KAMER SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile

Cumhûrun görüşüne göre tümüyle Mekke'de inmiştir.

Mukâtil yüce Allah'ın:

"Yoksa onlar; Biz birbirine yardım eden bir topluluğuz mu diyorlar?" (el-Kamer, 54/44) âyetinden itibaren;

"Kıyâmet daha büyük bela ve daha acıdır" (el-Kamer, 54/46) âyetine kadarki üç âyet müstesnadır, demiştir. Ancak ileride geleceği üzere bu sahih bir rivâyet değildir. Ellibeş âyet-ı kerimedir.

1

O saat yaklaştı ve ay yarıldı.

"O saat yaklaştı ve ay yarıldı." Yani kıyâmet yaklaştı. Bu da daha önceden açıklamış olduğumuz gibi yüce Allah'ın;

"Yakın olan (kıyâmet günü) yaklaştıkça yaklaştı" (en-Necm, 53/57) âyeti gibidir. O halde o geçmiş olan zamana nisbetle oldukça yakın demektir. Çünkü Katade'nin, Enes'ten rivâyet ettiğine göre dünya ömrünün büyük bir bölümü geçmiş bulunmaktadır. Bu rivâyete göre Enes (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) güneşin batmak üzere olduğu sırada bir hutbe irad elti ve şöyle buyurdu: "Sizin dünyanızdan (üzerinden) geçen zamana oranla geriye kalan bolümü, ancak bu günden geçen süreye göre geriye kalan gibidir." O sırada biz güneşin ancak çok az bir bölümünü görebiliyorduk. Deylemi, Firdevs, V, 361; Ebû Abdullah el-Makclisi, el-Ehadisu'l-Mahtara, Vtl, 121; Taberi, Tarih, I, 16.

Ka'b ile Vehb de şöyle demişlerdir: Dünya(nın ömrü) altıbin yıldır. Vehb dedi ki: Bunun beşbinaltıyüz yılı geçmiş bulunmaktadır. Bunu da en-Nehhâs zikretmektedir.

"Ve ay yarıldı." Ay da yarılmış bulunmaktadır, demektir.

Huzeyfe bu âyet-i kerimeyi: "O saat yaklaştı ve ay yarıldı" şeklinde; fazlası ile okumuştur. İlim adamlarından bir çoğunluk da bu şekilde okumuşlardır. Ayrıca bu Buhârî’nin Sahih'inde ve başka eserlerde İbn Mes’ûd, İbn Ömer, Enes, Cübeyr b. Mut'im ve İbn Abbâs (radıyallahü anhüm)'dan gelen bir rivâyet olarak da sabit olmuştur. Buhârî, III, 1330, 1404, 1405, IV, 1842: 1844; Müslim, IV, 2158, 2159; lirinizi, V, 398: w.v.n«) 1 \ıı 411. 4%. III, 275, 278, IV, Hl.

Enes'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Mekkeliler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bir âyet (bir mucize) istediler. Bunun üzerine Mekke'de ay iki kere yarıldı. İşte:

"O saat yaklaştı ve ay yarıldı" âyetinden itibaren:

"Devam edip giden bir büyüdür" âyetine kadar olan âyetler bunun üzerine nazil oldu.

"Devam edip giden" süregiden demektir. Ebû Îsa et-Tirmizi dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizi, V, 397; Müsned, III, 165.

Buhârî’nin lâfzı ile rivâyette Enes şöyle demiştir: Ay iki parçaya ayrıldığı Buhârî. IV, 1843, 1844; Müslim, IV, 2159; Müsned, III,

Bir kesim de; henüz ayın yarılması gerçekleşmiş değildir. Bu gerçekleşmesi beki enen bir olaydır, demiştir. Kıyâmetin kopmasının ve ayın yarılmasının zamanı yaklaşmıştır, demektir. Kıyâmet kopacağı vakit sema ve içinde bulunan ay ve diğer şeyler yarılmış ve çatlamış olacaktır. el-Kuşeyrî de böyle demiştir. el-Maverdî'nin naklettiğine göre bu Cumhûrun görüşüdür. O ayrıca şöyle demektedir: Çünkü ay varılacağı vakit, onu görmeyecek bir kimse kalmayacaktır. Buna sebeb ise, bunun bir âyet (mucize, alamet ve belge) olmasıdır. Ayetlerin görülmesi noktasında insanlar birbirine eşittir.

el-Hasen dedi ki: Kıyâmet yaklaştı. Kıyâmet geleceğinde ikinci defa Sura üfürülmesinden sonra ay yarılmış olacaktır.

"Ve ay yarıldı" âyetinin, iş açıklık kazandı ve ortaya çıktı, anlamına geldiği de söylenmiştir, Araplar açık ve seçik olan hususlara ayı misal verirler. Şair şöyle demiştir:

"Ey anamın oğulları! Bineklerinizin göğsünü doğrultunuz,

Çünkü ben sizden başka bir kabileye daha çok meylediyorum.

Çünkü artık ihtiyaçlar baş göstermiş gece ise aylıdır.

Katedilecek mesafeler için binekler ve yükler bağlanmış bulunuyor."

Ayın yarılmasının karanlık esnasında doğması ile karanlığın yarılması, ortadan kalkması anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da sabaha "felak" denmesine benzer. Çünkü bu durumda karanlık, üzerinden açılıp dağılmaktadır. Nitekim sabahın infilakı (ayrılması) inşikakı (yarılıp, ayrılması) diye de ifade edilir. en-Nabiğa’nın şu beyitinde olduğu gibi:

"Onlar bir uğultu ile birlikte geri dönüp gittiklerinde

Sabahın yarılması sırasında bir davetçi çağırdı bizi."

Derim ki: Adalet sahibi ahad ravilerin nakli ile ayın Mekke'de varıldığı sabit olmuştur. Kur'ân'ın âyetlerinin zahirinden anlaşılan da budur. Bu mucizede bütün insanların eşit olması da gerekmez. Çünkü bu bir gece âyeti (mucizesi) idi. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın meydan okuması esnasında ondan iddiasını ispatlamasının istenmesi üzerine gerçekleşmiştir. Rivâyet edildiğine gare Hamza b. Abdu'L-Muttalib, Ebû Cehilin Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Peygambere sövmesi üzerine öfkelenip müslüman olunca kendisine, imanında yakînini arttıracak bir mucizeyi göstermesini istemiştir. Daha önce de belirtildiği gibi Sahîh'tz kendilerine bir âyet (mucize) göstermeyi bizzat Mekkelilerin istedikleri de kaydedilmiş bulunmaktadır. Bunun üzerine o da onlara İbn Mes’ûd ve başkalarının rivâyet ettiği gibi ayın iki parçaya varıldığını gösterdi. Baş taraflarda: "Ve ay yarıldı" âyeti açıklanırken kaydedilen dip nota bakınız

Huzeyfe'den rivâyete göre o, Medain'de bir hutbe irad etmiş ve sonra şöyle demiştir: Şunu bilin ki; kıyâmet oldukça yaklaştı ve ay Peygamberiniz (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde yarılmış bulunuyor Hakim, Müstedrek, IV, 651; İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, VII. 139; Münîiri, Terğib, IV, 124.

İfadede takdim ve tehir olduğu ve takdirin şöyle olduğu da söylenmiştir: Ay yarıldı ve kıyâmet yaklaştı. Bu açıklamayı ibn Keysan yapmıştır. Daha önce el-Ferrâ'dan şöyle dediğini de nakletmiştik: Şayet iki fiil anlam itibariyle birbirine yakın ise herhangi birisini üne alabilir, diğerini sonraya bırakabiliriz. Bu açıklamaları yüce Allah'ın:

"Sonra yaklaşıp sarktı." (en-Necm, 53/8) âyetini açıklarken nakletmiştik,

2

Eğer bir âyet görseler yüz çevirirler ve: "Devam edip giden bir büyüdür" derler.

"Eğer bir âyet görseler yüz çevirirler." Bu, onların ayın varıldığını gördüklerine delildir. İbn Abbâs dedi ki: Müşrikler bir araya gelerek Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gittiler ve: Şayet sen doğru söylüyor İsen haydi ayı ikiye ayır da biz de onu görelim, dediler. Bunun yarısı Ebû Kubeys tepesi üzerinde, yarısı da Kuayka'an tepesi üzerinde olsun dediler. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine: "Bunu yaparsam îman edecek misiniz?" diye sordu. Onlar: Evet dediler, Gece dolunay gecesi idi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbinden istediklerini kendisine vermesini diledi. Gerçekten de ay iki parçaya ayrıldı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da müşriklere: "Ey filan, ey filan şahit olun" diye seslendi. el-Mübarekfuri, Tuhfetu'l-Ahvefi, TX 123-124'te İbn Mes'ûd'un benzer rivâyetini şerh ederken; buna yakın bir rivâyetin İbn Abbâs ve başkaları tarafından da nakledilmiş olduğunu kaydetmektedir. İbn Mes’ûd'un rivâyet ettiği hadiste ise söyle denilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde ay ikiye ayrıldı. Kureyşliler de: Bu Ebû Kebşe'nin oğlunun büyüsünden dolayı böyledir. O sizi büyülemiş bulunuyor. Bundan dolayı yolculuktan dönecek olanlara sorunuz, dediler. Yolculuktan dönenlere sordular. Onlar da: Biz ayın varıldığını gördük, dediler. Bunun üzerine:

"O saat yaklaştı ve ay yarıldı, eğer bir âyet görseler yüz çevirirler" âyeti indi Tayalisi, Müsned, I. 18: es-Sasi, Müsned. I. 402: el-bılekai. İtikadu Ehli's-Sünne, FV, 794. ni onlar Muhammed (aleyhisselâm)'ın doğruluğuna delalet eden bir âyet (mucize) görecek olsalar, îman etmekten yüz çevirirler.

"Ve; Devam edip giden bir büyüdür, derler." Bu tabir Arapların bir şey geçip gittiğinde kullandıkları: O şey geçip gitti" tabirlerinden alınmıştır. Bu açıklamayı Enes, Katade, Mücahid, el-Ferrâ'': el-Kisaî ve Ebû Ubeyde yapmıştır. en-Nehhâs da bunu tercih etmiştir. Ebû'l-Aliye ve ed-Dahhak de: Muhkem, güçlü ve çetin demektir, diye açıklamışlardır ki, bu da güç ve kuvvet anlamına gelen gelmektedir. Nitekim şair Lakit şöyle demiştir:

"Nihayet eğriliğe rağmen sağlam kararını verdiğinde

Gerçekten karan sağlamdı, ne dilinde tutukluk vardı, ne de yumuşak ve zelildi."

el-Ahfeş de: Bu, halatın iyice eğilip bükülmesi demek olan: alınmıştır.

Bunun "acı" anlamındaki: den geldiği de söylenmiştir. Mesela: " O şey acı oldu, acıdı" demektir. (........) şeklinde muzariinde "mim" harfinin üstün okunması da aynı şekildedir. "Acılık" demektir. Bu şekilde olana: " Acı" denilir. Bu işin başkası tarafından yapılmasını anlatmak üzere de diye kullanılır.

er-Rabi: Devam edip, giden ve etkili olan, diye açıklamıştır. Yeman geçip giden, Ebû Ubeyde batıl diye açıkladığı gibi; devamlı, sürekli diye de açıklamıştır. Şair de şöyle demiştir:

"Ve dosdoğru hiçbir şey üzerine daimi (sürekli ve devamlı) değildir."

Biri ötekine benzer, diye de açıklanmıştır. Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın fiilleri hep bu şekilde sürüp gitmiştir. O, gerçeği olan hiçbir şey getirmemiştir. Aksine bütün yaptıkları gösterdiği hayallerden ibarettir. Yerden semaya doğru geçip gitmiştir, anlamında olduğu da söylenmiştir.

3

Hem de yalanladılar ve hevalarına uydular. Halbuki her işin kararlaştırılmış bir vadesi vardır.

"Hem de" bizim peygamberimizi

"yalanladılar ve hevalarına" sapıklıklarına, kendi seçip tercih ettikleri şeylere

"uydular. Halbuki her işin kararlaştırılmış bir vadesi vardır." Amel eden herkes ile ameli karar kılar. Hayır cennette onu işleyenlerle birlikte karar kılar, şer de cehennemde onu işleyenlerle birlikte karar kılar.

"Kararlaştırılmış bir vade" anlamı verilen lâfzı Şeybe "kaf" harfini üstün olarak; diye okumuştur. Yani herbir şeyin -herhangi bir öne alınış ya da sonraya bırakılış sözkunusu olmaksızın- gerçekleşeceği özel bir vakti vardır.

