoş şarabı, içkiyi elden ele dolaştırdık.

Horozların ötüştüğü zamana kadar ve develerin çöktüğü zaman da erişmişti."

İmruu’l-Kays da şöyle demektedir:

"Sözü aramızda dolaştırınca ve artık o boyun eğince,

Bükülmüş ve salkımları bulunan bir dalı kırdım."

Bu açıklamalar daha önce es-Saffat Sûresi'nde (37/41. âyetin ve devamının tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Onlarda içtiklerinden ötürü ne saçmalamaları, ne de günah kazanmaları sözkonusudur." İçtikleri o içkilerden dolayı aralarında boş sözler cereyan etmez, günah da sözkonusu olmaz.

"Günah kazandırmak", " günah" lâfzından 'tef il" vezninde bir lafızdır. Yani bu kadehler onları günahkar kılmaz, çünkü onlar için mubahtır.

" Orada saçmalama yoktur." Cennette böylesi yoktur diye de açıklanmıştır.

İbn Atâ dedi ki: Adn cennetinde bulunan sakileri melekler, içmeleri Allah'ı zikretmek, kokuları ve selamlamaları Allah'tan, kendileri de Allah'ın misafiri olarak bulundukları Adn cennetlerdeki bir mecliste hangi saçmalama sözkonusu olabilir ki?

"Günah kazanmak" yalan demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

ed-Dahhak dedi ki: Onlar birbirlerine karşı yalan söylemezler, demektir.

İbn Kesîr, İbn Muhaysın ve Ebû Amr "onlarda... ne saçmalamaları, ne de günah kazanmaları sözkonusudur" anlamındaki âyeti isimlerin sonlarım üstün olarak: diye okumuş, diğerleri ise ötreli ve tenvin ile okumuşlardır. Bu husus (yani "fa" edatından sonraki ismin okunuşuna dair açıklamalar) daha önce el-Bakara Sûresinde;

"İçinde alışverişinde, dostluğun da, bir şefaatin de olmadığı bir gün gelmezden önce..." (el-Bakara, 2/254) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

24

Etraflarında sedefleri içinde gizlenmiş incileri andıran delikanlı hizmetçiler dolaşır durur.

"Etraflarında sedefleri içinde gizlenmiş, incileri andıran delikanlı hizmetçiler dolaşır durur." Bunlar meyvelerle, çeşitli ikramlarla, yiyecek ve içeceklerle dolaşırlar. Bunun delili de şu âyetlerdir:

"Altından tabaklar ve testiler dolaştırılır onlara." (ez-Zuhruf, 43/71);

"Beyaz kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır onlara." (es-Saffat, 37/45)

Şöyle de denilmiştir: Bunlar daha önceden geçmiş (vefat etmiş) olan çocuklarından olma delikanlılardır. Yüce Allah böylece onların gözlerini aydın kılmış ve sevindirmiş olacakor.

Bir diğer açıklamaya göre; bunlar başkalarının çocuklarından olup, yüce Allah'ın kendilerine hizmet için verdiği kimselerdir. Bunların cennette yaratılmış gılman (genç delikanlılar) oldukları da söylenmiştir. el-Kelbî dedi ki; Bunlar ebediyyen yaşlanmazlar.

Bunlar güzellikleri ve beyazlıkları itibariyle

"sedefleri İçinde gizlenmiş incileri andırırlar."

"Etraflarında ebedi kılınmış evlatlar dolaşır." (el-Vakıa, 56/17) âyeti hakkında da şöyle denilmiştir: Burada sözü edilenler müşriklerin çocuklarıdır. Bunlar cennetliklere hizmetkarlık edeceklerdir. Halbuki cennette yorgunluk da yoktur, başkasının hizmetine ihtiyaç da yoktur. Ancak yüce Allah böylelikle onların nimetlerin en nihai dereceleri içerisinde olacaklarını haber vermektedir.

Âişe (radıyallahü anha)'dan rivâyete göre Allah'ın peygamberi (salat ve selam ona) şöyle buyurmuştur: "Cennet ehlinden en alt mertebede olan kişi, hizmetçilerinden birisine seslendiği halde, bin kişinin hepsi de ona efendim buyur, efendim buyur emrine hazırız, diye cevab verecekleri kişidir. " Deylemi, Firdevs, I, 217.

Abdullah b. Ömer'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cennet ehlinden olup da kendisi için herbirisi diğerinden farklı ve ayrı işte çatışmamak üzere bin tane hizmetçisi bulunmayan hiçbir kimse yoktur. " İhnu’l-Mübarek, Zühd, s. 551; Hennad b. es-Serri, Zühd, I, 133; Taberi, Tefsir, XXV, 96; Münziri, Terğib, W, 280; İbn Kesîr, Tefsir, FV, 457

el-Hasen'den rivâyete göre ashab: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Hizmetçi inciyi andıracağına göre kendisine hizmet edilen kişi ya nasıl olacaktır? Şöyle buyurdu: "O İkisi arasındaki fark ondördündeki ay ile en küçük yıldız arasındaki fark gibi olacaktır. " Süyuti, td-Durru’l-Mensur, VII, 634'de Katade'den "Hana ulaştığına göre (belegani)..." diyerek

el-Kisaî dedi ki: "O şeyi güneşe karşı örttüm ve korudum" demektir. "Onu içimde gizledim, sakladım" anlamındadır.

Ebû Zeyd dedi ki; aynı anlamdadır (onu gizledim.) Her ikisi hakkında (her İki anlam için) kullanılır. Mesela " İlmi sakladım, gizledim" denilir ve fiil aynı zamanda: "Onu sakladım, gizledim" diye de kullanılır. Bu şekilde gizlenip, saklanan şeye; denilir. "Kızı gizledim" demektir, " Onu gizledim" anlamındadır. Bu şekilde gizlenip saklanan kıza veya cariyeye de denilir.

25

Birbirlerine dönerek karşılıklı soru sorarlar:

"Birbirlerine dönerek karşılıklı soru sorarlar" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: Kabirlerinden diriltilerek kaldırılacaklarında birbirlerine soru soracaklardır. Cennette "birbirlerine soru soracakları" da söylenmiştir. Yani onlar dünya hayatındaki yorgunluktan, akıbetlerinin ne olacağı ile ilgiEi korkularından sözederek bunları birbirlerine hatırlatacaklar ve bu korkularının gitmesi dolayısıyla yüce Allah'a hamdedeceklerdir.

