HADÎD SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Medine'de indiği ittifakla kabul edilmiştir, Yirmidokuz âyettir. el-İrbad b. Sâriye'den rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) uyumadan önce "el-Müsebbihât" sûrelerini okur ve: "Şüphesiz bunlarda bin âyetten daha faziletli bir âyet vardır" diye buyururdu. Tirmizi, V, 181; Ebû Dâvûd, IV, 313; Dârimî, II, 550; Nesâî, es-Sünenu'l-Kübrâ, V, 16. "el-Müsebbihât" ile el-Hadid, el-Haşr, es-Saf, el-Cumua ve et-Teğâbun Sûrelerini kastetmektedir. 1Göklerle yerde olanlar Allah'ı teşbih ederler. O Azizdir, Hakimdir. "Göklerle yerde olanlar Allah'ı teşbih ederler." Allah'ın şanını yüceltmekte ve kötülüklerden O'nu tenzih etmektedirler. İbn Abbâs dedi ki: "Göklerde" bulunan Allah'ın yaratmış olduğu melekler "ile yerde olanlar" canlı olsun, cansız olsun hepsi Allah'a dua etmektedirler. Bunun Allah'ın varlığına delâlet anlamında bir teşbih olduğu da söylenmiştir. ez-Zeccâc bunu kabul etmeyerek şöyle demektedir: Şayet bu delâlet yoluyla ve ilâhî sanatın etkilerinin ortaya çıkması yolu ile teşbih olsaydı, anlaşılır bir şey olurdu. Durum böyle ise yüce Allah'ın: "Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız." (el-İsra, 17/44) diye buyurması nedendir? Bu sözlü bir teşbihtir. Buna delil olarak da yüce Allah'ın: "Davud'a da onunla birlikte tesbih etsinler diye dağları... müsahhar kıldık." (el-Enbiyâ, 21/79) âyetini göstermektedir. Eğer bu teşbih Allah'ın varlığına delâlet anlamıyla bir teşbih olsaydı, o zaman Davud (aleyhisselâm)'ın özelliğinin anlamı ne olurdu? Derim ki: ez-Zeccâc'ın yaptığı bu açıklama sahih olandır. Bunun açıklaması ve buna dair bilgiler yüce Allah'ın: "Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur" (el-İsra, 17/44) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır. "O Azizdir, Hakimdir." 2Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir ve öldürür. O herşeye gücü yetendir. "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur." Bunların mülkü yalnız Ona aittir. Mülk ise malik olmak ve emrin geçerli olup yerine getirilmesi demektir. Şanı yüce Allah melik, Kadir ve Kahir olandır. Bununla yağmur ve bitki hazineleri ile diğer rızık hazinelerini kastettiği de söylenmiştir. "Diriltir ve öldürür." Dünya hayatında canlıları öldürür, ölümden sonra diriliş için de ölüleri diriltecektir. Ölü durumunda olan nutfeleri diriltir ve canlıları öldürür, diye de açıklanmıştır. "Diriltir ve öldürür" âyetinin O diriltir ve öldürür anlamında ref konumundu olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte: "O'nundur" âyetindeki mecrûrdan (o zamirinden) hal olarak: Diriltici ve öldürücü olarak "göklerin ve yerin mülkü onundur" anlamında nasb konumunda olması da mümkündür. Bu durumda cer edatı da onda âmil olur. "O, herşeye gücü yetendir." Yani hiçbir şey Allah'ı âciz bırakmaz. 3O hem Evveldir, hem Ahirdir, hem Zahirdir, hem Bâtındır. O, herşeyi en iyi bilendir. "O hem Evveldir, hem Âhirdir, hem Zahirdir, hem Bâtındır." âyetinde geçen isimlerin anlamı hususunda farklı görüşler vardır. Bunların anlamlarını "el-Kitabu'l-Esna" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu konuda söz söylemiş, hiçbir kimsenin görüşüne ihtiyaç bırakmayacak şekilde açıklamış bulunmaktadır. Müslim'in, Sahih'inda Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre şöyle buyurmuştur: "Allah'ım, Sen ilk olansın, Senden önce hiçbir şey yoktur. Sen Âhirsin, Senden sonra hiçbir şey yoktur. Sen Zahirsin, Senden üstün hiçbir şey yoktur. Sen Bâtınsın, Senden öte hiçbir şey yoktur. Borcumuzu öde ve bizi fakirlikten, ihtiyattan kurtar. " Müslim, IV, 2OK4; Tirmizi, V, 472, 51H; Ebû Dâvûd, IV, 312; İbn Mâce, II, \2V), 1274; Müsned, II, 3H1, 536. Peygamber bu âyeti ile; "Zahir" ile galib gelmesini "Bâtın" ile de âlim olmasını kastetmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "O herşeyi" olmuşu yahut olanı, olacağı "en iyi bilendir." Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. 4O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arş üstüne istiva edendir. O, yere gireni de, ondan çıkanı da, gökten ineni de, oraya yükseleni de bilendir. Nerede olursanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir. "O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arş üstüne istiva edendir" âyetine dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Araf Sûresinde (7/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "O yere gireni" oraya giren yağmur ve başka şeyleri "de, ondan çıkanı da" bitki ve başka şeyleri "gökten ineni de" rızık, yağmur ve melekleri "oraya yükseleni" oraya yükselen melekleri ve kulların amellerini "de bilendir." "Nerede olursanız O" kudreti, saltanatı (egemenliği) ve ilmiyle "sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir." Amellerinizi görür. Onlardan hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Yüce Allah bu âyet-i kerimede hem "Arş üstüne istiva eden" özelliğini, hem de "O sizinle beraberdir" özelliğini bir arada zikretmektedir. Bu iki ifadenin zahirlerini almak bir çelişkidir. O halde burada bir tevilin yapılmasının kaçınılmaz oluşuna bu delil teşkil etmektedir. Tevilden yüz çevirmek ise çelişkiyi kabul etmektir. İmâm Ebû'l-Meâli de şöyle demiştir: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem); İsra gecesinde, balığın karnında iken Metta oğlu Yûnus'tan yüce Allah'a daha yakın değildi. Bu daha önce geçmiş bulunmaktadır. 5Göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur. Bütün işler Allah'a döndürülür. "Göklerin ve yerin mülkü yalnız O'nundur." Bu tekrarlama tekid içindir. Yani gerçek manada mabud sadece O'dur. "Bütün işler" âhirette bütün mahlukatın işleri "Allah'a döndürülür." el-Hasen, el-A'rec, Yakub, İbn Âmir, Ebû Hayve, İbn Muhaysın, Humeyd, el-A'meş, Hamza, el-Kisâî ve Halef "döndürülür" anlamındaki âyeti "te" harfini üstün, "cim" harfini de kesreli olarak: "Döner" diye okumuşlardır, diğerleri ise: "Döndürülür" diye okumuşlardır. 6Geceyi gündüze bitiştirir; gündüzü de geceye bitiştirir. O kalblerin özünü en iyi bilendir. "Geceyi gündüze bitiştirir, gündüzü de geceye bitiştirir." âyeti(na dair açıklamalar) daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/27. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "O, kalblerin özünü en iyi bilendir." Kalblerde, vicdanlarda bulunanlar O'na gizli kalmaz. Bu sıfatlara sahib olana ibadetin terkedilip başkasına ibadet edilmesi doğru olamaz. 7Allah'a ve Rasûlüne îman edin. Sizi başlarına halife kıldığından da infak edin. Sizden îman edip infak edenler için büyük bir mükâfat vardır. "Allah'a ve Rasûlüne îman edin." Allah'ın bir ve tek olduğunu, Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğunu tasdik edin. "Sizi başlarına halife kıldığından da infak edin." Tasadduk edin Allah yolunda infak edin. Maksat farz olan zekâttır. Maksat farz olan zekâtın dışında çeşitli itaat yolları ile Allah'a yakınlaştırıcı hususlardır, diye de açıklanmıştır. "Sizi başlarına halife kıldığı" âyetinde mülkün asıl itibariyle yüce Allah'a ait olduğuna, kulun bu malda ise ancak Allah'ın razı olacağı tasarruf hakkına sahib olduğuna delil vardır. Bu şekildeki bir tasarrufa karşılık da yüce Allah kutunu cennet ile mükâfatlandırır. Halife kılındığı bu malları, Allah'ın haklarını yerine getirmek yolunda infak edip, bu harcamayı, bir kimsenin kendisine İzin vermesi halinde başkasının malından harcamasında olduğu gibi kolaylıkla yapabilen bir kimseye, pek çok sevab ve pek büyük bir ecir verilecektir. el-Hasen dedi ki; "Sizi başlarına halife kıldığı" sizden öncekilerden miras almanız suretiyle (halife kıldığı) demektir. Bu açıklama da bu malların gerçekte sizin mallarınız olmadığına ve sizin bu mallara karşı konumunuzun ancak vekiller konumunda olduğuna delildir. O halde bu mallar elinizden alınıp sizden sonrakilere geçmeden önce hakkı yerine getirmek suretiyle bu hususta fırsatı ganimet biliniz. "Sizden îman edip" salih ameller işleyerek Allah yolunda "İnfak edenler için büyük bir mükâfat" ki o da cennettir "vardır." 8Peygamber sizi Rabbinize îman etmeniz için davet edip dururken ve sizden kesin bir söz almış bulunuyorken, size ne oluyor da Allah'a îman etmiyorsunuz? Eğer îman edenler iseniz (sözünüzü yerine getirin). "Peygamber sizi... davet edip dururken... size ne oluyor da Allah'a îman etmiyorsunuz?." âyeti azarlamak kastı ile sorulmuş bir sorudur. Yani ileri sürebileceğiniz hiçbir gerekçe bırakılmamışken, îman etmemenizi haklı çıkarmak için ileri sürebileceğiniz mazeret nedir? Bununla şer'î hükümler gelmeden önce herhangi bir hükmün mükellefiyetinin sözkonusu olmadığını açıklamaktadır. "Ve sizden kesin söz de almış bulunuyorken" anlamındaki âyeti Ebû Amr "Ve sizden kesin bir söz alınmışken" şeklinde meçhul bir fiil olarak okumuştur, Diğerleri ise malum bir fiil olarak "sizden kesin bir söz almış bulunuyorken..." diye okumuşlardır. Mücahid dedi ki: Burada sözkonusu olan insanlar Âdem'in sulbünde bulunuyor iken: Allah sizin Rabbinizdir, sizin O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur, şeklinde insanlardan alınan kesin sözdür. Bir diğer açıklamaya göre; O size akıl vermekle Allah'ın Rasûlüne uymaya çağıran kesin delil ve belgeleri size karşı ortaya koymuş olmakla sizden kesin söz almış bulunmaktadır. "Eğer îman edenler iseniz" âyeti, çünkü siz îman edenlersiniz, demektir. Anlamının: Eğer sizler delillere ve belgelere îman ediyor iseniz (artık îman ediniz) demek olduğu da söylenmiştir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Eğer siz herhangi bir gün gerçekten îman edecek iseniz, işte şimdi imanınız için en uygun zamandır. Çünkü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamber olarak gönderilmiş olduğunun delilleri ve alametleri açıkça ortadadır, bunun belgeleri doğru bir şekilde ortaya konulmuş bulunmaktadır. Eğer siz yaratıcınız olan Allah'a îman edenlerseniz... anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü onlar Allah'ın yaratıcılığını kabul ediyorlardı. Bir başka açıklama da şöyledir: Bu, Îman eden ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendilerinden kesin söz aldıktan sonra İrtidad eden bir topluluğa hitaptır. "Eğer îman edenler iseniz" âyeti eğer sizler imanın şartlarını kabul ve itiraf ediyorsanız... demektir. 9Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indirmekte olandır. Muhakkak ki Allah size elbette çok Raûfdur, Rahîmdir. "Sizi karanlıklardan" şirk ve küfürden "aydınlığa" îmana, Kur'ân ile bir başka görüşe göre rasûl ile bir diğerine göre davet ile "çıkarmak için kuluna apaçık âyetler" Kur'ân-ı Kerîm'i kastetmektedir "İndirmekte olandır." Mucizeler diye de söylenmiştir. Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın beraberindeki mucizeler dolayısıyla ona îman etmeniz gerekmektedir ki, bu mucizelerin en büyüğü de Kur'ân-ı Kerîm'in kendisidir. "Muhakkak ki Allah size elbette çok Raûfdur, Rahîmdir." 10Göklerle yerin mirası Allah'ın olduğu halde ne oluyor size ki Allah yolunda İnfak etmiyorsunuz? Aranızda Fetihten önce infak edip savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz. Onların dereceleri Fetih sonrasında infak edip savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de el-Hüsnâyı vaadetmiştir. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Allah Yolunda İnfak Etmemek: "Göklerle yerin mirası Allah'ın olduğu halde" mirasın hak sahibine dönmesi gibi göklerde ve yerde bulunanların yok olmasından sonra gök ve yer O'na geri döneceğine göre "ne oluyor size ki Allah yolunda infak etmiyorsunuz.?" Allah yolunda ve sizi Rabbinize yakınlaştıracak hususlarda İnfak etmekten sizi alıkoyan nedir? Halbuki sizler mallarınızı geride bırakarak öleceksiniz ve bunlar Allah'a dönecektir. O halde âyet infak etmemekten ötürü bir azar mahiyetindedir. 2- İnfak Edenler Arasındaki Fark: "Aranızdan Fetihten önce İnfak edip savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz." Müfessirlerin çoğunun kanaatine göre Fetih'ten kasıt Mekke'nin fethidir. eş-Şa'bi' ve ez-Zühri ise Hudeybiye fethidir demişlerdir. Katade de şöyle demiştir: Biri diğerinden daha faziletli olmak üzere iki ayrı savaş ve biri diğerinden daha faziletli olmak üzere iki ayrı infak olmuştu. Mekke'nin fethinden önceki savaş ve infak, bundan sonra yapılan infak ve savaştan daha faziletlidir. İfadede hazfedilmiş lâfızlar vardır. "Aranızdan fetihten önce infak edip savaşanlar" ile fetihten sonra infak edip savaşanlar "bir olmaz" demektir. Bu lâfızlar ifadenin delaleti dolayısıyla hazfedilmiştir. Fetihten önce yapılan infakın daha büyük olmasının sebebi, müslümanların zayıflığı sebebiyle insanların bu infaka daha çok muhtaç oluşlarından dolayı idi. Diğer taraftan o dönemde infak edenlere infak daha ağır geliyordu. Mükâfat ve ecir, çekilen sıkıntıya ve zorluğa göredir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- Bu Âyet Ebû Bekir'in Faziletine Delildir: Eşheb'in rivâyetine göre Malik şöyle demiştir: Fazilet ve azimet sahibi kimselerin Öne geçirilmesi gerekir. Çünkü yüce Allah: "Aranızdan Fetihten önce infak edip savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz" diye buyurmuştur. el-Kelbi dedi ki: Bu âyet Ebû Bekr (radıyallahü anh) hakkında inmiştir. Ebû Bekr (radıyallahü anh)'ın faziletli olduğuna ve öne geçirilmesi gerektiğine de bu âyette delil vardır. Çünkü o, İslama giren ilk kişidir. İbn Mes’ûd'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kılıcını kuşanarak İslamını açığa vuran ilk kişi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ebû Bekir'dir. Diğer taraftan Allah'ın peygamberine ilk harcamada bulunan kişi de odur. İbn Ömer'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanında idim. Üzerinde göğsüne iliştirdiği bir abası bulunduğu halde Ebû Bekir de vardı. Cebrâîl inerek Ey Allah'ın peygamberi dedi. bana ne oluyor da Ebû Bekir'i üzerinde göğsünde iliklediği bir aba ile görüyorum? Bunun üzerine Peygamber: "O Fetihten önce malını bana harcadı" deyince, Cebrâîl şöyle dedi: Allah sana diyor ki: Ebû Bekir'e selam söyle ve ona bu fakir halinde hoşnut musun, yoksa kızgın mısın? diye sor. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu; "Ey Ebû Bekir yüce Allah sana selam ediyor ve sen bu fakir halinde hoşnut musun, yoksa kızgın mısın? diye soruyor." Ebû Bekir: Ben Rabbime mi kızayım? Şüphesiz Rabbimden razıyım, şüphesiz Rabbimden razıyım, şüphesiz Rabbimden razıyım dedi. Bunun üzerine Peygamber şöyle buyurdu: "Allah da sana diyor ki: Sen Benden razı olduğun gibi, Ben de senden razı oldum." Ebû Bekir ağladı, Cebrâîl (aleyhisselâm) da dedi ki: Ey Muhammed seni hak ile peygamber olarak gönderene yemin olsun ki, Arşı taşıyanlar da senin arkadaşın bu abayı giydiğinden bu yana aba giyindiler. İşte bundan dolayı ashab da Ebû Bekir'i önlerine geçirdiler ve onun önderliğinin kendilerini geride bıraktığını ikrar ettiler. Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) en öne geçmiştir. Ondan sonra Ebû Bekir geldi, üçüncüleri de Ömer'dir. Eğer huzuruma beni Ebû Bekir'e üstün tutan bir adam getirilecek olursa, mutlaka başkasına zina iftirasında bulunana uygulanan ceza olan sopa ve şahitliğinin kabul edilmemesi cezasını veririm. Çünkü önce müslüman olanlar kendilerinden sonra gelenlerden daha çok zorluk ve sıkıntılarla karşılaştılar. Aynı zamanda onların basiretleri de daha açık idi. 4- Din ve Dünya Ahkâmında Öne Geçmek ve Geride Kalmak: Öne geçmek ve geride kalmak bazen dünya hükümlerinde sözkonusu olabilir. Din hükümleri ile ilgili olarak Âişe (radıyallahü anhnhâ) şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlere insanları gerçek mevkilerine yerleştirınemizi emretmiştir. ) Müslim, I, 6; Ebû Dâvûd, IV, 261; Beyhaki, Şuahu l-itran. VII, 462. Şüphesiz ki mevkilerin en büyüğü ise namaz mertebesidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da (vefatı ile sonuçlanan) hastalığında şöyle buyurmuştur: "Ebû Bekir'e söyleyiniz. İnsanlara namaz kıldırsın." Buhâri, I, 236, 241, 241 III, 123B, VI, 2663; Müslim, I, 333, 516; Tirmizi, V, 613; Ebû Dâvûd, I, 248; Nesâî, II, 99, 100; İbn Mâce, 1, 339, 390, 391; Müsned, VI, 34, 96, 159, 210, 224, 229, 391; Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Cemaate yüce Allah'ın kitabını en iyi bilen kimse İmâm olur." Müslim, 1, 465; Tirmizi, 1, 459; Ebû Dâvûd, I, 159; Nesâî, II, 77; İbn Mâce, 1, 313; Müsned, III, 163, IV, 11H, 121, V, 272. diye buyurduğu gibi, "Yaşça en büyük olanınız size İmâm olsun" Buhâri, III, 1047; Müslim, I, 466 Tirmizi, I, 399; Dârakutni, 1, 346; Nesâî, 11, 88, 77; İbn Mâce, I, 313; Müsned, V, 53- diye buyurmuştur. Sözü geçen bu âyet daha önceden de geçmiş bulunan Malik b. el-Huveyris'in rivâyet ettiği hadiste zikredilmiştir. Buhâri ve daha başka ilim adamları bu hadisten "makam ve mevki itibariyle büyüklük"ü murad ettiğini anlamışlardır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Vela hakkı büyüklüğedir." diye buyurmuş olup bununla yaşça büyüklüğü kastetmemiştir. Malik ve başkaları da: Şüphesiz ki yaşın bir hakkı vardır, demişlerdir. Şâfiî ve Ebû Hanife de onu gözönünde bulundurmuşlardır. Elbetteki onun gözönünde bulundurulması da uygun bir şeydir. Çünkü hayırlı kimseler arasında, ilim ve yaşça büyük olmak nitelikleri birarada bulunacak olur ise, ilme öncelik tanınır. Dünya ahkâmına gelince, onlar da din ahkamına göre düzene konulmuştur. Dini bakımdan öne geçirilen bir kişi, dünyayı ilgilendiren hususlarda da öne geçilir. Nitekim rivâyetlerde şöyle denilmiştir: "Yaşça büyük olanımıza saygı göstermeyen, küçüğümüze merhamet etmeyen, aramızda ilim adamlarının hakkını tanımayan kimse bizden değildir." Dârimi, II, 470, 471, 480. Fertler hakkında sabit hadisçe de şöyle denilmiştir: "Genç bir delikanlı sırf yaşı dolayısıyla bir yaşlıya ikramda bulunacak olursa, mutlaka yüce Allah da o kimseye yaşlılığı sırasında ikram edecek kimseler takdir buyurur." Tîrmizi, IV, 372; Deylemi, Firdevs, IV, 61. Şairin birinin şu beyitleri zikredilmiştir: "Ey gençken kendisini etkileyen şımarıklık ve Övünçten dolayı yaşlıları ayıplayan kişi. Onları ayıplamak istersen hatırla Dedeni ve babanı ey kardeşimin oğlu, Ve bil ki gençlik geçip gidecektir, Seni bırakarak fakat bırakmaz seni onun günahı, Yaşlılara ikram etmeyip, Saygı göstermeyen Ve bir gün olsun yaşı da yaşlılık sınırına ulaşmamış olan kişi." 5- İnfak Edip Savaşanlara Allah'ın Vaadi: "Bununla beraber Allah hepsine de el-Hüsnâ'yı vaadetmiştir." Yani yüce Allah önceden geçen ilklere de, sonradan onlara yetişenlere de, hepsine derecelerinin farklılıkları ile birlikte cenneti vaadetmiştir. İbn Âmir "Hepsine" lâfzını merfu olarak diye okumuştur. Bu lâfız Şamlıların mushaflarında da böylece ref iledir. Diğerleri mushaflarındaki şekle göre nasb ile okumuşlardır, Bu lâfzı nasb ile okuyanlar fiilin amel etmesine binaen böyle okurlar. Yani: "Allah bununla beraber onların hepsine el-Hüsnâ'yı vaadetmiştir" takdirindedir. Ref ile okuyanların kıraati de şöyle açıklanır: Mef'ûl eğer başa geçecek olursa, fiilin ameli zayıflar. Diğer taraftan: "Ona vaadetmiştir" âyetinden "he" (ona) hazfedilmiştir. 11Allah'a karz-ı hasenle borç verecek kimdir? O da bunu o kimseye kat kat verecek, ayrıca o kimse için pek bol ve şerefli bir mükâfat da vardır. "Allah'a karz-ı hasenle borç verecek kimdir?" âyeti ile yüce Allah, Allah yolunda infakta bulunmayı teşvik etmektedir. Bu hususa dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/245. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Araplar güzel bir iş yapan herkese: "Karz etti': derler. Nitekim şair şöyle demiştir: "Sana bir karz verildiği vakit sen onun karşılığını ver, Gerçek şu ki, delikanlıdır karşılık veren deve değil." "Karz"a bu ismin veriliş sebebi bedelin geri alınması için çıkarılıp verilmiş olmasından dolayıdır. Yani Allah, kendisine pekçok kat fazlası ile yerine versin diye Allah yolunda kim malını İnfak eder? el-Kelbî dedi ki: "Karz" sadaka demektir. "Hasen" ise herhangi bir minnet (başa kakmak) ve eziyet sözkonusu olmaksızın içinden gelerek (samimiyetle) ve ecrini Allah'tan bekleyerek vermek demektir. "O da bunu o kimseye kat kat verecek." Yedi katından yedîyüz katına, yüce Allah'ın dilediği kadar kat kat fazlasıyla... Karz-ı hasen'in kişinin Subhanallahi velhamdu lillahi ve lâ ilahe İllallahu vallahu ekber" demesi olduğu da söylenmiştir. ibn Ebi Şeybe, Mûsannef.-VU. 191 İbn Ebi Şeybe bu rivâyetin senedini- 'Kabisa-Süfyân- Ebû Hayyan- Babası - ve onların bir hocası' diye kaydetmektedir Dolayısıyla bir sonraki notta işaret ettiğimiz Arapça baskıya hazırlayanın ihtimal belirten notu işaretli değildir. Beyhaki, Şuabu'l-Îman, 1, 436 da da aynı senedi vermektedir. Bunu Süfyan, Ebû Hayyan'dan Arapça baskıyı hazırlayanın belirttiğine jjtiıs doğrusu İbn Hihban olmalıdır. rivâyet etmiştir. Zeyd b. Eslem: Bu aileye harcamaktır, demiştir. el-Hasen nafile İbadetlerde bulunmaktır, diye açıklamıştır. Bunun hayır işlemek olduğu da söylenmiştir. Araplar: Filanın yanında benim doğruluk karzım ve kötülük karzım vardır (amelim vardır), derler. el-Kuşeyrî dedi ki: Karz-ı hasen, sadaka veren kimsenin niyeti samimi, gönlü hoş olarak vermesi demektir. Verdiği ile riyakarlık ve insanların işitmesi kastını gütmeden yalnızca Allah'ın rızasını aramak ve helal kazançtan vermektir. Kişinin malının kötüsünü seçip, sadaka olarak vermeye kalkışmaması da karz-ı hasenin bir parçasıdır. Çünkü yüce Allah: "Göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız aşağılık şeyleri seçerek vermeye yellenmeyin." (el-Bakara, 2/267) diye buyurmaktadır. Ayrıca hayatta kalmayı ümid ettiği durumda iken tasadduk etmelidir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sadakaların en faziletlisinin hangisi olduğu sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: "Sağlıklı, mala düşkün, hayatta kalmayı ümid ettiğin halde iken onu vermendir. Nihayet can boğaza gelip, varıncaya kadar işe ara vererek o hale gelince de: Filana şu, filana bu dememendir." Buhâri, II, 515; Müslim, II. 716; Nesâî'68. VI, 237; İbn Mâce, II, 903: Müsned, II, 231, 250, 415. Ayrıca sadakasını gizlemelidir. Çünkü yüce Allah: "Şayet onları gizler ve fakirlere verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır." (el-Bakara, 2/271) diye buyurmuştur. Verdiği sadakayı basa kakmaması da gerekir. Çünkü yüce Allah: "Sadakalarınızı başa kakmakla ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın." (el-Bakara, 2/264) diye buyurmaktadır. Verdiği şeyleri oldukça önemsiz görmelidir. Çünkü dünyanın tamamı pek az bir şeydir. Verdiği sadakanın en çok sevdiği maldan da olması gerekir. Çünkü yüce Allah: "En sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar birre kavuşamazsınız." (Âl-i İmrân, 3/92) diye buyurmaktadır. Verdiği sadakanın çok olması da gerekir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "(Azad edilen) kölelerin en faziletlisi en pahalı olanları ve sahiblerince en değerli kabul edilenleridir." Buhârî, II, S91; Müsned, II, 3HS, V, 171 2fi5. (İşte böyle sadaka veren) "o kimseye bunu kat kat verecek"dir. "O da bunu... kat kat verecek" anlamındaki âyeti İbn Kesîr ve İbn Âmir elif" harfini düşürerek: diye okumuşlardır. Ancak İbn Âmir ve Yakub "fe" harfini nasb ile okumuşlardır. Nâfi', Kûfeliler ve Basralılar ise bunu "elif harfi ile ve "ayn” harfini şeddesiz olarak: diye okumuşlardır, ancak Âsım "fe" harfini nasb ile okumuş, diğerleri ise: "Borç verecek" lâfzına atıf ile ref olarak okumuşlardır. Nasip ile okunması soruya cevab olmasına binaendir. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/271. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ayrıca o kimse için pek bol ve şerefli bir mükâfat" yani cennet "da vardır." 12O günde mü’min erkeklerle mü’min kadınları nurları önlerinde ve sağlarında koşar görürsün. "Bugün sizin müjdeniz -içlerinde ebedi kalıcılar olmak üzere- altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir." "O günde mü’min erkeklerle mü’min kadınları" âyetinde yer alan "o günde" lâfzında amil "ayrıca o kimse için pek bol ve şerefli bir mükâfat da vardır" anlamındaki âyettir. İfadede hazfedilmiş lâfızlar vardır. Yani senin kendisinde "mü’min erkeklerle, mü’min kadınları nurları önlerinde ve sağlarında koşar göreceğin o günde": "o kimse için pek bol ve şerefli bir mükâfat da vardır" demektir. "Nurları önlerinde ve sağlarında koşar görürsün." el-Hasen'in görüşüne göre sıratın üzerinde yürüdüğünü görürsün demektir. Bu da aydınlığında yürüyecekleri ışıklarıdır. el-Ferrâ'' dedi ki: "Sağlarında" âyetindeki "be" harfi: ",,,deT da" anlamındadır ki, bu da sağ taraflarında demek olur. Yahutta: anlamındadır ki; sağ taraflarından, demek olur. ed-Dahhak dedi ki: "Nurları" hidayetleri demektir. "Sağlarında" âyeti ile kastedilen onların kitapları (amel defterleri)dir. Bu açıklamayı et-Taberî de tercih etmiştir. Yani amel defterleri sağlarında olduğu halde, îmanları ve salih amelleri önlerinden koşacaktır. Buna göre burada "be" edatı anlamındadır. Bu açıklamaya göre: "Önlerinde" lâfzı üzerinde vakıf yapılabilir, fakat anlamında olursa vakıf yapılmaz. Sehl b. Sa'd es-Sâidî ile Ebû Hayve, elifi kesreli olarak: diye okumuşlardır. Bu okuyuşa göre "îmanları" ile kastedilen, küfrün zıttı olan imandır. Bu durumda zarf olmayan bir lâfzın zarfa arfodilmesine sebeb ise, zarfın hal anlamında olup hazfedilmiş bir lâfza taalluk etmesinden dolayıdır. Anlam da "Nurları önlerinde" olduğu halde ve "îmanları ile" birlikte olarak "koşar" demek olur. Bu durumda yüce Allah'ın "önlerinde" lâfzı bizatihi "koşar" anlamındaki fiile taalluk etmez. "Nûr" ile Kur'ân'ı kastettiği söylenmiştir. İbn Abbâs'tan rivâyete göre: Nurları amellerine göre onlara verilecektir. Kimisine nuru hurma ağacı büyüklüğünde verilecek, kimisine nuru ayakla duran bir adam gibi verilecektir. Aralarında nurları en az olan kişi, nuru ayağının baş parmağı üzerinde olacak olan kimsedir. Kimi zaman, sönecek, kimi zaman yanacaktır. Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre Allah'ın Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Mü’minlerden kimisinin nuru Medine ile Aden ya da Medine ile San'a arasındaki bir bölge gibi bir yeri aydınlatacaktır. Kimisi daha aşağı bir bglgeyi aydınlatacak; ta ki aralarında nuru ancak ayaklarını bastığı yeri aydınlatacak olan kimseler de olacaktır." İbn Kesîr, Tkfsir, IT 56, ve IV, 309da Katâde'den mürsel bir rivâyet olarak zikretmektedir el-Hasen dedi ki: -Önceden de geçtiği üzere- Sırat üzerinde onunla aydınlansınlar diye (onlara bu nûr verilecektir). Mukâtil dedi ki: Bu nûr kendilerine cennete bir kılavuz olsun diye verilecektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Bugün sizin müjdeniz altlarından ırmaklar akan cennetlerdir." İfadenin takdiri şöyledir: Onlara: "Bugün sizin müjdeniz"... cennetlere girmektir, denilecektir. Muzafın hazfedildiğini takdir etmek kaçınılmazdır, çünkü müjde bir olaydır. Cennet ise muayyen bir varlıktır. Dolayısıyla müjdenin kendisi cennet olamaz. (Bundan dolayı müjdeniz cennete giriştir, şeklinde muzaf takdir edilmiştir.) "Altlarından ırmaklar akan" yani süt, su, şarap ve bal ırmakları o cennetin meskenlerinin altından akar. "İçlerinde ebedi kalıcılar olmak üzere" âyeti da hazfedilmiş bulunan "giriş"den haldir. İfadenin takdiri de şöyledir: "Bugün sizin müjdeniz altlarından ırmaklar akan cennetler'e giriştir. Sizin orada ebedi kalışınız takdir edilmiştir. Hal "sizin müjdeniz" lâfzından değildir, çünkü burada sıla ile mevsul arasında fasıl sözkonusudur. Bununla birlikte müjdenin delâlet ettiği şeyden hal olması mümkündür. Ebedi kalıcılar olarak size müjde verilmektedir, denilmiş gibidir, "Bugün" anlamındaki zarfın "sizin müjdeniz" den haber olması ve "cennetlerdir" âyetinin -önceden geçtiği üzere- muzafın hazfedilmiş olduğu takdirine binaen "müjde"den bedel olması da mümkündür. "Ebedi kalıcılar" lâfzı da önceden geçtiği üzere hal olur. el-Ferrâ'', "cennetler" anlamındaki lâfzın hal olarak nasbedilebileceğini kabul etmiştir. Şu kadar var ki "bugün" anlamındaki lâfız "sizin müjdeniz"den haber olur, ancak bu uzak bir ihtimaldir. Zira "cennetlerdir" lâfzında fiil manası yoktur. Ayrıca o "sizin müjdeniz" anlamındaki lâfzın: "Onlara ... diye müjde verirler" anlamında nasb olabileceğini kabul etmiş ve bu durumda "cennetler" anlamındaki lâfız "müjde" ile nasbedilmiş olur. Böyle bir açıklamaya göre ise sıla ile mevsul birbirinden ayrılmış olur. 13O günde münafık erkeklerle, münafık kadınlar mü’minlere: "Bizi bekleyin de nurunuzdan aydınlanalım" diyecekler. "Arkanıza dönün de nûr arayın" denilecek. Aralarında iç tarafında rahmet, dış tarafında ise önünde azap bulunan, kapısı olan bir duvar çekilecektir. "O günde münafık erkeklerle... diyecekler" âyetindeki: "O günde" âyetindeki âmil: "İşte bu büyük kurtuluşun ta kendisidir" (12. âyet) âyetidir. Bunun daha önce geçen: "o günde" lâfzından bedel olduğu da söylenmiştir. "Bizi bekleyin... aydınlanalım" âyeti genel olarak baştaki "elif'in ötreli "zf harfine vasl ile: "Bekledi" fiilinden gelen bir emir olarak okunmuştur. Bu ise beklemek (intizar) anlamında olup, bizi bekleyiniz demektir, el-Âmeş, Hamza ve Yahya b. Vessab ise "kat' elifi" ile ve: den gelen bir emir olarak "21" harfini esreli okumuşlardır ki, bu da bize mühlet veriniz, bize süre tanıyınız, demektir. "Onu erteledim, ona süre verdim" demektir. "Ondan mühlet istedim" anlamındadır, el-Ferrâ'' dedi ki: Araplar: "Bana mühlet ver, bana süre tanı" derler deyip, Amr b. Kulsum'un şu beyitini (bu anlamdaki kullanılışa kanıt olarak) zikretmektedir: "Hind'in babası bize acele etme, Ve bize mühlet tanı da, biz sana kesin olanı haber vereceğiz." Burada görüldüğü gibi "bize süre tanı" anlamındaki fiil: anlamındadır. "Nurunuzdan aydınlanalım." Nurunuz ışığında aydınlanalım demektir. İbn Abbâs ve Ebû Umame dedi ki: Kıyâmet gününde insanları bir karanlık bürüyecektir. -el-Maverdi dedi ki: Zannederim bu herkes hakkında ayırdedici hükmün verilmesinden sonra olacaktır- sonra da kendilerine aydınlığında yürüyecekleri bir nûr verilecektir. Müfessirler dedi ki: Yüce Allah Kıyâmet gününde mü’minlere amellerine göre ışığında Sırat üzerinde yürüyecekleri, bir nûr verecektir. Münafıklara da aynı şekilde onları aldanışa düşürmek üzere bir nûr verecektir. Buna delil de yüce Allah'ın; "Halbuki o hilelerini başlarına geçirir" (en-Nisâ, 4/142) âyetidir. Bir başka açıklama da şöyledir: Onlara nûr verilmesinin sebebi, kâfirler dışında hepsinin daveti kabul edenler arasında görünmesinden dolayıdır. Daha sonra da münafıklığından ötürü münafığın nuru alınacaktır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Ebû Umame de şöyle demiştir: Mü’mine nûr verilir, kâfir ile münafık ise nursuz olarak terkedilir. el-Kelbî şöyle demektedir: Hayır, münafıklar mü’minlerin nuru ile aydınlanırlar. Ayrıca onlara nûr verilmez. Onlar yürümekte iken Allah onların arasına bir rüzgar ve bir karanlık gönderecek ve bununla münafıkların nurunu söndürmüş olacaktır. İşte yüce Allah'ın: "Rabbimiz bize nurumuzu tamamla!" (et-Tahrim, 56/8) âyeti bunu anlatmaktadır. Bu sözü, mü’minlerin nurları münafıklardan alıkonulduğu gibi, kendi nurları alıkonulur korkusuyla söyleyeceklerdir. Münafıklar karanlıkta kalacaklarında ayaklarını koyacakları yerleri göremeyecekler ve mü’minlere: "Bizi bekleyin de nurunuzdan aydınlanalım" diyeceklerdir. "Arkanıza dönün de nûr arayın denilecek" Yani melekler onlara: "Arkanıza dönün... diyeceklerdir." Hayır, bu mü’minlerin kendilerine söyleyecekleri bir sözdür diye de açıklanmıştır. Yani bizim nuru aldığımız yere "arkanıza dönün" nuru kendiniz adına orada arayın. Sizler bizim nurumuzdan aydınlanamazsınız, diyeceklerdir. Böylece onlar geri dönüp de nûr aramak için ayrılacaklarında: "Aralarına... bir duvar çekilecektir." Denildi ki: Yani sizler îman etmek suretiyle ne diye dünyada nûr aramadınız denilecektir. "Bir duvar" âyetindeki "be" sıladır (zaiddir). Bu açıklamayı el-Kisâî yapmıştır. Buradaki "Sûr: duvar" cennet ile cehennem arasındaki bir engeldir. Rivâyet olunduğuna göre bu Sûr cehennem vadisi diye bilinen Beytu’l-Makdîs'in yakınındaki bir yerdedir. "İç tarafında" yani mü’minlerin bulunduğu tarafta "rahmet, dış tarafında ise" yani münafıklara bakan tarafında "önünde azap bulunan kapısı olan bir duvar çekilecektir." Ka'b el-Ahbar dedi ki: Bu da Beytu'l-Makdis'te Rahmet kapısı diye bilinen kapıdır. Abdullah b. Amr dedi ki: Bu Beytu'l-Makdis'in doğu tarafındaki bir Sûr (duvar)dır. Onun iç tarafında mescid vardır, "dış tarafında ise önünde azap" yani cehennem "bulunan kapısı olan. bir duvar çekilecektir." Buna yakın bir açıklama da İbn Abbâs'tan yapılmıştır. Ziyad b. Ebi Sevade dedi ki: Ubade b. es-Samit, Beytu'l-Makdis'in doğu tarafındaki duvarı üzerine dikildi ve ağlayıp dedi ki: İşte Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize buradan cehennemi gördüğünü haber vermiştir. Katade dedi ki: Bu cennet ile cehennem arasındaki bir duvar olup "iç tarafında rahmet" yani cennet "dış tarafında ise önünde azap" yani cehennem "bulunan, kapısı olan bir duvar çekilecektir." Mücahid dedi ki: Bu el-A'raf Sûresi'nde geçtiği gibi bir perdedir. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/46. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İç tarafındaki rahmetin mü’minlerin nuru, dış tarafındaki azâbın münafıkların karanlığı olduğu da söylenmiştir. 