Ebû Cafer b. el-Ka'ka'dan "kaf" harfi ile "re" harfini kesreli olarak: diye okuduğu rivâyet edilmiştir. Bu durumda o ikinci kelimeyi "enir: İş"in sıfatı yapmaktadır. Buna göre "her" lâfzının mübteda olarak meıfu gelmiş olması, haberinin de hazfedilmiş olması mümkündür. Şöyle buyurulmuş gibi olur: Ummu'l-Kitap'ta (Levh-i Mahfuz'da) karar bulmuş herbir emir mutlaka gerçekleşecektir. "Saat (kıyâmet)" lâfzına atıf ile merfu olması da mümkündür. O zaman da anlam şöyle olur: Kıyâmet ve gerçekleşmesi kararlaştırılmış herbir iş yakınlaştı. Yani kıyâmet gününde işlerin karar bulacağı vakit de yaklaşmış bulunmaktadır.

"Kararlaştırılmış bir vadesi" anlamındaki lâfzı merfu' olarak okuyanlar da bunu

"her" lâfzının haberi olarak böyle okurlar.

4

Yemin olsun, onlara kendisinde alıkoyucu özelliği olan haberler gelmiştir.

"Yemin olsun onlara" kabul etmeleri halinde küfürlerini sürdürmelerini engelleyecek şekilde

"kendisinde alıkoyucu özelliği olan" bazı

"haberler gelmiştir." Bundan dolayı yüce Allah onlara kendisine ihtiyaç duyacaklarını ve kendilerine şifa teşkil edeceğini bildiği hususları hatırlatmıştır. Yoksa sözkonusu edilecek daha başka çok şeyler de vardır. Onun bize anlattıkları, bizim kendisine ihtiyaç duyduğumuzu bildiği şeylerdir. Bunun dışındaki şeyleri bize sözkonusu etmemiştir. İşte yüce Allah'ın:

"Yemin olsun onlara... özelliği olan haberler gelmiştir" âyeti bunu anlatmaktadır. Yani yüce Allah bu kâfirlere geçmişteki ümmetlerin haberlerinden

"kendisinde alıkoyucu özelliği olan haberler"i getirmiştir.

"Alıkoyucu özelliği olan" lâfzının asli: şeklinde olup "te" harfi "dal'a dönüştürülmüştür. Çünkü "te" hemsli bir harf, "ze" ise cehr (açıklayıcı) sıfatına sahih bir harftir. Bundan dolayı "te"nin yerine mahreci itibariyle kendisine uygun "dal" harfini getirmiştir. Bu "dal" harfi cehr sıfatında da "ze" harfine uygun bir harftir. Bu lâfız "alıkoymak, vazgeçmek" anlamına gelir. "Onu alıkoydu, vazgeçildi" denilir. " da vazgeçti" anlamındadır, "Onu ben alıkoydum, vazgeçirdim."; " o da vazgeçti" demektir.

Nitekim şair şöyle demiştir;

"Süslenmeye gerek duymayacak kadar güzellerin o istekleri,

Onu hevasının peşine gitmekten alabildiğine alıkoydu"

Bu lâfız "iftial" veznindeki "te"yi "ze"ye dönüştürüp, ze'yi de yine ona idgam etmek suretiyle:diye de okunmuştur. Bunu ez-Zemahşerî nakletmiştir.

5

En üstün seviyede ve yeterli bir hikmettir (o). Uyarılar ise fayda vermiyor.

"En üstün seviyede ve yeterli bir hikmettir" âyetinde kastedilen Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bu da yüce Allah'ın;

" Kendisinde alıkoyucu özelliği olan" âyetindeki: 'den bedeldir. Hazfedilmiş bir mübtedanın haberi de olabilir. O... bir hikmettir, demek olur.

 

"Uyarılar ise" onlar yalanlayıp muhalefet ettikleri takdirde

"fayda vermiyor." Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O âyetler ve korkutmalar îman etmeyecek bir topluluğa fayda vermez." (Yûnus, 10/101) Buna göre bu âyetteki, nefy (olumsuzluk) edatıdır. Uyarıp korkutmaların onlara faydası olmaz demektir.

Bunun azarlamak anlamında bir soru olması da mümkündür. Yani onlar uyarıp korkutmalardan yüz çevirmeleri halinde, bunların kendilerine ne faydası olur ki?

"Uyarıp korkutmalar" lâfzının uyarıp korkutmak anlamında olması mümkün olduğu gibi "nezir; Uyarıp korkutandın çoğulu olması da mümkündür.

6

O halde onlardan yüz çevir. O günde o çağırıcı bilinmedik bir şeye çağırır.

"O halde onlardan yüz çevir." Onlara iltifat etme!

Bunun (cihadı emreden) kılıç âyetiyle nesh olduğu söylenmiştir. Bir görüşe göre ifade burada tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah:

"O günde o çağırıcı bilinmedik bir şeye çağırır" diye buyurmaktadır. Bu âyetteki

" O günde" âyetinde amel eden

"kabirlerinden çıkarlar" (el-Kamer, 54/7) âyeti, yahutla "zilletleri okunarak" anlamındaki lâfız ya da "o günü hatırla ki" takdirinde hazfedilmiş bir fiildir. Bir diğer görüşe göre ise, nasb ile gelmesi "fe" harfinin hazfi ve emrin cevabındaki ameli dolayısıyladır. Buna göre de ifade: "Sen onlardan yüz çevir, çünkü onlar İçin çağıranın çağıracağı o gün vardır" takdirindedir.

Bir başka açıklamaya göre: Ey Muhammed, sen onlardan yüz çevir. Çünkü sen onlara karşı delilini ortaya koymuş bulunmaktasın ve sen: "Onları davetçinin çağıracağı o gün bir görsen" demektir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; " Kıyâmet gününde sen onlardan yüz çevir, onlara ve hallerine dair bir şey sorma!" Çünkü onlar "bilinmedik bir şeye" çağırılacaklar ve onlara büyük bir azap isabet edecektir. Bu da, bir kimseye pek büyük bir işi haber verdiğimiz vakit: Filanın başına geleni hiç sorma! demeye benzer.

Bir başka açıklamaya göre: Davetçinin davet edeceği o günde herbir iş karar bulmuş olacaktır, demektir.

İbn Kesîr

"bilinmedik" anlamındaki lâfzı "kef" harfini sakin olarak; diye okumuştur. Diğerleri bu harfi ötreli okumuşlardır. Bunlar iki ayrı söyleyiştir. "Zorluk" ve "İş, meşguliyet" kelimelerinde olduğu gibi. Lâfız olarak, pek korkunç ve büyük iş demek olup, bu da kıyâmet günüdür. "Çağırıcı, davetçi" ise İsrafil (aleyhisselâm)'dır.

Mücahid ve Katade'den "kef" harfi esreli, "re" harfi üstün meçhul bir fiil olarak; diye okudukları da rivâyet edilmiştir.

7

Gözlerinden zilletleri okunarak, darmadağın çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar;

"Gözlerinden zilletleri okunarak" âyetinde geçen: " Gözlerdeki zillet" boyun eğmek ve zelil olmak demektir. Bu zilletin gözlere izafe edilmesi izzetin de, zilletin de etkilerinin insanın bakışında görülmesinden dolayıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

"Gözleri zilletle bakacaktır," (en-Naziat, 79/9);

"Zilletten boyunlarını bükmüş, göz ucuyla gizlice baktıklarını görürsün." (eş-Şura, 42/45)

Bir kimsenin zelil olmasını anlatmak üzere denilir. "Gözünü sakındırdı" (öteye, ileriye bakamadı, önüne baktı gibi).

Hamza, el-Kisaî ve Ebû Amr "Zilletleri okunarak" anlamı verilen lâfzı "hı" harfinden sonra "elif ilavesi ile: diye okumuşlardır. îsm-i failler eğer çoğul (isimlerden önce zikredilecek olurlarsa) tekil olarak gelmeleri caizdir. "Gözlerinden zillet okunarak" gibi, müennes olarak gelmeleri de caizdir, bu da:

"Gözleri Önlerine eğilmiş olarak" (el-Kalem, 68/43) âyetinde olduğu gibidir; çoğul olarak gelmesi de mümkündür. Buradaki: "Gözlerinden zilletleri okunarak" âyetinde olduğu gibi. Şair de söyle demiştir:

"Ve İyad b. Nizar b. Mead oğullarından

Güzel yüzlü genç delikanlılar."

“Zilletleri okunarak" lâfzı; " Zelil" lâfzının çoğuludur.

Nasb ile gelmesi ise: " Onlardan" lâfzındaki "he" ve "mim': (onlar)dan hal olduğundandır. (Yani onların halini bildirir.) Bundan dolayı bu takdire göre "onlardan" anlamındaki lâfız üzerinde vakıf yapmak güze) olmaz. Bununla birlikte

"çıkarlar" âyetindeki zamirden hal olması caizdir. O takdirde "Onlardan" lâfzı üzerinde vakıf yapılabilir.

Mübted'a ve haber olmak üzere: "Güzlerinden zilletleri okunur" diye de okunmuştur. Cümlenin i'rabdaki mahalli ise, hal olarak nasptır. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Ben cömertlik ve lütfü onun yanında hazır iki şey olarak gördüm."

"Darmadağın çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar." âyetinde ki kabirler demek olup, tekili dir.

8

Davetçiye hızlıca koşarak kâfirler: "Bu zorlu bir gündür" derler.

"Davetçiye hızlıca koşarak." Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ogün insanlar darmadağın pervaneler gibi olacak." (el-Karia, 101/4) O halde bunlar iki ayrı zamanda, iki ayrı niteliktir. Bunların birincisi kabirlerden çıkış esnasındadır. İnsanlar dehşete kapılmış olarak nereye gideceklerini bilmeyerek kabirlerinden çıkacaklar, birbirlerine karışacaklar. İşte o vakit onlar maksad olarak gözettiği belli bir yün olmaksızın darmadağınık pervaneler gibi biri diğerinin içine girecektir, karışacaklardır. İkincisi ise davetçinin seslenişini duyacakları vaktin niteliğidir. O vakitte etrafa dağılmış çekirgeler gibi olacaklardır. Çünkü çekirgelerin gözettikleri belli bir yönleri vardır.

" Hızlıca koşanlar olarak" demektir. Bu açıklamayı Ebû Ubeyde yapmıştır. Şairin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Yurtları Dicle'dedir onların ve görüyorum ben onları,

Dicle'de semaa (çalgı ve şarkı dinlemeye) hızlıca gittiklerini görüyorum."

ed-Dahhak, yönelenler olarak, Katade, kastedenler olarak, İbn Abbâs, bakanlar olarak, İkrime, sese kulaklarını açanlar olarak, diye açıklamışlardır. Anlamlar birbirine yakındır. Bir kimse gözünü ayırmaksızın bir şeye yönelip, gidecek olursa: "Adam gözünü ayırmaksızın yöneldi, yönetir" denilir. Boynunu uzatıp, başını o tarafa dönecek olursa denilir. Şair de şöyle demiştir:

"Nimr b. Sa'd beni köle etti kendisine, halbuki gördüğüm o ki;

Nimr b. Sa'd bana itaat eden birisidir ve boynunu uzatmış, başım da bana doğru çevirmiştir,"

Yaratılışında boynunda bir tarafa meyil bulunan deve" demektir. " Hızlıca koştu" anlamındadır.

"Kâfirler: Bu zorlu bir gündür, derler." Yani onlar bu sözleri kıyâmet gününde karşı karşıya kalacakları zorluklardan ötürü söyleyeceklerdir.

9

Bunlardan önce Nûh'un kavmi yalanlamıştı. Kulumuzu yalanladı onlar: "(O) delidir" dediler ve o alıkonulmuştu.

"Bunlardan" senin kavminden

"önce Nûh'un kavmi yalanlamıştı" âyeti ile yüce Rabbimsz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a örnek teşkil etsin ve onu teselli etsin diye, geçmiş ümmetlerin başından birtakım olayları sözkonusu etmeye başlamaktadır.

"Kulumuzu" Nûh'u

"yalanladı onlar."

ez-Zemahşerî dedi ki: Daha önce;

"yalanlamıştı" diye buyurulduğu halde, sonradan

"yalanladı onlar" diye buyurulmasının anlamı nedir? diye sorulursa, cevabımız şudur: Bu, onlar kulumuzu ardı arkasına yalanladılar, demektir. Yani onlar biri diğerinin ardında onu yalanladılar, arkasından yine yalanladılar. Onlardan yalanlayan bir nesil geçip gittikten sonra arkasından yalanlayan bir başka nesil geldi, Ya da Nûh kavmi rasûlleri yalanladıklarından ötürü bizim kulumuzu yalanladılar. Yani onlar ta baştan beri rasûlleri yalanlayıp peygamberliği inkar eden kimseler olduklarından ötürü Nûh'u da yalanladilar, çünkü o da peygamberlerden birisidir.

O

"delidir dediler ve o alıkonulmuştu." Yani ona hakaret edilerek, öldürülmekle tehdit edilerek peygamberlik iddiasında bulunmaktan alıkonulmak istenmiş, vazgeçmesi söylenmişti. Burada yüce Allah'ın meçhul bir fiil olarak:

"Alıkonulmuştu" diye buyurulması âyet sonu oluşundan dolayıdır.

10

Nihayet o da Rabbine: "Ben gerçekten yenik düşürüldüm. Artık intikam(ımı) al!" diye dua etti.