Birinin diğerine; Siz bu üstün mevkiye hangi sebeble eriştiniz? diye soru soracakları da söylenmiştir.

26

"Gerçekten biz daha önce ailelerimiz arasında korku İçinde idik" derler.

"Gerçekten biz daha önce ailelerimiz arasında korku içinde idik, derler." Yani aralarından kendilerine soru sorulan herbir kişi, soru sorana:

"Gerçekten biz daha Önce" yani dünyada iken Allah'ın azabından korkuyor ve çekiniyor idik diyecektir.

27

"Allah bize lütfetti de bizi semum azabından korudu.

"Allah bize" cenneti vermekle ve günahlarımızı bağışlamakla, bir başka açıklamaya göre îmana muvaffakiyet ile ve hidayete iletmek suretiyle

"lütfetti de bizi semum azabından korudu."

el-Hasen dedi ki:

"Semum" ateşin isimlerinden birisi olup aynı zamanda cehennem tabakalarından bir tabakadır. Bunun cehennem dediğimiz gibi, ateş ile aynı şey olduğu da söylenmiştir. Semum azabının ateşi diye de açıklanmıştır.

Çok sıcak bir rüzgar anlamında

"semum" münnes olarak da kullanılabilir. Burdan hareketle: " Günümüz semuma uğradı" denilir. Semuma uğramış güne denilir, çoğulu ...diye gelir.

Ebû Ubeyde dedi ki; Semum gündüzün olmakla birlikte geceleyin de olabilir. Harur ise geceleyin olmakla birlikte gündüzün de görülebilir. Semum bazan soğuğun insanı etkilemesi hakkında kullanılabildiği gibi, çoğunlukla sıcağın ve güneşin etkilemesi hakkında kullanılır. Recez vezninde şair şöyle demiştir:

"Bugün semumu çok, soğuk bir gündür,

Bugüne tahammül edemeyeni ben kınamam."

28

"Şüphesiz ki biz önceden O'na İbadet ediyorduk. Gerçekten O, evet O çok ihsan edendir, çok merhamet edendir."

"Şüphesiz ki biz önceden ona İbadet ediyorduk." Yani dünya hayatında iken kusurlarımızı bağışlamak suretiyle bize lütufta bulunması için dua ediyorduk. Buradaki: "O'na dua ediyorduk (mealde: ibadet ediyorduk)" âyetinin, O'na ibadet ediyorduk, anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Gerçekten O, evet O çok ihsan edendir, çok merhamet edendir." âyetindeki " Gerçekten O" lâfzını Nafî ve el-Kisaî "Çünkü O" anlamında olmak üzere hemze harfi üstün olarak diye okumuşlardır. Diğerleri ise mübteda olarak esreli okumuşlardır.

"Çok ihsan eden" çok lütfeden demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Yine ondan gelen rivâyete göre: O vaadini gerçekleştirendir, demektir, İbn Cüreyc de böyle açıklamıştır.

29

Artık sen öğüt vermeyi sürdür. Sen Rabbinin nimeti sayesinde kahin de değilsin, deli de değilsin.

"Artık sen" ey Muhammed, kavmine Kur'ân-ı Kerîm ile

"öğüt vermeyi sürdür. Sen Rabbinin nimeti sayesinde" Rabbinin sana gönderdiği risalet sayesinde, vahiysiz olarak yarın neler olacağını haber vererek sözlerini uyduran bir

"kahin de değilsin, deli de değilsin."

Bu, onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkındaki sözlerini reddeden bir âyettir. Çünkü Ukbe b. Ebi Muayt: O bir delidir, Şeybe b. Rabia: O bir sihirbazdır, diğerleri ise: O bir kahindir, demişlerdi. Yüce Allah onların hepsinin yalancı olduklarını belirtip iddialarını reddetmektedir.

Şöyle de denilmiştir: " Sen Rabbinin nimeti sayesinde" âyeti yemindir. Allah'ın nimetine yemin olsun ki, sen bir kahin de değilsin, bir deli de değilsin, demek olur. Bunun kasem olmadığı, bir kimsenin: Allah'a hamdolsun ki, sen cahil değilsin. Yani Allah seni böyle bir şeyden uzak tutmuştur anlamında bir âyet olduğu da söylenmiştir.

30

Yoksa onlar: "O bir şairdir. Biz onun zamanın ızdırap veren musibetine uğramasını bekliyoruz." mu diyorlar?

"Yoksa onlar: O bir şairdir... mu diyorlar?" Yani onlar Muhammed bir şairdir diyorlar. Sîbeveyh dedi ki: Allah'ın kullarına bu âyetler ile, kendi ifadelerinde kullanılan üslub ile hitab edilmiştir. Ebû Cafer en-Nehhâs da şöyle demiştir: Bu güzel bir açıklamadır. Şu kadar var ki, bunun gerekli şekilde açıklaması yapılmamıştır. Sîbeveyh şunu anlatmak istiyor:

"Yoksa" lâfzı Arapçada bir konudan başka bir konuya geçiş için kullanılır. Şairin şu ifadelerinde olduğu gibi:

"Sen güzelliğinden süslenme ihtiyacı olmayan birisinden uzak mı kalırsın,

yoksa kınar mısın?"

Burada ifade tamam olmaktadır. Sonra şair bir başka konuya geçerek şunları söylemektedir:

"Yoksa halat onu tanıyamadığı için mi kopmuş oluyor?"

İşte yüce Allah'ın Kitabında bu türden varid olmuş olan âyetlerin anlamı takrir (doğruyu söyletmek) azarlamak ve bir konudan, başka bir konuya geçiş kabilindedir. Nahivciler, bu gibi anlatımlarda kullanılacak edata: "Aksine, belki" edatını örnek gösterirler.

"Biz onun, zamanın ızdırab veren musibetine uğramasını bekliyoruz." Katade dedi ki: Kâfirlerden bir topluluk: Siz Muhammed'in ölümünü bekleyiniz. Filan oğullarının şairinin işini ölüm hallettiği gibi, sizi de ölüm Muhammed'den kurtaracaktır, demişlerdi.

ed-Dahhak dedi ki: Bu sözleri söyleyenler Abdu'd-Dar oğullarıdır. Onlar bu sözleriyle onun şair olduğunu söylemiş oluyorlardı. Yani bundan önce şairler nasıl öldüyse, o da pek yakında ölecektir. Üstelik babası da genç yaşta ölmüştü. Belki o da babası gibi genç yaşta ölür.

el-Ahfeş dedi ki: Bu ifade; " Biz onu zamanın ızdırab veren musibetine uğrayıncaya kadar bekliyoruz" anlamındadır. Burada harf-i cer hazfedilmiştir. Nitekim "Zeyd'e gittim" denilirken denilmesi de buna benzer.

