VÂKI'A SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Mekke'de inmiştir. 96 âyettir. el-Hasen, İkrime, Câbir ve Atâ'nın görüşüne göre Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ve Katade bundan Medine'de inmiş bir âyet müstesnadır, demişlerdir. Bu da yüce Allah'ın: "Ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız," (82. âyet) âyetidir. el-Kelbî de şöyle demektedir; Mekke'de inmiştir, ancak dört âyet müstesnadır. Bu dört âyetin İkisi: "Şimdi siz bu sözümü küçümseyip hafife alıyorsunuz ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız." (81-82. âyetler) buyrukları Mekke'ye yolculuğu sırasında inmiştir. Yüce Allah'ın: "Öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır " (39-40. âyetler) buyrukları Medine'ye yolculuğu sırasında inmiştir. Mesrûk dedi ki: Öncekilerin ve sonrakilerin haberlerini, cennet ehli ile cehennem ehlinin haberini, dünyadakiler ile âhirettekilerin haberini öğrenmek isteyen kimse el-Vakıa Sûresi'ni okusun. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr, et-Temhid ile et-Tâlîk adlı eserlerinde ve es-Sâlebî şunu zikretmektedirler: İbn Mes’ûd vefatı ile sonuçlanan hastalığı sırasında Hz. Osman ziyaretine gelir ve ona: Şikâyetin nedir? diye sorar. İbn Mes’ûd: Günahlarım, der. Canın neyi arzuluyor diye sorar, Rabbimin rahmetini der. Sana bir doktor çağırmayalım mı diye sorar. O: Beni hasta eden zaten o doktordur, der. Peki sana beytü'l malden bağışının verilmesini emretmeyelim mi? der. Ona ihtiyacım yok, diye cevab verir. Sen hayattayken onu bana vermedin, şimdi ölümüm sırasında mı bana vereceksin? Hz. Osman: Bu senden sonra kızlarının olur, der. İbn Mes’ûd: Benden sonra kızlarımın fakir düşeceğinden mi korkuyorsun? Ben onlara her gece Vakıa Sûresi'ni okumalarını emrettim. Çünkü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kim her gece Vakıa Sûresi'ni okuyacak olursa, fakirlik ve ihtiyaç musibeti onu ebediyyen gelip bulmaz." Ahmed b. Hanbel, Fedâilu's-Sahâbe, II, 726; İbn Kesîr, Tefsir, V, 283. 1O vakıa gerçekleştiği zaman, "O vakıa gerçekleştiği" yani kıyâmet koptuğu "zaman." Maksat Sûr'a son defa üfürülmesidir. Ona "vakıa" denilmesinin sebebi, yakın bir zamanda gerçekleşeceğinden dolayıdır. Orada zorlu pekçok olayın gerçekleşeceğinden dolayı bu İsmin verildiği de söylenmiştir. Âyette hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani o vakıanın gerçekleşeceği zamanı hatırlayınız. el-Cürcani dedi ki: "Zaman" sıla (zaid)dir. Vakıa gerçekleşecektir, demektir. Yüce Allah'ın: "O saat yaklaştı" (el-Kamer, 54/1) âyeti ile; "Allah'ın emri geldi" (en-Nahl, 16/1) buyrukları gibidir. Yine bu âyet: Oruç geldi yariı zamanı yaklaştı, demeye benzer. Birinci görüşe göre ise "Zaman" vakit bildirmek içindir, cevabi da yüce Allah'ın: "Ashabu'l-meymene ne ashabu'l-meymenedir" (8, âyet) âyetidir, 2Onun gerçekleşmesini yalanlayacak yoktur. "Onun gerçekleşmesini yalanlayacak yoktur." Buradaki "Yalanlayacak" âyeti "yalan" anlamında bir mastardır. Çünkü Araplar bazan fail ve mef'ûl veznindeki kelimeleri mastar yerine kullanırlar. Yüce Allah'ın: "Orada boş söz işitmezler" (el-Ğâşiye, 88/11) âyetine benzer. Burada da "boş söz" anlamındaki kelime, ism-i fail olmakla birlikte mastarı anlamındadır ve "orada onun bir yalanı işitilmez" demektir. Bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır. Halkın: ifadesini"Allah'a sığınırım" anlamında kullanması ve; ifadesinin; "Ayağa kalk!" anlamında kullanılması da bu türdendir. Arap kadınlardan birisi küçük oğlunu oynatırken şunları söylemiştir: "Ayağa kalk ayağa kalk, Sen uyuyan bir kula denk geldin." Buradaki; "Yalanlayacak" ifadesinin sıfat olduğu, mevsûfun hazfedilmiş olduğu da söylenmiştir. Onun gerçekleşmesi ile ilgili yalan bir durum yahut yalan söyleyen bir kimse yoktur, demektir. Bu da onun gerçekleşeceğini haber veren herkes doğru söylüyor, anlamına gelir. ez-Zeccâc dedi ki: "Onun gerçekleşmesini yalanlayacak yoktur." Kimse onu geri çeviremez, demektir. el-Hasen ve Katade'nin görüşleri de buna yakındır. es-Sevrî de şöyle demektedir; Onun gerçekleşmesini hiç kimse yalanlamaz. Yine el-Kisâî şöyle demiştir: Onun yalanlanması sözkonusu değildir. Yani hiçbir kimsenin onu yalanlamaması gerekir. Onun gerçekleşmesi ciddidir, bunda herhangi bir şaka ya da eğlence sözkonusu değildir, diye de açıklanmıştır. 3O alçaltıcıdır, yükselticidir. "O alçaltıcıdır, yükselticidir" âyeti hakkında İkrime, Mukatıl ve es-Süddî şöyle demişlerdir: O sesi alçaltmış ve böylelikle yakında olana işittirmiş, uzakta olan için de sesini yükseltmiştir. Bu da yakında olanı da, uzakta olanı da işittirmiştir demektir, es-Süddî şöyle demektedir: O kıyâmet, büyüklük taslayanları alçaltmış, mustazaf olanları yükseltmiş olacaktır. Katade de şöyle açıklamıştır: O birtakım toplumları Allah'ın azabında alca İtmiş, birtakım toplumları da Allah'a itaatte yükseltmiştir. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Allah'ın düşmanlarını ateşte alçaltmış, Allah'ın dostlarını da cennette yükseltmiş olacaktır. Muhammed b. Ka'b da şöyle demiştir: Kıyâmet dünyada iken yükseklerde olan birtakım toplumları alçaltacak, dünyada iken aşağı görülen birtakım toplumları da yükseltecektir. Atâ da şöyle demiştir: Adalet ile birtakım toplumları alçaltacak, ilâhî lûtufla başkalarını yükseltecektir. Alçaltmak ve yükseltmek Araplarca hem mekân, hem de konum hakkında hem İzzet, hem de alçaklık hallerinde kullanılır. Şanı yüce Allah da kıyâmete alçaltmayı ve yükseltmeyi, fiili mekâna ve zamana ve onların dışında kalıp fiili bizzat gerçekîeşu'rmeyen kimselere izafe etmek şeklinde Arapların adeti üzere anlamı genişleterek ve mecaz yoluyla nisbet etmiş bulunmaktadır. Mesela, Araplar "Uyuyan bir gece, oruçlu bir gündüz (yani uyku ile geçirilen bir gece ve oruç tutulan bir gündüz)" derler. Kur'ân-ı Kerîm'de de: "Hayır, gecenin ve gündüzün hilekârlıkları (sizin yaptığınız hilekârlıklar)" (Sebe, 34/33) diye buyurmaktadır. Gerçekte ise yükseltip alçaltan yalnızca yüce Allah'tır. O dostlarını en yüksek mevkilere yükseltmiş, düşmanlarını da en aşağı derecelere alçaltmış olacaktır. el-Hasen ve Îsa es-Sakafî nasb ile: "Alçaltıcı ve yükseltici olarak" diye okumuş; diğerleri ise mübtedâ takdiri ile ref ile okumuşlardır. Nasb ile okuyanlar; hal olarak böylece okumuşlardır. el-Ferrâ'ya göre ise; bu bir fiil takdirine göre böyle okunur. "O vakıa gerçekleştiği zaman onun gerçekleşmesini yalanlayacak yoktur." O "alçaltıcı ve yükseltici olarak" vukua gelecektir anlamındadır. Kıyâmetin gerçekleşeceğinde ve onun birtakım toplumları yükseltip, diğerlerini de -açıkladığımız üzere- alçaltacağında hiçbir şüphe yoktur. 4Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman, "Yeryüzü şiddetle sarsılacağı zaman" Mücahid ve başkalarından nakledildiğine göre sarsıldığı ve hareket ettirildiği zaman demektir, "Onu sarstı, sarsar" hareket ettirdi, sarsıntıya uğrattı demektir. "Hörgücü büyük dişi deve" demektir. Hadiste de: "Dalgalandığı vakit deniz yolculuğuna çıkan bir kimsenin himayesi olmaz. " Müsned, V, 79 (çok az lafzî farkla) Ma'mer b. Raşid, et-Câmi', XI, 306 denilmektedir ki, dalgaları hareket halinde olduğu vakit anlamındadır. el-Kelbî dedi ki: Çünkü yüce Allah yere vahyedeceğinde o da yüce Allah'tan korktuğundan ötürü alabildiğine sarsılacaktır. Müfessirler de şöyle demişlerdir: Beşikteki çocuk nasıl sallanıyorsa, yer de Öylece sallanacak. Öyle ki, üzerindeki bütün binalar yıkılacak, üzerinde dağ ve daha başka her ne varsa hepsi kırılıp dökülecek. İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre: "Sesi duyulacak şekilde şiddetli hareket" demektir. "Zaman" lâfzının îrabtaki mahalli ise "gerçekleştiği zaman" lâfzından bedel olarak nasbdır. Bununla birlikte; "o azaltıcıdır, yükselticidir" anlamındaki âyet ile nasbedilmesi de mümkündür. Yani yeryüzü sarsılacağı vakit, dağlarda parçalanacağında (kıyâmet) alçaltır ve yükseltir. Çünkü o zaman yüksek olan şey alçalacak, alçak olan şey de yükselecektir. Şöyle de açıklanmıştır: Yeryüzü iyice sarsılacağı vakit o vakıa gerçekleşecektir, demektir. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc ve el-Cürcânî yapmıştır. Âyetin; "Yeryüzü şiddetle sarsılacağı zaman"ı hatırla, anlamında olduğu "Sarsıntı" lâfzının ise mastar (mef'ûl-i mutlak) olduğu da söylenmistir. Bu ise bu sarsıntının tekrarlanacağının delilidir. 5Dağlar parça parça ufalandığı zaman, "Dağlar parça parça ufalandığı" İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre darmadağın edildiği zaman demektir. Mücahid de: Tıpkı unun yağa bulanması gibi olacaktır. "Sevik ya da yağa yahut zeytinyağına bulanan un" demektir. Sonra bu haliyle yenilir, fakat pişirilmez. Bazan azık olarak da beraber gotürülebilir. Recez vezninde şair şöyle demiştir: "Ekmek pişirmeyiniz, bunun yerine unu yağa karıştırınız, Ve hiçbir yerde uzun süre kalmayınız." Ebû Ubeyde'nin naklettiğine göre bu sözü söyleyen kişi Gatafanlılardan bir hırsız imiş. O ekmeği pişirmek istemiş, fakal buna vaktinin yetişmeyeceğinden korktuğundan hamur olarak yiyivermiştir. Yani onlar (dağlar) birbirine karışmış olacak ve bir miktar suya karıştırılmış un gibi olacaktır. Bu da şu demektir: Dağlar toprak olacak ve birbirine karışacaklardır. el-Hasen: Dağlar kökünden koparılıp yak olup gidecektir demiştir. Bunun benzeri de yüce Allah'ın; "Rabbim onları kökünden koparıp parça parça dağıtacak" (Ta-Ha, 20/105) âyetidir. Atiyye: Kum ve toprak gibi serilmiş olacaklardır, diye açıklamıştır. "sürmek" anlamında olduğu söylenmiştir. Yani dağlar sürülecektir. Ebû Zeyd dedi ki: Bu lâfız sürmek anlamındadır. "Develeri önüme katıp sürdüm, sürerim" demektir, Ebû Ubeyd dedi ki "Develeri önüme katıp sürdüm" şeklinde iki ayrı söyleyiş olup develer bir işten alıkonulmak maksadıyla onlara "Bes bes yahut bis bis" demeyi anlatır. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmaktadır: “Medine'den, Yemen'e, Şam'a ve Irak'a bir topluluk çıkıp dağılacaklardır. Fakat eğer onlar bilseler Medine onlar için daha hayırlıdır. " Buhârî, II, 663; Müslim, II, 1008,1009; İbn Hibbân, Safıih, XV, 63; Muvattâ, II, »97; Müsned; V, 220. Bir diğer hadiste de bu anlamda kullanılmıştır: "Yemenliler çoluk çocuklarını önlerine katıp sürenler olarak size geldiler." Araplar; derler. Ebû Zeyd bu iki lâfzın ilk harflerini kesreli olarak rivâyet etmiştir. "Sen onu hissettiğin ve yolda giderken onun yanına vardığın yerden onu getir" demektir. Mücahid: Dağlar bir çeşit akacaktır. İkrime: Bir çeşit yıkılacaktır. Muhammed b. Ka'b: Bir çeşit sürüleceklerdir, diye açıklamıştır. el-Ağleb, el-İclî'nin şu sözleri de bu türdendir Arapça baskıyı hazırlayanların notuna göre; nüshada bir hoşluk bulunduğundan el-İdi'ye ait olduğu belirtilen şahit bulunmadığı gibi, ayrıca tesbit edilmesi imkanı da olmamıştır el-Hasen de: Paramparça edildiklerinde, diye açıklamıştır. Anlamlar birbirlerine yakındır. 6Dağılmış toz haline geldikleri zaman... "Dağılmış toz haline gelecekleri zaman" âyeti hakkında Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Dağılmış toz" atların toynaklarından yükselip sonra da kaybolan toz zerrelerine denilir. Yüce Allah amellerini böyle kılmıştır. Mücahid; "Küçük pencerede toz zerrecikleri şeklinde görünen ışık'a denilir. Buna yakın bir açıklama İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre o şöyle açıklamıştır: Bu alev aldığı zaman ateşin etrafa saçtığı kıvılcımlardır. Bu kıvılcımlar yere düştü mü yok olup gider. Atiyye de böyle açıklamıştır. Daha önce el-Furkan Sûresi'nde yüce Allah'ın: "İşledikleri amellerinin önüne geçip onu havaya saçılmış toz zerreleri yaparız" (el-Furkan, 25/23) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır. "Dağılmış" anlamı verilen; lâfzı genel olarak üç noktalı "se" ile okunmuştur. Darmadağın olmuş demektir. Yüce Allah'ın: "Orada her canlıdan etrafa dağıttı." (Lukman, 31/10) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır ki; dağıttı ve yaydı, demektir. Mesrûk, Nehâî ve Ebû Hayve ise iki noktalı "te" ile diye okumuşlardır ki, bu da kesilmiş demek olup, onların (Arapların) "Allah onu koparsın" şeklindeki tabirlerinden alınmıştır: "ki Kestirip atmak, bir şeyi kesinlikle bir şekle bağlamak" mastarı da buradan gelmektedir. 7Ve sizler de üç sınıf olduğunuzda: Âyetin tefsiri için bak:9 8Ashabu'l-meymene, ne (mutlu o) Ashabu’l-meymeneye! Âyetin tefsiri için bak:9 9Ashabu'l-meş'eme, ne (yazık o) Ashabu'l-meş'emeye! "Ve sizlerde üç sınıf olduğunuzda." Nasıl ki eş eşe benziyorsa, herbir sınıf kendisinden olanlara benzeyecek şekilde üç sınıf olduğunuzda, demektir. Dahtı sonra yüce Allah onların kim olduklarını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Ashabu'l-meymene", "Ashabu'l-meş'eme" ve "es-Sâbikûn" Ashabu'l-meymene; cennete gitmek üzere sağ tarafa doğru götürülecek kimselerdir. Ashabu'l-meş'eme ise cehenneme götürülmek üzere sol tarafa alınan kimselerdir. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Meş'eme sol taraf demektir, "Şe'me" de böyledir. Mesela; "Filan kişi sol tarafa oturdu" denilir. Yine " Ey filan, arkadaşlarını sol tarafa doğru al git" denilir. Araplar sol ele de derler. Sol yana ise derler. Aynı şekilde sağdan gelen şeye derler. Soldan gelen şeye ise derler. İbn Abbâs ve es-Süddî şöyle demektedirler: Ashabu'l-meymene, Âdem'in soyundan gelecekler sulbünden çıkartıldığı vakil sağ tarafında olanlardır. Yüce Allah onlar için: Bunlar cennette olacaklardır ve hiçbir şeye aldırış etmiyorum diye buyurmuştur. Zeyd b. Eslem de şöyle demiştir: Ashabu'l-meymene o gün Âdem'in sağ tarafından alınan kimselerdir. Ashabu'l-meş'eme ise Âdem'in sol yanından alınan kimselerdir. Atâ ve Muhammed b. Ka'b da şöyle demişlerdir: Ashabu'l-meymene amel defterleri sağ tarafından verilecek olanlar, Ashabu'l-meş'eme ise amel defterleri sol tarafından verilecek olanlardır. İbn Cüreyc de şöyle demiştir; Ashabu'l-meymene hasenat ehii, Ashabu’l-ıneş'eme ise seyyiâc ehlidir. el-Hasen ve er-Rabî şöyle demişlerdir: Ashabu'l-meymene salih amelleri ile kendilerine uğurlu gelen kimseler, Ashabu’l-meş'eme, çirkin ve kötü amelleriyle kendilerine uğursuzluk getiren kimselerdir. Müslim, Sahih'inde İsrâ ile İlgili Ebû Zerr'in rivâyet ettiği hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Dünya semasına yükseldiğimizde sağ tarafında birtakım karaltılar, sol tarafında da birtakım karaltılar bulunan bir adam ile karşılaştık. Bu adam sağ tarafına baktığı vakit gülüyor, sol tarafına baktığı vakit ağlıyordu. Salih peygamber ve salih evlada merhaba, dedi. Ben Ey Cebrâîl bu kimdir? diye sordum. O: Bu Âdem (aleyhisselâm)'dır. Şu sağ tarafındaki karaltılar ile sol tarafındaki karaltılar onun soyundan gelen oğullarının ruhlarıdır. Sağ tarafında bulunanlar cennetlikler, sol tarafında bulunan karaltılar ise cehennemliklerdir... " Müslim. I, 149; Buhârî, I, 135, III, 1217, ayrıca 64. bkz. Müsned, V, 143- diye hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. el-Müberrîd dedi ki: Ashabu'l-meymene ileri geçen kimseler, Ashabu'l-meş'ema ise geri kalan kimselerdir. Araplar Beni yeminine (sağına) koy fakat şimaline (soluna) koyma, derler. Beni öne geçenlerden kıl, geriye kalanlardan kılma, demektir. "Ashabu'l-meymene" ile "Ashabu'l-meş'eme"nin tekrarlanması durumun önemine ve hayret edilecek bir hal olduğuna dikkat çekmek içindir. Yüce Allah'ın: "Gerçekleşmesi muhakkak olan! Nedir o gerçekleşmesi muhakkak olan?" (el-Hakka, 69/1-2) âyeti ile; "şiddetlice çalan, nedir o şiddetlice çalan?" (el-Karia, 101/1-2) buyruklarına benzemektedir. Nitekim: Zeyd, Zeyd dediğin nedir? demeye benzer. Ayrıca Ummu Zerr (radıyallahü anha) hadisinde de şöyle denilmektedir: "Malik, sen Malik'in kim olduğunu biliyor musun?" Müslim, IV, 1899; Buhârî, V, 1989; İbn Hibbân, Sahih, XVI, 30; Nesâî, es-Sünenu'l-Kübra, V, 355, 357; Taberânî, Kebir, XVIII, 170 Maksat ise Ashabu'l-meymenenin elde edecekleri sevabın, Ashabu'l-meş'emenin ise karşı karşıya kalacakları azâbın çok olacağını anlatmaktır. "Ashabu" lâfzının mübteda olarak ref olduğu, "ne ashabu'l-meymenedir!" anlamındaki âyetin da haberi olduğu söylenmiştir. Sanki; "Ashabu'l-meymene" dediğin nedir? diye buyurulmuş gibidir. Onlar nasıl bir şeydir, demektir. Buradaki "Ne" lâfzının tekid ve anlamın şöyle olması da mümkündür: Kitapları (amel defterleri) sağ taraflarından verilecek olanlar, işte onlar ileriye geçecek ve mevkileri yüksek olacak olanlardır. 