RAHMÂN SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile

el-Hasen, Urve b. ez-Zübeyr, İkrime, Atâ ve Câbir'in görüşüne göre bütünüyle Mekke'de inmiştir.

İbn Abbâs; bundan bir âyet müstesnadır. Bu da yüce Allah'ın:

"Göklerde ve yerde bulunan herkes O'ndan diler" (er-Rahmân, 55/29) âyetidir, demiştir. Yetmişaltı âyettir,

İbn Mes’ûd ve Mukâtil : Bütünüyle Medine'de inmiştir, demişlerdir. Ancak birinci görüş Urve b. ez-Zübeyr'den gelen şu rivâyet dolayisı ile daha sahihtir: Mekke'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra Kur'ân'ı açıktan okuyan ilk kişi İbn Mes’ûd'dur. Şöyle ki Ashabr Kureyşliler hiçbir zaman bu Kur'ân'ın yüksek sesle, açıkça okunduğunu henüz işitmediler. Acaba bu Kur'ân'ı onlara işittirecek bir kimse var mı? dediler. İbn Mes’ûd; Ben diye atılınca, ashab: Sana bir zarar geleceğinden korkuyoruz. Bizler kendisini koruyacak aşireti bulunan bir adamın bunu yapmasını istiyoruz, dediler. Ancak o bunu kabul etmedi. Makamın yanında ayağa dikilip

"Rahmân ve rahim Allah'ın adıyla. Rahmân (alan Allah) Kur'ân'ı öğretti..."diye okumaya koyuldu. Sonra Kureyş, meclislerinde oturmakta iken o sesini yükseltmeye devam etti. Dikkatle dinleyince: Um Abd'in oğlu ne diyor? dediler. Diğerleri: O Muhammed'in üzerine indirildiğini iddia ettiği sözleri söylüyor, dediler. Sonra da yüzünü yaralayıncaya kadar onu dövdüler.

Sahih rivâyetle sabit olduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), (Batn-ı) Nahle denilen yerde sabah namazını kıldı. er-Rahmân Sûresi'ni okudu. Cinlerden bir kesim oradan geçti ve ona îman etti.

Tirmizi'deki rivâyete göre Câbir şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabının yanına çıkıp geldi. Onlara er-Rahmân Sûresi'ni başından sonuna kadar okudu, onlar da seslerini çıkarmayıp dinlediler. Peygamber şöyle buyurdu:

"Yemin olsun ben bu sûreyi cin gecesi cinlere karşı ukudum. Onlar sizden daha güzel karşılık veriyorlardı. Ben yüce Allah'ın: "O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?" âyetini okudukça kendileri de: Rabbimiz, nimetlerinden hiçbirisini yalanlamıyoruz. Hamd yalnız Sanadır" diye karşılık veriyorlardı. (Tirmizi) dedi ki: Bu garib bir hadistir: V, 399

Ayrıca bu rivâyette sûrenin Mekke'de indiğine delil bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Rivâyet olunduğuna göre Kays b. Âsım el-Minkârî Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e şöyle demiştir: Bana sana indirilenlerden bir şeyler oku. Bunun üzerine Peygamber ona er-Rahmân Sûresi'ni okudu. Kays: Onu tekrar oku deyince," Peygamber üç defa bu sûreyi ona tekrar etti. Kays: Allah'a yemin ederim ki bunun bir parlaklığı vardır. Bu sözün kendine has bir tadı vardır. Onun altı sulak, yukarısı yemişlidir. Böyle bir sözü hiçbir insan söyleyemez. Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve şüphesiz sen Allah'ın Rasûlüsün, dedi.

 Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Herşeyin bir gelini vardır. Kur'ân'ın gelini de er-Rahmân sûresi’dir." Beyhaki, Şuabu'l-Îman, II, 490

1

Rahmân,

"Rahmân" olan Allah

"Kur'ân'ı Öğretti" âyeti hakkında Said b. Cübeyr ile Âmir en-Nehaî şöyle demişlerdir:

"er-Rahmân" bir araya getirilmeleri halinde yüce Allah'ın isimlerinden birisini teşkil eden üç sûrenin başlangıcıdır: "Elif, lâm, Ra" ile "Hâ, Mîm" ve "Nün." Bunların bir araya getirilmeleri halinde

"er-Rahmân" ismi ortaya çıkar.

2

Kur'ân’ı öğretti,

"Kur'ân'ı öğretti." Yani yüce Allah onu peygamberine öğretti, o da onu bütün insanlara eksiksiz tebliğ etdi.

Bu sûre Mekkeli müşrikler: Rahmân da neymiş? demeleri üzerine inmiştir.

Bu âyetin Mekkelilere: Ona bu Kur'ân'ı bir insan öğretiyor ve o da Yemâme'nin Rahmân'ıdır sözlerine cevab olmak üzere indiği de söylenmiştir. Onlar bu sözleriyle yalancı Müseylemeyi kastediyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah:

"Rahmân (olan Allah) Kur'ân'ı öğretti" âyetlerini indirdi.

ez-Zeccâc dedi ki:

"Kur'ân'ı öğretti." Onun hatırlanmasını ve okunmasını kolaylaştırdı demektir. Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki Biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık." (en-Necm, 54/17) âyeti da bu anlamdadır.

Yüce Allah, Kur'ân'ı insanların kendisi ile kendisine ibadet etmelerinin bir alâmeti kılmıştır, diye de açıklanmıştır,

3

İnsanı yarattı,

"İnsanı yarattı" âyeti hakkında İbn Abbâs, Katade ve el-Hasen: Âdem (aleyhisselâm)'ı kastetmektedir, demişlerdir.

4

Ona beyânı öğretti.

"Ona beyânı" herşeyin ismini

"öğretti." Ona bütün dilleri öğretti, diye de açıklanmıştır. Yine İbn Abbâs'tan ve İbn Keysân'dan şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Burada insan'dan, kasıt Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir.

"Beyân"dan kasıt ise helâl ile haramın, hidayet ile sapıklığın açıklanmasıdır. Olmuş ve olacaklar, diye de açıklanmıştır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm öncekilere de, sonrakilere de, kıyâmet gününe dair de açıklamalarda bulunmuştur. ed-Dahhâk

"beyân" hayır ve serdir, demiştir. er-Rabi' b. Enes de: İnsana fayda ve zarar verecek şeylerdir, diye açıklamıştır. Katade de böyle demiştir.

"İnsan" ile bütün insanların kastedildiği de söylenmiştir. O halde bu bir cins isimdir.

"Beyan" da bu açıklamaya göre konuşmak ve kavramak demek olur. Bu ise insanın diğer canlı varlıklara kendisi vasıtasıyla üstün kılındığı özellikler arasındadır.

es-Süddî şöyle demiştir: O herbir kavme kendisi ile konuşacakları dillerini öğretmiştir. Yemân da: Kalem ile yazı yazmaktır, diye açıklamıştır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"O kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti" (İkra, 96/4-5) âyetleridir.

5

Güneş de, ay da hesapladır.

"Güneş de, ay da hesapladır." Yani her ikisi de bilinen bir hesap ile akıp gitmektedirler. Böylelikle bu âyette ("her ikisi de akıp gitmektedirler") anlamına gelen; takdirindeki haber hazfedilmiştir.

İbn Abbâs, Katade ve Ebû Malik de şöyle demişlerdir: Yani onlar belirli konaklarda bir hesaba göre akmaktadırlar. Bu konakları ileri geçemezler ve başka yere de kaymazlar.

İbn Zeyd ve İbn Keysân şöyle demişlerdir; Her ikisi ile vakitler, va'deler ve ömürler hesab edilmektedir. Eğer gece gündüz, güneş ay olmasaydı ve eğer zaman tümüyle gece ya da gündüz olsaydı, hiç kimse herhangi bir şeyi nasıl hesab edeceğini bilemeyecekti.

es-Süddî dedi ki:

"Hesapladır" bunların süreleri takdir edilmiştir, demektir. Bunlar tıpkı insanların ecelleri gibi ecellerine doğru akıp giderler, onların da ecelleri geldi mî yok olup gidecekler, Bunun bir diğer benzeri Yüce Allah’ın:

"Herbiri belirli bir süreye kadar akıp gitmektedir." (ez-Zümer, 39/5) âyetidir.

ed-Dahhâk, bir kader iledir, diye açıklamıştır. Mücahid de şöyle demiştir: "Hesaplıdır" lâfzı değirmenin hüsbânı yani etrafında döndüğü ekseni gibidir, demektir. Her ikisi de bir eksenin etrafında dönermişcesine dönerler,

" Hesap" lâfzı; "Onu hesap ettim, ederim, hesap etmek" fiilinin mastarı olabilir. Mastar itibariyle "gufran, küfran, rüchan" lâfızlarına benzer, bir diğer masdar şekli de; şeklindedir. Bu da; "Onu saydım, sayarım" anlamındadır.

el-Ahfeş dedi ki: Bu lâfız "hisab"in çoğulu da olabilir, çoğulunun diye gelmesi gibi. Bu kelime aynı zamanda "azâb ve kısa oklar" anlamında da kullanılır. Buna dair açıklamalar el-Kehf Sûresi'nde (18/40. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Tekili: ...diye gelir. Bu aynı zamanda "küçük yastık" anlamında da kullanılır. Bu anlamdan hareketle: " Ona yastık hazırladım" demek olur. Nitekim şair şöyle demiştir:

"O vakit sen yastık hazırlanmamış olarak kalırsın."

Kimse sana ikram etmeksizin ve sana kefen giydirilmeksizin, demektir.

6

Gövdesiz bitkiler de, ağaçlar da secde ederler.

"Gövdesiz bitkiler de, ağaçlar da secde ederler" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs ve başkaları şöyle demişlerdir:

"Gövdesiz bitkiler" Gövdesi bulunmayanları;

"Ağaçlar" lâfzı da gövdesi olanlar"ı anlatmaktadır. İbn Abbâs Temimli Safvan b. Esed'in şu beyitini de zikretmektedir:

"O büyük düzlük dikenli bitkilerini verdi,

Ttemim ve Vâil kabileleri de bu sayede tamam oldu."

Züheyr b. Ebi Sülmâ da şöyle demiştir:

"Bitki gövdeleri ile taçlanmış bulunuyor, güney rüzgarının dokuduğu;

Ki onun saf olmayan suyunun hareleri yardır."

"Gövdesiz bitki" lâfzı; O şey ortaya çıktı, göründü, çıkar, görünür" kökünden gelmektedir.

Bitkilerin ve ağaçların secdeleri, gölgelerinin secdesiyle olur. Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır.

el-Ferrâ' dedi ki: Bunların secdeleri güneş doğduğu zaman güneşe dönük olmaları, sonra gölge çekilinceye kadar onunla birlikte gölgelerinin de kayması ile olur.

ez-Zeccâc dedi ki: İkisinin secdesi gölgelerinin onlarla birlikte dönmesi ile olur. Nitekim yüce Allah:

"Gölgelerinin... dönerek." (en-Nahl, 16/48) diye buyurmaktadır,

el-Hasen ve Mücahid de âyet-i kerimede geçen (ve "gövdesiz bitkiler" diye meali verilen): "en-Necm"den kasıt semadaki yıldızlardır, demişlerdir. Mücahid'in görüşüne göre yıldızın secdesi gölgesinin dönmesi ile olur. Taberi'nin tercih ettiği de budur. Bu görüşü el-Mehdevî de nakletmektedir.

Yıldızın secdesinin, kaybolması olduğu, ağacın secdesinin meyvesinin toplanmasının mümkün olmasıdır, diye de açıklanmıştır. Bu görüşü el-Maverdî nakletmektedir. Bir diğer görüşe göre bütün bunlar, Allah tarafından musahhar kılınmış şeylerdir. O bakımdan sizler Sabitlerden birtakım kimselerin yıldızlara taptıkları gibi sakın yıldızlara tapmayınız. Acemlerden bir çoğunun yaptığı gibi de ağaçlara tapmayınız, demektir.

"Secde etmek" zilletle boyun eğmek demektir. Bununla kastedilen ise sonradan yaratılmışlığın izlerini taşımalarıdır. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî nakletmiştir.

en-Nehhâs dedi ki: Dilde "secde etme'nin asıl anlamı, yüce Allah'a teslim olmak ve O'na boyun eğip itaat etmektir. Bundan dolayı secde bütün cansızların Allah'ın emrine teslimiyetleri ve O'nun emrine itaat etmeleridir. Canlı varlıklarda da durum bu şekildedir. Namazdaki secde de bu türdendir. Muhammed b. Yezid de: "en-necm (mealde; gövdesiz bitkiler) in yıldızlar anlamına geldiği ile ilgili olarak şu beyiti zikretmektedir:

"Yıldız(lar)ı (yansıttığından ötürü) o dopdolu tencerede sayarak geçirdi geceyi

Yiyenlerin elinde çabukça donuveren (o yemeğin tenceresinde)."

7

Göğe gelince, onu da yükseltti ve mizanı koydu.

"Göğe gelince onu da yükseltti" âyetindeki: " Göğe gelince" lâfzını Ebû's-Semmal; ……şeklinde mübteda olarak ref ile okumuştur. (Göğü de yükseltti, demek olur.) Bunu tercih etmesinin sebebi daha önce geçen:

"Gövdesiz bitkiler de, ağaçlar da secde ederler" cümlesine bu cümleyi atfetmiş olmasıdır. Böyle okumak suretiyle atfedileni de tıpkı kendisine atfedilen gibi mübteda ve haberden meydana gelmiş bir cümle olarak kabul etmiş olmaktadır, Diğerleri ise bu lâfzı daha sonra gelen fiilin delâlet ettiği bir fiili takdir ederek nasb ile okumuşlardır.

"Ve mizanı koydu." Mücahid, Katade ve es-Süddîden, adaleti koydu, demektir. Yani o yeryüzünde uygulanmasını emrettiği adaleti koydu. " Allah şeriatı koydu, vazetti" denilir. "Filan kişi şunu koydu, bıraktı" demektir. Buna binaen mizandan kasıt Kur'ân'dır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de kendisine gerek duyulan şeyler vardır diye açıklanmıştır ki bu da el-Huseyn b. el-Fadl'ın görüşüdür.

el-Hasen ve yine Katade ile ed-Dahhâk şöyle demişlerdir: Bu mizan'dan kasıt, insanların birbirlerine karşı adaletli davranmaları ve birbirlerindeki hakkı almaları için kendisi ile tartılan ve denge göstergesi (lisanı) bulunan mizandır. Bu âyet adaletin yerine getirilmesini emretmek anlamında haber kipinde gelmiştir. Buna da yüce Allah'ın:

"Tartıyı adaletle dosdoğru yapın" âyeti delalet etmektedir ki; "Adalet" demektir.

Bunun hüküm ile aynı şey olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah bu âyet ile amellerin tartılması için âhirette mizanın yerleştirilmesini murad etmiştir, diye de açıklanmıştır.

"Mizan" lâfzının aslı 'dır. Buna dair açıklamalar daha önce el-A'raf Sûre'sinde (7/8. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

8

Âyetin tefsiri için bak:9

9

Tartıda haksızlık etmeyin, tartıyı adaletle dosdoğru yapın ve tartıyı eksik yapmayın" diye emretti.

"Tartıda haksızlık etmeyin... diye" âyetindeki:

"...meyin diye" lâfzında geçen;

"Diye" edatının i'rabtaki yerinin, harf-i cerrin hazfedildiği takdirine binâen nasb olması mümkündür. "Haksızlık etmeyesiniz diye, etmemeniz için" diye buyurmuş gibidir.

Yüce Allah'ın:

"Allah yanılmayasanız diye size açıklıyor." (en-Nisa, 4/176) âyetinde olduğu gibi. Diğer taraftan: (........) edatının i'rabta mahallinin olmaması da mümkündür. O takdirde âyet "haksızlık etmeyin" anlamında olup bu takdire göre; meczum olur. Yüce Allah'ın;

"Onların elebaşıları: Yürüyün,,, diyerek kalkıp gittiler." (Sâd, 38/6) âyetindeki; "Yürüyün diye..." lâfzının "Yürüyün" anlamında olmasına benzemektedir.

"Tuğyan" haddi aşmak demektir. Buna göre mîzan adalettir, diyenler mizanın tuğyanı (haksızlık etmesi) de zulümdür demişlerdir. Maksat kendisi ile tartılan terazi olduğunu söyleyenler mizanın tuğyanının eksik tartmak olduğunu söylemişlerdir.

İbn Abbâs dedi ki: Bir kimseye tartacak olursanız, hainlik etmeyiniz, demektir. Yine ondan rivâyete göre o şöyle demiştir: Ey mevali topluluğu! Sizler insanların kendileri sebebiyle helâk oldukları iki işin başına getirilmiş bulunuyorsunuz. Bunlar çile ile ölçmek ve terazi ile tartmaktır.

"Mizan"dan kasıt hükümdür diyenler de onun haksızlık yapması tahrif etmektir, derler. İfadede hazfedilmiş lâfızlar olduğu da söylenmiştir. Yani, O mizanı koydu ve sizlere mizanda haksızlık etmeyin, diye emretti.

"Tartıyı adaletle dosdoğru yapın." Yani onu adaletin gereği ne ise öylece kullanın.

Ebû'd-Derdâ (radıyallahü anh) dedi ki: Sizler terazinin işaretini tam bir adalet ile dosdoğru tutun. İbn Uyeyne şöyle demiştir: Terazinin dosdoğru tutulması el ile olur, adalet te kalp ile olur, Mücahid dedi ki: (Mealde "adalet" diye anlamı verilen) el-kıst: Rumcada adalet demektir. Bir görüşe göre de bu "bir kimse namazı İkame etti" demeye benzer. Bu da namazı vaktinde kıldı anlamındadır. İnsanlar pazarlarını ikame etti tabiri de vaktinde, zamanında oraya gittiler, anlamındadır.

Âyet, sizler birbirinizle tartılı ilişkilere girdiğiniz takdirde adaleti elden bırakmayınız, anlamındadır.

"Ve tartıyı eksik yapmayın." Terazide eksiklik olmasın, ölçü ve tartıyı eksik yapmayın. Bu da yüce Allah'ın:

"Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın." (Hûd, 11/84) âyetine benzemektedir.

Katade, bu âyet-i kerîme hakkında şunları demiştir: Ey Âdemoğlu, sana karşı adalet yapılmasını sevdiğin gibi, sen de adaletli ol. Sana karşı hakkının eksiksiz ve tam olarak verilmesini sevdiğin gibi, sen de öylece tam ve eksiksiz ver. Çünkü insanların ıslah olması adalete bağlıdır. Bir görüşe göre anlam şöyledir: Kıyâmet gününde hasenatınızın tartılacağı mîzânı eksiltmeyiniz. O vakit bu sizin aleyhinize hasret duyacağınız bir durum olur. "Mîfcân" lâfzının tekrarlanması âyet sonlarına gelmesinden ötürüdür.

Tekrarın, eksiksiz tartmak ve bu hususta adalete riayet etmeyi emretmek için olduğu da söylenmiştir.

"Eksik yapmayın" anlamındaki âyet genel olarak: şeklinde "te" harfi ötreli ve "sin" harfi de kesreli olarak okunmuştur. Ancak Bilal b. Ebi Burde ile Osman'dan Ebân "te" harfi ile "sin" harflerini üstün olarak)diye okumuşlardır. İki ayrı söyleyiştir. Meselâ; "Mizanı eksik yaptım (eksik tarttım)" denildiği gibi aynı anlamda: da denilir. Tıpkı "onu mecbur ettim" anlamında: denilebileceği gibi.

"Te" ve "sin" harflerini ötreli okuyuşun cer harfinin hazfi takdirine göre yorumlandığı da söylenmiştir. Anlamı da: "Tartıda haksızlık etmeyin" şeklindedir.

10

Yere gelince, onu da oranın yaratıkları İçin alçaktı.

"Yere gelince, onu da oranın yaratıkları için alçalttı" âyetindeki:

"Yaratıklar" İbn Abbâs'dan gelen rivâyete göre insanlar demektir, el-Hasen: Cinler ve insanlar diye açıklamıştır. ed Dahhâk ise: Yeryüzünde hareket eden herşey demektir, diye açıklamıştır. Bu da genel bir açıklamadır.

11

Orada meyveler ve tomurcuklu hurma ağaçları vardır.