"Izdırab veren musibet": İbn Abbâs'ın açıklamasına göre ölümdür. Ebû’l-Ğavl et-Tuhevî de şöyle demiştir:

"Onlar beni el-Vekaba suyunun koruluğundan döverek alıkoydular

O (dövme) ölümün dağınıklıklarını biraraya getiriyordu."

Şair burada şunu anlatmak istiyor: Dövmek değişik yerlerde bulunan dağınık bir topluluğu biraraya getirir. Eğer onların bulundukları yerlerde ölümleri gelecek olursa, ölüm de onlara dağınık gelecekti. Biraraya gelip toplanmaları sonucunda da ölümleri de onlara hep birlikte gelmiş oldu.

es-Süddî, Ebû malik'ten, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Rayb" Kur'ânı Kerîm’de şüphe ve tereddüt anlamındadır. Yanlız et-Tur Sûresi'ndeki bir yer müstesnadır. "Raybe'l-menun" zamanın olayları ve musibetleri demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Başına gelecek zamanın musibetlerini bekle, olur ki

Bir gün boşanır yahutta onun helali (kocası) ölür."

Mücahid de şöyle demiştir:

"Zamanın musibeti" zamanın olayları anlamındadır. "el-Menun" zaman ile aynı şeydir. Ebû Zueyb dedi ki:

"Sen zamandan ve onun musibetlerinden mi izdırab çekiyorsun?

Halbuki zaman (musibetlere) tahammül göstermeyen kimselerin mazeretini kabul etmez."

Burada şair beyitin birinci mısraında zaman anlamında "el-menun" lâfzını, ikinci mısraında da "dehr" lâfzını kullanmıştır. Mücahid'in açıklamasında da menun, dehr yani zaman diye açıklanmıştır.

el-A'şa'da şöyle demiştir:

"Gözleri zayıf gören ve zamanın, musibetleri ile hastalıklara mübtela kıldığı,

Yakınlarının kendisinde sevinilecek hiçbir taraf bulamadıkları bir adam gördü diye mi?..."

el-Esmaî dedi ki: "el-Menun" gece ve gündüz demektir. Onlara bu ismin veriliş sebebi ömrü eksiltmeleri ve ecelleri sona erdirmeleridir. Yine ondan nakledildiğine göre zamana "menun" deniliş sebebi, hayatın gücünü alıp götürmesinden dolayıdır. "el-Meniyye" de bu şekildedir.

Ebû Ubeyde dedi ki: Zamana bu ismin veriliş sebebi onun zamanla insanı zayıf düşürmesinden dolayıdır. Bu da Arapların: "Güçsüz, zayıf halat"1 tabirlerinden alınmıştır. "İnce toz" demektir.

el-Ferrâ'' dedi ki: "el-Menun" müennes bir lafızdır, tekil ve çoğul olarak böyle gelir. el-Esmaî de: Bu çoğulu bulunmayan tekil bir lafızdır, demiştir. el-Ahfeş de böyle demiştir: Bu, tekili bulunmayan çoğul bir lafızdır, "el-Menun" müzekker ve müennes olarak gelir. Bunu müzekker olarak kabul eden "zaman" anlamında ya da ölüm anlamında kabul ederken, müennes olarak kabul edenler ise manasını gözönünde bulundurarak müennes kabul etmişler. Sanki bununla: "Ölüm" lâfzını kastetmiş gibi olurlar.

31

De ki: "Bekleyedurun, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim."

"De ki bekleyedurun." Yani ey Muhammed, onlara: Bekleyedurun de.

"Şüphesiz ben de sîzinle birlikte bekleyenlerdenim." Başınıza gelecek azâbı gözetleyenlerdenim, demektir. Bedir günü kılıçla azaba uğratıldılar.

32

Onlara bunu akılları mı emrediyor? Yoksa onlar azgınlar topluluğu mudurlar?

"Onlara bunu" sana bu iftiraları yapmayı

"akılları mı emrediyor? Yoksa onlar azgınlar topluluğu mudurlar?" Akılsız olup haddi aşan kimseler midirler? Buradaki:

"Yoksa" lâfzının: " Hayır" anlamında olduğu söylenmiştir. Yani hayır, onlar hak kendileri için açıklık kazanmış olsa dahi, haddi aşarak küfre sapmışlardır.

Amr b. el-As'a şöyle sorulmuş: Senin kavmine Allah kendilerini akıl ile nitelendirmiş olduğu halde, ne oldu da îman etmediler? Şöyle dedi: Onlar yine Allah'ın tuzağa düşürdüğü akıllardı. Yani Allah onlara bu hususta tevfikini vermemişti.

"Akılları" lâfzının "zihinleri" anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü akıl kâfire verilmiş değildir, Eğer akit olsaydı, mutlaka îman ederdi. Kâfire verilen zihinden İbarettir ve bu, ona karşı bir delil olmuştur. Zihin genel olarak ilmi öğrenebilir, öğrenme kabiliyetine sahibtir, Akıl ise ilmin çeşitleri ve nitelikleri arasında ayırım yapar ve emir ve nehyin sınırlarının ölçülerini tesbit eder.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edildiğine göre bir adam şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, o filan hristiyan çok akıllıdır. Peygamber şöyle buyurdu: "Sus, Öyle deme! Kâfirin aklı yoktur. Sen yüce Allah'ın:

"Derler ki: Eğer biz dinleseydik ve aklımızı kullanmış olsaydık, cehennemlikler arasında olmazdık." (el-Mülk, 67/10) âyetini hiç duymadın mı?"

İbn Ömer yoluyla gelen hadiste de şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu azarladıktan sonra şöyle buyurdu: "Sus (öyle deme)! Çünkü akıllı bir kimse Allah'a itaatin gereği ne ise onu yapandır." el-Haris b. Ebi Usame, Müsnedu'l-Haris (Zevaidu'l-Heysemi), II, 811. Bunu et-Tirmizi el-Hakim Ebû Abdillah senedi ile birlikte zikretmiş bulunmaktadır.

33

Yoksa onlar: "Onu kendisi uydurup düzüyor" mu? derler? Hayır, onlar îman etmezler.