10es-Sabikûn'a gelince: Önde gidenlerdir. "es-Sâbikûna gelince, önde gidenlerdir" âyeti ile ilgili olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "es-Sabikun kendilerine hak verildiğinde kabul edenler, kendilerinden istendiğinde bunu cömertçe verenler ve insanlar hakkında kendilerine hükmettikleri gibi hükmeden kimselerdir. " Müsned, VI, 67, 69. Bu hadisi el-Mehdevî zikretmiştir. Muhammed b. Ka'b el-Kurazi: Bunlar peygamberlerdir demiştir. el-Hasen ve Katade; es-Sâbikûn (ileri geçenler) bütün ümmetler arasında öncelikle îman eden kimselerdir. Buna yakın bir açıklama İkrime'den de rivâyet edilmiştir. Muhammed b. Şîrîn: Bunlar her İki kıbleye doğru namaz kılmış olanlardır demiştir. Buna delil de yüce Allah'ın: "Muhacir ve ensarın ileriye geçen ilk (önder)leri..." (et-Tevbe, 9/100) âyetidir. Mücahid ve başkaları da: Bunlar herkesten önce cihada çıkan ve herkesten önce namaza giden kimselerdir, demişlerdir. Ali (radıyallahü anh) da: Bunlar beş vakit namaza öncelikle koşanlardır, demiştir, ed-Dahhak cihada çıkmakta ellerini çabuk tutanlardır, demiştir, Said b. Cübeyr tevbeye ve iyilikler yapmaya ellerini çabuk tutanlardır, diye açıklamıştır. Yüce Allah da; "Rabbinizden bir mağfirete... koşuşun." (Al-i İmrân, 3/133) diye buyurmuş, bir başka yerde de onlardan: "İşte bunlar hayırlarda yarışırlar. Onlar bu işlerde ellerini çabuk tutanlardır" (el-Mu'minûn, 23/61) âyeti ile de onlardan övgüyle sözetmektedir. Bunların dört kesim oldukları da söylenmiştir. Mûsa ümmetinin öne geçeni bunlardan birisidir ki; bu kişi Fir'avun ailesinden îman eden Hazkiel'dir. Îsa ümmetinden öne geçen kişi ki, bu da Antakyalı Habibu'n-Neccar'dır. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetinden de öne geçmiş iki kişidir ki bunlar da Ebû Bekir ve Ömer'dirler. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır, el-Mâverdî de bunu nakletmiştir. Şumayt b. el-Aclan da şöyle demiştir: İnsanlar üç türlüdür. Birisi daha küçük yaşta iken hayır işlemeye koyulur ve dünyadan ayrılıp gidinceye kadar bu halini devam ettirir. İşte bu Allah'a yakınlaştırılmış olan es-sâbık (öne geçen) kimsedir. Birisi ömrünün erken dönemlerinde günaha başlar, sonra uzunca bir gaflet dönemi geçirir, arkasından tevbe ile bu günahlardan döner ve böyle bir kimseye bu hali ile ölüm gelir. İşte bu da Ashabu'l-yemindendir. Bir başkası ömrünün ilk dönemlerinden itibaren günah işlemeye koyulur ölünceye kadar bu halini sürdürüp gider, böylesi ise Ashabu'ş-şimaldendir. Bir başka açıklamaya göre bunlar iyi ve güzel (salah) olan şeylerden herhangi bir şeye öncelikle koşan herkestir. 11İşte onlar yakınlaştırılmış olanlardır. 12Naîm cennetlerinde. "es-Sâbîkun" lâfzının mübtedâ olarak merfu olduğu, ikincisinin ("önde gidenlerdir" anlamındaki lâfzın) onu tekid için geldiği, haberinin de "İşte onlar yakınlaştırılmış olanlardır" âyeti olduğu söylenmiştir. ez-Zeccâc ise şöyle demiştir: "es-Sâbîkun" mübtedâ, olarak merfu olmuştur. İkincisi ("önde gidenlerdir" anlamındaki lâfız) onun haberidir. Âyetin anlamı da şudur: Yüce Allah'a itaate ellerini çabuk tutarak koşuşanlar, işte onlar Allah'ın rahmetine öncelikle ulaşacak olanlardır. "İşte onlar yakınlaştırılmış olanlardır" âyeti ise onların niteliklerindendir. Şöyle de denilmiştir: Mukarreb olan es-sâbîkundan bir kişi cennetteki evinden dışarıya çıkacak olursa, ondan daha aşağılarda bulunan kimselerin, kendisini o ışık ile tanıyacakları bir aydınlığı olur. 13Bir çoğu öncekilerdendir. 14Birazı da sonrakilerdendir. "Bir çoğu öncekilerdendir." Geçmiş ümmetlerden bir topluluktur. "Birazı da sonrakilerdendir." Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e îman edenlerdendir. el-Hasen dedi ki: Bir çoğu bu ümmetten önce geçip gitmişler a marndandır. Az bir kısmı da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabındandır. Allah'ım, Sen lutfunla bizi onlarla birlikte kıl! Sonrakilerin "az" diye nitelendirilmeleri kendilerinden önce gelenlere nisbetledir. Çünkü önceki peygamberlerin sayısı pek çoktur. Dolayısıyla onlar arasından önce îman edenler (es-sâbîkün)'in sayısı da çoğalmıştır. Böylelikle onların sayıları bizim ümmetimizden öncelikle tasdike koşanların sayılarından daha fazla olmuştur. Denildiğine göre bu âyet nazil olunca, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına ağır geldi. Bunun üzerine "öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır" (el-Vâkıa, 39-40. âyetler) buyrukları nazil oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Ben sizlerin cennetliklerin dörtte biri, hatta cennetliklerin üçte biri, hatta cennetliklerin yarısı olacağınızı ve öbür ikinci yarıyı da onlarla paylaşacağınızı ümid ederim." İbn Kesîr, Tefsir, IV, 285. Bu hadisi Ebû Hüreyre rivâyet etmiş, el-Maverdî ve başkaları da zikretmişlerdir. Bu anlamdaki bir rivâyet Müslim'in Sahih'inde Abdullah b. Mesud'un rivâyet ettiği bir hadis olarak da sabit olmuştur Müslim, I, 200; Buhâri, V, 2392; Hakim, Müstedrek, IV, 621; İbn Mâce, II, 1432; Müsned, I, 386, 437, 445. Bununla sanki âyetin mensûh olduğunu kastetmiş gibidir. Fakat daha kuvvetli görülen, âyetin muhkem olduğudur. Çünkü âyet (neshin sözkonusu olduğu hükümleri bildiren bir âyet olmayıp) haber ifade etmektedir. Diğer bir sebep ise bu hususların (azlık ve çoklukların) birbirinden farklı iki kesim hakkında sözkonusu edilmesini görmemizdir. el-Hasen dedi ki: Bizden öncekiler arasından olup ileriye geçenler (es-sâbîkun) bizim ümmetimizin ileriye geçenlerinden fazladır. Bundan dolayı yüce Allah: "Birazı da sonrakilerdendir" diye buyurmuş, fakat es-sâbîkunun dışında olan Ashabu'l-yemin hakkında ise: "Öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır" (39-40. âyetler) diye buyurmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Cennetliklerin yarısı olacağınızı ümit ederim" diye buyurması ve sonradan da yüce Allah'ın: "Öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır" âyetini okuması da bundandır. Mücahid dedi ki: Burada sözü edilenlerin hepsi bu ümmettendir. Süfyan, Eban'dan, o Said b. Cübeyr'den, o İbn Abbâs'tan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan: "Her iki çokluk ta benim ümmetimdendir." Taherî, Tefsir, XXII, 191. Bununla da: "Öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır" âyetini kastetmektedir. Bu görüş Ebû Bekr es-Sıddık (radıyallahü anh)'dan da rivâyet edilmiştir. Ebû Bekir (radıyallahü anh) dedi ki: Her iki "çokluk" da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in alametindendir. Bunlar arasından kimisi onun ümmetinin ilkleri arasındadır, kimileri de sonraki gelenler arasındadır. Bu da yüce Allah'ın: "Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi itidal üzeredir, kimisi de Allah'ın izni ile hayırlarda öne geçmiştir" (Falir, 35/32) âyetini andırmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: "Birçoğu öncekilerden" bu ümmetin ilk dönemlerinde gelenlerdendir. Öncekilerin mertebesine ulaşıncaya kadar itaat olan işlerde elini çabuk tutan "birazı da sonrakilerdendir." İşte bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sizin en hayırlınız benim çağdaşım olan nesildir " Müslim, IV, 1964; Buhâri, 11, 938, V, 2362, VI, 2463; Nesâî, VII, 17; Müsned, I, 438, II, 410, 479, IV, 427, 436. diye buyurmuştur. Daha sonra yüce Allah Ashabu'l-yemin arasında öncekilerle sonrakilerin eşit olduğunu bildirmiştir. "(........): Birçok" lâfzı; "O şeyi kestim" kökünden gelmektedir. Buna göre 'in ifade ettiği anlam "fırka" hıfzının anlamına benzemektedir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. 15İşlenmiş tahtlar üzerindedîrler. "İşlenmiş tahtlar üzerinde" Yani öne geçen es-sâbikûn cennette "işlenmiş tahtlar üzerinde" oturacaklardır. Tahtlar in çoğuludur. "İşlenmiş" âyeti hakkında İbn Abbâs: Altın ile işlenmiş, İkrime: Boşluklarına inci ve yakut yerleştirilmiş, diye açıklamışlardır. Yine İbn Abbâs'tan "işlenmiş" dizilmiş anlamında olduğu nakledilmiştir. Nitekim bir başka yerde: "Sıra sıra dizili tahtlara" (et-Tur, 52/20) diye buyurmuştur. Yine ondan ve Mücahid'den: Altın ile işlenmiş, dokunmuş anlamındadır, Tefsirle ide de şöyle denilmektedir: "İşlenmiş" altın çubuklarla dokunmuş, araları inci, yakut ve zebercetle doldurulmuş demektir. "Kat kat dokumak ve sıra sıra dizmek" anlamındadır. Mesela; "Filan kişi taşları ve kiremitleri birbiri üstüne dizdi" denilir. Bu şekilde dizilene: denilir. "Âdeta sıra sıra dizilmiş gibi dokuması oldukça sağlam zırh" demektir, el-Â'şâ şöyle demiştir; "Davud'un dokuduğu türden sağlam ve üstüste dizilmiş şekilde zırhlar ki, Kabile ile birlikte, bölük bölük sürülüyor." Yine el-Â'şâ şöyle demiştir: "Üzerinde sağlamca dokunmuş ve suyun taşmasını engelleyen bend gibi beyaz (yani demir) bir zırh vardır ki, Bedeni örten bölümünün yakası üstünde bir miğferi de vardır." "Üst tarafı tıpkı dokunmuş bölümü gibi olan" demektir, de bu kökten gelmektedir ki, bu da "biri diğerinin içine giren ince kesilmiş parçalardan dokunmuş kemer"e denilir, Şairin şu beyitinde de bu kabildendir: "Onun kemeri (beli) huzursuzca sana doğru koşuyor," Kastettiği fazla yolculuktan zayıf düşmüş devesidir. 16Onlar, üzerinde karşı karşıya yaslananlar olarak (nimetlere mazhar olurlar.) "Onlar" o tahtların "üzerinde karşı karşıya yaslananlar olarak" otururlar. Yani biri diğerinin sırtını görmez. Tahtlar üzerinde oldukları halde tahtları döner. Bu mü’min, eşi ve ailesi hakkındadır. Yani onlar yüzleri birbirlerine dönük olarak yaslanırlar. Bu açıklamayı Mücahid ve başkası yapmıştır. el-Kelbî de şöyle demiştir: Herbir tahtın uzunluğu üçyüz ziradır. Kul onun üzerine oturmak istedi mi bu tahtlar alçalır. Üzerlerine oturdu mu yükselirler, 17Etraflarında ebedi kılınmış evlatlar dolaşır, "Etraflarında ebedi kılınmış evlatlar dolaşır." Mücahidin açıklamasına göre ölümsüz çocuklar (ğılman) demektir, el-Hasen ve el-Kelbi: Asla ihtiyarlamayan ve değişmeyen demektir. Şair İmruu'l-Kays'in şu beyitinde de bu anlamdadır; "Mutlu ve asla kocamayan, ihtiyarlamayan kederleri az Ve geceyi korkularla geçirmeyen bir kimseden başkası nimet içinde olabilir mi?" - "Ebedi kılınmışlar" anlamı verilen- lâfzı Said b. Cübeyr'e göre küpeliler anlamındadır. Çünkü küpeye: denildiği gibi pek çok süs eşyası anlamında da; kelimesi kullanılır, Bilezik takınmışlar anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna yakın bir açıklama da el-Ferrâ''dan nakledilmiştir, Şair şöyle demektedir: "Gümüşle süslenmişlerdir onlar, sanki Arkaları küçük kum tepelerini andırır." Said b. Cübeyr'in açıkladığı -ve "küpeler takılmışlar" diye tercüme ettiğimiz- 'ın "kemerler takılmışlar" anlamına geldiği de söylenmiştir. İkrime de "ebedî kılınmışlar" lâfzının nimete- gark olmuşlar anlamında olduğunu söylemiştir. Bir başka açıklamaya göre, onlar aynı yaşta olacaklardır. Yüce Allah onları cennetlikler için yaratmıştır. Dilediği şekilde ve doğup çoğalmaları sözkonusu olmaksızın cennetlikler etrafında dolaşır, dururlar. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) ile Hasen el-Basri şöyle demişlerdir: Burada sözü geçen "evlatlarda müslümanların küçük yaşta olup herhangi bir sevab ya da günahları olmayan çocukları kastedilmektedir. Selman el-Fârisî de: Müşriklerin (küçük yaşta ölen) çocukları, cennetliklerin hizmetkârları olacaktır, demiştir. el-Hasen dedi ki: Bunların mükâfatlarını görecekleri hasenatları, cezalandırmalarını gerektiren de günahları olmadığından böyle bir konuma yerleştirileceklerdir. Âyetin maksadı şudur: Cennetlikler en mükemmel bir sevinç ve nimet içerisinde olacaklardır. Nimet ise insanın etrafında çokça hizmetçilerin ve bu türden küçük çocukların bulunması ile tamam olur. 18Maînden testilerle, ibriklerle, kâselerle. "Maînden testilerle, ibriklerle, kâselerle" âyetindeki; "Testiler" lâfzı 'in çoğuludur. Buna dair açıklamalar daha Önce ez-Zuhruf Sûresi'nde (43/71. âyet. 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu tür kaplar, kulpları da, emzikleri de bulunmayan kaplardır. “İbrikler" ise kulpları ve emzikleri bulunan su kaplan olup, tekili "ibrik" ...diye gelir. Buna bu adın veriliş sebebi ise berraklığı dolayısı ile renginin parlamasından ötürüdür. "Maînden testilerle" âyetine dair açiklamalar daha önce es-Saffât Sûresi'nde (37/45. âyette) geçmiş bulunmaktadır. "Maîn" su ya da şarap akan pınar demektir. Şu kadar var ki, burada maksat pınarlardan akan şaraptır. Gözle görülen pınarlar diye de açıklanmıştır. O takdirde "maîn" lâfız olarak, "gözle görmek" demek olan "muâyene"den İsm-i mef'ûl olur. Bunun çokluk demek olan; "fâîl" veznindeki şekli olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah, bunun sıkmak suretiyle çeşitli zorluklarla ve birtakım işlemlerden geçirildikten sonra elde edilen dünya şarabı gibi olmadığını da açıklamaktadır. 19Ondan başları da ağrımaz ve akılları da giderilmez. "Ondan başları da ağrımaz." O içkiyi içmelerinden ötürü başları ağrımayacaktır. Yani bu şarap dünyadaki içkiden farklı olarak herhangi bir rahatsızlık vermeyen lezzetli bir şaraptır. "Ve akılları da giderilmez." Daha önce bu es-Sâffât Sûresi'nde (37/47. âyette) geçmiş bulunmaktadır ki, sarhoş olmaları sonucunda akıllan başlarından gitmez, demektir, Mücahid "başları da ağrımaz" anlamındaki âyeti; şeklinde ve; anlamında okumuştur ki, bu da "dağılmazlar" demek olur. Yüce Allah'ın: "Bölük bölük ayrılacakları gün" (er-Rum, 30/43) âyetinde olduğu gibi okumuştur. Kûfeliler "akıllarıda giderilmez" anlamındaki âyeti şeklinde "ze" harfi kesreli olarak okumuşlardır ki, bu da şArapları bitmez, içkilerinin sonu gelmez, demektir. Şairin şu mısraında da bu (akılları başlarından gitmez) anlamdadır: "Ömrüm hakkı için yemin ederim, sizler eğer başınız ağrısa da yahut ayılsanız da, Ey Ebcer soyundan gelenler, siz çok kötü meclis arkadaşısınız." ed-Dahhak'ın İbn Abbâs'tan gelen rivâyetine göre şöyle demiştir: İçkide dört özellik vardır. Sarhoşluk, başağrısı, kusmak ve idrar sökmesi. Şanı yüce Allah da cennetteki şarabı sözkonusu ederken bu özelliklerden münezzeh (uzak) olduğunu belirtmiştir. 20Seçip beğeneceklerinden de meyveler; "Seçip beğeneceklerinden de meyveler." Yani çokluğundan ötürü istediklerini seçerler. Bunun seçilen ve beğenilen türden meyve anlamına geldiği de söylenmiştir, "Seçmek" demektir. 21Ve canlarının çekeceklerinden kuş eti; "Ve canlarının çekeceklerinden kuş eti" âyeti ile ilgili olarak Tirmizî'nin rivâyetine göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: "el-Kevser" nedir? diye sorulmuş, o da; "O yüce Allah'ın bana vermiş olduğu -cennette vermiş olduğu demek istemektedir- bir ırmaktır. Sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Orada boyunları deve boyunları gibi kuşlar vardır." Ömer (radıyallahü anh): Şüphesiz ki bunlar şişman kuşlardır, deyince Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Onları yemek ondan da güzeldir" diye buyurdu. (Tirmizi) dedi ki: Hasen bir hadistir. Tirmizi, VI, 6H0; Az fazlalıkla: Müsned, 111, 221, 236 Bu hadisi ayrıca es-Sâlebî, Ebû'd-Derdâ yoluyla rivâyet etmiş olup, buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki cennette deve boyunlarını andıran kuşlar vardır. Bunlar Allah dostunun eli üzerinde sıra sıra dizilirler. Birisi: Ey Allah dostu ben Arşın altındaki yeşillik alanlarda yayıldım. Tesnîm pınarlarından su içtim. Sen de benden ye, der. Onlar Allah dostunun huzurunda bu şekilde övülüp durmaya devam ederler. Nihayet o da içinden onlardan birisini yemeyi geçirir. Çeşitli şekillerde önüne düşüverir. O da o kuştan dilediğini yer, Doydumu o kuşun kemikleri bir araya getirilir ve uçar, yine cennette dilediği gibi yayılmaya devam eder." Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: Ey Allah'ın peygamberi şüphesiz ki bunlar şişman (iri cüsseli) kuşlar olacaktır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Onları yemek onlardan daha büyük bir nimettir" diye buyurmuştur. Ebû Said el-Hudrî'den gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki cennette öyle kuşlar vardır ki, bu kuşların birisinde yetmişbin tür vardır. Bu da cennetliklerden birisinin tabağına düşer, sonra sirkelenir. Herbir tüyden kardan daha soğuk ve daha beyaz, tereyağından daha yumuşak, baldan daha tatlı bir yemek çeşidi ortaya çıkar. Bunlar arasında biri diğerini andıran iki yemek olmayacaktır. O da bundan istediğini yiyecek, sonra da o kuş uçup gidecektir." suyuti ed-Duru’l-Mensur, VIII, 11. 22Âyetin tefsiri için bak:23 23Ve sarmalanıp gizlenmiş İnciler misali güzel gözlü huriler de vardır. "Ve" hiçbir elin değmediği ve üzerine tozun düşmediği bundan dolayı son derece şeffaf ve parlak olan "sarmalanıp gizlenmiş inciler misali güzel gözlü hurilerde vardır." Yani onlar bütün yönleriyle bedenlerinin güzellikleri itibariyle buna benzerler. Meal dolayısıyla ayet nazmında sonlardaolan bu bölüm, açıklamaları kısa olduğu için meale uygun sırası ile tercüme edilmiştir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "O bir incinin kabuğunda yaratılmış ta Onun bütün yönleri bir gözetleme tarafıdır sanki." "Güzel gözlü huriler" lâfzı ref’ , nasb ve cer ile okunmuştur. Cer ile okuyanların -ki Hamza, el-Kisâî ve başkalarıdır- kıraati bu durumda "testilerle" anlamındaki lâfza atfedilmiş olması mümkündür ki, bu da anlama göre hamledilir. Çünkü âyet: Onlar testilerle, meyvelerle, etlerle ve hurilerle nimetlenirler, demek olur. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. "Cennetlerinde" (12. âyet) anlamındaki lâfza atfedilmesi de mümkündür. Bu durumda onlar "Naim cennetlerinde"dirler ve muzafın hazfedilmiş olduğu takdiri ile "Huriler arasındadırlar" demek olur ki huriler ile birliktedirler denilmiş gibidir. el-Ferrâ' dedi ki: Cer ile okuyuş, mana itibariyle farklı olsalar dahi lafzen ona tabi kılmak suretiyle olur. Çünkü hurilerin, etraflarında dolaştırılmaları sözkonusu olmaz. Şair şöyle demektedir: "Güzelliklerinden ötürü süslenmeye ihtiyacı olmayan kadınlar bir gün görülürlerse, Ve kaşlarını ve gözlerini uzatırlarsa ..." Bilindiği gibi gözler uzatılmaz, ancak onlara sürme çekilir. Bir başka şair de şöyle demiştir: "Savaşta gördüm senin kocanı, Bir kılıç ve mızrak kuşanmış olarak." Bu iki beyıtin, atfa mana itibariyle değil, lâfız itibariyle örnek olduğunu anlatmak istemektedir. Kutrub dedi ki: Lâfız testilere ve ibriklere -manaya hamletmek sözkonusu olmaksızın- atfedilmiştir. O şöyle demiştir: Bununla birlikte hurilerin etraflarında dolaştırılmaları ve bundan dolayı da lezzet almaları kabul edilmeyecek bir şey değildir. Nasb ile okuyanlara -ki bunlar el-Eşheb, el-Ukaylî, en-Nehaî, Îsa b. Ömer es-Sakafîdir, Ubeyy'in mushafında da böyledir- gelince, bu da bir fiil takdirine göre böyle okunmuştur. "İri gözlü hurilerle eşleştirilirler" denilmiş gibidir. Nasb halinde de manaya hamletmek güzeldir. Çünkü onunla etraflarında dolaştırılır ifadesinin anlamı o onlara verilir demektir. Cumhûrun kıraati olan ref’e gelince -ki bu aynı zamanda Ebû Ubeyd ve Ebû Hâtim'in de tercih ettiği kıraattir-; "Onların yanlarında güzel gözlü huriler de vardır" anlamındadır. Çünkü onların etrafında huriler dolaştırılacaktır. el-Kisâî dedi ki: "Güzel gözlü huriler de vardır" âyetini ref ile okuyup onların etraflarında dolaştırılmayacağım da bu okuyuşuna gerekçe gösteren kimselerin aynı şeyi meyve ve kuş eti hakkında da söylemeleri gerekir. Çünkü bunlar da etraflarında dolaştmlmayacaktır. Etrafta dolaştırılan sadece şaraptır. el-AhfeŞ dedi ki: Bunun manaya hamledilmiş olması da mümkündür. Çünkü âyet; Onlar için testiler vardır ve onlar için güzel gözlü huriler de vardır" anlamındadır. Bunun "Birçoğu" (13. âyet) lâfzına atfedilmiş olması da mümkündür. Bu lâfız da mübtedâ olup bunun da haberi "işlenmiş tahtlar üzerinde(dirler.)" (15, âyet) âyetidir. Aynı şekilde; "Güzel gözlü huriler de vardır" âyeti da bu şekilde (haber durumunda)dır. Mübtedanın nekre olarak gelmesi ise, aldığı sıfaı ile özellik kazanması (tahsis edilmesi) dolay ısı iledir. 24Yapageldiklerine bir karşılık olarak. "Yapageldiklerine bir karşılık olarak" bir mükâfat olarak demektir, "Bir karşılık olarak" lâfzının nasb ile gelmesi mef'ûlün leh olmasından dolayıdır. Bunun mastar (mef'ûl-i mutlak) olduğundan dolayı nasb ile gelmiş olması da mümkündür. Çünkü; "Etraflarında ebedi kılınmış evlatlar dolaşır ...bir karşılık olmak üzere onlara verilir" anlamındadır. el-Huru’l-îne dair açıklamalar daha önce et-Tur Sûresi'nde (52/20. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde (ed-Duhan, 44/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Enes dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah huru'l îni zaferandan yaratmıştır." Deylemî. Firdevs, II, 143 Enes'ten; Taberani, Evsat, I, 95; Kebir, VIII, 200 Her iki yerde de Ebû Umame'den. Halid b. el-Velid dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Cennet ehlinden bir kişi cennet elmalarından bir tanesini eline alır. Elinde parçalanır. Ondan bir huri çıkar, eğer güneşe bakacak olursa, güzelliğinden dolayı güneş utanır ve elmadan da bir şey eksilmez." Bir adam ona: Ey Süleyman'ın babası, şüphesiz ki bu hayret edilecek bir şeydir. Üstelik elmadan bir şey eksilmez öyle mi? Halid b. Velid dedi ki: Evet, bu bir başka kandilden yakılan bir kandil ve hatta kandiller yakıldığı halde ondan bir şey eksilmemesine benzer. Allah dilediği herşeye kadirdir. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: Allah huru'l îni ayak parmaklarından diz kapaklarına kadar zaferandan, diz kapağından göğsüne kadar Ezfer miskinden, göğsünden boynuna kadar beyaz amberden, boynundan başına kadar beyaz kâfurdan yaratmıştır. Onun üzerinde şakayık gibi yetmişbin elbise vardır. Sana doğru geldiğinde yüzü güneşin dünya ehline parıldadığı gibi yukarı doğru yükselen bir nûr ile parıldar. Geri dönüp gittiğinde elbiselerinin ve teninin inceliğinden dolayı ciğeri görülür. Başında ise Ezfer miskinden yetmişbin perçemi vardır. Bu perçemlerin herbirisi için eteklerini yerden kaldıran bir hizmetçi vardır. O "İşte Allah dostlarının mükâfatı"; "yapageldiklerine bir karşılık olarak" onlara verilen budur, diye seslenir. 25Onlar orada ne bâtıl, ne de günahı gerektiren bir söz işitirler; "Orada ne batıl, ne de günahı gerektiren bir söz işitirler." İbn Abbâs der ki: Ne batıl, ne yalan bir söz işitirler. Bani (lağv) boş söz demektir. "Günahı gerektiren" (te'sim) de; "Ona günaha girdin dedim" sözünün mastarıdır. Muhammed b. Kah dedi ki: "Günahı gerektiren" bir sözün olmaması, birinin diğerini günaha girdiğini söylememesi demektir. Mücahid dedi ki: "Onlar orada ne batıl, ne de günahı gerektiren bir söz işitirler." Herhangi bir sövgü ve günahı gerektiren bir söz işittirmezler, demektir. 26"Selâm, selâm" diye bir sözden başka. "Selâm, selâm diye bir sözden başka" âyetindeki "Diye" lâfzı "işitirler" fiili ile nasbedilmiştir, veya munkatı' bir istisnadır. Yani ancak onlar ... diye bir söz söylerler, yahut böyle bir söz işitirler, demektir. "Selâm selâm" âyeti da "diye" anlamındaki fiil ile nasbedilmiştir. Bu da, onlar ancak hayır söz söylerler, demektir. Mastar olarak da nasbedilmiş olabilir. Bu da; ancak onların birinin diğerine selam demesi müstesnadır, demek olur. Yahutta; "Diye" lâfzının sıfatı, ikinci "selam" lâfzı da birincisinden bedel olabilir. Anlam da: Boş sözden uzak kalına bilecek ve ondan kurtulmanın mümkün olabileceği bir söz (işitmeleri) müstesnadır, şeklinde olur. Bununla birlikte Selam olsun size" takdiri ile merfu olması da mümkündür. İbn Abbâs: Biri diğerine selam verir, birbirleriyle selamlaşırlar demektir, demiştir. Onları melekler selâmlar, yahutta aziz ve celil olari Rabbleri onları selâmlar, diye de açıklanmıştır. 27Ashâbu’l-yemîn, ne Ashabu'l-yemîndir! "Ashâbu'l-yemîn, ne Ashâbu'l-yemindir" âyeti ile tekrar -önceden geçtiği üzere- es-Sâbikûn(ileri geçenler)in kendileri olan Ashâbu'l-meymene'nin konumlarını sözkonusu etmektedir. Buradaki ifadenin tekrarlanması, içinde bulunacakları nimetlerin büyüklüğünü anlatmak İçindir. 28Dikensiz arabistan kirazı altında, "Dikensiz arabistan kirazı altında." Yani dikenleri alınmış yahut kesilmiş arabistan kirazı arasında olacaklardır. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. İbnu'l-Mübarek şu rivâyeti zikretmektedir: Bize Safvan, Süleym b. Âmir'den anlattı, dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ashabı şöyle diyorlardı: Şüphesiz ki bedeviler ve soru sormaları bize çok faydalı oluyor. Bir gün bir bedevi Arap gelip; Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm’de eziyet verici bir ağaçtan sözetmektedir. Halbuki ben cennette sahibine eziyet verecek bir ağacın olacağı kanaatinde değildim. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sözünü ettiğin ağaç hangisidir?" diye sordu, bedevi: Bu arabistan kirazı ağacıdır, onun rahatsız edici dikenleri vardır, dedi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yüce Allah: "Dikensiz arabistan kirazı altında" demiyor mu? Allah onup dikenlerini almış ve herbir diken yerine bir meyve koymuş olacaktır. O ağaç öyle bir mahsul verir ki, bundan biri diğerine hiçbir şekilde benzemeyen yetmişiki çeşit meyve çıkacaktır.” İbnu'l-Mübarek, Zühd, V, 75, s. 74-75; Milnziıî, Tergih, VI, 293. Ebû'l-Âl-iye ve ed-Dahhak dediler ki: Müslümanlar Vecce -ki o Taif'te verimli bir vadidir- baktılar ve oradaki arabistan ağaçları hoşlarına gitti. Keşke bizim de bunun gibi ağaçlarımız olsaydı, dediler. Bunun üzerine, bu âyet-i kerîme indi. Umeyye b. Ebi's-Salt da cenneti nitelendirirken şöyle demektedir: "Şüphesiz ki cennetteki bahçelerin koyu gölgeleri vardır, Orada genç kızlar vardır, oranın arabistan kirazı ağaçlarının dikenleri alınmıştır." ed-Dahhak, Mücahid ve Mukâtil b. Havyam "dikensiz arabistan kirazı altında" âyetini bu meyve yükü ile ağırlaşmış demektir, diye açıklamışlardır. Bu da daha önce sözünü ettiğimiz haberin muhtevasına yakındır. Saki b. Cübeyr dedi ki: Onun yemişleri testilerden daha büyüktür. Bu husus daha önce en-Necm Sûresi'nde; "Sidretu'l-münteha yanında" (en-Necm, 53/14) âyetini açıklarken geçmiş ve mahsullerinin Hecer testileri gibi olduğu Enes'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet elliği hadiste belirtilmiş idi. 29Meyveleri birbirine girmiş muz ağaçları altında, "Meyveleri birbirine girmiş muz ağaçları altında" âyetinde geçen "Muz ağacı" demek olup, tekili dır. Müfessirlerin çoğu Ali, İbn Abbâs ve başkaları böyle demişlerdir. el-Hasen de şöyle demiştir: Burada sözü edilen muz değildir, fakat serin ve nemli bir gölgesi bulunan bir ağaçtır. el-Ferrâ'' ve Ebû Ubeyde de şöyle demişlerdir: Bunlar dikenleri bulunan büyük ağaçlardır. Hidâ develerine şarkı söyleyenlerden birisi olan el-Ca'di şöyle demiştir: "Kılavuzu müjdeledi onu ve dedi ki: Yarın sen talhı (dikenli büyük ağaçları) ve bu dikenli ağaçların yemişlerini göreceksin." Buna göre "talh" dikeni bol, büyük her ağacın adıdır. ez-Zeccâc dedi ki: Cennette bu ağacın dikenlerinin izale edilmiş olması mümkündür. Yine ez-Zeccâc şöyle demiştir: Um Gaylan ağacı gibi. Bu ağacın oldukça hoş beyaz bir çiçeği vardır. Onlara böylece hitab edildi ve benzerini sevdikleri şeyler onlara vaadolundu. Şu kadar var ki, bu tür ağaçların dünyadaki benzerlerine üstünlüğü, cennette bulunan diğer nimetlerin dünyadakilere üstünlüğü gibidir. es-Süddî dedi ki: Cennetteki talh, dünyadakine benzer. Şu kadar var ki onun baldan tatlı bir meyvesi vardır. Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) bu âyeti "ayn" harfi ile "Meyveleri birbirine girmiş yemişler altında" diye okumuş ve (bu okuyuşunu gerekçelendirmek üzere de) şu âyeti zikretmiştir: "Ve meyveleri olgunlaşmış güzel hurma ağaçları arasında" (eş-Şuara, 26/148) Ancak bu kıraat, mushafın hattına uygun değildir. Bir rivâyete göre de onun önünde; "Meyveleri birbirine girmiş muz ağaçları altında" diye okutmuş o da talhın burada işi ne? demiş, bu şeklindedir. Daha sonra da "Ve tomurcukları üstüste binmiş..." (Kaf, 50/10) âyetini okumuştur. Ona: Bunu değiştirmeyelim mi? diye sorulunca, o: Kur'ân'ın bu şekilde değiştirilmesi ve tahvil edilmesi gerekmez demiştir. Böylelikle o, bu kıraati tercih etmiş olmakla birlikte, icma ile kabul edilmiş olan hat şekline muhalefeti dolayısıyla mushafta yazılmasını uygun bulmamıştır. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî yapmıştır. Ebû Bekir el-Enbarî senedini kaydederek şöyle demiştir: Bana babam anlattı, dedi ki: Bize el-Hasen b. Arafe anlattı. Bize Îsa b. Yûnus, Mücahid'den anlattı. O el-Hasen b. Sa'd'dan, o Kays b. Ubad'dan dedi ki: Ben Ali'nin yanında; "Meyveleri birbirine girmiş muz ağaçları altında" diye okudum -Mücahid şüphe ederek: Ya da Ali'nin huzurunda böyle okundu dedi. Bunun üzerine Ali (radıyallahü anh) şöyle dedi; Burada "talh (muz ağaçları)"ın ne işi var? Sen hiç diye okumaz mısın? dedikten sonra "Ve tomurcukları üstüste binmiş" (Kaf, 50/10) âyetini okudu. Ona dedi ki: Ey mü’minlerin emiri, bunu mushaftan kazıyalım mı? diye sorunca, o: Hayır, artık bugün Kur'ân'da bir değişiklik olmaz. Ebû Bekr dedi ki: Bu ifadenin anlamı şu ki; o mushafta yazılı olana dönmüş ve doğru olanın o olduğunu kabullenmiş olup, daha önce kullanmış olduğu -belki de kasti olmayan- o yanlış ifadeyi çürütmüş olmaktadır. "Meyveleri birbirine girmiş" öncekileri de, sonrakileri de üstüste yüklenmek suretiyle birbiri üstüne gelmiş demektir. Bundan dolayı da onun açığfi çıkan dalları görülmeyip, aksine sıkı sıkıya dizilmiş olur. "Üstüste iyice istif etmek" demektir. "Üstüste iyice dizilmiş" anlamındadır. en-Nâbiğa da şöyle demiştir: "Kendisini alıkoyan (bir engel varken) açtı yolunu küçük ırmağın Ve onu evin önündeki iki perdeye doğru gelmesini sağladı, sonra da tepeden tırnağa kadar meyve ve yaprakla dolu (ağaca ulaştırdı.)" Mesrûk dedi ki: Cennetin ağaçları kökünden dallarına kadar hepsi üstüste yığılmış meyvelerle doludur. (Cennetlik kişi) bir meyve yedi mi onun yerine ondan daha güzeli gelir. 30Yayılmış gölgelerde "Yayılmış gölgelerde" yani devamlı kalıcı, gitmeyen ve güneşin de ortadan kaldırmadığı gölgede. Yüce Allah'ın: "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığına bakmaz mısın? Dileseydi onu hareketsiz kılardı." (el-Furkan, 25/45) âyetine benzemektedir. Bu ise sabah vaktinde olur ki, sözkonusu bu vakit daha önce belirtilen âyetin tefsirinde geçtiği üzere, ortanın iyice aydınlanmasından, güneşin doğuşuna kadar olan vakittir. Cennetin her tarafı gölgeliktir, onunla birlikte bir güneş yoktur. er-Rabî b. Enes dedi ki: Bu gölge ile Arşın gölgesini kastetmektedir. Amr b. Meymun da: Bu gölge yetmişbin yıllık mesafedir, demiştir. Ebû Ubeyde dedi ki: Araplar uzun zamana, uzun ömre ve kesintisi olmayan herbir şeye "memdûd: uzayıp giden (mealde: yayılmış)" derler. Lebid dedi ki: "Baki kalmayı yenik düşürdü, halbuki ben yenik düşürülen birisi değildim, Uzun, sürekli ve uzayıp giden bir zaman." Beyitin ikinci kelimesi olan "el-azâ" burada uygun bir anlam ifade etmediğinden et-Taberî, XXVII, 183'deki sekile uygun olarak "el-lıcka" kelimesine grire tercüme edilmiştir. Tirmizi'nin, Sahih'inde ve başka eserlerde Ebû Hüreyre'nîn Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği hadiste şöyle denilmektedir; "Cennette süvarinin gölgesinde yüzyıl boyunca yol aldığı halde gölgesini bitiremeyeceği bir ağaç vardır. Müslim, IV, 2175 (Ebû Hüreyre'den); 2176 (Sehl b. S-ı'tI ile Ebû Saki el-HiKİn'den); Buhârî, III, 1187 (Enes'ten), V, 2398 (Sehl b. Sa'd ile Elifi Sakiden); Tirmizi, IV, 671, (Ebû Hüreyre'den); Müsned, II, 257, 418, 452, 462 469, (Ebû Hüreyre'den) Arzu ederseniz "yayılmış gölgelerde" âyetini okuyunuz". Buhârî, IV, l«5t; Tirmizî, V, 400; Dârimî, II, 435; İbn Mâce, II, 1450; Müsned. II. 43K, 482. 31Ve sürekli akan su yanında (otururlar). "Ve sürekli akan" asla kesilmeden akıp duran "su yanında." ("Sürekli akan" anlamındaki kelimenin kökünü teşkil eden): "Dökmek, akmak" demektir. "Onu döktü, dökmek" denilir. "Dökülüş" anlamındadır. Bu bakımdan; "Döktü, döküş" ve "döküldü, dökülüş" denilir. Gece ve gündüz Ve yatakları olmaksızın sürekli akan, akışı da asla kesintiye uğramayan akıp duran su demektir. Araplar çölde yaşarlar ve sıcak ülkede bulunuyorlardı. Ülkelerinde ırmaklar çok az bulunurdu. Suya ancak kovalarla ve bu kovalan bağladıkları halatlarla ulaşabiliyorlardı. Cennette bundan farklı bir nimet onlara vaadolundu, onlara dünyada bilinen, kırlarda güzelce vakit geçirmenin yollan anlatıldı. Bunlar da ağaçlar, ağaçların gölgeleri, sular, ırmaklar ve bunların kesintisiz akmaları ile gerçekleşecek şeylerdir. 