"Orada meyveler" yani insanın kendisi ile zevk ve lezzet aldığı çeşitli mahsuller

"ve tomurcuklu hurma ağaçları vardır." Âyetteki:

"tomurcuklar" lâfzı esreli olarak; çoğuludur. el-Cevherî dedi ki: " ile Yeni çıkan hurmanın içinde bulunduğu kapçık (tomurcuk)"dur. Bunun çoğulu ile diye de gelir. "Yeni doğan deve yavrusunun zarar göreceğinden korkulduğu için gücü kuvveti yerine gelinceye kadar örtüldü" anlamındadır. Şair el-Accac da şöyle demiştir:

"Hatta sen insanlara baygınlık geldiği zaman (ve böylelikle akılları örtüldüğünde) onları görecek olursan,

Bir keder içerisinde; eğer bu keder açılmayacak olursa, onlar gerçekten kedere boğulurlar,"

Beyitteki: " Bayıldılar, baygın düştüler" demektir, "Hurma ağacı tomurcuklarım çıkardı" demektir. Kesreti olarak: "ısırmasın diye devenin ağzının kendisi ile bağlandığı şey" demektir. Bu kökten olmak üzere "Ağzı bağlanmış deve" denilir, " O şeyi örttüm" demektir. "Bir şeyi setredip, örten"e denilir. Ötreli olarak: "Gömleğin yeni" ifadesi de buradan gelmektedir. Çoğulu: ile şeklinde gelir. Tıpkı: çoğulunun; diye gelmesi gibi. " Yuvarlak başlık" anlamına da gelir, çünkü o başı örter. Şair şöyle demektedir:

"Ben onlara: Birinizin başlığı ile ölçün dedim,

Dirhemlerinizi; çünkü ben böylece ölçüyorum."

el-Hasen dedi ki:

"Tomurcuklu hurma ağaçları" lifleri bulunan hurma ağaçları demektir. Çünkü hurma ağacının üzeri bazan lif ile örtülebilir. "Tomurcuklan" lâfzı ise onun üst taraflarındaki lifleri demektir. İbn Zeyd: Çatlayıp dışarı çıkmadan önce tomurcuklu... demektir, diye açıklamıştır. İkrime de yükler taşıyan anlamındadır, diye açıklamıştır.

12

Samanlı taneler ve hoş kokulu bitkiler de vardır.

"Samanlı taneler ve hoş kokulu bitkiler de vardır" âyetindeki

"tane" buğday, arpa ve benzerleridir. da el-Hasen ve başkasından nakledildiğine göre saman demektir. Mücahid, ağacın ve ekinin yaprağıdır diye açıklamıştır. İbn Abbâs: Ekinin samanı ve rüzgarların etrafa saçıp savurduğu yapraklandır, demiştir, Said b. Cübeyr şöyle demiştir: Bu bitkinin ilk yeşeren kısmına denilir, el-Ferrâ'' da böyle açıklamıştır. Araplar da: Olgunlaşmadan önce ekinden bir şeyler kesecek olurlarsa -bu kökten gelen fiili kullanarak- Ekini olgunlaşmadan önce biçmeye (kesmeye) çıktık" derler. Aynı şekilde es-Sıhah'ta da: "Ekini olgunlaşmadan önce kopardım, topladım" demektir, diyor,

Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre bu baş tarafları kopartıldığı takdirde kuruyan yeşil ekinin yaprağıdır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Sonunda onları yenmiş ekin yaprağı gibi yapıverdi" (el-Fil, 105/5) âyetidir. el-Cevherî şöyle demektedir:"Ekin yaprak verdi" demektir. " Ekini bol yer" anlamındadır. Şair Ebû Kays b. el-Eslet el-Ensarî şöyle demiştir:

"Cumade (ayı) yağmurunu yağdırmayacak olsa da,

Benim etrafımı ekini bol ve sulak bir yer süsler."

aynı zamanda "kazanç" anlamına da gelir. Recez vezninde şairin şu mısraında bu anlamda kullanılmıştır:

"Kazanç için çalışmadan ve yorulup didinmeden..."

da bu anlamdadır, " İçinde başağın yer aldığı bir araya toplanmış yapraklar" demektir. el-Herevî şöyle demektedir: Başağın yapraklarına da denir. es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre İbnu's-Sikkît şöyle demektedir: Araplar ekinin yaprağına: ile derler. Alkame b. Abde şöyle demektedir:

"Ekinleri eğilmiş su kanallarını suluyor,

Suyun yüksekten aşağıya aktığı yerlerde;

suyun gelişinden dolayı iyice beslenmiş bulunuyor."

es-Sıhah'ta; "Biçilen ekinin saplan" diye açıklanmaktadır.

İbn Abbâs ve Mücahid'den nakledildiğine göre: " Hoş kokulu bitki"; rızık demektir. ed-Dahhâk bu Himyerlilerin lehçesindedir, demiştir. Yine İbn Abbâs, ed-Dahhâk ve Katade'den nakledildiğine göre bundan kasıt, koklanan reyhandır. İbn Zeyd de böyle demiştir. Yine İbn Abbâs'ın o yeşil ekindir, dediği rivâyet edilmiştir. Said b. Cübeyr de, o sapı üzerinde yükselen ekindir, demiştir. el-Ferrâ' şöyle demiştir: Samanlı tane" ekin türünden yenilen şeyler;

"Hoş kokulu bitki" ise yenilmeyen şeylerdir demiştir. el-Kelbî de şöyle demektedir:

"Samanlı taneler" (diye meali verilen lâfız) Rahmân: 1-13 yenilmeyen yaprak

"hoş kokulu bitki" (diye meali verilen lâfız) yenilen tane demektir.

Bir başka açıklamaya göre kokusu hoş olan herbir yeşilliğe

"hoş kokulu bitki; reyhan" denilir. Çünkü insan onlardan hoş bir koku alır. Onları kokladığı vakit hoş koku gelir, Bu kelime "fe'lân" vezninde olup -koku demek olan-: "Râiha"den "reyhan" şeklindedir. Kelimede "ye"nin asli "vav" olmakla birlikte "ye"ye kalbedilmiştir. "Ye"ye dönüştürülmesi, onunla "ruhanî" arasındaki farkı ortaya koymak içindir. Ruhanî ise ruhu bulunan herşey hakkında kullanılır.

İbnu'l-A'râbî dedi ki: Ruhanî bir şey" denilir ki bu da ruhu olan şey demektir. Bununla birlikte bu kelimenin "fey'alân" vezninde olması da mümkündür. O zaman aslı: şeklinde olup, "vav"ın yerine "ye" getirilmiş, ondan sonra da idgam edilmiştir. "Heyyin ve leyyin; Kolay ve yumuşak" kelimeleri gibi. Sonra da kelime uzadığından ve fazladan olarak "elif" İle "nun" geldiğinden dolayı hafifletilmiş bir kelimedir. "Vav" ve "ha" harflerinden oluşan lâfızlarda aslolan anlam ise, titreşmek ve hareket etmektir. es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: Reyhan bilmen bir bitki çeşididir. Aynı zamanda rızık anlamına da gelir. Mesela; "Allah'ın reyhanını aramak üzere çıktım" denilir. (Rızkını aramak üzere çıktım demektir.) en-Nemir b. Tevleb de şöyle demiştir:

"Allah'ın, selamı ve reyhanı

O'nun rahmeti (üzerine olsun) ve bir de bol bol yağmur yağdıran bir seması."

Hadiste de: "Çocuk Allah'ın reyhanı cümlesindendir. (Rızkı kapsamı içerisindedir)" denilmektedir Müsned, VI, 409; Tirmizî, IV, 317; Fâtıma (radıyallahü anhnhâ)nın çocuklarından birini severken söylediği sözler arasında "... ve sizler ey çocuklar), Allah'ın reyhânındansınız..." dediğini kaydetmektedir; ayrıca Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 54'te hadisin Kivilerinden Ömer b. Ahdulaziz'in Havle bint Hakim'den hadis dinlediğine dair bir htlgisinin olmadığım söylemektedir.

Arapların: "Allah'ı tenzih ederim ve O'nun bana rızık ihsan etmesini dilerim" tabirlerinde "subhân" ve "reyhan" kelimelerini mastar olarak nasb etmişler ve bununla yüce Allah'ı tenzih etmek ve O'nun rızkını dilemek manasını kastetmişlerdir.

Yüce Allah'ın:

"Samanlı taneler ve hoş kokulu bitkiler de vardır" âyetine gelince, buradaki "samanlı taneler"den kasıt, ekinin sapı, reyhan (hoş kokulu bitkiler) da onun yaprağıdır. Bu açıklama el-Ferrâ''dan nakledilmiştir.

Âyet genel olarak:

"Samanlı taneler ve hoş kokulu bitkiler de vardır" şeklinde hepsi de merfu olarak okunmuş olup, bu halleriyle "meyveler" üzerine atfedilmişlerdir. Hepsini İbn Âmir, Ebû Hayve ve el-Muğîre "yere gelince" lâfzına atıf ile nasb olarak okumuşlardır. Bir fiil takdiriyle nasb ile okudukları da söylenmiştir. O samanlı tanesi ve hoş kokusu olan bitkiyi yaratmıştır, demek olur. Bu açıklamaya göre;

"Tomurcuklu... vardır" üzerinde vakıf yapmak güzel olur.

Hamza ve el-Kisâî ise

"samanlı" anlamındaki lâfza atıf ile:

"Hoş kokulu" lâfzını cer ile okumuşlardır. Yani orada samanlı ve hoş kokulu taneler vardır.

"Reyhan: hoş kokulu" lâfzını rızık olarak kabul edenlerin görüşüne göre de böyle bir okuyuş, imkânsız bir şey değildir. Buna göre: Rızık özelliği bulunan taneyi de... buyurmuş gibi olur. Bunun rızık olması ise esas itibariyle "samanlı tanelerin rızık" olmasından dolayıdır. Çünkü "saman" hayvanların rızkı, "reyhan" ise insanların rızkı demek olur. Buradaki "reyhan: Hoş kokulu" lâfzının, kokusu alınan reyhan olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre ise, ayrıca izahı gerektirecek bir taraf bulunmamaktadır.

13

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?" âyetinde hitab insanlara ve cinleredir. Çünkü "enam: Oranın yaratıklan" her ikisini de kapsamaktadır. Cumhûrun kabul ettiği görüş de budur. Buna sûrenin baş taraflarında kaydettiğimiz Câbir yoluyla gelen hadis delâlet etmektedir. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş olup, orada: "Şüphesiz cinlerin verdiği karşılık sizden daha güzeldi" diye buyurulmuştur, Sûrenin girişinde zikredilen bu hadisin kaynakları için oraya bakınız.

Bir diğer açıklama da şu şekildedir: Yüce Allah'ın:

"İnsanı... yarattı" ile "cinni de... yarattı" diye buyurmuş olması, (bu şekilde tekrarlanıp) daha önce geçen âyetlerin da, sonradan gelecek olan âyetlerin da her ikisi hakkında olduğunun delilidir. Aynı şekilde yüce Allah:

"Ey ağır yükler altında bulunan iki fırka, yakında sizin hesabınıza bakacağız." (er-Rahmân, 55/31) diye buyurmaktadır. Bu da hem insanlara, hem de cinlere yönelik bir hitaptır. Ayrıca bu sûrede:

"Ey cin ve insan toplulukları!" (er-Rahmân, 55/33) diye buyurmaktadır. Daha önce cinlerden sözedilmemiş olsa dahi, yüce Allah insanlarla birlikte cinlere de hitab etmektedir. -Bu yönüyle- yüce Allah'ın:

"Nihayet o perdenin arkasına girince..." (Sâd, 38/32) âyetine benzemektedir. Burada daha önce güneşten sozedilmemiş olmakla birlikte güneşten söî edilmesi açısından, cinlerin de sözkonusu edilmemekle birlikte bu âyette sftzkonusu edilmesine benzediğine işaret ediyor. Bununla birlikte bundan önce Kur'ân-ı Kerîm’in inmiş olan bölümlerinde cinler sözkonusu edilmişti. Kur'ân-ı Kerîm’in tümü de bir tek sûre gibidir. Onların da insanlar gibi mükellef oldukları sabit olduğuna göre; bu âyetlerle her iki cinse de hitab edilmiş olmaktadır.

Burada hitabın -daha önce yüce Allah'ın: "(Her ikiniz) atın cehenneme oldukça inatçı her kâfiri" (Kaf, 50/24) âyeti açıklanırken geçtiği üzere- Arapların bazan tek bir kimseye tesniye lâfzı ile hitab etmek şeklindeki adetlerine göre insanlara yönelik olduğu da söylenmiştir. Şairin şu sözleri de bu kabildendir:

"(İkiniz) durun ağlayalım..."

"Ey iki dosttun, bana uğrayın..."

Bundan sonra gelen "insanı... yarattı" ile "cinnide... yarattı" buyruklarına gelince, bu da insanlara ve cinlere yönelik bir hitaptır. Ancak sahih olan Cumhûrun görüşüdür. Çünkü yüce Allah:

"Yere gelince, onu da oranın yaratıkları için alçalttı." (er-Rahmân, 55/10) diye buyurmaktadır.

" Nimetler" demektir. Bütün müfessirlerrin görüşü budur. Tekili: ...diye gelir, "Bağırsak ve asa" lâfızları gibi. şekilleri de kullanılır. Bu dört söyleyişi en-Nehhâs nakletmiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah'ın:

"Gecenin saatlerinde" âyetinde geçen "ânâ': saatler" lâfzının tekilinde üç söyleyiş vardır. Bunlar arasında "elifi üstün, "lam" harfi sakin olardan yoktur. Buna dair açıklamalar daha önceden el-A'raf: (7/69. âyetin tefsirinde) ile en-Necm Sûresi'nde (53/55. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Zeyd dedi ki: Bu kudret demektir. İfade de: O halde Rabbinizin kudretinden hangisini yalanlarsınız takdirindedir. el-Kelbî de böyle demiş olup, et-Tirmizi Muhammed b. Ali de bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: Bu sûre diğerleri arasında Kur'ân'ın alemidir. Alem ise ordunun önderidir, diğer askerler onun arkasından gider. Bu sûrenin alem oluş sebebi ise, ilâhî mülk ve kudretin niteliklerini anlatmasından dolayıdır. Yüce Allah:

"Rahmân, Kur'ân'ı öğretti" diye buyurmaktadır. Sûrenin diğer isimler arasından "er-Rahmân" ismi ile başlaması, bununla kullara artık bundan sonra kendisini vasfedeceği bütün fiilleri, mülkü ve kudreti ile ilgili açıklamalarıyla bunların, rahmâniyetinin tecellisi olan büyük rahmetinden çıkıp geldiğini bildirmek içindir. Bundan dolayı "Rahmân, Kur'ân'ı öğretti" diye buyurduktan sonra insanı sözkonusu ederek: "İnsanı yarattı" diye buyurmuş, sonra da ona neler yaptığını, neler lütfettiğini zikretmiş, daha sonra güneşin, ayın bir hesab ile olduğunu sözkonusu edip eşyanın bitkisiyle, ağacıyla secde halinde olduğunu hatırlatmış, semayı yükseltmekten, teraziyi -ki o da adalettir koymaktan, yeryüzünü orada yaşayanlar için alçalttığından sözetmektedir. Böylece ilâhî kudret, mülk ve kendisine gelecek herhangi bir menfaat sözkonusu olmaksızın, buna da muhtaç olmadığı halde, rahmâniyeti ile onlara merhamet edip kudret ve mülkünden kendilerine verilen bunca hususları müşahede eden cinlere ve insanlara hitab etmektedir. Fakat onlar putları onun dışında mabud edindikleri herbir varlığı ona ortak koştular, bunca şeylerin kendilerine çıkarılmasına sebep olan O'nun rahmetini inkâr ettiler. O da kendilerine sorarak;

"O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?" diye hitab etmektedir. Yani siz Rabbinizin hangi kudretini yalanlarsınız? Onların yalanlamaları ise, mülk ve kudretinin tecellisi olarak kendilerine verilen bunca eşyayı, kendisi ile birlikte malik ve kendisi ile birlikte kudret sahibi olarak ortaklar koşmaları olmuştur. Daha sonra yüce Allah insanı

"testi gibi ses veren çamur" (radıyallahü anhhmân, 55/14) dan yarattığını, cinleri de

"dumansız ateşten" (radıyallahü anhhmân, 55/15) yarattığını sözkonusu etmekte, arkasından yine onlara: "O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?" diye sormaktadır. Rabbinizin hangi kudretini yalanlamaktasınız, demektir. Çünkü O'nun yaratıştan sonraki herbir yaratışta, kudretten sonra bir kudreti vardır. Bu âyetlerdeki tekrarlamalar -o halde- tekid için ve bu nimetleri itiraf ettirmekte mübalağa içindir. Ayrıca tek tek mahlukattan onları haberdar etmek sureliyle de onlara karşı delillerini ortaya koymaktadır,

el-Kutebî dedi ki: Şüphesiz ki yüce Allah bu sûrede nimetlerini saymakta, yarattığı varlıklara nimetlerini hatırlatmakta, sonra da sözünü ettiği herbir haslet ve herbir nimetin peşinden bu soruyu sormaktadır. Bu soru böylece her iki nimet arasında yer almaktadır. Bununla bu nimetlere onların dikkatlerini çekmek ve bu nimetin O'nun tarafından kendilerine ihsan edilmiş olduğunu İtiraf ettirmektir. Nitekim bir kimse birisine ardı arkasına iyiliklerde bulunduğu halde o kimse nankörlük ediyor ve bunları görmezlikten geliyor ise ona: Sen önceleri fakirken benim seni ihtiyaçtan kurtarıp zengin kıldığımı nasıl inkâr edebilirsin? Sen önceleri güçsüz ve zayıfken, benim seni güçlü ve aziz kıldığımı nasıl inkâr edebilirsin? Sen önceleri hiç hacca gitmemişken, seni hacca götürdüğümü nasıl inkâr edersin? Sen önceleri bineksiz iken sana binek sağladığımı nasıl inkâr edersin? demeye benzer. Bu gibi yerlerde tekrar güzeldir. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Sizin (üzerimde) nice nice, daha nice ve daha da nice nimetiniz; vardır."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Şayet sen bir müslümansan müslüman birisini öldürme sakın ,

Onun kanına girmekten sakın, çekin onun kanına girmekten, çekin,"

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Kırpabildikçe gözlerini arkadaşınla asla kesme ilişkilerini,

Düşman ve haddi aşmış birisinin sözü dolayısıyla o arkadaşını

ziyaretten usanma, ziyaret et onu ziyaret et

ve yine ziyaret et ve yine ziyaret et ve yine ziyaret et."

el-Huseyn b. el-Fadl dedi ki: Tekrarlamak gafleti önleyip uzaklaştırmak ve ortaya konulan delili pekiştirmek içindir.

14

İnsanı testi gibi ses veren kupkuru çamurdan yarattı.

Yüce Allah semâ ve yer gibi büyük âlemi, onlarda bulunan vahdaniyet ve kudretine delâlet eden varlıkları yaratmayı sözkonusu ettikten sonra, küçük âlemi yarattığından söz ederek "insanı... yarattı" diye buyurmaktadır. Burada

"insan"dan kasıt, tevil bilginlerinin ittifakı İle Âdem (aleyhisselâm)'dır.

"Testi gibi ses veren kupkuru bir çamurdan" âyetinde geçen " Kupkuru çamur" sesi işitilebilen kurumuş çamur demektir. Yüce Allah onu pişen testiye (seramiğe) benzetmektedir. Bu, kum karıştırılmış çamurdur denildiği gibi, kokuşmuş çamurdur diye de açıklanmıştır ki, bu da: "Et kokuştu" ifadesinden gelmektedir. Buna dair açıklamatar daha önce el-Hicr Sûresi'nde (15/26. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah burada:

"Testi gibi ses veren kupkuru bir çamurdan" diye buyurmakta, orada da

"kuru çamurdan değişmiş ve şekillenmiş bir balçıktan" (el-Hicr, 15/26) diye buyurmuştur. Bir başka yerde ise:

"Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık." (es-Saffat, 37/11) diye buyurduğu gibi, başka bir yerde de;

"...Âdemin misali gibidir. Onu topraktan yarattı." (Âl-i İmrân, 3/59) diye buyurmaktadır. Bütün bunlar mana itibariyle birbirleriyle uyum halindedir. Çünkü yerin toprağını alıp, onu yoğurduktan sonra çamur olmuş, sonra kokuşan bir çamur gibi olmuş, sonra da testi gibi ses veren bir kuru çamur haline gelmiştir,

15

Cinnİ de dumansız ateşten yarattı.

16

O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Cinni de dumansız ateşten yarattı" âyeti hakkında el-Hasen şöyle demiştir: Cân (cin); İblistir. Bu da cinlerin atasıdır. "Can"ın cinnin tekili olduğu da söylenmiştir.

"Dumansız ateş" lâfzı İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre, alev demektir. O şöyle demektedir: Yüce Allah cinni katıksız (dumansız) ateşten yaratmıştır. Yine ondan nakledildiğine göre o alev aldığı zaman yan tarafında bulunan dilli bölümünden yaratılmıştır.

el-Leys şöyle demiştir:

"Dumansız ateş”ten kasıt, şiddetli alevi bulunan yukarı doğru yükselen şule demektir. İbn Abbâs'tan rivâyete göre bu, ateşin üstündeki alev olup kırmizi, sarı ve yeşil renklerin birbirine karıştığı alevdir. Buna yakın bir açıklama Mücâhid'den nakledilmiştir. Hepsi de anlam İtibariyle birbirine yakındır.