"Yoksa onlar: Onu kendisi uydurup, düzüyor mu, derler." Onu yani Kur'ân'ı kendisi mi uydurup düzdü, derler.

"Söz söylemek uydurmak için kendisini zorlamak" demektir. Çoğunlukla da yalan hakkında kullanılır. Nitekim; "Söylemediğim şeyleri hakkımda söyledi" ve "Söylemediğim şeyleri bana söylettin" denilir ki, benim böyle söylediğimi iddia ettin anlamındadır. " Ona yalan söyledi, hakkında yalan uydurdu" demektir. "Ona tahakküm etti, demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Doğruluk ve nimet yurdunda bir konaklama,

Ve hiçbir tabib benim aleyhime herhangi bir hüküm uydurmadı."

Buna göre birinci

"yoksa" inkar için, ikincisi ise müsbet bir anlam ifade etmek için getirilmiştir. Yani durum onların dedikleri gibi değildir.

"Hayır onlar" bile bile inkar ederek ve büyüklenerek

"îman etmezler."

34

Eğer doğru söyleyenler iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.

"Eğer" Muhammed'in bu Kur'ân'ı uydurduğu iddialarında

"doğru söyleyenler iseler, haydi onun gibi" ona benzeyen

"bir söz" bir Kur'ân'ı kendiliklerinden

"getirsinler."

el-Cahderi:

"Haydi onun gibi bir söz getirsinler" âyetini izafet ile okumuştur. (Onun gibi birisinin sözünü getirsinler, demek olur.) Buna göre

"onun gibi" lâfzındaki "he" (o zamiri) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait olur. Kendisiyle Kur'ân'ın kastedildiği

"söz" lâfzının ona izafe edilmesinin sebebi ise, Kur'ân ile gönderilenin kendisi oluşundan dolayıdır. Çoğunluğun kıraatine göre ise "he: o" zamiri Kur'ân'a aittir.

35

Yoksa onlar bir şeysiz mi yaratıldılar? Yoksa yaratanlar onlar mıdır?

"Yoksa onlar bir şeysiz mi yaratıldılar?" âyetindeki: " Zaid (fazladan)" gelmiş bir sıladır. İfade;

"Bir şeysiz mi yaratıldılar" takdirindedir.

İbn Abbâs dedi ki: Kendilerini yaratıp herşeylerini belli bir takdir ve ölçü ile var eden bir Rab olmadan mı yaratıldılar, demektir. Annesiz ve babasız mı yaratıldılar, anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani bu durumda onlar aklı ermeyen cansız bir varlık gibi ve Allah tarafından kendilerine karşı bir delilin ortaya konulmamış olduğunu mu ileri sürüyorlar? Durum hiç de öyle değildir. Onlar bir nutfeden, bir alakaden (sülük gibi kan emen bir kan parçasından) ve bir çiğnemlik etten yaratılmadılar mı? Bu açıklamayı İbn Atâ yapmıştır,

İbn Keysan dedi ki: Yoksa onlar boşuboşuna yaratılıp ve "hiçbir şeysiz" bir şekilde başıboş mu terkedildiler? Onlar başka bir şey için mi yaratıldılar, demektir. Bu durumda: “...den ...dan: "lam: için" anlamındadır.

"Yoksa yaratanlar onlar mıdır?" Yani kendi kendilerini yaratanların kendileri olduklarını, bundan dolayı Allah'ın emrine uymadıklarım mı söylüyorlar? Halbuki onlar bu görüşte değildirler. Yaratılmış olduklarını kabul ettiklerine göre, onlardan başka bir yaratıcı var demektir. Peki, putları terkederek O'na ibadet etmeyi kabul etmekten ve O'nun ölümden sonra diriltmeye kadir olduğunu İtiraf etmekten kendilerini alıkoyan nedir?

36

Yoksa göklerle yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar yakîn sahibi değildirler.

“Yoksa göklerle yeri onlar mı yarattılar?" Durum hiç de böyle değildir. Onlar hiçbir şey yaratmamışlardır,

"Hayır, onlar" hakka

"yakîn sahibi değildirler."

37

Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa egemen olanlar onlar mıdır?

"Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?" Yoksa Rabbinin hazineleri yanlarında bulunduğu için Allah'a muhtaç olmadıklarından, O'nun emrinden yüz mü çeviriyorlar?

İbn Abbâs dedi ki: Rabbinin hazineleri yağmur ve rızıktır. "Rahmetin anahtarları" olduğu da söylenmiştir. İkrime, peygamberliktir diye açıklamıştır. Yani Rabbinin risalet anahtarları onların elinde bulunup onlar bunu istedikleri yere mi koyabilirler? Yüce Allah'ın

"hazineler"i örnek göstermesinin sebebi,

"hazine"nin çeşitli türden biriktirilecek şeyleri toplayıp bir arada tutmak üzere hazırlanan bir ev, oda (veya kasa) oluşundan dolayıdır. Yüce Rabbimizin muktedir olduğu şeyler ise, bütün türlerin içinde bulunduğu sonsuz hazinelere benzer. Onların sonu yoktur.

"Yoksa egemen olanlar onlar mıdır?" âyeti hakkında İbn Abbâs: Otorite sahibi olup varlıkları istediklerine boyun eğdirenler onlar mıdır? diye açıklamıştır. Yine ondan gelen rivâyete göre, batıl peşinde olanlar, diye açıklamıştır, ed-Dahhak da böyle demiştir. İbn Abbâs'tan gelen bir başka rivâyete göre her işin velayeti (kontrol ve gözetimi)ni üzerlerine alanlar onlar mıdır? Atâ: Yoksa herkesi ve herşeyi kahredici güce sahib rabler onlar mıdır? diye açıklamıştır. Yine Atâ dedi ki: "Sen benim üzerime otorite kurdun, egemen oldun" denilir, Sen beni kendine boyun eğdirdin, hizmetçi edindin, demektir. Ebû Ubeyde de böyle demiştir.

es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: bir şeyi kontrol altında tutmak, onun durumlarını yakından tetkik edip amelini yazmak maksadı ile o şeye musallat olan, egemen olan demektir. Bunun kökü "satımdan gelmektedir. Çünkü kitab satır satır yazılır. Bu durumda olan birisinin yaptığı işe: "Egemen, musallat olan" denilir, "Bizim üzerimize musallat oldun, egemen oldun" denilir.