32Âyetin tefsiri için bak:33 33Ardı arkası kesilmez ve asla men olunmaz pek çok meyve (arasında). Yaz ve kış meyvelerinin kesintiye uğradığı gibi o meyvelerin hiçbir zaman "ardı arkası kesilmez" dünya meyveleri gibi kendilerine yasak konulmayarak "ve asla men olunmaz pekçok meyve" vardır. Yani bu meyveler ülkelerinde gördükleri gibi az, nadir bulunacak şeyler olmayacaktır. "Ve asla men olunmaz" ifadesinin o meyveleri almak isteyenler diken, uzaklık yahut bahçe duvarı gibi şeylerle engellenmez. Aksine kulun canı o meyveyi çekti mi onu alıverecek şekilde ona yakkışıverir. Nitekim yüce Allah: "Gölgeleri üzerlerine yakın olup meyveleri ise alabildiğine boyun eğdirilmiş halde olacaktır." (el-İnsan, 76/14) diye buyurmakladır. Zamanla ardı arkası kesilmeyecek ve değeri şart koşulmak suretiyle alıkonulmayacak, anlamında olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 34Yükseltilmiş döşekler üzerinde olacaklardır. Âyetin tefsiri için bak:36 35Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık da Âyetin tefsiri için bak: 36 36Onları hem bakireler kıldık, "Yükseltilmiş döşekler üzerinde olacaklardır" âyeti ile ilgili olarak Tirmizi, Ebû Said'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yüce Allah'ın: "Yükseltilmiş döşekler üzerinde olacaklardır" âyeti hakkında şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Bu döşeklerin yüksekliği hiç şüphesiz sema ile yer arası gibi beşyüz yıllık mesafe olacaktır." (Tirmizi) dedi ki: Garib bir hadistir. Biz bunu ancak Rişdin b. Sad yoluyla gelen bir hadis olarak biliyoruz, Tirmizi, IV, 679, V, 401; Müsned, III, 75. Bazı ilim adamları da bu hadisin tefsirinde şöyle demişlerdir: "Döşekler" dereceler hakkındadır. Dereceler arasındaki mesafe ise yer ile gök arası gibidir. Buradaki "döşekler"den kastın -daha önce kendilerinden sözedîlmediği halde- cennetteki kadınlardan kinaye olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah'ın: "Yükseltilmiş döşekler" âyeti buna delâlet etmektedir, zira döşekler kadınların bulundukları yeri ifade eder. O halde: Güzellikleri ve mükemmellikleri itibariyle oldukça yüksek değerli kadınlar da vardır, demektir. Buna delil de yüce Allah'ın: "Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık" âyetidir. Biz onları mükemmel bir şekilde ve yeniden harikulade güzellikte yarattık, demektir. Araplar kadına "firaş (döşek)', İibâs (elbise)" ve "izar" ismini verirler. Nitekim yüce Allah da: "Onlar (o kadınlar) sizin elbisenizdir" (el-Bakara, 2/187) diye buyurmaktadır. Diğer taraftan: Bu açıklamaya göre bu kadınlardan kasıt el-hum’l-îndir. Biz onları bir anneden doğmaksızın yarattık, demektir. Maksadın Âdemoğlu kadınları oldukları da söylenmiştir. Biz onları yeniden yarattık demektir ki, bu da onların gençlik haline ve mükemmel güzelliğe döndürülmeleri demektir. Yani yaşlı kadını da, genç olanları da aynı şekilde yarattık. Onlardan daha önce sözedilmediği halde zamir ile sözkonusu edilmiş olmaları bu kadınların da Ashabu'l-yemîn arasına girmelerinden dolayıdır. Çünkü -az önce de geçtiği gibi- "döşekler" kadınlardan kinayedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da yüce Allah'ın: "şüphesiz Biz onları yeniden yarattık" âyeti hakkında: "Dul da, bakire de onlardan olacaktır" diye buvurduğu rivâyet edilmiştir. Ummu Seleme (radıyallahü anha) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yüce Allah'ın: "Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık da onları hem bakireler kıldık, hem eşlerine düşkünler ve hep bir yaşta" âyeti hakkında soru sordum, şöyle buyurdu: "Ey Ummu Seleme! Burada sözü edilen kadınlar dünya hayatında oldukta yaşlı, saçları ağarmış, gözleri aydınlıkla iyi seçemeyen, gözleri çapaklı kadınlardır. Allah yaşlı hallerinden sonra onları olgunlukları itibariyle aynı zamanda doğmuş ve birbirine yaşıt kadınlar olarak yaratacaktır." Taberâni, Evsat, III, 279; Bu hadisi en-Nehhâs, Enes'ten gelen bir rivâyet olarak senediyle şöylece kaydetmektedir: Bize Ahmed b. Amr anlattı dedi ki: Bize Amr b. Ali -anlattı, dedi ki: Bize Ebû Âsım, Mûsa b. Abide'den anlattı, o Yezid er-Rukaşi'den, o Enes b. Malik'ten (diye rivâyet etti). Enes hadisi (Peygamber -sallallahü aleyhi ve sellem-'a) ref ederek (nisbet ederek): "Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık" âyeti hakkında dedi ki: "Bu kadınla gözleri aydınlıkta seçemeyen, gözleri çapaklı, dünyada iken gözleri aydınlıktan kamaşan, gözleri çapaklanmış kocakarı kadınlardır." Taberî, Tefsir, XXVII 186. el-Müseyyeb b. Şerik dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık" âyeti hakkında dedi ki: "Bu sözü edilen kadınlar dünya hayatındaki kocakarılardır. Allah onları yeni bir yaratılış ile yeniden var edecektir. Kocaları kendilerine her yaklaştığında onların bakire olduklarını göreceklerdir." Âişe (radıyallahü anhnhâ) bu sözleri duyunca: Vay çekilecek acılara, ağrılara! diye söylenmiş, bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Orada ağrı, sızı diye bir şey olmayacaktır" diye buyurmuştur. Müseyyeb b. Şerîk, A'meş'ten rivâyetlerde bulunan bir kişi ekip, metruk bir ravidir. Yani hadisleri alınmaz. (Bk. İbnu'l-Cevzî, ed-Duafâ, HI, 121; Zehebî, Mîzân, VI, 429, v.s.) 37Hem eşlerine düşkün ve hep bir yaşta; "Eşlerine düşkünler" lâfzı "Eşine düşkün" lâfzının çoğuludur. İbn Abbâs, Mücahid ve başkaları şöyle demişlerdir: Bu kocalarına aşık olan kadınlar anlamındadır. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre bu, sevgisini güzel sözlerle ifade eden çok seven kadın demektir. İkrime de: Nazlı ve naz yapan kadın, diye açıklamıştır. İbn Zeyd de: Bu (anlamı ile) Medinelilerin şivesinde böyledir, demiştir. Lebid'in şu beyitinde de bu anlamdadır: "Çadırda çirkin (sözlü) olmayan nazlı birisi vardır, Kokusu hoştur onun, onun önünde göz kamaşır." Mekkelilerin şivesinde ise bu anlamda; "Nazlı kadın" denilir. Yine Zeyd b. Eslem'den, sözleri güzel kadın anlamındadır, diye açıkladığı nakledilmiştir. Yine İkrime'den ve Katade'den: lâfzını "eşlerine sevgilerini izhar eden kadınlar" diye açıkladıkları nakledilmiştir. Bunun kökü, açık seçik ifadelerle maksadını açıkladı, anlamındaki 'den gelmektedir. Buna göre: "Kocasına olan sevgisini güzel sözlerle, nazlı edalarla açığa vuran kadın" anlamındadır. Bunun, kocasının kendisinden daha da zevk ve lezzet alması için, kocasına sevgi ile itaat eden güzel kadın, demek olduğu da söylenmiştir. Cafer b. Muhammed babasından, o dedesinden şöyle dediğim rivâyet etmektedir. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Eşlerine düşkünler" âyeti; " "Konuşmaları Arapçadır" demektir. Hamza ve Âsım'dan rivâyette Ebû Bekr bu kelimeyi "ra" harfi sakin olarak okumuşlar, diğerleri ise ötreli okumuşlardır. Her iki şekil de "feül" veznindeki kelimelerin çoğulunda mümkündür. "Ve hep bir yaşta." Aynı tarihlerde doğmuş ve aynı yaşta olmak üzere otuzüç yaşında olacaklardır. Yaşıt olan kadınlar hakkında: denilirken, erkekler hakkında da "Akran" denilir. Araplar kadınlar arasında çocukluk yaşını aşmış ve yaşlılık dönemine henüz girmemiş kadınlara daha çok meyle derlerdi. Bu lâfzın, "birbirine benzer ve birbirine yakın şekillerde" anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. es-Süddî de şöyle açıklamıştır: Bunlar huyları itibariyle birbirine yakındır. Aralarında kin ve kıskançlık olmayacaktır, demektir. 38Ashâbul-yemîn İçin. "Ashabu'l-yemîn için" âyeti hakkında denildi ki: Huruîn, es-Sâbikûn (ileri geçenler) içindir. "Yaşıtlar ve eşlerine düşkün olanlar" ise Ashâbu’l-yemin içindir. 39Öncekilerden de çok vardır, Âyetin tefsiri için bak:40 40Sonrakilerden de çok vardır. "Öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır" âyeti ile daha önce geçen "Ashabu'l-yemin, ne Ashabu'l-yemindir" âyetine atıfta bulunulmaktadır. Yani onlar arasında "öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır" bunun anlamına dair açıklamalar da daha önce geçmiş bulunmaktadır. Ebû'l-Aliye, Mücahid, Atâ b. Ebi Rebah ve ed-Dahhak şöyle demişlerdir: "Öncekilerden de çok vardır" âyetinden kasıt, bu ümmetin ilkleridir. "Sonrakilerden de çok vardır" âyetinde de kasıt bu ümmetin sonra gelenleridir. Buna da İbn Abbâs'tan: "Öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır" âyeti ile ilgili olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Hepsi de benim ümmetimdendir." âyeti delil teşkil etmektedir. Ta bert. Tefsir, XXVII, 191; el-Vahidî dedi ki: Cennetlikler iki eşit kısımdır. Bunların yarısı geçmiş ümmetlerden, diğer yarısı da bu ümmetten olacaktır. Ancak bu görüşü İbn Mace'nin Simere'inde, Tirmizi'nin Cami'inde, Bureyde b. Hasîb (radıyallahü anh)'dan kaydettikleri şu rivâyet reddetmektedir. Bureyde dedi ki.: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cennetlikler yüzyirmi saf olacaktır. Bunların sekseni bu ümmetten, kırkı ise diğer ümmetlerden olacaktır." Ebû Îsa dedi ki: Bu hasen bir hadistir Tirmizî, IV, 6S3; İbn Mâce, II, 14M: Müsned, V, 355, 3 "Çok vardır" âyeti ya mübtedâ olanık merfudur, veya sıfat harfinin haberinin hazfedilmesi dolayısıyla merfu gelmiştir, takdiri de şu şekildedir: "Ashabu'l-yeminin iki kalabalık grubu vardır. Bunların birisi bunlardan, diğeri de öbürlerindendir." İkinci görüşe göre öncekiler geçmiş ümmetlerden, sonrakiler de bu ümmetten olacaklardır. 41Ashâbu'ş-şimal, ne bedbaht Ashabu'ş-şimaldir!, Âyetin tefsiri için bak:42 42Beyinlerine kadar İşleyen bir sıcaklıkta ve son derece kaynamış suda, "Ashabu'ş-şimal, ne bedbaht ashabu'ş-şimaldir!" âyeti ile yüce Allah cehennemliklerin konaklarını sözkonusu etmektedir Onlara "Ashabu'ş-şimal" ismini vermesinin sebebi, amel defterlerini sol taraflarından alacak olmalarıdır. Daha sonra yüce Allah onların uğrayacakları bela ve azâbın büyüklüğünü sözkonusu ederek; "Ashabu'ş-şimal, ne bedbaht Ashabu'ş-şimaldir. Beyinlerine kadar İşleyen bir sıcaklıktadırlar." diye buyurmaktadır. Bu âyetteki "es-semûm" (mealde: beyinlerine kadar işleyen sıcaklık"); vücudun ve derinin gözeneklerinden içeriye doğru giren sıcak rüzgar demektir. Burada maksat ateşin sıcağı ve onun kavuruculuğudur. "Ve son derece kaynamış suda." Harareti en ileri dereceye kadar ulaşmış bir suda (Hamim) demektir. Ateş ciğerlerini ve bedenlerini yakacağı vakit, onlar bu kaynamış suya koşacaklardır. Tıpkı ateşten o ateşin sıcağını söndürmek için suya koşup giden gibi. Ancak o suyun son derece sıcak ve kaynamış olduğunu görecektir. Daha önce el-Kıtal (Muhammed) Sûresi'nde: "Ve bağırsaklarını paramparça eden kaynar sudan içirilen kimseler." (Muhammed, 47/15) âyeti geçmiş bulunmaktadır. 43Kapkara bir gölgededirler. "Kapkara bir gölgededirler." Onlar aşırı sıcaktan bu gölgeye koşup sığınmaya çalışacaklardır. Tıpkı dünyadakilerîn yaptığı gibi yapacaklar, fakat sığındıkları bu gölgenin "YahmûnTdan olduğunu göreceklerdir. Bu da cehennem dumanından son derece siyah bir gölgedir. Bu açıklama İbn Abbâs, Mücahid ve başkalarından rivâyet edilmiştir. Aynı şekilde sözlükte "el-Yahmûm" son derece siyah demektir. O halde bu lâfız; den gelen ';yef ûl" vezninde bir kelimedir ki, bu da ateşin yakması ile siyahlaşmış iç yağı demektir. Bu lâfzın "kömür" demek olan: (........)'den geldiği de söylenmiştir. ed-Dahhak dedi ki: Cehennem ateşi de siyahtır, oradakiler de siyah olacaklardır. Onun içindeki herşey de siyahtır. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre cehennem ateşi siyahtır. İbn Zeyd dedi ki: "Yahmûm" cehennemde bir dağın adıdır. Cehennemlikler onun gölgesine sığınmaya çalışacaklardır. 44O serin de değildir, faydası da yoktur. Fakat, "o serin de değildir." Aksine o sıcak olacaktır. Zira bu, cehennem kıyısından gelen bir dumandan olacaktır, "Faydası da yoktur" ed-Dahhak'tan tatlı (bir gölge) olmayacaktır, diye açıkladığı nakledilmiştir. Said b. el-Müseyyeb: Görünüşü güzel değildir demektir, diye açıklamıştır, Esasen hayır namına bir özelliği bulunmayan her şey, "kerîm değildir." Bir açıklamaya göre "kapkara bir gölgededirler" yani onlar cehennemden bir gölgededirler ve bununla azâb edileceklerdir. Yüce Allah'ın: "Onların üzerlerinde de ateşten tabakalar ve altlarında da tabakalar vardır." (ez-Zümer, 39/16) âyetinde olduğu gibi. 45Çünkü bunlar, daha önce nimetlere gark olmuş, refahtan gözleri dönmüş kimselerdi. "Çünkü bunlar daha önce nimetlere gark olmuş, refahtan gözleri dönmüş kimselerdi." Yani onların bu cezayı hakedişlerinin sebebi, dünyada iken haram ile istifâde eden kimseler olmalarıdır. Âyetteki "el-mütref" İbn Abbâs ve başkalarından nakledildiği üzere, nimetler İçerisinde bulunan kimse demektir. es-Süddî: "Nimetlere gark olmuş" yani şirk içerisinde bulunan kimselerdi demektir, diye açıklamıştır. 46O büyük günah üzerinde de ısrar ederlerdi. "O büyük günah üzerinde de ısrar ederlerdi." Şirk üzere devam ederlerdi. el-Hasen, ed-Dahhak ve İbn Zeyd'den böyle açıkladıkları nakledilmiştir. Katade ve Mücahid dedi ki: Büyük günah, kendisinden tevbe etmedikleri günahtır. eş-Şâbî: Bu ğamus yeminidir, demiştir. Bu da büyük günahlardandır, demiştir. Yemininde durmadı" yani yerine getirmeyip geri döndü denilir. Onlar, Öldükten sonra diriliş yoktur, putlar Allah'ın ortaklarıdır, diye yemin ediyorlardı. İşte yeminlerinde durmayışları da budur, Yüce Allah onların bu halini: "Onlar var güçleriyle: Ölecek bir kimseyi Allah diriltmez diye Allah'a yemin ettiler" (en-Nahl, 16/38) diye haber vermektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ilgili haberde de: "Hira dağında ibadete çekilirdi İbn Kesîr, Tuhfetu't-Tâlib, 3, 4479. denilmektedir. Yani Günah demek olan "hins"i kendisinden kaldıracak işler yapardı, demektir. 47Ve: "Biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra mı, gerçekten biz mi tekrar diriltileceğiz?" derlerdi. Âyetin tefsiri için bak:48 48"Ya önceki babalarımız da im diriltilecek?" "Ve: Biz ölüp... sonra mı, gerçekten biz mi tekrar diriltileceğiz, derlerdi." Bu sözleriyle onlar öldükten sonra dirilişin uzak bir ihtimal olduğunu ifade etmiş ve öldükten sonra dirilişi yalanlamış oluyorlardı. 49De ki: "Muhakkak Öncekiler de, sonrakiler de, Âyetin tefsiri için bak:50 50"Bilinen bir günün belli bir vaktinde elbette toplanacaklardır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: Ey Muhammed onlara "de ki: muhakkak" atalarınızdan "öncekiler de, sonrakiler de" ve bizzat sizler de "bilinen bir günün" kıyâmet gününün "belli bir vaktinde elbette toplanacaklardır." Âyet yemin anlamını ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın: "Elbette toplanacaklardır" âyetinin başına 'lam" harfinin gelmiş olması mana itibariyle yemin olduğunun delilidir. Yani gerçekten yemin ile bildiriyorum ki; muhakkak sizler -sizin batıl yemininizin aksine- toplanacaksınızdır. 51"Sonra gerçekten sizler ey sapıklar, yalanlayıcılar, Âyetin tefsiri için bak:52 52"Siz elbette zakkum ağacından yiyeceksiniz, "Sonra gerçekten sizler ey" hidayetten uzaklaşıp "sapanlar" ve öldükten sonra dirilişi "yalanlayıcılar siz elbette zakkum ağacından yiyeceksiniz." Zakkum ağacı görünüşü ve tadı çok çirkin bir ağaçtır. Bu ağaç daha önce es-Saffat Sûresi'nde (37/62. âyet ve devamında) sözkonusu edilmiş olan ağaçtır. 53"Ve o ağaçtan karınlarınızı doyuracaksınız. "O ağaçtan karınlarınızı dolduracaksınız." Çünkü âyet: Sizler ağaçlar arasından Zakkum ağacı diye bilinen bir ağaçtan yiyeceksiniz, demektir. Bununla birlikte (bu âyette) ilk olarak gelen: 'in zâid olması ve mef'ûlün hazfedilmiş olması da mümkündür. Sanki yüce Allah: "Siz elbette zakkum ağacından" bir yemek "yiyeceksiniz" diye buyurmuş gibidir. "Zakkumdan" âyeti "ağaç"ın sıfatıdır. Sıfatın başına gelmiş olan cer harfinin zaid olduğu kabul edilecek olursa, o vakit manaya göre bu, nasb ile okunur. Yahutta lâfza göre cer ile okunur. Şayet mef'ûlün hazfedilmiş olduğu takdir edilirse, o vakit sıfat, ancak cer mahallinde olur, 54"O yediğinizin üzerine de kaynamış sudan içeceksiniz. "O yediğinizin" yani Zakkumun yahut yemeğin ya da ağacın; - "Üzerine" lâfzında zamirin müzekker (eril) olarak gelmesi zamirin merciinin hem müzekker, hem müennes (dişil) olarak kullanılabilmesinden dolayıdır. - "Kaynamış sudan İçeceksiniz." Bu da oldukça ileri derecede kaynamış alan su demektir ki, cehennemliklerin vücudundan akan irindir. Yani yiyecekleri Zakkumun harareti aşırı açlıkla birlikte onları oldukça susatacak ve susuzluklarını gidereceğini sandıkları bir sudan içecekler, o suyun da son derece kaynamış ve sıcak su olduğunu göreceklerdir. 