"Nihayet o da" kavmine karşı beddua ederek;

"Ben gerçekten yenik düşürüldüm" bana karsı direnerek, baş kaldırarak beni yenik düşürdüler.

"Artık" benim

"intikamımı al diye dua etti."

Peygamberlerin, yüce Allah bu hususta kendilerine izin vermeden kavimleri aleyhine helâk olmaları için beddua etmedikleri söylenmiştir.

11

Biz de sağnak sağnak suyla göğün kapılarını açtık.

"Biz de sağnak sağnak" pek çok

"suyla göğün kapılarını açtık." Yani onun duasını kabul ettik, bir gemi yapmasını emrettik ve sağnak sağnak, bol bol yağan yağmurla semanın kapılarını açtık. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Şair de şöyle demiştir:

"Ey gözlerim cömertçe, bol bol yaş akıtın!

Me'adlıların göçebelerinin de, bir yerde ikamet edenlerinin de

en hayırlıları olan o kişi üzerine."

Bunun bol bol akan ve dökülen anlamına geldiği de söylenmiştir. Bir yağmuru anlatırken İmruu’l-Kays da bu lâfzı bu anlamda kullanmıştır:

"Geri döndü; yağdırsın diye yağmurunu saha rüzgarı sıkarak onu

Sonra da yöneldi; içinde sağnak güney yağmuru ile."

Dökmek" demektir. "Suyu ve gözyaşını döktü, döker' denilir, " Çokça ve hızlıca konuştu" anlamına da gelir. "Ona malından verdi" demektir.

İbn Abbâs dedi ki: Biz bulut olmaksızın kesintisiz olarak kırk gün süreyle semanın kapılarını sağnak sağnak yağan su ile (yağmur ile) açtık, demektir.

İbn Amir ve Yakub

"açtık" anlamındaki lâfzı çokluk ifade etmek üzere şeddeli olarak; diye okumuşlardır. Diğerleri şeddesiz olarak:

" Açtık" diye okumuşlardır.

Bu göğün büyük kapılarının açılması ve su akan yerlerinin genişliği demektir. Bunun semadaki Samanyolu olduğu, semanın su akan vadisinin o olduğu ve semanın sağnak sağnak su ile oradan açıldığı da söylenmiştir. Bu açıklamayı Ali (radıyallahü anh) yapmıştır.

12

Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık da su önceden takdir edilmiş bir emir üzere birbirine kavuştu.

"Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık" âyeti hakkında Ubeyd b. Umeyr dedi ki: Yüce Allah yeryüzüne içindeki suyu dışarı çıkarmasını vahyetti. O da pınarlar halinde sularını dışarı fışkırttı. Bir pmar fışkırmakta gecikti. Yüce Allah da ona gazab ettiğinden kıyâmet gününe kadar oranın suyunu oldukça az ve tuzlu kıldı.

" ...da su önceden takdir edilmiş bir emir üzerine birbirine kavuştu." Gökten gelen sular ile yerden çıkan sular biri diğerinden daha fazla olmayacak şekilde belli bir miktarda birbirine kavuştu. Bu açıklamayı İbn Kuteybe nakletmiştir. Göğün ve yerin suları birbirine eşitti, demektir.

"Takdir edilmiş" âyetinin, haklarında hüküm verilmiş (olduğu üzere), anlamında olduğu da söylenmiştir.

Katade dedi ki: Küfre saptıkları takdirde suda boğulacakları hükmü haklarında takdir edilmiştir.

Muhammed b. Ka'b dedi ki: Gıdalar bedenlerden önce idi. Kader de beladan öncedir, dedikten sonra bu âyet-i kerimeyi okumuştur.

Yüce Allah: " Su... birbirine kavuştu" diye buyurmuştur. Kavuşmak (iltika); ancak iki ve daha fazla şeyler hakkında kullanılır. Burada âyetin bu şekilde kullanılmasının sebebi, suyun hem çoğul, hem de tekil anlamı ile kullanılabilmesinden dolayıdır. Bir diğer açıklama da şöyledir: Her iki su bir araya gelince tek bir su gibi olduklarından ötürü böyle denilmiştir.

el-Cahderî " Her iki su... birbirine kavuştu" diye; el-Hasen de Her iki su birbirine kavuştu" diye okumuşlardır ki; bu iki kıraatte mushafın resmine (Hz. Osman dönemindeki yazı şekline) muhaliftir.

el-Kuşeyrî dedi ki; Bazı mushaflarda: " Her iki su birbirine kavuştu" şeklindedir. Bu tarz söyleyiş ise Taylsların söyleyişidir.

Semadan gelen suyun kar gibi soğuk, yerden çıkan suyun kaynar gibi sıcak olduğu da söylenmiştir.

13

Onu levhaları ve çivileri olan (gemi) üzerinde taşıdık.

"Onu levhaları ve çivileri olan" bir gemi

"üzerinde taşıdık."

Katade

" Çiviler" ile geminin (tahtalarının) birbirine bağlandığı çivilerin kastedildiğini söylemiştir. el-Kurazî, İbn Zeyd ve İbn Cübeyr de böyle açıklamıştır. el-Valîbi de bunu İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. el-Hasen, Şehr b. Havşeb ve İkrime de şöyle demişlerdir: Burada sözü edilen dalgaların çarptığı geminin ön kısmıdır. Ona bu ismin veriliş sebebi suyu ilmesidir. Çünkü: "İtmek ve yarıp gitmek" demektir. Ayrıca bu açıklamayı el-Avfi. İbn Abbâs'tan da rivâyet etmiştir. O şöyle demiştir: " Geminin göğüs kısmı (cephesi, ön tarafi)"dır.

el-Leys dedi ki: "disar" gemi tahtalarının kendisi ile bağlandığı liften bir ip demektir. es-Sıhah'da da şöyle denilmektedir: "Disar" lâfzı "düsur"un çoğuludur. Gemi tahtalarının kendisiyle bağlandığı iplere denilir. Çiviler demek olduğu da söylenmektedir. Yüce Allah:

"Levhaları ve çivileri olan üzerinde" diye buyurmaktadır. Bu kelime aynı şekilde: diye de söylenir. Tıpkı: "Zorluk" gibi. "İtmek" demektir. İbn Abbâs amber hakkında şu açıklamayı yapmıştır: " O, denizin bir şekilde İttiği bir şeydir,"; " Onu mızrakla dürttü" demektir. “İten, önüne katıp, sürükleyen adam" demektir.

14

Korumamız altında akıyordu. Nankörlük ile karşılanana mükâfat olmak üzere.

"Korumamız altında" görmemiz ve gözetimimiz ile

"akıyordu." Bizim korumamız ve muhafazamız altında, diye de açıklanmıştır. Bu daha önce Hud Sûresi'nde (Hud, 11/37. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İnsanların uğurladıkları kimseye: "Allah'ın gözü üzerinde olsun" demeleri de bu kabildendir. Onun koruması ve muhafazası altında git, anlamındadır.

Vahyimizle diye de açıklandığı gibi, yerden kaynayan pınarlarla, diye de açıklanmıştır. O gemiyi korumakla görevli meleklerden dostlarımızın gözleri ve gözetimi altında, diye de açıklanmıştır. Esasen yüce Allah'ın yaratmış olduğu herbir şeyin O'na izafe edilmesi de mümkündür.

Bir diğer açıklama da: O gemi Bizim dostlarımız ile akıp gidiyordu, şeklindedir. Nitekim haberde: "Gözlerimizden birisi hastalandı da sen onun ziyaretine gitmedin" Bu lafızla değil de, aynı manada bir ibarenin geçtiği uzunca bir kudsi hadis için bk. Müslim, IV, 1990; İbn Hibban, Sahih, I, 503, 111, 224, XVI, 366; İshak Iı. Rahcveyh, Müsned,l-3. I, 115; Beyhaki, Şuabu't-îman, VI, 534. denilmiştir. (Dostlarımızdan biri hastalandı demek olur.)

"Nankörlük ile karşılanana mükâfat olmak üzere." Yani Biz bunu Nûh'a kavminin eziyetlerine karşı sabrettiği için bir sevab ve bir mükâfat kıldık. Kendisine karşı nankörlük edilen odur. Buna göre "kimseye" lâfzındaki "lam" mef'ûlün leh lamıdır, "Bile bile inkar olunan kimse" demek olduğu da söylenmiştir. Buna göre: "Kimse"den kasıt, Nûh (aleyhisselâm)'dır. Bundan kastın yüce Allah olup,

"mükâfat" (anlamı verilen ceza)nın da "ikab" anlamında olduğu da söylenmiştir. Biz bunu onların yüce Allah'ı inkar etmelerine bir ceza olarak verdik, demek olur.

Yezid b. Ruman, Katade, Mücahid ile Humeyd; şeklinde "keP' ve "he" harflerini üstün olarak okumuşlardır ki, şu anlama gelir: Suda boğmak yüce Allah'ı inkar eden kimselere bir ceza idi. Suda boğulmaktan Uc b. Anek'ten başkası kurtulmadı. Su onun beline kadar geliyordu. Kurtuluşunun sebebine gelince, Nûh (aleyhisselâm)'ın gemi yapımı için Hind çınarına ihtiyacı oldu. Bu keresteyi taşımaya imkanı olmadı. bu keresteyi ona Şam'dan taşıyıp getirdi. Yüce Allah da onun bu davranışını mükâfatlandırarak suda boğulmaktan kurtardı.

15

Yemin olsun ki Biz, onu bir âyet olarak bıraktık. O halde var mı ibret alıp düşünen?

"Yemin olsun ki Biz onu bir âyet olarak bıraktık" âyeti ile yüce Allah bu işi bir ibret olarak bıraktığını kastetmektedir. Bir başka görüşe göre yüce Allah bu gemiyi Nûh kavminden sonra gelecek olanlara ibret alacakları bir âyet (belge) olarak terkettiğini ve böylece rasûlleri yalanlamamaları gerektiğini anlamalarını sağladığını kastetmektedir.

Katade dedi ki: Yüce Allah gemiyi Cezire topraklarında bulunan Bakirda denilen yerde bir ibret ve bir belge olarak bıraktı. Öyle ki, bu ümmetin ilkleri bu gemiyi gördüler. Halbuki ondan sonra yapılmış nice gemi kül olup, gitmişti.

"O halde var mı ibret alıp, düşünen." Öğüt alan ve korkan?

"İbret alıp, düşünen" lâfzının aslı dir. Yani "zikr"den "müfteil" vezninde bir kelimedir. Bu şekliyle söylenişi dile ağır geldiğinden cehr sıfatında "zel" harfine uygun düşmesi maksadı ile "te" harfi, "dal" harfine kalbedilmiş, ondan sonra da "zel" harfi bu "dal" harfine idgam edilmiştir. (Böylelikle şeddeli "dal" harfi ortaya çıkmıştır.)

16

Ya Benim azabım ve uyarıp korkutmalarım nasılmış?

"Ya Benim azabım ve uyarıp korkutmalarım nasılmış?" el-Ferrâ'' dedi ki:Uyarıp, korkutmak" iki ayrı mastardır. Uyarıp, korkutanın çoğulu olduğu da söylenmiştir. Uyarıp, korkutmak" anlamındadır. Tıpkı İnkar, reddetmek, tepkiyle karşılamak" anlamına geldiği gibi.

17

Yemin olsun ki Biz, Kur'ân’ı düşünmek için kolaylaştırdık. O halde var mı ibret alıp düşünen?

"Yemin olsun ki Biz Kur'ân'ı düşünmek İçin kolaylaştırdık." Biz onun ezberlenmesini kolaylaştırdık, onu ezberlemek isleyene yardım ettik. Onu ezberlemeye talib bir kimse var mı?' Bu hususta ona yardım olunacaktır.

Anlamın şöyle olması da mümkündür: Biz bu Kur'ân'ı öğüt almaya hazır hale geçirdik. Bu da yolculuk yapmak maksadıyla devesine yük vurmayı anlatmak üzere kullanılan: "Devesini yolculuk için hazırladı, ona yük vurdu" ifadesi ile: "Gazaya gitmek üzere atını eyerledi ve dizginledi" ifadelerinden alınmıştır. Şair de söyle demektedir:

"Ben onun için atımı dizginlemiş olarak kalktım,

İşte o vakit yaptıklarımın karşılığını bana verdi."

Said b. Cübeyr dedi ki: Allah'ın kitaplarından Kur'ân'ın dışında ezbere okunabilmiş bir başka kitap yoktur. Başkaları da şöyle demiştir: İsrailoğullarının böyle bir imkanı yoktu. Onlar Tevrat'ı ancak bakarak okuyabiliyorlardı. Bundan Mûsa, Harun, Yuşa b. Nun ve Uzeyr -Allah'ın salavatı üzerlerine olsun- müstesnadır. İşte Tevrat yakıldıktan sonra Uzeyr'in Tevrat'ı onlara ezberinden yazması üzerine -daha önce el-Tevbe Sûresi'nde (9/30. âyet, 2. başlıkta) açıklandığı gibi- hakkında fitneye düşmelerinin sebebi budur. Yüce Allah bu ümmete içindekilerle öğüt almaları için kitabını ezberlemelerini kolaylaştırmıştır,

"Tezekkür: İbret ve öğüt almak" iftial veznindedir. Bu da, kendi yapılarının bir parçası gibi olsun, bizzat kendileri gibi olsun diye bu hususun onlarda etkili olması, faydalı olması demektir.