İbn Bahr dedi ki:

"Yoksa egemen olanlar onlar mıdır?" âyeti Hafaza melekleri onlar mıdır? demektir. Bu içine yazılanları muhafaza eden kitabın satır satır yazılışından alınmış bir tabirdir. Buna göre burada: Egemen olan yüce Allah'ın Levh-i Mahfuz'da yazdığını muhafaza eden, koruyan" demek olur. Bunun üç türlü söylenişi vardır. Birincisi, genelin de okuyuş şekli olan "sad" harfi ile telaffuzudur. İkinci "sin" harfi ile olup İbn Muhaysın, Humeyd, Mücahid, Kumbul, Hişam ve Ebû Hayve'nin kıraatidir, "Sad" ile "zel" arasında (işmam ile) okuyuş da üçüncü okuyuş olup, bu da daha Önce

"es-sırat: Yol"da (el-Fâtiha, 1/6, âyet, 27. başlıkta) geçtiği üzere Hamza'nın kıraatidir.

38

Yoksa onların dinlemek için merdivenleri mi var? O halde onların dinleyicileri apaçık delil getirsin.

"Yoksa onların dinlemek için merdivenleri mi var?" Yani onlar üzerine çıkarak haberleri dinledikleri ve böylece Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vahiy yoluyla ulaştığı gibi, kendilerinin gayb ilmine erişebildikleri, üzerinde semaya çıktıkları, yükseldikleri bir yollarının, araçlarının bulunduğunu mu iddia ediyorlar?

"O halde onların dinleyicileri apaçık delil getirsin." Yani onların izle dikleri bu yolun hak olduğuna dair apaçık bir delil, bir belge ortaya koysun.

"Süllem: merdiven" üzerine yükselinebilinen tekilidir, (Özellikle develer için ağaçtdan yapılan bir çeşit) Özengiye bu ismin verildiği de olur. Ebû Rubeys es-Salebi dişi devesini anlatırken şöyle demektedir:

"Sahibi çabukça ayrılmak istediği devesinin çöktüğü yerde ayağını

Össenginin bir basamağına bıraktı mı, kalbi yerinden oynatır."

Züheyr de şöyle demektedir:

"Kim ölüm sebeblerinden çekinirse, karşılaşır onlarla

İsterse semanın yollarına merdiven dayayıp çıksın."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ben yapmadığım bir günahı benim için yaptı diye iddia ettin

Böylece bunun benden darılmaya mazeret teşkil eden bir merdiven olmasını istedin."

İbn Mukbil de bu lâfzı çoğul olarak kullanarak şöyle demektedir:

"Ülkelerin dört bir yanı kuşatamaz kişiyi,

Ve semada onun için merdivenler yapılmaz."

Beyit ile ilgili üç satıra yakın bir açıklama doğrudan tefsiri ilgilendirmediğinden tercüme edilmemiştir

"Dinlemek için" dinlemek maksadıyla üzerinde yükseldikleri... demek olup, yüce Allah'ın:

"Hurma dallarında" (Ta-Ha, 20/71) âyetinin "Dalları üzerinde" anlamına gelmesi gibidir. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır,

Ebû Ubeyde de: O yolla dinleyebilecekleri... demektir, diye açıklamıştır. ez-Zeccâc da: Yani onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vahiy getiren Cebrâîl gibi bir elçileri mi vardır?

39

Yoksa kız çocuklar O'nundur da, oğullar sizin midir?

"Yoksa kız çocuklar O’nundur da, oğullar sizin midir?" âyeti ile yüce Allah onları azarlamak ve yaptıkları çirkinliği yüzlerine vurmak üzere, ne kadar beyinsizce iddialarda bulunduklarını ifade etmektedir. Yani sizler kendinize yakıştırmadığınız halde kız çocukları Allah'a mı nisbet ediyorsunuz? Akli yapısı bu durumda olanların öldükten sonra dirilişi inkar etmeleri uzak görülecek bir ihtimal değildir,

40

Yoksa sen onlardan ücret mi İstiyorsun da, bu nedenle onlar borçtan dolayı ağır bir yük altına mı girmişler?

"Yoksa sen onlardan" risaleti tebliğ etmen karşılığında

"ücret mi İstiyorsun da, bu nedenle onlar borçtan dolayı ağır bir yük altına mı girmişler?"

Yani bunları kendilerinden ödemelerini istediğin bu borçları ile karşı karşıya bıraktığın yükümlülükten ötürü, ağır bir yük altına girmiş ve bitkin mi düşmüşler?

41

Yoksa gayb onların yanındadır da, onlar mı yazıyorlar?

"Yoksa gayb onların yanındadır da onlar mı yazıyorlar?"

İnsanlar için gaybların ilminden dilediklerini mi yazıyorlar?

Şöyle de açıklanmıştır: Yani onlar insanlara gayb olan bilgilere mi sahiptirler ki, Allah Rasûlünün kendilerine bildirmiş olduğu kıyâmet, cennet, cehennem ve öldükten sonra dirilişin batıl olduğunu öğrenmiş mi bulunuyorlar?

Katade dedi ki; Onlar: Zamanın başına getireceği musibetleri bekliyoruz, deyince, yüce Allah da:

"Yoksa gayb onların yanındadır da onlar mı yazıyorlar?" ve böylelikle Muhammed'in ne zaman öleceğini ya da işinin sonunda nereye varacağını mı biliyorlar? diye buyurdu.

İbn Abbâs dedi ki: Levh-i Mahfuz onların yanında olduğundan dolayı onlar da içinde bulunanı yazıp insanlara orada bulunanları mı haber veriyorlar?

el-Kutebî dedi ki:

"Yazıyorlar" hükmediyorlar, "kitab" da hüküm demektir. Yüce Allah'ın:

"Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı." (el-En'am, 6/54) âyetinde de hükmetti, demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu âyeti da böyledir: "Nefsim elinde olana yemin olsun ki, ben aranızda Allah'ın kitabı gereğince hükmedeceğim." Bk İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, IX 78. Allah'ın hükmü gereğince hükmedeceğim, demektir.

42

Yoksa onlar bir tuzak mı kurmak istiyor? Fakat o inkar edenlerin kendileridir asıl tuzağa düşenler.

"Yoksa onlar" Daru'n-Nedve'de sana karşı

"bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o inkar edenlerin kendileridir asıl tuzağa düşenler." Asıl kendilerine tuzak kurulanlar onlardır.

"Kötü düzen ise ancak sahiblerini kuşatır." (Fatır, 35/43) Bu ise onların Bedir'de öldürülmeleri ile gerçekleşmiştir.