55"İçtikçe kanmama hastalığına uğramış develerin içişi gibi İçeceksiniz." "İçtikçe kanmama hastalığına uğramış develerin içişi gibi içeceksiniz" âyetindeki: "İçiş" lâfzını Nâfi, Âsım ve Hamza "şın" harfini ötreli olarak, diğerleri ise üstün okumuşlardır. Her ikisi de güzel iki şivedir. Çünkü Araplar: "içtim" derler (ve bu mastarı dört şekilde kullanırlar). Ebû Zeyd dedi ki: Ben Arapların (bu kelimeyi) "sın" harfini hem ötreli, hem üstün, hem de kesreli olarak söylediklerini duydum. Fakat sahih şekliyle mastar üstün ile söyleyiştir. Çünkü üç harfli bütün mastarların asıl vezni "fa'lun" şeklinde gelir. Nitekim bunun bir defalık yapış kalıbı (binâi merre) kullanılacak olursa "fa'letun" denilir. "Bir içiş" gibi. Ötreli kullanılışı ise isimdir. Bir diğer açıklamaya göre üstün şekli de ismi (ötreli şekli) de iki ayrı mastardır. Buna göre "şerb"in benzeri "ek" olur. "Şuıt"in benzeri "zukr" olur: "şirb" şeklinde kesreli söylenişi ise içilen şey demek olur. "Tıhn"in öğütülmüş şey anlamına geldiği gibi. "Hastalığı sebebiyle içtikçe suya kanmayan susamış develer" demektir. Bu açıklama İbn Abbâs, İkrime, Katade, es-Süddî ve başkalarından nakledilmiştir. Yine İkrime: Bunlar hasta develer anlamındadır, demiştir. ed-Dahhak ta şöyle demiştir; Bu oldukça aşın derecede susuzluk çekmelerine sebeb olan bir hastalığa yakalanmış olan develer demektir. Bunun tekili: şeklinde gelir, bu hastalığa yakalanmış dişi develere: denilir. Bu hastalığın ismi da: Kays b. el-Mülevveh şöyle demiştir: "O suya kanamama hastalığına yakalanmıştır deniyor, Ancak nefsim nerede şifa bulacağını bilmektedir." Yine: "Susuz kimseler" demektir. "Susadılar, susamak" anlamındadır. Araplar arasından bu durumda olan develer hakkında diyenler vardır, çoğulu da şeklindedir. Şair Lebid şöyle demiştir: "Yorgunluklarını ve kötü hallerini yüzlerinden Ve oldukça cılız düşmüş "idî" diye bilinen son derece susamış develerinin hallerinden anladım." ed-Dahhak, el-Ahfeş, İbn Uyeyne ve İbn Keysan şöyle demişlerdir: Bu kumlu, yumuşak arazi demektir. Yine İbn Abbâs'Lun gelen rivâyete göre: Bu develer suya doymayan kumluğun suyu emmesi gibi su içerler. el-Mehdevî dedi ki: Suya kanmayan her deveye ve suya doymayan her kuma: ile: denilir. es-Sıhah'ta da şöyle denilmektedir: "İleri derecedeki susuzluk" demektir, "Aşktan bir çeşit delilik" anlamına da gelir. Develerin yakalandığı ve bundan dolayı yerde otlamaksızın gelişigüzel gitmelerine sebeb teşkil eden bir hastalık anlamına da gelir. O bakımdan: Otlakta gelişigüzel dolaşan, otlamayan hasta dişi deve" denilir. Suyu bulunmayan dağ geçidi" demektir. Fethalı olarak: "Yumuşaklığı dolayısıyla birbirini tutmayan, elde durmayan "kum" demektir, çoğulu ...diye gelir. "Kafa, kafalar" gibi, Kesreli olarak: "Susamış develer" demek olup, tekili ...diye gelir. Susamış dişi deveT: demektir. Tıpkı: " Susamış erkek, susamış kadın" gibi. 56İşte bu, kıyâmet günü kendilerine çekilecek ilk ziyafetleridir. "İşte bu kıyâmet günü kendilerine çekilecek ilk ziyafetleridir." Yani gelen misafirlere ikram olmak üzere hazırlanan sofra gibi onlara hazırlanacak rızıkları budur. Bu ifadede bir tehekküm (alay) vardır. Yüce Allah'ın: "Onlara can yakıcı bir azâbı müjdele!" (Âl-i İmrân, 3/21) âyeti ile Ebû's-Sad ed-Dabbî'nin şu beyitinde olduğu gibi: "O zorba kişi, askerleriyle bize misafir geldi mi? Kalın mızraklarımızla ince oklarımızı ona ikram ederdik." Yûnus b. Habib ve Ebû Amr'dan Abbas: "İşte bu ... ilk ziyafetleridir" âyetini "ze" harfini sakin olarak okumuştur. Âl-i İmrân Sûresi'nin son taraflarında (3/198. âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Din (kıyâmet) günü" amellerin karşılığının görüleceği gün demektir. Bu da (bu ikram onlara) cehennemde yapılacaktır demektir. 57Sizi Biz yarattık. O halde tasdik etmeniz gerekmez mi? "Sizi Biz yarattık. O halde tasdik etmeniz gerekmez mi?" Yani ölümden sonra dirilişi niye tasdik etmiyorsunuz? Çünkü tekrar yaratmak tıpkı ilkin yaratmak gibidir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Rızkınızı yaratan Bizleriz. îman etmeseniz dahi bunun sizin yiyeceğiniz olduğunu doğrulamalı değil misiniz? 58Dökmekte olduğunuz meniden Bana haber verin. Âyetin tefsiri için bak:59 59Onu siz mi yaratıyorsunuz? Yoksa yaratanlar Bizler miyiz? Kadınların rahimlerine "dökmekte olduğunuz meniden Bana haber verin. Onu siz mi yaratıyorsunuz." Ondan insanı şekillendiren, yaratan sizler misiniz? "Yoksa yaratanlar" belirli bir ölçü ve miktar ile takdir edenler ve suret verenler "Bizler miyiz?" Bu da birinci âyette belirtilenler için onlara karşı bir delil getirme ve bir açıklamadır. Yani sizler onu yaratanların Bizler olduğunu kabul ve itiraf ettiğinize göre, öldükten sonra dirilişi de kabul ve itiraf ediniz. Ebû's-Semmal, Muhammed b. es-Semeyka' ve Eşheb el-Ukaylî, "dökmekte olduğunuz meni" -anlamındaki âyetin "te" harfini ötreli değil de-; şeklinde üstün olarak okumuşlardır. Bunlar da iki ayrı söyleyiştir. "Menisini döktü" ile mezisi geldi" denilir. Muzari şekilleri de -sırasıyla-: ...diye gelir. el-Maverdi dedi ki; Kanaatimce bu iki kullanım şeklinin anlamı, farklı olabilir. Bu durumda şekli cima sonucu meni gelmesini ise ihtilam esnasında meninin gelmesini ifade ediyor olabilir. Meni'ye bu ismin veriliş sebebi ile ilgili iki açıklama yapılmıştır. Birincisine göre akıtılması anlamına gelen "imnâ"sından dolayı, ikincisine göre ise takdir edilmesi dolayısıyla bu isim verilmiştir. Ağırlık ölçüsü olarak kullanılan "el-mena" da buradan gelmektedir. Çünkü o belli ağırlığın miktarını ifade eder. "Meni" de aynı şekilde hilkatin şekillenmesi için doğru ve yeterli bir miktardır. 60Aranızda ölümü Biz takdir ettik ve kimse engel olamaz Bize; Âyetin tefsiri için bak:61 61Yerinize benzerlerinizi getirip değiştirmek ve sizi bilemediğiniz bir şekilde yeniden yaratmak hususunda "Aranızda ölümü Biz takdir ettik." Bu da bir delillendirmedir. Yani öldürmeye kadir olan yaratmaya da kadirdir. Yaratmaya kadir olan öldükten sonra diriltmeye de kadirdir. Mücahid, Humeyd, İbn Muhaysın ve İbn Kesîr - "takdir ettik" anlamındaki âyeti- "dal" harfini şeddesiz olarak diye okumuşlar, diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır. ed-Dahhak: (Ölümü takdir ile): Semadakîler ile yeryüzündekiler arasında eşitlik kıldık demektir, diye açıklamıştır. Hükmettik diye açıklandığı gibi, yazıp tajsdir ettik dîye de açıklanmıştır. Anlamlar birbirine yakındır. Aziz ve celil olan Allah'tan başka hiçbir kimse baki değildir. "Ve kimse engel olamaz bize; Yerinize benzerlerinizi getirip değiştirmek... hususunda" Yani Biz sizin benzerlerinizi yerine getirip değiştirmeyi isteyecek olursak, kimse Bizim önümüze geçemez, kimse Bizi yenik düşüremez. "Kimse engel olamaz Bize" âyeti kimse Bizi yenik düşüremez, anlamındadır. et-Taberi dedi ki: Yani siz öldükten sonra sizin cinsinizden, sizin benzerlerinizi değiştirmek suretiyle aranızda ölümü takdir edilenler Bizleriz. Ecellerimiz hususunda da kimse Bizim önümüze geçemez. Ölümü sonra takdir edilmiş olan erken, erken takdir edilmiş olan ise sonraya kalmaz, demektir. "Ve sizi bilmediğiniz bir şekilde yeniden" çeşitli suret ve şekillerde "yaratmak hususunda" da kimse Bize engel olamaz. el-Hasen dedi ki: Sizden önceki birtakım kavimlere yaptığımız gibi, sizi maymun ya da domuzlara dönüştürmemizi kimse engelleyemez. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Öldükten sonra dirilteceğimiz vakit sizleri dünyadaki suretlerinizden başka şekilde yaratmamızı engelleyemez. Böylelikle mü’min yüz aklığıyla güzelleşecek, kâfir de yüzünün karalığıyla çirkinleşecektir. Said b. Cübeyr dedi ki: Yüce Allah'ın: "Bilemediğiniz bir şekilde" âyeti şu demektir: Berahut'ta kırlangıçları andıran siyah kuşların kursaklarında olacaklar. Berahût ise Yemen'deki bir vadi adıdır. Mücahid dedi ki: "Bilemediğiniz bir şekilde" âyeti ne şekilde istersek öyle yaratırız demektir. Anlamın Biz bilmediğiniz bir alemde ve bilmediğiniz bir yerde sizi yeniden yaratacağız demek olduğu da söylenmiştir. 62Yemin olsun ki, ilk yaratılışı bildiniz. İbretle düşünmeniz gerekmez mi? "Yemin olsun ki ilk yaratılışı bildiniz." Yani siz önceleri bir varlık olarak ortada yokken nutfeden, sonra alakaden, sonra bir çiğnemlik etten yaratıldınız. Bu açıklama Mücahid ve başkalarından rivâyet edilmiştir. Katade ve ed-Dahhak: Âdem (aleyhisselâm)'ın yaratılışını kastetmektedir, demişlerdir. "İbretle düşünmeniz gerekmez mi?" Niçin ibretle düşünmüyorsunuz, demektir. Haberde şöyle denilmiştir: İlk yaratışı kendisi görmekte iken sonraki yaratışı yalanlayan kimseye hayret ki ne hayret!. Sonraki yaratışı tasdik etmekle birlikte, ebedi kalınacak yurt için çalışmayan kimseye; de hayret doğrusu. "Yaratış" tafzı genel olarak kasr ile okunmuştur. Mücahid, el-Hasen, İbn Kesîr ve Ebû Amr ise med ile: diye okumuşlardır. Buna dair açıklamalar daha önce el-Ankebut Sûresi'nde (29/20. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 63Ektiğiniz tohumdan Bana haber veriniz. "Ektiğiniz tohumdan Bana haber veriniz" âyeti bir diğer delildir. Topraklarınızdan sürdüğünüz ve tohum ektiğiniz yerden Bana haber veriniz. Ektiğiniz o tohumu bitirenler ve onu ekin ve mahsul haline getirenler, böylelikle başak ve tane olmasını sağlayanlar sizler misiniz? Yoksa bunları yapanlar Bizler miyiz? Sizin bütün yaptığınız, yeri yatmak ve tohumu atmaktır. Başağın taneden çıkarılmasını yapanlar sizler olmadığını kabul ettiğinize göre, yerden ölülerin çıkartılıp, onların tekrar hayata döndürülmesini nasıl inkâr edersiniz? Yüce Allah burada ekin ekmeyi onlara, ekinin bitirilmesini kendisine izafe etmekdir. Çünkü ekin onların fiili ile olup onların tercihleri ile ortaya çıkar. Ekinin bitirilmesi ise yüce Allah'ın fiili iledir. Ekin Onun terfihi ile yetişir, onların tercihi ile değil. Ebû Hüreyre'nin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yaptığı rivâyet te böyledir. Bu rivâyete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden hiçbir kimse ekini bitirdim demesin. Bunun yerine; yeri sürdüm (tohum ektim) desin. Çünkü ekini bitiren yüce Allah'tır." Ebû Hüreyre dedi ki; Siz yüce Allah'ın: "Onu siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa bitirenler Bizler miyiz?" âyetini duymadınız mı?" İbn Hibbân, Sahih, XIII, 30; Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 13K. <2) Müslim, IV, 1764; Müsned, II, 46}, 4H4. Yere tohum saçan herkesin istiâzeden sonra "Ektiğiniz tohumdan Bana haber veriniz" âyetini okuduktan sonra: Hayır, bitiren, yeşerten, olgunlaştıran Allah'tır. Allah'ım Muhammed'e rahmet buyur, mahsulünü bize rızık olarak ver, zararını bizden uzak tut. Bizi nimetlerine şükredenlerden, lûıuflarını hatırlayanlardan kıl. Ey âlemlerin Rabbi bunu bize bereketli kıl" diye dua eder. Denildiğine göre bu ifade ve dua o ekinin kurt, çekirge ve buna benzer her türlü afetlere karşı bir emniyettir. Biz bunu güvenilir birisinden duyduğumuz gibi bu husus denenmiş ve böyle olduğu da görülmüştür. 64Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitirenler Bizler miyiz? "Onu siz mi bitiriyorsunuz?" Yani onu biten bir ekin haline getirenler sizler misiniz? Bununla birlikte: Filan kişi "zîraatçidir" denildiği gibi; "Çiftçidir"de denilir. Bu kişi neticede ekin ekenlerin hoşuna gideeek şekilde sonunda mahsule ulaşan bir iş yapmaktadır, demektir. Bazan: lâfzı; yere tohum saçmak ve ekmek, anlamında mecaz yoluyla kullanılabilir, Derim ki: (Hadisteki) bu nehy buna göre yasaklamak ve vacib kılmak anlamında bir nehy değil, irşad ve edeb anlamında bir nehydir, Hz. Peygamberin: "Sizden herhangi bir kimse benim kölem, benim cariyem demesin. Bunun yerine oğlum ve kızım desin, delikanlım, genç kızım desin" âyetinde olduğu gibi. Bu hususa dair açıklamalar daha önce Yusuf Sûresi'nde (12/42. âyet, 2. başlıkta) geçmiş, bulunmaktadır. Kimi ilim adamı bu hususta aşırıya kaçarak şöyle demiştir: Tohum ektim ve mahsulümü aldım demeyerek, bunun yerine, Allah bana yardım etti, ekin ektim ve lütfuyla da bana mahsul nasib etti desin. el-Maverdî dedi ki; Bu âyet-i kerîme iki emir ihtiva etmektedir. Birincisi yüce Allah'ın onların ekinlerini yeşertenin kendisi olduğunu belirterek lûtfunu hatırlatması ve böylelikle Onun sayesinde hayatlarını devam ettirdiklerini bildirmesi. Bu da onların üzerindeki nimetlerine karşılık kendisine şükretsinler diyedir. İkincisi ise, ibret almayı gerektiren delili ortaya koyması. Çünkü tohumun, telef oluşundan sonra ekinlerini yeşertmiş olduğuna ve sürümek ve toprak olmak noktasından en olgun haline intikal ettirip yemyeşil bir ekin oluncaya kadar geliştirdiğine, sonra bu ekini daha önceki halinin kat kat fazlası ile güçlü hale getirdiğine göre; öldürdüğü kimseleri tekrar yaratması O'na daha hafif, daha kolay gelir ve bunları yapmaya daha bir muktedirdir. İşte böyle bir delil, sağlam fıtrat sahiblerini gerçekten ikna edici bir delildir. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır; 65Dileseydik onu gerçekten henüz olgunlaşmadan çörçöp yapardık da siz hayret ederdiniz. "Dileseydik onu gerçekten henüz olgunlaşmadan çörçöp yapardık da..." Yani o ekini Biz paramparça olmuş çörçöp yapardık. "Çörçöp ne yiyecek, ne de gıda olarak kendisinden faydalanamayan yok olmuş kırıntılar" demektir. Bununla da yüce Allah iki hususa dikkat çekmektedir: Onlara -kendisine şükretmeleri için- ekinlerini çörçöp kılmayarak onlara nimetini ihsan etmiş olması, ikincisi dilediği zaman ekini çörçöpe dönüştürebileceği gibi, aynı şekilde kendileri hakkında düşünüp ibret ve öğüt alıp, kötülüklerden vazgeçsinler diye dilediğinde onları helâk edebileceğini belirtmektedir. "Siz hayret ederdiniz." Ekininizin yok olup gitmesine hayret eder ve başınıza gelenlere pişman olurdunuz. Bu açıklamayı el-Hasen, Katade ve başkaları yapmıştır. es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: "Hayret etti" demektir. Pişman oldu anlamına geldiği de söylenir. Yüce Allah: "Siz hayret ederdiniz" âyeti; pişman olurdunuz, diye açıklanmıştır. o şeyle istifade ettim" demektir. Yemân dedi ki: Yaptığınız harcamalara pişman olurdunuz, demektir. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Bu sebebten onun için harcadıklarına pişmanlık duyarak ellerini oğuşturmaya başladı." (el-Kehf, 18/42) âyetidir. İkrime dedi ki: Cezalandırmanızı gerektirecek ve nihayet bu ceza ekininizde dahi sizi bulacak şekilde, geçmişten Allah'a karşı gelip isyan ettiğinizden ötürü birbirinizi kınar ve pişman olursunuz. İbn Keysân, üzülürsünüz diye açıklamıştır, anlam birbirine; yakındır. Bu lâfzın; ile olmak üzere iki türlü söylenişi vardır. el-Ferrâ' dedi ki; "Nun'lu söyleyiş Ukli'lerin söyleyişidir. es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: (Nûn'lu söyleyiş olan) "Geçmişe pişmanlık duymak" demektir. Bir diğer açıklamaya göre "Fayda sağlamayan, ilgilendirmeyen hususlarda konuşmak" demektir. Şakalaşmaya ötreli olarak: denilmesi de buradan gelmektedir. "Fe" harfi üstün olarak ise: şeklinde -kef harfi kesreli- fiilinin mastarıdır. Bu durumdaki kimseye: denilir ki "hoş sohbet ve şakacı" kimse anlamındadır. "Ederdiniz" lâfzı genel olarak "zı" harfi üstün olarak okunmuştur. Ancak Abdullah "zı" harfi kesreli olarak: diye okumuştur. Bunu da Harun, Hüseyin'den, o Ebû Bekir'den diye de rivâyet etmiştir. Üstün okuyan aslına göre üstün okumuştur. Çünkü asli: şeklindedir, ifadede hafiflik olsun diye birinci "lam" hazfedilmiştir, Kesreli okuyan da birinci "lâm"ın kesresini "zı"ya naklettikten sonra hazfetmiştir. 66Gerçekten bizler borca batırıldık; "Gerçekten bizler borca batırıldık." âyetindeki: "Gerçekten bizler" lâfzını Ebû Bekir ve el-Mufaddal soru olarak iki hemze ile: "gerçekten bizler... mı" diye okumuşlardır. Ayrıca bunu Âsım, Zir b. Hubeyş'den de rivâyet etmiştir. Diğerleri ise haber olarak tek bir hemze ile okumuşlardır. Yani onlar "Gerçekten bizler borca batırıldık" derler. Azaba uğratıldık, demek olur. İbn Abbâs ve Katade'den şöyle dedikleri zikredilmiştir: "Borca batırılmak" azâb demektir. İbn el-Muhallim'in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Eminim, ki, bellemek benim bir karakterimdir, Ve benim kalbim senden ötürü hastadır ve azâb içindedir." Mücahid ve İkrime: Bize ileri derecede bağlanılmış, diye açıklamışlardır. en-Nemir b. Tevleb'in şu beyiti de bu anlamdadır: "Onun kimi hatırladığını Tüktem'e sorunuz, O, ona esir ve ona bağlı idi." "Filan şahıs, filan kadına bağlandı" denilir. "Yakayı bırakmayan kötülük" demek olan; de buradan gelmektedir. Yine Mücahid: Muhakkak biz bir kötülükle karşılaştık diye, açıklamıştır. Mukâtil b. Hayyan helâk edildik demektir, diye açıklamıştır. en-Nehhâs da: "Gerçekten bizler borca batırıldık" âyetindeki fiil helâk olmak demek olan: "'den alınmıştır, demiştir. Şairin dediği gibi: "Nisâr ve Cifâr günleri Hem azâb hem de helâk (günleri) oldular." ed-Dahhak ve İbn Keysan dediler ki: Bu:'den gelmektedir, "Herhangi bir karşılık olmaksızın malı elinden çıkan" demektir. Biz saçtığımız tohumu dahi kaybettik, demek olur. Mürre el-Hemdâni: Biz hesaba çekileceğiz demektir, diye açıklamıştır. 67"Daha doğrusu biz mahrum bırakıldık" (derdiniz,) "Daha doğrusu biz mahrum bırakıldık." İstediğimiz mahsulü elde etmekten mahrum edildik. "Mahrum" Katade'nin açıklamasına göre; kendisine rızık verilenin zıt anlamlıyıdır ki, bu da rızkını taleb etmekle birlikte kendisine rızık verilmeyen kimse demektir. Enes'ten rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ensarın bulunduğu yere uğramış ve şöyle demiş: "Sizi ekin ekmekten alıkoyan nedir?" Onlar: Kuraklıktır, deyince şöyle buyurmuş: "Hayır böyle yapmayınız. Çünkü yüce Allah: Mahsulü veren benim. Dilersem su ile mahsul veririm, dilersem rüzgar ile mahsul veririm, dilersem tohum ile mahsul veririm diye buyurur." Sonra da: "Ektiğiniz tohumdan Bana haber veriniz. Onu siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa bitirenler bizler miyiz?" âyetlerini okudu. Derim ki: Bu haber ve bundan önceki hadis, "ez-Zari' (ekini bitiren)" ismini, yüce Allah'ın isîmleri arasına katanların görüşlerinin sahih olduğunu ortaya koymaktadır. İlim adamlarının Cumhûru ise bunu kabul etmemektedirler. Biz bu hususu "el-Kitabu'l-Esna fi ŞerhiEsmaillahi'l-Hüsna"'adlı eserimizde zikretmiş, bulunuyoruz. 