"O halde var mı ibret alıp, düşünen?" Kur'ân'ı okuyacak olan?

Ebû Bekr el-Verrak ve İbn Şevzeb dedi ki: Herhangi bir hayır ve ilim laleb eden kimse var mı? Bu hususta ona yardım olunacaktır.

Bu âyetin bu sûrede tekrarlanması dikkati çekmek ve konunun kavranılmasını sağlamak içindir.

Denildiği üzere yüce Allah, bu sûrede, bu ümmete geçmiş ümmetlerin haherlerini ve rasûllerin kıssalarını, ümmetlerin rasûllerine nasıl davrandıklarını, sonunda işlerinin akıbetinin ne olduğunu, rasûllerin de sonuçta ne ile karşılaştıklarını anlatmaktadır, Böylece herbir kıssa ve herbir haberde ibretle öğüt alıp düşünmesi halinde dinleyen için bir öğüt almayı gerektirecek bir haber yer almaktadır. İşte yüce Allah herbir kıssayı sözkonusu ettikçe şu:

"O halde var mı ibret alıp düşünen" diyerek bu âyeti tekrarlamıştır. Çünkü:

"Mı" bünyelerinde yerleştirilmiş bulunan ve yüce Allah'ın onlara karşı bir delil kılmış olduğu kavrayışlarının dikkat etmelerini isleyen ve sağlayan bir soru edatıdır. Buna göre: " Mı" lâfzındaki "lam" isti'raz (gösterilmek), "he" de istihraç (delil göstermek) içindir.

18

Âd kavmi yalanladı. Ya Benim azabım ve korkutmalarım nasılmış?

Hud'un kavmi olan

"Âd kavmi yalanladı. Ya Benim azabım ve korkutmalarım nasılmış?"

"Korkutmalarım" bu sûrede altı yerde bütün mushaflarda "ye" harfi hazfedilmiş olarak yer almıştır. Ancak Yakub her iki halde de "ye" harfini okumuş, Verş sadece vasl halinde okumuş, diğerleri ise hazf et mislerdir.

 

"Uyarılar ise fayda vermiyor." (el-Kamer, 54/5) âyetinde (nun harfinden sonra) "ye" harfinin;

"Çağırır" (el-Kamer, 54/6) âyetinden da "vav" harfinin hazfedildiğinde ise görüş ayrılığı yoktur.

"Çağırıcı" (el-Kamer, 54/6) âyetine gelince, bunun birincisinde İbn Muhaysın, Yakub, Humeyd ve el-Bezzî her iki halde de "ye" harfini sabit kabul etmişler; Verş ve Ebû Amr ise vasl halinde sabit kabul etmişler, diğerleri ise hazfetmişlerdır. İkinci: " Çağırıcı (mealde; davet yi)" (el-Kamer, 54/8)'e gelince, Yakub, İbn Muhaysın ve İbn Kesîr her iki halde "ye"yi isbat etmiş (bırakmış), Ebû Amr ve Nafi vasıl halinde isbat etmiş (bırakmış), diğerleri ise hazfetmelerdir.

19

Muhakkak Biz üzerlerine uğursuz olan ve sürekli olan bir günde sarsar bir rüzgar gönderdik.

"Muhakkak Biz üzerlerine" kendileri için

"uğursuz olan ve sürekli olan bir günde sarsar bir rüzgar" Katade ve ed-Dahhak'a göre aşırı soğuk bir rüzgar

"gönderdik." Sesi şiddetli bir rüzgar diye de açıklanmıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden Fussilet Sûresi'nde (41/16. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbâs dedi ki: Bu rüzgar onlara uğursuz kabul ettikleri bir günde gelmişti. ez-Zeccâc bunun çarşamba günü geldiği söylenmiştir, demiştir. İbn Abbâs dedi ki: Bu ayın son çarşambasında olmuştu. Küçüklerini de, büyüklerini de yok etmişti.

Harun el-Aver

"uğursuz" anlamındaki lâfzı "ha" harfini kesreli olarak; diye okumuştur. Bu hususa dair açıklamalar daha önce

"uğursuz günlerde" (Fussilet, 41/16) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

 

"Uğursuz olan ve sürekli olan bir günde" âyeti uğursuzluğu sürekli ve kendilerine getirdiği uğursuzluğu sürüp giden bir gün demektir. Uğursuz kabul ettikleri bu günde azap onları helâk edinceye kadar devam etti. Cehennem ateşine onları ulaştırıncaya kadar sürüp gitti, diye de açıklanmıştır. ed-Dahhak: Bugün onlar için çok acı idi, demiştir. el-Kisaî de böyle nakletmiştir. Buna göre birtakım kimseler buradaki

"sürekli" anlamındaki kelime acılığı ifade eden: gelmektedir, "Nefislerin kendisinden tiksindiği acı olan bir şey gibi oldu" denilir. Ayrıca yüce Allah:

"Şimdi... tadın" (el-Kamer, 54/37) diye buyurmaktadır. Tadılan bir şey ise acı olabilir. Bu lâfzın güç ve kuvvet anlamına gelen: 'den geldiği de söylenmiştir. Yani bu azap onlara uğursuzluğu son derece güçlü ve sağlam kılınmış, uğursuz bir günde onlara gelmişti ki, bu sağlamlığı bozulmasına güç yetirilemeyen, iyice ve sağlam bükülmüş bir şey gibi idi.

Çarşamba günü uğursuzluğu sürekli bir gün olduğuna göre, bu günde dua nasıl kabul edilir? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın duasının bugünde Öğle ile ikindi arasında kabul edildiğine dair rivâyetler de gelmiş bulunmaktadır. Hem bu hususa dair Cabir yoluyla gelen hadiste daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/186. âyet, 5, başlıkta) geçmiş bulunuyor denilecek olursa, cevap şu olur: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya, Mesrûk'un Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye rivâyet etmiş olduğu bir habere göre şöyle buyurmuştur: "Cebrâîl bana gelerek şöyle dedi: Şüphesiz Allah sana gahid ile birlikte bir yemin ile hüküm vermeni emretmektedir. Yine dedi ki: Çarşamba günü uğursuz ve uğursuzluğu sürekli olan bir gündür. " Müsned, IV. 57; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübrâ, X, 170; Taberani, Evsaf, VI, el-Kamil, I, 238.

Bilindiği gibi bu hususta onun, salih kimseler için uğursuz olduğuna dair bir rivâyet varid olmamıştır. Aksine bugünün günahkarlar ve fesad çıkartanlar için uğursuz olduğunu kastetmiştir. Tıpkı Kur'ân-ı Kerîm'de sözü edilen uğursuz günler gibi. Bu günler Âd kavminin kâfirleri için uğursuz idi. Onların peygamberleri ve aralarından îman eden kimseler için uğursuz değildi. Durum böyle olduğuna göre çarşamba gününün baş tarafından, güneşin zeval vaktine kadar zalime mühlet verilmesi günün bitmesine doğru zalim eğer zulmünden geri dönmeyecek olunsa, onun aleyhindeki mazlumun o bedduasının kabul edileceği uzak bir ihtimal olarak görülemez. Buna göre o gün zalim hakkında uğursuz bir gün olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bedduası da kâfirler hakkında idi. Cabir yoluyla rivâyet edilen hadisteki: "(Bundan böyle) ben de önemli ve ağır bir durumla karşılaştığım her seferinde..." sözleri buna işarettir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

20

İnsanları koparıp atıyordu. Sanki onlar kökünden kopmuş hurma kütükleri idiler.

"İnsanları koparıp atıyordu." Bu rüzgarın sıfatı konumundadır. Yani rüzgar onları bulundukları yerden söküp alıyordu. Denildiğine göre onları hurma ağacının, kökünden sökülmesi gibi, ayaklarının altından (yerden) onları söküp aldı. Mücahid dedi ki: Rüzgar onları yerden kuparıyordu. Tepeleri üzerine onları bırakıyor, boyunlarını kırıyor, başları vücutlarından ayrılıyordu.

Rüzgar insanları evlerden söküp alıyordu, diye de açıklanmıştır.

Muhammed b. Ka'b babasından rivâyetle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu kaydetmektedir: "Rüzgar insanları kabirlerinden söküp çıkardı,"

Denildiğine göre; onlar birtakım çukurlar kazdılar ve bu çukurlara girdiler. Rüzgar onları bu çukurlardan söküp alıyor, onları paramparça ediyordu. Kazdıkları bu çukurlar içindeki ne varsa yok olup gitmiş, geriye yerleri çukur olarak kalmış hurma ağaçlarının dibini andırıyordu.

Yine rivâyet edildiğine göre; onlardan yedi kişi birtakım çukurlar kazmış ve rüzgardan korunmak için onların içinde ayağa kalkmışlardı. İbn İshak dedi ki: Rüzgar şiddetlenince, Âd kavminden yedi kişi ayağa dikildi. Âd kavminin en güçlü ve en iri yarı olanlarından olan bu şahısların altısının ismi bize zikredilmiş bulunmaktadır. Amr b. el-Huli, el-Haris b. Şeddad, el-Hilkam, Tikn'in iki oğlu ile Halecan b. Sa'd. Bunlar çocukları, kadınları iki dağ arasındaki bir geçite soktuktan sonra kendileri gelen rüzgarın çoluk çotuğa erişmeşini önlemek maksadı ile geçidin ağzına dizildiler. Fakat esen rüzgarlar onları tek tek alıp yere yıktı. Bundan dolayı Âd kavmine mensub bir kadın şu beyitleri söylemiştir:

"Zaman alıp gitti Amr b. Hulî ile

Rahat ve huzur kaynağı olan şeyleri,

Sonra el-Harisi ve yüksek tepelere çıkan el-Hilkam'ı aldı.

Rüzgarın estiği yeri kapatan o kimseyi de, O belalı günlerde."

et-Taberi der ki: İfadede hazfedilmiş lâfızlar vardır. Yani insanları köklerinden söküp alıyor ve onları sanki kökten sökülmüş hurma kütükleri gibi bırakıyordu. Buna göre

"kef: sanki" hazfedilmiş fiil ile nasb konumundadır.

ez-Zeccâc dedi ki:

"Kef ( sanki)" hal olarak nasb konumundadır. Yani: İnsanları kökünden koparılmış hurma kütüklerine benzeyenler olarak söküp çıkartıyordu. Benzetmenin içinde bulundukları çukurlar için olduğu da söylenmiştir.

"Kütükler" lâfzı çoğuludur. Herşeyin arkasına denilir. Âd kavmi ise uzun boylu idiler. Bundan dolayı yüzleri üstü yıkılmış, hurma ağaçlarına benzetildiler.

"Kökünden kopmuş hurma kütükleri" âyetindeki: " Kökünden kopmuş" diye buyurulması (ve kelimenin sonuna yuvarlak "te" getirilmemesi) "nahl: Hurma ağaçları" lâfzı dolayısı iledir. Bu ise hem müzekker, hem de müennes olabilen bir çoğuldur.

"Kökünden koparılmış olan" demektir. "Ağacı kökünden söktüm, kopardım."; " O da söküldü, koparıldı" denilir.

el-Kisaî dedi ki: "Kuyuya dibine varıncaya kadar indim" demektir. Bir kapta bulunan suyu dibine kadar tamamıyla bitirinceye kadar içmek halinde de bu fiil kullanılır. "Kuyunun dibini yaptım" demektir.

Ebû Bekr b. el-Enbarî dedi ki: İsmail el-Kadi'nin huzurunda el-Müberred'e birileri bu olan bin soru soruldu. Ona: Yüce Allah'ın:

"Süleyman'ın emrine de şiddetli rüzgarı verdik." (el-Enbiya, 21/81) âyeti ile

"Gemilere şiddetli bir fırtına gelip, çatar." (Yûnus, 10/22) âyeti ve:

"Onlar içleri boşalmış hurma kütükleri imişler gibi." (el-Hakka, 69/7) âyeti ve "Sanki onlar kökünden kopmuş hurma kütükleri idiler" âyeti arasındaki fark nedir? diye soruldu, o da: üu kabilden âyetlere rastladığınız her yerde isterseniz müzekker olarak lâfza göre kullanırsınız, isterseniz anlama göre müennes olarak kullanırsınız diye cevap verdi.

"Hurma ağacı" lâfızlarının aynı manada olup -belirttiğimiz üzere- hem müzekker, hem de müennes olarak kullanılabilecekleri de söylenmiştir.

21

Ya Benim azabım ve uyarıp korkutmalarım nasılmış?