43

Yoksa onların Allah'tan başka ilahları mı yardır? Allah onların ortak koşmakta olduklarından münezzehdir.

"Yoksa onların Allah'tan başka" yaratan, rızık veren ve alıkoyan

"İlahları mı vardır? Allah onların ortak koşmakta olduklarından münezzehdir."

Yüce Allah ortağı bulunmaktan kendi zatını tenzih etmektedir.

el-Halil dedi ki; et-Tur Sûresi'nde bulunan bütün: "(fi): Yoksa" lâfızları istifham (soru) edatı olup atıf edatı değildir.

44

Eğer gökten düşen bir parça görseler: "Üstüste yığılmış bir buluttur" diyeceklerdir.

"Eğer gökten düşen bir parça görseler" âyetini yüce Allah onların:

"Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi üzerimize gökten parçalar indir." (eş-Şuara, 26/187) sözleri ile

"Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşüresin." (el-İsra, 17/92) sözlerine cevab vermek üzere indirmiştir. Yüce Allah bu âyetle, eğer bunu yapmış olsaydı onların:

"Üstüste yığılmış bir buluttur" diyeceklerini haber vermektedir. Yani bu gördüğünüz şey, bir bölümü diğerinin üzerine yığılmış ve üzerimize düşmüş bir buluttur. Üzerimize düşen sema değildir, diyeceklerdir. Bile bile inatlaşanların veya geçmişlerini taklidin istilasına uğramış olanların uygulaması budur. Müşrikler arasında bu iki özellik de vardır,

"Bir şeyin bir parçası" demek olan in çoğuludur. Mesela: " Bana kumaşından bir parça ver" denilir. Yine bunun çoğulu olarak de kullanılır ile 'in aynı şey olduğu söylenmiştir.

el-Ahfeş dedi ki: Kim diye okursa, bunu tekil kabul etmiş, diye okuyan ise çoğul kabul etmiş olur. Bu hususa dair yeterli açıklamalar el-İsra Sûresi'nde (17/92. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır, Yüce Allah'a hamdolsun.

45

Şimdi onları baygın düşüp yıkılacakları günleri ile karşılaşana kadar bırak.

"Şimdi onları baygın düşüp yıkılacakları günleri ile karşılaşana kadar bırak" âyeti kılıç (savaşı emreden) ayet ile nesholmuştur.

"Baygın düşecekleri" âyeti genel olarak "ye" harfi üstün okunmuştur. İbn Amir ve Âsım ötreli okumuşlardır. el-Ferrâ'' dedi ki: Bunlar yarıi iki ayrı söyleyiştir. Tıpkı Mutlu oldu': fiili gibidir.

Katade: Bundan kasıt ölecekleri gündür, demiştir, Bedir günü olduğu da söylenmiştir. Bunun Sur'a ilk defa üfürüleceği gün olduğunu söyleyenler de vardır. Kıyâmet gününde onlara akıllarını başlarından alacak şekilde azâbın gelmesinin kastedildiği de söylenmiştir.

" Baygın düşüp yıkılacakları" âyetinin "ye" harfi ötreli okunduğu takdirde: "Allah onu baygın düşürüp yere yıktı" şeklinden geldiği de söylenmiştir O takdirde: "Baygın düşürülecekleri..." diye meali yanılabilir.

46

O günde tuzaklarının kendilerine hiçbir faydası olmaz. Onlara yardım da olunmaz.

"O günde tuzaklarının" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dünyada iken kurdukları tuzaklarının

"kendilerine hiçbir faydası olmaz. Onlara" Allah tarafından

"yardım da olunmaz."

" O günde" lâfzı, " Baygın düşüp yıkılacakları günleri" lâfzından bedel olarak nasb ile gelmiştir.

47

O zulmedenler için de muhakkak bundan önce bir azâb vardır. Fakat onların çoğu bilmezler.

"O zulmedenler" kâfir olanlar

"için de muhakkak bundan" bir görüşe göre ölümlerinden

"önce bir azâb vardır." İbn Zeyd, bunlar ağrılar, hastalıklar, belalar, mal ve çocukların gitmesi gibi dünya musibetleridir, demiştir. Mücahid, bu yedi yıl boyunca devam eden açlık ve sıkıntılı yıllardır. İbn Abbâs o ölümdür dediği gibi, yine ondan kabir azabıdır, dediği de nakledilmiştir. el-Bera b. Azib ile Ali (radıyallahü anh) da böyle demişlerdir. Buradaki

“Önce", " Başka" anlamındadır.

Ahiret azabından daha hafif bir azâb(larî) vardır, diye de açıklanmıştır.

"Fakat onların çoğu" azâbın başlarına geleceğini

"bilmezler." Bir diğer açıklamaya göre:

"Fakat onların çoğu" sonunda nereye varacaklarını

"bilmezler."

48

Rabbinin hükmüne kadar sabret. Muhakkak ki sen Bizim gözetimimiz altındasın. Kalktığın vakitte de Rabbinİ hamd ile tesbih et.

Yüce Allah’ın:

"Rabbinin hükmüne kadar sabret. Muhakkak ki sen Bizim gözetimimiz altındasın" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık altında sunacağız:

1- Rabbinin Hükmü;

"Rabbinin hükmüne kadar sabret," Denildiğine göre; Rabbinin sana yüklemiş olduğu risalet vazifeleri hususunda Rabbinin hükmüne sabret, diye açıklandığı gibi, Allah'ın, kavminden gelen sıkıntılarla mübtela kıldığı hususlarda O'nun belasına (sınamalarına) karşı sabret, diye de açıklanmıştır. Sonra bu kılıç (cihadı emreden) âyetiyle nesh olmuştur.

2- Allah'ın Gözetimi Altında Bulunmak:

Yüce Allah'ın:

"Muhakak ki sen Bizim gözetimimiz altındasın." Bizim tarafımızdan görülmektesin. Biz senin neler yaptığını görüyor, neler söylediğini işitiyoruz. Bizim seni göreceğimiz, koruyacağımız, himaye edeceğimiz, kollayacağımız ve seni gözeteceğimiz bir konumdasın, diye de açıklanmıştır. Anlamlar birdir.

