NECM SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile

Mekke'de inmiştir. Altmışiki âyettir.

el-Hasen, İkrime, Atâ ve Cabir'in görüşüne göre tamamı Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ile Katade ise şöyle demişlerdir: Bu sûreden bir âyet müstesnadır. O da yüce Allah'ın:

"O kimseler ki küçük kusurlardan başka günahların büyüklerinden ve hayasızlıklardan uzak dururlar..."(53/32) âyetidir. Sûrenin altmışiki âyet olduğu da söylenmiştir.

Surenin tümüyle Medine'de indiği de söylenmiştir. Ancak sahih olan bunun Mekke'de indiğidir. Çünkü İbn Mes’ûd'un şöyle dediği rivâyet edilmiştir: en-Necm, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mekke'de ilan ettiği ilk sûredir. İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, VII, 272, "Mekke" kaydı yok ve "ilan eltiği" lâfzı yerine: "nkıı-clıığu" lâfzıyla

Buhârî’de, İbn Abbâs'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) en-Necm Sûresi'nde (secde âyetinde) secde etti. Onunla birlikle müslümanlar da, müşrikler de, cinler de, insanlar da secde etti. Buhârî, I, 364.

Abdullah b. Mesud'dan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) en-Necm Sûresi'ni okumuş ve bunun için secde etmiştir. Onlardan (orada bulunanlardan) secde etmedik hiçbir kimse kalmadı. Aralarından bir adam bir avuç çakıl taşı ya da toprak alıp, yüzüne doğru kaldırdı ve: Bu kadarı bana yeter, dedi. Abdullah (b. Mesud) dedi ki: Ben onun daha sonra kâfir olarak öldürüldüğünü gürdüm. Bunu da Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir Buhârî, I, 363, 364, III, 1399, IV, 1460, 1842; Müslim, I, 405, Ebû Davud, 11, 59; Müsned, I, 3H8, 401, 431, 443, 452; İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, I, 369.

Burada sözü edilen "adam"ın ismi Umeyye b. Haleftir. Buhârî ile Müslim'de Zeyd b. Sabit (radıyallahü anh)'dan gelen rivâyete göre; kendisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a:

"Battığı zaman yıldıza yemin olsun ki" sûresini okudu, fakat secde etmedi Müslim, I, 406; Buhârî, I, 364; Tirmizi, II, 466; Müsned, V, 183, 186.

el-Araf Sûresi'nin sonlarında (7/206. âyet, 2. başlık ve devamında) bu hususa dair görüşler zikredilmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

1

Battığı zaman yıldız(lar)a yemin olsun ki:

“Battığı zaman yıldıza yemin olsun ki" âyeti hakkında İbn Abbâs ve Mücahid şöyle demişlerdir;

"Battığı zaman yıldıza yemin olsun ki" âyeti, tan yeri ile birlikte batan Süreyya yıldızına yemin olsun ki, demektir. Süreyya yıldızı, her ne kadar sayıca birçok yıldız olmakla birlikte Araplar Süreyya'ya bir yıldızmış gibi ismini verirler. Denildiğine göre o yedi yıldızdan oluşan bir topluluktur. Bunların altısı görünür, bir tanesi ise gizlidir. İnsanlar onu görüp görmemekle görme kuvvetlerini sınarlar. Kadı Iyad'ın eş-Şifa adlı eserinde belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Süreyya (Ülker) yıldızında onbir yıldız görürdü.

Yine Mücahid'den nakledildiğine göre: İndiği zaman Kur'ân'a yemin olsun ki, demektir. Çünkü Kur'ân da nücum halinde (kısım kısım, parça parça anlamında ve aynı zamanda yıldızlar demektir) inerdi. el-Ferrâ'' da böyle demiştir. Yine ondan nakledildiğine göre; semadaki bütün yıldızların battığı zamanını kastetmektedir. Bu el-Hasen'in de görüşüdür. O şöyle demektedir: Yüce Allah bactığı zaman yıldızlara yemin etmektedir. Çoğul anlamı olmakla birlikte, tekil lâfız ile ifade edilmesi anlatım üslubuna aykırı değildir. Nitekim çoban şöyle demiştir:

"Yıldız(lar)ı (yansıttığından ötürü) o dopdolu tencerede sayarak geceyi geçirdi,

Yiyenlerin elinde çabukça donuveren (o yemeğin tenceresinde)."

Ömer b. Ebi Rabia da şöyle demektedir;

"Semadaki yıldız(lar)ın en güzeli Süreyya yıldızıdır,

Süreyya ise yeryüzünde kadınların en güzelidir."

Yine el-Hasen şöyle demektedir: Burada

"yıldız"dan kasıt, kıyâmet gününde yıldızların döküleceği vakittir. es-Süddî de şöyle demektedir: Burada

"yıldız"dan kasıt Zühre (venüs) yıldızıdır. Çünkü Araplardan bir topluluk bu yıldıza ibadet ediyorlardı.

Bununla kastedilenin şeytanların kendileriyle taşlandığı yıldızlar olduğu da söylenmiştir. Bunun sebebi de şudur: Yüce Allah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)peygamber olarak göndermeyi murad edince doğumundan önce yıldızlar çokça dökülmeye başladı. Ondan dolayı Araplar oldukça korktular ve kendilerine kehanette bulunan gözleri kör bir kahinin yanına koştular. O da onlara olaylar hakkında haber veriyordu. Bu olay hakkında da ona soru sormaları üzerine o: Oniki burca bir bakınız. Eğer bu burçlardan birisi düşmüşse dünyanın sonu geldi, demektir. Eğer onlardan hiçbir şey düşmemişse dünyada çok büyük bir iş meydana gelecek demektir. Bunun üzerine dikkatle olayları incelemeye koyuldular. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilince, İşte uyarılıp dikkat kesildikleri büyük iş o oldu. Yüce Allah da:

"Battığı zaman yıldıza yemin olsun ki" diye buyurdu. Yani o batan yıldız, işte bu ortaya çıkan peygamberlik dolayısıyla batmıştır.

Buradaki

"yıldız"dan kastın sapı, gövdesi olmayan bitki olduğu da söylenmiştir. "Kayması" ise yerin üzerine düşmesi demektir.

Cafer b. Muhammed b. Ali b. el-Hüseyn (Allah onlardan razı olsun) dedi ki:

"Yıldıza yemin olsun" âyetinde Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastetmektedir.

"Battığı zaman" da Miraç gecesi semadan yere indiği zaman demektir. Çünkü burada "battî" anlamı verilen "hevan fiili, aynı zamanda yukardan aşağıya hızlıca inmek, düşmek anlamlarına da yelir

Urve b. ez-Züheyir (radıyallahü anh)'dan rivâyete göre Ebû Leheb'in oğlu Utbe, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kızı ile evli idi. Şam'a gitmek istedi. Yemin olsun Muhammed'e gidip ona eziyet edeceğim, dedi. Yanına varıp: Ey Muhammed ben "battığı zaman yıldızı, yaklaşıp sarkanı inkar ediyorum" dedi, sonra da Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüzüne tükürdü, kızını boşayıp ona gönderdi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Allah'ım Sen bunun üzerine yırtıcı hayvanlarından birisini musallat et." diye bedduda etti. Bu esnada Ebû Talib de orada bulunuyordu. Bu duadan endişeye kapıldı ve: Ey kardeşimin oğlu, sen bu duayı yapmayabilirdin dedi. Utbe babasına gidip, ona durumu haber verdi. Sonra da Şam'a çıktılar, bir yerde konakladılar. Oradaki manastırdan bir rahip onların yanına gelip: Burası yırtıcı hayvanı çok olan bir yerdir, dedi. Ebû Leheb arkadaşlarına: Ey Kureyş topluluğu bu gece siz bizi koruyunuz. Çünkü ben Muhammed'in yaptığı bedduanın oğlumu tutacağından korkuyorum, dedi. Bunun üzerine develerini toplayıp etraflarında çöktürdüler ve özellikle Utbe'yi gözetlemeye koyuldular. Bir arslan gelip onların yüzlerini koklamaya başladı ve nihayet Utbe'ye bir darbe indirip onu öldürdü. Hassan da şöyle demiştir:

"Bu sene kimisi ailesinin yanına dönse bile,

Yırtıcı hayvanın yediği kimse geri dönemez."

Aslında ("yıldız" anlamı verilen): "Çıkmak, doğmak" demektir. Mesela "Diş çıktı", "Filan kişi filan ülkede çıktı" yani sultana baş kaldırdı, denilir.

("Battı" anlamı verilen): "İnmek ve yere düşmek" demektir. Kullanım şekli itibariyle: "İndi, iner, inmek" diye kullanılır ve " Gitti, gider, gitmek" fiilinin kullanımına benzer. Şair Züheyr söyle demektedir: "O develeri, çakılı bol ve yürünmesi zor yüksekçe yerlere çıkardı ve onlar yıkılıyordu, Tıpkı halatlarla aşağı sarkıtılan kovanın düşmesi gibi."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Bizler Belakis el-Kâa' denilen yerde iken

Hızlı gidiyorken; develer de alabildiğine iniyorken

Seni hatırladım da kalbime bir düşünce saplandı

Gevşetti gücümü artık, yoluma devam edemedim."

el-Esmaî dedi ki; Üstün ile " Yukarıdan aşağıya doğru düştü, düşer" demektir. " Geceleyin yürüyüşüne devam elti" anlamındadır. aynı anlamda iki ayrı söyleyiştir. İşte şair bu iki söyleyişi de şu beyitinde birarada kullanmış bulunmaktadır:

"Nice konak yeri vardır ki, ben olmasaydım sen oradan aşağı düşerdin,

Dağın en yüksek tepesinden bütünüyle düşen bir şeyin düşüşü gibi."

Sevgi ve muhabbeti anlatmak için de esreli olarak: "Sevdi, sever, sevmek" denilir.

2

Arkadaşınız asla sapmadı, batıla da yönetmedi.

"Arkadaşınız asla sapmadı" âyeti yeminin cevabıdır. Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) haktan uzak düşmedi, ondan başka bir tarafa sapmadı.

"Batıla da yönelmedi." âyetindeki fiilin mastarı: Doğrunun zıttı" demektir.

O sapkın bir kimse olmadı. Batıl bir söz söylemedi, diye de açıklanmıştır. İstediğinden mahrum düşmedi diye de açıklanmıştır. "Mahrum kalmak, zarara uğramak" demektir. Şair şöyle demiştir:

"Kim bir hayır görse; över insanlar onun durumunu.

Kim de istediğini elde edemezse, hüsranından dolayı kınayıcısız kalmaz."

Yani istediğini elde edemeyen kimseyi insanlar kınar.

Diğer taraftan bu âyetin vahiyden sonraki durumu haber vermek mahiyetinde olması mümkün olduğu gibi, genel olarak bütün halleri hakkında haber vermek mahiyetinde de olabilir. Yani o her zaman için Allah'ı tevhid eden birisi idi. Yüce Allah'ın:

"Kitabın da, imanın da ne olduğunu bilmezdin." (eş-Şura, 42/52) âyetini açıklarken, eş-Şura Sûresi'nde belirttiğimiz gibi doğru olan da budur.

3

O, kendi hevasından bir söz söylemez.

4

O bildirilen bir vahiyden başkası değildir.

"O kendi hevasından bir söz söylemez. O bildirilen bir vahiyden başkası değildir" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Peygamberin Söyledikleri:

"O kendi hevasından bir söz söylemez" âyeti hakkında Katade şöyle demiştir: O Kur'ân'ı kendi hevasından söylemez.

"O" kendisine

"bildirilen bir vahiyden başkası değildir."

Bir başka açıklama da şöyledir:

"Kendi hevasından", hevası ile konuşmaz, demektir. Bu açıklamayı Ebû Ubeyde yapmıştır. Yüce Allah'ın:

"Sen bunu bir bilene sor." (el-Furkan, 25/59) âyetinin, onun hakkında sor anlamında olması gibidir.

en-Nehhâs dedi ki: Katade'nin açıklaması daha uygundur ve bu durumda: "...'dan" gerçek anlamı ile kullanılmış olur. Yani onun söyledikleri, onun öz görüşünden değildir. Söyledikleri ancak yüce Allah'tan bir vahiy ile ortaya çıkar. Çünkü bundan sonra "o bildirilen bir vahiyden başkası değildir" diye buyurutmaktadır.

2- Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın İçtihadı:

Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın karşı karşıya kaldığı olaylar hakkında içti had etmesinin câiz olmadığını söyleyenler bu âyet-i kerimeyi delil gösterebilirler. Yine bu âyet-i kerimede sünnetin de amel bakımından tıpkı Allah tarafından indirilmiş vahiy gibi olduğuna delalet vardır. Bu hususa dair el-Mikdam b. Madî Kerib'in rivâyet ettiği hadis bu kitabımızın "Mukaddime"sinde ("Kitabın sünnet ile açıklanması bu hususta gelen rivâyetler" başlığı altında) açıklanmış bulunmaktadır, Yüce Allah'a hamdolsun.

es-Sicistanî dedi ki: Arzu edilirse:

"O bildirilen bir vahiyden başkası değildir" âyeti,

"Arkadaşınız asla sapmadı" âyetinden bedel de kabul edilebilir. '

Ancak İbnu'l-Enbarî şöyle demektedir: Bu yanlıştır. Çünkü: "(......): Değildir" lâfzının "nun'unun şeddesiz hali, olumsuz (u)'dan bedel olamaz. Buna delil de bir kimsenin -Allah'a yemin ederim ben kalkmadım, ben ancak oturuyorum anlamında: diyemeyeceğidir,

5

Ona çetin güçler sahibi öğretti.

"Ona çetin güçler sahibi öğretti." el-Hasen'in dışında diğer müfessirlerin görüşlerine göre maksat Cebrâîl (aleyhisselâm)'dır. el-Hasen ise; bu yüce Allah'tır demiştir. Onun bu görüşüne göre:

"O büyük bir güce sahibtir" âyetinde ifade tamam olmaktadır. Bu da güç sahibi anlamındadır ve "kuvvet" yüce Allah'ın sıfatlarındandır. Âyetin asıl anlamı, halatı ileri derecede bükmekten gelmektedir. Bükmek âdeta çözülmesi oldukça zor olacak şekilde en ileri dereceye ulaşıncaya kadar devam ettirilmiş gibi bir mana ifade eder.

Daha sonra yüce Allah:

"Hemen asıl şeklinde doğruluverdi" diye buyurmaktadır. Burada da yüce Allah'ı kastetmiş olur. Yani yüce Allah Arşın üzerinde istiva etti. Bu anlamdaki bir açıklama el-Hasen'den rivâyet edilmiştir.

er-Rabî' b. Enes ile el-Ferrâ'' da şöyle demişlerdir:

"Hemen asıl şeklinde doğruluverdi ve o en yüksek ufukta idi." Yani Cebrâîl ve Muhammed -ikisine de selam olsun- doğruluverdiler. Bu da:

" O" zamiri ile gizli ve merfu bulunan zamire atıf olunduğunu kabul etmeye binaen böyle bir anlam kazanır. Fakat Arapların çoğu böyle bir yerde atıf yapmak istediklerinde ma'tufun-aleyhin (yani üzerinde alıf yapılanın) zamirini açığa çıkartır ve: "O ve filan istiva etti" derler. "(O) ve filan istiva etti" şeklinde kullanımları çok azdır. el-Ferrâ'' şu beyiti zikretmektedir:

"Kayın ağacının değneğinin gittikçe sağlamlaştığını görmez misin?

Onun hiçbir zaman ufalıp giden sütleğen otuna denk olmadığını da."

"O ve sütleğen otu bir olmaz" demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın; " Biz ve babalarımız toprak olduktan sonra mı?" (en-Neml, 27/67) âyeti da buna benzemektedir.

Bu da: "Biz toprak olduktan sonra biz ve -atalarımız da mı..." anlamındadır.

Âyete gelince: "Cebrâîl'in kendisi ve Muhammed -ikisine de selam olsun- İsra gecesinde o en yüksek ufukta doğruldular" demek olur. (el-Rabi' ile el-Ferrâ'nın) zamire atıf yapılmasını câiz kabul etmesi tekrarlanmaması içindir. Ancak ez-Zeccâc şiirdeki zaruret müstesna bunun câiz olduğunu kabul etmemektedir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Cebrâîl o en yüksek ufukta doğruluverdi. Bu daha güzel bir manadır. Doğruluveren Cebrâîl ise o takdirde "o büyük bir güce sahiptir" âyeti onun vasfı hakkında olup onu güzel bir konuşma sahibi olmakla nitelendirmektedir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Katade ise: O uzun ve güzel bir yaratılışa sahiptir demektir, demiştir. Sağlıklı bir beden ve her türlü kusurdan uzak bir yapıya sahip anlamında olduğu da söylenmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın: "Sadaka zengin, güçlü ve azaları yerli yerinde, sağlam hiçbir kimseye helal değildir." İbn Huzeyme, Sahih, IV, 78; İbn Hibban, Sahih, VIII. 187; Hakim, Müstedrek, I, 565; Ebû Davud, II, 11H; Nesâî, V, 99; İbn Mace, I, 589; Tirmizi, III, 42; Dârimi, I, 472; Darakutni, II, 118; Müsned, II,164, 192, 389, V,375. âyeti da bu kabilden olur. İmruu’l-Kays de şöyle demiştir:

"Aralarında her zaman bir çare sahibi idim

Yaratılışı sapasağlam ve işlerinde güvenilir bir kişi idim."

6

O, büyük bir güce sahiptir. Hemen asıl şeklinde doğruluverdi.

"O büyük bir güce sahiptir" âyetinin büyük güç ve kuvvet sahibi demek olduğu söylenmiştir. el-Kelbî dedi ki: Cibril (aleyhisselâm)'ın gücünün bir parçası da onun Lut kavminin şehirlerini yerin en alt tabakasındaki köklerinden söküp, bunları kanatları üzerine alıp, semaya kadar yükseltmesi, semada bulunanların köpeklerinin ulumalarını, horozlarının ötüşmelerini işitecekleri bir noktaya kadar çıkarttıktan sonra altüst etmesidir. Yine onun ileri derecedeki gücünün bir göstergesi de şudur: O İblisi Arz-ı mukaddesin bir yerinde Îsa (aleyhisselâm) ile konuşurken görmüş, kanadıyla ona hafifçe dokunmakla Hind'de en uzak bir dağa kadar atmıştır. Yine çokluklarına ve sayıca kalabalık olmalarına rağmen, Semud kavmine bir çığlık atması üzerine, onların sönmüş bir ateş gibi hareketsiz, dizleri üzerine çöküvermiş hale gelivermeleri de onun gücündendir. Semadan peygamberlere inip yine oraya göz açıp kırpmaktan daha hızlı bir zamanda yükselmesi de onun gücündendir.

Kutrub dedi ki: Araplar sağlam görüşlü, üstün akıllı her kimseye "; Büyük bir güç sahibi" derler. Şair de şöyle demiştir:

"Sizlerle karşılaşmadan önce ben sağlam bir görüş sahibi ve akıllı birisi idim,

Benimle davalaşan, tartışan herkesin tartıldığı bir terazisi vardır, bende"

Cebrâîl'in isabetli görüşü ve sağlam aklının bir göstergesi olarak; yüce Allah bütün peygamberlere gönderdiği vahyine onu emin kılmıştır. el-Cevherî dedi ki: İnsandaki tabiatın dört temel unsurundan birisidir. Aynı zamanda bu güt; ve sağlam akıl anlamına da gelir, " Sağlam akıl sahibi, güçlü adam" demektir. Şair şöyle demiştir:

"Sen oldukça cılız bir adam görür ve onu küçümsersin

Fakat o elbiselerin içinde son derece güçlü bir arslan bulunur."

Lakît dedi ki:

"Nihayet eğriliğe rağmen sağlam kararını verdiğinde, sağhmâı, ne dilinde tutukluk yardi, yumuşak ve zelildi."

Mücahid ve Katade de:

"O büyük bir güce sahiptir" âyetini büyük kuvvet sahibi diye açıklamışlardır. Hufaf b. Nedbe'nin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Ben büyük güç sahibi bir kimseyim, beni (hayatta) bırak

Musibetlere karşı duranlar arasında ve ben sapasağlamım."

O halde kuvvet, güç hem yüce Allah'ın sıfatlarındandır, hem de yaratılmışların sıfatları ndandır.

"Hemen asıl şekilde doğruluverdi." Önceden açıklattığımız gibi kasıt Cebrâîl (aleyhisselâm)dır, Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a öğrettikten sonra semada bir yere doğru yükseldi. Bu açıklamayı Said b. el-Müseyyeb ile İbn Cübeyr yapmıştır.