22

Yemin olsun ki Biz Kur'ân’ı düşünmek için kolaylaştırdık. O halde var mı ibret alıp düşünen?

"Ya Benim azabım ve uyarıp korkutmalarım nasılmış? Yemin olsun ki Biz Kur'ân'ı düşünmek İçin kolaylaştırdık. O halde var mı İbret alıp düşünen?" buyruklarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

23

Semud kavmi korkutmaları yalanladı.

"Semud kavmi korkutmaları yalanladı." Semud kavminden kasıt, Salih kavmidir. Bunlar diğer rasûlleri ve kendi peygamberlerini yalanladılar. Yahut

"korkutmalar" ile aynı şey olan âyetleri yalanladılar.

24

"Bizden bir tek İnsana mı, ona mı uyacağız? O takdirde hiç şüphesiz biz bir sapıklık ve çılgınlık İçinde oluruz" dediler.

"Bizden bir tek İnsana mı, ona mı uyacağız" ve topluluğu terk mi edeceğiz?

Ebû'l-Eşheb, İbn es-Semeyka ve Ebû's-Semmal el-Adevî:

"Bir tek insana mı?" anlamındaki buyrukları: ile şeklinde mühteda olarak ref ile okumuşlardır. Haberi ise:

"Ona uyacağız" âyetidir. Diğerleri ise: "Biz bizden tek bir insana mı uyacağız ve onun arkasından gideceğiz." anlamında nasb ile okumuşlardır. Yine Ebû's-Semmal: “Bir insan mı" şeklinde ref ile; " Bizden birisine" anlamında nasb ile okumuştur.

"Bir insan mı" anlamındaki âyetin ref ile okunması "Mı verildi" anlamındaki fiilin delalet ettiği bir fiil takdiri ile okunmuştur. Sanki: " Bizden bir insana mı peygamberlik veriliyor?" denilmiş gibidir. Buna karşılık "bir tek .a" anlamındaki âyetin nasb ile okunması, "bizden" anlamındaki zamirden hal olması dolayısı ile mümkündür. Onu nasb eden de zarftır. İfade de "Bizden olan tek bir beşere mi peygamberlik veriliyor?" takdirindedir. Bununla birlikte "ona (mı) uyacağız" lâfzındaki zamirden hal olması da mümkündür. O tek başına ve kimse tarafından yardım görmeyen bir kimse olduğu halde mi... demek olur.

"O takdirde hiç şüphesiz biz bir sapıklık" haktan uzaklaşmıştık

"ve çılgınlık" delilik

"İçinde oluruz dediler." Bu tabir Arapların: "Aşırı derecede keyifli olduğundan âdeta deli gibi davranan dişi deve' tabirlerinden alınmıştır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Şair de dişi devesinden şöylece söz etmektedir:

"Yolcu onu yürüsün diye sarstığında yorucu yürüyüşten ötürü

onda bir hızlı yürüyüşün ve bir temponun olduğunu görünce,

Onun isteyerek koşusundan âdeta bir deli olduğunu sanırsın."

Burada beyitin bazı lâfızları ile ilgili iki buçuk satırlık lugat açıklamaları ayrıca gerk görülmediğinden tercüme edilmemiştir.

Yine İbn Abbâs şöyle demiştir: Buradaki:

"Çılgınlık"dan kasıt, azaptır. el-Ferrâ'' da böyle demiştir. Mücahid haktan uzaklaşış diye açıklarken, es-Süddî: Bir yanış içinde (izlemektir) diye açıklamıştır. Şair de şöyle demiştir:

"Bugün ayıktın mı yoksa Hirr'e özlem mi duydun,

Sevgiden ötürü alevli ve yanan bir delilik de olur,"

Ebû Ubeyde dedi ki: Bu lâfız ateşin alevi demek olan: çoğuludur. Deli deve ise, sertliğinden âdeta alevlenir gibi olduğundan şu tarafa, bu tarafa rastgele gider. Ayet: Şüphesiz o vakit Biz karşı karşıya kalacağımız şeydi. Burada beyitin bazı lâfızları ile ilgili iki buçuk ssnrlık hıgat açıklamaları ayrıca gerek görülmediğinden tercüme edilmemiştir.

Serden ötürü bedbahtlık ve sıkıntı İçerisindeyiz, demektir,

25

"Vahiy aramızda ona mı verildi? Hayır, o mağrur ve şımarık, çok yalancı birisidir."

"Vahiy aramızdan ona mı verildi?" Semud halkı arasından risalet özellikle ona mı verildi? Halbuki Semud kavmi arasında malı ondan daha çok, durumu daha güzel kimseler de vardır.

Bu, inkar ve red anlamını taşıyan bir sorudur.

"Hayır, o mağrur ve şımarık, çok yalancı birisidir." Yani iddia ettiği gibi değildir. O büyüklenmek istemekte ve haketmediği halde bize karşı üstünlük sağlamaya çalışmakta, bunun yollarını aramaktadır.

"Şımarmak, zorbalık yapmak ve çalışkanlık" anlamındadır. At çalımlı ve gayretli ise onun bu halini anlatmak üzere: denilir. İmruu'l-Kays da bir köpekten sözederken şöyle demektedir:

"Bizi av düşkünü, ve ava alışmış (bir köpek) yetişir,

Çok iyi işitir, çok güzel görür, avın yerini çok iyi bilen olarak peşine çok iyi takılır.

Dişleri birbirine geçmiş, bükülmüş kaburga kemikleri,

Usanmadan avı izler bu işte maharetlidir, gayretlidir ve ciddiyetle, gayretle yapar."

Bunun "azgın ve şımarık" anlamına geldiği de söylenmiştir, "Azmak ve şımarmak" anlamına gelir. Şair de şöyle demiştir:

"Sizler ipek giyince bundan ötürü şımardınız,

Halbuki önceden ülkeleri kimin fethettiğini bilmezsiniz."

Fiil: şeklinde kullanılır. İsm-i faili şeklinde gelir. Çoğulu da:şeklindedir. Tıpkı: " Sarhoş, sarhoşlar" gibi. Şair şöyle demektedir:

"Kendisi sebebiyle şımarmış dağ keçilerini bıraktı,

Ve mızrak darbeleri onun (savaşın) kahramanlarını yere yıkmıştır."

Bunun, haketmediği mevkiye doğru haddini aşarak geçmeye kalkışan kimse, anlamına geldiği de söylenmiştir, anlam birdir.

İbn Zeyd ve Abdu'r-Rahmân b. Hammâd şöyle demişlerdir:

"Mağrur ve şımarık" söylediğine aldırmayan kimse demektir.

Ebû Cafer ile Ebû Kilabe: "Bizim en şeririmiz ve en kötümüz" anlamında olmak üzere "şın" harfini üstün ve "re" harfini şeddeli olarak: "Daha şerli, daha kötü" diye okumuştur.

26

Yarın kimin mağrur ve şımarık bir yalancı olduğunu bileceklerdir.

"Yarın kimin mağrur ve şımarık bir yalancı olduğunu bileceklerdir." Kıyâmet gününde azâbı göreceklerdir yahut dünya hayatında azâbın üzerlerine ineceği vakit bunu göreceklerdir, demektir.

İbn Amir ve Hamza,

"bileceklerdir" âyetini "ye" harfi yerine "te" ile Hz. Salih'in kavmine bir hitabı diye okumuşlardır. ("Bileceksiniz" demek olur.) Diğerleri ise "ye" harfiyle, yüce Allah tarafından, Salih (aleyhisselâm)a onların durumunu haber veren bir fiil anlamını verecek şekilde okumuşlardır.

"Yarın" âyeti da insanların yakınlığı anlatmak üzere kullanmayı adet edindikleri üsluba göre kullanılmıştır. Nitekim Araplar akıbetlerin yakınlığını anlatmak üzere: Muhakkak yarın bugünle beraberdir, derler. Şair de şöyle demiştir:

"Onda ölümün şaşmaz okları vardır,

Bugün ölmeyen bir kimse yarın ölecektir."

et-Tirimmah da şöyle demiştir:

"Teselli edin beni, ağıtçılar ağıt yakmadan,

Ve can böğürler arasında çırpınmadan.

Yarın gelmeden önce (yapın humı!) vay yazık bana yarından ötürü,

Arkadaşlarım gittiği halde ben gitmesem,"

O bu sözleriyle bizatihi yarını değil, ölüm zamanını kastetmektedir.

"Kimin mağrur ve şımarık bir yalancı" âyetindeki lâfzını Ebû Kilabe asla uygun olarak "şın" harfini üstün, "re" harfini şeddeli olarak: "Daha kötü" diye okumuştur. Ebû Hatim ise şöyle demektedir: Araplar şiirdeki zaruret hali dışında hemen hemen: "Daha şerli, daha kötü" ve; " Daha iyi, daha hayırlı" diye kullanmazlar. (Yani bunları başta hemze olmaksızın kullanırlar.) Ru'be'nin şu mısraında olduğu gibi:

"Bilal insanların en hayırlısı ve en hayırlılarının oğludur."

Bunun yerine onlar (baştaki hemzeyi telaffuz etmeksizin): "O kavminin hayırlısıdır, insanların kötüsüdür" derler. Yüce Allah:

"Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Al-i İmrân, 3/110) âyeti ile:

"Hangisinin makamca daha kötü olduğunu bileceklerdir, " (Meryem, 19/75) diye buyurmakta (ve burada da "en hayırlı" ile "daha kötü" lâfızlarının başlarında hemze bulunmamakta)dır

Ebû Hayve'den rivâyete göre ise o, bu lazfı "şın" harfini üstün, "re" harfini şeddesiz okumuştur. Mücahid ve Said b. Cübeyr'den ise "şın" harfini ötreli, "re" harfini şeddesiz okuduğu rivâyet edilmiştir. en-Nehhâs dedi ki; Bu da:

"Mağrur ve şımarık" anlamındadır. "Tedbirli adam" derken şeklinin kullanılması da bunun gibidir.

27

Gerçekten Biz onlara İmtihan olmak üzere o dişi deveyi göndeririz. Artık onları gözetle, sabret.

"Gerçekten Biz onlara imtihan olmak üzere" onları sınamak için... -Bu (anlamdaki âyet)- mef'ûlün lehtir.

"O dişi deveyi göndeririz." Onların istedikleri dağdan onu çıkartacağız. Rivâyet edildiğine göre Salih iki rekat namaz kıldıktan sonra Allah'a dua etmiş, sonra onların tayin ve tesbit ettikleri kaya parçası açılarak dişi devenin hörgücü ortaya çıkmış. Oradan on aylık gebe ve çokça tüylü bir deve olarak çıktı,

"Artık onları gözetle!" Ne yapacaklarını gözle!

"Sabret." Onların eziyetlerine katlan.

“sabret" âyetindeki "u" harfinin aslı "te"dir. İtbak sıfatında "sad"a uygun düşmesi için "ti"ya dönüşmüştür.

28

Ve suyun aralarında pay edilmiş olduğunu onlara haber ver. Herbiri su içme sırasında hazır olsun.

"Ve suyun aralarında" yani Semudlular ile dişi deve arasında "pay edilmiş olduğunu onlara haber ver." Suyu bir gün dişi deve içecek, bir gün de onlar kullanacaklardı. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:

"Onun da belli bir su içme nöbeti vardır Sizin de belirli bir günde su içme nöbetiniz vardır." (eş-Şuara, 26/155) diye buyurmaktadır.

İbn Abbâs dedi ki: Onların su içme nöbetinde dişi deve sudan hiçbir şey içmezdi. Buna karşılık onlara süt verirdi, bol nimetler içerisinde bulunuyorlardı. Devenin su içme günü oldu mu deve suyun tamamını içer ve onlara hiçbir şey kalmazdı. Yüce Allah'ın:

"Aralarında" diye buyurması (ve akıl sahibi varlıklara ait zamir kullanması) şundan dolayıdır: Araplar hayvanlarla birlikte Âdemoğulları hakkında bir durumu haber verecek olurlarsa, Âdemoğullarını galip getirirler. (Onlara ait zamirleri kullanırlar.)

Ebû'z-Zübeyr, Cabir'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bizler Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Tebuk gazasına çıktığımızda Hicr diyarında konaklayınca şöyle buyurdu: "Ey insanlar, siz de bu türden mucizeler isteyip durmayın. İşte Salih kavmi! Bunlar peygamberlerinden Allah'ın kendilerine bir dişi deve göndermesini istediler. Yüce Allah da onlara o dişi deveyi gönderdi. Şu yoldan suya gidiyor ve kendi su içme gününde sularının tamamını içiyordu. Onlar da su içmediği günde kendilerinin içtikleri su kadarını da o deveden süt olarak sağıyorlardı." Taberani, Evsat, IX, 37; Muhammed b. İshak el-Fakihi, Akbaru Mekke, D, 251 - İşte yüce Allah'ın:

"Ve suyun aralarında pay edilmiş olduğunu onlara haber ver" âyetinin anlamı budur.