Yüce Allah'ın Mûsa (aleyhisselâm)'a söylediği:

"Benim gözetimim altında yetiştirilesin diye."(Ta-Ha, 20/39) âyeti da bu anlamdadır. Bu da benim korumam ve muhafazam altında yetiştirilesin, demektir. Daha Önce (Ta-Ha, 20/39. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Kalktığın vakitte de Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir kısmında da, yıldızların kaybolması vaktinde de O'nu tesbih et" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Rabbi Hamd ile Tesbih etme Zamanları"

"Kalktığın vakitte de Rabbini hamd ile tesbih et" âyetinde yer alan

"kalktığın vakit”in te'vili hususunda farklı görüşler vardır: Avn b. Malik, İbn Mes’ûd, Atâ, Said b. Cübeyr, Süfyan es-Sevri ve Ebû'l-Ahvas şöyle demişlerdir: Meclisinden kalkacağı vakit Allah'ı teşbih ederek "subhanallahi ve bi hamdihi" yahutta "subhanekellahumme ve bi hamdike" der. Eğer meclis bir hayır meclisi ise fazladan bir de güzel övgüde bulunulmuş olur. Şayet böyle değil ise bu sefer o meclisin keffareti olur. Bu tevilin delili Tirmizi'nin rivâyet ettiği Ebû Hüreyre'nin naklettiği şu hadistir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim bir mecliste oturur da orada boş sözleri fazlalaşacak olursa meclisinden kalkmadan önce de: "Allah'ım, seni hamdinle teşbih ederim. Şehadet ederim ki senden başka hiçbir ilâh yoktur. Senden mağfiret diler ve sana tevbe ederim," diyecek olursa, mutlaka o meclisinde olan hatalar ona bağışlanır." (Tirmizi) dedi ki: Bu hasen, sahih, garib bir hadistir. Tirmizi, V, 494; Müsned, I!, 494.

Yine Tirmizi'de kaydedildiğine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir tek mecliste yerinden kalkmadan önce yüz defa istiğfar getirdiğini sayardık: "Rabbim, bana mağfiret buyur, tevbemi kabul buyur. Çünkü şüphesiz tevbeleri çokça kabul eden, günahları çokça bağışlayan sensin" (diyordu.) (Tirmizi) dedi ki: Bu hasen, sahih, garib bir hadistir. Tirmizi, V, 4y4; Nesâî, es-Sünenu'l-Kübra, VI, 119,

Muhammed b. Ka'b, ed-Dahhak ve er-Rabi şöyle demişlerdir: Bu, namaz için kalkacağın vakit... anlamındadır. ed-Dahhak da şöyle demiştir: Kişi kalkacağı vakit: "Allah en büyüktür, Allah'a çokça hamd u senalar olsun. Sabah akşam Seni eksikliklerden tenzih ederim Allah'ım" der.

Ancak el-Kiya et-Taberi dedi ki: Bunun böyle olması ihtimali uzaktır. Çünkü yüce Allah'ın:

"Kalktığın vakit" diye buyurması tekbirden sonra teşbihte bulunmaya delalet etmemektedir. Kalkıştan sonra getirilecek olan şey, tekbirdir, bundan sonra da teşbih getirilir, demektir. O halde bundan maksad İbn Mes’ûd (radıyallahü anh)'ın dediği gibi, nereden olursa olsun kalkacağın vakittir.

Ebû'l-Cevza ile Hassan b. Atiyye de söyle demişlerdir: Uykundan kalkacağın vakit anlamındadır. Hassan dedi ki: Bundan maksat, ameline yüce Allah'ı zikrederek başlamasıdır.

el-Kelbî dedi ki; Sen yatağından kalkıp namaza -ki bu sabah namazıdır-başlayacağın vakte kadar dilinle Allah'ı zikret. Bu hususta sahih çeşitli rivâyetler vardır. Bunlardan birisi Ubade'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yaptığı şöyle dediğine dair rivâyetidir: ';Her kim geceleyin uyanıp da:

Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Mülk yalnız O'nundur, hamd de yalnız O'nadır. O herşeye güç yetirendir. Yüce Allah'a hamdolsun, Allah her türlü eksiklikten münezzehtir. Allah en büyüktür. Allah ile olmadıkça hiçbir şeye güç ve takat getirilemez." dedikten sonra: Allah'ım bana mağfiret buyur der yahutta dua ederse, onun duası kabul olunur. Eğer abdest alır, namaz kılarsa namazı da kabul olunu Buhârî, I,387;Tirmizi,V, 480; Dârimi, II,377; Ebû Davud, IV, 314; İbn Mace, II 1276;Müsned,V,313. Bunu Buhârî rivâyet etmiştir. Hadisin baş tarafındaki “geceleyin uyanırsa” tabiri ile ilgili iki satırlık bir sözlük açıklaması gerek olmadığından tercüme edilmemiştir.

İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin namaz kılmak üzere kalktığı vakit şöyle dermiş:

"Allah'ım, hamd yalnız Sanadır. Sen göklerin, yerin ve onlarda bulunanların nurusun. Hamd Sanadır. Gökleri, yeri ve orada bulunanları var eden ve varlıklarını ayakta tutan Sensin. Hamd yalnız Sanadır. Göklerin, yerin ve onlarda bulunanların Rabbi Sensin. Sen haksin, vaadin haktır, sözün haktır, Sana kavuşmak haktır, cennet haktır, cehennem haktır, kıyâmet haktır, peygamberler haktır, Muhammed haktır. Allah'ım, ben Sana testim oldum, Sana güvenip dayandım, Sana inandım, Sana dönüyorum, Senin adınla düşmanlık ediyor ve Senin önünde muhakeme oluyor, Senin hükmüne başvuruyorum. Önceden işlediklerimi, sonradan İşleyeceklerimi, gizlediklerimi, açıkladıklarımı Sen bana mağfiret buyur! Öne geçiren de Sensin, geri bırakan da Sensin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur, Senin dışında da hiçbir ilâh yoktur." Buhârî, I,377,V,3228,VI, 2689,2709;Müslim,I,533; Tirmizi,V, 481;Ebû Davud,I, 205; Muvatta’I,215;Müsned,I298,308.

Hadis Buhari ve Müslim tarafından rivâyet edilmiştir.