Bir diğer açıklamaya göre; "Dumansız (diye meali verilen bu lâfız) alıkonulmamış, serbest bırakılmış herbir iş demektir. el-Müberred'in görüşü de buna yakındır. O şöyle demektedir: Bu alıkonulmayan, serbest bırakılmış ateş demektir. Ebû Ubeyde ve el-Hasen de şöyle demiştir: Bu, ateş karışımıdır. Bunun aslı karışıp çalkalanma halini anlatmak üzere kullanılan: köküdür. Rivâyet olunduğuna göre yüce Allah iki ayrı ateş yaratmış ve sonra bunların birini diğerine karıştırmış. Biri diğerini yiyip bitirmiştir. İşte Semûm ateşi budur, Allah İblis'i ondan yaratmıştır.

el-Kuşeyrî dedi ki:sözlükte, serbest yahut karışık anlamındadır. Kelime mef'ûl anlamında fail veznindedir. (Bu bakımdan) şanı yüce Allah'ın:

"Atılıp dökülen bir su" (et-Târık, 86/6) âyeti ile:

"Hoşnud kalınan bir yaşayış" (el-Hakka, 69/21) buyruklarına benzemektedir. Âyet; karışımlı, serbest bırakılmış demektir. el-Cevherî es-Sıhah'ta şöyle demektedir:

"Dumansız ateşten" cinnin kendisinden yaratıldığı dumansız ateş demektir.

17

O, hem iki doğunun Rabbidir, hem de İki batının Rabbidir.

18

O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz.

"O hem İki doğunun Rabbidir, hem de iki batının Rabbidir. O halde Rabbinîzin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?" O her iki doğunun da Rabbidir anlamındadır. es-Saffat Sûresi'nde:

"Doğuların da Rabbidir" (37/5) diye buyurulmuştur, Orada bu hususa dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır,

19

O iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıverdi.

"O İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıverdi. Ama aralarında bir engel vardır. Biri diğerine karışmaz" âyetindeki: " Salıverdi" serbest bıraktı, saldı, öylece bıraktı, demektir. Mesela: Sultan insanlara ilişmeyip, onları kendi hallerine bıraktığı takdirde; (........) denilir. (........) asıl anlamı itibariyle meraya salınan bir hayvanın serbestçe bırakılıverilmesi, ihmal edilmesi, ilişilmemesi demektir. " Karıştırdı" anlamına geldiği de söylenir. el-Ahfeş dedi ki: Bir kesim: "İki denizi birbirine karıştırdı" derken kullanılan fiil şekli ile şekli aynıdır. Bu durumda (bu fiilin); ile aynı anlamdadır.

"İki deniz"i İbn Abbâs, biri semanın denizi, diğeri yeryüzü denizi diye açıklamıştır. Mücahid ve Said b. Cübeyr de böyle demiştir.

"Birbirine kavuşmak üzere" her yıl birbirine kavuşmak üzere demektir. Bunların baş taraflarının birbirine kavuştuğu da söylenmiştir. el-Hasen ile Katade; bunlar Fars ve Rum denizleridir demişlerdir. İbn Cüreyc de şöyle demiştir: Maksat tuzlu deniz ile tatlı ırmaklardır. Doğu ile batıdaki denizlerin uç taraflarının birbirlerine kavuşması olduğu da söylenmiştir. Bir diğer açıklamaya göre inci denizi ile mercan denizleridir.

20

Ama aralarında bir engel vardır. Biri diğerine karışmaz.

21

O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Ama aralarında bir engel vardır." Birinci görüşe göre, sema ile yer (denizleri) aracında engel vardır, demektir. Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır. İkinci görüşe göre ise, engel ikisi arasındaki kara parçasıdır ki, bu da Hicazdır. Bu açıklamayı da el-Hasen ve Katade yapmıştır. Diğer görüşlere göre ise -el-Furkan Sûresi'nde (25/53. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere- aradaki engel ilâhî kudrettir.

Ebû Hüreyre'den gelen haberde belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah batı tarafı ile konuşmuş ve şöyle buyurmuştur: Ben sende Beni teşbih edecek, Beni tekbir edecek. Bana tehlil getirecek, Benim şanımı yüceltecek kullarımı yaratacağım. Onlara karşı nasıl davranacaksın" Batı tarafı: Onları suda boğarım Rabbim, dedi. Bu sefer yüce Allah: Ben onları elimin üzerinde taşırım. Senin onlara karşı olan gücünü de kıyılarına dağıtırım, diye buyurdu. Daha sonra doğu tarafı ile konuşarak şunları söyledi: Ben sende Beni teşbih edecek, Beni tekbir edecek, Bana tehlil getirecek, şanımı yüceltecek kullarımı yaratacağım. Sen onlara karşı nasıl davranacaksın? Doğu tarafı: Onlar Seni teşbih edecek olurlarsa, onlarla birlikte ben de Seni teşbih ederim. Seni tekbir ederlerse, onlarla birlikte ben de Seni tekbir ederim. Onlar Sana tehlil getirecek olurlarsa, onlarla beraber ben de Sana tehlil getireceğim. Senin şanını yüceltecek olurlarsa, onlarla birlikte ben de şanını yücelteceğim, dedi. Yüce Allah onu hilye ile mükâfatlandırdı ve her ikisi arasına bir engel koydu. Bunların birisi acı ve tuzlu bir denize dönüştü, diğeri ise hali üzere tatlı kaldı." Bu haberi Tirmizî el-Hakîm Ebû Abdillah zikrederek şöyle demiştir: Bize Salih b. Muhammed anlattı, bize el-Kasım el-Umerî SehS'den, o babasından, o da Ebû Hüreyre'den... diye anlattı Benzer rivâyetler; el Hatib el-Bağdadi, Tarihu Bağdad, X, 234 ile Ebû Ca'fer el-Ukayli, ed-Duafa, II, 338de zikretmekle beraber; hadisin ravisi Abdurrahman b. Abdullah b. Ömer el-Umeri'den hadis alınmaması gerektiğini belirten otoritelerin sözlerini de zikretmektedir. Ancak bu rivâyetlerinde muhalab "yer" değil de "Şam denizi" ile "Hind bazılarında Yemen denizi olarak zikredilmektedir. Buna henzer rivâyetleri kaydeden İbn Kesîr, Tefsir, II, 566; Heysemi, Mecmau'z-Zevâid, V, 282; Zehebi, Mizan, IV, 29?; İbnu'l-Cevzî, el-İlelu'l-Mutenâhiye, I, 49-51 ittifakla bu rivâyete güvenilemeyeceğini belirtmektedirler.

"Biri diğerine karışmaz" âyeti hakkında Katade dedi ki: Bunlar insanlara karşı sınırlarını aşarak onları suda boğmazlar. Bu denizler ile insanlar arasında bir kuraklık bölge meydana getirdi. Yine Katade'den ve Mücahid'den rivâyet edildiğine göre: Bu denizlerin biri diğeri aleyhine ileri giderek ona baskın gelmez, ondan üstün olmaz,

İbn Zeyd dedi ki;

"Biri diğerine karışmaz" yani birbirlerine kavuşmazlar. İfadenin takdiri de şöyledir: O iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıverdi. Eğer aralarındaki engel bulunmasaydı bunların birbirlerine kavuşmaları sözkonusu olurdu.

Bir diğer görüşe göre burada sözü edilen engel (berzah), dünya ile ahiret arasındaki engeldir. Yani her ikisi arasında Allah'ın takdir ettiği bir süre vardır ki, bu da dünyanın süresidir. O bakımdan bu iki deniz birbirine karışmaz. Yüce Allah dünyanın sona ermesini hükmedeceğinde artık bu iki deniz tek bir şey olacak. Bu da yüce Allah'ın:

"Denizler (birbirlerine) akıtıldığı zaman" (el-İnfitâr, 82/3) âyetini andırmaktadır. Sehl b. Abdullah dedi ki: İki deniz hayır ve şer yollandır. Aralarındaki engel (berzah) ise ilâhî tevfik ve O'nun korumasıdır.

22

O iki denizden inci ve mercan çıkar.

23

O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"O iki denizden inci ve mercan çıkar." Yani topraktan tane, saman ve hoş kokulu bitkiler çıktığı gibi, sudan da inci ve mercan çıkar.

Nâfî ve Ebû Amr

"çıkar" anlamındaki fiili "ye" harfini ötreli, "re" harfini üstün, meçhul bir fiil olarak: " Çıkarılır" diye okumuşlardır. Diğerleri ise "ye" harfini üstün, "re" harfini ötreli olarak: "Çıkar" diye ve öznesi "inci..." olmak üzere okumuşlardır.

Yüce Allah

"o iki denizden" diye buyurmaktadır. Halbuki bunlar (inci ve mercan) tatlı sudan değil, tuzlu sudan çıkarlar. Çünkü Araplar (konuşmalarında) iki ayrı cinsi bir arada sözkonusu ecmekle birlikte, daha sonra onlardan birisi hakkında haber vermektedirler. Yüce Allah'ın şu âyeti da (bu yönüyle) böyledir:

"Ey cin ve insanlar topluluğu içinizden size... peygamberler gelmedi mi?" (el-En'am, 6/130) Halbuki gelen peygamberler sadece insanlardandır, cinlerden gelmemiştir. Bu açıklamayı el-Kelbî ve başkaları yapmıştır.

ez-Zeccâc şöyle demiştir: Yüce Allah her iki denizi sözkonusu etmekle birlikte, onlardan herhangi birisinden bir şey çıkıyor ise, bu ikisinden çıkıyor, demektir. Bu yönüyle yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir:

"Gormezmisiniz ki Allah yedi göğü nasıl tabaka tabaka yaratmış, onlar arasında ayı bir nûr kılmış..." (Nûh, 71/15-16) Halbuki ay, dünya semasındadır. Bununla birlikte yedi semayı da birlikte sözkonusu etmiştir. Âdeta o semalardan birisinde bulunan hepsinde bulunmuş gibidir.

Ebû Ali el-Fârisî de şöyle demiştir: Bu, muzafın hazfedilmesi kabilindendir. "O ikisinden birisinden" takdirindedir. Yüce Allah'ın:

"Bu Kur'ân iki kasabadan büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31) âyetine benzemektedir ki, iki kasabadan birisinden bir adama... demektir.

el-Ahfeş Saîd de şöyle demiştir: Bazıları incinin tatlı sudan çıktığını iddia etmişlerdir. Bir diğer görüşe göre kasıt, her iki denizdir. Bunlardan birisinden inci, diğerinden mercan çıkar.

İbn Abbâs; Bunlar göğün ve yerin denizleridir. Göğün suyu denizin sedefine düşecek olursa, o inci olarak meydana gelir ve böylece her ikisinden çıkmış gibi olur, demiştir. et-Taberî’de böyle demiştir.

es-Sa'lebî ise şöyle demektedir: Bana naklolunduğuna göre bir çekirdek, bir sedefin içinde bulunuyor idi. Yağmur bu çekirdeğin bir bölümüne isabet ederken, bir bölümüne isabet etmedi. Yağmurun isabet ettiği yer inci oldu, diğer bölümü ise çekirdek olarak kaldı.

Bir diğer açıklamaya göre tuzlu ve tatlı su birbiriyle kavuşabilir. O durumda tatlı su, tuzlu suya bir çeşit aşı gibi olur, İşte çocuğun anne tarafından doğurulmuş olmakla birlikte hem erkeğe, hem de dişiye nisbet edilmesi gibi burada da her ikisine nisbet edilmiştir. Bu bakımdan şöyle denilmiştir: İnci ancak bir yerden, tatlı ve tuzlu suyun kavuştuğu yerden çıkar.

Denildiğine göre mercan" büyük incilerdir. Bu açıklamayı Ali ve İbn Abbâs -Allah ikisinden de razı olsun- yapmıştır. İnci bunların küçükleridir. Yine her ikisinden bunun aksi bir rivâyet te gelmiştir. Buna göre inci büyük olanlarına, mercan da küçük olanlarına denilir. ed-Dahhâk ve Katade de böyle demişlerdir.

İbn Mes’ûd ve Ebû Mâlik de mercan kırmızı boncuktur demişlerdir.

24

Denizde dağlar gibi yükseltilmiş akıp giden gemiler O'nundur.

25

O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Denizde dağlar gibi yükseltilmiş" Meal sırası gözonünde bulundurularak tercümede, basit bir takdim tehir yapılmıştır. âyetindeki: " Dağlar gibi" demektir. "Uzunca (yüksekçe) dağ" demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Onlar bir dağı aşıp geçtilermi bir diğer dağ görünür."

O halde denizde gemiler, karadaki dağlar gibidir. Buna dair açıklamalar daha önce eş-Şura Sûresi'nde (42/32-33. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Yükseltilmiş" anlamındaki: lâfzı genel olarak "şın" harfi üstün olarak okunmuştur. Katade: Akmak için yaratılmış anlamındadır, demiştir. Bu lâfız "inşâ"dan alınmış bir kelimedir, demiştir. Mücahid de: Yelkenlerinin direkleri yüksekçe tutulmuş gemilerdir, demiştir. Eğer yelkenlerinin direkleri yüksek değil ise bunlara bu isim verilmez. el-Ahfeş de: Bunlar akıp giden gemiler demektir, demiştir. Hadiste de şöyle denilmektedir: Ali (radıyallahü anh) yelkenli gemiler görmüş ve bunun üzerine: "Bu akıp giden gemiler hakkı için ne Osman'ı öldürdüm, ne de öldürülmesine yardımcı oldum" demiştir.

Hamza ile Ebû Bekr'in rivâyetine göre -ki ondan farklı rivâyetler de gelmiştir- Âsım: şeklinde "şın" harfi esreli olarak, "yolculuğu başlatanlar" anlamında okumuşlardır ki, böylelikle fiil mecaz ve anlamın genişletilmesi suretiyle ona izafe edilmiş olmaktadır. Bunun, yelkenlerini yükselten gemiler anlamında olduğu da söylenmiştir. "Şın" harfini ötreli okuyanlar ise; yelkenleri yükseltilmiş diye açıklarlar,

Yakub:

" Akıp giden,.ler" lâfzını vakıf halinde "ye" ile okurken, diğerleri bunu hazfetmişlerdir.

26

Onun üzerindeki her canlı fânidir.

"Onun üzerindeki her canlı fanidir" âyetindeki;

"onun üzerindeki" lâfzında geçen zamir yere aittir. Yerden de sûrenin baş tarafında yüce Allah'ın:

"Yere gelince, onu da oranın yaratıkları için alçalttı" (10. âyet) diye söz edilmişti. "O, onun üzerinde bulunanların en şereflisidir" denilir ve daha Önce kendisinden sözedilmemiş olmakla birlikte "onun üzerinde" ile ifadesi yer kastedilebilir.

İbn Abbüs dedi ki: Bu âyet-i kerîme nazil olunca melekler yeryüzünde bulunanlar helâk olacaktır (öleceklerdir), dediler. Bunun üzerine de;

"Onun zatından başka herşey helâk olacaktır." (el-Kasas, 28/88) âyeti nazil oldu. Bunun üzerine melekler de öleceklerine kesinlikle inandılar. Mukâtil de böyle demiştir.

Yaratılmışların yok oluşlarındaki nimet, ölüm ile aralarında eşitliğin sağlanmasında ortaya çıkmaktadır. Esasen ölümle birlikte bütün ayaklar hizaya gelir (eşitlik gerçekleşir.)

Bir diğer açıklamaya göre ölümün nimet olması ölümün, amellerin karşılıklarının ve mükâfatın görüleceği yurda geçişin bir sebebi oluşunda ortaya çıkar.

27

Celâl ve İkram sahibi Rabbinin Vechi ise kalıcıdır.

28

O halde Rabbinîzin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Celâl ve İkram sahibi Rabbinin Vechi ise kalıcıdır." Yani Allah baki kalacaktır. Burada

"Vech" O'nun varlığını ve zatını ifade eden bir tabirdir. Şair şöyle demektedir:

"Yarattıkları hakkında ölmeleri hükmünü verdi,

Onun dışındaki herşey fânidir."

İlim adamlarımızdan İbn Fûrek, Ebû'l-Meâlî ve başka muhakkiklerin beğenip tercih ettikleri görüş budur, İbn Abbâs da şöyle demiştir: "Vech" O'nun zatını ifade eden bir tabirdir. Nitekim yüce Allah: "Celâl ve İkram sahibi Rabbinin Vechi ise kalıcıdır" diye buyurmaktadır.

Ebû'l-Meâlî de şöyle demiştir: "Vech"e gelince, İmâmlarımızın büyük çoğunluğunun kanaatine göre onunla kastedilen yüce Allah'ın varlığıdır. Hocamızın beğenip seçtiği görüş de budur. Buna delil âyetlerden birisi de yüce Allah'ın:

"Rabbinin Vechi ise kalıcıdır" âyetidir. Bütün mahlukatın yok olmaya maruz kaldıkları belirtilirken, ebediyyen kalıcılıkla vasfedilen ise yüce yaratıcının varlığıdır. Bu hususa dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın;

"Bundan dolayı nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü (vechi) oradadır." (el-Bakara, 2/115) âyetini açıklarken (4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca biz bu hususa dair açıklamaları yeteri kadarıyla "el-Esnâ..." adlı, kitabımızda da zikretmiş bulunuyoruz.

el-Kuşeyrî dedi ki: Birtakım kimseler de bu yüce Allah'ın zatından ayrı, keyfiyeti sözkonusu olmayan bir sıfatıdır. Bu sıfatı ile yüce Rabbimizin ikram ve lütuf ile özellik vermeyi murad ettiği kimselere ikbali ve lütfü hasıl olur. Fakat sahih olan O'nun Vechinin, varlığı ve zatı demek olduğudur. Mesela, işin vechi budur, doğru vecih budur, doğrunun kendisi budur, denilir.

Bir diğer açıklamaya göre de, delilleri ile üstün ve zahir olarak katması, tıpkı insarfın yüzü ile ortada olmasına benzer. Yüce Allah'a kendisi ile yakınlaşılacak olan cihet kalır diye de açıklanmıştır.

"Celâl" Allah'ın azameti, kibriyası, övgü sıfatlarına layık olması demektir. " O şey celâl buldu" denilirken, azametli oldu, denilmek istenir. "Onu tazim ettim" demektir. "Celal" de tazim olunanın, büyük olanın ismidir.

"İkram sahibi" âyeti da, O, kendisine layık olmayan şirkten münezzeh kılınmaya layık olandır demektir. Nitekim:Ben seni, sana yakışmayan bu husustan uzak tuttum" demektir. Peygamber ve velilere ikram da buradan gelmektedir. Biz bu iki isme (celal ve ikram isimlerine) dair sözlük ve mana itibariyle gerekli açıklamaları yeteri kadarıyla "el-Esnâ..." adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Enes'in rivâyet ettiğine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ey celâl ve ikram sahibi diye dua ediniz. " Hâkim, Müstedrek, I, 676 (Enes'ten değil de Ebû Hüreyre'den); İbn Hibbân, es-Sikât, IH, 129 (radıyallahü anhksa b. Âmir'den) Bunun Abdullah b. Mesud'un sözü olduğu da rivâyet edilmiştir. Dualarınızda bunu söylemeye devam ediniz, anlamındadır.

Ebû Ubeyd dedi ki: (Hadiste geçen ve devam etmek anlamı verilen): "îl-zâz" bir şeyi bırakmamak, ona devam etmek demektir. Israr etmek anlamında olduğu da söylenir.

Said el-Makburî'den rivâyete göre; bir adam ısrar ederek: Allah'ım, ey celâl ve ikram sahibi, Allah'ım ey celal ve ikram sahibi, demeye koyulmuş, sonunda ona; Söylediğini duydum, ihtiyacın nedir? diye ona seslenilmiş.

29

Göklerde ve yerde bulunan herkes O'ndan diler. O, hergün bir iştedir.

30

O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Göklerde ve yerde bulunan herkes O'ndan diler" âyetinin şu anlama geldiği söylenmiştir: Göklerde bulunanlar O'ndan rahmet, yerde bulunanlar da rızık isterler.

İbn Abbâs ve Ebû Salih şöyle demişlerdir: Göklerde bulunanlar O'ndan mağfiret diler rızık dilemez, yerde bulunanlar ise O'ndan her ikisini dilerler.

İbn Cüreyc dedi ki: Melekler yeryüzündekiler için rızık isterler. Buna göre her iki dilek, aynı zamanda hem göktekilerin, hem yerdekilerin yerdekiler için bir isteği olmaktadır. Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "Meleklerden birisinin dört tane yüzü vardır. Birisi insan yüzü gibidir. O, Âdemoğulları için rızık ister. Birisi arslan yüzü gibidir, o da yırtıcı hayvanlar için Allah'tan rızık ister. Bir yüzü öküz yüzü gibidir, o da Allah'tan hayvanlar için rızık ister. Bir yüzü kartal yüzü gibidir, o da Allah'tan kuşlar için rızık ister."

İbn Atâ dedi ki: Onlar yüce Allah'tan ibadet edebilme gücünü istediler.