"Herbiri su içme sırasında hazır olsun" âyetinde geçen lâfzı, sudan hakedilen pay demektir. Bir Arap meselinde (atasözünde): " Sonuncuları su içme payı itibariyle en az olanlarıdır" denilmektedir. Bu da asıl itibariyle deveferin su içmesi hakkında böyledir. Çünkü en son gelen deve geldiğinde havuzun suyunun bitirilmiş olduğunu görür.

"Hazır olsun" lâfzı; O su İçme nöbeti kimin ise o suda hazır bulunsun, demektir. Bundan dolayı dişi deve su içeceği gün suyun yanına gelirdi, onların su içecekleri gün ise yanlarından kaybolurdu. Bu açıklamayı Mukâtil yapmıştır.

Mücahid de şöyle demektedir: Devenin su içmediği günü onlar suyun başına gelir, su İhtiyaçlarını karşılarlardı. Dişi devenin su içmeye gittiği gün ise gelip onun sütünü sağarlardi.

29

Bunun üzerine onlar arkadaşlarını çağırdılar. O da alacağını alıp dişi deveyi önce ayaklarını biçip devirdi.

30

Peki, ya azabım ve uyarıp korkutmalarım nasıl oldu?

"Bunun üzerine onlar arkadaşlarını" onu kesmeye teşvik ile

"çağırdılar. O da alacağını alıp, dişi deveyi önce ayaklarını biçip devirdi." Yani o bu işi yapmayı Üstlendi.

" Alacağını alıp" fiilinin, bu fiili üstlendi anlamına gelmesi Arapların: " Elime aldım" tabirlerinden dolayıdır. Şair Hassan'ın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"İkisi de şarap olsun ve sen bana öyle bir kadeh sun. ki

O ikisi de dilime doğru gelsin."

Muhammed b. İshak dedi ki: (Dişi deveyi boğazlayan kişi) dişi deveye gidip geldiği yol üzerinde bir ağacın dibinde pusu kurdu. Ona bir ok attı. Bu ok bacağının adalesine saplandı. Sonra kılıç ile üzerine hamle yapıp ayak bileklerini kesti. Bu sefer deve yere yıkıldı ve bir defa böğürdü. Bu sefer karnındaki yavrusu düştü, sonra da deveyi kesti. Karnındaki yavrusu dağın başındaki bir kayanın yanına gitti. Böğürdü, sonra da o kayaya sığındı. Salih (aleyhisselâm) yanlarına geldi. Dişi devenin kesilmiş olduğunu görünce ağladı ve: Allah'ın yasağını çiğnediniz, Allah'ın azabının geleceğini size bildiriyorum, dedi. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Araf Sûresi'nde (7/77-79, âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbâs dedi ki; O deveyi boğazlayan kişi kırmızı, mor tenli, kızıl saçlı, başının ön tarafı dar, arka tarafı enlice birisi idi.

Adının Kudar b. Salif olduğu söylenir. el-Efveh el-Evdi şöyle demiştir:

"Yahut ondan önce, Kudar gibi ki,

Azgınlıkta kimileri ona uymuştu da helâk olup gittiler..."

Araplar kasaba Semud hanedanından uğursuz birisi olan Kudar b. Salif’e benzeterek "Kudar" ismini verirler. Şair Mühelhil şöyle demiştir:

"Bizler onların kafalarını kılıçlarla vuruyoruz,

Yolculuktan gelenlere ikram olmak üzere kasapların vurdukları gibi."

Züheyr de bunu sozkonusu ederek şöyle demektedir:

"O (savaş) sizler için uğursuz evlatlar doğurur

hepsi de Âd'ın kırmızı tenlisi gibidir,

Sonra bunları emzirir, sonra da sütten keser."

Şair burada savaşı kastetmekte ve Semud kavminden de Âd diye sözetmektedir. (30. ayetin benzeri daha önce geçmişti.)

31

Hakikaten Biz üzerlerine bir tek çığlık gönderdik ve hayvan ağılına konulan çerçöp gibi oldular.

"Hakîkaten Biz üzerlerine bir tek çığlık gönderdik." Bununla Cebrâîl (aleyhisselâm)'ın çığlığını kastetmektedir ki, daha önce Hud Sûresi'nde (11/67. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

"Ve hayvan ağılına konulan çerçöp gibi oldular" âyetindeki: " Hayvan ağılına konulan" lâfzını el-Hasen, Katade ve Ebû'l-Aliye "zı" harfini üstün olarak: diye okumuşlardır ki, bununla ağılı, ahin kastederler. Diğerleri ise orada çalışan kişiyi kastetmek anlamında "21" harfini esreli okumuşlardır. es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: "Ağılda çalışan kişi" demektir.

Yüce Allah'ın:

"hayvan ağılına konulan çerçöp gibi oldular" anlamındaki âyette "zı" harfi kesreli okunmuştur. Kesreli okunması halinde bu kelime ism-i fail olur. Üstün okuyan kimse ise, ism-i mef'ûl olarak okur. Nitekim hayrı az olan adama: “ O ağılı uğursuz kimse" denilir.

Ebû Ubeyd dedi ki: Benim anladığım kadarıyla kişinin malına: denilmiş olmalıdır. Çünkü o böylelikle bu serveti yanında alıkoymuş (hazretmiş) ve başkalarına karşı engellemiş olur. O bakımdan bu kelime: vezninde ve fakat: anlamındadır.

el-Mehdevî dedi ki:

"Hayvan ağılına konulan" anlamındaki kelimenin "Zı" harfini esreli okumak halinde bu kelime mastar olur. Anlamı da ağıla konulmak durumunda olan çerçöp demek olur. "Zı" harfini üstün okumaya göre "kendisinden ağıl yapılan ağaç" anlamına gelmesi de mümkündür. İbn Abbâs dedi ki: " Koyunlarına ağaç ve dikenleri kullanarak ağıl yapan adam" demektir. Bunlardan yere düşüp koyunların ezdiği şeylere de:

"Çerçöp" denilir. Şair şöyle demiştir:

"Çürümüş çerçöp olmuş, ğarkad ağaçlarının bulunduğu yerde yayılan

Bir ateşin dumanı gibi, bir toz kaldırdılar."

Yine ondan nakledildiğine göre bu koyunların yediği ot gibi demektir. Ondan bir başka rivâyete göre yanmış, çürümüş kemikler gibi demektir. Bu Katade'nin de görüşüdür. Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Bu rüzgarlı bir günde duvarlardan etrafa savrulan toprak demektir.

Süfyan es-Sevrî dedi ki: Bu senin asa ile oraya vurman halinde ağıldan dökülen şeylerdir. Bu lâfız "fail" vezninde olup "mef'ûl" anlamındadır.

İbn Zeyd dedi ki: Araplar önceleri yaşken, sonradan kuruyan herşeye "heşim: sonradan kuruyup ufalma istidadını gösteren bitki" derler.

Alıkoymak, engellemek" demektir."müftail" veznindedir. Bu kökten olmak üzere: " Develerine ağaç toplayıp, rüzgarın soğuğunu ve yırtıcı hayvanların zararını develerinden uzak tutmak maksadıyla topladığı bu ağaçları üslüste koymak" demektir. Şair şöyle demektedir:

"Sen her iki tarafta da bineklerin leşlerini görürsün,

Sanki onların kemikleri üstüste yığılmış (ağıl maksadıyla bir araya getirilmiş) ağaçların odunları gibidir."

İbn Abbâs'tan rivâyete göre onlar dövülen ve ufaltılan buğday gibi oldular. Bu açıklamaya göre: “ Ekini için bir depo edinen kimse"; Başak ve samanın kırıntıları" anlamına gelir.

32

Yemin olsun ki Biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Peki, öğüt alan bir kimse var mı?

"Yemin olsun ki Biz, Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Peki öğüt alan bir kimse var mı?"

33

Lut kavmi de korkutmaları yalanladı.

"Lut kavmi de korkutmaları yalanladı" âyeti ile yüce Allah, yine Lut kavminden Lut'u yalanlamaları üzerine söz etmektedir.

34

Biz, üzerlerine ufak taş yağdıran bir rüzgar gönderdik. Lut'un ailesi müstesna. Onları seher vaktinde kurtardık.

"Biz üzerlerine ufak taş yağdıran bir rüzgar gönderdik." Onlara küçük çakıl taşları atan bir rüzgar gönderdik.

en-Nadr (b. Şumeyl) dedi ki: Ayette sözü geçen: "Rüzgar ile birlikte gelen küçük çakıl taşlan" demektir. Ebû Ubeyde de; bu taş anlamındadır, demiştir. es-Sıhah'va da şöyle denilmektedir: Hu, küçük çakıl taşlarını kaldıran şiddetli rüzgar demektir. böyledir. Şair Lebid şöyle demiştir:

"Ahalisi etrafını boşalttı diye, çekti üzerine eteklerini

Çok şiddetli esen ve küçük çakıl taşlarını kaldıran herbir şiddetli rüzgar."

"Rüzgar şiddetlice esti" demektir. Bu şekilde esen rüzgara; ile denilir. el-Ferezdak da şöyle demiştir:

"Şam'ın şimaline yönelerek bize vuruyor

Çakıl taşlarını tıpkı etrafa saçılmış, atılmış pamuk gibi."

"Lut’un ailesi" dini üzere ona uyanlar

"müstesna." Bunlar sadece onun iki kızından ibaretti.

"Onları seher vaktinde kurtardık." el-Ahfeş dedi ki; (Buradaki "seher vaktinde" anlamındaki lâfzı) tenvinli getirmesi belirtisiz olmasından dolayıdır. Eğer muayyen bir günün seher vakti olsaydı, buna tenvin getirmezdi. (Gayrı munsarıf kılar ve üstün getirdi.) Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın belirtisiz olarak zikrettiği:

"Herhangi bir şehre çekip gidin." (el-Bakara, 2/61) diye buyurmasıdır.

Buna karşılık:

"Allah'ın iradesi ile Mısır'a girin." (Yûnus, 12/99) diye buyurmuş ve bunu her türlü irabı kabul eden bir kelime olarak kullanmamıştır.

ez-Zeccâc da böyle demiştir:

"Seher" kelimesi eğer nekre (belirtisiz) olup onunla seherlerden bir seher kastediliyor ise, munsarıf gelir. Mesela: "Bir seher vakti ona gittim" denilir. Şayet muayyen bir günün seherini kastedecek olursa, munsarıf olarak kullanılmaz. "Ey filan ona bu seher vakti gittim ve ona seher vakti gittim" denilir.

Seher, gecenin son vakti ile tan yerinin ağarması arasındaki zamandır. Arapcada bu gecenin karanlığının, gündüzün ilk vaktindeki aydınlığa karışması anlamındadır. Çünkü bu vakitte gecenin kalıntıları ile gündüzün ilk be-İirtileri bir arada bulunur.

35

Tarafımızdan bir nimet olmak üzere. İşte Biz, şükredenlerî böyle mükâfatlandırırız.

"Tarafımızdan bir nimet olmak üzere." Lut'a ve onun iki kızına bizden bir nimet ihsan ederek "bunu yaptık." "Nimet" lâfzının nasb ile gelmesi mef'ûlün bih oluşundan dolayıdır.

"İşte Biz şükredenleri" yani Allah'a îman edip Ona itaat edenleri

"böyle mükâfatlandırırız."

36

Yemin olsun ki onları yakalayıverişimizle korkutmuş idiyse de onlar, korkutup uyarmaları şüphe ile karşılamışlardır.

"Yemin olsun" ki Lut

"onları" azabımız ile

"yakalayıverişimizle" onları azâb ile alışımızla

"korkutmuş idiyse de, onlar korkutup uyarmaları şüphe ile karşılamışlardır." Rasûlümüzün kendilerini kendisi ile uyarıp korkuttuğu azap hususunda şüphe etmişler, onu tasdik etmemişlerdi.

"Şüphe ile karşılamışlardı" âyeti; "Şüphe etmek"ten "tefaul" veznine getirilmiş bir fiildir.

37

Yemin olsun onlar misafirlerine dahi kötülük yapmak istediler de gözlerini silme kör ettik. "Şimdi azabımı ve korkutmalarımı tadın."

"Yemin olsun onlar misafirlerine dahi kötülük yapmak istediler." Yani ondan yanına misafir kılığında gelen melekleri önceden (Hud, 11/77 ve devamı âyetlerin tefsirinde) geçtiği üzere onlarla hayasız fiiller yapmak isteği ile kendilerine teslim etmesini İstemişlerdi.

"Ondan bu işi istedim, bu işi istemek" diye kullanılır. "Merayı aradı, aramak bulmak istedi" demektir. Hadiste de şöyle denilmiştir: " Sizden herhangi bir kimse küçük abdest bozmak istediği takdirde küçük abdesti için yumuşak ya da alçak bir yer arasın. " Ebû Davud, I, 1; Müsned, IV, 396, 399, 414; Hakim, Müstedrek, III, 528; Beyhaki, es-Sünenu's-Suğra, I, 64; es-Sünenu'l-Kübra, I, 93; Tayalisi, Müsned, I, 71. denilmiştir.