Yine İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin uyandı mı yüzünden uykuyu siler, sonra da Al-i İmrân Sûresi'nin sonundaki on âyet-i kerimeyi okurdu. Buhârî, I,401,IV, 1666;Müslim,I 526;Ebû Davud,II,47;Nesâî,III,211;İbn Mace, I, 433;Muvatta’,I,121;Müsned I 243

Zeyd b. Eslem dedi ki: Sen öğlen vakti yattığın kaylule uykusundan, öğle namazını kılmak üzere kalktığın vakit, demektir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Kaylule uykusu ile ilgili herhangi bir rivâyet bulunmamaktadır. O da gece uykusu gibi değerlendirilir.

ed-Dahhak dedi ki: Bundan kasıt, namaz kılmak üzere kalktığı vakit namazdaki teşbihlerdir.

el-Maverdî dedi ki: Bu teşbihin ne olduğu hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre bu, kişinin rükû' esnasında "subhane rabbiye’l-azim" ile sücud esnasında "subhane rabbiye’l-a'la" demesidir. İkinci görüşe göre ise bu namaza başlarken okunan duadır.

Bu sırada kişi: "Allah'ım, Seni hamdinle teşbih ederim. Senin adın pek mübarektir, şanın pek yücedir, senden başka hiçbir ilâh yoktur" Müslim, I, 299; Müsned, III, 50, 69. der.

İbnul-Arabî dedi ki: Bundan kastın, namazdaki teşbih olduğunu söyleyenlerin görüşlerini ele alacak olursak, bu getirilen teşbihlerin en faziletlîsidir. Bu konudaki rivâyetler pek çoktur. Bunların en büyüğü Ali (radıyallahü anh)'dan, onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği sabit olmuş şu rivâyettir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaza kalktı mı: "Yüzümü yönelttim..." diye dua ederdi. Müslim, I, 534-535, 536; Tirmizi, V, 4H5, 4ü6, 487; Dârimi, I, 309; Ebû Davud, 1, 201, Müsned, I, 94.

Biz bunu da, benzerlerini de el-En'am Sûresi'nin sonlarında (6/101-103. âyetler, 3. başlıkta) zikretmiş bulunuyoruz.

Buhârî’de de Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Bana namazım esnasında yapacağım bir dua öğret. Şöyle buyurdu:

"Allah'ım, gerçekten ben nefsime çokça zulmettim. Senden başka da kimse günahları bağışlamaz. O halde kendi nezdinden bana bir mağfirette bulun ve bana merhamet eyle. Şüphesiz ki Sen günahları çok çok bağışlayan ve çok çok merhametli olansın, de." Buhârî, I, 286, V, 2331; Müslim, IV, 2078; Tirmizi, v, 543; İbn Mace, II, 1Z<51; Müsned, 1.3.

49

Gecenin bir kısmında da, yıldızların kaybolması vaktinde de O'nu tesbih et.

2- Geceleyin ve Yıldızların Kaybolurken Allah'ı Tesbih etmek:

"Gecenin bir kısmında da, yıldızların kaybolması vaktinde de O'nu tesbih et" âyetine dair açıklamalar yeteri kadarıyla yüce Allah'ın:

"Gecenin bazısında ve secdelerin aralarında da O'nu tesbih et." (Kaf, 50/40) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

"Yıldızların kaybolması vakti" âyeti hakkında Ali, İbn Abbâs, Cabir ve Enes, bununla sabah namazının iki rekatını kastetmektedir, demişlerdir. Kimi ilim adamları âyeti bu görüşe göre yorumlayarak hükmünü mendub diye kabul etmiş ve beş vakit namaz ile nesholduğunu söylemişlerdir.

ed-Dahhak ve İbn Zeyd'den rivâyet edildiğine göre yüce Allah'ın:

"yıldızların kaybolması" âyeti ile yüce Allah, sabah namazını kastetmektedir demişlerdir. Taberî'nin tercih ettiği görüş de budur.

İbn Abbâs'tan bunun namazların sonlarında teşbih getirmek olduğu rivâyet edilmiştir.

" Yıldızların kaybolması vakti" lâfzındaki hemzeyi yedi kıraat İmâmı kesreli olarak ve mastar kipi şeklinde okumuşlardır. Nitekim bunu Kaf Sûresi'nde (anılan âyet-i kerimenin tefsirinde) açıklamış bulunuyoruz. Salim b. Ebi’l-Ca'd ve Muhammed b. es-Semeyka ise hemzeyi üstün olarak: (........) diye okumuşlardır. Benzeri bir kıraat Yakub, Sellam ve Eyyub'dan da rivâyet edilmiştir ki, bu da: "Arka" kelimesinin çoğuludur. "İşin sonu" demektir.

Tirmizi'nin rivâyet ettiğine göre Muhammed b. Fudayl, Rişdin b. Küreyb'den, o babasından, o İbn Abbâs'tan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Yıldızların kaybolması tan yeri ağarmadan önce iki rekat namaz kılmaktır. Secdelerin ardları ise akşam namazından sonra iki rekat kılmaktır." (Tirmizi) dedi ki: Bu garib bir hadistir. Biz bunu merfu rivâyet olarak ancak bu yolla Muhammed b. Fudayl ile Rişdin b. Kureyb yoluyla biliyoruz. Ben Muhammed b. İsmail'e (Buhari'ye): Muhammed b. Fudayl ile Rişdin b. Kureyb hakkında, bunların hangisi daha sika (sağlam ve güvenilir) ravidir, diye sordum, o: Her ikisine de yaklaşmam. Bununla birlikte bana göre Muhammed daha ağır basar, dedi. (Tirmizi) dedi ki: Abdullah b. Abdu'r-Rahmân'a bu hususu sordum, o da; Her ikisine de yaklaşmam. Bununla birlikle Rişdin b. Kureyb bana göre ikisi arasında tercihe değer olandır, dedi. Tirmizi dedi ki; Uygun görüş Ebû Muhamıned'in görüşüdür. Bana göre de Rişdin b. Kureyb, Muhammed'den daha ağır basar ve daha eskidir. Ayrıca Rişdin, İbn Abbâs'a yetişmiş ve onu görmüştür Tirmizi, V, 392; Taberani, Evsat, VII, 265.

Müslim'in, Sahih'inde de Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediği zikredilmektedir:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazından (farzından) Önce iki rekatten daha çok ve ısrarla hiçbir nafileye devam etmiş değildir Müslim, I, 501; Ebû Davud, II, 19; Müsned, VI, 43, 54, 170. Yine Âişe'den, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetine göre Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sabah namazının iki rekati dünyadan ve İçindeki şeylerden daha hayırlıdır." Müslim, I, 501; Tirmizi, II, 275; Nesâî, III, 252; Müsned, VI, 265.

et-Tur Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir.

Yüce Allah'a hamdolsun.

0 ﴿