14Onlara: "Biz sizinle beraber değil miydik?" diye seslenirler. "Evet ama siz -Allah'ın emri gelinceye kadar- nefislerinizi helake bıraktınız, bekleyip durdunuz, şüphe ettiniz, kuruntular da sizi aldattı. O çok aldatıcı da sizi Allah ile aldatıp durdu." Münafıklar "onlara" yani mü’minlere "biz" dünyada iken "sizinle beraber değil miydik derler." Yani sizin gibi namaz kılmıyor muyduk? Sizin gibi gazaya çıkmıyor muyduk? Sizin yaptıklarınızın benzerini yapmıyor muyduk? Mü’minler: "Evet" zahiren bizimle birlikte idiniz, "ama siz... nefislerinizi helâk öirHJtriniz.-" Fanı'enüîhizı fîtnelere saptırdınız, Mücahid: Münafıklıkla onu helâk ettiniz, diye açıklamıştır. Mahiyetlerle diye de açıklanmıştır ki; bu açıklamayı Ebû Sinan yapmıştır. Arzu ve isteklerle, lezzetlere dalmakla diye de açıklanmıştır. Bunu da Ebû Numeyr el-Hemdânî rivâyet etmiştir. "Bekleyip durdunuz" yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ölmesini, mü’minlerin başına türlü musibetlerin gelmesini beklediniz. Bir başka açıklamaya göre tevbeyi geciktirerek "bekleyip durdunuz, şüphe ettiniz" tevhid ve peygamberlik hususunda tereddüte kapıldınız, "kuruntular da" batıl şeyler de "sizi aldattı." Uzun emel denildiği gibi, maksat onların mü’minlerin zayıf düşmeleri ve başlarına musibetlerin gelip çatmasını istemeleridir, diye de açıklanmıştır. Katade dedi ki: Buradaki "kuruntulardan kasıt, şeytanın aldatmalarıdır. Dünya olduğu da söylenmiştir ki, bu açıklamayı Abdullah b. Abbas yapmıştır. Ebû Sinan dedi ki: Bu onların: Bizim günahlarımız bağışlanacaktır, demeleridir. Bilal b. Sa'd dedi ki: Senin yaptığın iyilikleri hatırlayıp kötülüklerini unutman, bir kuruntu ve aldanıştır. "Allah'ın emri" yani ölüm "gelinceye kadar" (bu durumunuz devam edip gitti). Allah'ın emrinden kastın peygamberine yardım etmesi, onu zafere kavuşturması olduğu söylendiği gibi, Katade onların cehennem ateşine atılmasıdır, demiştir. "O çok aldatıcı" İkrime'nin açıklamasına göre şeytan" da sizi Allah ile aldatıp durdu." Buradaki "çok aldatıcı"nın dünya olduğu da söylenmiştir ki, bu da ed-Dahhak'ın açıklamasıdır. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Geri kalanlar için maziden ibret alınacak hususlar vardır. Sonraki için birincisinden kötülükten vazgeçmeyi gerektirecek Örnekler vardır. Bahtiyar kişi tamahkârlığa aklanmayan, aldatıcı şeylere meyletmeyen kimsedir. Ölümü hatırlayan kimse temennileri unutur. Emeli uzayıp giden kimse ameli unutur ve ecelden yana gafil olur. "el-Ğarûr: O çok aldatıcı" lâfzının mübalağa kipiyle gelmesi çokluk ifade ettiğinden ötürüdür. Ebû Hayve, Muhammed b. es-Semeyka ve Simâk b. Harb ise "gayn" harfi ütreli olarak: "el-ğurûr" diye okumuşlardır ki, batıl şeyler demek olur, bu da mastardır. İbn Abbâs'tan şöyle dediği zikredilmiştir: Allah'ın Peygamberi bize birtakım çizgiler çizdi. Bunlar arasında bir kenarda da bir çizgi çizdi. Dedi ki: "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz? Bu insanoğlu ile onun temennilerinin misalidir. Şu çizgiler emellerdir. O temenni edip dururken ölüm ansızın onu gelip bulur." İbn Mâce, II, 1414. İbn Mes’ûd'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize dörtgen şeklinde bir çizgi çizdi. Onun ortasına da bir çizgi daha çizip, bu çizgiyi dörtgen çizginin dışına taşırdı. Sağında ve solunda ise küçük bir takım çizgiler çizip şöyle buyurdu: "Bu Âdem oğludur, bu ise onun etrafını çeviren ecelidir. Şu ise ecelini aşıp geçmiş olan emelidir. Bu küçük çizgiler ise ona arız olan (karşısına çıkan) hususlardır. Eğer bu ona isabet etmezse, onu bu ısırır. Bu ona isabet etmezse, onu bu ısırır." Buhâri, V, 2359; Miinziri, Tergib, IV, 122'de belirttiğine göre hadisi ayrıca Tirmizi, Nesâî ve İbn Mâce'de rivâyet etmiştir. 15İşte bugün sizden de, kâfir olanlardan da hiçbir fidye alınmaz. Varacağınız yer ateştir, size lâyık olan odur. O ne kötü dönüş yeridir. "İşte bugün" ey münafıklar "sizden de, kâfir olanlardan da hiçbir fidye alınmaz" âyeti ile kurtuluştan yana ümitlerini kesmektedir. "Alınmaz" anlamındaki âyet genel olarak ye ile: diye okunmuştur. Çünkü "fidye" lâfzının müennesliğî hakiki değildir. Ayrıca bu lâfız ile fiil arasında da fasıla (başka kelime) girmiştir, İbn Âmir ve Yakub ise te ile: diye okumuşlardır. "Fidye"nin müennesliği dolayısıyla Ebû Hatim bu okuyuşu tercih etmiştir. Birincisi ise Ebû Ubeyd'in tercihidir. Yani yüce Allah sizden herhangi bir bedel, bir karşılık ya da bir başka canı feda etmeyi kabul etmeyecektir. "Varacağınız yer" ikamet edeceğiniz ve kalacağınız yer "ateştir. Size layık olan odur." Size daha çok o yakışır. "Mevlâ: Layık olan" ise; insanın işlerini görmeyi üstlenen kişiye denilir. Daha sonra bir şeyin yanından ayrılmayan, onun yakasını bırakmayan şey hakkında kullanılır olmuştur. Ateş onların işlerine sahib olacaktır, demektir diye de açıklanmıştır. Yani yüce Allah ateşe hayat ve akıl verecek ve o da kâfirlere Öfkesinden Ötürü âdeta birbirinden ayrılacaktır. Bundan dolayı yüce Allah'ın şu âyetinde belirtildiği gibi: "O günde Biz cehenneme: Doldun mu? diye soracağız. O da: Daha var mı? diyecek" (Kaf, 50/30) âyetinde görüldüğü gibi cehenneme hitab edilecektir. "O ne kötü dönüş yeridir!" Dönüş yeri ve varış yeri olarak o çok kötüdür. 16Îman edenlerin kalplerinin, Allah'ın zikrine ve inen hakka karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman ve kendilerine önceden kitab verilip te üzerlerinden uzun bir zaman geçti diye kalpleri katılaşmış bulunanlar gibi -ki onların çoğu fâsık kimselerdir- olmamaları zamanı gelmedi mi? "Îman edenlerin... zamanı gelmedi mî?" Yaklaşmadı mı? Vakti gelmedi mi? demektir. Şair şöyle demektedir: "Ey kalb, cahilliği terketmemin zamanı, Ve açıkça görülen ağarmış saçların, aklımızı başımıza getirmesinin vakti gelmedi mi?" Bu fiilin mazisi kasr ile: "Vakti, zamanı geldi" şeklinde olup muzârii: ...diye gelir. Med ile: "Bu işi yapman için zaman gelmedi mi, geliyor, gelmek" denilir. Anlam itibariyle Senin için zamanı geldi" gibidir ki, medli kullanılış da kasr ile kullanılışın maklubudur. (Fiilin sonundaki med harfi ilk harfine kalbedilmiş şeklidir.) İbnu's-Sikkît şu beyiti zikretmektedir: "Körlüğümün açılma zamanı gelmedi mi Ve artık Leyla'yı anmaktan vazgeçmenin? Evet, benim için bu zaman gelmiş bulunuyor." Şair burada bu fiili her iki şekliyle de kullanmış olmaktadır. "Zamanı gelmedi mi?" anlamındaki âyeti el-Hasen: "diye okumuştur ki, bunun aslı: "..medi mi" şeklinde olup, buna fazladan ilave edilmiştir. O halde bu bir kimsenin Böyle olmuştur" diyenin sözünü nefyederken kullanılır: de, "Böyle oldu" diyenin sözlerini nefyetmek için kullanılır. Müslim'in, Sahîh'inde İbn Mes’ûd'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir; Bizim müslüman olmamız ile Allah'ın şu: "Îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine... karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi?" âyeti ile bize sitemde bulunması arasında sadece dört yıllık bir zaman geçmiştir Müslim, IV, 2319. el-Halil dedi ki: "Sitem nazlıca hitab etmek ve içten içe bir rahatsızlığı hatırlatmak" demektir. Bu fiilden "Ben ona sitem ettim, sitem etmek" denilir. "Allah'ın zikrine ve inen hakka karşı yumuşayarak saygı ile" zilletle ve yumuşaklıkla "boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi." Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı Medine'de bolluk ile karşılaştıklarında çokça şakalaşıp gülmeye başladılar. Bu âyet-i kerîme nazil olunca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Şüphesiz ki yüce Allah sizin zillet ile ve saygı ile bovun eğiğinizin geciktiğini bildirmektedir." diye buyurdu. O vakit ashab: "Saygı ile ve zilletle artık boyun eğiyoruz" dediler. İbn Abbâs dedi ki: Allah mü’minlerin kalplerinin (boyun eğmekte) geciktiğini gördü. Bu bakımdan Kur'ân'ın nüzulünün onüçüncü yılı başında onlara sitem etti. Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, VIII, 5H. Bu âyetin hicretten bir yıl sonra münafıklar hakkında İndiği de söylenmiştir. Şöyle ki; onlar Selman'dan Tevrat'taki hayret verici hususlardan kendilerine sözetmesini istediler. Bu sefer: "Elif, Lam, Râ. Bunlar apaçık kitabın âyetleridir... Biz sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle en güzel kıssayı sana anlatacağız." (Yusuf, 12/1-3) buyrukları indi. Böylelikle onlara anlatılan bu Kur'ân'ın başka kitaplardan daha güzel ve onlar için daha faydalı olduğunu bildirdi. Onlar da Selman'dan böyle bir şey istemekten vazgeçtiler. Daha sonra yine birincisinin benzeri bir istekte bulununca bu sefer de yüce Allah'ın: "Îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine ve inen hakka karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi" âyeti indi. Bu tevile göre sözü edilen "mü’minler" sadece dil ile îman ettiklerini açıklayan kimselerdir. es-Süddî ve başkaları ise şöyle demiştir: İçlerinde küfrü gizlemekle birlikte zahiren "îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine... yumuşayarak, saygı ile boyun eğecekleri zaman gelmedi mi" demektir. Âyet mü’minler- hakkında inmiştir; diye de söylenmiştir. Sa'd dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü bize kıssa anlatsan, diye söylenince yüce Allah'ın: "Biz sana en güzel kıssayı anlatıyoruz" (Yûnus, 12/3) âyeti nazil oldu. Aradan bir süre geçtikten sonra bu sefer: Bize bir şeylerden sözetsen, deyince de bu sefer "Allah sözün en güzelini... indirmiştir " (ez-Zümer, 39/23) âyeti nâzil oldu. Aradan bir süre geçtikten sonra; Keşke bize hatırlatmada bulunsan, öğüt versen, dediler. Bunun üzerine de yüce Allah: "Îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine ve inen hakka karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi" âyeti indi, Yakın bir rivâyet Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VIII, 5H. Buna yakın bir rivâyet te İbn Mes’ûd'dan gelmiştir. O dedi ki: Bizim müslüman olmamız ile bu âyet-i kerîme ile bize sitem edilmesi arasında sadece dört yıllık bir süre geçmiştir. Birbirimize bakmaya ve biz acaba ne yaptık, demeye koyulduk. el-Hasen dedi ki: Onlar yarattıkları arasında en çok sevdiği kimseler olmakla birlikte onların geciktiklerini ifade buyurdu. Bir diğer görüşe göre bu hitab Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a inanmayıp Mûsa ve Îsa'ya îman eden kimseleredir. Çünkü bunun akabinde: "Allah'a ve peygamberlerine îman edenler..." (el-Hadid, 57/19) diye buyurmaktadır. Yani Tevrat'a ve İncil'e îman eden kimselerin kalplerinin Kur'ân'a karşı yumuşamaları ve Mûsa ve Îsa kavminin erken dönemlerinde gelmiş bulunanlar gibi olmamaları zamanı gelmedi mi? Çünkü bunlar ile kendileri arasındaki zaman ile peygamberleri arasındaki zaman uzayıp gitmiş, bundan dolayı da kalpleri katılaşmıştı. "Olmamaları" âyeti: anlamındadır. O halde bu âyet: "Saygı ile boyun eğecekleri" anlamındaki fiile atfedilerek nasb olmuştur. Nehy olarak cezm olduğu ve: “Olmasınlar" takdirinde olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamanın delili, Ruveys'in Yakub'dan rivâyet ettiği "te" harfi ile: "Olmayınız" şeklindeki kıraatidir. Bu aynı zamanda Îsa ve İbn İshak'ın da kıraatidir. Yahudilerle, hristiyanların yolundan gitmeyiniz. Onlara Tevrat ve İncil verildi ve aradan uzun zaman geçti... demektir. İbn Mes’ûd dedi ki: İsrailoğullarının üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaştı. Bunun neticesinde kendiliklerinden bir kitab uydurdular ve bu hoşlarına gitti. Çünkü hak kendileri ile arzularının çoğunu gerçekleştirmesi arasına engel teşkil ediyordu. Sonunda Allah'ın kitabını sanki hiçbir şey bilmiyormuşcasına arkalarına atıverdiler ve şöyle dediler: Şu kitabı İsrailoğullarına teklif ediniz. Eğer size uyarlarsa, onlara ilişmeyiniz. Aksi takdirde onları öldürünüz. Daha sonra bu kitabı ilim adamlarından birisine göndermek kanaati etrafında birleştiler ve şöyle dediler: Çünkü eğer bu hususta o bize uyarsa, kimse bize muhalefet etmeyecektir. Kabul etmezse onu öldürürüz. Ondan sonra da kimse bize muhalefet etmeyecektir. Bu ilim adamına haber gönderdiler. O da Allah'ın kitabını bir yaprağa yazıp, onu bir boynuzun içerisine sokup, boynuna astı, üzerine de elbiselerini giyindi. Yanlarına geldiğinde yazdıkları kitabı ona sundular ve: Buna îman ediyor musun dediler. O da elini göğsüne vurarak -göğsünde asılı bulunan kitabı kastederek-: Buna îman ettim, dedi. Bunun sonucunda da İsrailoğulları yetmiş küsur fırkaya ayrıldı. O fırkaların en hayırlıları ise bu boynuz sahibi kimsenin etrafında toplananlardır. Abdullah (b. Mesud devamla) dedi ki: Sizlerden ömrü vefa edenler pek yakında münker şeyler görecektir. Değiştirme imkânını bulamayacağı bir münkeri herhangi biriniz görecek olursa, Allah'ın o kimsenin bu münkeri kalpten hoş karşılamadığını bilmesi ona yeter. Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VIII, 59 Mukâtil b. Hayyan dedi ki: Yani Kitab ehlinin mü’minleri üzerinden uzun bir zaman geçti ve onlar yeni bir peygamberin gönderiliş zamanının çok geciktiğini düşünmeye başladılar. Bunun üzerine "kalpleri katılaşmış" oldu. "Ki onların çoğu fâsık kimselerdir." Bununla da ruhbanlığı ortaya koyan ve manastırlarda ibadete çekilen kimseleri kastetmektedir. Bir diğer görüşe göre ise dinine nasıl uyacağını bilemeyecek kadar fıkhı bilgisi bulunmayan, bununla birlikte bilenlere de muhalefet eden kimseleri kastetmektedir. Bunların yüce Allah'ın bilgisine göre îman etmeyen kimseler oldukları da söylenmiştir. Onlardan bir kesim Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilinceye kadar Îsa'nın dini üzere sebat ettiler. Peygamber gelince ona îman ettiler. Bir kesim de Îsa (aleyhisselâm)'in dininden döndüler. Yüce Allah'ın fâsık olduklarını belirttiği kişiler de bunlardır. Muhammed b. Ka'b dedi ki: Ashab Mekke'de kıtlık içerisinde idi. Medine'ye hicret edince bolluk ve nimet ile tanıştılar. Daha önce içlerinde bulundukları halden uzaklaştılar, bunun sonucunda da kalpleri katılastı. Yüce Allah onlara öğüt verince de ayıktılar. İbnu’l-Mübarek şunu zikretmektedir: Bize Malik b. Enes haber verdi dedi ki: Bana ulaştığına göre Îsa (aleyhisselâm), kavmine şöyle demiştir: Yüce Allah'ı anmaksızın çokça konuşmayın, çünkü o vakit kalpleriniz katılaşır. Şüphesiz katı kalb Allah'tan uzaktır, fakat siz bilmezsiniz. Başkalarının günahlarına sizler rab imişeesine bakmayınız. O günahlara -ya da kendi günahlarınıza dedi- kendiniz kul imişeesine bakınız. Çünkü insanlar iki türlüdür. Kimisi afiyet içerisindedir, kimisi belalara maruzdur. Belalara maruz olanlara merhamet ediniz, esenlikte afiyette olduğunuz için de Allah'a hamdediniz. Şu: "Îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine... karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi" âyeti el-Fudayl b. Iyad ile İbnu'l-Mübarek'in -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- tevbe etmelerine sebeb teşkil etmiştir. Ebû'l-Mutarrif Abdu'r-Rahmân b. Mervan el-Kalanîsî dedi ki: Bize Ebû Muhammed el-Hasen b. Ruşeyk anlattı, dedi ki: Bize Ali b. Yakub ez-Zeyyad anlattı, dedi ki: Bize İbrahim b. Hişam anlattı, dedi ki: Bize Zekeriya b. Ebi Eban anlattı, dedi ki; Bize el-Leys b. el-Haris anlattı, dedi ki: Bize el-Haşen b. Daher anlattı, dedi ki: Abdullah b. el-Mübarek'e zühde başlaması ile İlgili soru soruldu da şöyle dedi: Bir gün dostlarımla birlikte bir bahçemizde idik. Bu da ağaçların türlü meyvelerle yüklü olduğu bir zamana rastlamıştı. Geceye kadar yedik içtik, sonra da uyuduk. Ben ud ve tambur çalmaya çok düşkün birisi idim, Geceleyin kalktım ve "râşîn es-sehar" diye bilinen bir makam ile çalmaya başladım. Sinan da şarkı söylemek istedi. Basımın üstündeki bir ağaçta da öten bir kuş vardı. Elimde bulunan ud ise islediğim gibi çalınıyordu. Ansızın onun -elindeki udu kastediyor- insan gibi konuşmaya koyulduğunu ve: "Îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine ve inen hakka karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi" dediğini duydum, ben de: Evet, Allah'a yemin ederim ki zamanı geldi dedim, udu kırdım, yanımda bulunan arkadaşları gönderdim. İşte bu benim zühde ilk olarak başlayışım ve gayretle ibadete yönelişimin başlangıcı olmuştu. Bize ulaştığına göre İbnu’l-Mübarek'in udun eşliğinde çalmak ve söylemek istediği şiir şudur; "Gelmedi mi bana merhamet edeceğin zaman? Ve sitem edip kınayıcılara karşı geleceğin zaman Size çok düşkün ve şevk duyana mersiye okumak Sizden ayrılıktan ötürü, mateme boğulmuş olan Gece karanlığı onu örtünce geceyi geçirir Yıldızlara ve gezegenlere akarak, gözetleyerek Ne olur ki o ceylan eğer Daha önce yasak kıldığı vuslatı helal kılsa!" el-Fudayl b. Iyad'a gelince onun tevbe etmesinin sebebi de şudur: O bir kıza aşık olmuştu. Onunla geceleyin sözleşti. Ona ulaşmak üzere duvarlara tırmanırken, Kur'ân okuyan birisinin yüce Allah'ın: "Îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine... karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman gelmedi mi" âyetini okumakta olduğunu duydu. Hemen Allah'a yemin ederim ki vakti geldi, diyerek gerisin geri döndü. Gece karanlığında bir harabeye sığındı, Orada bir yolcu topluluğu bulunuyordu. Biri diğerine: Fudayl yol kesicilik yapıyor, dediler. Fudayl de: Eyvah geceleyin Allah'a isyan için kokuşurken, müslümanlardan bir kesimin de benden korktuklarını görüyorum. Allah'ım, Sana tevbe ettim ve Sana tevbem de Beyt-i Haramına mücavirlik yapmak olarak tesbit ettim, dedi, 17Şunu bilin ki; muhakkak Allah ölümünden sonra yeri diriltir. Akıl edersiniz dîye âyetleri sîze açıkladık. "Şunu bilin ki muhakkak Allah Ölümünden sonra yeri diriltir." Yani "Allah ölümünden sonra" kurumuş iken "yeri" yağmur ile "diriltir." Salih el-Merrî dedi ki: Kalplerin katılaşmasından sonra kalpleri yumuşatır, demektir. Cafer b. Muhammed dedi ki: Zulümden sonra o kalpleri adaletle diriltir, Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kâfirin kalbi küfür ve dalalet ile ölmüşken, îmana iletmek suretiyle diriltir. Bir diğer açıklama: İşte yüce Allah böylelikle ölmüş ümmetleri diriltir ve kalbi saygı ile yumuşayıp boyun eğenler ile kalpleri katı olanları birbirinden ayırdeder. "Akıl edersiniz diye âyetleri size açıkladık." Yani ölümünden sonra Allah'ın yeryüzünü canlandırması O'nun kudretine ve ölüleri diriltici olduğuna bir delildir. 18Şüphesiz ki sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınların ve Allah'a karz-ı hasenle borç verenlerin (ecirleri) kendilerine kat kat arttırılır ve onlar için pek bol ve şerefli bir mükâfat vardır. "Şüphesiz ki sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar" âyetini İbn Kesîr, Âsım'dan rivâyetle Ebû Bekir her ikisinde de "sad" harfini şedctesiz olarak "tasdik"den gelen bir lâfız olarak okumuşlardır. Allah'ın indirdiklerini doğrulayanlar, demek olur. Diğerleri ise şeddeli okumuşlardır ki bu da: "Sadaka veren erkeklede, sadaka veren kadınlar" demek olup "te" harfi "sad"a idgam edilmiştir. Ubeyy'in mushafında da böyledir. O halde bu âyet sadakalar vermeye bir teşviktir. Bundan dolayı da; "ve Allah'a" yani sadaka vermekle Allah yolunda infak ile "karz-ı hasenle borç verenler" diye buyurulmaktadır. el-Hasen dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de sözü geçen "karz-ı hasen" tabirlerinin tamamı nafile (sadaka) hakkındadır. Bunun Allah'tan ecrini bekleyerek ve samimiyetle verilen sadaka ve bunun dışındaki her türlü salih amel demek olduğu da söylenmiştir. Âyette fiilin isme atfedilmesinin sebebi zikredilen ismin fiil takdirinde olmasıdır. Yani tasdik edenler (ya da sadaka verenler) ve karz-ı hasen ile borç verenler anlamındadır. "Kendilerine" ecirleri "kat kat verilir" benzeri kadarıyla verilir. "(.........); Kat kat verilir" âyeti genel olarak meçhul bir fiil şeklinde "ayn" harfi üstün okunmuştur. el-A'meş ise bunu "ayn" harfi kesreli ve "he" fazlasıyla: "Onu kat kat arttırır" diye okumuştur. İbn Kesîr, İbn Amir ve Yakub ise "ayn" harfim üstün ve şeddeli olarak: kat kat arttırılır" diye okumuşlardır. "Ve onlar için pek bol ve şerefli bir mükâfat" yani cennet "vardır." 19Allah'a ve peygamberlerine îman edenler işte onlar Rabblerinin nezdinde dosdoğru olanlar ve şehitlerdir. Onlara ecirleri ve nurları verilecektir. Kâfir olup âyetlerimizi yalanlayanlara gelince; İşte onlar cehennemlik olanlardır. "Allah'a ve peygamberlerine Îman edenler, işte onlar Rabblerinin nezdinde dosdoğru olanlar ve şehitlerdir. Onlara ecirleri ve nurları verilecektir" âyetinde geçen: "şehitler" lâfzının kendisinden önceki âyetlerden ayrı (maktu) yeni bir cümle mi olduğu, yoksa onlarla muttasıl mı olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Mücahid ve Zeyd b. Eslem şöyle demişlerdir: Şehidler ve dosdoğru olanlar (es-sıddîkûn) mü’minlerin kendileridir ve bu âyet önceki âyetlerle ilişkilidir. Bu anlamdaki bir açıklama Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edilmiş bulunmaktadır. Bu açıklamaya göre yüce Allah'ın: "Dosdoğru olanlar" anlamındaki: âyeti üzerinde vakıf yapılmaz. Âyetin tevili ile ilgili İbn Mes’ûd'un görüşü de budur. el-Kuşeyrî dedi ki: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, stddîklar (dosdoğru olanlar), şehidler ve sâlihlerle birliktedirler." (en-Nisa, 4/69) O halde sıddîklar peygamberlerden sonra gelenler, şehidler de sıddîklardan sonra gelenlerdir. Salihler ise şehidlerden sonra gelirler. Buna göre bu âyet-i kerimenin rasûlleri tasdik edenlerin tamamı hakkında olması mümkündür. Kastettiğim bu âyet ise: "Allah'a ve peygamberlerine îman edenler, işte onlar Rabblerinin nezdinde dosdoğru olanlar ve şehidlerdir" âyetidir. Buna göre "şehidler"in anlamı Allah'ın vahdaniyetine şahitlik edenler olur. Böylece derece itibariyle kimi sıddîk (dosdoğru olan, tasdik eden) kiminden daha yüksekte olur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem.v) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz yüksek cennetlerde bulunan kimseleri onlardan daha aşağı derecelerde bulunanlar, sizden herhangi birinizin semanın ufkundaki bir yıldızı gördüğü gibi görür ve elbetteki Ebû Bekir ve Ömer onlardandır. Onlar çok büyük nimetlere ulaşmış olacaklardır. " Müsned, III, 26, 50, 61, 72; Heysemî, Mecmâ', IX, 54: Taberânî, Evsat, III 370, VII 225. İbn Abbâs ve Mesrûk'tan gelen rivâyete göre "şehidler" sıddîklardan farklıdır. Bu açıklamaya göre âyetteki "şehitler" anlamındaki lâfız, kendisinden önceki âyetlerden ayrıdır. Yüce Allah'ın: "Dosdoğru olanlar" âyeti üzerinde vakıf da güzel olur. Yani: "Şehidlere gelince, onlar da Rabblerinin nezdindedirler. Onlara ecirleri ve nurları verilecektir." Yani kendi ecirleri ve kendi nurları onlarındır. Bunların kim oldukları hususunda da iki görüş vardır, Birincisine göre bunlar ümmetleri hakkında tasdik ve yalanlamaya dair şahitlik edecek olan rasûllerdir. Bu açıklama el-Kelbî'ye aittir. Buna delil de yüce Allah'ın: "Bunlara karşı da seni şahit getireceğimiz zaman." (en-Nısa, 4/41) âyetidir. İkinci görüşe göre bunlar, rasûllerin, Kıyâmet gününde şahidlik edecek olan ümmetleridir. Neye dair şahitlik edecekleri hususunda da iki görüş vardır. Birinci görüşe göre onlar kendileri hakkında işlemiş oldukları itaat ve masiyetlere dair şahitlik edeceklerdir. Mücahid'in açıklamasının anlamı budur. İkinci görüşe göre ise bunlar peygamberlerinin lehine, risaleti ümmetlerine tebliğ ettiklerine dair şahitlik edeceklerdir. Bu açıklamayı da el-Kelbî yapmıştır. Mukâtil üçüncü bir görüş olarak şöyle demektedir: Bunlar Allah yolunda öldürülenlerdir. Yine buna benzer bir açıklama İbn Abbâs'tan gelmiştir: Yüce Allah, bununla mü’minler arasından şehid düşenleri kastetmiştir. Buna göre başındaki "vav" harfi, ibtidâ (başlangıç) "vav'ıdır. Bu görüşe göre ise "sıddıklar (dosdoğru olanlar)" daha sonra gelen "şehidler" ile alakalı değildir (maktudur). Muayyen olarak bunların kimlikleri hususunda da farklı görüşler vardır. ed-Dahhak: Bunlar sekiz kişidir demiştir: Ebû Bekir, Ali, Zeyd, Osman, Talha, ez-Zübeyr, Sad ve Hamza'dır. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) da onların arkasından gitmiştir. Yüce Allah Peygamberini tasdik edince, onu da onlara katmıştır. Mukâtil b. Hayyân da şöyle demiştir: Sıddîklar (dosdoğru olanlar) peygamberlere îman edip bir göz açıp kırpacak bir süre dahi onları yalanlamayanlardır. Fir'avun hanedanından îman eden şahıs, Âl-i Yasin'den olan şahıs (Habibu'n-Neccâr diye anılan mü’min şahıs) Ebû Bekir es-Sıddîk ve Uhdud ashabıdırlar. "Kâfir olup âyetlerimizi" rasûlleri ve mucizeleri "yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennemlik olanlardır." Onların ecirleri de yoktur, nurları da yoktur. 20Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir. Bir süstür, aranızda bir öğünüştür. Mallarda ve evlatta -çokluklarıyla bir yarıştır. (Bunlar) ekini ekincilerin hoşuna giden yağmur gibidir. Sonra o ekin gürleşir de arkasından sen onu sararmış görürsün. Sonra da o ufak çorçöp olur. Ahirette şiddetli bir azap da vardır. Allah'tan bir mağfiret ve rıza da vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey değildir. "Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir" âyetinin önceki âyetlerle ilişkisi şudur: İnsan bazan öldürülme korkusu ve ölümden kurtulamamak endişesi ile cihadı terkedebilir. Yüce Allah dünya hayatının geçici olduğunu ve kalıcılığı olmayan şeyi elde tutmak amacıyla Allah'ın emrini terkelmemek gerektiğini açıklamaktadır. "Ancak" âyetindeki: sıla olup, ifade: takdirindedir, anlamı da şöyle olur: Bilin ki dünya hayatı boş bir oyun ve şımarıkça bir oyalanmadır, sonra geçip gider." Katade dedi ki: Oyun ve eğlence: Yemek ve içmek demektir. Bunun isminden anlaşılan şey olduğu da söylenmiştir. Mücahid dedi ki: Her bir oyun bir eğlence (yani oyalanma)dır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-En'âm Sûresi'nde (6/32. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Oyunun" dünyaya arzuyu, şevki arttıran, "eğlencenin" ise âhiretten alıkoyan yani meşgul etmek suretiyle âhirete yönelmekten alıkoyan şey demek olduğu da söylenmiştir. Oyunun mai mülk biriktirmek, eğlencenin kadınlar olduğu da söylenmiştir. "Bir süstür" âyetindeki "süs: ziynet" kendisi ile süslenilen şeylere denilir. Kâfir dünyalık ile süslenirken, ahiret için amel etmez. Allah'a itaat dışındaki şeylerle süslenen kimsenin durumu da böyledir. "Aranızda bir övünüştür." Yani dünya ile kiminiz kiminize karşı övünür. Yaratılış ve güç ile denildiği gibi, Arapların atalarla öğünmek şeklindeki adetleri üzere neseblerle öğünüştür, diye de açıklanmıştır. Müslim'in Sahih'inde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu zikredilmektedir: "Şüphesiz Allah bana bir kimse diğerine haksızlık etmeyecek, bir kimse diğerine karşı öğünmeyecek noktaya varıncaya kadar alçak gönüllülük gösteriniz, diye vahyetmiş.” Müslim, IV, 2198; Ebû Dâvûd, IV, 274; İbn Mâce, 11, 1399. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu sahih rivâyetle sabittir: "Ümmetim arasında dört şey cahiliye işindendir. Makam ve mevki itibariyle öğünmek..." Daha önce el-Vâkıa, 56/82 âyetin tefsirinin sonlarında tam olarak kaydedilen bu hadisin kaynakları da orada gösterilmiştir. Bütün bu hususlara dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "Mallarda ve evlâtta -çokluklarıyla- bir yarıştır." Çünkü cahiliye âdetlerinden birisi de evlatların, malların çokluğu ile öğünmektir. Mü’minlerin çokluğuyla öğünecekleri şey ise îman ve itaattir. Müteahhir âlimlerden birisi şöyle demiştir: "Bir oyundur" çocukların oyunu gibi. "Bir eğlencedir" gençlerin eğlenmesi gibi. "Bir süstür" kadınların süsü gibi. "Bir öğünüştür" birbirine denk şahısların karşılıklı öğünüşleri gibi. "Çokluklarıyla bir yarıştır" tacirlerin mallarının çokluklarıyla Öğünüşleri gibi. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Dünya, sonunun gelmesi ve yok oluşu itibariyle bu şeylere benzer. Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyete göre Ammar'a şöyle demiştir: Dünyaya üzülme! Çünkü dünya altı şeyden ibarettir: Yiyecek, içecek, giyecek, kokla nacak şeyler, binecek ve evlenilecekler. En güzel yiyeceği baldır, o ise bir tür sineğin tükürüğüdür. En bol içeceği sudur, bütün canlılar bu hususta birbirine eşittir. En üstün giyeceği ipektir, bu ise bir kurtçuğun dokumasıdır. En üstün kokusu misktir, bu da bir farenin kanıdır. En üstün bineği attır, yiğitler onun sırtında öldürülür. Nikâhlanacaklara gelince, onlar da kadınlardır. Bu ise bir sidik yolunun, bir sidik yolunda olması demektir, Allah'a yemin ederim, Kadın en güzeli yerini süslemekle birlikte, onun en çirkin yeri arzu edilir. Daha sonra yüce Allah dünyaya yağmur ve ekini misal vererek şöyle buyurmaktadır: "Ekini ekincilerin hoşuna giden yağmur gibidir" âyetinde geçen: "(.........); Küffar" burada "ekinciler" demektir. Çünkü onlar tohumun üstünü örterler. Âyetin anlamı şudur: Dünya hayatı çokça yağmurdan ötürü yeşil görünen, bakanların hoşuna giden bir ekine benzer. Daha sonra bu ekin üzerinden fazla bir zaman geçmeden hiç yokmuş gibi sararıp çör-çöp olur. Ekincilerin hoşuna gittiğine göre o güzel görülen şeylerin en ilerisi demektir. Bu misalin anlamına dair açıklamalar daha önce Yûnus Süresi (10/24. âyetin tefsirinde) ve el-Kehf Sûresi'nde (18/45. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, Denildiğine göre buradaki "küffâr" Allah'ı inkâr eden kâfirler demektir. Çünkü onlar mü’minlere göre dünya süslerine daha çok düşkün ve onları daha çok beğenirler. Bu da güzel bir açıklamadır, çünkü asıl hoşlananlar, beğenenler onlardır ve onlar bu şeylerden hoşlanırlar. Bu durumlarını açığa vuranları da vardır. Bu da dünyayı ve dünyada kileri tazim etmektir. Muvahhidlerde de bu yaklaşımlardan kendi arzularından meydana gelen birtakım küçük çapta etkilenmeler sözkonusudur. Fakat onlar âhireti hatırladıkları vakit, bu eğilimleri azalır ve incelir. "Gibidir" anlamındaki âyette yer alan "kef' sıfat olarak ref konumundacfır. "Sonra da o ekin gürleşir." Yeşilken kurumağa başlar "de arkasından sen onu sararmış görürsün." Daha önceki parlak rengi değişmiş olur. "Sonra da o ufak çörçöp olur." Kırıntı haline gelir, saman olur. Daha önceleri sahip olduğu güzelliği gider, İşte kâfirin dünyası da böyledir. "Âhirette" kâfirler için "şiddetli bir azâb da vardır." Burada vakıf yapmak güzeldir. Daha sonra "Allah'tan" mü’minler için "bir mağfiret ve rıza davardır" âyeti ile okumaya devam edilir. el-Ferrâ' dedi ki: "Âhirette şiddetli bir azâb da vardır... bir mağfiret... da vardır" âyetinin takdiri şudur; Ahirette ya çetin bir azâb vardır yahut bir mağfiret vardır. Buna göre: "(......): Şiddetti" anlamındaki âyet üzerinde vakıf yapılmaz. "Dünya hayatı aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey değildir." Bu âyet daha önceki ifadeleri pekiştirmektedir. Yani kâfirleri aldatır. Mü’mine gelince; dünya onun için cennete ulaştıracak bir metadır. Şöyle de açıklanmıştır: Dünya hayatı için çalışmak aldanış metaıdır. Bu ise dünya için çalışmak hususundaki arzuyu azaltmak, âhiret için çalışma şevkini arttırmak içindir. 21Rabbinizden bir mağfiret, Allah'a ve peygamberlerine Îman edenler için hazırlanmış, eni yerle göğün eni gibi olan bir cennet için birbirinizle yarışın. Bu, Allah'ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir. "Rabbinizden bir mağfiret... için birbirinizle yarışın." Rabbiniz tarafından size mağfiret edilmenizi gerektirecek salih ameller işlemek için birbirinizle yarışın, demektir. Tevbe etmekte elinizi çabuk tutun anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü tevbe etmek sonunda mağfirete götürür. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır. Bunun ilk tekbiri İmâmla birlikte almak için elinizi çabuk tutun, anfamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Mekhûl yapmıştır. Birinci saf(ta namaz kılmakta elinizi çabuk tutun) demek olduğu da söylenmiştir. "Ve... eni" birbirine eklendiği takdirde "yerle göğün eni gibi olan bir cennet için birbirinizle yarışın." el-Hasen dedi ki: Bütün gökler ve yerler serilmiş hali ile biri diğerine eklenecek olursa... demektir. Bir diğer açıklamaya göre; bu sadece bir kişiye verilecek olan cenneti ifade eder. Yani herbir kimse için bu genişlikte bir cennet vardır. İbn Keysan da: Bununla cennetlerden tek bir cenneti kastetmiştir, demektedir. En de boydan daha azdır. Bir şeyin genişliğini anlatmak için boyunu değil de, enini sözkonusu etmek Arapların adetlerindendir. Şair şöyle demiştir: "Bütün genişliğiyle Allah'ın ülkesi sanki Takip edilen ve korku içerisinde bulunan kimse için bir avcının ağı gibidir." Bütün bu açıklamalar daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/133- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Târık b. Şihâb dedi ki; Harelilerden bir grub kimse Ömer (radıyallahü anh)'a şöyle sordu: Yüce Allah: "Eni yerle göğün eni gibi olan bir cennet" diye buyurduğuna göre; acaba cehennem ateşi nerede (olacaktır)? Bunun üzerine Ömer onlara şöyle dedi: Gece geçip gittiğinde ve gündüzün geldiğinde acaba size göre gece nerede kalır? Onlar: Sen Tevrat'taki ifadenin benzeri ile cevap verdin, dediler. "Allah'a ve Peygamberine Îman edenler için hazırlanmış" âyetinde yüce Allah, sadece imanı şart koşmuş, başka bir şart sözkonusu etmemiştir. Bununla ümit güçlendirilmektedir. Bir diğer açıklamaya göre burada imanı şart koşmuş olmakla birlikte, Âl-i İmrân'da buna ek şartlar ilave ederek şöyle buyurmaktadır: "Takva sahipleri için hazırlanmış eni göklerle yer kadar olan cennete koşuşun. Onlar bolluk ve darlıkta infak edenler, öfkelerini yutanlar ve insanları affedenlerdir." (Al-i İmrân, 3/134) "Bu Allah'ın lutfudur, onu dilediğine verir." Yani cennete nail olmak ve oraya girmek ancak Allah'ın rahmeti ve lütfü ile gerçekleşir. Bu hususa dair açıklamalar daha önce el-Araf Sûresi'nde (7/43- âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. "Allah büyük bir lütuf sahibidir." 