"O her gün bir iştedir" âyeti yeni bir cümledir. " Her gün" lâfzı zarf olarak nasbedilmiştir. Çünkü daha sonra "bir iştedir" diye buyurmuştur. Ya da "diler" anlamındaki fiilin zarfı olarak nasbedilmiştir. Bundan sonra da; "O bir İştedir" diye okumaya başlanılır.

Ebû'd-Derdâ (radıyallahü anh)'ın rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "O her gün bir iştedir" âyeti ile ilgili olarak dedi ki: "Bir günahı bağışlaması, bir sıkıntıyı gidermesi, bir toplumu yüceltip bir diğerini alçaltması O'nun işidir."' İbn Hibbân, Sahih, II, 464, İbn Mâce, I, 73; el-Heysemî, Mevâridu'z-Zam'ân, 1, 437, Taberânî, Evsat, 111, 278

İbn Ömer'den, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, yüce Allah'ın:

"O, her gün bir iştedir" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Bir günahı bağışlar, bir sıkıntıyı açar ve dua eden birisinin duasını kabul eder." Yakın lâfızlarla İbn Ebi Şeybe; Mûsannef, VII, 163; Taberi, Tefsir, XXVII, 135, İbn Kesîr, Tefsir,IV,274(hepsi Ubeyd b. Umeyr’den)

Hayat vermesi, öldürmesi, aziz kılması, zelil kılması, rızık vermesi ya da engellemesi hep O'nun işidir. Bir diğer görüşe göre bununla yüce Allah'ın dünya ve âhiret günlerindeki İşini kastetmiştir. İbn Bahr da şöyle demiştir: Zamanın tümü iki gündür. Birisi dünya günlerinin süresidir, diğeri ise kıyâmet günüdür. Yüce Allah'ın dünya günlerindeki işi emir, yasak, hayat vermek, öldürmek, bağışlamak ve alıkoymak suretiyle denemek ve sınavdan geçirmektir. Kıyâmet günündeki işi ise, amellerin karşılığını vermek, hesaba çekmek, mükâfatlandırmak ve cezalandırmaktır.

Bir diğer görüşe göre, bununla dünya günlerinin her birisindeki işine dair haber verilmektedir, denilmiştir. Bu da açıkça anlaşılan bir husustur.

Sözlükte;

"İş" pek büyük hadise ve durum demektir. Çoğulu: ...diye gelir. Burada da tekil lâfız ile kasıt çoğuldur. Yüce Allah'ın:

"Sonra da sizi bir bebek olarak çıkartır." (el-Mu'min, 40/67) âyetinde olduğu gibi, (tekil olan bebek lâfzı ile bebekler denilmek istenmesi gibi)dir.

el-Kelbî de şöyle demiştir: Onun işi takdirlerini zamanlarına doğru yöneltmektir.

Amr b. Meymun yüce Allah'ın:

"O her gün bir İştedir" âyeti hakkında şöyle demiştir: Yaşayan birisini öldürmesi, rahimlerde dilediklerini bırakması, zelil birisini aziz kılması, aziz bir kimseyi de zelil kılması O'nun işlerindendir.

Emirlerden birisi bir vezirine yüce Allah'ın:

"O her gün bir iştedir" âyeti hakkında soru sormuş, o da bunun manasını bilememiş. Ertesi güne ona mühlet vermiş. Üzüntülü bir şekilde evine dönmüş, siyahi bir kölesi ona: Bu durumun ne? diye sorunca, o da durumunu haber vermiş. Ona şöyle demiş: Emire geri dön, bu âyeti ona ben açıklayacağım demiş. Bunun üzerine emir onu çağırınca şu cevabı vermiş: Ey emir! Onun işi geceyi gündüze bitiştirmek, gündüzü geceye bitiştirmek, ölüden diriyi çıkarmak, diriden ölüyü çıkarmak, hastaya şifa vermek,.sağlıklı birisini hasla kılmak, afiyette olana bela vermek, belalı olana afiyet vermek, zelil bir kimseyi aziz kılmak, azil bir kimseyi sclil kılmak, zengin birisini fakir, fakir birisini zengin kılmaktır. Bunun üzerine emir kendisine; Beni sıkıntıdan kurtardın, Allah da seni sıkıntıdan kurtarsın, diyerek vezirin üzerindeki elbisenin çıkartıhp köleye giydirilmesini emretmiş. Bunun üzerine köle: Efendim demiş, işte bu da Allah'ın İşlerindendir.

Abdullah b. Tahir'den rivâyete göre o el-Huseyn b. el-Fadl'ı çağırmış ve ona şöyle sormuş: Üç âyetin anlamını çıkartamadım. Onları bana açıklaman için seni çağırmış bulunuyorum. Birisi yüce Allah'ın:

"Ve o pişmanlardan oldu." (el-Mâide, 5/31) âyetidir. Halbuki pişmanlığın teybe olduğu sahih olarak sabittir. Diğeri yüce Allah'ın:

"O her gün bir iştedir" âyetidir. Halbuki sahih rivâyetle sabit olduğuna göre kalem, kıyâmet gününe kadar olacak bütün şeyleri yazmış ve mürekkebi kurumuştur. Üçüncüsü ise yüce Allah’ın;

"İnsan için çalıştığından başkası yoktur." (en-Necm, 53/39) âyetidir. O halde iyiliklere kat kal mükâfat verilmesi nasıl olur?

el-Huseyn (b. el-Fadİ) şöyle dedi; O ümmette pişmanlığın tevbe olarak görülmemesi, bu ümmette ise tevbe olarak değerlendirilmesi mümkündür. Çünkü yüce Allah, diğer ümmetlerin ortaklığının sözkonusu olmadığı birtakım özellikleri bizim bu ümmetimize vermiş bulunmaktadır. Bir diğer görüşe göre de Kabil'in o pişmanlığı Habil'i öldürdüğünden dolayı olmayıp, onu (mezar kazmayı bilmediğinden ötürü) bir süre taşımasından dolayı idi.

Yüce Allah'ın:

"O her gün bir iştedir" âyetine gelince, buradaki işlerden kasıt, açığa çıkardığı işlerdendir. Yoksa bu işleri yapma kanaati onda sonradan hasıl olduğundan dolayı değildir. Yüce Allah'ın;

"İnsan için çalıştığından başkası yoktur" (en-Necm, 53/39) âyetine gelince, onun da anlamı şudur: Adaletin ölçüsü gereği onun için çalıştığından başkası yoktur. Bununla birlikte ilahi lütfumun gereği olarak bire karşılık, ona bin ile mükâfat vermek hakkımdır. Bunun üzerine Abdullah kalkıp el-Huseyn'in başını öptü ve haracını ona bağışladı.

31

Ey ağır yükler altında bulunan iki fırka! Yakında sizin hesabınıza bakacağız.

32

O halde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Ey ağır yükler altında bulunan iki fırka! Yakında sizin hesabınıza bakacağız" âyetinde geçen

"bakmak" tabiri; "İşim bitti, bitiyor, bitmek" diye kullanılır. Yine; Bu iş için vakit ayırdım" denildiği gibi; "Bu hususta bütün gayretimi harcadım" da denilir,

Yüce Allah ayrıca terketmesi gereken bir meşguliyeti yoktur. Anlam ancak şöyle olabilir: Amellerinizin karşılığını vermeye ya da sizi hesaba çekmeye pek yakında başlayacağız. Bu, bir kimsenin tehdit etmek istediği birisine: "O halde ben de senin İşine bakacağım, sana yöneleceğim" demesine benzer bir tehdittir. " Kastetmek ve yönelmek" anlamındadır. Buna benzer bir anlamda olmak üzere İbnu'l-Enbârî, Cerîr'in şu beyitini zikretmektedir:

"Artık şimdi Numeyr'i kastettim,

Bu ise benim ona (Numeyrlilere) azâb olduğum zamandır."

en-Nehhâs'ın naklettiğine göre yine Cerir şöyle demiştir:

"Ben zincire ayağı vurulmuş o köleye yöneldim."

Hadiste de belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Akabe gecesinde ensar ile bey'atleştiğinde şeytan şöyle bağırmış: Ey Cubacibliler (Mina konaklarında bulunanlar)! İşte bir Müzemmem size karşı savaşmak üzere Kayleoğulları ile bey'atleşiyor! Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "İşte bu Akabedeki şeytandır. Allah'a yemin ederim ey Allah'ın düşmanı Mutlaka sana da yöneleceğim." Müsned, II, 461; Taberânî, Kebir, XIX, 90; Taberî, Tarih, 5, 563; İbn Hişâm, Slre, II, 296. diye buyurdu. Senin işini çürütüp ortadan kaldırmaya da yöneleceğim, demektir. el-Kıttebî, el-Kisâî ve diğerlerinin tercih ettikleri anlam budur.

Bir başka açıklamaya göre yüce Allah böylelikle takva dolayısıyla vaadde bulunmakta, günahkârlık dolayısıyla da tehditte bulunmaktadır. Daha sonra da:

"Yakında sizin hesabınıza bakacağız" diye buyurmuştur. Yani size verdiğimiz vaadleri ve tehditleri yerine getirecek ve herkese verdiğimiz sözün gereğini gerçekleştireceğiz. Ben bunu paylaştıracağım ve bu işi yapıp bitireceğim, demektir. Bu açıklamayı da el-Hasen, Mukâtil ve İbn Zeyd yapmıştır.

Abdullah ile Ubeyy

"Yakında sizin hesabınıza bakacağız" anlamındaki âyeti; diye okumuşlardır, el-A'meş ve İbrahim: " Yakında sizin hesabınıza bakılacaktır" anlamında "ye" harfi ötreli, "re" harfi üstün olarak meçhul bir fiil şeklinde okumuşlardır. İbn Şihab ve el-A'rec de "mın" ile "re" harflerini üstün olarak:diye okumuşlardır. el-Kisâî dedi ki: Bu kullanım Temimlilerin şivesidir. Onlar; diye kullanırlar. Yine bu fiilin; şeklinde kullanıldığı da nakledilmiştir. Her ikisini de Hubeyre, Hafs'tan o Âsım'dan diye rivâyet etmiştir.

el-Cu'fi, Ebû Amr'dan "ye" ve "re" harfleri üstün olarak: " Yakında... hesabınıza bakacaktır" diye okuduğunu rivâyet etmektedir. Bu kıraat İbn Hürmüz'den de rivâyet edilmiştir. Îsa es-Sakafî'den ise "nun" harfini kesreli, "ra" harfi üstün olarak: " Yakında sizin hesabınıza bakacağız" diye okuduğu rivâyet edilmiştir. Hamza ve el-Kisâî ise "ye" harfi ile " Yakında sizin hesabınıza bakacaktır" diye okumuştur. Diğerleri ise "nun" ile (bakacağız anlamında) okumuşlardır ki, bu (söyleyiş) de Tihâmelilerin söyleyişidir.

"İki fırka (es-sekalân)"; cinler ve İnsanlar demektir. Yeryüzünde onların dışında başka varlıklar da bulunmakla birlikte mükellef kılınmış olmaları sebebiyle konumlarının büyüklüğünden dolayı onlara bu isim verilmiştir.

Hem hayatta iken, hem öldükten sonra yeryüzünün üzerinde bir ağırlık teşkil ettiklerinden dolayı onlara bu ismin verildiği de söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yer içindeki ağırlıklarım dışarıya çıkardığı zaman." (ez-Zilzâl, 99/2) Arapların: "Ona ağırlığını ver!" şeklindeki tabirleri de bu anlamdadır.

Kimi meânî bilginleri de şöyle demiştir: Bu hususta kendisi ile yarışmanın sözkonusu olduğu miktarı ve ağırlığı bulunan herşeye "Ağır, ağırlık" denilir. Deve kuşu yumurtasına bu ismin veriliş sebebi de bundan dolayıdır. Çünkü bunu bulan ve bunu avlamak isteyen bir kimse, bu yumurtayı ele geçirdiği takdirde sevinir.

Cafer es-Sadık da şöyle demiştir: Bunlara "sekalân" denilmesi her iki kesimin de günahlarla ağırlaşmış olmalarından dolayıdır. Yüce Allah önce -çoğul kipi ile-:

"Sizin hesabınıza bakacağız" dedikten sonra:

"Ey ağır yükler altında bulunan iki fırka" diye tesniye kipi kullanmıştır. Çünkü bunlar iki ayrı fırkadır ve herbir fırka da çoğuldur. Yüce Allah'ın:

"Ey cin ve İnsan toplulukları, eğer... gücünüz yetiyorsa" âyetinde de böyledir. Burada da "siz iki topluluğun gücü yetiyorsa" anlamında tesniye kullanmamıştır. Çünkü iki ayrı kesim olup, çoğul konumundadırlar. Yüce Allah'ın:

"Bunlar iki fırka olup birbirleri ile çekişmeye başlayıverdiler." (en-Neml, 27/45) âyeti ile:

"Bunlar Rabbleri hakkında davalaşan iki hasımdırlar." (el-Hac, 22/19) buyruklarına da benzemektedir. Şayet -Kur'ân dışında-: "Yakında siz İki fırkanın hesabına bakacağız" denilmişi olsaydı, yahutta; "Eğer ikinizin gücü yetiyorsa" denilse câiz olur.

Şamlılar:

"Ey ağır yükler altında bulunan iki fırka!" anlamındaki âyeti "he" harfini ötreli olarak diye, diğerleri ise üstün olarak okumuşlardır. Daha önceden (ez-Zuhruf, 43/49) âyetine dair açıklamalar yapılırken buna dair bilgiler de geçmiş bulunmaktadır.

Cinler de İnsanlar Gibi Mükelleftir

Bu sûrede Ahkaf ve Cin Sûresinde cinlerin de ilâhî hitaba muhatap, mükellef; emir ve yasaklara muhatap, mükâfat ve ceza kazanmaları bakımından tıpkı insanlar gibi olduklarına delil vardır. Cinlerin mü’minleri de insanların mü’minleri gibi, onların kâfirleri de öbürlerinin kâfirleri gibidir. Bütün bu hususların hiçbirisinde bizimle onlar arasında hiçbir fark yoktur.

33

Ey cin ve insan toplulukları! Eğer göklerle yerin kenarlarından kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçın. Ama buna dair güç ve imkânınız olmadıkça kaçamazsınız ki.

34

O halde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Ey cin ve insan toplulukları..." âyeti ile ilgili olarak İbnu’l-Mübarek şunu zikretmektedir: Bize Cuveybir'in, ed-Dahhâk'tan haber verdiğine göre o şöyle demiştir: Kıyâmet gününde yüce Allah dünya semasına emir verecek, o da İçindekilerle birlikte paramparça olacak. Melekler onun kıyılarında kalacak. Allah onlara emir verinceye kadar bu halde kalacaklar. Ondan emir alacakları vakitte yeryüzüne inecekler. Bütün yeri ve etrafındakileri kuşatacaklar. Sonra Allah onun bir üstündeki semaya aynı şekilde emir verecek, onlar da inecekler. Bir önceki saffın arkasında bir saf teşkil edecekler. Sonra üçüncü, sonra dördüncü, sonra beşinci, sonra altıncı, sonra da yedinci sema (aynı durumda olacak.) Nihayet en yüce melek, göz alıcılığı, mülkü içerisinde sol yanında da cehennem bulunduğu halde inecek. Cehennemin uğultusunu ve kaynayıp coşmasını işitecekler. (Yerde bulunanlar) yerin neresine giderlerse, mutlaka meleklerin safları ile karşılaşacaklar. İşte yüce Allah'ın:

"Ey cin ve İnsan toplulukları! Eğer göklerle yerin kenarlarından kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçın; ama buna dair güç ve imkânınız olmadıkça kaçamazsınız ki..." âyeti bunu anlatmaktadır. Buradaki "sultan; Güç ve imkân" özür ve mazeret anlamındadır.

Yine ed-Dahhâk şöyle demiştir: İnsanlar çarşı pazarlarında iken ansızın sema açılacak, melekler inecek. Cinler ve insanlar kaçacaklar. Melekler etraflarını kuşatacaktır. İşte yüce Allah'ın:

"Buna dair güç ve imkânınız olmadıkça kaçamazsınız" âyeti bunu anlatmaktadır. Bu rivâyeti de en-Nehhâs zikretmiştir.

Derim ki: Buna göre bu, dünyada olacak, İbnu'l-Mubarek'in zikrettiği rivâyete göre ise bu husus âhirette olacaktır.

Yine ed-Dabhâk'tan şöyle dediği zikredilmiştir: Eğer siz ölümden kaçabilecekseniz, haydi kaçınız. İbn Abbâs da şöyle açıklamıştır: Eğer siz göklerle yerde olanları bilmek gücüne sahib iseniz, haydi onu öğreniniz. Ancak bir sultan ile yani Allah'tan gelmiş bir delil ile olmadıkça, onu bilme imkânımız olmayacaktır. Yine ondan gelen rivâyete göre;

"Güç ve imkânınız olmadıkça kaçamazsınız" âyeti; sizler Benim sizin üzerinizdeki egemenlik ve kudretimin dışına çıkamazsınız, demektir. Katade de şöyle açıklamıştır: Sizler bir melek ile olmadıkça kaçamazsınız ve sizin meleğiniz de yoktur.

Âyet: "Sizler ancak bir sultana (güç ve imkâna) kaçabilirsiniz" demektir. Buna göre âyet-i kerimedeki "be" anlamındadır. Tıpkı yüce Allah'ın:

"Rabbim, bana iyilikte bulundu." (Yusuf, 12/100) âyetinde olduğu gibi. Şair de şöyle demiştir:

"Bize ister kötülük yap, ister iyilik, bizim nezdimizde senden usanılmaz

Ve eğer sen terkedecek olsan dahî seni biz terketmeyiz."

Yüce Allah'ın:

"Kaçın!" emri, ta'cîz (yani bu husustaki acizliklerini ortaya koymak) içindir.

35

Üzerinize ateş alevi ve bir duman salınır, size yardım da olunmaz.

36

O halde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Üzerinize ateş alevi ve bir duman salınır." Yani eğer sizler çıkacak olursanız, üzerinize bir ateş alevi salınır ve kaçmanızı engelleyecek azâb sizi yakalar. Âyetin kaçmakla ilgili olmadığı, aksine yüce Allah'ın bununla isyankârları cehennem ateşi ile azaplandıracağını haber vermekte olduğu da söylenmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Sizler Rabbinizin nimetlerini yalanlayacak olursanız, o vakit üzerinize bu yalanlamanızın bir cezası olmak üzere ateş alevi ve bir duman salınır.

İnsanların ve cinlerin etrafının melekler ile ve çok büyük bir ateş parçası ile kuşatıldıktan sonra kendilerine:

"Ey cin ve İnsan toplulukları..." diye seslenileceği de söylenmiştir. İşte yüce Allah'ın;

"Üzerinize ateş alevi... salınır" âyeti bunu anlatmaktadır. İbn Abbâs ve başkalarının açıklamasına göre: "Dumanı olmayan alev" demektir. en-Nehhâs da; bu alevi bulunmayan dumandır, diye açıklamıştır. Umeyye b. Ebi's-Salt’ın, Hassan (radıyallahü anh)'a hicvederken kullandığı ifade de bu kabildendir. es-Sa'lebî el-Maverdî'nin Tefsirlerinde de aynı şekilde Umeyye b. Ebi's-Salt diye zikredilmiştir. Ancak es-Sıhah ile İbnu'l-Enbarî'nin el-Vakfiı ve'l-İbtidâ adlı eserlerinde Umeyye b. Halef diye geçmektedir. Sözü edilen hicivde Umeyye şöyle demektedir:

"Benden Hassan'a, Ukaz'a doğru şu mesajı ulaştıracak var mı?

Senin baban bizim aramızda bir demirci değil miydi?

Şarkıcı cariyeler arasında, kendisini koruyacak gücü de yoktu.

Yemen tarafından (idi ve) o körüğü tutup dururdu da

Kesintisiz olarak ateşin alevini üflüyordu."

Hassan (radıyallahü anh) da ona şu şekilde cevab vermişti:

"Hicvettim seni ben, sen de zilletle ona karşı boyun eğdin,

Ateş alevi gibi yanan bir kafiye ile ve zilletle."

Ru'be de şöyle demiştir:

"İndirdiğimiz darbelerden ötürü onların aşırı hararetleri var,

Bir de alevler yakıp duran savaşın ateşi,"

Mücahid dedi ki Ateş alevi"; ateşten ayrı yeşil aleve denilir, ed-Dahhâk da şöyle demiştir: Odundan çıkana değil, alevden çıkan dumana denilir. Said b. Cübeyr de böyle açıklamıştır.

"ateşin ve dumanın biraradaki ismi" olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Ebû Amr yapmış olup, el-Ahfeş de bunu kimi Araplardan diye, nakletmiştir.

İbn Kesîr "şın" harfini esreli olarak; diye okumuş, diğerleri ise ötreli okumuşlardır, Her İkisi de ayrı söyleyişlerdir, tıpkı inek sürüsüne denilmesi gibi.