"Doğruluverdi" âyetinin, yüce Allah'ın kendisini yaratmış olduğu aslî suretinde dikîliverdi, anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü Cebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a diğer peygamberlere geldiği şekilde, Âdemoğulları suretinde geliyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ondan yüce Allah'ın yaratmış olduğu şekilde kendisine görülmesini İstedi. O da Hazreti Peygambere iki defa aslî suretinde göründü. Birisinde yerde, birisinde de semada idi. Yerdeki görünmesi en yüksek ufukta olmuştu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'da Hira dağında idi. Cebrâîl doğu tarafından ona göründü ve doğudan batıya kadar yeri kapattı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da baygın yere düştü. Âdemoğulları suretinde onun yanına indi ve onu bağrına bastı. Yüzünden toprağı silmeye koyuldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine geldiğinde: "Ey Cebrâîl! Ben yüce Allah'ın böyle bir surette bir kimseyi yaratmış olduğunu düşünememiştim," dedi. Cebrâîl: Ey Muhammed! Ben sadece kanatlarımdan ikisini açtım. Benim herbiri doğu ile batı arasındaki mesafe genişliğinde olan altıyüz tane kanadım var. Peygamber "Bu pek büyük bir şeydir" deyince, Cebrâîl şöyle dedi: Halbuki ben yüce Allah'ın yarattığı diğer şeylere göre ancak çok küçük bir yaratık kalıyorum. Yüce Allah İsrafil'i altıyüz kanatlı olarak yaratmıştır. O kanadın herbiri benim bütün kanatlarım kadardır. O bile bazan yüce Allah'ın korkusundan küçük bir kuş kadar oluncaya kadar küçülür.

Bunun delili de yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki o kendisini apaçık ufukta görmüştür." (el-Tekvir, 81/23) âyetidir. Peygamber Efendimizin Cebrâîl'i semada görmesi ise Sidretu’l-Münteha yakınında olmuştur. Peygamberler arasında onu bu surette Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan başkası görmüş değildir.

Üçüncü bir görüşe göre

"hemen doğruluverdi" âyeti Kur'ân onun göğsünde dosdoğru bir şekilde yerleşti, anlamındadır. Bu görüş de iki şekilde açıklanır. Birincisi Kur'ân'ı Muhammed'in üzerine İndirdiği zaman Cebrâîl'in göğsünde doğruluverdi. İkincisi de Cebrâîl, üzerine indiği zaman Muhammed'in göğsünde doğruluverdi.

Dördüncü bir görüşe göre

"hemen doğruluverdi" âyeti ile kastedilen Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Bu da İki şekilde açıklanır: Birincisine göre; o güç ve kuvvetinde mutedil oldu. İkincisine göre ise, risaletinde mutedil oldu demektir. Bu iki görüşü el-Maverdî zikretmiştir.

Derim ki: Birinci görüşe göre ifade:

"O büyük bir güce sahiptir"

âyetinde ifade tamam olmaktadır. İkincisine göre ise ifade:

"Çetin güçler sahibi" âyetinde tamam olmaktadır.

Beşinci bir görüşe göre bu, hemen yükseliverdi anlamındadır. Bu da iki türlü açıklanır. Birincisi Cebrâîl (aleyhisselâm) az önce sözünü ettiğimiz üzere mekanına yükseldi, ikincisine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) miraç ile yükseldi.

Altıncı bir açıklama şekline göre

"hemen doğruluverdi" âyetinden kasıt, yüce Allah'tır, Yani o -el-Hasen'in görüşüne göre- Arşın üzerine istiva etti, demektir. Bu husustaki açıklamalar daha önce el-Araf Sûresi'nde (7/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

7

Ve o en yüksek ufukta idi.

"Ve o en yüksek ufukta idi." cümlesi hal konumundadır. Yüksek olarak doğruluverdi, anlamındadır. Bu da Cebrâîl, gerçek sureti ile yükseğe doğru doğruldu, demektir. Daha önce belirttiğimiz gibi, onu bu şekliyle görmek isteğini belirtinceye kadar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan Önce bu sureti üzere onu görmemişti.

Ufuk; semanın bir tarafıdır, çoğulu "afak" ...diye gelir.

Katade dedi ki: Ufuk güneşin doğduğu yerdir. Süfyan da böyle demiştir: Ufuk güneşin doğduğu yerdir. Buna benzer bir rivâyet de Mücahîd'den nakledilmiştir. Bu lâfız "ufk" ve "ufuk" şeklinde söylenir. "Zorluk" anlamında "usr" ile "usur" demek gibi. Bu daha önce "Ha, Mim. es-Secde" de (Fussilet, 41/53. âyette) geçmiş bulunmaktadır, "Göz kamaştırıcı bir at" derken bu lâfız ötreli okunur. Dişisi hakkında da böyle denilir. Şair şöyle demektedir:

"Saçlarımı tarıyor, eteklerimi çekiyorum

Silahlarımı ise koyu kırmızı bir at taşıyor."

Buradaki

"ve o" lâfzındaki zamir ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kastedildiği,

"en yüksek ufuk" âyeti ile de İsra gecesinin kastedildiği söylenmiş ise de zayıf bir görüştür. Çünkü: O ve filan kişi doğruldu" denilir ama -aynı anlamda olmak üzere-; şiir de zaruret hali olmadıkça; (........) denilmez.

Doğrusu doğruluverenin Cebrâîl (aleyhisselâm) olduğudur ve o sırada Cebrâîl en yüksek ufukta aslî suretinde görünmüştü. Çünkü Cebrâîl vahiy için indiğinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir adam suretine bürünüyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu gerçek suretinde görmek isteyince, o da doğu ufkunda doğruluverince ufku doldurdu.

8

Sonra yaklaşıp sarktı.

"Sonra yaklaşıp sarktı." Yani Cebrâîl yeryüzünün en yüksek ufkunda doğruluverdikten sonra yaklaştı "ve sarktı." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın üzerine vahyi indirdi. Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun azametini görüp de bu husus kendisini dehşete düşürünce, yüce Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vahiy getirmek üzere yaklaştığında Cebrâîl'i tekrar bir insan suretine döndürdü. İşte yüce Allah'ın "kuluna yahyettiğini vahyetti" âyeti bunu anlatmaktadır. Yani yüce Allah Cebrâîl'e vahyetti ve o sırada Cebrâîl

"böylece iki yay kadar veya daha da yaklaştı." Bu açıklamayı İbn Abbâs, el-Hasen, Katade, er-Rabî' ve başkaları yapmıştır.

Yine yüce Allah'ın:

"Sonra yaklaşıp, sarktı" âyeti hakkında İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre anlamı şudur: Şanı yüce Allah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a

"yaklaşıp, sarktı." Buna yakın bir rivâyeti Enes b. Malik, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan nakletmektedir. Onun emri ve hükmü peygambere yaklaştı; demektir.

"Sarkma"nın asıl anlamı bir şeye doğru ona yaklaşıncaya kadar inmek demektir. Burada bu lâfız

"yakınlaşmak" yerinde kullanılmıştır. Şair Lebid şöyle demektedir:

"Geri dönüp üstüne sarktım

O sırada yerin üzerinde de karanlığın dipleri vardı."

el-Ferrâ'nın kanaatine göre de: " Sarktı" lâfzındaki "fe'; harfi, "vav" anlamındadır. İfade de; " Sonra Cebrâîl sarktı ve yaklaştı" takdirindedir. Şu kadar var ki; eğer iki fiilin anlamı bir veya bir gibi olursa, arzu edilen fiil öne alınır ve mesela: "Yaklaştı ve yaklaştı" denilirken (aynı anlamdaki) bu iki fiilden istediğimizi öne alabiliriz. "Bana hakaret etti ve kötülük etti" ya da "bana kötülük etti ve hakaret etti" demek de böyledir. Çünkü hakaret etmek ve kötülük etmek aynı şeydir. Nitekim yüce Allah'ın:

"O saat (kıyâmet) yaklaştı ve ay yarıldı." (el-Kamer, 54/1) âyetinde de böyledir. Anlam İse -Allah-u alem-: Ay yarıldı ve kıyâmet yaklaştı, anlamındadır. el-Cürcanî dedi ki: İfadede takdim ve tehir vardır. Sarktı ve sonra yaklaştı, demektir. Çünkü sarkmak, yaklaşmanın sebebidir. İbmı'l-Enbarî'de şöyle demiştir: Sonra Cebrâîl sarktı yani semadan indi ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yaklaştı.

İbn Abbâs dedi ki: Refref, Miraç gecesinde Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a doğru şarklı, onun üzerine oturdu. Sonra yükseltildi ve Rabbine yaklaştı. Bu ileride gelecektir.

Anlamın, Muhammed en yüksek ufukta bulunuyor iken Cebrâîl doğruluverdi, şeklinde olduğunu söyleyenler şunu da söyleyebilmektedirler: Sonra Muhammed Rabbine şanını yükseltmek anlamı ile yaklaştı ve sarktı, yani secdeye kapandı. Bu da ed-Dahhak'ın görüşüdür.

el-Kuşeyrî dedi ki; Buna göre " Sarktı"; " Nazlandı" anlamındadır. Bu Ha "Zan etti" anlamında kullanılmasına benzer. Ancak bunun böyle olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü "nazlanmak" kulluk sıfatları arasında beğenilen bir nitelik değildir.

9

Böylece iki yay kadar veya daha da yaklaştı;

"Böylece İki yay kadar veya daha da yaklaştı." Yani Muhammed, Rabbine ya da Cebrâîl'e

"iki yay kadar" yaklaştı. İki Arap yayı kadar demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Atâ ve el-Ferrâ'' yapmışlardır,

ez-Zemahşerî dedi ki: Şayet yüce Allah'ın:

"Böylece iki yay kadar... yaklaştı" âyetinin takdiri nasıldır? diye sorulacak olursa, şöyle deriz: Onun yakınlık mesafesinin miktarı iki yay gibi idi. Burada bu muzaflar hazfedilmiştir. Ebû Ali, şairin:

"Ve o beni Cezime'den bir parmak kadar mesafede tuttu."

mısraını, bir parmak mesafesi kadar tuttu, anlamındadır diye açıklaması buna benzer.

"Veya daha da yaklaştı." ifadesi de sizin takdirinize göre bu kadar yaklaştı demektir. Yüce Allah'ın: "Veya daha fazlasına." (es-Saffat, 37/147) âyetinde olduğu gibi.

es-Sıhak'ta da şöyle denilmektedir:

"İkisi arasında bir yay miktarı kadar uzaklık vardır" demektir. Zeyd b. Ali de: "Kadar" diye okumuştur Aynı zamanda: diye de okunmuştur. Bunu da ez-Zemahşerî zikretmiştir.

"Yayın tutulduğu yer ile kirişinin bağlandığı yer arasındaki mesafe" demektir. Herbir yayın bu şekilde iki yeri bulunmaktadır.

Kimisi de yüce Allah'ın:

"İki yay kadar" âyeti hakkında; yüce Allah bununla: "Bir yayın kirişinin bağlandığı iki noktayı murad etmiştir, demiştir. Ancak burada tesniye yapılan kelime kalbolmuşlur. (Birinci kelimede tesniye takısı gelmesi gerekirken, ikinci kelimeye getirilmiştir.)

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur:

"Sizden herhangi birinizin cennette bir yay mesafesi kadar veya bir kamçısı kadar bir yeri dünyadan ve dünyadaki herşeyden hayırlıdır." Buhârî, III, 1029 (az farkla); Müslim, III, 141, 263 (az farkla)

Sahih'te de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği zikredilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Sizden herhangi birinizin cennetteki bir yaylık mesafesi, dünyadan ve onun içindeki herşeyden hayırlıdır." Buhârî, aynı yer, ayrıca aynı manada yakın lâfızlarla: III, 1187, V, 2401; Tirmizî, IV, 181: Müsned, II, 48J, 111, 153, 207. Burada yayın misal verilmesi mesafe itibariyle farklı olmadığından dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Kâdı Iyâd dedi ki; Şunu bil ki, yüce Allah'a izafe edilen yaklaşmak ve yakınlık herhangi bir şekilde mekan yaklaşması ya da mesafe yakınlığı değildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Rabbine yaklaşıp yakınlaşması onun mevkiinin büyüklüğünü açığa çıkarmak, rütbesinin şerefini yüceltmek, marifet nurlarını, aydınlığını etrafa göstermek, gayb ve kudretinin sırlarını müşahede etmesini sağlamaktır. Yüce Allah'ın ona yakınlaşması ise ona bir lütuftur, ona ünsiyettir, ona huzur vermektir, ikramdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın "Rabbimiz dünya semasına iner.' Buhârî, I, 3H4; Müslim, I, 521; Tirmizi, V, 526; Dârimi, I, 413; Ebû Dâvûd, II, 34, IV, 234; Muvatta’, I, 214; Müsned, II, 264, 267, 487. şeklindeki ifadeleri de bu şekillerden birisi ile yorumlanır. Bu da icmal, kabul ve ihsan nüzulüdür. Kadı (Iyad) dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Böylece iki yay kadar veya daha da yaklaştı" âyetine gelince, zamirin Cebrâîl'e değil de yüce Allah'a ait olduğunu kabul edenlerin görüşüne göre bu yaklaşmanın en ileri derecesini, mekanın lütfunu, marifetini izah edilmesini ifade eden bir tabirdir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gerçek anlamı ile gözetildiğini, onun arzusunun kabul edildiğini, isteklerinin yerine getirildiğini, ona lütfün açığa çıkarıldığını, makamının yakınlığını, yüce Allah'a yaklaşmışlığını ifade eder. Bu hususta yapılan tevil Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kim Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene Ben koşarak gelirim. " Tirmizi, V, 58Î; Müsned, III, 40, V, 155. İfadeleri gibi tevil edilir ki; bu da duanın kabul edilmesi anlamında bir yakınlık, ihsanın gelmesi ve umulanların acilen verilmesi anlamındadır.

Şöyle de açıklanmıştır: "Sonra" Cebrâîl Rabbine "yaklaştı... böylece iki yay kadar veya daha da yaklaştı." Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Buna rivâyet edilen şu hadis delil teşkil eder: "Melekler arasında yüce Allah'a en yakın olan Cebrâîl (aleyhisselâm)'dır." İbn Abdi’l-Berr, Temkid, XX, 238'de, "Cebrâîl'in Allah’a en yakın olduğunu' zikrettiği bir-hadisten çıkan bir sonuç (fıkıh) olarak kaydetmektedir.

Bir açıklamaya göre de "ev: Veya" burada "vav: Ve" anlamındadır. Yani iki yay kadar ve daha da yakın oldu demek olur. Bunun: " Hatta" anlamında olduğu da söylenmiştir. Hatta daha da yakın... demek olur.

Said b. el-Müseyyeb dedi ki Arap yayının yay sahibinin omuzuna attığı taraf olan ve kirişinin bağlandığı üst tarafıdır. Herbir yayın da (bu durumda) tek bir "kab"ı (yani kirişi) olur. Bu âyet Cebrâîl (aleyhisselâm)'ın, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a iki yayın kirişi kadar yakınlaşmış olduğunu haber vermektedir.

Said b. Cübeyr, Atâ, Ebû İshak el-Hemdanî, Ebû Vail ve Şakik b. Seleme de şöyle demişlerdir:

"Böylece iki yay kadar... yaklaştı." İki arşın kadar demektir. Çünkü "kavs': kendisiyle herşeyin ölçüldüğü zira' (arşın) demektir. Ayrıca bu bazı Hicazlıların da söyleyişidir. Bunun Ezdişenuelilerin söyleyişi olduğu da söylenmiştir.

el-Kisaî de şöyle demiştir: Yüce Allah'ın:

"Böylece İki yay kadar veya daha da yaklaştı" âyeti ile tek bir yayı kastetmiştir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Çok uzak, oldukça yüksek ve bitkisi bulunmayan iki geçit

Ben onu tek bir yolla aşıp geçtim, iki yolla değil."

Şair burada tek bir geçiti kastetmektedir.

" Yay" hem müzekker, hem müennes kullanılır. Müennes kullananlar bunun küçültme ismini yaparken: "Yaycık" derler. Müzekker kabul edenler de: derler. Darb-ı meselde de: "O en hayırlı yaycıktan bir oktur" denilmektedir. Çoğulu şekillerinde gelir. Ebû Ubeyde şu mısraı zikretmektedir:

"Ve o neşeli kimseler yaylara kiriş taktılar."

Aynı zamanda: " Kabta geriye kalan kuru hurma" demektir. "Kavs: Yay" semadaki burçlardan birisidir. Ötreli olarak ise rahibin manastırı demektir. Şair bir kadından sözederken şöyle demektedir:

"Elbette beni ve hatta manastırda iki yün elbise giyeni fitneye düşürür."

10

Kuluna vahyettiğini vahyetti.

"Kuluna vahyettiğini vahyetti." âyeti ile ona indirilen vahyin şanının büyüklüğü anlatılmaktadır. Vahyin ne demek olduğu daha önceden açıklanmıştır. Vahyin anlamına dair açıklamalar için bk: Al-i İmrân, 3AS4. âyetin tehiri; en-Nahl, 16/68. âyetin tefsiri. ]. başlık Vahiy bir şeyi hızlıca bırakmak demektir. " Çabuk olun, çabuk olun" tabiri de buradan gelmektedir. Yani yüce Allah kulu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vahyettiği şeyleri vahyetti.

Manası:

"Kuluna" Cebrâîl (aleyhisselâm)'a

"vahyettiğini vahyetti" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Cebrâîl, Allah'ın kulu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Rabbinin kendisine vahyetliği şeyleri vahyetti, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı er-Rabî', el-Hasen, İbn Zeyd ve Katade yaprmştır. Katade dedi ki: Allah Cebrâîl'e vahyetti, Cebrâîl de Muhammed'e vahyetti.

Şöyle denilmiştir; Acaba buradaki vahiy müphem midir? Bundan dolayı biz ona muttali olamamakla birlikte genel olarak ona îman etmemiz istenmekle bizim ibadetimizin taleb edildiği bir husus mudur? Yoksa bilinen ve tefsir olunmuş (açıklaması yapılmış) bir husus mudur? Bu hususta iki görüş vardır. Said b. Cübeyr ikinci görüşü kabul etmiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah, Muhammed'e: Ben seni yetim bulup sonradan seni barındırmadım mı? Seni şaşkın bulup sonradan seni doğruya iletmedim mi? Seni fakir bulup, ihtiyaçtan kurtarmadım mı?

"Biz senin için göğsünü yarmadık mı? Üzerindeki -sırtına pek ağır gelen- yükünü kaldırmadık mı? Senin şanım yükseltmedik mi?" (İnşirah, 94/1-4) diye buyurmuştur.

Bir diğer açıklamaya göre: Yüce Allah ona: Ey Muhammed, cennet sen oraya girinceye kadar bütün peygamberlere senin ümmetin de oraya girinceye kadar bütün ümmetlere yasaktır, diye vahyetli,

11

Gözüyle gördüğünü kalp yalanlamadı.

"Gözüyle gördüğünü kalb yalanlamadı." Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kalbi Miraç gecesi (gördüklerini) yalanlamadı. Çünkü yüce Allah onun görmesini kalbine yerleştirmişti ve nihayet yüce Rabbini de görmüştü. Allah bunu da ru'yet (görmek) olarak ifade buyurmuştur.

Bunun göz ile gerçek bir görme olduğu da söylenmiştir.

Birinci açıklama İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Müslim'in, Sahih'inde ise Peygamber Efendimizin Rabbini kalbi ile gördüğü belirtilmektedir. Müslim,!, 158 Bu Ebû Zerr ile ashab-ı kiramdan bir topluluğun görüşüdür.

İkincisi ise Enes'in ve bir başka topluluğun görüşüdür. Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Sizler candan dostluğun İbrahim'e, kelamın Mûsa'ya, ru'yetin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tahsis edilmesine hayret mi ediyorsunuz? Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Biz Haşimoğullarına gelince, Muhammed Rabbini iki defa görmüştür, diyoruz, üu hususa dair açıklamalar, daha önce el-En'am Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Gözler ona erişemez. O ise bütün gözleri kuşatmıştır." (el-En'am, 6/103) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

Muhammed b. Ka'b da şunu rivâyet etmektedir: Ey Allah'ın rasûlü, dedik. Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun. Rabbini gördün mü? diye sorduk. O: "Rabbimi kalbim(in gözü) ile iki defa gördüm." dedi, sonra da yüce Allah'ın:

"Gözüyle gördüğünü kalp yalanlamadı" âyetini okudu. Muhammed b. Ka'b: "Ey Allah'ın rasülü dedik" diye rivâyette bulunması, sahabi olmadığından mümkün değildir. İbn Kesîr, Tefsir, IV, 251"de: "İbn Ebi Hatim dedi ki ' diyerek hadisin senedini kayd ettikten sonra şöyle demektedir: "Muhammed İr Ka'b dedi ki: CAshiibl: "Ey Allah'ın Rasûlü .. dediler," deyip İni rivâyeti zikretmektedir.