22İster yeryüzünde, ister nefislerinizde meydana gelen her bir musibet, mutlaka Bizim onu yaratmamızdan önce o bir kitapta (yazılmış)dır. Şüphesiz ki bu, Allah'a çok kolaydır. "İster yeryüzünde, ister nefislerinizde meydana gelen herbir musibet mutlaka Bizim onu yaratmamızdan önce o bir kitapta" yani Levh-i Mahfuzda “dır." Mukâtil 'in dediğine göre "yerdeki musibet" kıtlık, bitki ve meyvelerin azlığıdır. Ekinlerdeki musibetler diye de açıklanmıştır. Nefislerdeki musibetler Katade'ye göre ağrılar ve hastalıklardır. Hadlerin uygulanması diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbn Havyan yapmıştır. Bir başka açıklamaya göre geçim darlığı demektir. İbn Cüreyc'în rivâyetinin anlamı budur. “Onu yaratmamız" lâfzında zamir nefislere yahut yeryüzüne yahut musibetlere ya da hepsine aittir. İbn Abbâs: Musibet yaratılmadan önce diye açıklarken, Said b. Cübeyr, Allah yeri ve nefsi yaratmadan önce... diye açıklamıştır. "Şüphesiz ki bu Allah'a çok kolaydır." Yani gerek bunların yaratılması ve gerekse bütün bunların yazılıp tesbit edilmiş olması Allah'a çok kolaydır. er-Rabî b. Salih dedi ki; Said b. Cübeyr (radıyallahü anh) yakalandığında ağladım. Bana: Ne diye ağlıyorsun? dedi. Ben: Sende gördüğüm bu durumdan ve senin kendisine doğru gitmekte olduğun sonuçtan dolayı ağlıyorum, dedim. Bana Ağlama dedi, çünkü Allah'ın ilminde bunun olacağı tesbit edilmişti. Sen yüce Allah'ın: "İster yeryüzünde, ister nefislerinizde meydana gelen herbir musibet..." âyetini duymamış mısın? İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah, Kalemi yaratınca ona yaz diye buyurdu. O da kıyâmet gününe kadar olacak şeylerin hepsini yazdı. Sırf bu âyet-i kerîme dolayısıyla fazilet sahibi birtakım kimseler hastalandıklarında tedaviye yanaşmamışlar, Rabblerine güvenip O'na tevekkül ederek ilaç almamışlardır. Bunlar: Yüce Allah hastalık günlerimizi de, sağlık günlerimizi de bilir. Eğer bütün insanlar bunu azaltmaya gayrel edecek yahut arttırmaya çalışacak olurlarsa buna güç yetiremezler. Çünkü yüce Allah: "İster yeryüzünde, ister nefislerinizde meydana gelen herbir musibet mutlaka Bizim onu yaratmamızdan önce o bir kitaptadır" diye buyurmaktadır. Bu âyetin daha önceki âyetlerle ilişkili olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki; yüce Allah cihadda kendilerine isabet eden öldürülmek ve yaralanmak musibetlerini hafifletmekte ve cihad sebebiyle (orada yitirdiklerinin yerine) kendilerine ihsan ettiği mallarını muhafaza etmek ve bu mallarda meydana gelen zararların hepsinin yazılı, takdir edilmiş ve önlenmesi imkânsız şeyler olduğunu açıklamakta, kişiye düşenin sadece emre uymaktan ibaret olduğunu belirtmekte, sonra da onlara bir edeb öğreterek şöyle buyurmaktadır: 23Elinize geçiremediğinize tasalanmayasınız ve sîze verdiğine sevinmeyesiniz diye, Allah böbürlenip, kibirlenen kimseleri sevmez. "Elinize geçiremediğinize tasalanmayasınız" yani elinize geçiremediğiniz rızık sebebiyle üzülmeyesiniz... Çünkü onlar, rızkın tesbit edildiğini ve bu hususta herşeyin olup bitmiş olduğunu bildikleri takdirde o azıktan ele getiremedikleri için üzülmezler. İbn Mes’ûd'dan rivâyete göre yüce Allah'ın Peygamberi şöyle buyurmuştur; "Sizden herhangi bir kimse kendisine isabet eden bir şeyin isabet etmemesinin imkânsız olduğunu, isabet etmeyen bir şeyin de isabet etmesinin imkansız olduğunu bilmedikçe imanın tadını alamaz." Heysemî, Mecmâ', I, 55, -ravi Katâde'nin Abdullah b. Mes'ûd'dan hadis dinlememiş olduğu kaydıyla-, VII, 197 -de Ebû'd-Derdâ yoluyla gelen rivâyetin râvilerinin sika (güvenilir) kimseler olduğu belirtilmektedir-, VII, 199 -Sdmândan-; Müsned, VI, 441, -Ebû'd-Derdâ'dan-. Daha sonra da yüce Allah'ın: "Elinize getiremediğinize tasalanmaydınız..." âyetini okudu. Yani dünyalıktan ele geçiremediğinize üzülmeyesiniz diye. Çünkü ele getiremediğiniz şeyler sizin için takdir edilmemiş demektir. Eğer sizin için takdir edilmiş olsaydı ele geçirememeniz sözkonusu olmazdı. "Ve size verdiğine sevinmeyesiniz diye." İbn Abbâs'ın açıklamasına göre dünyalıktan, Said b. Cübeyr de afiyet ve bolluk türünden... diye açıklamışlardır. İkrime de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmiştir; Üzülmeyen ve sevinmeyen hiçbir kimse yoktur. Fakat mü’min musibetini sabıra, elde ettiği ganimeti de şükre dönüştürür. Yasak kılınan hüzün ve sevinç ise bunları ağarak câiz olmayan şeylerin işlenmesine sebeb teşkil edenleridir. Nitekim yüce Allah: "Allah böbürlenip kibirlenen kimseleri sevmez." Yani sahib olduğu dünyalık sebebiyle büyüklük taslayan, insanlara karşı bunlarla böbürlenen kimseleri sevmez diye buyurmaktadır. "Size verdiğine" anlamındaki âyette, genel olarak "elif" med ile; diye okunmuştur ki, dünyadan size verdikleri... demektir. Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir. Ebû'l-Âl-iye, Nasr b. Âsım ve Ebû Amr ise elifi kasr ile; diye okumuşlardır ki, Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir, size gelen demektir. Bu da; "Elinize geçiremediğiniz "e muâdildir (aynı vezindedir). Bundan dolayı bu lâfız diye gelmemiştir. Cafer b. Muhammed es-Sadık dedi ki; Ey Âdem oğlu, sana ne oluyor ki geçtikten sonra sana geri gelmesi imkânsız olan elinden çıkan şeye üzülüyorsun, veya ölümün elinde bırakmayacağı varlığın dolayısıyla seviniyorsun? Berze Cemher'e: Ey hakîm kişi, niçin ele gegiremediğine üzülmüyor ve elde ettiğine sevinmiyorsun, diye soruldu, o da şu cevabı verdi: Çünkü ele geçmeyenin gözyaşı dökmekle telafi edilmesi mümkün değildir, ele geçenin de sevinçle devam ettirilmesine imkân yoktur. Bu hususta el-Fudayl b. Iyad da şöyle demiştir; Dünya yok edici ve fayda sağlayıcıdır. Yok ettiği şeylerin geri dönüşü yoktur, faydalandırdığı şey de yola koyulmayı haber verir. "Böbürlenen" kendisine öğünmek nazarıyla bakan kimse; "Kibirlenen" ise başkalarına küçümseyici güzle bakan kimse demektir, her ikisi de gizli şirktir. "Kibirlenen" kimse sütü toplansın diye memeleri bağlanan koyun gibidir. Böylelikle onu satın alacak kişi bu koyunun bu kadar süt topladığının normal hali olduğunu zanneder, oysa gerçekte durum böyle değildir. İşte insanlara kendisinin belirli bir hal ve süsünün bulunduğunu gösterip bununla birlikte birtakım (asılsız) iddialar da ileri sürüyorsa, o kimse kibirlenen bir kimse demektir. 24Onlar cimrilik edenler ve insanlara cimriliği emredenlerdir. Kim yüz çevirirse muhakkak Allah ihtiyacı olmayan (ganin)in bütün hamdlere layık olanın ta kendisidir. "Onlar cimrilik edenler.-dir." Yani Allah böbürlenip, kibirlenen -ve "cimrilikedenleri" sevmez demektir. Buna göre "...enler" âyeti "kibirlenen kimselerdin sıfatı olarak cer konumundadır. Bunun mübtedâ olarak ref konumunda olduğu da söylenmiştir. Yani cimrilik edenlere Allah'ın bir ihtiyacı yoktur. Denildiğine göre, bununla yüce Allah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem.v)'ın, Kitaplarında bulunan niteliklerini açıklamak hususunda cimrilik gösteren yahudilerin ileri gelenlerini kastetmişdir. Onların böyle davranmaktan maksatları ise, insanların Muhammed'e îman ederek sonunda kendilerinin sağladığı menfaatlerin ellerinden gitmemesidir. Bu açıklamayı es-Süddî ve el-Kelbî yapmıştır. Said b. Cübeyr dedi ki: "Onlar" ilimi öğretmekte "cimrilik edenler ve" insanlara bir şey öğretmemek suretiyle "insanlara cimriliği emredenlerdir." Zeyd b. Eslem dedi ki; Bu yüce Allah'ın hakkını eda etmekteki cimriliktir. Şöyle de açıklanmıştır; Kastedilen cimrilik, sadaka ve hakların yerine getirilmesi hususundaki cimriliktir. Bu açıklamayı Amir b. Abdullah el-Eşa'rî yapmıştır. Tâvûs dedi ki: Sözü edilen elinde bulunanlarla cimrilik etmektir. Bu üç görüş de anlam itibariyle birbirine yakındır. Havatır ehli, (kalbi düşüncelere önem veren) kimseler cimrilik ile cömertlik arasında iki açıdan fark gözetmişlerdir. Birincisine göre cimri, eli sıkılıktan zevk alan kimsedir, cömert ise vermekten zevk alan kimsedir. İkinci farka gelince, cimri istenildiği zaman veren kişidir, cömert ise istenmeksizin verendir. "Kim" imandan "yüz çevirirse, muhakkak Allah" o kimseye "ihtiyacı olmayanın... ta kendisidir." Onlara sadaka vermeyi teşvik ettikten sonra, bu hususta cimrilik edip insanlara tasaddukta bulunmak noktasında cimrilik etmeyi emredenlere, Allah'ın hiçbir ihtiyacının olmadığını bildirmesi için bu buyrukları zikretmiş olması da mümkündür. "Cimrilik" anlamındaki lâfız genel olarak "be" harfi ötreli, "hı" harfi sakin olarak: diye okunmuştur. Enes. Ubeyd b. Umeyr, Yahya b. Ya'mer, Mücahid, Humeyd, İbn Muhaysın, Hamza ve el-Kisâî ise "be" ve "hı" harfleri üstün olarak diye okumuşlardır ki ensarın söyleyişi böyledir. Ebû'l-Âl-iye ve İbn es-Semeyka' ise "be" harfi üstün, "hı" harfi sakin olarak; diye okumuşlardır. Nasr b. Âsım'dan iki ötreli olarak: diye okuduğu rivâyet edilmiştir. Bütün bunlar meşhur söyleyişlerdir. Âl-i İmrân Sûresi'nin sonlarında (3/180. âyet 4. başlıkta) cimrilik ile eli sıkılık arasındaki farka dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Nâfi' ve İbn Âmir: "Ta kendisi" lâfzı olmaksızın: "Muhakkak Allah ihtiyacı olmayandır, bütün hamdlere layık olandır" diye okumuşlarken, diğerleri ise fasıl zamiri olmak üzere: "İhtiyacı olmayanın... ta kendisidir" diye okumuşlardır. Bununla birlikte bu zamirin mübteda olması ve "ihtiyacı olmayanın" anlamındaki âyetin onun haberi olması, cümlenin bütünü ile: "Muhakkak" lâfzının haberi olması da mümkündür. "O" anlamındaki (mealde: ta kendisi) lâfzını hazfedenlerin kıraatine göre bu zamirin fasi zamiri olması daha uygundur. Çünkü fasıl zamirinin hazfedilmesi mübtedânın hazfedilmesinden kolaydır. 25Yemin olsun ki Biz peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik. Onlarla birlikte insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye Kitabı ve Mizanı indirdik. Ayrıca kendisinde hem çetin bir güç, hem de İnsanlar için faydalar bulunan demiri de indirdik ki, Allah kendisine ve peygamberlerine gaybda kimin yardım edeceğini ortaya çıkarsın. Muhakkak Allah güçlüdür, hükmüne karşı konulamayandır. "Yemin olsun ki Biz peygamberlerimizi apaçık delillerle" açık seçik mucizelerle, açık seçik şeriatlerle "gönderdik." İbadette yüce Allah'a ihlâsı, namazı dosdoğru kılmayı ve zekâtı vermeyi emretmekle, diye de açıklanmıştır. Nûh'tan itibaren Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar bütün rasûller bu daveti yapmışlardır. "Onlarla birlikte insanlar" karşılıklı ilişkilerinde "adaleti ayakta tutsunlar diye kitabı" yani onlara kendilerinden önce olanların haberlerini vahyettiğimiz kitabların tümünü "ve Mizanı" İbn Zeyd'in açıklamasına göre kendisi ile tartıların yapılıp karşılıklı ilişkilerde bulunulan aracı "İndirdik." Yüce Allah'ın; "adaleti ayakta tutsunlar diye" âyeti yüce Allah'ın bilinen Mizanı (teraziyi) kastettiğine delil teşkil etmektedir. Bir takım kimseler de bununla adaleti murad etmiştir, demişlerdir. el-Kuşeyrî dedi ki: Eğer bizler mizanı bilinen terazi diye yorumlayacak olursak, o vakit anlam: Kitabı indirdik, mizanı da koyduk demek olup, bu da şairin: "Ben ona yem olarak saman ve soğuk su verdim." sözü kabilindendir. Buna da yüce Allah'ın: "Göğe gelince onu da yükseltti ve mizanı koydu." (er-Rahmân, 55/7) âyeti delil teşkil etmektedir. Bundan sonra da: "Tartıda haksızlık etmeyin; tartıyı adaletle dosdoğru yapın." (er-Rahmân, 55/9) diye buyurmaktadır