"Ve bir duman" anlamındaki âyet genel olarak; şeklinde ref ile ve: "Alev" lâfzına atıf ile okunmuştur. Ancak İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Mücahid ve Ebû Amr "ateş" anlamındaki lâfza atıf ile; şeklinde cer ile okumuşlardır,

el-Mehdevî dedi ki: (........)'ın "hem ateş, hem de dumanı" birarada ifade ettiğini söyleyenlerin görüşüne göre "duman" anlamındaki lâfzı kesreli okumaları açıkça anlaşılan bir şekildir. Ancak bunu "dumanı olmayan alev" diye açıklayanların "bir duman" anlamındaki lâfzı cer ile okumaları uzak bir ihtimaldir. Böyle bir okumanın uygunluğu ancak bir mevsufun hazfedilmiş olduğu takdiri ile uygun düşebilir. Sanki: "Üzerinize ateş alevi ve" bir miktar "bir duman salınır" denilmiş gibidir. Bu durumda "bir miktar" anlamındaki lâfız; "(........): Alev" lâfzına atfedilmiş gibi olur. "Dumandan" cümlesi de "bir miktar" anlamındaki lâfzın sıfatı olur. "Bir miktar" anlamındaki lâfız da hazfedilmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın âyetinde ayrıca; (...........) edatının hazfedilmesi ise daha önce; "Ateşten" lâfzında ayrıca zikredilmiş olduğundan dolayıdır. Nitekim Arapların: " Sen kime misafir olursan ben de (ona) misafir olurum" derken " Ona" lâfzını hazfetmeleri gibi. Bu açıklamaya göre "bir duman" anlamındaki lâfız hazfedilmiş ile cer edilmiş olur,

Mücahid, Humeyd, İkrime ve Ebû'l-Âl-iye'den "nun" harfi kesreli olarak; (okudukları zikredilmiştir ki, bunlar iki ayrı söyleyiştir. Nitekim "alev" anlamındaki lâfız da) ile şekillerinde söylenebilir. Bu kesreli okuyuş aynı zamanda tabiat ve asıl anlamına da gelir. Mesela: "Filan kişi soyu şerefli ve asaletli kimse" demektir.

Müslim b. Cündüb'den ise ref ile: " diye okuduğu rivâyet edilmiştir. Hanzala b. Murre b. en-Numan el-Ensarî'nin de "ateş" lâfzına atıf ile meo rur olarak diye okuduğu rivâyet edilmiştir. Bununla birlikte kesreli olarak: okuyuşunun; ( U-Zlyin çoğulu olması mümkündür. ) Zor" lâfzının çoğulunun diye gelmesi gibi.

(diye ref ile okunması ise "alev" anlamındaki lâfza atf ile gelir, el-Hasen'den;diye her iki harfin de ütreli okuduğu rivâyet edilmiştir ki; bu da çoğuludur. Bunun aslının) diye olması da mümkündür. Daha önce yüce Allah'ın:

"Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." (en-Nahl, 16/16) âyetinde açıklandığı üzere "vav" hazfedilmek suretiyle kısaltılmış da olabilir.

Abdurrahmân b. Ebi Bekre'den "nûn" harfi üstün, "ha" harfi ötrdi ve "şın' harfi de şeddeli olarak" " Kökünü keseriz" anlamında; " Kökünü kesti, keser, kesmek"ten gelen bir fiil olarak okuduğu rivâyet edilmiştir. Yüce Allah'ın: " Hani o zaman onun izniyle onları öldürüyordunuz," (Al-i İmrân, 3/152) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır. (Bu âyetin böylece okunması halinde): "Azâb ile öldürürüz" demek olur.

Birinci kıraat olan:

"Ve bir duman" lâfzı ise, başlarının üzerine akıtılacak eritilmiş bakır anlamındadır. Mücahid ve Katade böyle açıklamıştır. Bu açıklama İbn Abbâs'dan da rivâyet edilmiştir. Yine İbn Abbâs'dan ve Said b. Cübeyr'den rivâyet edildiğine göre burada bu lâfız, alevi bulunmayan duman demektir, (el-Halil)’in açıklamasının anlamı da budur. Bu anlamıyla Arap dilinde bilinen bir lafızdır. Nitekim Ca'deoğullarının Nabiğası şöyle demiştir:

"Taneden (veya susam yağından) yakılan kandilin ışığı gibi aydınlatıyor,

Allah'ın kendisinde hiçbir duman kılmadığı."

el-Esmaî dedi ki: Ben bedevi bir Arabın -beyitte geçen-: (.........)'in Şam'da "dumanı bulunmayan susam yağına" denildiğini söylediğini duydum.

Mukâtil dedi ki: Bunlar eritilmiş bakırdan beş tane ırmaktır. Hepsi de Arş'ın altından ve cehennemliklerin başları üzerine akar. Bu üç ırmak, gece miktarındadır, iki ırmak da gündüz miktarındadır,

İbn Mes’ûd dedi ki: Nûhâs (eritilmiş bakır) ile el-mühi (eritilmiş bakır) aynı şeylerdir.

ed-Dahhâk ta: Bu kaynatılmış zeytinyağının tortusudur. el-Kisâî de: Oldukça şiddetli bir rüzgarı olan ateşe denilir, demiştir.

"Size yardım da olunmaz." Birbirinize yardımcı olamazsınız. Maksat cinler ile İnsanlardır.

37

Artık gök yarılıp yağ tortusunu andıran kırmızı bir gül gibi olduğu zaman...

38

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Artık gök yarılıp" kıyâmet gününde ayrılıp

"yağ tortusunu andıran kırımzı bir gül gibi olduğu zaman..." âyetinde geçen

" Yağ tortusu" lâfzı, Mücahid, ed-Dahhâk ve başkalarından gelen rivâyete göre, yağ diye açıklanmıştır. Yağ gibi parlak ve saf olduğu zaman, demektir. Buna göre bu lâfız;

" Yağ" lâfzının çoğuludur.

Said b. Cübeyrve Katade ise: Kırmızı renkli olduğu zaman anlamındadır, demişlerdir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Kırmızılığı bakımından gül gibi ve yağın akıcılığı gibi olacaktır. Bu da şu demektir: Gök yarılıp çatlayarak cehennem ateşinin sıcaklığından ötürü kırmızı bir renk alıncaya kadar eriyecek, inceliği ve erimesi dolayısıyla yağ gibi olacaktır.

Bir başka açıklamaya göre

"yağ" anlamı verilen: "Saf kırmızı deri ve sahtiyan" demektir. Bu açıklamayı Ebû Ubeyd ve el-Ferrâ' zikretmişlerdir. Bu da şu demektir: Gök, cehennem ateşinin ileri derecedeki harareti dolayısı ile tıpkı bir sahtiyan gibi kırmızı bir renk alacaktır.

İbn Abbâs şöyle demektedir: Yani gök çeşitli renkleri olan bir ata benzeyecektir. Çünkü güzel renkli at demek olan "el-kümeyt"e çeşitli renkleri taşıyor ise; denilir. İbn Abbâs dedi ki: "Çeşitli renkleri olan at" demek olan: "Baharda sarı, kışın baştaraflarında ise kırmızı renge çalar, kış ilerlediği vakitte koyu gri bir renk alır."

el-Ferrâ'' dedi ki: Bu açıklamasıyla "verdîat" diye bilinen ati kastetmektedir. Bu tür atlar baharda sarıya çalar. Soğuk ilerlediği takdirde kırmızıya çalar, Bundan sonra ise griye çalar. Böylelikle yüce Allah semanın rengarenk olmasını bu tür atın değişik renklere bürünmesine benzetmektedir.

el-Hasen dedi ki:

“Yağ tortusunu andıran" âyeti, yağın dökülmesini andıran demektir. Çünkü yağ döküldüğü vakit çeşitli renklerde görülür.

Zeyd b. Eslem dedi ki: Yani o vakit zeytinyağı tortusunu andıracaktır. Bir diğer açıklamaya göre: O gidecek ve gelecektir, demektir.

ez-Zeccâc dedi ki: (Gül anlamını veren "el-verde" lâfzını oluşturan) "vav" re ve "dal" harflerinin meydana getirdiği kelimelerin asıl anlamı, gidip gelmek ile alâkalıdır. Bu ise, daha önce renkleri değişip duran at ile ilgili yaptığımız açıklamalara yakındır.

Katade de şöyle demektedir: Bugün sema yeşildir. Onun kırmızı bir rengi olacaktır. Bu açıklamayı da es-Sa'lebî nakletmiştir.

el-Maverdî dedi ki: Önceki İlim adamlarının iddialarına göre semanın asıl rengi kırmızılıktır. Engellerin çokluğu, mesafenin uzaklığı dolayısıyla bu şekilde mavi renkte görülmektedir. Onlar bunu vücuttaki damarlara benzetirler. Aslında damarlar kan gibi kırmızıdır, engel sebebiyle mavi görülmektedirler. Eğer bu açıktama doğru ise şüphesiz ki sema kıyâmet gününde ona bakacak olanlara yakın olacağından ve engellerin de ortadan kalkacağından Ötürü kırmızı olarak görülecektir. Çünkü onun asıl rengi odur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

39

O günde ne insana, ne cinne günahı sorulmayacak.

40

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"O günde ne insana, ne cinne günahı sorulmayacak" âyeti yüce Allah'ın:

"Suçlulara günahları sorulmaz." (el-Kasas, 28/78) âyetini andırmaktadır.

Kıyâmet günü, uzunluğu dolayısıyla değişik halleri bulunan bir gündür. Kimi halde soru sorulur, kimi halde sorulmaz. İşçe İkrime'nin görüşü de budur.

Manası: Onlar cehennemde karar kıldıktan sonra sorgulanmayacaklardır, şeklinde olduğu da söylenmiştir.

el-Hasen ve Katade der ki: Onlara günahları hakkında sorulmayacaktır. Çünkü Allah onların günahlarını tesbit etmiştir, melekler de onları yazmıştır. Bu açıklamayı el-Avfi, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Yine el-Hasen ve Mücahid'den şöyle dedikleri zikredilmiştir: Âyet; melekler onlar hakkında soru sormayacaktır. Çünkü onları simalarından, alâmetlerinden tanıyacaklardır, demektir. Bunun delili de bundan sonra gelen âyetlerdir. Ayrıca Mücahid bu açıklamayı İbn Abbâs'tan nakletmektedir. Yine ondan nakledilen rivâyete göre yüce Allah'ın:

"Rabbine yemin olsun ki onların hepsine elbette soracağız." (el-Hicr, 15/92) âyeti ile:

"O günde ne insana, ne cinne günahı sorulmayacak" âyeti hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Onların söyleyecekleri ile bu durumlarını bilmek maksadıyla onlara soru sormayacaktır. Fakat onlara azarlamak anlamı ile: Niçin bunları yaptınız, diye soracaktır.

Ebû'l-Âl-iye de şöyle demiştir: Günahkârın günahından başkasına soru sorulmayacaktır. Katade: Soru sormak önce olacaktır, sonra da ağızları mühürlenecek ve azaları onlara tanıklık ederek konuşacaktır.

Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şunları da söylediği zikredilmektedir: "Yüce Allah kulu karşısına alır, ona: Ey filan kişi denilir. Ben sana ikramda bulunmadım mı? Ben seni önder kılmadım mı? Ben sana eşler vermedim mi? Atları, develeri senin emrine vermedim mi? Senin başkanlık yapmana, İstediğin gibi mallarda tasarruf etmene fırsat vermedim mi? Adam: Evet (hepsini verdin) diyecek. Bu sefer: Peki sen Benimle karşılaşacağını zannediyor muydun? diye sorar, adam: Hayır der. Yüce Allah şöyle buyurur: Sen (vaktiyle) Beni unutmuş olduğun gibi, Ben de seni unutuyorum. Sonra ikincisi ile karşılaşır, yine ona aynen öbürüne söylediğini söyler. Daha sonra üçüncüsü ile karşılaşır, ona da aynı şeyleri söyler. O da: Rabbim Sana, kitabına, rasûlüne îman ettim, namaz kıldım, oruç tuttum, sadakalar verdim der ve elinden geldiğince güzel şeylerden, hayırlı şeylerden sözeder. Ondan sonra da: İşte ben şimdi burada huzurundayım, der. Sonra ona; Biz de şimdi senin aleyhine olan şahidimizi göndereceğiz, denilir. Benim aleyhimde şahitlik edecek bu kişi kimdir? diye kendi kendisine düşünürken, ağzına mühür vurulacak ve baldırına, etine, kemiklerine: Konuş! denilecek. Baldırı, eti, kemikleri konuşarak yaptıklarını söyleyecekler. Bu ise kendi nefsinden getirilen şahidler dolayısıyla İleri süreceği bir mazeretin kalmaması içindir. Bu kişi münafık kişidir. Yüce Allah'ın kendisine gazab edeceği kisidir." Müslim, IV, 2279; Humeydî, Müsned, II, 497; İbn Mende, îman, II, 791-792 Bu hadis daha önceden Ha, Mim, es-Secde (Fussilet, 41/21. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde (Yâsîn, 36/65. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

41

Günahkârlar yüzlerinden tanınacak da, alınlarından ve ayaklarından yakalanacak.

42

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Günahkârlar yüzlerinden tanınacak" âyeti hakkında el-Hasen şöyle demektedir; Yüzlerinin siyahlığından, gözlerinin morluğundan tanınacaklar. Çünkü yüce Allah:

"Biz günahkârları o gün gözleri morarmış halde haşrederiz." (Tâ-Hâ, 20/102);

"O günde kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler kararacaktır." (Al-i İmrân, 3/106) diye buyurmaktadır.

"Alınlarından ve ayaklarından yakalanacak." Yani melekler alınlarından yakalayacaktır. Bu da, meleklerin onların bağlarının perçemlerinden ve ayaklarından yakalayarak cehenneme atacaklardır, demektir.

"Alınlar" çoğuludur.

ed-Dahhâk şöyle demiştir: Alnı ve ayakları, sırtının arka tarafından bir zincir ile biraraya getirilecektir. Yine ondan; adamın ayakları alınıp, sırtı kırılıncaya kadar alnı ile biraraya getirilecek, sonra da cehenneme atılacaktır, dediği rivâyet edilmiştir.

Bir başka açıklamaya göre; ona böyle yapılmasının sebebi, azabının daha çok ağırlaştırılması ve görüntüsünün daha ileri derecede kötüleştirilmesi içindir. Yine denildiğine göre; melekler onları cehennem ateşine doğru sürüklerken, kimi zaman alınlarından onları yakalayıp yüzüstü çekecekler, kimi zaman da ayaklarından yakalayıp başı yerde olduğu halde sürükleyeceklerdir.

43

İşte bu, o günahkârların yalan saydığı cehennemdir.

"İşte bu, günahkârların yalan saydığı cehennemdir." Yani onlara: İşte size haber verilmiş olan ve sizin yalan saydığınız cehennem ateşi budur, denilecektir.

44

Onlar bunun ile sıcak su arasında gidip geleceklerdir.

45

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Onlar bunun ile sıcak su arasında gidip geleceklerdir" âyeti hakkında Katade şöyle demiştir; Bir sefer sıcak suya, bir sefer Cahîme gidip geleceklerdir. Cahîm de cehennem ateşidir, Hamım ise sıcak su demektir.

"Sıcak" lâfzı üç türlü açıklanmıştır. Birincisine göre sıcaklığı ve kaynaması en ileri derecede olan su demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr ve es-Süddî yapmıştır. Nâbiğa ez-Zübyânî'nin şu beyitinde de bu anlamdadır:

"Gaddarlık ve hainlik etmiş bir sakal boyanır,

Karın, bölgesinden gelen, katıksız ve oldukça sıcak bir kırmızı renge."

Katade dedi ki; Bu, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığından beri kaynayan bir sudur. Yüce Allah şöyle demektedir: Onlar cehennem ateşinden kurtulmak için yardım isteyeceklerinde, onların kurtuluş için sığınakları bu olacaktır. Ka'b dedi ki: Bu ,cehennem vadilerinden bir vadidir. Cehennem ehfinin irinleri burada toplanır. Zincirleriyle birlikte oraya daldırılırlar. Nihayet eklemleri bile birbirinden kopar. Daha sonra yüce Allah onlara yeni bir hilkat vermiş olduğu halde oradan çıkarlar, bu sefer cehennem ateşine atılırlar. İşte yüce Allah'ın:

"Onlar bunun ile sıcak su arasında gidip geleceklerdir" âyeti bunu anlatmaktadır.

Yine Ka'b'dan: Bu hazır olan demektir, dediği rivâyet edilmiştir. Mücahid de şöyle demiştir: Bu içilme zamanı gelmiş ve en ileri dereceye ulaşmış olan demektir.

Kıyâmetin dehşetleri ile günahkârların cezalandırılmasına dair anlatılan bu hususların nimet olma yönü ise; bunun kişileri günahlardan alıkoyucu ve itaatlere teşvik edici özelliğinin olmasıdır.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edildiğine göre o gece vaktinde bir gencin:

"Artık gök yarılıp yağ tortusunu andıran kırmızı bir gül gibi olduğu zaman..." âyetini okuduğunu duymuş. Genç burada durmuş ve gözyaşı onu devam etmekten alıkoymuş, bunun üzerine şöyle demeye başlamış; Semanın çatlayacağı o gün vay halime! Vay halime! Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Evet, ey genç! Bu şekilde vay haline! Fakat nefsim elinde olana yemin ederim ki; semadaki melekler bile senin ağlaman dolayısıyla ağladı." Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VII, 703

46

Rabbinin huzurunda durmaktan korkana da İkî cennet vardır.

47

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Rabbînin huzurunda durmaktan korkana da iki cennet vardır" âyetine dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Rabbin Huzuruna Varmak:

Yüce Allah cehennemliklerin hallerini sözkonusu ettikten sonra, iyi kulları için neler hazırladığını sözkonusu etmektedir. Âyetin anlamı şudur: Hesab için Rabbinin huzurunda durmaktan korkup da masiyeti terkeden kimseye (iki cennet vardır). Buna göre; "Huzurda durmak" ayakta durmak anlamında bir mastardır.

Bir açıklamaya göre Rabbinin üzerinde oluşundan korkan, demektir. Bu da Rabbinin kendisini kontrol etmesinden ve ona muttali olmasından korkan demek olur. Bunu yüce Allah'ın:

"Her nefsin bütün kazandığını gözetleyen (Allah müşriklerin putları gibi) midir?" (er-Ra'd, 13/33) açıklamaktadır.

Mücahîd ve İbrahim en-Nehaî şöyle demişlerdir: Burada sözü edilen şahıs, bir masiyet işlemeyi kararlaştırıp Allah'ı hatırladıktan sonra O'nun korkusuyla o günahı işlemeyi terk eden kimsedir.

2- İki Cennet Kime ve Hangi Sebeplerden Dolayı Verilecektir?:

Bu âyet-i kerîme şuna delildir: Bir kimse hanımına: Şayet ben cennet ehlinden değil isem sen de benden boş ol dese ve eğer bu kimse bir masiyet işlemeyi kararlaştırmış olmakla birlikte Allah'tan korktuğundan ve O'ndan utandığından dolayı terketmiş ise, onun bu yemini bozulmaz. Süfyan es-Sevrî de böyle demiş ve buna göre fetva vermiştir.

Muhammed b. Ali et-Tirmizî şöyle demektedir: Böyle bir kimseye cennetin biri Rabbinden korkusundan ötürü, diğeri ise arzusunu, şehvetini terkettiğinden ötürü verilecektir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Farzları edâ ettiği halde birlikte, Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimse kastedilmektedir.

"Makam; Huzurda durmak, yer" diye açıklanmıştır. Yani -önceden geçtiği gibi- hesab için Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimse demek olur. Burada "huzurda durma"nın kul hakkında olması, sonra da bunun Allah'a izafe edilmiş olması da mümkündür, bu da yüce Allah'ın:

"Onların ecelleri geldiğinde" (el-A'raf, 7/34) âyeti ile bir başka yerdeki:

"Şüphesiz ki Allah'ın (takdir ettiği) eceli geldi mi geri bırakılmaz." (Nûh, 71/4) âyetinde geçen "ecel"e benzemektedir.

"İki cennet vardır." Yani korkan herkese başlı başına iki cennet vardır. Korkan herkes için iki cennet verilecektir. Bütün korkanlara iki cennet verilecektir diye açıklanmış ise de birincisi daha kuvvetli görülmektedir.

İbn Abbâs'tan rivâyete göre o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: "İki cennet, cennetin eni kadar iki bahçedir. Bunların herbirisi yüz yıllık bir mesafedir. Herbirisinin ortasında da nurdan bir ev vardır. Nağme çıkararak ve yeşilliği ile salınmayan hiçbir şeyi yoktur. O bahçenin kararı sabittir, ağaçları da sabittir." Bunu el-Mehdevî zikretmiş olup, us-Sa'-lebî de bunu Ebû Hüreyre yoluyla gelen bir hadis olarak kaydetmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre; iki cennet, kendisi için yaratılmış olan bir cennet ile mirasçısı olacağı diğer cennettir (bahçedir,)

Bir diğer açıklamaya göre iki cennetten birisi, kendisinin konaklayacağı yer, diğeri ise eşlerinin konaklayacağı yerdir. Tıpkı dünyadaki ileri gelen başkanların yaptıkları gibi.