68İçtiğiniz sudan Bana haber verin. Size can gelmesi, susuzluğunuzu da dindirmeniz için "içtiğiniz sudan Bana haber verin!" Çünkü İçecek, genelde yenilen şeyin arkasından gelir. Bundan dolayı âyet-i kerimede de önce yenilecek şeyler zikredilmiştir. Nitekim kişinin misafirine yemek yedirdikten sonra içecek ikram ettiği bilinen bir husustur. ez-Zemahşerî dedi ki: Şâyet aksini yapacak olursan Ebû'l-Atâ'nın şu beyitinin kapsamına girersin: "İnsanların misafirlerine katıksız süt içirilirken, Onlar kendi misafirlerine tatlı, soğuk su içirirler." Araplardan birisine içecek ikram edilmişte o: Ben onu tutacak bir şey üzerine olmadıkça içmem (altında bir şey olmadıkça içmem), demiştir. 69Onu buluttan siz mi indirdiniz? Yoksa indirenler Bizler miyiz? "Onu bulutlardan siz mi indirdiniz" âyetindeki: "Bulutlar"ın tekilidir. Şair de şöyle demiştir: "Bizler bulutların suyu gibiyiz, bizim aslımızda yoktur Ağır, faydasız bir kimse de cimri sayılacak kimse de yok aramızda." İbn Abbâs, Mücahid ve başkalarının açıklamasına göre bu lâfzın anlamı budur. Yine İbn Abbâs'tan ve es-Sevrî'den bu lâfzın sema ve bulut anlamına geldiği nakledilmiştir. es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir Ebû Zeyd dedi ki: "Beyaz bulut" demek olup, çoğulu; ...diye gelir. Aynı şekilde bu, yağmur anlamına da gelir. Şair şöyle demiştir: "Görnedin mi yüce Allah'ın bir yağmur yağdırdığını ve beyaz ceylan yavrularının Kendilerini rahatsız eden sinekleri kovalamak için başlarını hareket ettirmekte olduklarını." "Yoksa indirenler Bizler miyiz?" Onu indirenin Ben olduğumu bildiğinize göre, niçin yalnız Bana ihlâsla ibadet etmek suretiyle şükretmiyorsunuz ve niçin öldükten sonra dirilişe kadir olduğumu inkâr ediyorsunuz? 70Dileseydik onu acı kılardık. Peki, şükretmeniz gerekmez mi? "Dileseydik onu acı kılardık." Son derece tuzlu yapardık. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. el-Hasen de: Acı, katı, içmek, ekin ve başka hiçbir işte kendisinden yararlanamayacağınız bir şekilde kılardık diye açıklamıştır, "Peki şükretmeniz gerekmez mi?" Size bunları yapana neden şükretmezsiniz? 71Şimdi çakmakta olduğunuz ateşten Bana haber verin. "Şimdi çakmakta olduğunuz ateşten Bana haber verin." Yaş ağaçtan çakmak taşı ile ortaya çıkardığınız ateşten Bana haber verin. 72Onun ağacını siz mi yarattınız? Yoksa yaratanlar Bizler miyiz? "Onun ağacını siz mi yarattınız?" Yani ateş çakmakta kullandığınız iki çubuğun ismi olan "merh ve afar"ın meydana geldiği ağacı meydana getiren sizler misiniz? Arapların: "Her ağaçta ateş vardır, fakat merh ve afarda bu daha fazladır" sözleri de buradan gelmektedir. Sanki bu iki tür çubuk yetecek kadar ateşi bünyelerinde taşıyor gibidir. Bu iki çubuğun çok çabuk, ateş yaktıklarından ötürü böyle denildiği de söylenmiştir. "Ateş çaktım" demektir. "Çakmaktan ateş çaktı, çakar" denilir. Bir diğer söyleyiş her ikisinde de "re" harfi kesreli olarak şeklindedir. "Yoksa yaratanlar" yoktan var edenler "Bizler miyiz?" Benim kudretimi böylece görüp bildiğinize göre Bana şükredin ve öldükten sonra dirilişe kadir olduğumu inkâr etmeyin. 73Onu bir öğüt ve ibret vesilesi ve konup göçenler için bir fayda kılan Bizleriz. "Onu bir öğüt ve ibret vesilesi... kılan Bizleriz." Dünya ateşi o büyük ateşi hatırlatan bir öğüttür, demektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Mücahid: Karanlıklarda insanların görmesini sağlar, diye açıklamıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle dediği sahih rivâyetle sabittir: "Âdemoğullarının yaktıkları sizin şu ateşiniz, cehennem ateşinin yetmişte biridir." Ey Allah'ın Rasûlü! Bu kadarı bile olsaydı yeterdi deyince, şöyle buyurdu: "O (cehennem ateşi) buna (dünya ateşine) hepsi de bu dünya ateşinin harareti gibi olan altmışdokuz kat daha üstündür. " Aynı manada nisbeten farklı lâfızlarla ibn Mâce, II, 1444; İbn Abdi’l-Berr, Temhid, XVI-II, 153. "Ve konup göçenler İçin bir fayda kılan Bizleriz." ed-Dahhak yolcular için bir fayda ... diye açıklamıştır. Misafirlere bu ismin veriliş sebebi,bitkisizyer demek olan: denilen yerlere konaklamalardan dolayıdır. el-Ferrâ' dedi ki: 'Yolculara hiçbir bitkisi bulunmayan yere indikleri vakit: denilir. Kurak ve hiçbir şeyi olmayan araziye hem med, hem kasr ile hem denilir. "Hiçbir dostun, tesellicinin bulunmadığı konaklama yeri" demektir. "Ev sakinlerinden yana boşaldı" denilir. şeklinde de kullanılabilir. en-Nabiğa şöyle demiştir: "Ey karşımda yükselen tepelerdeki Meyye diyarı, Bomboştur artık orası ve üzerinden (bu taliyle) çok uzun bir zaman geçmiştir." Antere de şöyle demektedir: "Üzerinden uzunca bir zaman geçmiş yurdun geriye kalıp görünen kalıntılardan selam sana, Sakinlerinden yana -Um el-Heysem'den sonra- boş kalmış ve kuraklaşmış (bir diyardır o)." "O da, sahipleri de güçlendi" demektir. Aynı şekilde yolculuk yapıp da çorak ve kurak bir yere konakladı, anlamındadır. Mücahid dedi ki: “Konup göçenler için" yemek pişirmek, ekmek pişirmek, ısınmak, aydınlanmak gibi kendisinden yararlanan bütün insanlar demektir. Bu ateş sayesinde cehennem ateşi hatırlanır ve ondan Allah'a sığınılır. İbn Zeyd dedi ki: Bu yemeklerini pişirmek için açlara bir faydadır demektir. "Şu kadar, su kadar zamandan beri hiçbir şey yemedim" denilir. "Filan kişi aç ve hiçbir şey yemeksizin geceyi geçirdi" anlamındadır. Şair de şöyle demiştir: "Açlıktan ikiye katlanarak gece bir şey yememeyi tercih ederim, O bayağı birisidir, denilir korkusuyla." er-Rabî ve es-Süddî de: "konup göçenler" beraberlerinde çakmak bulunmayan yani yakacak ve dolayısıyla onunla bir şeyler pişirecek ateşleri bulunmayan konaklayan yolcular, demektir. Ayrıca bu açıklamayı el-Avfl, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Kutrub dedi ki; zıt anlamlı kelimelerdendir. Fakir anlamına da, zengin anlamına da kullanılır. "O adam ile birlikte azık yok" demektir. Aynı şekilde binekleri güçlü olup, malı çok olması halini anlatmak için de bu fiil kullanılır. el-Mehdevî dedi ki; Âyet-i kerîme bütün bu anlamlara elverişlidir. Çünkü yolcunun da, ikamet edenin de, zenginin de, fakirin de ateşe ihtiyacı vardır. es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre ise; müfessirlerin çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir. el-Kuşeyri de şöyle demektedir; Ateşten özellikle yolcunun yararlandığının sözkonusu edilmesi, onun sağladığı faydanın, ikamet halinde olanın sağladığı faydadan daha çok oluşundan dolayıdır. Çünkü çölde yaşayan kimselerin ateşe kaçınılmaz olarak ihtiyaçları vardır. Yırtıcı hayvanların kendilerinden kaçması için onu geceleyin yakarlar ve birçok ihtiyaçlarında ateşi kullanırlar. 74O halde Rabbini o büyük ismi ile tesbih et! "O halde Rabbini o büyük ismi ile tesbih et." Müşriklerin O'na izafe ettikleri ortaklardan ve öldükten sonra dirilişten acizlikten Onu tenzih et, demektir. 75Hayır! İşte yıldızların doğup battıkları yerlerine yemin ederim; Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: "Hayır... yemin ederim" âyetindeki; "hayır" müfessirlerin çoğunun görüşüne göre sıla (fazladan gelmişi)dir ve: "Yemin ederim" anlamınadır. Buna delil de daha sonra: "Gerçekten bu büyük bir yemindir" âyetinin gelmiş olmasıdır. el-Ferrâ' ise şöyle demiştir: Bu bir nefy edatıdır ve: Durum sizin dediğiniz gibi değildir, anlamında olup daha sonra da "...yemin ederim" diye sözlerine devam etmektedir. Kişi bazan birisine: Hayır, Allah'a yemin ederim ki, böyle bir şey olmadı, der ve bununla yemin etmeyi nefyetmek amacım gütmeyip, aksine daha önce geçmiş bir ifadeyi nefyetmek kastıyla söylemiş olabilir. Yani, durum senin sözünü ettiğin şekilde değil, o bu şekildedir, demek olur. Buradaki "Hayır" anlamındaki lâfzın uyan ve dikkat çekmek için kullanılan: "anlamında olduğu da söylenmiştir. Şairin şu mısraında olduğu gibi: "Ey izleri yok olup gitmeye tutmuş diyarın kalıntıları! Hayırlı sabahlar olsun sana!" Bu edatla, iyice düşünsünler diye Kur'ân-ı Kerîm'in faziletine dikkat çekmiş olmakta -iddia ettikleri gibi- bir şiir, bir büyü ve bir kehânet ürünü olmadığını belirtmektedir. el-Hasen, Humeyd ve Îsa b. Ömer "lâm"dan sonra hemzesiz olarak tahkik anlamını İfade etmek üzere: "Elbette... yemin ederim" diye okumuşlardır ki, bu da hali ifade eden bir fiil olup, mahzuf bir mübtedâ takdir edilir. Buna göre ifade: Şüphesiz ki ben buna yemin ederim" takdirindedir. Eğer bununla fiilin istikbal anlamı vermesi istenecek olsaydı, fiilin sonuna da "nün" gelmesi gerekirdi. Bununla birlikte, gelecek maksadı ile kullanılan fiil ile birlikte getirilen "nûn"un hazfedildiği de görülmüştür, ancak bu şazdır. 2- Yıldızların Doğup Batma Yerleri ve Kısım Kısım İndirilen Kur’ân: "Yıldızların doğup battıkları yerlerine..." âyetinde sözü edilen "yıldızların doğup battıkları yerler'den kasıt, Katade ve başkasının görüşüne göre, düştükleri yerler ve battıkları yerlerdir. Atâ b. Ebi Rebah onların konaklama yerleridir, diye açıklamıştır. el-Hasen ise, kıyâmet gününde yıldızların ışıklarının söndürülüp etrafa dağılmasıdır, diye açıklamıştır. ed-Dahhak şöyle demiştir: Bunlardan kasıt cahiliye dönemi insanlarının -yağmur yağdığı sırada- şu yıldızın doğuşu sebebiyle bize yağmur yağdırıldı, dedikleri yıldızların doğuş yerleridir. el-Maverdi de şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Hayır.,, yemin ederim" âyeti bu durumda kasemin nefyedilmesi şeklinde gerçek anlamıyla kullanılmış olur. el-Kuşeyri de şöyle demiştir: Bu bir kasemdir ve yüce Allah'ın dilediği şeye kasem etme hakkı vardır, Bizlerin ise yüce Allah'tan ve O'nun kadim sıfatlarından başkasıyla yemin etmek hakkımız yoktur. Derim ki: Buna el-Hasen'in: "Muhakkak ki yemin ederim" anlamındaki kıraatiyle şanı yüce Allah'ın, Kitabında birçok yerde yarattıklarından birtakım varlıklara yapmış olduğu yeminler delil teşkil etmektedir. İbn Abbâs dedi ki: Burada "Yıldızların doğup battıkları yerler "den kasıt, Kur'ân-ı Kerîm'in kısım kısım indirilmesidir. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'i en üst semadaki Levh-i Mahfuzdan yazıcı meleklere indirdi. Bu yazıcı melekler de Cebrâîl'e yirmi gecede kısım kısım indirdi. Cebrâîl de Muhammed (aleyhisselâm)'a yirmi yıllık bir zaman zarfında kısım kısım indirdi. Cebrâîl Kur'ân-ı Kerîm'i Muhammed'in ümmetine olaylara göre indiriyordu. Bu açıklamayı el-Maverdî, İbn Abbâs ve es-Süddî'den nakletmiştir. Ebû Bekr el-Enbârî de şöyle demektedir: Bize Kadı İsmail b. İshak anlattı. Bize Haccac b. el-Minhal anlattı. Bize Hemmal, el-Kelbî'den anlattı, o Ebû Salih'ten, o İbn Abbâs'tan dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm dünya semasına bir defada indi. Daha sonra yeryüzüne kısım kısım İndi. Bundan sonra ise Kur'ân-ı Kerîm beşer âyet, beşer âyet, daha az ya da daha çok olarak kısımlara ayrıldı. İşte yüce Allah'ın: "Hayır, işte yıldızların doğup battıkları yerlerine yemin ederim ve eğer bilirseniz gerçekten bu büyük bir yemindir. Şüphesiz o oldukça şerefli bir Kur'ân'dır" âyeti bunu anlatmaktadır. Necm; yıldız anlamına geldiği gibi taksit, parça, kısım, böltlm gibi anlamlara da getir Bu kelime de btı buyruklarda kullanılan "nucum"un tekilidir. Buna göre "nucûm" kelimesine "yıldızlar" anlamını değil de Kur’ân-ı Kerîm'in zamanla inen buyrukları olduğuna işaret edenler, nucûm'un bu anlamını yani kısım kısım, parça parça anlamını gözönünde bulundurmuş olmaktadırlar. el-Ferrâ' da İbn Mes’ûd'dan: "Yıldızların doğup battıkları yerler'in Kur'ân-ı Kerîm'in muhkem buyrukları olduğunu söylediğini rivâyet etmektedir. Hamza ve el-Kisâî de "yerler" anlamındaki lâfzı tekil olarak: diye okumuşlardır. Aynı zamanda bu Abdullah b. Mesud, en-Nehaî, el-Ameş, İbn Muhaysın ve Ruveys'in rivâyetine göre Yakub'un da kıraatidir. Diğerleri ise çoğul plarak okumuşlardır, tekil olarak okuyanların bu kıraati çoğul anlamını İfade eden cins isim oluşundan dolayı (uygun bir kıraattir) çoğul yapan da çeşitlerinin farklılığından dolayı çoğul olarak okumuştur. 76Ve eğer bilirseniz gerçekten bu, büyük bir yemindir. 3- "Büyük Yemin" "Gerçekten bu büyük bir yemindir" âyetindeki "bu" zamirinin Kur'ân-ı Kerîm'e ait olduğu söylenmiştir. Şüphesiz ki bu Kur'ân büyük bir yemindir, demek olur. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah'ın kendisine yemin ettiği herşey pek büyüktür. 77Şüphesiz o oldukça şerefli bir Kur'ân'dır. "Şüphesiz o oldukça şerefli bir Kur'ân'dır" âyetinde de kendisine yemin olunan şey sözkonusu edilmiştir. Yani Ben yıldızların doğup battıkları yerlerine yemin ederek söylüyorum ki, gerçekten bu Kur'ân çok şerefli bir Kur'ân'dır. O bir büyü ve bir kehânet olmadığı gibi, uydurulmuş bir söz de değildir, Aksine o çok şerefli ve çokça öğütmeye değer bir Kur'ân'dır. Yüce Allah, bunu peygamberine bir mucize kılmıştır. O, mü’minler için çok şereflidir, çünkü Rabblerinin sözüdür, kalblerinin şifasıdır. Semadakiler İçin de çok değerli ve şereflidir, çünkü o Rabbleri tarafından indirilmiştir ve O'nun vahyidir. "Oldukça şerefli" âyetinin mahluk değildir, anlamında olduğu söylendiği gibi, muhtevasında üstün ahlaki değerler ve pek önemli hususlar dile getirildiği için "çok şerefliMir diye de açıklanmıştır. Bir diğer açıklamaya göre: Çünkü Kur'ân-ı Kerîm kendisini hıfz edeni şereflendirir, kendisini okuyanı büyültür. 78Korunan bir kitaptadır. 4- "Korunan Kitab" Yüce Allah'ın: "Korunan bir kitaptadır" âyeti Allah nezdinde korunan bir kitaptır demektir. Batıldan korunan ve koruma altına alınan, diye de açıklanmıştır. Buradaki "kitap"tan kasıt semadaki kitaptır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Câbir b. Zeyd ve yine İbn Abbâs: O Levh-i Mahfuz'dur demişlerdir. İkrime de şöyle demiştir: Tevrat'ta da, İncil'de de Kur'ân-ı Kerîm'den ve Kur'ân-ı Kerîm'in kimin üzerine indirileceğinden söz edilmiştir, es-Süddî; Zebur'da da diye söylemiştir. Mücahid ve Katade de: Burada kastedilen ellerimizdeki mushaftır, demişlerdir. 79Ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el sürebilir. 5- Kur'ân'a Ancak Tertemiz Olanlar El Sürebilir: "Ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el sürebilir" buyru ğundakî "ancak... el sürebilir" lâfzının anlamı ile ilgili olarak acaba bu dokunma organı ile dokunmak anlamında hakikat manasıyla mı kullanılmıştır? Yoksa manen dokunmak mı kastedilmiştir? hususunda farklı görüşler vardır. Aynı şekilde; "tam anlamı ile temizlenmiş kimseler"in kimler oldukları hususunda da görüş ayrılığı vardır. Enes ve Said b. Cübeyr şöyle demişlerdir: Bu kitaba ancak günahlardan arınmış, temizlenmiş kimseler olan melekler el sürebilir. Onlardan başkası el süremez, demişlerdir. Ebû'l-Âl-iye ve İbn Zeyd de böyle demişlerdir: Bunlar meleklerin elçileri ile Âdemoğullarının rasûlleri gibi günahlardan tertemiz edilmiş kimselerdir. Onu indiren Cebrâîl de tertemizdir. Kendilerine bunu ulaştırdığı elçiler de tertemizdir, el-Kelbî: Bunlar şerefli, pek doğru yazıcılardır, demiştir. Bütün bunlar aynı görüşü ifade eder. Malik'in şu ifadesinde dile getirdiği, tercih ettiği görüşüne de yakın açıklamalardır; Yüce Allah'ın: "Ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el sürebilir" âyeti ile ilgili olarak duyduğum en güzel açıklama, bu âyet-i kerimenin "yüzünü ekşitip, çevirdi" Abese Sûresi (80/1)nde yer alan: "Artık dileyen onunla Öğüt alsın. Çok şerefli, son derece yüksek ve tertemiz sakifelerdedir. Emrine itaatkar, oldukça değerli katiblerin elleri ile (yazılmıştır.)" (Abese, 80/12-16) âyetinde sözkonusu edilenler gibi olduğudur. Bununla şunu kastetmektedir: "Tam anlamı ile temizlenmiş kimseler" Abese Sûresinde "tertemiz olmak'la nitelendirilmiş meleklerin kendileridir. Bir başka açıklamaya göre; "ona ancak... el sürebilir" âyeti, "onu ancak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler İndirebilir" demektir; Bu da meleklerden olan rasûller peygamberler arasından rasûllere indirebilir, anlamındadır. Bir diğer açıklamaya göre "korunan kitab"ın kendisi demek olan Levh-i Mahfuz'a ancak tam anlamı ile temizlenmiş melekler el sürebilir. el-Kuşeyrî'nin naklettiği bir açıklamaya göre de bununla görevli olan şahıs İsrafil'dir. İbnu'l-Arabi dedi ki: Bu batıl bir açıklamadır. Çünkü melekler hiçbir zaman ona erişmez ve hiçbir halde ona ulaşamaz. Eğer bundan maksat bu olsaydı, hiçbir şekilde istisnanın bir anlamı olmazdı. Bu sahifeler, meleklerin ellerinde bulunan bir kitaptır, diye açıklayanların görüşlerine gelince, ihtimal dahilinde bir açıklamadır, Malik'in tercih ettiği görüş de budur. "Kitab"tan maksadın ellerimizde bulunan mushaf olduğu da söylenmiştir, daha kuvvetli görülen görüş de budur. Nitekim Malik ve başkalarının rivâyetine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Amr b. Hazm'a yazdığı görev mektubunda şu ifadeler yer almaktadır: "Peygamber Muhammed'den Zû Ruayn, Mu'âfir ve Hemdanlıların reisleri olan Şurahbil b. Abd Kulala, el-Haris b. Abd Kulak ve Nuaym b. Abd Kulal'a... imdi." İbn Hibban, Sahih, 501-504; Hakim, Müstedrek, I, 553; Beyhaki, es-Sünenü'l-Kübra, IV, H9; ayrıca bk: Hakim, Müstedrek, III, 552; Dârinü, II, 214; Heysemî, Mecmâ, I, 276, Darakutni, I, 121, 122; Muvattâ', 1, 199; Abdurrezzâk, Mûsannef, I, 341; Taberâni, Sağir, II, 277, Evsat, III, 327; Kebir, XIt, 205, 313 Bu mektubunda: "Kurana ancak temizlenmiş (tahir) kimseler el sürebilir" ifadesi de yer almakta idi. İbn Ömer dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kur'ân'a da sen ancak tahir iken el sür." Heysemi, Mecmâ’, I, 276 -ravilerinin sika oldukları kaydıyla-; ayrıca bir önteki nota bakınız, Hz. Ömer'in kızkardeşi de evine girmiş bulunan ve Kur'ân'ın yazdı olduğu sahifeyi isteyen Ömer (radıyallahü anh)'a müslüman olduğu sırada: "Ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el sürebilir" demiş bunun üzerine o da kalkmış, gusletmiş ve İslama girmişti. Bu husus daha dhcea&T fif-efSrJâk?'