Üçüncü bir görüşe göre de o yüce Allah'ın celalini ve azametini görmüştür. Bu görüş el-Hasen'in görüşüdür,

Ebû'l-Aliye rivâyetle dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Rabbini gördün mü? diye soruldu, o da şöyle buyurdu: "Bir ırmak gördüm. Irmağın ötesinde bir perde, perdenin ötesinde de bir mum gördüm. Bundan başka bir şey de görmedim." İbn Kesîr, Tefsir, IV, 251, "bu hadis oldukça garibdir" kaydıyla.

Müslim'in, Sahih’inde Ebû Zerr'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Rabbini gördün mü? diye sordum. O: "(O) bir nurdur. O'nu nasıl görebilirim?" diye buyurdu, Müslim, I- 161; Müsned, V, 157; Tayalisi, Müsned, 1, 64.

Yani ondan gelen nûr beni etkisi altına alarak O'nu görmemi engelleyecek şekilde gözlerimi kamaştırdı. Buna diğer rivâyette gelen: "Bir nûr gördüm" Müslim, I, 161; İbn Hibban, Sahih, I, 254; İbn Mende, îman, II, 768; İbn Ebi Âsım, Sünne, I, 192. ifadesi de delil teşkil etmektedir.

İbn Mes’ûd dedi ki: Cebrâîl'i gerçek suretinde iki defa gördüm.

Hişam, İbn Amir'den ve Şam ahalisinden naklen

"yalanlamadı" anlamındaki âyetini şeddeli olarak: diye okuduklarını rivâyet etmiştir. Yani Muhammed'in kalbi o gece gözleriyle gördüklerini yalanlamadı. Aksine onları tasdik etti. Buna göre "Şey" lâfzı her hangi bir harf-i cer takdir etmeksizin bu fiilin mef'ûlüdür. Çünkü bu fiil bu şekilde şeddeli olarak kullanılırsa, harf(-i cer) olmadan teaddi eder. Bununla birlikte: "Şey", anlamında ism-i mevsul olup, aidi hazfedilmistir. Fiille birlikte mastar olması da mümkündür. Diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır.

Yani: " Muhammed'in kalbi gördüğü şeyler hususunda yalan söylemedi" demek olup, burada sıfat harfini ("de" anlamını veren edatı) düşürmüş olmaktadır. Hassan (radıyallahü anh) da şöyle demiştir:

"Eğer bana o söylediğin sözü doğru söylediysen,

el-Haris b. Hişam'ın kurtuluşu gibi kurtulursun."

Burada da; Bana söylediğin o şeyde" anlamındadır. Yine de fiille beraber mastar olması da mümkündür. anlamında olması da mümkündür. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbi gördüğü o şeyi yalanlamadı, demek olur.

12

Şimdi siz gördükleri hakkında onunla tartışıyor musunuz?

"Şimdi siz gördükleri hakkında onunla tartışıyor musunuz?" âyetindeki: " Şimdi siz... onunla tartışıyor musunuz" lâfzını Hamza ve el-Kisaî "elif'siz olarak "te" harfi üstün ve "siz onu inkar mı ediyorsunuz" anlamında: diye okumuşlardır. Bu okuyuşu Ebû Ubeyd tercih etmiştir. Çünkü o şöyle demiştir: Onlar onunla tartışmadılar, onu inkar ettiler. Nitekim "Hakkını inkar etti" ve: Hakkını ben inkar ettim" denilir, Şair de şöyle demiştir:

"Sen dosdoğru, samimi ve gerçekten ikram sahibi bir kardeşinden darılacak olursan,

Sana karşı nankörlük etmeyen bir kardeşin hakkını inkar etmiş olursun."

el-Müberred dedi ki: Bir kimse diğerinin hakkını engelleyip hakkını ona vermemekte direnecek olursa; denilir. Devamla dedi ki: anlamına gelmesine de Ka'b b. Rabia oğullarının tabirini; " Allah senden razı olsun" anlamında kullanmaları örnek gösterilmiştir.

el-A'rec ve Mücahid de bu kelimeyi "elif'siz olarak "te" harfi ötreli: şeklinde den gelen bir fiil diye okumuşlardır ki; "siz onu şüpheye ve tereddüte mi düşürüyorsunuz?" demek olur. Diğerleri ise "elif" ile diye okumuşlardır.

"Onun Allah'ı gördüğü hususunda onunla tartışıyor ve onunla münakaşa mı ediyorsunuz" demektir. Her iki anlam da birbiriyle içimedir. Çünkü onların tartışmaları da bir inkardı. (İnkardan kaynaklanıyordu.)

Şöyle de açıklanmıştır: İnkar onların her zamanki tavırları idi. Bu ise yeni bir tartışma olup, -önceden (el-İsra, 17/1. âyet, 5- başlıkta) geçtiği gibi- şöyle demişlerdi: Sen bize Beytu'l-Makdis'in niteliklerini söyle ve Şam yolunda bulunan kervanımızın durumunu bize haber ver.

13

Yemin olsun ki onu diğer bir inişinde görmüştü.

" Yemin olsun ki onu diğer bir inişinde görmüştü." âyetindeki:

"Bir iniş" hal konumunda mastardır: Yemin olsun ki bir diğer inişte inerken onu görmüştü, denilmiş gibidir. İbn Abbâs dedi ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bir diğer defa Rabbini kalbi ile gördü.

Müslim de Ebû'l-Aliye'den, o da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir:

"Gözüyle gördüğünü kalp yalanlamadı" ve

"Yemin olsun ki onu diğer bir inişinde görmüştü" buyrukları hakkında dedi ki: Onu iki defa kalbi ile gördü. Müslim, I, 158, Ebû Avane, Müsned, I, 133, 2; 152, 153; el-Uılekei, İtikadu Ehli's-Sünne, II, 519; İbn Mende, Îman, II, 759. Buna göre

"diğer bir inişinde" âyeti Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)' aittir. Çünkü farz namazların sayısına göre onun defalarca çıkıp inmesi sözkonusu olmuştu. Çünkü herbir yükselişin bir inişi vardır. İşte yüce Allah'ın:

"Sidretu'l-Münteha yanında" âyeti: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Sidretu'l-Münteha yanında ve bu inişlerden birisinde (onu gördü), demek olur.

İbn Mes’ûd ve Ebû Hüreyre yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki onu diğer bir inişinde görmüştü" âyetinde sözü edilenin Cebrâîl olduğunu söylemişlerdir. Bu da aynı şekilde Müslim'in, Sahih'inde sabittir Müslim, I, 158 (Abdullah b. Mesud, Ebû Hüreyre ve İbn Abbâs'ın kavli), 159 (Âişe validemizin kavli olacak); ayrıca bk. Tirmizi, V, 262, 395; Müsned, I, 407, 412, 460, VI, 241,

İbn Mes’ûd da dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben Cebrâîl'i en yüksek ufukta tüylerinden inci ve yakutun döküldüğü altıyüz kanatlı haliyle gördüm." İbn Hibban, Sahih, XIV, 337; Nesâî, es-Sünenu'l-Kübra, VI, 473; Ebû Yala, Müsned, VIII, 410; Abdullah b. Muhammed el-Askalani, el-Azame, III, 977-978 İbn Hacer, Fethu'l-Bari, VIII, 611. Bunu da el-Mehdevî zikretmiştir.

14

Sidretu'l-Münteha yanında.

Yüce Allah'ın:

"Sidretu'l-Münteha yanında" âyetindeki:

"Yanında" lâfzı az önce açıkladığımız gibi, "onu... görmüştü" âyetinin sılasındandır.

Sidr: Nebık (köknar yemişi) veren ağacın adıdır. Bu ağaç altıncı semadadır. Yedinci semada olduğunu belirten rivâyetler de gelmiştir. Bunu belirten rivâyet Sahih-i Müslim'de yer almaktadır. Birincisi Murre'nin Abdullah'tan yaptığı rivâyettir. Abdullah dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) İsra'ya götürülünce Sidretu’l-Münteha'ya kadar ulaştırıldı. Sidretu'l-Münteha akıncı semadadır. Yerden yükselenler oraya kadar yükselir ve oradan alınır. Onun üstünden gelip aşağıya indirilenler de oraya kadar gelir ve oradan alınır. "O vakit Sidreyi bürüyen bürüyordu." âyeti hakkında dedi ki; Onu altından kelebekler bürüyordu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a üç husus verildi: Ona beş vakil namaz verildi. el-Bakara Sûresi'nin son âyetleri verildi ve ümmeti arasından Allah'a ortak koşmayan kimselere, kişiyi cehenneme götüren büyük günahlar bağışlandı Müslim. 1, 157; Tirmizi, V, 393; Nesâî, I, 223; Müsned, I, 387, I, 422.

İkinci hadisi Katade, Enes'ten rivâyet etmiş olup buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Ben yedinci semada bulunan Sidretu'l-Münteha'ya kadar yükseltildim. O Sidre'nin köknar yemişleri Hecer testileri gibi, yaprakları da fil kulakları gibi idi. Onun dibinden ikisi görünen, ikisi de batın (gizli, olmak üzere dört) nehir çıkıyordu. Ey Cebrâîl! Bu nedir, diye sordum. Dedi ki: Batın (görünmeyen) iki nehir cennettedir. Zahir olan iki nehir ise Nil ve Fırat'tır." Bu, Darakutni'nin rivâyet ettiği lâfzıdır. Darakutni, I, 25; Buhârî, III, 1173, 1411; Ebû Nuaym, el-Müstahrec, I, 233; Nesâî, I, IV 707. 208.

"Be" harfi esreli olarak "nebık" sidr (Arabistan kirazı) yemişinin adidir. Tekili; ...diye gelir. "Nebk" diye de söylenir. Bunları Yakub "el-Islah" adlı eserinde zikretmiştir ki, bu ikincisi Mısırlıların söyleyişidir. Fakat birincisi daha fasihtir, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sabit olan söyleyiş de odur.

Tirmizi, Ebû Bekir (radıyallahü anh)'ın kızı Esma (radıyallahü anha)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı -ona Sidretu’l-Münteha'dan sözedilmiş olduğu bir sırada- şöyle buyururken dinledim: "Süvari onun bir dalının gölgesinde yüzyıl süreyle yol alır. Yahut onun gölgesinde yüz süvari gölgelenir. -Şüphe eden Yahya'dır.- Ondu altından kelebekler vardır, yemişleri testiyi andırır." Ebû Îsa dedi ki: Bu hasen bir hadistir Tirmizi, IV, 6#0.

Derim ki: Müslim'in kaydettiği Sabit'in, Enes'ten rivâyet ettiği hadisin lâfzı da böyledir: "Sonra Sidretu'l-Münteha'ya götürüldüm. Baktım ki yaprakları fillerin kulakları gibi, meyveleri testiler gibi. Aziz ve celil olan Allah'ın emrinden onu bürüyen bürüyünce değişikliğe uğradı. Güzelliğinden ötürü Allah'ın yarattıklarından hiçbir kimse onun niteliğini anlatamaz.' Müslim, I, 146; Ebû Nuaym, el-Müstahrec, i, 228.

Ona neden Sidretu'l-Münteha adının verildiği hususunda farklı dokuz görüş vardır:

1- İbn Mes’ûd'dan az önce kaydedildiği üzere üstünden inen herbir şey oraya kadar ulaşır ve oraya ulaşan da oradan yükselir.

2- Peygamberlerin bilgisi orada son bulur ve onun ötesinde olanı bilmezler. Bu görüş İbn Abbâs'ındır.

3- Ameller oraya kadar ulaşır ve oradan alınır. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır,

4- Melekler ve peygamberler oraya kadar ulaşır ve orada dururlar. Bu da Ka'b'ın görüşüdür.

5- Ona Sidretu'l-Münteha adının veriliş sebebi, şehitlerin ruhlarının ulaştıkları son noktanın orası olusundan dolayıdır. Bu görüş de er-Rabî b. Enes'indir.

6- Mü’minlerin ruhları en son oraya ulaşır. Bu da Katade'nin görüşüdür.

7- Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünneti ve yolu üzere giden herkes en son oraya kadar ulaşır. Bu açıklamayı da Ali (radıyallahü anh) ve yine er-Rabî' b. Enes yapmıştır.

8- Sidretu'l-Münteha, Arş'ı taşıyanların başları üzerinde bulunan bir ağaçtır. Bütün mahlukatın bilgisinin ulaştığı en son nokta orasıdır. Bu görüş de Ka'b'ındır.

Derim ki -Allahu a'lem- şunu kastetmektedir: Bu ağacın yüksekliği, dallarının yüceliği Arş'ı taşıyan meleklerin başını dahi aşmıştır. Bunun delili de daha önce geçen onun kökünün altıncı semada, en üst noktalarının da yedinci semada oluşuna dair açıklamalardır. Daha sonra bunun da ötesini aşarak Arş'ı taşıyanların başlarını da geçmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

9- Bu ağaca bu ismin veriliş sebebi, oraya yükseltilenin artık şeref ve değer itibariyle en İleri dereceye varmış olmasından dolayıdır.

Ebû Hüreyre'den rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) İsra'ya götürülünce, Sidretu'l-Münteha'ya kadar ulaştırıldı, ona: Bu Sidretul-Münteha'dır, senin ümmetinden olup sünnetin üzere yürüyenler müstesna, herkesin ulaşacağı en son nokta burasıdır. Tadı bozulmayan sulardan ırmakların, tadı değişmeyen sütten ırmakların, içenlere lezzet veren şaraptan ırmakların ve süzme baldan ırmakların hep onun dibinden çıkmakta olduğunu gördü. Hızlıca yol alan atlı, gölgesinde yüzyıl boyunca yol aldığı halde onun gölgesini bitiremediği bir ağaçtır. Onun bir yaprağı ümmetin tümünü örter (gölgeler.) Bunu es-Sa'lebi zikretmiştir.

15

Cennetul-Me'va da onun yanındadır.

"Ceanetu'l-Me'va da onun yanındadır." Bu Me'va cennetinin yerini tanıtmaktadır. Onun Sidretu'l-Münteha'nın yanında olduğunu belirtmektedir.

Ali, Ebû Hüreyre, Enes, Ebû Sebra el-Cühenî, Abdullah b. ez-Zübeyr ve Mücahid: "Cennetu'l-Me'va da onun yanındadır" diye okumuşlar.  

Mücahid: Bununla: "Onu örttü, bürüdü" demek istemektedir, der, "He" (o) zamiri de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aittir.

el-Ahfeş dedi ki: Bu da ona yetişti anlamındadır. "Gece onu örttü" demeye benzer, Onu gizledi ve ona yetişti demektir.

Genelin kıraati ise: " Cennetu'l-Me'va" şeklindedir.

" el-Hasen dedi ki: O, takva sahibi kimselerin sonunda gireceği cennettir. Bunun şehidferin ruhlarının ulaştığı cennet olduğu da söylenmiştir. Bunu da İbn Abbâs demiştir. Bu cennet Arş'ın sağ tarafındadır.

Âdem (aleyhisselâm)'ın kendisine oradan çıkıncaya kadar sığındığı cennettir ve o yedinci semadadır, diye de açıklanmıştır. Mü’minlerin eşlerinin tümünün Cennetu'l-Me'va'da olduğu da söylenmiştir.

Bu cennete "Cennetu'l-Me'va" adının veriliş sebebi ise, mü’minlerin ruhlarının buraya sığınmasıdır. Bu cennet Arş'in akındadır. Bu cennetin nimetlerinden faydalanırlar ve oranın hoş koku ve esintilerini teneffüs ederler.

Cebrâîl ve Mîkail -ikisine de selam olsun-'in o cennete sığındıklarından ötürü bu ismin verildiği de söylenmiştir.

16

O vakit Sidreyi bürüyen bürüyordu.

"O vakit Sîdre'yi bürüyen bürüyordu." âyeti hakkında İbn Abbâs, ed-Dahhak, İbn Mes’ûd ve arkadaşları: Altından kelebekler (bürüyordu), demişlerdir. Bunu İbn Mes’ûd ve İbn Abbâs, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a merfu bir rivâyet olarak rivâyet etmişlerdir. Daha önce de Müslim'in Sahih'inde İbn Mes’ûd'dan onun bu görüşü kaydedilmiş bulunmaktadır.

el-Hasen dedi ki: Onu âlemlerin Rabbinin nuru bürüdü ve o da nurlandı.

el-Kuşeyrî dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a; Onu ne bürüdü? diye soruldu da, o: "Altından kelebekler" diye buyurdu. 13. ayetin tefsirinde ilgili nota bakınız. Bir başka haberde de: "Onu Allah'tan gelen bir nûr bürüdü. Öyle ki kimse ona bakamıyordu." Yakın lâfızlarla: Taberi, Tefsir, XXVII, 54; İbn Kesîr, Tefsir, III, 17. denilmektedir.

er-Rabi' b. Enes dedi ki: Onu Rabbin nuru bürüdü, melekler ise kargaların ağacın üzerine konmaları gibi onun üzerine konuyordu. Taberi, Tefsir, XXVII, 56.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan dedi ki: Ben Sidre'yi altından kelebekler bururken gördüm. Herbir yaprağın üzerinde bir meleğin yüce Allah'ı tesbit etmekte olduğunu gördüm Taberi, Tefsir, XXVII, 56; İbn Kesîr, Tefsir, IV, 253. İşte yüce Allah'ın:

"O vakit Sidre'yi bürüyen bürüyordu" âyeti bunu anlatmaktadır. Bunu el-Mehdevî ve es-Sa'lebî zikretmektedir.

Enes b. Mâlik:

"O vakit Sidre'yi bürüyen bürüyordu." âyeti hakkında dedi ki: (Onu) altından çekirgeler (bürüyordu). Bunu merfu bir rivâyet olarak da zikretmiştir. İbn Hacer, Fethu'l-Bari, VII, 213

Mücahid dedi ki: O yeşil bir refref (kuşu)dur. Yine Peygamberden şöyle buyurduğu zikredilmiştir "Onu yeşil kuşlardan bir refref bürüyordu." İbn Abbâs'tan: Onu izzetin Rabbi bürüyordu. -Müslim'de merfu olarak yer aldığı şekilde- dediği rivâyet edilmiştir. "Allah'ın emriyle onu bürüyen bürüyünce. Müslim, 1, 146; Müsned, III, 12H, 14H.

Bunun, emrin tazim edilmesini ifade ettiği de söylenmiştir. Şöyle buyurmuş gibidir: O vakit Sidre'yi yüce Allah'ın melekutunun delillerinden bildirdiği şeyler bürüyordu. İşte yüce Allah'ın:

"Kuluna vahyettiğini vahyetti" âyeti ile

"şehirlerini kaldırtp yere attığını, örttüğü şeylerle onları örttüğünü" (en-Necm, 53/53-5-4) âyeti da böyledir.

"Gerçekleşmesi muhakkak olan; nedir o gerçekleşmesi muhakkak olan" (el-Hakka, 69/1-2) âyeti da (bu yönüyle) bunun gibidir.

el-Maverdî "Meani'l-Kur'ân" adlı eserinde şöyle demektedir: Diğer ağaçlar dururken bu iş için neden Sidre seçilmiştir, diye sorulacak olursa, şu cevap verilir: Çünkü sidre'nin üç Özelliği vardır: Upuzun bir gölgesi, (meyvesinin) lezzetli bir tadı ve hoş bir kokusu vardır. Bu yönü ile söz, amel ve niyeti birarada ihtiva eden îmana benzemektedir. Îmana göre onun gölgesi, -ileri gitmesi dolayısıyla- amel konumundadır. Tadı ise gizliliği dolayısıyla niyete benzer, kokusu açıkça ortada olduğu için söz konumundadır.

Ebû Davud, Sünen'inde şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize Nasr b. Ali anlattı, dedi ki: Bize Ebû Usame anlattı: O, İbn Cüreyc'den, o Osman b. Ebi Süleyman'dan, o Said b. Muhammed b. Cübeyr b. Mut'im'den, o Abdullah b. Habeşî'den dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim bir sidre (Arabistan kirazı, sedir) ağacını kesecek olursa, Allah onun başını ateşe doğru çevirir. " Ebû Davud, IV, 361; Ebû Abdullah el-Makdisi, el-Ehadisu'l-Muhtara, IV, 237; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, III, 2H4, IV, 69, VIII, 115.

Ebû Davud'a hadisin anlamı hakkında sorulunca şöyle dedi: Bu hadis muhtasardır. Yani kim düzlük bir arazide giden gelen yolcuların ve gölgesinde hayvanların barındığı bir sedir ağacını onda kendisine ait bulunan bir hak bulunmaksızın zulmen ve boş yere kesecek olursa, Allah da onun başını ateşe doğru çevirir, demektir. Ebû Davud, IV, 361

17

Göz başka yöne kaymadı ve aşmadı da.