Bir başka açıklamaya göre iki cennetten birisi, onun meskeni, diğeri ise bahçesi olacaktır. Bu iki cennetten birisi köşklerinin aşağı tarafları, diğeri ise yukarı tarafları olduğu da söylenmiştir.

Mukâtil dedi ki: Bu iki cennet, Adn cenneti ile Naînı cennetidir.

el-Ferrâ' da şöyle demiştir; Bu tek bir cennettir, âyet sonu olduğu için tesniye gelmiştir. Ancak el-Kutebî bunu kabul etmeyerek şöyle demiştir: Cehennemin bekçileri aslında yirmi kişidir, ama ondokuz kişi oldukları âyet sonlarına riayet olsun diye sözkonusu edilmiştir, denilemez. Aynı şekilde yüce Allah;

"İkisinin de (gölgelikli) dalları vardır" (radıyallahü anhhmân, 55/48) diye buyurmaktadır.

Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: el-Ferrâ' şöyle demiştir: Bu tek bir cennet olabilir. Şiirde de bunun iki cennet olduğu sözkonusu edilmiş olabilir. Ancak böyle bir görüş yüce Allah'ın kitabı hakkında yapılacak en büyük hatalardandır. Çünkü yüce Allah:

"İki cennet vardır" diye buyurmakla, sonra da bunları "ikisinde... vardır" diye nitelendirmektedir. Şimdi âyetin zahirinden anlaşılanı bırakarak: Bunun tek bir cennet olması mümkündür deyip, şiiri delil diye göstermesi doğru bir şey değildir. Ancak el-Ferrâ'nın Meâni'l-Kur’ân, III, llttdeki ifadelerinden böyle bir iddiada bulunmadığı anlaşılmaktadır. el-Kutebî ile en-Nehhâs'in neden böyle bir iddiada bulundukları ve neye dayanarak böyle bir ifade kullandıkları ayrıca ele alınması gereken bir konudur.

Bir açıklamaya göre cennetlerin iki tane, olması bir yerden diğerine gidip gelmekle cennetlik kişinin sevincinin kat kat arttırılması içindir.

Denildiğine göre bu Özel olarak Ebû Bekir es-Sıddık (radıyallahü anh) hakkında cennetin takva sahiplerine yakınlaştırılıp, cehennem ateşinin günahkârlara açıkça gösterileceği günü hatırlaması üzerine inmiştir. Bunu Atâ ve İbn Şevzeb söylemişlerdir.

ed-Dahhâk şöyle demiştir: Hayır, o bir gün susuzken süt içmiş ve bu hoşuna gitmişti. Bu süte dair soru sorunca sütün helal olmayan bir yerden elde edildiğini ona söylediler. O da kendisini kusturarak sütü çıkardı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona bakıp duruyordu. Bunun üzerine: "Allah'ın rahmeti üzerine olsun. O'nun hakkında bir âyet indirdi" deyip, ona bu âyeti okudu. İbn Ahmed b. Hanbel, et-Verâ, s. 84, (âyet nüzulünün sözkonusu etmeden) Muvatta’, (Ömer (radıyallahü anh)in başından geçen bir olay olarak ve âyet nüzulünü sozkonusu etmeden

48

İkisinin de (gölgelikli) dalları vardır.

49

O halde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"İkisinin de dalları vardır" âyeti hakkında İbn Abbâs ve bekaları şöyle demişlerdir: Çeşitli meyveleri vardır, demektir.

"Dallar" lâfzının tekili'dır. Mücahid dedi ki: Bu kelime

"dallar" anlamında olup, tekdır. Şair en-Nabiğa da şöyle demiştir:

"Musibeti dolayısıyla ızdırab çeken ve dal üzerinde şarkı söyleyerek,

Yabani bir erkek güvercini çağıran bir dişi güvercinin ağlayışı..."

Bir başka şair de, iki kuşu nitelendirirken şöyle demektedir:

"Sorgun ağacının dallarının ucunda geçirdiler geceyi,

Çeşitli nağmeleri birbirlerine söyleyerek."

Şair burada çeşitli nağmeler ile çeşitli dilleri kastetmiştir. Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Şevkin bir güvercinin sesinden dolayı galeyana gelmedi,

O güvercin ki, dallar üzerinde bir diğer güvercini çağırır;

O güvercin ki; yırtıcı iki pençeli bir doğana rastgelmiş

Ve onun iki yavrusu vardır."

"Dal" kelimesinin çoğulu ...diye gelir, bundan sonra bir daha:çoğulu yapılır. Şair bir değirmeni anlatırken şöyle demektedir:

"Ve onun ağaç dallarından bir dizgini vardır."

" Dalları bulunan ağaç" demektir. Gayr-i kıyasî olarak: diye de söylenir. Hadiste de şöyle denilmiştir: "Cennetlikler tüysüz, sürmeli ve fenenli (top saçlı) kimselerdir. "

Buradaki çoğuludur. Bu da; 'in çoğulu olup bir araya toplanmış saç demektir. Bu da dala benzetilmiştir. Bunu el-Herevî zikretmiştir.

"İkisinin de dalları vardır" âyetinin, diğerlerine göre genişlikleri ve üstünlükleri vardır, anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.

Yine Mücahid'den ve İkrime'den: "Dalların duvarlar üzerindeki gölgesi" demektir dedikleri rivâyet edilmiştir.

50

İkisinde de akar iki pınar vardır.

Âyetin tefsiri için bak:51

51

O halde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"İkisinde de akar iki pınar vardır." Yani bu cennetlerin herbirisinde akan bir pınar vardır. İbn Abbâs dedi ki: Bu iki pınar yüce Allah'tan lütuf ve fazladan mükâfatı olmak üzere, cennetliklere suları ile akarlar. Yine İbn Abbâs'tan ve el-Hasen'den şöyle dedikleri zikredilmiştir: Bu pınarlar tatlı su akıtırlar. Bu iki pınardan birisi Tesnîm, diğeri ise Selsebfl'dir. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre: Bu iki pınar dünyanın kat kat fazlasıdır. Yataklarındaki küçük çakıllar kırmızı yakut ve yeşil zebercettir. Toprakları kâfur, çamur tortuları, ezfer miskidir. Kıyılan ise zaferandandır.

Atiyye dedi ki: Bu iki pınardan birisi kokmayan sudan, diğeri ise içenlere lezzet veren şaraptandır.

Miskten bir dağdan akarlar, diye de söylenmiştir. Ebû Bekir el-Verrak dedi ki: Bu iki cennette, dünya hayatında gözleri yüce Allah korkusundan dolayı yaş akıtan kimseler için akan iki pınar vardır.

52

İkisinde de her meyveden çifter çifter vardır.

53

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"İkisinde de her meyveden çifter çifter vardır." İki çeşit vardır ve her İki türü de tattı ve lezzetlidir.

İbn Abbâs dedi ki: Dünyada tatlı olsun, acı olsun ne kadar ağaç varsa, mutlaka o ağaçtan cennette de vardır, Hanzal (Ebû Cehil karpuzu) dahil. Şu kadar var ki o, cennette tatlı olacaktır. Şöyle de açıklanmıştır: Biri yaş, diğeri kuru olmak üzere İki çeşit olacaktır. Üstünlük ve lezzetleri bakımından biri diğerinden üstün olmayacaktır.

Bir başka açıklamaya göre; yüce Allah bu iki cennetin daha aşağı mertebedeki iki cennetten üstün olduklarını kastetmiştir. Burada akan iki pınardan sözettikten sonra orada (66. âyette) suları coşan iki pınardan sözetmektedir. Suların coşması ise suların akmasından daha aşağı mertebededir. Şöyle buyurmuş gibidir: Daha sonra sözkonusu edilecek iki cennette her meyveden bir çeşit vardır. Bu cennette ise her meyveden iki çeşit vardır.

54

Astarları kalın ipekten döşemelere yaslanmışlar olarak. Her iki cennetin de (meyvelerinin) toplanışı yakındır.

55

O halde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Astarları kalın ipekten döşemelere yaslanmışlar olarak" âyetindeki;

" Yaslanmışlar olarak" lâfzı hal olarak nasbedilmiştir. " Döşemeler" lâfzı 'in çoğuludur, Ebû Hayve "re" harfini sakin olarak; diye okumuştur.

"(............): Astarları" lâfzı da, çoğuludur. Bu da yüzün altındaki kumaşa denilir,

"Kalın ipek" demektir.

Yani yere temas eden astarlan bu şekilde olursa, yüzünün nasıl olacağını var sen düşün. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve Ebû Hüreyre yapmıştır. Said b. Cubeyr'e; Astarlar kalın ipekten olursa ya yüzler nedendir? diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Bu da yüce Allah'ın:

"Onlara o işlediklerine mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatan ne nimetler gizlendiğini hiçbir kimse bilemez" (es-Secde, 32/17) âyetinde sözü edilenler cümlesindendir.

İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah size bu döşemelerin astarlarını anlattı ki, kalpleriniz onları tasavvur edebilsin. Yüzlerine gelince, bunları Allah'tan başkası bilemez.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edilen haberde belirtildiğine göre o şöyle buyurmuştur: "O döşemelerin yüzleri ise parıldayan bir nurdur. " Yakın manada: Ebû Nuaym, Hilyetu'l-Evliyâ, IV, 286.

el-Hasen'den rivâyete göre o şöyle demiştir: Astarları kalın ipekten, yüzleri ise katılaşmış nurdandır. Yine el-Hasen'den rivâyete göre:

"Astarlar" bizzat yüzler demektir. Bu aynı zamanda el-Ferrâ''nın da görüşüdür. Bu görüş Katade'den de rivâyet edilmiştir. Çünkü Araplar yüze de astar derler. Mesela: "Bu semanın yüzüdür, bu semanın astarıdır" diye bizim gördüğümüz semanın yüzünü sözkonusu ederler. Ancak İbn Kuteybe ve başkaları bunu kabul etmeyerek şöyle derler: Böyle bir anlatım ancak herbir tarafı birtakım kimselerce görülen ve iki tarafı da birbirine eşit iki yüzü bulunan şeyler hakkında sözkonusu olabilir. Senin ve başkalarının arasında bulunan duvar gibi. Semanın durumu da İşte buna göredir.

"Her iki cennetin de toplanışı yakındır" âyetindeki:

"Toplanış" ağaçtan toplanan mahsuller demektir. Toplanılan her şey hakkında: "O bize toplanan güzel bir mahsul getirdi" denilir. " Toplanmış meyve" denilir ki bu da "fail" vezninde olup, toplanması zamanını ifade eder. Şair de şöyle demiştir;

"İşte bu benim topladıklarım ve onların en güzelleri onun ağzında,

Oysa her mahsul toplayanın eli kendi ağzında."

"Cim" harfi kesreli olarak; diye de okunmuştur. "Yakın" demektir.

İbn Abbâs dedi ki; Ağaç dallarını o kadar yakınlaştırır ki Allah'ın dostu dilerse ayakta, dilerse otururken, dilerse de yatarken bunun meyvesini toplayabilir, Uzaklık ya da daldaki bir diken, elini geri çekmesine sebep olmaz.

56

Onlarda bunlardan evvel ne bir insanın, ne bir cinnin asla dokunmadığı, gözlerini yalnız eşlerine dikmişler vardır.

57

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Gözlerini Eşlerine Dikmiş Olanlar:

"Onlarda" sözü geçen iki cennette diye açıklanmıştır.

"...Gözlerini yalnız eşlerine dikmiş (huri)ler vardır."

ez-Zeccâc dedi ki: Yüce Allah'ın burada;

" Onlarda" diye buyurup; (tesniye kipi olarak): "O ikisinde" diye buyurmamış olmasının sebebi, hem iki cenneti, hem de o iki cennetin sahiplerine hazırlamış olduğu nimetleri kastetmiş olduğundan dolayıdır.

Bir diğer açıklamaya göre bu zamir, astarları kalın ipekten olan döşeklere aittir Yani bu döşeklerde:

"Gözlerini yalnız eşlerine dikmiş (huri)ler vardır" demektir. Maksat gözlerini sadece eşlerine dikmiş, yalnız onlara bakan, onlardan başkalarını görmeyen hanımlar demektir. Daha önce es-Saffat Sûresi'nde (37/48-49- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada: " Göz" Lâfzının çoğula izafe edilmekle birlikte tekil gelmiş olması, mastar anlamında oluşundan dolayıdır. Bu gözünü kırptı, kırpar, kırpmak kökünden gelmektedir. Daha sonra göze bu İsim verilmiş olup, böylelikle bu mastar hem tekil, hem de çoğul ifadenin yerini tutmaktadır, Arapların; "Adaletli ve oruç tutan bir tupluluk" derken bunu mastarla ifade etmeleri gibi.

2- Bu Eşlere El Değmemiştir:

"Asla dokunmadığı" âyeti, bu hurilerle kocalarından önce hiçbir kimse cima etmemiştir, demektir. el-Ferrâ' dedi ki: " Bekareti bozmak" demektir. Bu da cima yapıp kanatmak demektir. denilir. Bu kökten olmak üzere ay hali olan kadına denilmiştir. el-Ferrâ''dan başkaları ise bu hususta ondan farklı olarak şöyle demektedir: "Herhangi bir şekilde onunla cima etti" demektir. Şu kadar var ki el-Ferrâ'nın açıklaması daha çok bilinen ve yaygın bir açıklamadır.

el-Kisâî "mim" harfini ötreli olarak; "Asla onlara dokunmamıştır" diye okumuştur.

" Kadın ay hali oldu, olur" demektir. Kesreyle; …..de bir söyleyiştir, ism-i faili ...diye gelir. el-Ferezdak da şöyle demiştir:

"Bana düştüler, benden önce onlara dokunulmamış

Ve onlar deve kuşu yumurtasından daha da güzeldirler."

"Dokunmadığı" el değmediği anlamındadır, diye de açıklanmıştır.

Ebû Amr dedi ki: " Dokunmak, el değmek" demektir. Bu da kendisine el değdirilen her şey hakkında kullanılır. Mesela otlak için: "bu otlağa bizden önce hiçbir kimse değmemiştir" denilir. Aynı şekilde: "Bu dişi deveye hiçbir ip (yular) değmemiştir" denilir.

el-Müberred de şöyle demiştir: Âyetin anlamı şudur: Onlardan önce ne bir insan, ne de bir cin onları emri altına almamıştır. Çünkü: “Emri altına almak" demektir.

"Cin" anlamındaki lâfzı el-Hasen hemzeli olarak; diye okumuştur.

3- Cinsel Açıdan Cinlerin Durumu:

Bu âyet-i kerimede cinlerin de insanlar gibi ilişki kurduklarına, cennete gireceklerine ve cinlere cennette cinden hanımların verileceğine delil vardır.

Damra dedi ki: Mü’minlere kendi türlerinden huru'l-înden eşler olacaktır. Buna göre insan türünden olan kadınlar insanlara, cin türünden olan kadınlar da cinleredir.

Şöyle de açıklanmıştır; Yüce Allah'ın cennette mü’min olan cinlere vereceği cinlerden olan huru'l-înynlerin hiçbirisine hiçbir cinin eli değmediği gibi, cennette mü’min İnsanlara Allah'ın bağışladığı insan türünden huru'lînyne de hiçbir İnsanın eli değmemiştir. Çünkü cinler hiçbir zaman dünyada Âdemoğullarından olan kızlarla ilişki kuramazlar. Bunu el-Kuşeyrî zikretmiştir.

Derim ki: Daha önce en-Neml Sûresi (27/44. âyet) ile el-İsra Sûresi'nde (17/64. âyet, 4. başlıkta) bu hususa dair açıklamalar geçmiş ve cinlerin Âdemoğulları, kızları ile ilişki kurmalarının mümkün olduğu belirtilmiş idî. Mücahid de şöyle demiştir: Erkek cima esnasında eğer besmele çekmeyecek olursa, cin onun organı üzerine katlanır ve onunla birlikte cima eder. İşte yüce Allah'ın:

"Bunlardan evvel ne bir insanın, ne bir cinnin asla dokunmadığı" âyeti da bunu anlatmaktadır. Şöyle ki; şanı yüce Allah huru’l-îyni onlardan önce hiçbir insan ve hiçbir cinnin el değmemesi ile nitelendirmiştir. Bununla bizlere Âdemoğullarına mensub kadınlara cinlerin el değdirebileceğini öğretmekte, huru'l-İynin ise bu kusurdan uzak ve münezzeh olduklarını belirtmektedir. " Dokunmak, el değmek"; cima etmek demektir. Bunu tamamiyle el-Tirmizî el-Hakîm zikretmiştir. Aynı şekilde el-Mehdevî, es-Sa'lebî ve başkaları da bunu zikretmiş bulunmaktadırlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

58

Onlar sanki yakut ve mercandır.

59

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Onlar sanki yakut ve mercandır" âyeti ile ilgili olarak Tirmizî'nin, Abdullah b. Mesud'dan kaydettiği rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cennetlik kadınlardan bir kadının bacağının beyazlığı yetmiş kat elbisenin arkasından dahi görülür. Hatta kemiğinin iliği dahi görülür." Çünkü yüce Allah:

"Onlar sanki yakut ve mercandır" diye buyurmaktadır. Yakuta gelince o öyle bir taştır ki, sen onun içine bir ip geçirecek olupta onu görmek istersen yakutun gerisinden o ipi görebilirsin Tirmizî, IV, 676; Ebû Şeybe, Mûsannef, VII, 322 Bu hadis mevkuf olarak da rivâyet edilmektedir.

Amr b. Meymun dedi ki: Huru'l İynden olan bir kadın yetmiş kat elbise giydiği halde bunun arkasından bacağının kemiğinin iliği, tıpkı kırmızı şarabın beyaz camdan görülmesi gibi görülür.

el-Hasen dedi ki: Huriler yakut kadar arı duru ve mercan gibi beyazdırlar.

60

İyiliğin karşılığı iyilikten başkası olabilir mi?

61

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"İyiliğin karşılığı iyilikten başkası olabilir mi?" âyetindeki; "... mi" dilde dört anlamda kullanılır.

Bazan -muhakkak anlamına gelen: anlamına kullanılır. Yüce Allah'ın:

"İnsan üzerinden, öyle bir süre geçmiştir ki" (el-İnsan, 76/1) âyetinde olduğu gibi.

Yüce Allah'ın: " Siz de Rabbinizin vaadettiğini gerçek buldunuz mu?" (el-A'raf, 7/44) âyetinde olduğu gibi soru anlamına kullanılır. Bazan da yüce Allah'ın:

"Artık vazgeçtiniz mi?" (el-Mâide, 5/91) âyetinde olduğu gibi emir anlamında...

Bazan da yüce Allah'ın; "Peygamberler üzerinde apaçık tebliğden başka bir görev var mı?" (en-Nahl, 16/35) âyeti ile;

"İyiliğin karşılığı İyilikten başkası olabilir mi?" âyetinde olduğu gibi olumsuzluk halinde; (u ) anlamında kullanılır. İkrime dedi ki: Yani lâ ilahe illallah diyen kimsenin mükâfatı cennetten başkası olabilir mi? İbn Abbâs dedi ki: Lâ ilahe illallah deyip Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirdikleri gereğince amel eden kimseye cennetten başka bir karşılık yoktur, demektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Dünyada iyilik yapmış kimseye, âhirette de iyilik yapılmaktan başka bir mükâfat olur mu? Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.

Enes'in rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın:

"İyiliğin karşılığı İyilikten başkası olabilir mi?" âyetini okuduktan sonra: "Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?" diye sormuştur. Ashab: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir deyince, Hz. Peygamber buyurdu ki: "Kendisine tevhid nimetini ihsan ettiğim kimseye cennetten başka bir mükâfat yoktur." et-Tirmizî el-Hakîm, Nevâdiru'l-Usûl, II, 266; Deylemî, Firdevs, IV, 337. Beyhakî, Şuabu'l-îman, I, 372.

İbn Abbâs'ın rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyet-i kerimeyi okuyup şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah buyuruyor ki: Beni tanımak ve beni tevhid etmek nimetini kendisine ihsan etmiş olduğum kimseye mükâfatım, onu rahmetimle cennetime ve kutsal zatımın yakınlığına yerleştirmekten başkası değildir." Bir önceki nota bakınız. (Cafer) es-Sâdık dedi ki: Ezelde kendisine ihsanda bulunduğum kimsenin üzerindeki iyiliği ebediyyen korumaktan başka bir mükâfatı olur mu?

Muhammed b. el-Hanefiyye ve el-Hasen de şöyle demişlerdir: O iyi kimselerin üzerine de, günahkârların üzerine de serbestçe salınmıştır. Bu da dünyada günahKârlara, âhirette de iyilere serbestçe salınmıştır, demektir.

62

O İkisinden başka iki cennet daha vardır.