"Gözlerini silme kör ettik" âyeti ile ilgili olarak rivâyet edildiğine göre Cebrâîl (aleyhisselâm) kanadıyla onlara vurmuş, onlar da kör olmuşlardır. Denildiğine göre gözleri de yüzlerinin diğer tarafları gibi dümdüz olmuş ve göz açıklığı görülmez olmuştu. Tıpkı esen rüzgarın yer üzerindeki toprağı sürüklemesi sonucu üzerindeki izleri silip götürmesi gibi.

Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah gözleri sağlıklı olmakla birlikte onları kör etti, o bakımdan onlar da melekleri görememişlerdi.

ed-Dahhak dedi ki: Allah gözlerini kör etmişti, onlar da elçileri göremediler. Bunun üzerine: Eve girdiklerinde biz onları gerçekten görmüştük, nereye gittiler? dediler ve onları görmeksizin geri döndüler.

"Şimdi azabımı ve korkutmalarımı tadın." Yani Biz onlara... tadın dedik. Bu emir kipinden kasıt, olanı haber vermektir.

Yani Lut'un kendisi ile kendilerini uyarıp korkuttuğu azabımı Ben onlara tattırdım, demektir.

38

Yemin olsun yerini bulmuş ve geri çevirilemez bir azap sabahleyin erkenden onları bastırdı.

"Yemin olsun yerini bulmuş ve geri çevirflemez bir azap sabahleyin erkenden onları bastırdı." Sürekli bir azap onlar arasında karar buldu ve bu onları ahiret azabına kavuşturuncaya kadar yakalarını bırakmayacaktır. Sözü edilen bu azap yaşadıkları şehirlerinin üzerlerine devrilmesi, üstünün altına getirilmesidir.

“Sabahleyin" âyeti burada nekre olduğu için munsarıf gelmiştir (tenvin almıştır).

39

Şimdi de azabımı ve korkutmalarımı tadın.

"Şimdi de azabımı ve korkutmalarımı tadın." Onlara inen gözlerin kör olması azâbı, kendisi ile helâk edildikleri azâbın dışındadır. Bundan dolayı burada tekrarlanması güzeldir.

40

Yemin olsun Biz, Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Peki var mı öğüt alıp, düşünen?

" Yemin olsun Biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Peki var mı Öğüt alıp düşünen?" âyetine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

41

Yemin olsun Fir'avun hanedanına uyarıp korkutanlar gelmişti.

"Yemin olsun Fir'avun hanedanına uyarıp korkutanlar gelmişti" âyetinde Fir'avun hanedanından kasıt Kıbtilerdir.

Uyarıp korkutanlar" da Mûsa ile Harun'dur. Bazan çoğul lâfız, ikil hakkında da kullanılabilir.

42

Âyetlerimizin hepsini yalanladılar. Biz de onları muktedir ve herşeye galip gelenin yakalayışı ile alıverdik.

"Ayetlerimizin hepsini yalanladılar." Tevhidimize, peygamberlerimizin peygamberliğine delalet eden bütün mucizelerimizi yalanlamışlardı. Bunlar asa, el, kıtlık yılları, tarnse Mûsa (aleyhisselâm.) Fir'avun hanedanına bedduasının dik1 getirildiği Yûnus,. âyetle, "mallarını yok et; itimi" diye dua ettiği zikredilmektedir. Buradaki "lanve" ile aynı koktendir. lîıı kelime ile sözü geçen ayetteki duanın kabulüne işaret edilmek istenmiş olmalıdır. tufan, çekirgeler, haşerat, kurbağalar ve kandır.

 

"Uyarıp korkutanlar"ın rasûller oldukları da söylenmiştir. Çünkü Mûsa kendilerine peygamber olarak gelinceye kadar Yusuf ve onun oğulları onlara peygamber olarak gelmişti.

"Uyarıp korkutanlar" (anlamı verilen): "uyarıp, korkutmak" anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Biz de onları muktedir" dilediğini yapmaya güç yetiren

"ve herşeye galib gelenin" intikam alışında yenik düşürenin (Aziz)in

"yakalayışı ile alıverdik."

43

Sizin kâfirleriniz bunlardan hayırlı mıdır? Yoksa kitaplarda sizin İçin bir beraat mı var?

"Sizin kâfirleriniz bunlardan hayırlı mıdır?" âyeti ile yüce Allah, Araplara hitab etmektedir. Bununla Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetinin kâfirlerini kastettiği de söylenmiştir. Bunun bir soru olduğu da söylenmiştir. Yani bu nefy anlamında inkar sorusudur. Sizin kâfirleriniz küfürleri sebebiyle helâk edilmiş bulunan geçmiş ümmetlerin kâfirlerinden daha hayırlı değildirler, demektir.

"Yoksa kitaplarda" peygamberlere indirilmiş olan kitaplarda

"sizin için" azaptan kurtulacağınıza dair

"bir beraat mi var?" İbn Abbâs dedi ki: Yoksa sizin için levh-i mahfuzda azaptan kurtulacağınıza dair bir ifade mi var?

44

Yoksa onlar: "Biz birbirine yardım eden bir topluluğuz" mu diyorlar?

"Yoksa onlar: Biz birbirine yardım eden" sayı ve güçlerinin çokluğu dolayısıyla kendisine karşı konulamayan

"bir topluluğuz" bir cemaatiz

"mu diyorlar?"

“Yardım eden" anlamındaki âyetin bu şekilde kullanılıp, şeklinde gelmeyişinin sebebi, âyet sonu oluşundan dolayıdır.

Yüce Allah onların bu sözlerini reddederek şöyle buyurmaktadır;

45

Yakında o topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır.

"Yakında o topluluk" yani Mekke kâfirleri topluluğu

"yenilecek." Bu Bedir günü ve başka gazalarda gerçekleşti.

Genel olarak:

" Yenilecek" şeklinde "ye" ile meçhul bir fiil olarak okunmuş,

"Topluluk" lâfzı da ref ile okunmuştur. Ruveys. Yakub'dan: "Yeneceğiz" şeklinde "nun" ve kesreli "ze" İle; "Topluluğu" lâfzını da nasb ile okuduğunu rivâyet etmiştir. (Yakında o topluluğu yeneceğiz, demek olur,)

"Ve arkalarını dönerek kaçacaklardır." Genel olarak bu, onlar hakkında bir haber olmak üzere:

"Dönerek kaçacaklardır" şeklinde okunmuştur. Ancak Îsa, İbn İshak ve Yakub'dan rivâyetle Ruveys rauhatab kipi olarak "te" ile: Dönerek kaçacaksınız" diye okumuşlardır. " Arka" lâfzı ise dirhem ve dinar gibi cins isimdir. Lâfzan tekil olmakla birlikte maksad -âyet sonu olduğundan ötürü- çoğuldur.

Mukâtil dedi ki: Bedir günü Ebû Cehil atını mahmuzlayarak safın önüne çıkıp şöyle dedi: Bugün biz Muhammed ve arkadaşlarından intikam alacağız. Bunun üzerine yüce Allah:

"Biz birbirine yardım eden bir topluluğuz... Yakında o topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır" âyetini indirdi.

Said b. Cübeyr dedi ki: Sad b. Ebi Vakkas dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Yakında o topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır" âyeti nazil olunca, hangi topluluğun bozguna uğrayacağını bilemiyordum. Bedir günü gerçekleşince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zırhı üzerinde olduğu halde ileri atılarak: "Allah'ım, Kureyş Sana ve Rasûlüne karşı böbürlenmesiyle, büyüklenmesiyle meydan okuyarak gelmiş bulunuyor. Sen hemen sabahleyin onları bozguna uğrat" dedikten sonra;

"Yakında o topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır." diye buyurdu. O zaman ben de bu âyetin tevilinin ne olduğunu öğrenmiş oldum Benzer haai rivâyetler: Taheri, Tefsir, X, 17, 18, Bu ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mucizelerindendir, Çünkü o gayba dair haber vermiş ve haber verdiği gibi gerçekleşmişti.

(Hadiste geçen ve) "Onları bozguna uğrat" (anlamındaki) lâfız ile aynı kök ten gelen: "Zaman onun aleyhine geldi ve onu helâk etti" demektir. en-Nabiğa'nın şu mısraında da bu anlamda kullanılmıştır:

"Lübed'i helâk eden. ne ise onu da helâk etti."

Onun aleyhine (işini) bozdum" demektir.

46

Asıl onlara vaad olunan vakit kıyâmettir ve o kıyâmet daha büyük bela ve daha acıdır.

İbn Abbâs dedi ki: Bu âyetin nüzulü ile Bedir gazvesi arasında yedi yıllık bir süre geçmiştir. Buna göre bu âyet-i kerîme Mekke'de inmiştir.

Ancak Buhârî’de mü’minlerin annesi Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediği zikredilmektedir: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Mekke'de ben oyun oynayan çağda küçük bir kız iken:

"Asıl onlara vaad olunan vakit kıyâmettir ve o kıyâmet daha büyük bela ve daha acıdır" âyeti nazil olmuştur Buhârî IV, 1846,1910; Abdurrezzak, Mûsannef, III, 352; Beyhaki, Şuabu'l-îman, II, 432

İbn Abbâs (radıyallahü anh)'dan gelen rivâyete göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir günü kendisine ait çadırda iken şöyle demiştir: "Allah'ım, Senin bana ahdini ve vaadini gerçekleştirmeni diliyorum. Eğer dilersen bugünden sonra ebediyyen Sana ibadet olunmayacak." Ebû Bekir (radıyallahü anh) elinden tutup: Ey Allah'ın Rasûlü, bu kadar sana yeter, çünkü Rabbine gerçekten ısrarla dua etmiş bulunuyorsun. O sırada o zırhını giyinmişti, çıkarken de şöyle diyordu:

"Yakında o topluluk yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır. Asıl onlara vaad olunan vakit kıyâmettir. Ve o kıyâmet daha büyük bela ve daha acıdır." Buhârî, III, 1067, IV, 1845, 1846, 1856; Müsned, I, 329. Yani (Kıyâmet) Bedir günü onlara isabet edenlerden daha büyük bir bela ve daha acıdır, demektir.

" Daha büyük bela" lâfzı "Büyük İş" anlamındaki lafızdan gelmektedir. " Bu iş ona gelip, isabet etti" demektir. da mastardır. İbnu's-Sikkit dedi ki: “Ona bir musibet gelip çattı" denilir. (Birinci kelimeden sonraki kelimelerden biri) onu tekid etmek için kullanılır.

47

Muhakkak ki günahkarlar sapıklıkta ve çılgın ateş İçindedirler.

"Muhakkak ki günahkarlar sapıklıkta ve çılgın ateş İçindedirler" âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Günahkarların Cezaları:

"Muhakkak ki günahkarlar sapıklıkta" haktan yan çizip uzaklaşmakta

"ve çılgın ateş" yanmak azâbı

"içindedirler." Bu sûrede az önce geçtiği üzere, delilik içerisindedirler, diye de açıklanmıştır.

48

O gün yüzleri üzere ateşe sürüklenirler. "Cehennemin dokunmasını tadın!"

"O gün yüzleri üzere ateşe sürüklenirler. Cehennemin dokunmasını tadın!" âyeti ile ilgili olarak Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kureyş müşrikleri gelerek Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile kader hususunda tartışmaya koyuldular. Bunun üzerine:

"O gün yüzleri üzere ateşe sürüklenirler. Cehennemin dokunmasını tadın (denilir). Çünkü Biz, herşeyi bir takdir ile yarattık." âyeti nazil oldu. Müslim, IV, 2046; İbn Mace, I, 32; Müsned, II, 476.

Bu hadisi Tirmizi de rivâyet etmiş olup hasen, sahih bir hadistir demiştir. Tirmizi, V, 39H- Yine Müslim, Tavus'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından birtakım kimselere yetiştim. Onlar: Herşey bir kader iledir, diyorlardı. Ayrıca Abdullah b. Ömer'i de şöyle derken dinledim: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Herşey bir kader iledir. Acizlik ve beceriklilik, çalışkanlık bile. Yahut: Beceriklilik, çalışkanlık ve acizlik bile" dedi. Müslim, IV,2045; Muvatta’, II, «99; Müsned, II, 110.

Bu da Kaderiyyenin görüşünü çürütmektedir.

"Tadın" âyeti onlara: Tadın denilir, demektir.

"Dokunması" ise içine düşecekleri vakit duyacakları acı ve ızdıraptır.

"Sekar" Cehennemin isimlerinden birisi olup, lâfız munsarıf değildir. Çünkü müennes ve marife bir isimdir, Leza ve cehennem kelimeleri de böyledir. Atâ dedi ki: Sekar cehennemin altıncı katıdır. Kutrub da: "Sekar" lâfzı; "Güneş onu şiddetlice yaktı" ifadesinden gelmektedir, Aşırı sıcak bir gün" demektir.

49

Çünkü Biz herşeyi bir takdir ile yarattık.