"Göz başka yöne kaymadı ve aşmadı da" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: Yani göz sağa ve sola kaymadı. Görmüş olduğu sınırı da aşmadı.

Kendisine verilen emri aşmadı, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklama da şöyledir: O gördüğü âyet (ilahi belge ve mucizeler)den başkasına gözünü uzatmadı.

İşte bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın o makamdaki edebini anlatmaktadır. Çünkü orada sağa ve sola dönüp bakmadı.

18

Yemin olsun ki Rabbinin büyük âyetlerinden görmüştür.

"Yemin olsun ki, Rabbinin büyük âyetlerinden görmüştür" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki:'o ufuğu kapatan bir refref gördü. el-Beyhakî, Abdullah'tan şöyle dediğini zikretmektedir:

"Rabbinin büyük âyetlerinden görmüştür" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: O semanın ufkunu kapatan yeşil bir refref gördü. Yine ondan şöyle dediğini zikretmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrâîl (aleyhisselâm)'ı yeşil bir refref elbisesine bürünmüş olduğu halde gördü. O bu haliyle sema ile arz arasını doldurmuştu. el-Beyhakî dedi ki: Hadiste geçen "bir refref gördü" ifadesinden kasıt Cebrâîl (aleyhisselâm)'ı refrefte gerçek suretinde gördüğüdür. Refref ise, bir yaygı, bir sergidir, döşek olduğu da söylenmiştir.

Refrefin, giydiği elbise olduğu da söylenmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem.)in onu baştan aşağı bir refref elbisesine bürünmüş olduğu haliyle gördüğü rivâyet edilmiştir.

Derim ki: Bunu Tirmizi, Abdullah'tan gelen bir rivâyet olarak kaydetmektedir. Abdullah dedi ki:

"Gözüyle gördüğünü kalp yalanlamadı." âyeti hakkında dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrâîl (aleyhisselâm)'ı sema ile arz arasını doldurmuş olduğu halde refreften bir elbise içerisinde gördü. (Tirmizi) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir Tirmizi, V, 396; Müsned, I, 394, 418.

Derim ki İbn Abbâs'tan da yüce Allah'ın:

"Sonra yaklaşıp sarktı" âyeti hakkında ifadede takdim ve tehir vardır, dediği rivâyet edilmiştir. Yani refref, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a miraç gecesinde sarktı, üzerine oturdu, sonra yükseltildi ve Rabbine yaklaştı. Dedi ki: Cebrâîl benden ayrıldı ve duyduğum sesler kesildi, Rabbimin kelamını işittim."

Buna göre refref yaygı ve buna benzer üzerine oturulan bir şeydir. Birinci anlamı ile refref Cebrâîl'dir.

Abdurrahman b. Zeyd ile Mukâtil b. Hayyan dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrâîl (aleyhisselâm)'ı semada bulunduğu gerçek suretinde gördü, Müslim'in, Sahih'inde Abdullah'tan da böyle rivâyet edilmiştir. Abdullah dedi ki: "Yemin olsun ki Rabbinin büyük âyetlerinden görmüştür." O Cebrâîl'i asli suretinde altıyüz kanada sahih olduğu haliyle gördü. Müslim, I, 15H; Buhârî, III, 1181, IV, 1840, 1841; Tirmizi, V, 394; Müsned, /, 395, 398, 407, 412, 460.

Bununla birlikte Cebrâîl'in refref elbisesi içerisinde ve refref üzerinde görünmüş olması ihtimali de uzak değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

ed-Dahhak dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sidretu'l-Münteha'yı gördü. İbn Mes’ûd'dan: O, Sidre'yi bürüyen altın kelebekleri gördü. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir. Miracı gördü diye de açıklanmıştır.

Burada sözü edilenler İsra'ya gittiği o gecede gidişinde ve dönüşünde gördüğü şeylerdir, diye de açıklanmıştır. Bu açıklama daha güzeldir. Bunun delili de;

"Ona âyetlerimizden bazısını gösterelim diye." (el-İsra, 17/1)

(Tefsirini yaptığımız âyetteki): "...den" lâfzının teb'iz (kısmilik bildirmek) için olması mümkündür " Büyük" lâfzının da: " Görmüştür" lâfzının mef'ûlü olması mümkündür. Aslında "büyük" anlamındaki lâfız "âyetter"in sıfatıdır, Tekii olarak gelmesi âyet sonu oluşundan dolayıdır. Diğer taraftan çoğulun müfred müennes lâfzı ile nitelendirilmesi de mümkündür. Yüce Allah'ın: " Ve ondan başka işlerimde de yararlanırım." (Ta-Ha, 20/18) âyetinde olduğu gibi.

Bir başka görüşe göre buradaki "büyük" lâfzı hazfedilmiş bir kelimenin sıfatıdır. Yani yemin olsun ki o, Rabbinin âyetlerinden büyük bir "âyet" Metinde "âyet" lâfzı bulunmamaktadır. Ancak gerek açıklamalar gerekse de Kur'ân irabı üzerine yazılmış eserlerde bu "âyet" lâfzııjm takdir edildiğini görüyoruz. Mesela bk. Huseyn el-Hemedani, el-Ferid fi İrabi'l-Kur'âni'l-Mecid, IV, 380 görmüştür.

Bununla birlikte: "...den" lâfzının fazladan gelmiş olması da mümkündür. "O Rabbinin büyük âyetlerini görmüştür" demek olur. Âyette takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. " O Rabbinin âyetlerinden en büyük olanı görmüştür" demek olur.

19

Şimdi haber verin Lat ve Uzza'dan;

Yüce Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vahyi, kudretinin eserlerinden birtakım hususları sözkonusu ettikten sonra

"Şimdi haber verin Lat ve Uzza'dan ve diğer üçüncüleri olan Menat'tan" âyeti ile akıl sahibi olmayan varlıklara ibadet ettiklerinden ötürü müşriklere karşı delil getirmekte ve şöyle demektedir: Şu tapındığınız ilahlarınız, benim Muhammed'e vahyettiğim gibi size herhangi bir şey vahyedebiliyorlar mı?

Lat putu Sakin ilerin, Uzza Kureyş ve Kinane oğullarının, Menat da Hilaloğullarının idi.

İbn Hişâm (el-Kelbî) dedi ki: Menat, Huzeyl ve Huzaaltlarındı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethedildiği yıl Ali (radıyallahü anh)'ı gönderip o putu yıktırdı. Daha sonra Taif te Lafı put edindiler. Lat, Menat'tan daha yeni bir puttu. Dörtgen bir kaya parçası idi. Bu putun hizmetkarları Sakiflilerdendi. Onlar bu putu inşa ve bina etmişlerdi. Kureyşliler ve bütün Araplar bunu ta'zim ediyorlardı. Araplar bu putun ismi ile Zeydu’l-Lat ve Teymu’l-Lat gibi isimler verirlerdi. Bu put Taif mescidinin soldaki minaresinin yerinde idi, Sakif kabilesi müslüman oluncaya kadar bu put bu haliyle devam etti. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın gönderdiği el-Muğire b. Şube orayı yıktı ve ateş ile yaktı. Daha sonra Araplar Uzza'yı put edindiler. Bu da Laftan daha yeni bir puttur. O putu zalim b. Es'ad edinmişti. Şam, Nahle vadisinde Zat-u Irkın üst tarafında idi. Üzerine bir bina kurmuşlar ve bunun içinden bir ses işitiyorlardı.

İbn Hişam dedi ki: Bana babam Ebû Salih'ten, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletti: Uzza bir dişi şeytan idî. Batn-ı Nahle'de üç tane sedir ağacına gelirdi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethedince Halid b. el-Velid (radıyallahü anh)'ı göndererek şöyle dedi; "Batn-ı Nahle'ye git, sen orada üç tane sedir ağacı göreceksin, birincisini kes." Halid gidip o ağacı kesti. Hz. Peygambere geri döndüğünde: "Bir şey gördün mü?" diye sordu. Halid, hayır dedi. Peygamber; "İkincisini git kes" dedi. O da ikincisini gidip kesti, sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geri döndü. Peygamber: "Bir şey gördün mü?" diye sordu. O yine; Hayır, dedi. Peygamber: "O halde üçüncüsünü git kes" diye buyurdu. O da üçüncüsüne gitti. Orada saçlarını serbest bırakmış Habeşli bir kadın ile karşılaştı. Ellerini omuzlarına koymuş, dişlerini gıcırdatıyordu, Arkasında da Dubeyye es-Sülemi vardı. O da o putun bakıcısı idi. Bunun üzerine şu beyiti söyledi:

"Ey Uzza inkar ediyorum seni, tenzih etmem şanını

Çünkü ben gördüm hakir düşürdüğünü Allah'ın seni"

Sonra ona İndirdiği bir darbe ile başını yardı, ansızın bir kömür parçası oluverdi. Sonra ağacı kesti ve hizmetkarı Dubeyye'yi öldürdü. Sonra da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip durumu haber verince, Peygamber şöyle buyurdu: "İşte o Uzza idi. Bundan sonra da ebediyyen ona ibadet olunmayacaktır."

İbn Cübeyr dedi ki: Uzza, cahiliye Araplarının tapındıkları beyaz bir taş idi. Katade: Batn-ı Nahle'de bir bitki idi, demiştir.

Menat, Huzaalıların putu idi. Bazı müfessirlerin naklettiklerine göre Lafı müşrikler lafzatullah'tan almışlardır. "el-Uzza"yı el-aziz'den, Menafi da: "Allah, o şeyi takdir etti" kökünden almışlardır.

İbn Abbâs, İbn ez-Zübeyr, Mücahid, Humeyd ve Ebû Salih: "Laf' ismini "te" harfi de şeddeli olarak okumuşlar ve şöyle demişlerdir: Bu hacılara seviki yağa batıran bir adam idi. -Bunu Buhârî, İbn Abbâs'tan diye zikretmiştir.- Buhârî, IV, 1841. Bu şahıs ölünce bu sefer onun kabrinin başında toplandılar ve sonunda ona ibadet ettiler.

İbn Abbâs dedi ki: Bu şahıs, bir kayanın yanında sevik ve yağ satar ve onun üzerine dökerdi. Bu şahıs öldükten sonra Sakifliler sevikin sahibini tazim etmek maksadıyla o kayaya tapındılar.

Ebû Salih dedi ki: Bu şahıs Taif'te bir adam idi. Onların ilahlarını korur, gözetir ve onlar için seviki yağa batırırdı. Bu şahıs ölünce Taifliler una ibadet ettiler,

Mücahid dedi ki; Bu adam, dağın başında bir kaç koyunu bulunan bir kişi idi. Bunlardan yağı toplar, keşini alır, sütünü toplardı. Sonra hurma da katarak bunlardan bir çeşit yemek yapar ve bunu hacılara yedirirdi. Bu kişi Batn-ı Nahle'de bulunuyordu. Öldükten sonra ona ibadet ettiler. İşte Lat denilen put budur.

el-Kelbî dedi ki: Bu Sırma b. Gann diye anılan Sakiflilerden bir kişi idi. Adının Amir b. Zarib el-Advani olduğu da söylenmiştir. Şair şöyle demektedir:

"Lata yardıma kalkışmayın, çünkü Allah helâk edecektir onu

Kendisini koruyup intikamını alamayan, size nasıl yardımcı olabilir ki?"

Bununla birlikte sahih kıraat "te" harfi şeddesiz olarak: "Lat" şeklindedir. Bu, putun adıdır. Üzerinde "te" ile vakıf yapılır. el-Ferrâ'nın tercihi de budur.

el-Ferrâ'' dedi ki: el-Kisaî'yi Ebû Fek'as el-Esedî'ye bu hususta soru sorarken gördüm. Şöyle dedi: "Zat" kelimesi üzerinde vakıf yaparsan: "Zah" diye yaparsın. "Laf üzerine vakıf yaparsan da: " Lalı" diye vakıf yaparsın dedi ve: "Şimdi haber verin Laftan" diye okumuştur.

ed-Durî, el-Kisaî'den naklen, el-Bezî de, İbn Kesîr'den naklen, vakıf yapılması halinde "he" ile: diye okumuştur. "Lat" adının "Allah" lâfzından alındığını söyleyenler de aynı şekilde "he" ile vakıf yaparlar.

Bunun aslının: olduğu ve bu yönüyle: " Koyun" lâfzının aslının;olmasına benzediği de söylenmiştir. Bu durumda Lat: Gizlendi" kökünden türemiş olmaktadır. Şair şöyle demektedir:

"Gizlendi, bir gün olsun dışarı çıktığı bilinmedi

Keşke çıksaydı da biz de onu görseydik."

es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: Lat, bir putun ismi idi. Bu put Sakiflilere ait olup Taif'te bulunuyordu. Kimi Araplar bunun üzerinde "te" ile vakıf yaparlar, kimileri de "he" ile. el-Ahfeş dedi ki: Biz Araplardan: "Lati ve Uzza" diyenleri duyduğumuz gibi, "o Laftır" deyip, vakıf halinde bunu "te" olarak okuduğunu gördük. Ayrıca: " O Laftır" diyerek ref konumunda iken cer ile okunduğunu da göstermişlerdir. " Dün" gibi her durumda kesreli okunan bir lâfız demektir. Böylesi daha güzeldir. Çünkü "Laf'ta bulunan "elif ve "lam" hiçbir şekilde -fazladan gelmiş olsalar dahi- düşmezler, lat ve Uzza lâfızlarını üzerlerinde vakıf yaparak çoğunluğun söylediklerini duyduğumuz şekil ise "Lah" şeklindedir, Çünkü bu aslı bir "he" olup, vasıl halinde "te"ye dönüşmüştür, Böyle bir şivede ise bu kelime: "Şu şu işler oldu" demek gibidir. Kesreli olarak okuyanların söyleyişine göre “Heyhat" da böyledir. Şu kadar var ki "heyhat" lâfzının (sonundaki "elif ile "te"nin) çoğul olması mümkündür. Fakat "el-Lat" lâfzında bunların çoğul için gelmesi mümkün değildir. Çünkü çoğul halinde te harfi ancak elif ile birlikte ilave edilir. Şayet "elif ile "te"yi aynı anda zaid gelmiş kabul edecek olursak, bu sefer isim tek bir harf üzere kalır. (Bu da Arapçada mümkün değildir.)

20

Ve diğer üçüncüleri olan Menat'tan.

"Ve diğer üçüncüleri olan Menat'tan" âyetindeki

"Menat" lâfzını İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Humeyd, Mücahid, es-Sülemi ve Ebû Bekir'den el-A'şa med ile ve hemzeli olarak: (isty) diye okumuşlardır. Diğerleri ise hemzesiz olarak okumuşlardır. Bunlar iki ayrı söyleyiştir.

Denildiğine göre puta bu adın veriliş sebebi şudur: Araplar onun yanında kan akıtırlar ve bu yolla ona yakınlaşmaya çalışırlardı. İşte orada çokça kan akıtıldığından ötürü "Mina"ya bu ad verilmiştir.

el-Kisaî, İbn Kesîr ve İbn Muhaysın bunun üzerinde asla uygun olarak "he" ile vakıf yaparlardı, Diğerleri ise mushafın hattına uyarak "te" ile vakıf yaparlardı.

es-Sıhah'ta: şöyle denilmektedir: Menat, Huzeyl ve Huzaalılara ait Mekke ile Medine arasında bulunan bir putun adıdır. Sonundaki "he" müenneslik bildirmek içindir. Te ile üzerinde vakıf yapılır, bu da bir söyleyiştir. Buna nisbet: "şeklinde yapılır. Abdu Menat b. Ud b. Tabiha ile Zeydu Menat b. Temim b. Murr (diye anılan şahıslar da vardır.) Bu isim medli de okunur, medsiz de okunur. Hevber el-Harisî dedi ki:

"Acaba İbnu Temim et-Teym b. Abdi Menae'ye

Aramızdaki kin dolayısıyla gitti mi?"

“Diğer" lâfzını Araplar

"üçüncü" hakkında kullanmazlar. Onlar lâfzı bu şekilde: "İkinci"nin sıfatı olarak ancak kullanırlar. Bunu da (dil otoriteleri) farklı şekillerde izah etmişlerdir. el-Halit dedi ki: Böyle buyurması âyet sonlarına uyması içindir. Nitekim yüce Allah

"Ve ondan başka işlerimde de yararlanırım." (Ta-Ha, 20/18) âyetinde de "diğer" anlamındaki lâfzı: “Diğerleri" diye kullanmamıştır.

el-Huseyn b. el-Fadl da şöyle demiştir: Âyet-i kerimede takdim ve tehir vardır. Âyet şöyle gibidir: "Haber verin Laftan ve diğerleri Uzza'dan, bir de üçüncüleri olan Menat'tan."

Bir başka açıklamaya göre yüce Allah'ın:

"Ve diğer üçüncüleri olan Menat'tan" diye buyurmasının sebebi şudur: Bu putun müşrikler nazarında tazim edilmesi sırası, Lat ile Uzza'dan sonra geliyordu. Buna göre ifade bu şekliyle anlama uygundur. Bizler İbn Hişam'dan; Menat ilk sırada gelirdi. Bundan dolayı öncelikle onu tazim ederlerdi, demiş olduğunu zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Âyet-i kerimede ifadenin kendisine delalet ettiği bir hazf vardır. Yani sizler şu ilahlar hakkında ne dersiniz? Onların herhangi bir fayda sağladıkları ya da bir zarar verdikleri görülmüş müdür ki Allah'a ortaklıkları söz konusu olabilsin? Daha sonra yüce Allah, azarlayıcı bir üslubla şöyle buyurmaktadır;

21

Erkekler sizin, dişiler O’nun mu?

"Erkekler sizin, dişiler O'nun mu?" Bu âyetle onların: Melekler Allah'ın kızlarıdır, putlar Allah'ın kızlarıdır, şeklindeki görüşlerini reddetmektedir.

22

O takdirde bu, insafsızca bir paylaştırmadır.

"O takdirde bu" paylaştırma

"insafsızca bir paylaştırmadır." Adaletten uzaktır, zalimcedir, doğru olamaz, haktan sapmıştır.

"Verdiği hükümde zalimlik etti" demektir. " Hakkını eksiltti, hakkını ona tam vermedi, eksiltir, vermez" denilir. -el-Ahfeş'den-. Bazen bu fiil hemzeli olarak kullanılarak: " Hakkını eksiltti, eksiltir" denilir. Daha sonra el-Ahfeş şu beyiti zikretmektedir:

"Uzak dursan bizden, biz de seni(n payını) eksik veririz ve eğer aramızda kalırsan,

Senin payın eksik verilir, burnun da yere sürtülmüş olur."

el-Kisaîdedi ki: Bir kimse zulmettiği, haksızlık yaptığı, hakkını eksik verdiği zaman: denildiği gibi, da denilir. Şair şöyle demiştir:

"Esedoğulları hükümleriyle zalimlik ettiler, hakkı eksik verdiler,

Çünkü onlar; başı kuyruk gibi değerlendiriyorlar."

Yüce Allah'ın:

"İnsafsızca bir paylaştırmadır" âyeti haksızca ve zalimcedir, demektir. " İnsafsızca, haksızca, zalimce" lâfzı vezninde olup, -vezin itibariyle-: " Tuba" ile: " Gebe" kelimeleri gibidir. "Dat" harfini esreli okumaları ise "ye" harfi dolayısıyladır. Çünkü Arapçada sıfat olarak: vezninde bir kelime yoktur. Bu vezin "şi'ra" ve "difla" gibi isimlere ait bir bina (bir kalıb)dır. el-Ferrâ'' da şöyle demektedir: Bazı Araplar; ile hemzeli olarak (.........) da derler,

Ebû Hatim, Ebû Zeyd'den naklettiğine göre; o Arapların bu kelimeyi hemzeli okuduklarını işitmiştir.

Başkası da şöyle demiştir: İbn Kesîr de bu şekilde okumuştur. O böylelikle bu kelimeyi sıfat değil de: "Hatırlamak, öğüt vermek" gibi bir mastar olarak kabul etmiş olmaktadır. Zira sıfatlar arasında "fi'la" vezninde bir kelime olmadığı gibi, bunun aslı da "fu'la" olamaz. Zira bu kelimede kalbi (harfin harekesinin değiştirilmesini) gerektiren bir husus yoktur. Bu Arapların: "Ona zulmettim" ifadelerinden alınmıştır. O halde âyet: Bu haksızca, zalimce bir paylaştırmadır, demek olur, Bunların aynı anlamda iki ayrı söyleyiş oldukları da ileri sürülmüştür. Yine bu kelimenin bu iki şeklin dışında; şeklindeki kullanımları da nakledilmiştir.

el-Müerric dedi ki: Araplar: kelimesinde "dat" harfini ötreli kullanmayı hoş görmemişler ve -aslı itibariyle "vav"lı olmakla birlikte- "ye': harfinin "vav"a dönüşmesini istemediklerinden "dat" harfini kesreli okumuşlardır. Tıpkı; " Beyaz" lâfzının çoğulunda demeleri gibidir. Halbuki bunun asli: şeklindedir. Tıpkı: " Kırmızılar, sanlar yeşiller" lâfızlarında olduğu gibi. Bu fiilin: şeklinde kullanıldığını kabul edenlere göre de isim: şeklinde: " Şura" gibi gelir.