Âyetin tefsiri için bak:63

63

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"O ikisinden başka iki cennet daha vardır." Yani sözü geçen ilk iki cennetten ayrı olarak iki cenneti daha vardır, İbn Abbâs dedi ki: Derece itibariyle o ikisinden daha aşağı demektir. İbn Zeyd: Fazilet itibariyle o ikisinden aşağıda... diye açıklamıştır. İbn Abbâs dedi ki: Cennetler, Rabbinîn huzurunda durmaktan korkan kimseleredir. Bundan dolayı sözü edilen ilk iki cennette hurma ağaçları ve başka ağaçlar, diğer iki cennette ise ekinler, bitkiler ve yerin üzerine yayılan şeyler bulunacaktır.

el-Maverdî dedi ki:

"O ikisinden başka iki cennet daha vardır" âyetinde sözü edilen cennetlerin, kişiye ait olan kimseler için olma ihtimali vardır. Çünkü ona ait olanların konumu onun konumundan daha aşağıdadır. Bu iki cennetten birisi huru’l-îyn için, diğeri ise ebedi kılınacak çocuklar içindir. Böylelikle bu iki cennet ile erkekler ve dişiler ayrılmış olacaktır.

İbn Cüreyc dedi ki: Cennetler dört tanedir. Bunlardan ikisi ileri geçen ve yakınlaştırılan kimseler için olup

"İkisinde de her meyveden çifter çifter vardır" (52. âyet) ile

"İkisinde de akar iki pınar vardır" (50. âyet) Diğer cennetlerin ikisi de ashabu'l-yemin (kitapları sağlarından verilecek olanlar) içindir.

"İkisinde de meyve, hurma ve nar vardır." (68. âyet) ve:

"İkisinde de suları durmaksızın coşan iki pınar vardır." (66. âyet) âyetinde onlardan söz edilmiştir.

İbn Zeyd dedi ki: İlk iki cennet altından olup yakınlaştırılmış kimselere (el-mukarrabûn)e aittir. Diğer ikisi gümüşten olup, ashâbu'l-yemine aittir.

Derim ki şunları söylemiştir: el-Halîmî Ebû Abdullah el-Hasen b. el-Huseyn de "Minhâcu'd-Din" adlı eserinde bu görüşü benimsemiş ve Said b. Cubeyr'in, İbn Abbâs'tan naklettiği şu rivâyeti delil göstermiş ve:

"Rabbinin huzurunda durmaktan korkana da iki cennet vardır." (46, âyet) âyetinde "İkisi de siyaha yakın koyu yeşildirler" âyetine kadar olan âyetler hakkında şunları söylemiştir: Bu iki cennet mukarrebler içindir. Diğerleri ise ashabu'l-yemin içindir. Ebû Mûsa el-Eşarîden de buna yakın bir rivâyet gelmiştir. Yüce Allah ilk iki cennetin niteliklerini belirttikten sonra, her ikisi arasındaki farka işaret ederek ilk ikisi hakkında:

"İkisinde de akar iki pınar vardır." (50. âyet) diye buyurmuş, sonraki iki cennet hakkında da;

"İkisinde de suları durmaksızın coşan iki pınar vardır." (66. âyet) diye buyurmuştur. Yani bunlar coşup kaynamaktadırlar, fakat akıp duran pınarlara benzemezler. Çünkü coşup kaynamak, akıp durmaktan daha aşağı bir derecededir. İlk iki cennet hakkında:

"İkisinde de her meyveden çifter çifter vardır." (52. âyet) diye buyurmuş, özel olarak belirli meyvelerden sözetmeyip genel bir ifade kullanmıştır. Diğer iki cennet hakkında ise:

"İkisinde de meyve, hurma ve nar vardır." (68. âyet) diye buyurmuş ve: "Her meyveden" dememiştir. İlk iki cennet hakkında:

"Astarları kalın ipekten döşemelere yaslanmışlar olarak." (54. âyet) diye buyururken, diğer ikisi hakkında: "Yeşil yastıklara ve güzel döşemelere yaslanarak" diye buyurmaktadır.

Bu âyetteki: "Döşeme" işlemeli demektir. Şüphesiz ki kalın ipek işlenmiş olandan daha değerlidir. "Yastık" çadırın bir tarafındaki (dayanılacak) şey demektir, Şüphesiz ki üzerinde yaslanmak maksadıyla hazırlanmış döşemeler, çadırdaki bu parçalardan daha üstündür, İlk iki cennetteki hurilerin nitelikleri ile ilgili olarak:

"Onlar sanki yakut ve mercandır." (58. âyet) diye buyurmuşken, diğer iki cennettekiler hakkında da: "İçlerinde güzel huylu, güzel yüzlüler vardır." diye buyurmaktadır. Güzellik ise yakut ve mercanın güzelliği gibi değildir.

îlk iki cennet hakkında: "İkisinin de dalları vardır" diye buyurmuşken diğer ikisi hakkında: "İkisi de siyaha yakın koyu yeşildirler" diye buyurmaktadır. Yani ileri derecedeki yeşilliklerinden dolayı âdeta siyah renge çalan yeşilliktedirler. İlk iki cennetin dallarının çokluğuyla nitelendirilmesi yanında, diğer ikisinin sadece yeşillikle nitelendirildiği görülmektedir. Bütün bu açıklamalar yüce Allah'ın:

"O ikisinden başka iki cennet daha vardır." âyeti ile ilgili kastettiğimiz anlamı tahkik etmektedir. Her iki cennet arasında bulunan farka dair sözü edilmeyen hususların, sözü edilenlerden daha çok olma ihtimali de vardır.

Şayet İlk iki cennetin sahiplerini sözkonusu ettiği gibi, niçin bu iki cennetin sahiplerini de sözkonusu etmemiştir; diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Sözü edilen dört cennet de Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimseler içindir. Şu kadar var ki, korkanların da mertebeleri farklıdır. Sözü edilen ilk iki cennet yüce Allah'tan korkmak mertebesi itibarı ile kullar arasında en yüksekte olanlar içindir. Diğer iki cennet ise Allah'tan korkma mertebesi daha aşağıda olanlar içindir. ed-Dahhâk'ın görüşüne göre ilk iki cennet, altın ve gümüşten, diğerleri ise yakut ve zümrüttendir ve diğerleri ilk ikisinden daha üstündür. Yüce Allah'ın:

"O ikisinden başka iki cennet daha vardır" âyeti da onların önünde ve onların karşı taraflarında anlamındadır. Ebû Abdullah et-Tirmizî el-Hakîm de Nevâdiru'l-Usûl adlı eserinde bu görüşü benimseyerek şöyle demiştir: "O ikisinden başka İki cennet daha vardır." Yani bunlardan Arş'a daha yakın olan İki cennet daha vardır. Bu da Arş'a daha yakın oldukları anlamına gelir. Daha sonra da -birazdan kendisinden naklen aktaracağımız gibi- sonra sözkonusu edilen iki cennetin ilk iki cennetten üstünlüklerini anlatmaktadır.

Mukâtil ise şöyle demektedir: İlk iki cennet Adn cenneti ile Naîm cennetidir. Sonra sözkonusu edilen iki cennet ise Firdevs cenneti ile Me'vâ cennetidir.

64

İkisi de siyaha yakın koyu yeşildirler.

Âyetin tefsiri için bak:65

65

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"İkisi de siyaha yakın koyu yeşildirler." Yani bolca sulandıklarından ötürü yeşil renklidirler. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. Mücahid: Siyah renklidirler, diye açıklamıştır. Çünkü dilde: " Siyahlık" demektir. Mesela, beyazlığı gidinceye kadar rengi koyulaşmış olan ata, erkek ve dişi deveye; denilir. Şayet koyu siyah olacak kadar koyuluğu daha da artacak olursa, ona da: denilir, ( Atın rengi (siyaha yakın) koyulaştı" demektir, "O şey siyahlaştı" anlamındadır. Yüce Allah da: "İkisi de siyaha yakın koyu yeşildirler" diye buyurmaktadır. Yani iyice sulandıklarından ve oldukça yeşil olduklarından ötürü siyah gibidirler. Araplar ise (koyu) yeşil olan herşeye siyah derler Lebid de Hevazinlilerden öldürülenler hakkında şöyle demektedir:

"Onu bir hevdec içinde getirdiler arkasında ise ince deri parçalarından dokunmuş (zırh gibi giyecek)ler içinde yeşil birlikler vardır."

Irak arazisine "sevâd (siyahlık)" denilmesi de yeşilliğinin çokluğundan ötürüdür. Karanlık geceye de -yeşil anlamında-: denilir. "Allah onların yeşilliklerini yok etsin" sözü onların sevâdlarını (yeşil alanlarını) yok etsin, demektir.

66

İkisinde de suları durmaksızın coşan iki pınar vardır.

Âyetin tefsiri için bak:67

67

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"İkisinde de suları durmaksızın coşan." İbn Abbâs'tan gelen açıklamaya göre suları durmaksızın kaynayan

"iki pınar vardır."

"Coşmak" diye "hı" harfi ile kullanılan ifade; “Sızmak, ince ince akmak'dan daha çok su akıtmayı ifade eder. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre; hayır ve bereket ile kaynayıp coşan, demektir. el-Hasen ve Mücahid de böyle açıklamışlardır.

İbn Mes’ûd, yine İbn Abbâs ve Enes de şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın dostlarına yağmur tanelerinin serpilmesi gibi, cennet ehli üzerine onların evlerinde misk, anber ve kâfur akar.

Said b. Cübeyr dedi ki: Çeşitli meyveler ve sular ile durmadan coşar demektir.

et-Tirmizî (el-Hakim) şöyle demektedir: Çeşitli meyveler, nimetler, süslü cariyeler, eğerle takımları bulunan atlar ve rengarenk elbiseler ile (bol bol akar) diye açıklamışlardır. Yine et-Tirmizî şöyle demiştir: İşte bu "durmadan coşma"nın "akmak"dan daha fazla olduğunu göstermektedir.

Bu iki pınarın kaynayıp coştuktan sonra aktıkları da söylenmiştir,

68

İkisinde de meyve, hurma ve nar vardır.

 Âyetin tefsiri için bak:69

69

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"İkisinde de meyve, hurma ve nar vardır" âyetine dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:

1- Hurma ve Nar Meyve midir?:

Kimi ilim adamı, nar ve hurma meyvelerden değildir, demiştir. Çünkü bir şey yine kendisinden olana atfedilmez. Kendi türünden olmayan üzerine ancak atfedilebilir. İfadenin zahirinden anlaşılan da budur.

Cumhûç ise şöyle demektedir: Hurma ve nar meyve türündendir. Yüce Allah'ın ayrıca hurma ve nardan sözetmesi, onların üstünlükleri ve meyveler arasındaki güzel yerlerinden ötürüdür. Yüce Allah'ın:

"Namazları ve özellikle orta namazı koruyunuz." (el-Bakara, 2/238) âyeti ile:

"Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâîl ve Mikail'e düşman olursa..."(el-Bakara, 2/98) buyruklarına benzemektedir. Bu husus daha önceden (belirtilen âyetlerin tefsiri yapılırken) geçmiş bulunmaktadır.

Bir diğer açıklamaya göre bunları tekrarlamasının sebebi şudur: Hurma ve nar o dönemde onlara göre; şimdi bizim için buğday konumunda idiler. Çünkü hurma genel olarak onların gıdaları idi. Nar da diğer meyvelere benzemektedir. Bu ikisine duydukları ihtiyaç dolayısı ile bunları çokça dikerlerdi. Onların sahip oldukları meyveler, hoşlarına giden çeşitli mahsuller arasında yer alırdı. O halde meyve sözkonusu edildikten sonra ayrıca hurma ve nardan sözedilmesi, bunların oralarda ve Medine'den Mekke'ye, oradan da onlara yakın Yemen topraklarına kadar çokça bulunmalarından dolayıdır. İşte bu sebeple yüce Allah bu iki mahsulden meyvelerden ayrı olaraksözettiğigibi, meyvelerden de ayrıca sözetmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre meyveler arasında hurma ve narın sözkonusu edilmesi, hurma ağacının meyvesi olan hurmanın hem meyve, hem yiyecek olmasından, narın ise hem meyve, hem de ilaç olmasından dolayıdır. O bakımdan bunlar sadece meyve kastıyla yenilen şeylerden değildir. Bundan dolayı Ebû Hanife -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- hiçbir meyve yememek üzere yemin edip nar yahutta taze hurma yiyen kimsenin yeminini bozmayacağını söylemiştir. Bu da bir sonraki başlığın konusudur.

2- Meyve Yemeyeceğine Dair Yemin Edip Nar veya Taze Hurma Yiyenin Durumu:

Ebû Hanife dedi ki: Bir kimse hiçbir meyve yemeyeceğine dair yemin edip nar yahut taze hurma yiyecek olursa, yemini bozulmaz. Ancak iki arkadaşı (Ebû Yusuf ve Muhammed) ile diğer insanlar bu hususta ona muhalefet etmişlerdir.

İbn Abbâs dedi ki: Cennetteki bir nar, semeri olan deve gibidir.

İbnu'l-Mübarek de şunları söylemektedir: Bize Sufyan, Hammâd 'dan nak- verdi Hammâd . Said b. Cubeyr'den, o İbn Abbâs'tan rivâyetle dedi ki: Cennetteki hurma ağaçlarının gövdeleri yeşil zümrüttür, dalları kırmızı altındır, yaprakları da cennet ehlinin giyeceğidir, gömlekleri ve cübbeleri onlardandır. Bu ağaçların meyveleri büyük testiler ve büyük kovalar gibidir. Sütten daha beyaz, baldan tatlı, tereyağından yumuşaktır, çekirdeği de yoktur.

(İbnu’l-Mubarek) dedi ki: Ayrıca bize el-Mesudî, Amr b. Murre'den anlattı, o Ebû Ubeyde'den şöyle dediğini nakletti: Cennetin hurma ağaçları -kökünden dalına kadar herşey- son derece tertibli ve düzenlidir. Mahsulleri büyük testileri andırır. Bir meyve koparıldı mı bir başkası onun yerini alır. Cennetin suları yatakları olmaksızın akar ve bir salkım oniki ziradır.

70

İçlerinde güzel huylu, güzel yüzlüler vardır.

 Âyetin tefsiri için bak:71

71

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

Yüce Allah:

"İçlerinde güzel huylu, güzel yüzlüler vardır" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Güzel Huylu Huriler:

Yüce Allah'ın:

"İçlerinde güzel huylu, güzel yüzlüler vardır" âyetinde kadınları kastetmektedir.

" Güzel huylular" lâfzının tekili:şeklinde olup, hayırlı kadınlar anlamındadır. Bunun: " Çokça hayırlı kadınlar" anlamında olup sonradan şeddesinin hafifletildiği de söylenmiştir. "Kolay" ile "Yumuşak" kelimeleri gibi.

İbnu'l-Mubarek dedi ki: Bize el-Evzaî, Hassan b. Atiyye'den anlattı. O Said b. Âmir’den şöyle dediğini nakletti: Eğer "güzel huylu, güzel yüzlüler"den bir tanesi semadan görünecek olursa, semayı aydınlatır. Yüzünün aydınlığı güneşin ve ayın parlaklığını örter. Bu güzel huylulardan birisinin başındaki Örtü dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha hayırlıdır.

"Güzel yüzlü" yaratılışları güzel anlamındadır. Yüce Allah:

"Güzel yüzlü" dediğine göre onların güzelliklerini kim anlatabilir?

Ez-Zührî ve Katade dedi ki:

"Güzel huylular" onların huy ve ahlâklarını

"güzel yüzlüler" de yüzlerinin güzelliklerini ifade etmektedir. Bu açıklama Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Ummu Seleme yoluyla gelen bir hadiste de rivâyet edilmiştir Taberânî, Evsat, III, 27H; Kebir, XXIII, 368; Deylemi, Firdevs, III, 154; Münziri, Terğıb, IV, 299.

 Ebû Salih dedi ki: Çünkü onlar el değmemiş bakirelerdir.

Katade, İbn es-Semeykâ, Ebû Recâ et-Utaridî ve Bekr b. Habîb es-Sehmî aslına uygun olarak şeddeli bir şekilde: "Güzel huylular" diye okumuşlardır.

Bir açıklamaya göre: " Güzel huylular" Hayr"ın çoğulu olup hayırlı hanımlar anlamındadır. Seçkin hanımlar anlamına geldiği de söylenmiştir.

et-Tirmizî (el-Hakim) de şöyle demiştir: O halde: " Güzel huylular" yüce Allah'ın seçtiği ve kendi seçimi ile eşsiz bir şekilde yarattığı kadınlar demektir. Çünkü Allah'ın seçmesi insanların seçmesine benzemez. Daha sonra da "güzel yüzlüler" diye buyurmakta ve onları güzellikle nitelendirmektedir. O güzel yaratıcı herhangi bir şeyi "güzel olmakla" nitelendirecek olursa, artık onu var git sen düşün. Daha önce sözkonusu edilen iki cennette bulunanları da

"gözlerini yanlız eşlerine dikmişler" (56. âyet) diye ve

"onlar sanki yakut ve mercandır" (58. âyet) diye nitelendirmiştir. Şimdi Allah tarafından seçilmiş olan hayırlı (güzel huylu) huri ile gözlerini yanlızca eşine dikmişler arasındaki büyük farka bir bak. Hadiste de şöyle denilmiştir: "Hur-u 'îyn" birbirleriyle elele tutuşur ve mahlukatın daha güzelini asla duymadığı, bizim de benzerini asla duymadığımız güzel seslerle şarkı söylerler (ve derler ki): "Biz hoşnut olanlarız, asla kızıp öfkelenmeyiz. Biz (evlerinde) kalanlarız, asla göçüp gitmeyiz. Biz ebedî olanlarız, asla ölmeyiz. Biz nimetler içerisinde olanlarız, asla yoksul düşmeyiz. Biz güzel huylu, güzel yüzlüleriz. Üstün ve değerli kocaların sevgili eşleriyiz," Yakın ifadelerle Tirmizi, IV, 696; İbn Ebi Şeybe, Mûsannaf, VII, 30; el-Bezzâr, Müsned, 1, 3; II, 282, Ancak yine buna yakın ifadeleri cennet ehli kadınların söyleyecekleri belirtilmiştir: Taberani, Evsat ve Kebir Münziri, Tergib, Heysemi, Mecmâ, gösterilen yerler.

Tirmizî de bunu bu manada Ali (radıyallahü anh) yoluyla gelen bir hadis olarak rivâyet etmiştir. Biraz sonra 72-75. âyetlerin tefsirinde Enes'ten gelen bir hadis rivâyeti olarak kaydedilecektir. Âişe (radıyallahü anha) dedi ki: Huru’l-îyn bu sözleri söylediği vakit, dünya ehlinden olan mü’min kadınlar onlara şöyle cevap verirler: Bizler namaz kılan kadınlarız, siz ise kılmadınız. Bizler oruç tutan kadınlarız, siz tutmadınız. Bizler abdest alan kadınlarız, siz abdest almadınız. Bizler boka sadaka veren kadınlarız, siz sadaka vermediniz. Âişe (radıyallahü anha) dedi ki: Allah'a yemin olsun bu sözleriyle onları susturacaklardır.

2- Cennette Huriler mi Daha Güzeldir, Yoksa Dünya Kadınları mı?

Huriler mi yoksa Âdemoğullarının kızları mı daha güzel ve daha göz alıcıdırlar hususunda görüş ayrılığı vardır. Kur'ân ve sünnette nitelikleri zikredildiğinden ötürü hurilerdir denilmiştir. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in cenaze namazında ölen kimseye yaptığı şu dua da bunu göstermektedir: "Ve ona kendi hanımından daha hayırlı bir eş ver." Müslim, II, 663; Nesâi, IV, 73; Beyhaki. es-Sünenu'l-Kübra, IV, 40

Âdemoğulları kadınlarının huru'l-îynden yetmişbin kat daha üstün oldukları söylenmiş ve bu (Hz. Peygambere kadar ulaşan) merfu bir rivâyet olarak zikredilmiştir.

İbnu'l-Mubarek şunu zikretmektedir; Bize Rışdîn haber verdi. O İbn En'um'dan, o Hibbân'dan, o İbn Ebi Cebele'den rivâyetle dedi ki: Dünya kadınlarından cennete girenler dünyada işledikleri amelleri sebebiyle huru’l-îyne üstün kılınacaklardır.

Yine şöyle denilmiştir: Kur'ân-ı Kerîm'de sözü edilen huriler peygamberlerin ve mü’minlerin hanımları olan mü’min kadınlardır. Bunlar âhirette en güzel bir surette yaratılacaklardır. Bu açıklamayı Hasan-ı Basrî yapmıştır.

Ancak meşhur olan görüş hurilerin dünya kadınlarından olmadıkları ve bunların cennette yaratılmış hanımlar olduklarıdır. Çünkü yüce Allah:

"Bunlardan önce onlara ne bir insan, ne de bir cin dokunmuştur." (56 ve 74. âyetler) diye buyurmaktadır. Dünya ehli kadınlarının çoğunluğuna ise el değmiştir. Diğer taraftan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz cennetteki (dünyalı) sakinlerin en azı kadınlardır." Müslim, IV, 2097; İbn Hibbân, Sahih, XVI. 496; Hakim, Müstedrek, IV, 644; Müsned, Dolayısıyla erkeklerden herbirisine bir kadın isabet etmeyeceğinden, onların hepsine huru’l-îyni vaadetmiştir. Böylelikle hurilerin dünya kadınlarından olmadığı sabit olmaktadır.