-si'nde (surenin girişinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu hususa binaen Katade ve başkaları: "Ona ancak" hadesten ve necasetlerden "tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el sürebilir" demişlerdir. el-Kelbî şirkten, er-Rabi b. Enes büyük ve küçük günahlardan (temizleniniş olanlar el sürebilir), diye açıklamışlardır. Bir diğer açıklamaya göre "Ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler" ancak muvahhidler "el sürebilir" onu okuyabilir, demektir. Bu açıklamayı da Muhammed b. Fudayl ile Abde yapmışlardır. İkrime dedi ki: İbn Abbâs herhangi bir yahudi ya da hristiyana Kur'ân okuma imkânının verilmesini kabul etmiyordu. el-Ferrâ'' dedi ki: Onun tadını, faydasını ve bereketini ancak tam anlamıyla temizlenmiş olan kimseler alabilirler. Bundan maksat da Kur'ân-ı Kerîm'e îman edenlerdir, İbnu'l-Arabî dedi ki: Buharî'nin tercih ettiği görüş de budur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gönül hoşnutluğu ile kabul eden bir kimse imanın tadını almış demektir," Müslim, 1, 62; İbn Hibbân, Sahih, IV, 592; Tirmizi, V, 14; Müsned, I, 20H, el-Huseyn b. el-Fadl dedi ki: Onun tefsirini ve te'vilini ancak yüce Allah'ın şirk ve münafıklıktan tertemiz edip arındırdığı kimse bilebilir. Ebû Bekr el-Verrak dedi ki: Gereğince amel etmeye ancak bahtiyar kimseler muvaffak kılınır. Manası: Onun sevabına ancak mü’minler ulaşabilir, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Muâz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da rivâyet etmiştir. Şu şekilde de açıklanmıştır: Ayetin zahiri şer'î hükmü haber vermektedir. Yani: Ona ancak şer'ân temiz olanlar el sürebilirler. Eğer bunun dışında bir durum görülecek olursa, bu şer'î hükmün dışında bir haldir. Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî'nin tercih ettiği görüş de budur. Ayrıca o lâfzın haber kipi olmakla birlikte, anlamının emir olmasını da kabul etmemiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/222. âyet, 14. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. el-Mehdevi dedi ki: Bu âyetin ("el sürebilir" anlamı verilen fiilin) emir olması ve "sin" harfinin ötresinin i'rab ötresi olma ihtimali de mümkündür. Nehy olması, "sin"İn ötresinin mebni olarak gelen bir ötre olup, fiilin gerçekte meczum olması da mümkündür. 6- Abdestsiz Kur'ân-ı Kerîm'e El Sürmenin Hükmü: İlim adamları abdestsiz olarak mushafa dokunmanın hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Cumhûr, Amr b. Hazm yoluyla gelen hadis dolayısıyla ona dokunulmayacağı kanaatindedir. Ali, İbn Mes’ûd, Sa'd b. Ebi Vakkas, Said b. Zeyd, Atâ, ez-Zühri, en-Nehaî, el-Hakem, Hammâd , Malik ve Şafii'nin de aralarında bulunduğu bir grup fukaha hep bu kanaattedirler. Ebû Hanife'den farklı rivâyet gelmiştir. Abdestsiz olanın ona elini sürebileceği rivâyeti geldiği gibi, -ki bu İbn Abbâs, en-Nehaî ve başkalarının da aralarında bulunduğu bir grup seleften de rivâyet edilmiştir- Kur'ân'ın dışına, kenarlarına ve Kur'ân yazısı bulunmayan yerlere elini değdirebileceği fakat, yazılı bölümüne ancak abdestli bir kimsenin el sürebileceği görüşü de rivâyet edilmiştir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Eğer o bu hususu kabul ediyorsa bu onun aleyhine getirilen delili pekiştirmektedir. Çünkü yasak bölgenin yakın çevresi de aynı şekilde yasaktır. Diğer taraftan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Amr b. Hazm'a yazdığı mektupta bu hususta oldukça güçlü bir delil vardır. Malik dedi ki: Abdestsiz olan bir kimse Kur'ân-ı Kerîm'i kesesinin askısı ile veya yastık üzerinde taşıyamaz. Ebû Hanife bunda sakınca yoktur, demiştir. Askı ile onu taşıyana yahut arada bir engel ile ona dokunana engel olunmaz. el-Hakem, Hammâd ve Davud b. Ali'den rivâyete göre; müslümanın ve kâfirin abdestli ya da abdestsiz Kur'ân'ı taşımasının ya da ona el sürmesinin bir sakıncası yoktur. Ancak Davud; Müşrik bir kimsenin Kur'ân'ı taşıması câiz değildir, demiştir. Onlar buna mubah derken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kayser'e mektup göndermesini delil göstermişlerdir. Ancak bu bir zaruret konusudur, bunda delil olacak bir taraf yoktur. Küçük çocukların mushafa el sürmelerine gelince, bunda da iki görüş vardır. Bir görüşe göre ergenlik yaşına gelmiş bir kimseye kıyasen yasak olduğudur, diğeri ise câiz olduğudur. Çünkü abdestsiz olarak el değdirmesinin yasaklanması halinde Kur'ân'ı ezberleyetnez. Zira Kur'ân'ın öğrenilmesi küçük yaşta mümkündür. Diğer taraftan küçük çocuğun abdest alması her ne kadar muteber ise de onun tahareti kâmil değildir. Zira onun niyette bulunması sahih olamaz. Eksik bir taharet hali üzere taşıması câiz olduğuna göre, tamamıyla abdestsiz olarak onu taşıması da câiz olur. 80O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir. 7- Kur'ân Âlemlerin Rabbi Tarafından İndirilmiştir: "O âlemlerin rabbi tarafından indirilmedir" âyeti, İndirilmiştir, demektir. Arapların: "Emirin baskısı, Yemen dokuması" tabirlerinin (emir tarafından basılmış, Yemen'de dokunmuştur anlamına gelmesi)de bunun gibidir. "İndirilmedir" âyetinin, yüce Allah'ın: "Şüphesiz o oldukça şerefli bir Kur'ân'dır" âyetine sıfat olduğu da söylenmiştir. O, indirilmiştir, takdirinde olduğu da söylenmiştir. 81Şimdi siz bu sözü mü küçümseyip hafife alıyorsunuz? "Şimdi siz bu sözü mü" yani Kur'ân-ı Kerîm'i mi "küçümseyip hafife alıyorsunuz?" âyetindeki - "küçümseyip, hafife alıyorsunuz" anlamı verilen: lâfzını İbn Abbâs, Atâ ve başkaları "yalanlıyorsunuz" diye açıklamışlardır, -Lafzi manası itibariyle yağlayan, yağ süren- demek olan "İçi dışından farklı olan kimse" demektir. Zahirinin yumuşaklığı itibariyle böyle birisi yağa benzetilmiş gibidir, Mukâtil b. Süleyman ve Katade, "kâfir oluyorsunuz" diye açıklamışlardır. Bunun bir benzeri yüce Allah'ın: "Onlar senin kendilerine yumuşak davranmanı arzu ettiler. Kendileri de bunun üzerine yumuşak davranacaklardı." (el-Kalem, 68/9) âyetidir. el-Müerric dedi ki: "Yağ süren" münafık veya küfrünü saklamak için yumuşak davranan kâfir kimse demektir. "Yalanlamak, küfür ve münafıklık" anlamındadır. Bunun asıl anlamı yumuşak davranmak ve açığa vurduğundan farklı olan şeyleri içine gizlemektir. Ebû Kays b. el-Eslet de şöyle demiştin "Kararlılık ve güçlülük elbetteki İçindekini gizleyip (iki yüzlülük etmekten) bitkinlikten ve zaaf göstermekten daha hayırlıdır." ile şekilleri aynı anlamdadır. Bir kesim de şöyle demiştir: Gizledim, sakladım" anlamında, "Aldattım" anlamındadır. ed-Dahhak -âyet-i kerimedeki bu lâfzı- yüz çevirenler diye açıklamıştır. Mücahid, kâfirlerle onu inkar etmek üzere bir araya gelen kimseler anlamındadır. İbn Keysan şöyle demiştir; Bu Allah'ın üzerindeki hakkının ne olduğunu akledip kavrayamayan ve bir takım gerekçelerle bu hakkı bertaraf edip. kendisinden uzaklaştırmaya çalışan kimse demektir. Bazı dilciler de bu lâfzı, Kur'ân'ı kabul etmek hususunda kesin ve kararlı olmayı terkedenler diye açıklamışlardır. 82Ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız? "Ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız?" âyeti hakkında İbn Abbâs: Siz şükrünüzü yalanlamaktan ibaret mi kılıyorsunuz diye açıklamıştır, el-Heysem b. Adi'nin naklettiğine göre ise Ezdişenueliler: filanın rızkı nedir? diye sorduklarında, onun şükretmesi nedir? diye kastederleşmiş. "Rızık" adının rızka şükretmenin yerine kullanılmasının uygunluğu, rszka şükretmenin rızkı arttırmayı gerektirmesinden dolayıdır. Bu anlamıyla şükür de bir rızık demektir. "Ve rızkınızı... kılacaksınız" âyeti, eğer yerine getirecek olursanız, rızkınızın şükrü de sizin için bir rızık olarak geri dönecektir, diye de açıklanmıştır. Siz rızkı "yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız?" Yani sizler yalanlamayı şükrün yerine mi koyuyorsunuz? Bu da yüce Allah'ın: "Onların Beyt'in yanında duaları ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildi. " (el-Enfal, 8/35) âyetine benzemektedir. Yani onlar dua etmiyorlardı. Aksine onlar dua (ve namaz) yerine ıslık çalıyorlar, el çırpıyorlardı. Bu âyetle kullara isabet eden bir hayrını herhangi bir şekilde adeten bir takım sebepler olarak görülmekte olan araçların verdiği bir şey olarak görmemeleri gerektiğini açıklamaktadır. Aksine bunu yüce Allah tarafından gelmiş olarak görmeleri, sonra da nimet ise ona şükür ile karşılık vermeleri, eğer hoşlanmadıkları bir şey ise yüce Allah'a ibadet etmek, O'nun önünde zilletle boyun eğmek suretiyle sabrederek karşılamaları gerektiğini açıklamaktadır. Ali b. Ebî Tâlib'den rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Ve şükrünüzü yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız?" diye okumuştur. Taberi, Tefsir, XXVII, 208- Ali (radıyallahü anh)'in kıraati olarak; İbn Kesîr, Tefsir, İV, 299 -Ali (radıyallahü anh) ile İbn Abbâs'ın- ve 3000e İbn Hacer, Fethu'l-Bari, II, 522 de, -İbn Abbâsın kıraati olarak- zikretmekte ve İbn Ahhas kadar senedinin sahih olduğunu kayd etmektedir; ancak Tirmizi, V, 401'de, Müsned, I, 89, 10» ve 131'de Peygamber Efendimizin kıraati olarak değil de tefsiri olarak zikretmektedir. Yine İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre bu âyetle kastedilen belirli birtakım yıldızların doğuşu sebebiyle yağmurun yağdığının söylenmesidir. Bu da Arapların filan yıldızın doğması sebebiyle bize yağmur yağdırıldı, demeleridir. Bu açıklamayı Ali b. Ebî Tâlib, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, diye rivâyet etmiştir, Müslim'in, Sahih'inde İbn Abbâs'tan şöyle dediği zikredilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde insanlara yağmur yağdırıldı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "İnsanlardan kimi şükredici, kimi de kâfir olarak sabahı etti, (Şükredenler): Bu Allah'ın rahmetidir, dediler. Bir kısmı da: Şu, şu yıldızın doğuşu doğru çıktı, dediler. Bunun üzerine şu: "Hayır, işte yıldızların doğup battıkları yerlerine yemin ederim." (75. âyet) âyetinden itibaren "ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız" âyetine kadar olan âyetler nazil oldu. Müslim, 1, H4; Beyhâki, es-Sünenü'l-Kübrâ, III, 3-4. Yine ondan gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sefere çıkmıştı. Beraberindekiler susadılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu; "Ne dersiniz? Eğer sizin için Allah'a dua edip de size yağmur yağdırılacak olursa, acaba şu yıldizin doğuşu dolayısıyla bu yağmur yağdı, diyecek misiniz?" diye sordu, onlar: Ey Allah'ın Rasûlü bu zaman (yağmur yağmasına sebep olan) yıldızların doğuş zamanı değildir, dediler. Bunun üzerine Peygamber iki rekat namaz kıldı, Rabbine dua etti. Bir rüzgar çıktı, sonra bulut göründü ve onlara yağmur yağdırıldı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beraberinde bir grub ashabı bulunduğu halde bir adamın yanından geçtiler. Adamın elindeki bir kaba su doldurduğumu ve bu arada: Şu yıldızın doğuşu sebebiyle bize yağmur yağdırıldı, dediğini; fakat bu Allah'ın bir rızkıdır demediğini gördüler. Bunun üzerine: "Ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız?" Yani Allah'ın sizi rızıklandırmanıza karşı O'na şükretmenizi, nimeti "yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız" ve bize şu yıldızın doğuşu dolayısıyla yağmur yağdırıldı mı diyeceksiniz. İbn Abbâs'tan gelen bir rivâyet olarak tesbit edemedik. Yakın anlamdaki başka rivâyetler bundan önceki iki ayrı notta ve bir sonraki notta gösterilmiştir. Bu da şuna benzer: Benim sana yapmış olduğum iyiliği sen bana kötülük yaparak mükâfatlandırdın, benim senin üzerindeki nimetlerime karşılık da beni düşman belledin. Muvatta’'da da Zeyd b. Halid el-Cühenîden şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye'de geceden yağmış olan bir yağmur akabinde bize sabah namazını kıldırdı. Namazı bitirince insanlara doğru yönelerek şöyle dedi: "Rabbinizin ne söylediğini biliyor musunuz?" Onlar: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Şöyle buyurdu: "Kullarımın bir bölümü Bana mü’min, yıldızları da inkâr eden olarak sabahladı. Kim Allah'ın lütuf ve rahmetiyle bize yağmur yağdırıldı, dediyse işte o kimse Bana mü’min, yıldızlara da kâfir bir kimsedir. Şu, şu yıldızın doğuşu sebebiyle bize yağmur yağdırıldı diyen kimse ise yıldızlara îman eden ve Bana kâfir olan bir kimsedir. Muvatta’, 1, 192; Buhârî, 1T 290, 351; Müslim, 1, 83; III, Ebû Dâvûd, IV, 16; Nesâî, III, 164; Humeydi, Müsned, II, 356. Şâfiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dedi ki: Bir kimsenin, şu şu yıldızın doğuşu sebebiyle bize yağmur yağdırıldı, demesini sevmiyorum. Her ne kadar yıldızın doğması bizce yaratılan ve fayda vermeyen, zararı da olmayan bir vakit ise de, yağmur yağdırmayan ve yağacak yağmuru alıkoyamayan bir şey ise de bu böyledir. Bununla birlikte söylenmesini uygun gördüğüm: -Şu ay bize yağmur yağdırıldı, demek gibi- bize şu vakit yağmur yağdırıldı, denilmesidir. Bir kimse eğer cahiliye dönemindeki müşriklerden bazılarının kastettikleri şekilde yağmuru yağdıranın yıldızın doğuşu olduğunu kastederek, şu yıldızın doğusuyla bize yağmur yağdırıldı, diyecek olursa bu sözüyle kâfir olur, tevbe etmeyecek olursa kanı helâldir. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüce Allah'ın: "Kullarımdan kimisi Bana mü’min, kimisi de kâfir olarak sabahı etti" dediğini nakletmesine gelince, bence buna iki türlü anlam verilebilir. Birincisi eğer yıldızın doğuşu yağmurun yağmasını gerektirip; yüce Allah'tan ayrı olarak bulutu meydana getiren olduğuna inanan bir kimse ise; bu açıkça kâfir olur, bundan dolayı tevbe etmesi istenir. Eğer kabul etmeyecek olursa öldürülür. Çünkü böylesi İslâmı bir kenara bırakmış ve Kur'ân'ı reddetmiş olur. İkinci açıklamaya göre; bu kimsenin o yıldızın doğuşu ile birlikte yüce Allah'ın yağmur yağdıracağına İnanması ve Allah'ın takdiri ve ilmi gereğince yağmurun yağdığına sebeb teşkil ettiğini kabul etmesidir. Böyle bir inanış her ne kadar mubah bir şekil ise de, bunda da yüce Allah'ın nimetinin inkârı ve yağmuru dilediği vakit İndirdiği hususundaki hikmetinin inceliklerinin bilinmemesi sözkonusudur. O yağmuru kimi zaman şu yıldızın, kimi zaman öbür yıldızın doğuşu esnasında yağdırdığı gibi, çoğu zaman bir yıldız doğmakla birlikte beraberinde hiç de yağmur yağmayabilir. Bu ise Allah'tan gelen bir şeydir, yıldızın doğusuyla ilgisi yoktur. Nitekim Ebû Hüreyre de sabahı ettiğinde eğer yağmur yağdığını görürse: Bize fethin doğuşu ile yağmur yağdırıldı, der; sonra da yüce Allah'ın: "Allah insanlara herhangi bir rahmeti fethedecek (açacak) olursa onu tutacak olmaz." (Fatır, 35/2) âyetini okurdu. Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: Bu bana göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Allah'ın lütuf ve rahmetiyle bize yağmur yağdırıldı" demesi kabilindendir. Yine Ömer b. el-Hattâb'ın, Abbas b. Abdu'l-Muttalib ile yağmur duasına çıktığı vakit ona: Ey Rasûlullahın amcası! Süreyya yıldızının doğacağı daha kaç konağı var? diye sorması da bu kabildendir. Hz. Abbas da ona şöyle demişti: İlim adamlarının iddia ettiklerine göre bu yıldız uşağı doğru kaydıktan sonra yedi gün süreyle ufukta görünür. Yedinci gün geçmeden onlara yağmur yağdırıldı. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh): Allah'a hamdolsun. Bu Allah'ın lütuf ve rahmetiyledir, dedi. Sanki Ömer -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- Süreyya yıldızının doğuşu esnasında yağmurun yağacağının ümid edileceği ve bekleneceği bir vakit olduğunu biliyor, bundan dolayı ona bu hususu sorarak doğuş vakti çıktı mı yoksa henüz doğacağı vakitlerden bir süre kaldı mı diye sormuş gibi idi. Süfyan b. Uyeyne'nin İsmail b. Umeyye'den rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) seferlerinden birisinde bir adamın şöyle dediğini duymuş: Bize arslan burcunun kolu ve alnı(ndaki yıldızların doğuşu) sebebiyle yağmur yağdırıldı. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yalan söyledin. Bilakis bu yüce Allah'ın bize su ihsan etmesidir" diye buyurmuştur. Taberi, Tefsir, XXVI, 205; XXVII, 208; İbn Abdi’l-Berr, Temhid, XVI, 2S4. Süfyan (hadisteki) "asânîn" lâfzını arslanın kolu ve alnı diye açıklamıştır. "Yalanlamak... kılacaksınız" anlamı verilen âyeti genel olarak "Yalanlamaktan gelen bir fiil olarak okunmuştur. Ancak Âsım'dan rivâyetle el-Mufaddal ile Yahya b. Vessab şeddesiz olarak ve "te" harfi üstün olmak üzere "Yalan söylemek... kılacaksınız" diye okumuşlardır. Anlamı da daha önce açıkladığımız şekilde; bize şu yıldızın doğuşu sebebiyle yağmur yağdırıldı, diye söyleyenlerin sözleridir. Enes b. Malik'in rivâyet ettiği hadiste de şöyle dediği sabit olmuştur: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Üç husus ümmetim arasında kalmaya devam edecektir: Makam ve mevkilerle övünmek, ağıt yakmak ve yıldızların doğuş ve batışı ile yağmurun yağdırıldığına inanmak." İbn Abdi’l-Berr, Temhid, XII, 242. Bu rivâyetin Müslim'in lâfzı şöyledir: "Ümmetim arasında cahiliye işlerinden olup, asla terketmeyecekleri dört husus vardır: Makam ve mevkilerle övünmek, neseblere dil uzatmak, yıldızlar ile yağmur istemek ve ağıt yakmak." Enes'ten değil de Ebû Mâlik el-Eş’ariden Müslim, II, 644; Müsned, V, 342, 344. 83Hele o bir boğaza gelince; "Hele o bir boğaza gelince" yani hele can yahut ruh boğaza geldiğinde... Candan daha önce sözedilmemiş olmakla birlikte (burada sözkonusu edilmesi) anlamın bilinmesinden ötürüdür. Hatim şöyle demiştir: "Söyle bana ey Mavi, varlığın delikanlıya faydası ne olur? O (can) bir gün gelip boğaza dayanır ve bundan, ötürü göğüs daralırsa." Hadîs-i şerîfte de söyle buyurulmuştur: "Ölüm meleğinin damarları kesen ve ruhu kısım kısım toplayan yardımcıları vardır. Nihayet can boğaza geldiğinde bu sefer ölüm meleği onu alır." İbn Kesîr, Tefsir, II, 139 İbn Abbâs'a mevkuferı 84O vakit siz de bakar dururken; "O vakit siz de" Benim emrim ve egemenliğime "bakar dururken..." Siz hiçbir şeye güç yetiremeksizin can çekişene bakıp dururken diye, de açıklanmıştır. İbn Abbâs dedi ki: Bu âyetle, can çekişen ölünün yakınlarından hazır bulunup canının ne zaman çıkacağını bekleyen kimseleri kastetmektedir. Diğer taraftan: Bu onların kardeşleri hakkında: "Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi yahut öldürülmezlerdi" (Âl-i İmrân, 3/156) diyenlerin kanaatlerini reddetmektedir. Yani madem böyle (diyorlar) ne diye onlardan herhangi bir kimsenin canını boğaza gelip dayandığı vakit geri çeviremiyorlar. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Can çekişme esnasında herhangi birinizin canı boğazına gelip dayandığında ve siz de onun yanında bulunuyorken niçin onun ruhunu -o kimsenin ömrünün uzamasını şiddetle arzulayıp, hayatta kalmasını istemenize rağmen- bedenine geri çeviremiyorsunuz? Bu da onların: "O dünya hayatımızdan başka bir şey değildir Ölürüz, diriliriz ve bizi ancak zaman helâk etmektedir " (el-Câsiye, 45/24) şeklindeki sözlerini de reddetmektedir. Canının alınması halinde olan kimseye hitab olduğu da söylenmiştir. Yani eğer senin başına gelen bu hal, Allah'tan değil ise, ne diye canını koruyamıyor, çıkmasını önleyemiyorsun? 85Evet, o zaman Biz ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz. "Evet, o zaman Biz O'na sizden" kudret, ilim ve durumunu görmekle "daha yakınız." Amir b. Abdi’l-Kays dedi ki; Ben her neye baktımsa mutlaka yüce Allah'ın o şeyden bana daha yakın olduğunu görmüşümdür. Bu âyetle yüce Allah, onun canını almakla görevli olan Bizim elçilerimiz "sizden daha yakın"dırlar demek istemiştir. "Ama" onları "göremezsiniz." 86Eğer siz gerçekten Hesaba çekilmeyecek olsaydınız; "Eğer siz gerçekten hesaba çekilmeyecek olsaydınız..." Siz gerçekten amellerinizin karşılığını görmeyecek ve bundan dolayı hesaba çekilmeyecek olsaydınız,., demektir. Yüce Allah'ın: "Gerçekten biz mi hesaba çekilip cezalandırılacağız?" (es-Saffat, 37/53) âyetinde de bu anlamda (aynı kökten gelen kelime) kullanılmıştır ki; hesaba çekilip, cezalandırılacağız, amellerimizin karşılığını göreceğiz, demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. (Allah'ın) mülkiyeti ve kahr u galebesi altında bulunmayanlar (olsaydınız).,, diye de açıklanmıştır. el-Ferrâ' ve başkaları "Ona sahib ve malik oldum" demektir, demişlerdir. Ayrıca el-Ferrâ', el-Hutay'a'nın şu beyitini de zikretmektedir: "Sen oğullarının işlerine öyle malik kılındın ki, sonunda Onları undan da daha ince bir hale soktun." Bununla sen onlara egemen ve hakim kılındın, onların maliki oldun, demek istemiştir. "Onu zelil kıldı, onu köleleştirdi" demektir. "Onu itaatim ve mülküm altına aldım, o da itaat altına girdi" denilir. el-Fâtiha Sûresi'nde "din gününün maliki" (1/4. âyet, 21. başlıkta) âyeti açıklanırken buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. 87Doğru söyleyenler İseniz onu geri çevirebilirdiniz. "Doğru söyleyenler iseniz onu" ruhu bedene "geri çevirebilirdiniz." Yani bunu asla geri çeviremeyeceksiniz. Böylelikle sizin malik ve egemeniniz olmadığım ve hesaba çekilmeyeceğinize dair iddialarınız da çürütülmüş olmaktadır. "Onu geri çevirebilirdiniz" âyeti yüce Allah'ın: "Hele o bir boğaza gelince" âyeti ile: "Eğer siz gerçekten hesaba çekilmeyecek olsaydınız" âyetlerinin cevabını teşkil etmekte, her ikisine tek bir cevab verilmiş bulunmaktadır. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. Arapların kimi zaman aynı anlamdaki iki hususu tekrar ettikleri de olur. Yüce Allah'ın: "Benden size bir hidayet gelir de kim Benim hidayetime uyarsa, onlar için korku yoktur ve onlar asla üzülmezler de" (el-Bakara, 2/38) âyeti da bu kabildendir. Burada iki şarta tek bir cevab verilmiştir. Diğerinin kendisine delâlet etmesi dolayısıyla birisinin hazfedildiği de söylenmiştir, İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir ki, ifadenin takdiri şöyledir: Eğer sizler gerçekten hesaba çekilmeyecek kimseler olsaydınız, onu geri çevirebilmeli değil miydiniz? Şu ölenin canını boğazına gelip dayandığı vakit niye, tekrar bedenine geri döndüremiyorsunuz? 88Eğer o yakınlaştırılmışlardan ise; "Eğer o yakınlaştırılmışlardan ise" âyeti ile yüce Allah, Ölüm esnasında ve öldükten sonra diriliş halinde insanların tabakalarını sözkonusu etmekte ve derecelerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır; "Eğer o" ölen şahıs "yakınlaştırılmışlardan ise" âyetinde sözü edilenler (ileriye geçenler olan) es-Sâbikûndur. 89Artık rahatlık, güzel kokular ve Naîm cenneti vardır (ona) "Artık Rahatlık, güzel kokular ve Naîm cenneti vardır" âyetinde (radıyallahü anhhatlık anlamı verilen): lâfzı genel olarak "re" harfi üstün ile okunmuştur. İbn Abbâs ve başkalarına göre bu dünyadan yana bir rahatlık vardır, anlamındadır. el-Hasen ise bu, rahmet demektir, diye açıklamıştır. ed-Dahhak istirahat ve dinlenmek diye açıklamıştır. el-Kutebi âyet kabirde onun için güzel esintiler vardır, demektir, diye açıklamıştır. Ebû'l-Abbas b. Atâ dedi ki: "Rahatlık" yüce Allah'ın yüzüne bakmak "reyhan (güzel kokular)" ise O'nun kelâmını ve vahyini dinlemektir. "Naim cenneti" ise orada yüce Allah'ı görmekten yana perdelenmemesi demektir. el-Hasen, Katade, Nasr b. Âsım, el-Cahderi, Ruveys ve Yakub'dan rivâyetle Zeyd ise - "rahatlık" anlamındaki lâfzı- şeklinde "re" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bu kıraat İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. el-Hasen dedi ki: (Bu okuyuştaki) Ruh'tan kasıt rahmettir, çünkü o da merhum (ölen) kimse için hayat gibidir. Âişe (radıyallahü anha) da şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "re" harfini ötreli olarak: diye okumuştur. Bu da; O kimse için cennette ebedi kalıcılık ve hayat vardır, demektir. İşte rahmet budur. "Güzel kokular" âyeti hakkında Mücahid ve Said b. Cübeyr rızık, Mukâtil Himyer dilinde rızktır diye açıklamışlardır. "Allah'ın rızkını taleb etmek üzere çıktım" denilir. en-Nemir b. Tevleb de şöyle demiştir: "O mutlak ilahın selâmı ve reyhanı (rızkı) Ve rahmeti (üzerine olsun), bir de bol nimet yağdıran bir sema." Katade, bu cennettir derken, ed-Dahhak rahmettir diye açıklamıştır. Bunun, hoş kokusu koklanan, bildiğimiz reyhan (fesleğen) olduğu da söylenmiştir. Bunu el-Hasen ve yine Katade de söylemiştir. er-Rabî' b. Haysem dedi ki: Bu ölüm esnasında olacaktır, cennet ise öldükten sonra diriltileceği vakte kadar onun için saklı tutulacaktır. Ebû’l-Cevzâ dedi ki: Bu ruhunun kabzedileceği vakit olacaktır. O reyhan demetleriyle karşılanacaktır. Ebul-Âliyye dedi ki: Dünyada mukarreblerden olan bir kimseye iki reyhan dalı getirilip, onları koklamadıkça hiçbir kimsenin ruhu bedeninden ayrılmaz. O bunları koklarken ruhu kabzedilir. "(Güzel kokular diye mana verilen) reyhan'ın asıl anlamı ve türeyişi ile ilgili açıklamalar daha önce er-Rahmân sûresi'nin baş taraflarında (15/12. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, oradan takib edilebilir. es-Sa'lebî de "ravh ve reyhan (radıyallahü anhhatlık ve güzel kokular)" ile ilgili olarak sözünü ettiklerimizden başka pekçok görüş sıralamış bulunmaktadır. Bunları görmek isteyen orada bulabilir. 90Ve eğer o Ashabul yemînden İse, Âyetin tefsiri için bak:91 91"Ashabu'l yeminden sana selâm olsun" (denir.) "Ve eğer o Ashabu'l-yeminden ise..." yani "eğer o" bu ölen şahıs "Ashabu’l-yeminden ise, Ashabu'l-yeminden sana selam olsun!" Yani sen onlardan sevdiğin esenlikten başka bir şey görmeyeceksin. Onlar adına üzülme, şüphesiz onlar Allah'ın azabından kurtulacaklardır. Manası: Onlardan selam olsun sana, şeklinde olduğu da söylenmiştir ki; sen onlar için üzülmekten yana kurtulacaksın, demektir. İkisinin de anlamı birdir. Bir diğer açıklamaya göre; ey Muhammed Ashabu'l-yeminden olan kimseler Allah'ın sana salat ve selam getirmesi için sana dua ederler, demektir. Onlar sana selam söylerler ey Muhammed, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir başka açıklamaya göre anlamı şudur: Ey kul, sen hoşuna gitmeyecek şeylerden yana esenliktesin. Çünkü sen Ashabu'l-yemindensin. Buna göre burada: "Çünkü sen" lâfzı hazfedilmiş olmaktadır. Ona ikram olmak üzere ona "es-selam" denilerek selam verilir, diye de açıklanmıştır. Buna göre selâmın nerede sözkonusu olacağı hususunda üç görüş bulunmaktadır. Birincisine göre, kişinin dünyada iken ruhunun kabzedileceği esnada ölüm meleğinin ona selam vereceğidir. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. İbn Mes’ûd da şöyle demiştir: Ölüm meleği mü’minin ruhunu kabzetmek üzere geleceğinde şöyle der: Rab bin sana selam söylüyor... Bu husus daha önce en-Nahl Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Onlar ki melekler hoş ve temiz olarak ruhlarını alırlarken." (en-Nahl, 16/32) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır. İkinci görüşe göre; kabirde kişiye soru sorulacağı vakit, Münker ve Nekir ona selâm verir. Üçüncü görüşe göre kıyâmet gününde ölümden sonra diriltileceği vakit melekler oraya (cennete) ulaşmasından önce ona selam vereceklerdir. Derim ki: Bu üç konumda da meleklerin ona selam verecek olması mümkündür. Böylelikle bu lütuf üstüne lütuf olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Eğer"in cevabı el-Müberrid'e göre hazfedilmiş olup, ifadenin takdiri: Her ne olursa olsun "Ashabu'l-yeminden selam olsun sana." Eğer o kimse Ashabu'l -yeminden ise "Ashabu'l-yeminden selam olsun sana" anlamındadır. Burada şartın cevabı (ikinci defa tekrarlanan! Ashabu'l-yeminden selam olsun, sana, ibaresi) daha Önceki ifadenin delâleti dolayısıyla hazfedilmiştir. Nitekim bir kimsenin: "Sen zalimsin, eğer bunu yaparsan" ifadesinde cevabın hazfedilmesi de bu kabildendir, çünkü daha önce geçen ifade (sen zalimsin tabiri) buna delâlet etmektedir. el-Ahfeş’in görüşüne göre ise; "sana selam olsun" anlamındaki âyetin başındaki "fe" harfi hem: İse" edatının cevabı, hem de: "Eğer"in cevabıdır. Bu da şu demektir: "İse" anlamındaki lâfzın cevabı daha önceki takdire göre "eğer" anlamındaki edatın cevabının yerini tutmaktadır. "Fe" harfi de buna göre her ikisinin cevabını teşkil etmektedir. ez-Zeccâc'a göre "İse" edatının anlamı, bir şeyden bir başka şeye geçişi ifade eder. Daha önce sözünü ettiğimiz hususu bırak, başka bir konuya geç, anlamına gelir. 92Eğer o yalanlayıcı sapıklardan İse; Âyetin tefsiri için bak:93 93Ona kaynamış sudan bir ziyafet, "Eğer o" ölümden sonra dirilişi "yalanlayıcı" ve hidayetten, hak yoldan uzak "sapıklardan ise, ona kaynamış sudan bir ziyafet vardır." Yani onların kaynar sudan bir rızıkları olacaktır. Nitekim yüce Allah: "Sonra gerçekten sizler ey sapıklar, yalanlayıcılar. Siz elbette Zakkum ağacından yiyeceksiniz," (el-Vâkıa, 56/51-52) diye buyurduğu gibi; "Sonra onun üzerine kaynamış sudan bir katkıları olacaktır." (es-Sâffât, 37/67) diye buyurmaktadır. 94Ve cehenneme bir atılış (vardır.) "Ve cehenneme bir atılış" yani cehennem ateşine girdiriliş vardır. Cehennemde bir ikamet ve onun türlü azablarının tadılması vardır, diye de açıklanmıştır. "Atılış" ile aynı kökten olmak üzere: "Onu cehenneme attı, ona cehennemi boylattı" denilir. Burada (âyette) mastar mef'ûle izafe edilmiştir. Nitekim Filan kişiye mal verilişi söz konusudur" tabiri ona mal verilir anlamında kullanılır. Bu âyet; şeklinde "te" harfi kesreli olarak da okunmuştur ki: "Cehenneme atılış şeklinde bir ikram vardır" demek olur. Diğer taraftan Ebû Amr "cahim: cehennemiden önceki "ce" harfini (cahîm'in) "cim" harfine idgam ile okumuştur ki böyle bir okuyuş (doğru okuma şeklinden) uzaktır. 95Şüphesiz ki bu, kesin bilgi veren hakkın ta kendisidir. "Şüphesiz ki bu, kesin bilgi veren hakkın ta kendisidir." Bizim sana bu anlattıklarımız katıksız ve kesin bilgidir. Burada -ki her ikisi de aynı şey oldukları halde- "hak"ın yakîn (kesin bilgi)'e izafe edilmesi lâfızlarının farklı oluşundan dolayı uygundur. el-Müberred dedi ki: Bu senin "aynu'l-yakîn, mahzu'l-yakîn (hakkın ta kendisi, katıksız kesin hak, gerçek)" demene benzer, O halde böyle bir tabir Kûfelilere göre bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi kabilindendir. Basralılara göre ise İşin gerçeği Kesin bilgi yahut kesin haberdir" takdirindedir. Bunun tekid olduğu da söylenmiştir. "Yakîn: kesin bilgi" lâfzının aslında "hak: gerçek"in sıfatı olduğu, mevsufun sıfata -mecaz ve kullanım genişliği imkânı ile- böyle geldiği de söylenmiştir ki; bu Oa yüce Allah'ın: "Âhiret yurdu" (Yusuf, 12/109) âyetine benzemektedir. Orada el-Ferrâ'’nın yurdun âhiret ile aynı şey olduğuna dair görüşü zikredilmiştir. Bu yftntiyle benzerlik gözetilmektedir. Katade de bu âyet-i kerîme hakkında şunları söylemektedir: Yüce Allah bu Kur'ân-ı Kerîm'in bildirdiklerinin kesin bilgiler olduklarını göstermedikçe hiçbir kimseyi bırakmaz. Mü’min dünyada iken buna kesin olarak inanır, bu inancının da kıyâmet gününde ona faydası olacaktır. Kâfir ise kesin bilgi ve inancın kendisine fayda vermeyeceği bir zaman olan kıyâmet gününde buna kesin olarak inanacaktır. 96O halde Rabbini büyük adıyla tesbih eti "O halde Rabbini büyük adıyla tesbih et!" Yani yüce Allah'ı kötülüklerden tenzih et. "İsmiyle" âyetinin başındaki "be" harfi zaiddir. "İsim" de müsemmânın kendisidir, "Tesbih et" âyetinin Rabbini hatırlamak ve O'nun emri ile namaz kıl, demek olduğu da söylenmiştir. Büyük Rabbînin ismini an ve O'nu tesbih et anlamında olduğu da söylenmiştir. Ukbe b. Âmir'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "O halde Rabbini büyük adıyla tesbih et" âyeti nazil olunca, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bunu rükûunuzda söyleyin" diye buyurdu. "O en yüce Rabbinin ismini tesbih et" (el-Âla, 87/1) âyeti da nazil olunca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bunu da sücudunuzda söyleyin." diye buyurdu. Hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, I, 250; İbn Hibbân, Sahih, V, 225; Hâkim, Müstedrek, II, 519; Dârimî, I, 34, İbn Mâce, I, 287, Müsned, IV, 155 Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. |
﴾ 0 ﴿