2- "Herşey" ile İlgili Kıraatler ve Buna Dair Nahiv Açıklamaları:

"Çünkü Biz herşeyi" âyetindeki: "...i" lâfzı genel olarak nasb ile okunmuştur. Ancak Ebû's-Semmal mübteda olarak ref" ile (........) diye okumuştur. Nasb ile okuyanlar bir fiil takdirine göre böyle okurlar. Kûfelilerin tercihi de budur. Çünkü: " Çünkü, muhakkak" bir fiil ister. O bakımdan böyle bir fiil takdiri daha uygundur. Ayrıca

"herşeyi" lâfzının nasb ile okunması yüce Allah'ın mahlukatı hakkında umumiliğe daha çok delalet etmektedir. Zira hazfedilmiş fiili açıklayan:

"...i yarattık" fiilini hazfedip, birinci fiili de açığa çıkartacak olursak, o vakit ifade: "muhakkak Biz herşeyi bir kader ile yarattık" şeklinde olur. Bu durumda da:

"...i yarattık" lâfzının

"şey"in sıfatı olması uygun düşmez. Zira sıfatın mevsuftan önceki lâfızlarda ameli sözkonusu değildir. Kendisinden önceki lâfızlarda amel edenin tefsiri de olması sözkonusu olmaz.

3- Eşyanın Takdiri ile İlgili Ehî-i Sünnetin Kanaati:

Ehl-i sünnetin kabul ettiği görüş şudur: Yüce Allah, herşeyi takdir etmiştir. Yani onların miktarlarını, hallerini ve zamanlarını var edilmeden önce bilmiştir. Sonra da bunlardan ezeli ilmindeki şekli ile var olacağını bildiği şeyleri var etmiştir. İster yüce alemde, ister alt herşey, alemde yüce Allah'ın ilim, kudret ve iradesi ile sadır olar. Yaratıkların bunda herhangi bir etkisi yoktur. Mahlukatın meydana gelen bu olaylarda bir çeşit kesb (kazanmak), çaba, nisbet ve izafeden öte herhangi bir katkıları olamaz. Bütün bunlar da yüce Allah'ın onlara bu işi kolaylaştırması, O'nun kudreti, tevfiki ve ilhamı ile gerçekleşir. O her türlü eksiklikten münezzehtir, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, O'nun dışında yaratıcı yoktur. Tıpkı Kur'ân-ı Kerîm ve sünnetin açıkça ifade ettiği gibi. Durum Kaderiyyenin ve ameller bizim, eceller ise bizden başkasının elindedir, diyenlerin söyledikleri gibi değildir.

Ebû Zerr (radıyallahü anh) dedi ki: Necranlıların heyeti Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelerek şöyle dediler: Ameller bizim, eceller ise bizden başkasının elindedir. Bunun üzerine bu âyet-i kerimeler, yüce Allah'ın:

"Çünkü Biz herşeyi bir takdir ile yarattık" âyetine gelinceye kadar indi. Bu sefer onlar: Ey Muhammed! Bizim günah işleyeceğimizi yazdığı halde bize azap mı edecek dediler? Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Kıyâmet gününde sizler Allah'ın hasımları olacaksınız" diye buyurdu. Bazı yönleriyle farklı benzer rivâyetler: Ta beri, Tefsir, XVII, 109, 110, 111; İbn Hihban, Sahih, XIV, 6; Tirmizi, IV, 459, V, 398; İbn Mace, 1, 32; Müsned, II, 476.

4- Kadere Îman Etmeyenler, Kaderi Yalanlayanlar:

Ebuz-Zübeyr, Cabir b. Abdullah (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Bu ümmetin mecusileri yüce Allah'ın kaderlerini yalanlayan kimselerdir. Bunlar hastalanacak olursa onlara ziyarete gitmeyiniz, ölürlerse cenazelerinde bulunmayınız. Onlarla karşılaşacak olursanız, onlara selam vermeyiniz." Bu hadisi İbn Mace, Sünen'inde rivâyet etmiştir. İbn Mace, I, 35; İbn Ömer'den benzer bir rivâyet: Ebû Davudi, IV, 222.

Yine İbn Mace, İbn Abbâs ve Cabir'den şöyle dediklerini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ümmetimden iki sınıf insan vardır ki onların İslam'dan herhangi bir payları yoktur. Bunlar mürcie ile Kaderiyyedir. " ibn Mace, I, 28; Tirmizi, IV, 454.

en-Nehhâs senedini kaydederek dedi ki: Bize İbrahim b. Şerik el-Kuft anlattı, dedi ki: Bize Ukbe b. Mukrem ed-Dabbi anlattı, dedi ki: Bize Yûnus b. Bukeyr, Said b. Meysere'den anlattı. O Enes'ten dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hayır da, şer de bizim elimizdedir, diyen Kaderiyyenin benim şefaatimden herhangi bir payları yoktur. Ben de onlardan değilim, onlar da benden değildir. " Deylemi. Firdevs, III, 23S.

Müslim'in Sahih'indeki rivâyete göre İbn Ömer Kaderiyye mensuplarıyla ilişkisinin olmadığını belirtmiştir. Kâfirden başkasından ise beri olunmaz. Daha sonra bu hususu şu sözleriyle pekiştirmiştir: Abdullah b. Ömer'in adına yemin ettiği zat hakkı İçin, eğer onlardan herhangi birisinin Uhud dağı kadar altını bulunup da bunu infak edecek olursa, kadere îman etmediği sürece Allah ondan kabul etmeyecektir. " Müslim, I, 37; Tirmizî, V, 6; Ebû Davud, V, 223.

Bu da yüce Allah'ın münafıklar hakkındaki şu âyetine benzemektedir:

"Harcamalarının kendilerinden kabul edilmesini engelleyen sadece şudur: Onlar Allah'a ve Rasûlüne kâfir olmuşlardır..." (et-Tevbe, 9/54) Bu da açıkça anlaşılan bir husustur.

Ebû Hüreyre dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kadere îman üzüntü ve kederi giderir." İbn Hacer el-Askalani, Lisanu'l-Mizan, II, 12 de bu hadisin es-Seri b. Âsım b. Sehf'in ortaya çıkarttığı "helalar'dan biri olduğunu söylemektedir.

50

Emrimiz ancak birdir ve bir göz kırpması gibidir.

"Emrimiz ancak birdir" bir defadır

"ve bir göz kırpması gibidir." Yani Benim yarattıklarım hakkındaki kaza ve hükmüm göz değmesinden, kırpmasından daha hızlıdır.

" Göz kırpması (değmesi) acele ile bakmak"tır. "Gözü şimşeğe değiverdi" denilir.

es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: “Onu çabucak görüverdi" demektir. İsmi: , "Şimşek ve yıldız parladı" denilir.

51

Yemin olsun Biz, benzerlerinizi helâk ettik. O halde var mı bir düşünen?

"Yemin olsun Biz benzerlerinizi helâk ettik." Geçmiş ümmetler arasından küfürleri itibariyle size benzeyenleri helâk ettik. Size uyanları ve sîze yardımcı olanları helâk ettik, diye de açıklanmıştır.

"O halde var mı bir düşünen?" Öğüt alan.

52

İşledikleri herşey de defterlerdedir.

"İşledikleri herşey de defterlerdedir." Onlardan önceki bütün ümmetlerin hayır ve şer türünden işledikleri herşey aleyhlerine yazılmıştır. Bu da yüce Allah'ın:

"Çünkü Biz herşeyi bir takdir ile yarattık" âyetini açıklamaktadır.

"Defterlerdedir." Levh-i Mahfuzdadır demektir. Hafaza meleklerinin yazdıkları defterlerdedir, diye açıklandığı gibi, Ummu'l-Kitap'ta (kitapların anasında)dır, diye de açıklanmıştır.

53

Küçük, büyük herşey satır satır yazılıdır.

"Küçük büyük herşey satır satır yazılıdır." Küçük olsun, büyük olsun herbir günah onu işleyecek olan kimse hakkında, onu işlemeden önce -onun karşılığını görmek üzere- yazılıdır. Onu işlediği vakit de yazılır.

"Yazdı, yazar" demektir. -anlam itibariyle- onun . gibidir.

Yüce Allah, kâfirlerin durumunu anlattıktan sonra mü’minlerin durumunu da:

54

Muhakkak ki takva sahibleri cennetlerde ve ırmaklardadır.

"Muhakkak ki takva sahipleri cennetlerde ve ırmaklardadır" diye açıklamaktadır.

"Irmaklardadır." Su, şarap, bal ve sudan akan ırmakları kastetmektedir. Bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır.

"Irmak(lar)" lâfzının âyet-i kerimede tekil olarak gelmesinin sebebi ise, âyet sonu oluşundandır. Diğer taraftan tekil bir lâfız da bazan çoğul anlamını verebilir,

"aydınlık ve bolluk içerisindedir" anlamına geldiği de söylenmiştir. Aydınlığı sebebiyle gündüze: denilmesi buradan geldiği gibi; "Yarayı açtım" tabiri de buradan gelmektedir. Şair de şöyle demektedir:

"Elimi üzerine (darbeye) iyice yerleştirdim ve onan açıklığını daha da açtım,

Onun önünde duran, arkasında ne var görebiliyordu."

Ebû Miclez, Ebû Nehik, el-A'rec, Talha b. Mûsarrıf ve Katade bu lâfzı iki ötreli olarak; diye okumuşlardır. Bu şekliyle "nehar: gündüz"ün çoğulu ve onların geceleri olmayacaktır, anlamını verir gibidir. Tıpkı: "Bulut" lâfzının çoğulunun: diye gelmesi gibidir. el-Ferrâ'' şöyle demiştir; Araplardan birisi bana şu beyiti okumuştur:

"Eğer sen gececi isen ben gündüzcü kimseyim,

Sabahı ne zaman görürsem, hiçbir şeyi beklemem."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Şayet iki tirid olmasaydı, zayıflayarak ölür giderdik.

Gece tiridi ile gündüzleri gelen bir tirid."

55

Sıdk meclisinde, gayet muktedir bir melikin yanındadırlar.

"Sıdk meclisinde" yani boş sözün, günaha sokacak ifadelerin yer almadığı hak meclisi olan cennetlerde

"gayet muktedir" dilediği herşeye güç yetiren

"bir melikin yanındadırlar." Âyetindeki

"Yanında" lâfzı burada yakınlık, yakın mevki, mertebe, şeref ve üstünlük ve makam anlamını veren bir yakınlıktır. (Cafer) es-Sadık dedi ki: Allah sıdk yerini övmüş bulunmaktadır. Orada sıdk ehli olanlardan başkası oturmayacaktır,

Osman el-Betti: " Sıdk meclislerinde" diye çoğul olarak okumuştur. "Meclisler" ise insanların çarşı-pazarlarda ve başka yerlerde oturdukları yerler anlamına gelir.

Abdullah b. Bureyde dedi ki: Cennet ehli her gün şanı yüce ve mübarek olan Cebbar'ın huzuruna girerler. Yüce Rabblerine Kur'ân okurlar, herkes de kendisine ait olan mecliste oturmuş olacaktır. Oturdukları yerler inci, yakut, zeberced ve altın ile gümüşten olup amellerine göre bu yerleri tesbit edilmiş olacaktır. Bundan dolayı gözleri aydın olduğu kadar hiçbir şeyle gözleri aydın olmayacaktır. Bundan daha büyük ve daha güzel hiçbir şey de işitmeyeceklerdir. Sonra da ertesi gün aynı şekilde gözlerini aydınlatacak bu hale tekrar gelinceye kadar konakladıkları yerlerine geri döneceklerdir.

Sevr b. Yezid de Halid b. Ma'dan'dan şöyle dediğini zikretmektedir: Bize ulaştığına göre melekler kıyâmet gününde mü’minlere gelerek: Ey Allah'ın dostları, haydi kalkınız derler. Onlar: Nereye, diye sorarlar. Melekler: Cennete diye cevab verirler. Bunun üzerine mü’minler şöyle derler: Siz bizleri bizi istediğimiz yerden başka yere götürüyorsunuz. Melekler: Gitmek istediğiniz yer neresidir? diye sorarlar, mü’minler şu cevabı verirler: Gayet muktedir bir melikin yanında sıdk meclisi, derler,

Bu haber bu anlamı ile fakat özel bazı kimseler hakkında da şöylece rivâyet edilmiştir: Yüce Allah'ı iyice akSetmiş bir kesimi melekler -diğer insanlar hesaplan görülmekte iken- cennete götürürler. Bunlar meleklere: Bizi nereye taşıyorsunuz? diye sorarlar. Melekler: Cennete diye cevap verirler. Bu kimseler; Sizler bizleri bizim asıl istediğimiz yerden başkasına götürüyorsunuz deyince, melekler: Sizin istediğiniz yer neresidir? diye sorarlar. Bu sefer: Haber verdiği şekilde: "Sıdk meclisinde gayet muktedir bir melikin yanındadırlar" âyetinde olduğu gibi, o candan sevdiğimiz ile birlikte sıdk meclisidir, diye cevap verirler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

el-Kamer Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah'a hamdolsun.

0 ﴿