72

Çadırlar içinde örtülerle gizlenmiş huriler vardır.

Âyetin tefsiri için bak:73

73

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Çadırlar İçinde örtülerle gizlenmiş huriler vardır" âyetindeki:

"Huriler" lâfzı, çoğuludur. Bu ise gözünün beyazı oldukça beyaz, siyahı da oldukça siyah olan kadın demektir. Bu açıklamalar daha önceden (es-Sâffât, 37/48-49. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Çadırlar içinde örtülerle gizlenmiş" orada alıkonulmuş ve saklanmış

"huriler vardır." Yani bu huriler yollarda gezip dolaşan kadınlardan değildir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır,

Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: Oradaki bir çadır içi boşaltılmış incidir. İbn Abbâs da böyle demiştir. Ayrıca İbn Abbâs şöyle demiştir: O çadır, altından doıtbin kapı kanadı bulunan ve bir fersah eninde, bir fersah boyunda bir çadırdır.

et-Tirmizî el-Hakîm Ebû Abdullah yüce Allah'ın:

"Çadırlar içinde örtülerle gizlenmiş huriler vardır" âyeti hakkında şunları söylemektedir: Bize ulaşan rivâyete göre Arg'tan bir bulut yağmur yağdırdı. Huriler rahmet damlacıklarından yaratıldı. Sonra bunların herbirisi üzerine nehirler kıyısında birer çadır kuruldu. Herbir çadırın genişliği kırk mildir ve kapısı yoktur. Allah'ın dostu cennete gireceği vakit çadıra bir kapı açılır. Böylece Allah'ın dostu olan kişi meleklerden ve hizmetçilerden yaratıkların gözlerinin hurilere değmediğini ve yaratılmışların gözlerinden uzak gizli ve saklı olduğunu bilmiş olacaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,

Önceki iki cennet hakkında da:

"Gözlerini yanlız eşlerine dikmiş huriler vardır." (56. âyet) diye buyurmuştur. Bunların gözlerini yanlızca eşlerine diktikleri sözkonusu edilmekle birlikte, örtülerle gizlenmiş olduklarından sözetmemektedir. Böylece bu, örtülerle gizlenmiş olanların diğerlerinden daha yüce ve üstün olduklarını ortaya koymaktadır.

Mücahid dedi ki:

"Örtülerle gizlenmiş huriler" yani bunlar kendilerini sadece eşlerine vermiş huriler olup onların yerine başkalarını istemezler.

es-Sıhah'la şöyle denilmektedir: "O şeyi hapsettim, alıkoydum, hapsediyorum, alıkoyuyorum" denilir. -Camide hafızların ve cüz okuyucularının kaldıkları yere- "cami maksurası" denilmesi de buradan gelmektedir. "O şeyi şuna hasrettim" ifadesi de onu aşıp, başkasına ulaşmamak halinde kullanılır. "Dışarı çıkmasına İzin verilmeyen ve evde kalan kadın" demektir. Şair Küseyyir de şöyle demiştir:

"Sen bana kasîre' olan herkesi sevdirdin;

Yani evden dışarı çıkmayan; kelime aynı zamanda kısa boylu anlamına da gelir

Kasire olanlar ise bunu bilmiyor.

Ben çadırlardaki kasîraları (dışarı çıkmayanları) kastettim; hiçbir zaman,

Kadınların en kötüleri olan kısa boylu ve kısa adımlıları kastetmedim."

el-Ferrâ' ilk mısranın son kelimesini:diye zikretmiştir. Bunu da İbnu's-Sikkît zikretmektedir.

Enes rivâyetle dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İsrâya götürüldüğüm gece cennette her iki kenarı mercandan çadırlar bulunan bir ırmağın yanından geçtim. Oradan bana: Ey Allah'ın Rasûlü selam sana, diye seslenildi. Ben; Ey Cebrâîl bunlar kimdir? diye sordum, o da şöyle dedi; Bunlar Rabblerinden sana selam vermek üzere izin istemiş huru'l 'îynden bazı kızlardır. Yüce Allah onlara izin verdi ve onlar da şöyle dedi: Biz ebedi kalanlarız, ebediyyen ölmeyiz. Biz nimet içerisinde olanlarız, ebediyyen sefalet çekmeyiz. Biz hoşnut olanlarız, ebediyyen kızmayız. Şerefli kocaların eşleriyiz." Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem);

"Çadırlar içinde, örtülerle gizlenmiş huriler vardır" âyetini okudu. Müsned, I, 156 ve Tirmizî, IV, 696, İsrâ'dan ve bu husustaki karşılıklı konuşmalardan söz etmeden, Ali (radıyallahü anh)'dan gelen bir rivâyet olarak kaydetmektedirler. Ayrıca Tirmizî, şunu da eklemektedir: Bu hususta Ebû Hüreyre, Ebû Said ve Enes'ten de rivâyet gelmiştir Onlar korumak ve onlara ikram olmak üzere alıkonulmuş hurilerdir, demektir.

Eşhelli Yezid kızı Esma'dan rivâyete göre o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, biz kadınlar hacca gidemiyor, evden dışarı çıkamıyoruz. Evlerinizde oturuyor, çocuklarınızı taşıyoruz. Ecirde size ortak mıyız? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şayet kocalarınızla güzelce geçinir, onları hoşnut edecek şeyleri yerine getirirseniz evet." Beyhaki, Şuabu’l-Îman, VI 421

74

Bunlara onlardan önce ne bir İnsan dokunmuştur, ne de bir cin.

Âyetin tefsiri için bak:75

75

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Bunlara... ne bir insan dokunmuştur, ne de bir cin." Daha önceden geçtiği üzere kimse onlara el değmemiştir.

“Onlara... ne dokunmuştur" âyeti genel olarak "mim" harfi kesreli olarak okunmuştur. Ancak Ebû Hayve, eşŞâmî, Talha b. Mûsarrif, el-A'rec ve el-Kisâî'den naklen eş-Şirazl her iki yerde de "mim" harfini ötreli okumuşlardır. el-Kisâî ise bunlardan birisini kesreli, diğerini ötreli okur ve bu hususta okuyanı muhayyer kabul ederdi. Birincisini ötreli okursa, ikincisini kesreli; birincisini kesreli okursa, ikincisini ötreli okurdu. Bu aynı zamanda Ebû İshak es-Sebî'nin de kıraatidir. Ebû İshak dedi ki: Ben Ali'nin taraftarları arkasında namaz kılıyordum, onlar da "mim" harfini ötreli okuyorlardı. Abdullah'ın arkadaşları arkasında namaz kılıyordum, onlar da kesreli okuyorlardı. Böylece el-Kisâî her iki rivâyet ile de amel etmiş olmaktadır. Bunların her ikisi de iki ayrı söyleyiştir, diye de,diye de söylenir. Tıpkı; fiilleri gibi. Ötreli okuyan her iki şiveyi birarada kullanmış olmak için ötreli okumuş, kesreli okuyan da genel olarak yaygın görülen kıraat o olduğundan dolayı böyle okumuştur.

Yüce Allah'ın:

"Bunlara... ne bir insan dokunmuştur" âyetini tekrarlaması çadırlarda örtülerle gizlenmiş hurilerin de tıpkı gözlerini sadece eşlerine hasretmiş huriler gibi olduklarını beyan etmek içindir. Onlar bu şekilde gözlerini yalnızca eşlerine hasredecek olurlarsa, çadırlar da onlar için bu şekilde olacaktır, demektir.

76

Yeşil yastıklara ve güzel döşemelere yaslanarak (dinlenirler.)

Âyetin tefsiri için bak:77

77

O halde; Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?

"Yeşil yastıklara... yaslanarak" âyetinde geçen:

"Yastıklar" uyumak üzere yatağın (ya da döşemenin) üzerine atılan bir örtü demektir. İbn Abbâs dedi ki: Bu, döşemenin ve yaygının artan (sarkan) kısımlarıdır. Yine ondan nakledildiğine göre bunlar artan kısımları üzerine yaslandıkları örtülerdir. Katade de böyle demiştir.

el-Hasen ve el-Kurazî, bunlar yaygılar demektir; İbn Uyeyne de: Bunlar oturmak üzere verdeki yastıklardır; diye açıklamışlardır, İbn Keysan İse, bunlar yüz yastıklarıdır demiştir. el-Hasen de böyle açıklamıştır. Ebû Ubeyde: Bunlar örtünün kenarı demektir.

el-Leys de: Bunlar yere serilen bir çeşit yeşil örtüdür, demiştir. Yüksek döşekler oldukları da söylenmiştir. Enlice herbir örtüye Araplarca: denildiği de söylenmiştir. İbn Mukbil şöyle demiştir:

"Biz (hasımların topraklarına) öyle inenleriz ki ayaklarımız çiğner geçer,

(Kadınların) çeşitli örtüleri ile genişçe örtülerin yere düşenlerini."

Bunlar birbirlerine yakın görüşlerdir.

es-Sıhah’ta. şöyle denilmektedir: "Yatak ve döşek örtüleri yapmakta kullanılan yeşil kumaşlaradır. Bunun tekili; ...diye gelir,

Said b. Cübeyr ile yine İbn Abbâs: Bu cennet bahçeleri, demektir demişlerdir. Bu kelimenin türemesi: Yükseldi, yükselir" fiilindendir. Kuşun havada kanatlarını hareket ettirmesine (çırpmasına); denilmesi de buradan gelmektedir. Bundan dolayı erkek deve kuşuna "refref" dedikleri de olur. Çünkü o önce kanatlarını çırpar, sonra koşar. "Kuş üzerine konmak maksadıyla belli bir şeyin etrafında kanat çırptı" demektir. Çadırların kıvrımlarına, gömleğin yan taraflarına ve ondan sarkan bölümlere de böyle denilir. Tekili: ...diye gelir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatı ile ilgili haberde de şöyle denilmektedir: Üzerindeki örtüyü (refref i) kaldırdı, hışırtısı olan bir yaprakmış gibi yüzünü gördük. Kıldan olan çadırın kenarını kaldırdı demek isteniyor.

Bir görüşe göre bu kelimenin aslı, parlak ve taze bitki halini anlatmak için kullanılan: Bitki taze ve parlak oldu, olur" ifadesidir. Bu açıklamayı es-Sa'lebî nakletmiştir.

el-Kutebî de şöyle demektedir: Nimetten ve tazelikten ötürü suyu çokça olan ve âdeta neredeyse sallanacak hale gelen herbir şeyin bu halini anlatmak için denilir. Bu açıklamayı da el-Herevî nakletmektedir.

Refref in sahibi üzerine bindiği takdirde kanat çırparak onu tıpkı bir salıncak gibi sağa ve sola, yukarıya ve aşağıya hareket ettiren ve böylelikle eşi ile birlikte kendisiyle zevk alıp neşelendiği bir araç olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı et-Tirmizî el-Hakîm, Nevadiru'l-Usûl adlı eserinde zikretmiş olup, biz de bunu et-Tezkire adlı eserimizde kaydettik.

et-Tirmizi (el-Hakim) şöyle demiştir: O halde refref (yeşil yastıklar) daha önce sözü geçen döşemelerden daha üstündür. Bundan önceki iki cennette yüce Allah bu döşemeleri sözkonusu ederek:

"Astarları kalın ipekten döşemelere yaslanmışlar olarak" (54. âyet) diye buyurmuş, burada İse: "Yeşil yastıklara yaslananlar olarak" diye buyurmuştur. Refref öyle bir şeydir ki, Allah dostu onun üstüne kuruldu mu onu uçurur, yani tıpkı salıncak gibi istediği tarafa şu tarafa, bu tarafa uçurur. Bunun aslı da yüce Allah'ın huzurunda refref etmekten gelir. Miraç hadisinde bize rivâyet olunduğuna göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Sidre-i Müntehâ'ya ulaştığında ona refref gelip, Hz. Peygamberi Cibril'in elinden aldı ve onu Arş'ın dayanağına kadar uçurdu. Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu zikredilmektedir: "Beni yukarı aşağı uçurdu gitti ve nihayet beni Rabbimin huzurunda durdurdu." Daha sonra ayrılma zamanı gelince, yine onu alıp yükselterek, alçaltarak uçurdu ve sonunda Cebrâîl'e (Allah'ın salat ve selamlan üzerine olsun) teslim etti. Cebrâîl o sırada ağlıyor ve yüksek sesle hamdediyordu. Refref yüce Allah'ın huzurundaki hizmetçilerden birisidir. Yakınlık ve yakınlaşmak konumunda özel işlerle görevlidir. Tıpkı Burak'ın peygamberlerin bindiği ve bu iş için o yerde özel olarak görevli olan bir binek olması gibi. Yüce Allah'ın şu yakınlaştırılmış iki cennet ehline müsahhar kıldığı bu refref onların yaslandıkları yer ve onların döşekleridir. Allah'ın dostunu o nehirlerin kıyılarına aktıkları yerlere, dilediği yere, iyi ve güzel eşlerinin çadırlarına alır, götürür.

Daha sonra yüce Allah:

"Ve güzel döşemeler" diye buyurmaktadır. Sözü edilen: "Serilen nakışlı örtüler"dir. Nakışların yaratıcısı olan yüce Allah onların güzel olduklarını söylemektedir. O halde bu örtülerin kendileri hakkında ne düşünülebilir?

Osman (radıyallahü anh), el-Cahderî, el-Hasen ve başkaları "yastıklar" anlamındaki lâfzı şeklinde munsarıf olmayan bir çoğul olarak okumuşlardır. Aynı şekilde "döşemeler" anlamındaki âyeti da diye çoğul okumuşlardır ki; birincisi ‘in, ikincisi; çoğuludur.

" Yastık" lâfzı çoğul için kullanılan bir isimdir. " Döşeme" ise çoğula delalet eden ve ( yli)'e mensub olan bir isimdir.

Bir başka açıklamaya göre bunların tekilleri; şeklinde gelir. birincisinin, ikincisinin çoğulunun çoğuludur.

el-Ferrâ'nın dediğine göre: "Kalın yaygılar" demektir. İbn Abbâs ve başkalarından gelen rivâyete göre ise bunlar oturmaya mahsus yastıklardır. el-Hasen yerdeki sergiler ve yaygılardır derken, Mücahid kalın ipektir demiştir. el-Kutebî de şöyle demiştir; Araplara göre işlemeli herbir örtüye; denilir, Ebû Ubeyd dedi ki; Bu isim, işlemenin yapıldığı bir yere mensubtur. İyice ve sağlamca dokunmuş herbir işleme de ona nisbet edilir. Şair Zu'r-Rimme söyle demiştir;

"Sanki el-Ruf bahçelerine giydirmiş gibi

Abkar işlemelerinden örtüler ve perdelerle yaygılarla süslemiş gibi."

Denildiğine göre "Abkar" Yemen taraflarında bir kasaba olup, orada nakışlı, işlemeli yaygılar dokunur.

İbnu'l-Enbârî dedi ki: Bu hususta asıl olan, "abkar" denilen yerin cinlerin kaldığı bir kasaba olup üstün ve değerli olan herşey oraya nisbet edilir.

el-Halil dedi ki: Üstün nefis, değerli ve kıymetli erkekler, kadınlar ve başka türden olan herşey Araplarca "abkarî" diye adlandırılır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ömer (radıyallahü anh) hakkında söylediği: "İnsanlar arasında onun kuyudan su çektiği gibi çeken üstün, dahi birisini görmedim" Buhârî, III, 1329, 1340, 1345, VI, 2575, 2718; Müslim, IV. 1862; Tirmizi, IV, 541; Müsned. II. 39. 99, 104, 107, 450. âyetinde de bu kökten gelen lâfız kullanılmış bulunmaktadır.

Ebû Amr b. el-Alâ'ya, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: "Onun çektiği gibi su çeken üstün ve dahi birisini görmedim" sözü hakkında kendisine soru sorulmuş ve şu cevabı vermiştir: (Bu lâfız) bir kavmin başkanı ve onların üstün ve değerlileri demektir. Şair Züheyr de şöyle demiştir:

"Üzerlerinde abkarî cinleri bulunan atlarla ki

Bir gün (istediklerine) nail olmaya ve üstünlük sağlamaya lâyıktırlar."

el-Cevherî dedi ki: "el-abkarî" Arapların cin topraklarından olduğunu iddia ettikleri bir yerin adıdır. Şair Lebid de şöyle demiştir:

"Olgun yaşlılar ve gençler ki, abkar cinleri gibidirler."

Daha sonra mahareti, güzel sanatı ve gücüne hayran kaldıkları herbir şeyi bu lâfza nisbet ederek "abkarî" diye kullandılar. Bu ise hem tekil, hem olarak kullanılır. Hadîs-i şerîfte de O abkarî (seccade) üzerinde secde ederdi." Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübra, 11, 436. denilmektedir. İşte bu da boyaların ve nakışların bulunduğu bu bildiğimiz yaygılardır. Öyle ki Araplar abkarî bir zulüm" tabirini kullanmış ve güçlü bir kimseye de: "Bu bir kavmin abkarîsidir" demişlerdir. Hadîs-i şerîfte de: "Ben onun kuyuda su çektiği gibi su çeken bir abkari (güçlü, kuvvetli, dahi) bir kimse görmedim." denilmiştir.

Daha sonra yüce Allah onların örflerinden bildikleri şekilde onlara hitab ederek: "Ve güzel döşemelere" diye buyurmaktadır. Bazıları lâfzını diye okumuşlarsa da bu hatadır, çünkü mensub isim nisbeti olduğu gibi bırakılarak çoğul yapılmaz. Kutrub ise şöyle demiştir: Bu mensub bir isim değildir. " Koltuk ve koltuklar" ile Buht devesi ve buht develeri" kelimelerine benzer.

Ebû Bekr'in rivâyetine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Yeşil yastıklara ve güzel döşemelere yaslanarak" âyetini; diye okumuştur. Bunu da es-Sa'lebî zikretmiştir, " Yeşil" lâfzındaki "dat" harfinin ötreli kullanılması ise çok azdır.

78

Celal ve ikram sahibi Rabbinin ismi ne yücedir!

"Celal ve İkram sahibi Rabbinin ismi ne yücedir!" âyetindeki:

"Ne yücedir!" âyeti "bereket" kökünden "tefâate" vezninde bir kelime olup, daha önce buna dair açıklamalar (el-Furkan, 25/1. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Celâl" azamet "sahibi" demektir.

"İkram" âyetine dair açıklamalar ise daha önceden (er-Rahmân, 55/27. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Âmir "celâl... sahibi" anlamındaki âyeti "vav" ile: "diye "ismi" anlamındaki kelimenin sıfatı olarak okumuştur. Bu ise isminmüsemmaile aynı şey olduğu görüşünü pekiştiren bir kıraattir. Diğerleri ise; " Celâl... sahibi" diye okuyarak bunu

"Rabbi" lâfzının sıfatı yapmışlardır.

Bununla bu sûrenin kendisi ile başladığı ismi kastediyor gibidir. Çünkü yüce Allah "er-Rahmân" diyerek bu isimle sûreye başlamış, sonra insanlarla cinlerin yaratılışını, göklerin ve yerin yaratılışını ve sanatını sözkonusu etmiş

"her gün bir işte olduğunu" (29. âyet) belirtip, yarattıklarını idaresini zikretmiştir. Daha sonra kıymet gününden ve dehşetlerinden sözetmekte, cehennem ateşinden sözettikten sonra da cennetlerin nitelikleri ile bu açıklamalarını sona erdirmektedir. Nihayet sûrenin sonunda "celal ve İkram sahibi Rabbinin ismi ne yücedir!" diye buyurmaktadır. Yani işte bu sûreye kendisi ile başlanılan bu isim ne yücedir demektir,

Bununla yüce Allah muhataplara şunu öğretiyor gibidir: Bütün bunlar size rahmetim ile verilmiştir. Rahmetim ile Ben sizi yarattım, sizin için göğü, yeri, diğer yaratıkları, mahlukları, cenneti ve cehennemi yarattım. Bütün bunlar sizin İçin Rahmân ismimin bir tecellisidir. Böylelikle yüce Allah kendi ismini övmekte, sonra da "celal ve İkram sahibi" diye buyurmaktadır. Yani O, zatı itibariyle celâl, fiilleri itibariyle kerimdir.

Kıraat âlimleri sûrenin baş tarafında (27. âyette) "Vech"'ın sıfatı olarak "celal sahibi; zu'l-cekü" diye okunacağında ihtilâf etmemişlerdir. Bu, bununla yüce Allah'ın kendisine bakacakları vakit, mü’minlerin karşılarında görecekleri Allah'ın Vechinin kastedildiğinin delilidir. Böylelikle onlar güzel mükâfat, güzel karşılayış ve güzel bağıştan dolayı sevineceklerdir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

0 ﴿