23

Onlar ancak sizin ve atalarınızın adlandırdığı ve Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği birtakım (boş) isimlerden İbarettir. Onlar ancak zanna ve nefislerin hevasına uyarlar. Halbuki yemin olsun ki Rabblerinden kendilerine hidayet gelmiştir.

"Onlar ancak sizin ve" bu hususta kendilerini taklid ederek

"atalarınızın adlandırdığı ve Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil" belge ya da burhan

"indirmediği birtakım (boş) isimlerden ibarettir." Yani bu putlar

"ancak sizin... adlandırdığınız (boş) isimlerden ibarettir." Yani siz bu putları yonttunuz ve bunlara ilâh diye isim verdiniz.

"Onlar ancak zatına" âyeti, ile hitab üslubundan haber verme üslubuna dönülmektedir. Yani bunlar ancak zanna

"ve nefislerin hevasına" nefislerin meylettiği şeylere

"uyarlar."

 

"Uyarlar" anlamındaki lâfız genel olarak; diye "ye" ile okunmuştur. Ancak Îsa b. Ömer, Eyyub, İbn es-Semeyka "te" ile muhatab kipi olarak: " uyarsınız" diye okumuşlardır. İbn Mes’ûd ve İbn Abbâs'ın da kıraati budur.

"Halbuki yemin olsun ki Rabblerinden kendilerine hidayet" Rasûlü vasıtasıyla bunların ilâh olmadıklarına dair açıklama

"gelmiştir."

24

Ya İnsana umduğu her şey mi var?

"Ya insana umduğu" yani canının çektiği

"her şey mi var?" Onun için böyle bir şey sözkonusu değildir, demektir.

Bir diğer açıklamaya göre:

"Ya insana" erkek evlatlardan

"umduğu herşey mi var?" Aralarında kız çocuğu olmaksızın bütün çocuklarının erkek olmasını mı ümit eder?

Bir diğer açıklamaya göre;

"ya insana" cezalandırılması sözkonusu olmaksızın

"umduğu herşey mi var?" Durum böyle değildir, demektir.

Bir diğer açıklama:

"Ya insana" peygamberliğin yanlızca kendisine verilerek başkasının ondan herhangi bir pay sahibi olmaması şeklinde;

"umduğu herşey mi var?"

Bir diğer açıklama:

"Ya insana" putların şefaat edeceği şeklinde

"umduğu her şey mi var?"

Ayet en-Nadr b. el-Haris hakkında inmiştir. el-Velid b. el-Muğire hakkında indiği söylendiği gibi, sair kâfirler hakkında indiği de söylenmiştir.

25

Dünya da, ahiret de Allah'ındır.

"Dünya da, ahiret de Allah'ındır." Dilediğine verir, dilediğine vermez. Herhangi bir kimsenin temenni ettiği şeyleri değil.

26

Göklerde nice melek vardır ki, Allah'ın dileyip razı olduğu kimseye İzin vermedikçe şefaatleri hiçbir işe yaramaz.

"Göklerde nice melek vardır ki Allah'ın dileyip razı olduğu kimseye izin vermedikçe şefaatleri hiçbir işe yaramaz" âyeti, yüce Allah'ın meleklere ve putlara tapıp bunun kendisini Allah'a yakınlaştıracağını iddia eden kimselere bir azarıdır. Yüce Allah bununla, çokça ibadetlerine Allah nezdindeki üstün değerlerine rağmen, meleklerin dahi Allah'ın kendisine şefaat edilmesine izin verdiği kimseler dışında, hiçbir kimseye şefaat edemeyeceklerini bildirmektedir.

el-Ahfeş dedi ki:

"Melek" (burada) tekil olmakla birlikte, anlamı çoğuldur. Bu yönüyle yüce Allah'ın:

"O zaman da sizden hiçbir kimse bunu ona yapmamıza engel olamazdı." (el-Hakka, 69/47) âyetini andırmaktadır.

Bir diğer görüşe göre burada yüce Allah'ın sadece "bir tek melek"i sözkonusu etmesinin sebebi: " Nice" lâfzının çoğula delalet etmesidir.

27

Şüphe yok ki ahirete îman etmeyenler, meleklere elbette dişi ismi takarlar.

"Şüphe yok ki ahirete îman etmeyenler" bunlar: Melekler Allah'ın kızlarıdır, putlar Allah'ın kızlarıdır, diyen kâfirlerdir.

"Meleklere elbette dişi ismi takarlar." Dişilere verdikleri isimler gibi, bunlara da isim verirler. Yani meleklerin dişi ve Allah'ın kızları olduklarına inanırlar.

28

Halbuki onların buna dair bilgileri yoktur. Onlar ancak zanna uyarlar. Zan ise şüphesiz hak adına hiçbir şey ifade etmez.

"Halbuki onların buna dair bilgileri yoktur," Onlar yüce Allah'ın melekleri yaratışına şahit olmadılar. Bu söyledikleri sözleri Allah Rasûlünden de duymadılar, herhangi bir kitapta da böyle bir şey görmediler.

"Onlar" meleklerin dişi oldukları hususunda

"ancak zanna uyarlar. Zan ise şüphesiz hak adına hiçbir şey İfade etmez."

29

O halde, Zikrimize sırtını dönen ve dünya hayatından başkasını İstemeyen kimselerden sen de yüz çevir.

"O halde Zikrimize" Kur'ân'a ve îmana

"sırtını dönen ve dünya hayatından başkasını istemeyen kimselerden" en-Nadr hakkında indiği söylendiği gibi, el-Velid hakkında indiği de söylenmiştir.

"Sen de yüz çevir." Bu âyet, (cihadı emreden) kılıç âyetiyle nesholmuştur.

30

Onların İlimde varabildikleri son nokta işte budur. Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanı da en iyi bilendir, hidayet bulanı da en iyi bilen O'dur.

"Onların ilimde varabildikleri son nokta işte budur." Yani onlar ancak dünyalarının işini görebilirler, fakat dinlerinin işleri hususunda cahildirler, el-Ferrâ'' dedi ki: Bu âyet, onları küçültmekte ve onlarla alay etmektedir. Yani onların akılları ve bilgilerinin vardığı son nokta bu kadardır, dünyayı ahirete tercih etmişlerdir. Onlar melekleri ve putları Allah'ın kızları kabul ettiler diye böyle denilmiştir.

"Şüphesiz Rabbin yolundan sapanı" dininden uzaklaşanı

"da en iyi bilendir, hidayet bulanı da en iyi bilen O'dur." Bundan ötürü de herbîrisine amellerine göre karşılık verecektir.

31

Göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır. (Bu) kötülük edenleri yaptıkları karşılığında cezalandırması, güzel amelde bulunanları da daha güzeli ile mükâfatlandırması içindir.

"Göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır. (Bu) kötülük edenleri yaptıkları karşılığında cezalandırması, güzel amelde bulunanları da daha güzeli ile mükâfatlandırması içindir" âyetinde yer alan "Cezalandırması... içindir" âyetinde

"için" anlamını veren "lam", yüce Allah'ın:

"Göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır" âyetinin ddalet ettiği anlam ile alakalıdır. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: O bunlara malik olandır. Dilediğine hidayet verir, dilediğini de saptırır. Bu da iyilik yapanı iyiliğinin karşılığında mükâfatlandırması, kötülük yapana da kötülüğü ile karşılık vermesi içindir.

Bir diğer görüşe göre:

"göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır"

âyeti ifade arasında gelmiş bir itiraz (ara cümlesi)dir. Anlamı şudur: Şüphesiz senin Rabbin kendi yolundan sapam da en iyi bikridir, hidayet bulanı da en iyi bilendir... cezalandırması... mükâfatlandırması için (bu böyledir).

Bir başka görüşe göre buradaki "Sam" akibet "lam"ıdır. Yani göklerde ne varsa, yefde ne varsa Allah'ındır. Yani yaratılmışların işinin akibeti onlar arasında kimilerinin iyilik yapan, kimilerinin de kötülük yapan kimseler olmalarıdır. Kötülük yapanlara kötülük vardır ki, o da cehennemdir, iyilik yapanlara iyilik vardır, o da cennettir.

32

O kimseler ki, küçük kusurlardan başka günahların büyüklerinden ve hayasızlıklardan uzak dururlar. Gerçekten Rabbin mağfireti geniş olandır. O, sizi yerden yarattığı zaman ve analarınızın karnında ceninler halinde İken sizi en iyi bilendir. Artık kendinizi temize çıkarmayın. O, kimin takvalı davrandığını en iyi bilendir.

"O kimseler ki, küçük kusurlardan başka günahların büyüklerinden ve hayasızlıklardan uzak dururlar." âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- İyilik Yapanlar ve Günahkarlık:

Yüce Allah'ın:

"O kimseler ki günahların büyüklerinden ve hayasızlıklardan uzak dururlar" âyeti güzel amelde bulunanların sıfatıdır. Yani onlar büyük günahı -ki o da şirktir- işlemezler. Çünkü şirk günahların en büyüğüdür,

el-A'meş, Yahya b. Vessab, Hamza ve el-Kisaî:

"Büyük...ler" lâfzını tekil olarak: diye okumuşlardır. İbn Abbâs da bunu şirk diye tefsir etmiştir.

"Hayasızlıklar: el-fevahiş" de zina demektir. Mukati) dedi ki:

"Büyük günahlar" (ilgili naslarda sözkonusu edildiği takdirde) sonu cehennem ile biteceği belirtilen herbir günahtır.

"Hayasızlıklar" ise haddin sözkonusu olduğu herbir günahtır. Bu hususa dair açıklamalar daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/31. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Daha sonra yüce Allah raun-katı bir istisna yapmaktadır ki, bu da bir sonraki başlığın konusudur.

2- "Küçük Kusurlar (el-Lemem)"

"...Küçük kusurlardan başka" âyetinde sözkonusu edilen, yüce Allah'ın günahtan koruduğu ve muhafaza etçiği kişiler dışında, kimsenin işlemekten uzak kalamadığı küçük günahlardır. Bunun anlamı hususunda farklı görüşler vardır,

Ebû Hüreyre, İbn Abbâs ve en-Nehaî: "el-Lemem: küçük günahlar" zina dışında ondan küçük olan bütün günahlardır, demişlerdir.

Mukâtil b. Süleyman'ın naklettiğine göre bu âyet Nebhan et-Temmar diye bilinen bir adam hakkında inmiştir. Bu adamın hurma sattığı bir dükkanı varmış. Bir kadın gelip ondan hurma almak istemiş. Ona: Dükkanın iç tarafında bundan daha güzel hurma vardır, demiş. Kadın içeri girince adam ondan murad almak istemiş, fakat kabul etmeyip gitmiş. Nebhan da pişman olarak Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gidip, ey Allah'ın Rasûlü demiş. Bir erkeğin yaptığı ne kadar iş varsa ben de -cima dışında- yaptım. Peygamber: "Belki de bu kadının kocası gazaya çıkmış bir gazidir." demiş bu âyet bunun üzerine inmiştir. Hud Sûresi'nin sonlarında da (11/114. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Mes’ûd, Ebû Said el-Hudrî, Huzeyfe ve Mesrûk da böyle demişlerdir: Lemem (küçük günahlar, küçük kusurlar) ilişki kurmaktan daha aşağı mertebede olan öpmek, çimdiklemek, bakmak ve birlikte yatağa uzanmak gibi şeylerdir.

Mesrûk, Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Gözlerin zinası bakmak, ellerin zinası tutmak, ayakların zinası yürümektir. Bunu doğrulayan yahut yalanlayan ise fercdir. Eğer bu gerçekleşirse zina olur, bu gerçekleşmezse bunlar lemem (küçük günahlar, kusurlar) olur.

Buhârî ve Müslim'in Sahih'lerinde İbn Abbâs'tan şöyle dediği zikredilmektedir: Ben küçük kusurlara dememe) Ebû Hüreyre'nin söylediğinden daha çok benzeyen bir şey görmedim. Ebû Hüreyre dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah Âdemoğlu hakkında zinadan payını da. yazmıştır. Bunu mutlaka yapacaktır, o bakımdan gözlerin zinası bakmak, dilin zinası konuşmak, nefsin zinası temenni etmesi ve arzulamasıdır. Ferc ise bunu doğrular yahut yalanlar. " Buhârî, V, 2304, Vi. 2438; Müslim, IV, 2046; Ebû Davud, II, 246; Müsned, II, 276.

Yani büyük hayasızlık ve dünyada haddi, ahirette cezayı gerektiren tam zina, ferc ile yapılandır. Diğer durumların ise günahtan belirli bir payı vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ebû Salih'in, Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Âdemoğlu hakkında zinadan payı yazılmıştır. Onu gerçekleştirmesi kaçınılmaz bir şeydir. Gözlerin zinası bakmak, kulakların zinas: dinlemek, dilin zinası konuşmak, elin zinası dokunmak, ayağın zinası adımlar atmaktır. Kalb arzular ve temenni eder, ferc ise bunu tasdik eder ve yalanlar." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, IV, 2047.

es-Sa'lebî Tavus'un İbn Abbâs'tan naklettiği hadisi zikretmektedir. Bu rivâyette kulağı, el ve ayağı sözkonusu etmekle birlikte, gözler ve ellerden söz ettikten sonra da: "Dudakların zinası da öpmektir" fazlalığını ilave etmiştir. Bu bir görüş.

Yine İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyetteki lemem (küçük kusurlar)den kasıt kişinin bir günahı işledikten sonra ondan tevbe etmesidir. (İbn Abbâs devamla) dedi ki: Sen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın (zaman zaman):

"Toptan mağfiret eder, Allah mağfiret ederse

Günah işlemeye kalkışmamış hangi kulun vardır ki."

Deyip durduğunu hiç duymamış mısın? Bunu Amr b. Dinar, Atâ'dan, o da İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Hakim, Müstedrek, I, 121, 122, II, 510, IV, 274; Tirmizi, V, 3%; Beyhaki, Şuabu'l-lman, V, 392, 393

en-Nehhâs dedi ki: Bu, bu hususta yapılmış en sahih açıklama ve senedi itibariyle en üstün olandır.

Şu'be, Mansur'dan, o Mücahid'den, o İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın:

"Küçük kusurlardan başka" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bu kulun bir günahı işlemesi, sonra da onu tekrar etmemesidir. Şair şöyle demiştir:

"Allah'ım mağfiret edersen, bütün, günahları mağfiret buyurursun,

Var mı günah işlemeye kalkışmadık bir kulun?"

Mücahid ve el-Hasen de böyle demişlerdir: Bu, günahı işleyip, tekrar o günaha dönmeyen kişidir. Buna yakın bir rivâyet ez-Zührî'den nakledilmiştir. O şöyle der: el-Lemem (küçük kusurlar ve günahlar) kişinin zina etmesi, sonra da tevbe edip ona bir daha dönmemesidir. Hırsızlık yapması yahut içki içmesi sonra da tevbe edip, bir daha ona dönmemesidir. Bu tevilin delili yüce Allah'ın:

"Ve onlar çirkin bir günah işledikleri yahut nefislerine zulmettikleri vakit Allah'ı hatırlayarak hemen günahları için bağışlanma dileyenlerdir." (Al-i İmrân, 3/135) diye buyurduktan sonra:

"İşte bunların mükâfatı Rabblerinden bir mağfiret...dir." (Al-i İmrân, 3/136) diye buyurarak onlara mağfirette bulunacağı teminatını vermektedir. Nitekim (burada da)

el-lemem (küçük kusurlar) sözkonusu ettikten sonra:

"Gerçekten Rabbin mağfireti geniş olandır" diye buyurmaktadır. Bu açıklamaya göre ise

"küçük kusurlardan başka" anlamındaki istisna muttasıl bir istisnadır.

Abdullah b. Amr b. el-As dedi ki: Küçük kusurlar şirkten aşağı günahlardır. Küçük kusurların İki had arasında işlenen günahlar olduğu söylenmiştir. Yani dünyada haddi gerektirmeyen, ahirette de azâb görüleceği tehdidi bulunmayan küçük günahları beş vakit namaz örter (onlara keffaret olur). Bu açıklamayı İbn Zeyd, İkrime, ed-Dahhak ve Katade yapmıştır. el-Avfi ve el-Hakem b. Uteybe de İbn Abbâs'tan rivâyet etmişlerdir.

el-Kelbî dedi ki: el-Lemem (küçük günahlar ve kusurlar) iki türlüdür. Yüce Allah'ın dünyada kendisi dolayısıyla herhangi bir haddi, ahirette de herhangi bir azâbı sözkonusu etmediği herbir günahtır. İşte bu gibi günahları, büyük günahlar ve hayasızlıklar seviyesine ulaşmadıkları sürece, beş vakit namaz affettirir (keffaret olur). Diğer çeşidi ise büyük günah olup, insanın ardı arkasına işlediği, sonra da ondan tevbe ettiği günahtır.

Yine İbn Abbâs’tan, Ebû Hüreyre ve Zeyd b. Sabit'ten gelen rivâyete göre bu, cahiliye döneminde geçmiş olan günahlardır. Yüce Allah bundan dolayı onları sorumlu tutmayacaktır. Çünkü müşrikler müslümanlara: Siz dün bizimle birlikte amellerde bulunuyordunuz, demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Zeyd b. Eslem ve onun oğlu da böyle demişlerdir. Bu (açıklama bu yönüyle) yüce Allah'ın:

"... Ve iki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı). Ancak (cahiliye devrinde) geçmiş olan müstesna." (en-Nisa, 4/23) âyetine benzemektedir.

Şöyle de denilmiştir: Küçük kusurlar (kişinin) adeti olmadığı üzere bir günah işlemesidir. Bu açıklamayı Neftaveyh yapmıştır. O söyle der: Araplarda: "Bu adam ancak bize zaman zaman gelir" derler. (Naftaveyh devamla) dedi ki: Halbuki bu kimse (önceden) bu işi yapmaz ve yapmaya kalkışmazdı. Çünkü Araplar insanın bir işi kararlaştırıp, yapmadığı halde değil de ancak yapması halinde derler.

es-Sıhah'ın da söyle denilmektedir: " Adam küçük günah işledi" tabiri "el-lemem"den gelmektedir. Bu da, küçük günahlar demektir. Masiyeti fiilen yapmaksızın ona yaklaşmak demek olduğu da söylenir. el-Cevherîden başkaları da şu beyiti zikretmektedir:

"Kervan yola koyulmadan yakınlaş Zeyneb'e

Ve de ki ona: Sen bizden usanmış olsan dahi senden usanmadı kalbimiz."

Atâ b. Ebi Rebah dedi ki: el-Lemem, nefsin zaman zaman yaptığı, adet edindiği şeylerdir, öaid b. el-Müseyyeb: O kalpten (hatırdan) geçen şeylerdir. Muhammed b. el-Hanefiyye: Hayır ya da şer olsun, içinden yapmayı geçirdiğin herbir şey lememdir, demiştir. Bu açıklamanın delili de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisidir: "Şüphesiz ki şeytanın da, insanın hatırına getirdiği (ve yapmayı telkin ettiği) şeyler vardır, meleğin de insanın hatırına getirdiği (ve yapmayı telkin ettiği) şeyler vardır..." İbn Hibban, Sahih, III, 278; Nesâî, es-Sünenu'l-Kübra, VI, 305- Daha önce bu hadis el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Şeytan sizi fakirlik ile korkutur." (el-Bakara, 2/268) âyetini açıklarken (ikinci başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Ebû İshak ez-Zeccâc dedi ki: "el-Lemem"in asıl anlamı, insanın zaman zaman yaptığı şeyleri işlemesi, fakat bu hususta derinleştirmeyip onun üzerinde ısrar etmemesi demektir. Mesela, bir kimseyi ziyaret edip yanından ayrıldığımızı ifade etmek üzere "Onu ziyaret edip, yanından ayrıldım" denilir. Yine: " Onu ancak zaman zaman işledim" demektir. " Senin ziyaretin sadece zaman zaman oluyor" demektir. "Zaman zaman hatıra gelmek, hayale gelmek" tabiri de buradan gelmektedir. el-A'şa da şöyle demiştir:

"Neden sonra gelip geçti Kuteyle'nin hayali,

Halbuki onun ile aramızdaki bağlar gevşemiş, hatta paramparça olmuş iken."

Âyet-i kerimedeki:

"...başka" lâfzının "vav: Ve" anlamında olduğu da söylenmiştir. Ancak el-Ferrâ'' bunu kabul etmeyerek şöyle demiştir Âyetin anlamı: Küçük günahlardan başka.., demektir.

el-Lemem'in, aniden (kasti olmayan) görüş olduğu da söylenmiştir.

Derim ki: Bu anlamda olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu ta baştan beri affedilmiş bir şeydir, bundan dolayı sorgulanmak sözkonusu değildir. Çünkü ani bakış, kasıtsız ve bu konuda bir irade ve tercih olmaksızın gerçekleşir. Buna dair açıklamalar daha önce en-Nûr Sûresi'nde (24/31- âyet, 1 ve 2. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.

"el-Lemem" aynı zamanda bir parça delilik demektir, "Bir parça deli adam" demektir. Yine: "Filan kişiye bir miktar cin çarpmış" denilir. Şair de şöyle demiştir:

"Bir de ne göreyim ki ey Kübeyşe! O

Ancak bir hayal gören kimsenin, azıcık hayali gibi idi."

3- Allah'ın Geniş Mağfireti:

"Gerçekten Rabbin" günahından tevbe edip mağfiret dileyen kimselere,

"mağfireti geniş olandır."

Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Ebû Meysere Amr b. Şerahbil -ki İbn Mes’ûd'un öğrencilerinin en değerlilerinden idi- şöyle demiştir: Rüyada kendimi cennete giriyormuşum gürdüm. Kurulmuş çadırlar gördüm. Bunlar kimindir? diye sordum. Zülkela' ve Havşeb'indir dediler. Bunlar ise biri diğerini öldürmüş kimselerdendi. Peki bu nasıl olur? dedim. İkisi de Allah'ın huzuruna vardıklarında Allah'ın mağfiretinin geniş olduğunu gördüler, dediler. Ebû Halid dedi ki: Bana ulaştığına göre Zülkela' onikibin kızı azad etmişti. (Diri diri gömülmekten kurtarmıştı.)

"O sîzi yerden yarattığı zaman" kendinizden daha iyi olmak üzere

"sizi en iyi bilendir." Yerden yaratmaktan kasıt, babanız Âdem'in çamurdan yaratılmasıdır. İfade çoğul olarak kullanılmıştır. et-Tirmizi Ebû Abdullah şöyle demiştir: Ancak durum bize göre böyle değildir. Çünkü yaratmak yerden alınmış olan toprak üzerinde gerçekleşmiştir. Biz hepimiz o toprak ve o çamur içinde bulunuyorduk. Daha sonra bu çamurdan çıkan sular sulblere değişik şekilleri ile zerrecikler halindeki nefislerle birlikte karıştı. Sonra bunları değişik şekilleriyle sulblerden çıkardı. Kimisi parıldayan inci gibidir, kimisi diğerinden daha nurludur, kimisi kömür gibi simsiyahtır, kimisi diğerinden daha siyahtır. O bakımdan inşa (yaratmak) hem bizim hakkımızda, hem onun (Âdem hakkında) sözkonusu olmuştur. Bize Îsa b. Hammâd el-Askalani anlattı, dedi ki: Bize Bişr b. Bekr anlattı, dedi ki: Bize el-Evzaî anlattı, dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bana öncekiler de, sonrakiler de bu gece hücremin önünde gösterildi." Birisi: Ey Allah'ın Rasûlü geçmişteki yaratılmışlarda mı? diye sordu, şöyle buyurdu: "Evet, bana Âdem ve ondan sonrakiler gösterildi. Ondan önce kimse yaratılmış mıydı?" Yine: Erkeklerin sulblerinde ve annelerin karınlarında olanlar da mı? diye sordular. Şöyle buyurdu; "Evet, bunlar çamur içerisinde müşahhas hale getirildiler. Ben de Âdem'e bütün isimlerin öğretildiği gibi onları tanıdım."

Derim ki: Daha Önce el-En'am Sûresi'nin baş taraflarında (6/2. âyetin tefsirinde) her insanın defnedileceği yerin çamurundan yaratılmış olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

"Ve analarınızın karnında ceninler halinde iken" âyetindeki: "Ceninler" lâfzı "cenin"in çoğuludur. Anne karnında kaldığı sürece bebeğe verilen isim budur. Cenin denilmesinin sebebi, gizii ve saklı olmasından dolayıdır. Amr b. Külsüm dedi ki:

"Hiçbir cenin barındırmamış beyaz renkli asil develer."

Mekhul dedi ki: Biz annelerimizin karnında cenin halinde idik. Bizden düşenler düştü, biz de geriye kalanlar arasında kaldık. Sonra süt emen bebekler olduk. Kimimiz Öldü, biz ise hayatta kalanlar arasında bulunduk. Sonra genç delikanlılar olduk, kimimiz öldü. Bizler geriye kalanlar arasında olduk. Sonra gençlik yaşına vardık, kimimiz öldü, biz de kalanlar arasında olduk. Sonra -babasız kalasıca- yaşlandık, artık bundan sonra neyi bekliyoruz?

İbn Lehia, el-Haris b. Yezid'den, o Sabit b. el-Haris el-Ensarî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yahudiler küçük bir çocukları öldüğünde: O sıddiktir, derlerdi. Bu husus Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ulaşınca şöyle buyurdu; "Yahudiler yalan söylüyor. Allah'ın annesinin karnında yaratmış olduğu herbir can mutlaka ya bedbahttır, yahut bahtiyardır." Bunun üzerine yüce Allah şu:

"O sizi yerden yarattığı zaman... sîzi en iyi bilendir" âyetini sonuna kadar indirdi Taberani, Tefsir, 11,81.

Buna benzer bir rivâyet de Âişe (radıyallahü anha)'dan; "Yahudiler... idi" diye gelmiş bulunmaktadır.

"Artık kendinizi temize çıkarmayın." Kendinizi övmeyin, kendinizden övgüyle söz etmeyin. Böylesi riyakarlıktan daha bir uzak tutar, Allah'ın önünde huşu'a (tevazu ile boyun eğmeye) daha bir yakın tutumdur.

"O kimin takvalı olduğunu en iyi bilendir." Kimin ihlasla amelde bulunup Allah'ın cezasından korkup sakındığım en iyi bilendir. Bu açıklama el-Hasen ve başkasından nakledilmiştir.

el-Hasen dedi ki: Şanı yüce Allah, herbir kişinin ne şekilde amelde bulunacağını, neler yapacağını ve sonunda nereye ulaşacağını bilendir. en-Nisa Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"O kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın?" (en-Nisa, 4/49) âyetini açıklarken, bu âyetin anlamına dair açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır, oraya bakınız.

İbn Abbâs dedi ki: Ben bu ümmet arasında Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dışında hiçbir kimseyi temize çıkarmıyorum. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

33

Şimdi gördün mü yüz çevireni?

Âyetin tefsiri için bak:34

34

Ve az bir şey verip sımsıkı tutanı?

Yüce Allah, putlara ibadet etmek hususunda müşriklerin bilgisizliklerini açıkladıktan sonra

"şimdi gördün mü yüz çevireni ve az bir şey verip, sımsıkı tutanı..." âyetleri ile onlardan belirli bir kimseyi yaptığı kötü İşleri ile birlikte sözkonusu etmektedir.

Mücahid, İbn Zeyd ve Mukâtil şöyle demişlerdir: Bu âyetler el-Velid b. el-Muğirc hakkında inmiştir. Önceleri Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uyarak dinine girmiş, fakat müşriklerden birisi onu ayıplayarak şöyle demişti: Sen ne diye büyüklerimizin dinini terkedip, onların sapık olduklarını söylemeye, cehenneme gideceklerini iddia etmeye koyuldun? Allah'ın azabından korktum, dedi. Bunun üzerine o şahıs ona: Eğer malından kendisine bir şeyler verecek ve şirkine geri dönecek olursa, onun yerine Allah'ın azabını üstleneceği taahhüdünde bulundu, el-Velid'e bu şekilde sitemde bulunan şahıs, ona taahhüd ettiği malın bir bölümünü verdi, daha sonra cimrilik ederek geri kalanını vermedi. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.

Mukâtil dedi ki: el-Velid önce Kur'ân'ı övdü, sonra bu işten vazgeçince yüce Allah'ın:

"Ve az bir şey verip sımsıkı tutanı" âyeti indi. Diliyle hayır adına az bir şeyler verdikten sonra bundan vazgeçerek bir daha böyle bir şey yapmayanı (gördün mü), demektir. Yine ondan gelen rivâyete göre o, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman ettiğini söyledikten sonra yüz çevirmiştir. Bunun üzerine:

"Şimdi gördün mü yüz çevireni" âyeti inmiştir.

İbn Abbâs, es-Süddî, el-Kelbî ve el-Müseyyeb b. Şerik de şöyle demişlerdir: Âyet Osman b. Affan (radıyallahü anh) hakkında inmiştir. O sadakalar verir, hayır yollarında malını harcardı. Süt kardeşi Abdullah b. Ebi Şerh ona: Senin bu yaptığın nedir? Bu gidişle fazla zaman geçmeden hiçbir şeyin kalmayacak, dedi. Bunun üzerine Osman (radıyallahü anh) şöyle cevab verdi: Benim küçük büyük günahlarım var. Ben bu yaptığımla yüce Allah'ın rızasını istiyor, beni affedeceğini ümit ediyorum. Bu sefer Abdullah ona şöyle dedi: Sen bana yükü ile birlikte dişi deveni ver, buna karşılık ben de senin günahlarını yükleneyim. Bunun üzerine Osman (radıyallahü anh) ona istediğini verdi ve bu taahhüdüne karşılık da ona şahit tuttu. Diğer taraftan daha önce vermiş olduğu sadakaların bir bölümünü vermez oldu. Bunun üzerine yüce Allah:

"Şimdi gördün mü yüz çevireni ve az bir şey verip sımsıkı tutanı" âyetini indirdi. Osman da bunun üzerine eskisinden daha iyi ve daha güzel bir şekilde infaka koyuldu. Bunu el-Vahidî ve es-Sa'lebî zikretmişlerdir.

Yine es-Süddi şöyle demektedir: Âyet Sehmli el-As b. Vail hakkında inmiştir. O Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın söylediklerini uygun buluyordu.

Muhammed b. Ka'b el-Kurazî dedi ki: Âyet Ebû Cehil b. Hişam hakkında inmiştir. O şöyle demişti: Allah'a yemin ederim, Muhammed ancak üstün ahlaki değerlerin yerine getirilmesini emrediyor. İşte yüce Allah'ın:

"Ve az bir şey verip, sımsıkı tutanı" âyeti buna işaret etmektedir.

ed-Dahhak dedi ki; Burada sözü edilen kişi en-Nadr b. el-Haris'tir. O dininden dönmesi üzerine muhacirlerden bir Fakire beş deve vermiş ve dininden dönmesinin günahını yükleneceğini taahhüd etmişti.

" Sımsıkı tutan" lâfzı; mastarından gelmektedir. Bir kuyu kazdıktan sonra kazmasına devam etmeye imkan vermeyen bir taşa ulaşan kimse hakkında:denilir. Araplar daha sonraları bunu, veren ve verdiğini tamamlamayan kimse ile bir şey isteyip onu sonuna kadar elde edemeyen kimse, hakkında kullanmış oldular. el-Hutaya da şöyle demiştir:

"Az bir şeyler verdi, sonra verdiğini tuttu (vazgeçti)

İnsanlar arasında iyiliği karşılıksız yayan kimse öğülür."

el-Kisaî ve başkaları da şöyle demişlerdir: "Kazan kimse sert bir taşa vardı, yahut bir dağa ulaştı." Bundan dolayı da kazmasına imkan kalmadı demektir. " Kazıp da sert bir yere ulaştı" demektir. Kazmaktan dolayı parmakları bitkin düsen kimsenin bu halini anlatmak için: denilir. "Eli hiçbir şey yapamayacak kadar bitkin düştü" demektir. " Bitkinin verimi azaldı" demektir.

"Yerin mahsulünü vermesi gecikti" demek olup, ism-i faili ...diye gelir. Bu açıklamalar İbn Zeyd'den nakledilmiştir. " Ben adamı o şeyden geri çevirdim" demektir. "O adamın hayrı azaldı" anlamındadır.

Yüce Allah'ın:

"Ve az bir şey verip, sımsıkı tutanı" âyeti, o verdiği az şeyin de sonunu getireni, anlamındadır.

35

Gayb ilmi yanındadır da, artık o mu görüyor?

"Gayb ilmi yanındadır da artık o mu görüyor?" Yani şu sımsıkı tutanın yanında kendisi için gayb olan azâb ile ilgili hususların bilgisi mi var?

"Artık o mu görüyor?" Ahiret ile ilgili kendisine gayb olan hususları ve kendisinin de başına gelecekleri biliyor da mı başkasının azabını yüklenmek taahhüdünde bulunuyor? Cahillik ve ahmaklığın ancak bu kadarı olur.

Buradaki: " Görmek" iki mef'ûle taaddi (fiili geçişli kılan) eden "görmek" fiilidir ve burada her iki mef'ûl de hazfedilmiştir.

Şöyle buyurulmuş gibidir: " Artık o tıpkı hazır olup gözle görüleni gördüğü gibi, gaybı da mı görüyor?" demektir.

36

Âyetin tefsiri için bak:37

37

Yoksa ona: Mûsa'nın ve ahdine bağlı İbrahim'in sahifelerinde olan haber verilmedi mî?

"Yoksa ona Mûsa'nın" sahifelerinde

"ve ahdîne bağlı İbrahim'in sahifelerinde olan haber verilmedi mi?" Nitekim el-Ala Sûresi'nde de:

"İbrahim'in sahifeleri ile Mûsa'nın (sahifeleri)nde..." (el-Ala, 87/19) diye buyurulmaktadır.

Yani hiçbir kimse diğerinin yerine sorumlu tutulmaz. Nitekim: "Yük taşıyıcı hiçbir kimsenin başkasının yükünü yüklenmeyeceğini" diye buyurmaktadır. Özellikle İbrahim ile Mûsa'nın sahifekrınin sözkonusu edilmesinin sebebi, Nûh ile İbrahim (ikisine de selam olsun) arasındaki dönemde bir kimsenin kardeşinin, oğlunun ve babasının işlemiş olduğu suçlar dolayısıyla sorumlu tutulması idi. Bu açıklamayı el-Huzeyi b. Şurahbil yapmıştır.

"Yüklenmeyeceğini" âyetindeki: lâfzı şeddelisinden hafifletilmiş şeddesiz hale getirilmiştir, "Şey"den hedef olarak cer konumundadır, yahut: " O" takdiri ile ref konumunda olabilir.

"Ahdine bağlı" anlamındaki lâfzı Said b. Cübeyr ile Katade :diye şeddesiz olarak okumuşlardır. Bu da sözünde ve amelinde doğru olan demek olur. Bu okuyuş da anlam itibariyle cemaatin okuduğu: d/i) şeddeli okuyuşuna racidir. Yani o Allah'ın kendisine farz kılmış olduğu bütün hususları yerine getirmiş, onlardan herhangi bir şeyi eksik bırakmamıştı. el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmişti. O da bunları eksiksiz yerine getirmişti." (el-Bakara, 2/124) âyeti açıklanırken (3. başlıkta) bu husus geçmiş bulunmaktadır.

" Ahdine bağlı kalmak" eksiksiz yerine getirmek demektir.

Ebû Bekr el-Verrak: İddia ettiği kabul ettiğini belirttiği şartın gereğini yerine getirdi, diye açıklamıştır. Çünkü yüce Allah kendisine: "Teslim ol" demesine karşılık, kendisi:

"Âlemlerin Rabbine teslim oldum." (el-Bakara, 2/131) diye cevab vermişti. Yüce Allah, ondan iddiasının doğruluğunu ortaya koymasını isteyince malında, evladında ve canında onu sınamış ve bütün bunları eksiksiz yerine getirdiğini görmüştü. İşte yüce Allah'ın:

"Ve ahdine bağlı İbrahim'in..." âyeti bunu anlatmaktadır. Yani o Allah'a teslim olduğunu ileri sürmüş, sonra da bu iddiasının doğruluğunu ortaya koymuştu.

Bir diğer açıklamaya göre o, her gün günün ilk saatlerinde dört rekat ile amelini eksiksiz tamamlardı. Bunu el-Heysem, Ebû Umame'den o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye rivâyet etmiştir.

Sehl b. Sa'd es-Saidî de babasından şunu rivâyet etmektedir: "Ben size yüce Allah'ın can dostu İbrahim'i "ahdine bağlı" diye neden adlandırdığını haber vermeyeyim mi? Buna sebeb onun her sabah ve her akşam:

"Akşamladığınız zaman ve sabahladığınızda Allah'ın şanı ne yücedir!" (er-Rum, 30/17) diyor olması idi.

Ayrıca bunu Sehl b. Muaz, Enes'den, o babasından, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye rivâyet etmiştir. Zikredilen Kivilerin doğru şekli şudur: "Sehl b. Muaz b. Enes babasından (yani: Sehl, babası Muaz b. Enes'den), o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den...1" (Taberani, el-Mu'cemu'l-Kebir, XX 192) Muhtemelen baskıyı hazsrlayanlsr "Sehl b. Muaz"dan sonra gelen "İbn Enes" iba resindeki İbn'e tekabül eden "r>er ve "nun" harflerini sehven "an" diye okumuşlardır

"Ahdine bağlı" lâfzının, kendisi ile birlikte gönderilen risaleti eksiksiz olarak yerine getiren anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da yüce Allah'ın:

"Yük taşıyıcı hiçbir kimsenin başkasının yükünü yüklenmeyeceğini"

âyetinde ifade edilmiştir.

İbn Abbâs dedi ki: İbrahim (aleyhisselâm) döneminde önce kişiyi başkasının günahı dolayısıyla sorumlu tutuyorlardı. Öldürme ve yaralamalarda bir kimsenin velisi olanı, velayeti altında bulunan kimsenin işlediği cinayetten dolayı sorumlu tutuyorlardı. O bakımdan kişi babası, oğlu, kardeşi, amcası, dayısı, amcasının oğlu, yakın akrabası, eşi, kocası ve kölesi dolayısıyla öldürülebiliyordu. İbrahim (aleyhisselâm) onlara yüce Allah'tan: "Yük taşıyıcı hiçbir kimsenin başkasının yükünü yüklenmeyeceğini" tebliğ etti.

el-Hasen, Katade ve Said b. Cübeyr yüce Allah'ın:

"Ahdine bağlı" âyeti hakkında şöyle demişlerdir: O emrolunduğu şeylerin gereğince amel etti ve Rabbinin kendisine gönderdiği risaleti (mesajları) tebliğ etti. Bu daha güzel bir açıklamadır, çünkü genel bir ifadedir.

Aynı şekilde Mücahid de, Allah'ın kendisine Farz kıldığı hususlarda

"ahdine bağlı" diye açıklamıştır. Ebû Malik el-Ğıfari dedi ki; Yüce Allah'ın:

"Yük taşıyıcı hiçbir kimsenin başkasının yükünü yüklenmeyeceğini" âyetinden itibaren

"şimdi Rabbinin nimetlerinin hangisini şüphe ile karşılarsın." (en-Necm, 53/55) âyetine kadar olan bütün âyetler, İbrahim ile Mûsa'nın sahifelerinde yer almıştır.

38

Yük taşıyıcı hiçbir kimsenin başkasının (günah) yükünü yüklenmeyeceğini;

"Yük taşıyıcı hiçbir kimsenin başkasının yükünü yüklenmeyeceği"

âyetine dair yeterli açıklamalar daha önce el-En'am Sûresi'nin sanlarında (6/164. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

39

İnsan için kendi çalıştığından başkasının olmadığını;

"İnsan İçin kendi çalıştığından başkasının olmadığını" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre yüce Allah'ın:

"îman edenlerin soyları da îman ile kendilerine uyanların Biz evlatlarını da kendilerine katarız." (et-Tur, 52/21) âyeti neshetmiştir. Kıyâmet gününde küçük çocuk babasının terazisine konulur ve yüce Allah babaları evlatlar hakkında, evlatları da babalar hakkında şefaatçi kılar. Buna da yüce Allah'ın:

"Babalarınız ve oğullarınızdan size faydaca hangisinin daha yakın olduğunu bilemezsiniz." (en-Nisa, 4/11) âyeti delil teşkil etmektedir.

Tevil ehlinin çoğunluğu ise: Bu âyet muhkemdir. Kimsenin ameli kimseye fayda vermez, demişler ve kimsenin bir başkasının yerine namaz kılamayacağını icma ile kabul etmişlerdir.

Malik ölenin yerine oruç tutmayı, haccetmeyi ve sadaka vermeyi câiz kabul etmemiştir. Ancak o şöyle demektedir: Eğer kişi kendisinin yerine haccedilmesini vasiyet ettikten sonra ölürse, onun yerine haccedslmesi câiz olur.

Şâfiî ve başkaları ölenin yerine nafile hac yapmayı câiz kabul etmişlerdir. Âişe (radıyallahü anha)'dan rivâyet edildiğine göre o, kardeşi Abdu'r-Rahmân'ın yerine itikafa girmiş ve onun adına köle azad etmiştir. Sa'd b. Ubade'nin de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Annem vefat etti, onun yerine sadaka vereyim mi? Peygamber: "Evet" diye buyurmuştur. Sa'd: Hangi sadaka daha, faziletlidir? diye sormuş, Peygamber; "Su içirmek" diye cevab vermiştir Müsned, VI, 7.

Bütün bu hususlar yeterli açıklamalarıyla birlikte daha önce el-Bakara (2/285-286, âyetler, 2. başlık ve devamında), Al-i İmrân (3/97, âyet, 7. başlıkta) ve el-A'raf Sûresi'nde (7/50. âyet, 2, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah:

"İnsan için kendi çalıştığından başkasının olmadığını" diye buyurmuştur, Arap dilinde "insan İçin" anlamındaki lâfzın başına gelen cer edalı olan "lam"ın anlam itibariyle mülkiyet ve gereklilik ifade etmektir. O halde insana yaptığından başka bir şey(in karşılığını vermek) gerekmez. Bir başkası onun adına sadaka verecek olursa, o kimsenin lehine herhangi bir mükâfatın gerekmesi sözkonusu değildir. Yüce Allah'ın amelde bulunmaksızın küçük çocukları cennete koymak suretiyle lütufta bulunmadığı gibi. Mükâfat olarak vermesi gerekmeyen bir hususu o kimseye lütfetmesi hali bundan istisna teşkil eder.

er-Rabİ' b. Enes dedi ki:

"İnsan için kendi çalıştığından başkasının olmadığını" âyetinde kastedilen kâfirdir. Mü’mine gelince, ona hem yaptığının karşılığı vardır, hem de başkasının onun için yaptığının karşılığı verilecektir.

Derim ki: Bir çok hadis bu görüşe ve mü’mine başkası tarafından onun için işlenen salih amelin sevabının ulaşacağına delil teşkil etmektedir. Bu tür hadislerden, onlar üzerinde dikkatle düşünecek kimseler için çok miktarda geçmiş bulunmaktadır. Müslim'in kitabının baş taraflarında Abdullah b. el-Mubarek'ten nakledildiği üzere sadaka hususunda görüş ayrılığı yoktur. Sahih'te de şöyle denilmektedir: "İnsan öldü mü ameli de kesilir. Üç şey müstesna..." Bunlar arasında: "Yahut kendisine dua eden salih bir evlat" da zikredilmektedir. Müslim, III, 12Ş5; Ebû Dâvûd, Ill: 117; Müsned, II, 372

Esasen bütün bunlar da yüce Allah tarafından bir lütuftur. Tıpkı amellerin kat kat mükâfatlandırmasının da O'ndan bir lütuf olması gibi. Yüce Allah mü’minlerin lehine tek bir iyiliği on katından yediyüz katına, bir milyon haseneye kadar mükâfatlandırır. Nitekim Ebû Hüreyre'ye şöyle sorulmuş: Sen Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Muhakkak Allah bir tek haseneye karşılık bir milyon hasene mükâfat verir." dediğini duydun mu? O da: Ben onu şöyle buyururken dinledim; "Muhakkak Allah bir tek haseneye karşılık iki milyon hasene mükâfat verir. " Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, X, 145

İşte bu Allah'ın bir lütfudur. Adalet ise; "İnsan için kendi çalıştığından başkasının olmamasını" gerektirir.

Derim ki: Yüce Allah'ın:

"İnsan için kendi çalıştığından başkasının olmadığı" âyeti özel olarak günah hakkında sözkonusu olabilir. Buna delil de Müslim'in Sahih'inde yer alan Ebû Hüreyre'nin Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğuna dair yaptığı rivâyettir: "Aziz ve celil olan Allah buyurdu ki: Kulum, içinden bir iyilik yapmayı kararlaştırıp da onu işlemeyecek olursa. Ben onu onun lehine bir iyilik olarak yazarım. Şayet onu işleyecek olursa, onu o kimsenin lehine on haseneden yediyüz katına kadar yazarım. Şayet bir kötülük işlemeyi kararlaştırmış olduğu halde işmeyecek olursa, o kötülüğü onun aleyhine yazmam, O kötülüğü işleyecek olursa, Ben de onu tek bir kötülük olarak yazarım." Müslim, I, 117; Tirmizî, V, 2Ğ5; Nesâî, es-Sünenu'l-Kübra, VI, 3-İ4. Ebû Bekr el-Verrak dedi ki: "Çalıştığından başkası" niyet ettiğinden başkası demektir. Bunu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kıyâmet gününde insanlar niyetlerine göre diriltilirler." İbn Mace, II, 1414; Müsned, II, 392. âyeti açıklamaktadır.

40

Çalıştığının muhakkak ileride görüleceğini;

"Çalıştığının muhakkak ileride görüleceğini" âyeti, yüce Allah kıyâmet gününde yaptığının karşılığını ona gösterecektir, demektir,

41

Sonra ona yaptıklarının en mükemmel bir şekilde karşılığının verileceğini;

"Sonra ona yaptıklarının en mükemmel bir şekilde karşılığının verileceğini" ameline karşılık verileceğini... demektir.

el-Ahfeş dedi ki: " Ona karşılığını verdim" ifadesi ile ifadesi aynıdır, aralarında fark yoktur. Şair şu beyitinde her iki söyleyiş şeklini bir arada kullanmış bulunmaktadır:

"Ben Alkame b. Sa'd'în yaptıklarının karşılığını verecek olsam bile,

Bir tek günde karşı karşıya kaldığı belalarının

(verdiği sınavının, yaptığı iyiliğin) karşılığını veremem."

42

Şüphesiz ki son gidişin Rabbine olacağını...

"Şüphesiz ki son gidişin Rabbîne olacağını..." Dönüş, geri çeviriliş ve sonunda varılacak yer O'nun huzurudur. O vakit kötülükleri cezalandıracak, iyiliklerin mükâfatını verecektir. Şöyle de açıklanmıştır; Lütuf O'ndan gelir ve nihai olarak eman O'na varır. Ubey b. Ka'b'dan dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın:

"Şüphesiz ki son gidişin Rabbine olacağını" âyeti hakkında: "Rab hakkında düşünmek olmaz" diye buyurmuştur. Deylemi, Firdevs, IV, 410; Abdullah b. Muhammed el-Ashahani, el-Azame, I, 21K (Süfyan sözü olarak) İbn Kesîr, Tefsir, IV, 260; -Begavi'ye etfederek-,

Enes'ten rivâyete göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah zikredildi mi artık sen de (kötülükten) vazgeç."

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti da bu anlamdadır; "Şeytan sizden herhangi birisine gelir ve: Şunu şunu kim yarattı? der. Sonunda Rabbini kim yarattı? diye telkin eder. Artık bu noktaya geldi mi (sîzden olan kimse) Allah'a sığınsın ve buna bir son versin." Buhârî, III, 1194; Müslim, 1. 120; Müsned, II, 331, V, 214, VI, 257.

Bu husus daha önce el-A'raf Sûresi'nde (7/200. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Şu beyitlerin şairi ne güzel söylemiş;

"O şanı yüceler yücesi hakkında sakın düşünme!

Yoksa aşağılatır ve yardımsız bırakılırsın.

İşte O'nun masnuatı... onlar hakkında ibretle düşün,

Ve o çok şerefli şanı yüce, can dostu (İbrahim)nun söylediği gibi söyle!"

43

Güldürenin de, ağlatanın da şüphesiz O olduğunu;

"Güldürenin de, ağlatanın da şüphesiz O olduğunu" âyetinde açıkça görülmektedir ki, araçlar ortadan kalkmakta, geriye hakikatlerin yalnız yüce Allah'a ait olduğu gerçeği kalmaktadır. Ondan başka fail yoktur. Müslim'in Sahih’inde Âişe (radıyallahü anha)'dan dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki hayır. Rasûlullah asla: Ölmüş bir kimse herhangi birisinin ağlamasından dolayı azablandırılır, dememiştir ama o şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah kâfirin azabını, yakınlarının ağlaması sebebiyle daha bir arttırır. Şüphesiz Allah'tır, o güldüren ve ağlatan ve esasen hiçbir yük taşıyıcı, hiçbir kimsenin yükünü yüklenmez. " Müslim, II, 641; Buhârî, I, 432; Tirmizi, III, 327; Ebud Davud, lil, 194; Nesâî. IV. 17; Müsned, I, 41, II, 31

Yine ondan rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabından gülmekte olan bir topluluğun yanından geçti, şöyle buyurdu: "Şayet benim bildiklerimi bilseydiniz, pek az gülerdiniz, çokça ağlardınız." Bunun üzerine Cebrâîl Hz. Peygambere gelerek: Ey Muhammed dedi, şüphesiz Allah sana:

"Güldüren de, ağlatan da şüphesiz O'dur" diye buyurmaktadır. Peygamber onlara geri dönerek şöyle buyurdu: "Henüz ben kırk adım atmadan Cebrâîl bana geldi ve şunlara git ve de ki: Şüphesiz yüce Allah: "Güldüren de, ağlatan da O'dur" diye buyurmaktadır, de, buyurdu." Aynı manada kısmen farklı lâfızlarla ve Ebû Hüreyre'den: İbn Hibbatı. Sahih, I, 319, II, 73. Yani gülmenin ve ağlatmanın sebeplerini O hükme bağlamıştır.

Atâ b. Ebi Müslim dedi ki: Sevindiren ve kederlendiren O'dur, demektir. Çünkü sevinmek gülmeyi getirir, kederlenmek de ağlamayı getirir.

Ömer (radıyallahü anh)'a soruldu: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı gülüyor muydu? O, evet. Bununla birlikte Allah'a yemin ederim, îman kalplerinde sapasağlam dağlardan da daha sağlamdı. Ma'men b. Raşid, el-Cami', XI, 327, 451.

Bu hususa dair açıklamalar daha önce en-Neml (27/18-19- âyetler, 5. başlıkta) ve et-Tevbe Sûresi'nde (9/82. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

el-Hasen dedi ki: Yüce Allah cennetlikleri cennette güldürecek, cehennemlikleri de cehennemde ağlatacaktır.

Dünyada dilediği kimseyi sevindirmek suretiyle güldürmüş, dilediği kimseyi kederlendirmek suretiyle ağlatmıştır, diye de açıklanmıştır. ed-Dahhak dedi ki: O yeryüzünü bitkilerle güldürmüş, semayı da yağmurla ağlatmıştır. Bir açıklama da şöyledir: Ağaçları çiçeklerle güldürmüş, bulutları yağmurlarla ağlatmıştır.

Zünnun dedi ki: Mü’minlerin ve ariflerin kalplerini marifetinin güneşiyle güldürmüş, kâfirlerin ve isyankarların kalplerini ise O'nu inkar ve O'na isyan etmenin karanlığıyla ağlatmıştır. Sehl b. Abdullah dedi ki: Allah itaatkarları rahmet ile güldürmüş, isyankarları gazab ile ağlatmıştır. Muhammed b. Ali et-Tirmizi de şöyle demiştir; Allah mü’mini dünyada ağlatmış, ahîrette de güldürecektir,

Bessam b. Abdullah: Allah onların yüzlerini güldürmüş, fakat kalplerini ağlatmıştır deyip, şu beyitleri zikretmektedir:

"Dişler gülümser fakat iç organlar yanmaktadır,

O dişlerin gülmesi ise zorlama ve uydurmadır.

Gözyaşı akıtmadan ağlayan nice göz vardır,

Ve nice gülümseyerek dişini gösteren var ki, hayatta kalacak takati yoktur."

Denildiğine göre yüce Allah, canlılar arasında gülmek ve ağlamak Özelliğini insana vermiştir. Canlılar arasında insan dışında gülen ve ağlayan yoktur. Yine denildiğine göre yalnız maymun güler, fakat ağlamaz ve yalnız develer ağlar, fakat gülmezler.

Yusuf b. el-Hüseyn dedi ki: Tahir el-Makdisi'ye: Melekler güler mi? diye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiş: Onlar da, Ars'ın altındakilerin hepsi de cehennem yaratıldığından beri asla gülmediler,

44

Öldürenin de, diriltenin de gerçekten O olduğunu;

"Öldürenin de, diriltenin de gerçekten O olduğunu" âyeti ölümün ve hayatın sebeplerini hükme bağlayan O'dur, demektir. Ölümü ve hayatı O yaratmıştır, diye de açıklanmıştır.

"O... ölümü ve hayatı yaratandır."(el-Mülk, 67/2) diye buyurduğu gibi. Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır.

Bir diğer açıklama şöyledir: O küfür ile kâfiri öldürmüş, îman ile de mü’mini diriltmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ölü iken kendisini dirilttiğimiz, insanlar arasında ona- yürümesi için nûr verdiğimi? kimse..." (el-En'am, 6/122);

"Ancak dinleyenler kabul ederler, ölüleri ise Allah diriltecektir." (el-En'am, 6/36) Nitekim daha önce de (anılan âyetlerin tefsirlerinde) geçmiş bulunmaktadır.

Atâ'nın: Adaletiyle öldürmüştür, lütfuyla diriltmiştir şeklindeki açıklaması da; vermemek ve cimrilikle öldürmüş, cömertlik ve bol bol infak ile diriltmiştir, diyenlerin açıklamaları da bu çerçeve içerisindedir.

Nutfeyi öldürmüş ve cana hayat vermiştir, diye de açıklanmıştır. Babaları öldürmüş, evlatları diriltmiştir diye açıklandığı gibi, burada hayattan kasıt bolluk, ölümden kasıt da kuraklıktır, diye de açıklanmıştır. Uyutmuş ve uyandırmıştır, diye açıklandığı gibi, dünyada öldürmüş, ölümden sonra diriliş ile de diriltmiştir, diye de açıklanmıştır.

45

Âyetin tefsiri için bak:46

46

Döküldüğü zaman bir nutfeden erkek ve dişiden ibaret olan ikili çifti O'nun yarattığını...

"Erkek ve dişiden ibaret olan İkili çifti O'nun yarattığını" Âdem'in oğullarından erkeği ve dişiyi yarattığını kastetmektedir. Yoksa Âdem ile Havva'nın da bir nutfeden yaratıldığını kastetmemektedir, Nutfe az miktardaki su demektir. " Su damladı" tabirinden türetilmiştir.

" Döküldüğü" rahime dökülüp akıtıldığı demektir. Bu açıklamayı el-Kelbî, ed-Dahhak ve Atâ b. Ebi Rebah yapmıştır, "Erkek menisini akıttı" tabiri de, " Meni"den gelmektedir. "Mina'ya bu ismin verilmesi ise: " Oraya akıtılan kanlardan" dolayıdır.

" Döküldü" takdir edildi, anlamındadır, diye de söylenmiştir. Bu açıklamayı Ebû Ubeyde yapmıştır. " O şeyi takdir ettim" denilir. “Ona takdir olundu" anlamındadır. Şair de şöyle demiştir:

"Ta ki her şeye muktedir olanın,

Sana takdir ettiği şey ile karşılaşıncaya kadar."

47

Tekrar diriltmenin de O'na ait olduğunu;

"Tekrar diriltmenin" öldükten sonra diriliş için bedenlere ruhları geri çevirmenin

"de O'na ait olduğunu..."

İbn Kesîr ve Ebû Amr

"diriltme" anlamındaki lâfzı "şın" harfini üstün ve med ile diye okumuş ve Allah, bu hususu vaadetmiş olup, onun bu vaadi doğrudur, demek olur.

48

Muhakkak ki, zengin kılanın da O, fakir kılanın da O olduğunu;

"Muhakkak ki zengin kılanın da, fakir kılanın da O olduğunu" âyeti hakkında İbn Zeyd şöyle demektedir: Dilediğini zengin kılmış, dilediğini de fakir kılmıştır. Sonra da yüce Allah'ın:

"Rızkı kutlarından dilediğine genişletip yayar, dilediği kimseninkini de daraltır" (Sebe, 34/39) âyeti ile

"Allah daraltır, genişletir." (el-Bakara, 2/245) âyetlerini okudu. Taberî de bu açıklamayı tercih etmiştir.

Yine İbn Zeyd'den, Mücahid, Katade ve el-Hasen'den:

"Zengin kılan" bol mal veren

"fakir kılan" başkasının hizmetine koşturan demektir.

"Fakir kılan" size hizmetinizde çalışacak kimseler sahibi olma imkanını vermiştir, diye de açıklanmıştır ki; bu da aynı şekilde başkalarına hizmet ettiren anlamındadır.

Verdikleri ile kişiyi razı kılan, demek olduğu da söylenmiştir. Yani önce onu zengin kılmış, sonra da verdikîeriyle onu razı etmiştir. Bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır.

el-Cevherî dedi ki: ….fiili; " Zengin oldu, olur, zengin olmak" fiili gibidir Ancak fakir oldu, olur, fakir olmak anlamı mealde yansıtılmıştır Bu anlama geldiği de hem 'j-r nıv-ı-lci arık tamulardan, hem biraz sonra gelecek açıklamalardan da anlaşılacaktır.

" Allah ona kazanılarak toplanan şeyler ve mallar verdi" demektir. Yine; "Allah onu razı kıldı" anlamına gelir. "Razı olmak" demektir. Bu açıklama İbn Zeyd'den nakledilmiştir. (İbn Zeyd) dedi ki: Araplar:

"Her kime yüz tane keçi verilecek olursa, o kimseye toplayıp, yığma verilmiş olur. Her kime yüz tane koyun verilecek olursa, o kimseye de zengin verilmiş olur. Her kime yüz tane deve verilecek olursa, o kimseye de temennileri verilmiş olur."

" Allah ona kendisine huzur ve sükun verecek şeyler verdi" denilir.

"Zengin kılanın da O, fakir kılanın da O" âyetinin, kendisini zengin kılıp, yaradıklarını kendisine muhtaç kılanın O olduğu anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Süleyman et-Teymi yapmıştır. Süfyan da şöyle demektedir: O kanaat ile zengin kılmış, rıza ile de ihtiyaçtan kurtarmıştır,

el-Ahfeş dedi ki: "Fakir kıldı" demektir. İbn Keysan ona çocuk ihsan etti, demektir. Bu da az önceki açıklamaların kapsamı içerisindedir.

49

Şi'ra yıldızının Rabbinin gerçekten O olduğunu;

"Şi'ra yıldızının Rabbinin gerçekten O olduğunu" âyetinde geçen "eş-Şi'ra yıldızı" Şi'ra: Yaldırak dedikleri bir büyük yıldızdır (Akteri) Siriııs ve Dng Star diye bilinir, (üa'le-bekki, el-Mevarid Arabi-İngilizi) el-Cevza'dan Cevza (İkizler); Burçlardan bir burçtur. (Ahteri) sonra doğan aydınlık bir yıldızdır. Bu yıldız çok sıcak zamanlarda doğar. Bu isimle anılan yıldızlar iki tanedir. Birincisi el-Cevza (ikizler)de bulunan ve "el-Abur" Abur: Cevza'nın ardındaki bir yıldızdur. (Ahteri) diye bilinen yıldızdır. Diğeri ise Zira'da bulunan eş-Şi'ra el-Gumeysa Ğumeysa: Bir yıldızın adıdır. (Ahteri) Ğumeysa: İki Şi'ra yıldızından biridir Diğerinin atlı el-Abur'dur. Her ikiside el-Cevza (ikizler) yakınında parlak birer yıldızdır yıldızıdır. Araplar bu iki yıldızın da "Süheyl yıldızının kızkardeşleri" olduklarını iddia ederler.

Yüce Allah başka şeylerin de Rabbî olmakla birlikte Şİ'ra yıldızının Rabbi olduğunu sözkonusu etmesinin sebebi Arapların bu yıldıza ibadet etmeleri idi. Yüce Allah böylece onlara Şi'ra yıldızının da bir Rabbinin olduğunu, kendisinin asla rab olamadığını göstermektedir.

Bu yıldıza kimlerin ibadet ettiği hususunda görüş ayrılığı vardır. es-Süddî buna Hımyer ve Huzaalılar ibadet ediyordu, demiştir. Başkaları ise bu yıldıza ibadet eden ilk kişi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın anne tarafından dedelerinden birisi olan Ebû Kebşe'dir, Bundan dolayı Arap müşrikleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Allah'a davet edip dinlerine muhalefet ettiği zaman onu "Ebû Kebşe'nin oğlu" diye adlandırmış ve: Bu Ebû Kebşe'nin oğlundan çektiğimiz nedir? demişlerdi. Ebû Süfyan da Mekke'nin fethedildiği günü dar geçitlerden birisinde durmuş ve Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın askerleri onun önünden geçerken: Yemin olsun Ebû Kebşe'nin oğlunun İşi gerçekten güçlenmiş bir durumdadır, demişti.

Bununla birlikte Araplardan Şi'ra yıldızına ibadet etmeyenler de, o yıldızı tazim ediyor ve onun kainata etkisinin bulunduğuna inanıyordu. Şair şöyle demiştir:

"Eylül geçti ve sıcaklar kalktı,

(Cevza burcunun alt tarafında bulunan) eş-Şi'ra el-Abur da ateşini dindirdi."

Denildiğine göre; Arapların hurafeleri arasında şunlar da vardı: Süheyl ile Şi'ra yıldızlan karıkoca idiler. Süheyl aşağı doğru Yemen tarafına kaydı, Şi'ra Abur da samanyolunu geçip gittiğinden ötürü "el-Abur (geçip giden, kateden)" diye adlandırılmıştır. el-Ğumeysa ise yerinde kaldı, Süheyl'i kaybettiği için gözlerinde beyaz çapaklar oluşuncaya kadar ağladı. Biri diğerinden daha saklı olduğundan ötürü ona Ğumeysa denildi.

50

Muhakkak ki önceki Âd kavmini O'nun helâk ettiğini;

"Muhakkak ki, önceki Âd kavmini onun helâk ettiğini" âyetinde

"Âd"ı

"önceki" diye nitelendirmesinin sebebi, bunların Semud'dan önce gelmiş olmalarıdır. Semud'un Âd'dan önce olduğu da söylenmiştir.

İbn Zeyd dedi ki; Bunlara

"önceki (ilk) Âd" denilmesinin sebebi Nûh (aleyhisselâm)'dan sonra helâk edilen ilk ümmet oluşlarından dolayıdır. İbn İshak da şöyle demiştir: İki tane Âd kavmi vardır. Birincileri ıslıklı rüzgar ile helâk edilmiştir. Daha sonra da diğer Âd ortaya çıkmış, bunlar da çığlık ile helâk edilmişlerdir.

Birinci Âd'ın Âd b. İrem b. Ûs b. Sam b. Nûh olduğu, ikinci Âd'ın ist birinci Âd'ın soyundan gelenler oldukları da söylenmiştir.

Anlamlar birbirine yakındır.

Sonraki Âd'ın zorba kavim olan Âd oldukları söylenmiştir. Bunlar da Hud kavmidir.

"Önceki Âd" anlamındaki âyet genel olarak: şeklinde tenvin ve hemze açıkça telaffuz edilerek okunmuştur. Nafi, İbn Muhaysın ve Ebû Amr ise hemzenin harekesini "lam"a naklederek ve tenvini hemzeye idgam etmek suretiyle; diye okumuşlardır. Ancak Kalun ile es-Susî sakin (olan) hemzeyi izhar ederler (açıkça okurlar.) Diğerleri ise aslına uygun olarak "vav"a kalbetmişlerdir. Arapların bu şeklide iklab yaptıkları olur. Mesela: "Şimdi yanımızdan kalk ve ikisini kat" derler ki bunun aslı: şeklindedir.

51

Semud'u da bırakmadığını;

"Semud'u da bırakmadığını" âyetinde sözü geçen

"Semud" çığlık ile helâk edilen Salih (aleyhisselâm)'ın kavmidir.

"Semud" lâfzı şekillerinde okunmuştur ki daha önceden (el-Araf, 7/73. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada nasb ile gelmesinin sebebi bir önceki âyette geçen "Âd"e atfedilmiş olmasındandır.

52

Önceden de Nûh kavmini -çünkü onlar daha zalim ve daha azgındılar-;

"Önceden de Nûh kavmini" yani Âd ve Semud'dan önce de Nûh kavmini helâk etti.

"Çünkü onlar daha zalim ve daha azgındılar." Buna sebep ise Nûh (aleyhisselâm)'ın onlar arasında uzun bir süre kalmış olmasıdır. Öyle ki onlardan bir kişi oğlunun elini tutuyor, Nûh (aleyhisselâm)'a götürüyor ve: Şu adamdan sakın, çünkü o bir yalancıdır. Benim babam da beni alıp buna getirmiş ve benim sana söylediğimin benzerini söylemişti, diyordu. Böylelikle büyükleri küfür üzere ölüyor, küçükleri de babasının tavsiyesi üzerine (küfür üzere) yetişiyordu.

Bir görüşe göre buradaki zamir daha önce sözü edilen Âd, Semud ve Nûh kavimlerine gitmektedir. Yani bunlar Arap müşriklerinden daha ileri derecede kâfir ve daha azgın idiler. Bu durumda bu ifade Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a teselli anlamını taşımaktadır. Sanki ona şöyle buyurulmuş gibidir: O halde sen de sabret, çünkü güzel akıbet senin olacaktır.

53

(Lut kavminin) şehirlerini kaldırıp yere attığını;

"Şehirlerini kaldırıp yere attığını" âyetinden kasıt, Lut kavminin içindekilerle birlikte altüst olmasıdır. Yani bu şehirlerin üst tarafı aşağıya çevrilmişti,

" Onu ters yüz ettim ve onu geri çevirdim" denilir. "Semaya yükseltilmelerinden sonra onları yerin dibine geçirdi" demektir. Cebrâîl (aleyhisselâm) önce onları yukarıya doğru kaldırmış, sonra da yere atmıştı. el-Müberred: O şehirleri yukardan aşağıya (uçurumdan yuvarlanmışcasına) bıraktı. "Yukarıdan aşağıya düştü."; " Yukarıdan aşağıya düşürdü" demektir,

54

Örttüğü şeylerle onları örttüğünü.

"Örttüğü şeylerle onları örttüğünü" yani onları üzerlerine (bir örtü gibi) giydirdiği taşlarla üstlerini kapattığını.., demektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Derhal oranın üstünü altına getirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık." (el-Hicr, 15/74)

Bir diğer görüşe göre zamir bütün bu ümmetlere aittir. Yani yüce Allah bu toplumları onları örten azâb ile örttü. Zamirin mübhem gelmesinin sebebi ise, herbirisinin diğerinden farklı bir azâb türüyle helâk edilmiş olmasıdır.

Bu ifadenin işin büyüklüğünü anlatmak için böylece kullanıldığı da söylenmiştir.

55

Şimdi Rabbinin nimetlerinin hangisini şüphe ile karşılarsın?

"Şimdi Rabbinin nimetlerinin hangisini şüphe ile karşılarsın?" Yani Rabbinin hangi nimetinden şüphe edersin?

Burada hitab yalanlayıcı insanadır.

" Nimetler" demektir, tekili: ...diye gelir. Yakub da:

"Şüphe ile karşılarsın" anlamındaki âyeti iki "te"den birini diğerine idgam ve şedde ile diye okumuştur.

56

İşte bu da önceki uyarıp, korkutanlardan bir uyarıp korkutandır.

"İşte bu da önceki uyarıp korkutanlardan bir uyarıp korkutandır." âyeti hakkında İbn Cüreyc ve Muhammed b. Ka'b şöyle demişlerdir: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisinden Önceki peygamberler gibi gerçek ile uyarıp korkutan bir kişidir, Eğer ona itaat ederseniz, kurtuluşa erersiniz. Aksi takdirde önceki peygamberleri yalanlayanların başına gelenler sizin de başınıza gelecektir.

Katade de: Kur'ân-ı Kerîm'i kastetmekte, onun da önceki kitapların uyarıp korkuttuğu şeylerin aynısı ile uyarıp korkuttuğunu belirtmektedir, demiştir.

Bir başka açıklamaya göre: Bizim helâk olmuş önceki ümmetlerin durumlarından bildirdiğimiz bu haberler, daha önceki ümmetlerin başına gelen uyarıp korkutucu hususların bir benzerinin, bu ümmetin başına gelmesinden bir korkutmadır,

Arapçada: " Uyarmak, korkutmak" anlamındadır. Tıpkı:İnkar etmek" anlamında kullanılması gibidir. Yani bu sizin için bir uyarıdır demektir.

Ebû Malik dedi ki: Önceki ümmetlerin başından geçen olayları hatırlatarak sizi uyarıp korkutmaya çalıştığım bu husus, İbrahim ile Mûsa'nın sahifelerinde bulunan hususlardır.

es-Süddî dedi ki: Ebû Salih bana haber vererek dedi ki: Şanı yüce Allah'ın:

"Yoksa ona Mûsa'nın ve... İbrahim'in sahifelerinde olan (şu hükümler) haber verilmedi mi?" (en-Necm, 53/36-37) âyetinden itibaren

"işte bu da önceki uyarıp korkutanlardan bir uyarıp korkutandır" âyetine kadar olan bütün bu hususlar İbrahim İle Mûsa'nın sahifelerinde olan şeylerdir.

57

Yakın olan yaklaştıkça yaklaştı.

"Yakın olan yaklaştıkça yaklaştı." Yani kıyâmetin kopacağı vakit oldukça yaklaştı, Yüce Allah'ın burada kıyâmetten; diye sözetmesi, onun nezdinde kopacağı vaktin oldukça yakın olmasından dolayıdır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde

"Çünkü onlar onu uzak görürler. Biz ise onu yakın görürüz." (el-Mearic, 70/6-7) diye buyurmaktadır.

Bir başka görüşe göre kıyâmetten böylece sözetmesinin sebebi, insanlara -onun İçin hazırlansınlar diye- oldukça yakınlaşmış olmasından dolayıdır. Çünkü gelecek olan herbir şey yakın demektir. Şair şöyle demiştir;

"Yola koyulmak vakti yaklaştı, şu kadar var ki bineklerimiz

Henüz yüklerimizle (duruyor); sanki yola koyulduk bile."

es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir; " Yola koyulmak vakti yaklaştı, yaklaşır" denilir. Yüce Allah'ın:

"Yakın olan yaklaştıkça yaklaştı" âyetinde de bu kökten gelen lâfızlar kullanılmıştır. Bunda da kastedilen kıyâmettir. "Adam acele etti" demektir. İsm-i faili; ...diye gelir. " Kısa boylu" demektir. (Yere, birbirine) yakın ile aynı anlamdadır.

Ebû Zeyd dedi ki: Bir bedeviye "muuhbanti" ne demektir? diye sordum. O, "muteke'ki" demektir dedi. Peki "müteke'ki" ne demektir? dedim. O, "müteazif (kısa, yakın)" demektir dedi. Peki "müteazif" nedir? diye sorunca da: Sen ahmak birisisin, deyip beni bırakıp gitti.

58

Onu Allah'tan başka açığa çıkaracak yok.

"Onu Allah'tan başka açığa çıkaracak yok." Yani kıyâmeti Allah'tan başka sonraya bırakacak ya da Öne alacak kimse yoktur.

"Açığa çıkaran" âyetinin açığa çıkmak anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani Allah'tan başka kimse onu açığa çıkarmaz, onun üstündeki örtüyü kaldırmaz.

Bu durumda

" Açığa çıkaran" mastar anlamında bir isim olup sonundaki "he" (müenneslik te'si) tıpkı: "Akıbet, afiyet, musibet, bakiyet" kelimelerinin sonlarındaki "he"ye (müenneslik te'sine) benzemektedir. Arapların: "Filanın bakiyeti (kalıcılığı) yoktur" demeleri de bunun gibidir. Kimse bunu geri çeviremez demektir, diye de açıklanmıştır. Yani kıyâmet kopacak olursa, onların ilahlarından hiçbirisi onu önleyemez ve Allah'tan başka onları kimse kurtaramaz.

Kıyâmete (örten anlamında): "Gaşiye" de denilmiştir. O bir ğaşiye (örten) olduğuna göre onun geri çevrilmesi ise keşf (açmak) olur. Bu açıklamaya göre "kaşife" hazfedilmiş müennes bir lâfzın sıfatı olmaktadır. Bu da kaşife bir nefis, kaşife bir kesim yahut kaşife bir hal (yoktur) anlamında olur,

"Açığa çıkaran: kaşife"nin kaşif (keşfeden, açan, açığa çıkaran) anlamında olduğu sonundaki "he"nin (yuvarlak te'nin) de tıpkı (radıyallahü anhviye ve dahiye: çokça rivâyette bulunan, büyük bir deha) kelimelerinde olduğu gibi, mübalağa için olduğu da söylenmiştir.

59

Şimdi siz bu sözden dolayı mı hayret edersiniz?

"Şimdi siz bu sözden" Kur'ân'dan

"dolayı mı" onu yalanlamak amacıyla

"hayret edersiniz." Bu, azarlama anlamında bir sorudur.

60

Ve gülersiniz de ağlamaz mısınız?

"Ve" onunla alay ederek

"gülersiniz de" tehditlerden korkarak ve bu işten çekinerek

"ağlamaz mısınız?"

Rivâyete göre bu âyetin inişinden sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in -tebessüm dışında- güldüğü görülmemiştir.

Ebû Hüreyre dedi ki:

"Şimdi siz bu sözden dolayı mı hayret edersiniz"

âyeti nazil olunca, Suffe ehli: "İnna İtilan ve inna ileyhi raciun" diyerek gözyaşları yanakları üzerinden akıncaya kadar ağladılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların ağladığım duyunca, o da onlarla birlikte ağladı. O ağladığı için biz de ağladık. Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah korkusundan dolayı ağlayan kimse cehenneme girmez. Beyhaki, Şuabu'l-Îman, I, 489; Münziri, et-Tergib ve't-Terhib, IV, 114. Allah'a isyan etmek üzere ısrar eden bir kimse de cennete girmez. Şayet siz günah işlemeyecek olursanız, Allah sizi yok eder ve sizin yerinize günah işleyen ve (tevbe ettikleri için) kendilerine mağfiret edip merhamette bulunacağı bir toplum getirir. Şüphesiz ki O çokça mağfiret edendir, pek merhametlidir,"

Ebû Hazim dedi ki: Cebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın üzerine indiği bir sırada yanında ağlayan bir adam da vardı. Cebrâîl ona: Bu kim? diye sordu. Peygamber: “Bu filan kişidir” dedi. Cebrâîl dedi ki: Biz ağlamak dışında Âdemoğullarının bütün amellerini tartarız. Çünkü yüce Allah bir tek gözyaşı damlası ile cehennemden denizler kadarını söndürür.

61

Hem oynayıp eğlenirsiniz?

"Hem oynayıp eğlenirsiniz" oyalanmakta ve yüz çevirmektesiniz, demektir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiş olup bunu kendisinden el-Valibi ile el-Avfî nakletmiştir. İkrime de ondan şöyle dediğini rivâyet etmektedîr: Bu lâfız Himyerlilerin lehçesinde şarkı söylemektir. ": Bize şarki söyle" denilir. Bundan dolayı Kur'ân'in okunduğunu işittiklerinde onu duymasınlar diye şarkı söyler, oyun oynarlardı.

ed-Dahhak dedi ki: "Üstünlük, yücelik ve büyüklük taslıyorsunuz" demektir. es-Sıhah'ta. şöyle denilmektedir: "Büyüklenerek başını kaldırdı" demektir. Başını yukarı doğru kaldıran herkese: (......) denilir. Şair de şöyle demiştir:

"Onlar geceleyin başlarını yukarı doğru kaldırırlar (yatıp uyumazlar)

ve azıkları da hafiftir."

Onların karınlarında yem yok, demek istemektedir.

İbnu'l-Arabî dedi ki; " Yükseğe çıktım" demektir. "Develer süratlice yürüdü" demektir. "Oyalanmak, eğlenmek" demektir. " Oyalanan, eğlenen" anlamındadır. Mesela cariyeye: denilir ki bu da "şarkı söyleyerek bizi oyala" anlamındadır. " Yere gübre koymak" demek olup, bu da hayvan pisliği ile külden meydana gelir. "Saçın dipten kazınması, traş edilmesi" anlamındadır ki bir söyleyişidir. Hemzeli olarak; "Adam kızgınlıktan şişti" demektir.

Ali (radıyallahü anh)'dan gelen rivâyete göre

"oyalanıp, eğlenirsiniz" âyeti namaz kılmaksızın ve namazı da beklemeksizin oturmaları anlamındadır. el-Hasen de şöyle demiştir: Bu İmâmdan önce namaza duranlarsınız, demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen şu rivâyet de bu kabildendir: Peygamber insanlar kendisini ayakta durmuş bekliyorken namaza çıktı ve: "Bana ne oluyor da sizi benden önce namaza durmak üzere ayağa kalkmış görüyorum" demiştir Maverdi, Nüket, V, 407.

el-Mehdevî de bunu Ali (radıyallahü anh)'dan, diye zikretmiştir. Buna göre Ali (radıyallahü anh) namaza çıktığında insanların ayakta durmuş, kendisini beklemekte olduklarını görünce: "Niye böyle ayakta durmuş bekliyorsunuz diye buyurmuştur. İbn Sad; Tabakat, VI, 128; Taberi, Tefsir, XXVII, 83; İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, I, 356; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra, II, 20; Yusuf b. Mûsa Ehu'l-Mehasin, Mu'tasaru'l-Muhtasar. I, 35; M. el-Azimabadi, Avnu'l-Ma'bud, II, 174. da el-Mehdevî söylemiştir. Dilde bilinen anlamı ile ise: "Oyalandı, yüz çevirdi, oyalanır, yüz çevirir" şeklindedir.

el-Müberred dedi ki: Hareketsiz duranlar" anlamındadır. Şair de şöyle demiştir:

"O genç (deve)ler Harboğulları hanımlarına getirdiler,

Mukadder olan bir şeyi; o kadınlar da bundan dolayı hareketsiz kala kaldılar."

Salih Ebû'l-Halil dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Şimdi siz bu sözden dolayı mı hayret edersiniz ve gülersiniz de ağlamaz mısınız? Hem oynayıp eğlenirsiniz" âyetini (insanlara açıklayıp) okuduktan sonra vefat edinceye kadar tebessüm etmesi dışında güldüğü görülmedi. Bunu en-Nehhâs zikretmektedir.

62

Haydi artık, Allah'a secde edin ve ibadet edin.

"Haydi artık Allah'a secde edin ve ibadet edin" âyeti ile kastedilenin Kurân'daki tilavet secdesi olduğu söylenmiştir. Bu İbn Mes’ûd'un görüşüdür. Ebû Hanife ve eş-Şafîi de böyle demişlerdir. Surenin baş taraflarında İbn Abbâs yoluyla gelen rivâyette belirtildiği üzere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) burada secde etmiş, onunla birlikte müşrikler de secde etmişti. Denildiğine göre müşrikler Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüce Allah'ın:

"Şimdi haber verin hat ve Uzza'dan ve diğer üçüncüleri olan Menat'tan" (en-Necm, 53/19-20) âyetini okuduğu esnada şeytanların seslerini işitmişler ve bu arada onlara Peygamberin: "İşte bunlar yüce ve güzel gençlerdir ve elbette onların şefaati umulur" dediğini hissettiren şeytan seslerini duymuşlardı. Said b. Cübeyr'in rivâyetinde bu şekilde "umulur" diye gelmiştir. Ebû'l-Aliye'nin rivâyetinde ise

"onların şefaatlerinden razı olunur ve onların gibileri de asla unutulmaz" şeklindedir. Müşrikler bunu duyunca sevindiler ve bu sözlerin daha önce el-Hac Sûresi'nde açıklandığı gibi, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sözlerinden olduğunu zannettiler. (Bk. el-Hac, 22/52. âyet, 3. başlık)

Buna dair haber Habeşistan'da bulunan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına ulaşınca, Mekkelilerin îman ettiklerini zannederek geri döndüler. Fakat bu sefer Mekkeliler onlara karşı daha sert davrandılar ve yüce Allah onları kurtarıncaya kadar onlara işkence yapmaya koyuldular.

Bir diğer görüşe göre; buradaki secdeden kasıt, namazdaki farz secdedir. İbn Ömer'in görüşü budur. O buradaki secde âyetinin secde edilmesini emir eden âyetlerden olduğu görüşünde değildi. Malik de böyle demiştir.

Ubeyy b. Ka'b (radıyallahü anh)'ın rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın son dönemlerdeki uygulaması el-Mufassal diye bilinen sûrelerde secde yapmayı terketmek şeklinde idi. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Bu hususa dair yeterli açıklamalar el-Araf Süresi'nin sonlarında (7/206. âyet, 2 ve 3- başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun. en-Necm Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir.

0 ﴿