ki; buna dair açıklamalar (belirtilen âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ayrıca kendisinde hem çetin bir güç... bulunan demiri de indirdik." âyeti ile ilgili olarak Ömer (radıyallahü anh), Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Şüphesiz Allah semadan yeryüzüne dört bereket indirmiştir: Demir, ateş, su ve tuz." Deylemî, Firdevs, I, 175; İkrime de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Üç şey Âdem (aleyhisselâm) ile birlikte indi: Hacer-i esved, bu kardan daha beyaz idi. Mûsa'nın asası, bu da cennetin abanoz ağacındandı. Boyu Mûsa'nın boyu kadar on zira idi. Bir de demir ile birlikte indirilen üç şey: Örs, kelpeten ve çekiç. Bunu el-Maverdî zikretmiştir. es-Sa'lebî dedi ki: İbn Abbâs dedi ki: Âdem cennetten indiğinde beraberinde demirden yapılmış, demirci aletlerinden beş şey de vardı: Örs, kelpeten, bileyi (mîkaa), çekiç ve iğne. Bunu el-Kuşeyri nakledip, şöyle demiştir: "Mîkaa" kendisi ile keskinleştirilen şey demektir. "Demiri keskinleştirdim, keskinleştiriyorum" denilir. es-Sıhah'ta da şöyle denilmektedir: "Mîkaa" doğan kuşunun alıştığı ve konduğu yerdir. Ayrıca Kassar'ın çamaşırı üzerinde doğduğu tahta, çekiç ve uzunca masatdır. Rivâyete göre demir salı günü indirilmiştir. "Kendisinde hem çetin bir güç... bulunan" kanları akıtmak için... demektir. Bundan dolayı salı günü kan aldırmak ve hacamat yasaklanmıştır. Çünkü o gün, kanın aktığı bir gündür. Rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Salı gününde kendisinde kanın kesilmediği bir an vardır" diye buyurmuştur Ebû Dâvûd, IV, 5. Bir diğer açıklamaya göre: "Demiri indirdik" onu yarattık, var ettik demektir. Yüce Allah'ın: "Sizin için davarlardan sekiz çift indirdik." (ez-Zümer, 39/6) âyetine benzemektedir. Bu güzel bir açıklamadır. Bu durumda demir yerden var olan bir şey olur, semadan indirilmiş bir şey olmaz. Meânî âlimleri şöyle demişlerdir: Yani o demiri madenlerden çıkartıp vahyi ile onun nasıl işleneceğini onlara öğretmiştir. "Kendisinde çetin bir güç" bulunması da silah, savaş araçları ve kalkan anlamındadır. Bir diğer açıklamaya göre de bu demirde öldürülmek endişesinden ötürü çetin ve pek ileri derecede bir korku vardır, demektir. "Hem de İnsanlar için faydalar bulunan" âyeti hakkında Mücahid dedi ki: Kalkanı kastediyor. Bir diğer görüşe göre, insanlar, bıçak, balta, iğne ve buna benzer birtakım demirden aletler ile faydalandıklarını kastetmektedir. "Ki Allah kendisine ve peygamberlerine gaybda kimin yardım edeceğini ortaya çıkarsın." Yani yüce Allah kendisine kimin yardım edeceğini ortaya çıkarmak için demiri indirmiştir. Bu âyetin daha önce geçen yüce Allah'ın: "İnsanlar adaleti ayakta tutsunlar diye" âyetine atfedildiği de söylenmiştir. Yani Biz rasullerimizi gönderdik, onlarla birlikte Kitabı ve bu eşyayı indirdik ki, insanlar hak ve adalet ile birbirleriyle ilişkiye geçsinler ve "Allah kendisine... kimin yardım edeceğini ortaya çıkarsın" Yani Allah, dinine kimin yardım edeceğini ve "peygamberlerine gaybda kimin yardım edeceğini ortaya çıkarsın." İbn Abbâs dedi ki: Peygamberlerine yardım etmek, onlara yardımcı olup, onları yalanlamamak; "gaybda" yani onları görmeseler dahi onlara îman etmeleri demektir. "Muhakkak Allah" yakalayışında "güçlüdür, hükmüne karşı konulamayandır." Yanı O karşı konulamayan ve galib gelendir. Bu açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "Gaybda" âyeti ihlâs ile diye de açıklanmıştır. 26Yemin olsun ki Nûh'u ve İbrahim'i gönderdik. Peygamberliği ve kitabı soylarından gelenlere verdik. Onlar arasından kimisi hidayet bulmuştu; ama onlardan çoğu ise fasıklardı. "Yemin olsun ki Nûh'u ve İbrahim'i gönderdik." âyeti ile yüce Allah daha önce genel İfade ile kitaplarla rasûlleri gönderdiğini belirttikten sonra, tafsilatını sözkonusu ederek Nûh ve İbrahim'i peygamber olarak gönderdiğini ve onların soyundan gelecekler arasındanda peygamberler gönderdiğini haber vermektedir: "Peygamberliği ve kitabı soylarından gelenlere verdik." Yani Biz onların ziirriyetlerinin bir kısmını peygamber kıldık. Bazılarını da semadan indirilmiş kitaplar olan Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan'ı okuyan ümmetler haline getirdik. İbn Abbâs dedi ki: "Kitab" kalemle yazı yazmak demektir. "Onlar arasından" yani İbrahim ve Nûh'a uyup arkalarından gidenlerden "kimisi hidayet bulmuştur." "Onlar arasından kimisi hidayet bulmuştur" âyeti, onların soylarından gelenlerden hidayet bulanlar vardır diye de açıklanmıştır. "Ama onlardan çoğu ise fâsıklardı." İtaatin sınırının dışına çıkmış kâfirlerdi. 27Sonra rasûllerimizi onların İzleri üzerine ardarda gönderdik. Meryem oğlu Îsa'yı da izlerinden gönderdik ve ona İncil'i verdik. Ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet koyduk. Kendiliklerinden ortaya koydukları ruhbanlığa gelince, Biz onu üzerlerine farz kılmadık. Ancak Allah'ın rızasını aramak için... Sonra gereği gibi ona riayet etmediler. Onlardan îman edenlere ecirlerini verdik. Onlardan birçoğu ise fâsıklardı. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Ardarda Gönderilen Rasûller ve Meryem Oğlu Îsa: "Sonra rasûllerimizi" Mûsa, İlyas, Davud, Süleyman, Yûnus ve daha başkalarını "onların" zürriyetinin -Nûh ve İbrahim'in diye de görüş belirtilmiştir- "izleri üzerine ardarda" arka arkaya "gönderdik." "Meryem oğlu Îsa'yı da izlerinden gönderdik." O anne tarafından İbrahim'in soyundandır. "Ve ona İncil'i verdik." İncil ona indirilen kitabın adıdır, Âl-i İmrân Sûresinin baş taraflarında (3/3- âyetin tefsirinde) bunun hangi kökten türediğine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. 2- Hz. Îsa (aleyhisselâm)'ya Tabi Olanlar ve Uydurdukları Ruhbanlık: "Ona" dini üzere "uyanların kalplerine" Havarilerle onların peşinden gidenlerin kalplerine "şefkat ve merhamet koyduk." Samimi bir sevgi yerleştirdik. Biri diğerini candan seviyordu. Bu İncil'de sulh yapmak, insanlara eziyeti terketmek ile emrolunduklarına ve kalpleri katılaşan ve ilâhî sözleri yerlerinden değiştirip tahrif eden yahudilerin aksine bu maksatla Allah'ın kalplerini yumuşattığına bir işaret olduğu söylenmiştir. "Şefkat (radıyallahü anh'fet)" yumuşaklık "merhamet (radıyallahü anhhmet)" de şefkat demektir. Rafet'in hiçbir şeye gücü yetmeyenin yükünü hafifletmek, merhamet'in başkasının ağır yükünü yüklenmek olduğu söylendiği gibi, raf’etin rahmetten daha ileri olduğu da söylenmiştir. İfade burada tamamlandıktan sonra yüce Allah: "Kendiliklerinden ortaya koydukları" uydurdukları "ruhbanlığa gelince" diye buyurmaktadır. Burada en güzeli "ruhbanlık" anlamındaki lâfzın bir fiil takdiri ile mansub olmasıdır Ebû Ali dedi ki: Bunun takdiri: "Onu bir ruhbanlık olarak uydurdular ve kendiliklerinden ortaya koydular" şeklindedir. ez-Zeccâc dedi ki: Bu: "Onu bir ruhbanlık olarak uydurdular" demektir. Tıpkı: "Zeyd'i gördüm, Amr'la konuştum" demeye benzer. Âyetin "şefkat ve merhamet"e atfedilmiş olduğu da söylenmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: Yüce Allah, bunu onlara verdiği halde değiştirdiler ve bu hususta birtakım bid'atler uydurdular. el-Maverdi dedi ki: Burada iki tane kıraat vardır. Birincisi "re" harfini üstün okumaktır. Bu da: den gelen ve "korku" demek olan okuyuş, ikincisi ise "re" harfi üstün okunması, bu da "ruhban"a mensub olan demek olur. Tıpkı "rudvan"dan, "rudvaniye" yapmak gibidir. Çünkü onlar yiyecek, içecek, evlenmekten kaçınmak ile mağara ve manastırlara bağlanmak hususlarında kendilerine zorlu ve ağır yükler yüklediler. Buna sebeb, krallarının birtakım değişiklikler yapmaları ve değiştirmeleridir. Geriye (hak yolda) çok az kimse kalınca, onlar da ruhbanlığa yöneldiler ve dünya ile ilişkilerini kestiler. ed-Dahhak dedi ki; Îsa (aleyhisselâm)'dan sonra bir takım krallar üçyüz yıllık bir süre haram işler işlediler. Îsa (aleyhisselâm)'ın yolu üzere kalmaya devam edenler onların bu yaptıklarına tepki gösterdiler. Krallar da bunları öldürünce, onlardan sonra hayatta kalan bir takım kimseler: Biz bunlara bu yaptıkları işlerden vazgeçmelerini söyledik mi bizi öldürüyorlar. O halde bizim bunlarla birlikte kalmaya İmkanımız yoktur, diyerek insanlardan uzaklaştılar ve manastırlar edindiler. Katade dedi ki: Onların uydurdukları ruhbanlık kadınları terketmek ve makastırlar edinmektir. Merfu (Peygamber efendimize atfedilen) bir haberde: "O ruhbanlık; ovalara ve dağlara çekilmeleridir." Denilmektedir. Bk. Taberânî, Kebîr, X, 1719. "Biz onu üzerlerine farz kılmadık." Bu ruhbanlığı onlara farz kılmadığımız gibi, emretmemiştik de. Bu açıklamayı İbn Zevci yapmıştır. Yüce Allah'ın: "Ancak Allah'ın rızasını aramak için" âyetine gelince. Biz onlara ancak Allah'ı razı edecek şeyleri emrettik, demektir. Bu açıklamayı İbn Müslim yapmıştır! ez-Zeccâc da şöyle demiştir; "Biz onu üzerlerine farz kılmadık" âyeti, Biz onlara kesinlikle hiçbir şeyi farz kılmadık, anlamındadır. Bu durumda "ancak Allah'ın rızasını aramak için" âyeti "onu... farz kılmadık" âyetindeki "he" ve "elif (onu anlamındaki zamir)den bedel olur: Biz onu (ruhbanlığı) kendilerine ancak Allah'ın rızasını aramak için farz kıldık, demek olur. Bir açıklamaya göre: "Ancak Allah'ın rızasını aramak için" âyeti, munkatı' bir istisnadır. İfadenin takdiri de şu anlamda olur: Biz o ruhbanlığı kendilerine farz kılmadık, fakat onlar Allah'ın rızasını aramak maksadıyla kendiliklerinden uydurdular. "Sonra gereği gibi ona riayet etmediler." Onun gereklerini hakkıyla yerine getirmediler. Ancak bu özel birtakım kimseler hakkındadır. Çünkü onun gereğini yerine getirmeyenler onların bir bölümüdür. Bunlar ruhbanlık yoluyla insanların başına geçmeye, onların mallarını yemeye kalkıştılar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey îman edenler! Doğrusu haham ve rahiblerin birçoğu insanların mallarını batıl yollarla yerler ve Allah yolundan alıkoyurlar." (et-Tevbe, 9/34) Bu, ruhbanlığın kendilerini işin sonunda başkanlık elde etmeye götürdüğü birtakım kimseler hakkındadır. Süfyan es-Sevri, Atâ b. es-Sâib'den, o Said b. Cübeyr'den, o İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "Kendiliklerinden ortaya koydukları ruhbanlığa gelince" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Îsa'dan sonra birtakım krallar Tevrat ve İncil'i değiştirdiler. Fakat onlar arasında Tevrat'ı ve İncil'i okuyan, yüce Allah'ın dinine davet eden mü’minler de vardı. Bazıları onların krallarına: Sen bu kesimi öldürsen (iyi olur), dediler. Mü’minler ise: Biz kendi adımıza size böyle bir şeyi yapmak zorunda bırakmayacak tekliflerde bulunuyoruz, dediler. Bir kesim: Bize yüksekçe bir kule yapıp bizi oraya yerleştiriniz ve kendisiyle yiyeceğimizi, içeceğimizi yukarı doğru kaldıracağımız bir şey veriniz, biz de size karşı herhangi bir şeyi reddetmeyelim dedi. Bir başka kesim şöyle dedi: Bizi bırakın da yeryüzünde tek başımıza rasgele dolaşıp gezelim. Çöllerdeki vahşi hayvanların içtiği gibi içelim. Bizi ele geçirecek olursanız, o zaman bizi öldürünüz, Bir başka kesim şöyle dedi: Bize çöllerde evler yapınız, orada kuyu kazalım, sebze ekelim, siz de bizi görmezsiniz. Bütün bunların her birisinin de mutlaka onlardan bir yakın dostu vardı. Bu tekliflerini yerine getirdiler. İşte bunlar Îsa (aleyhisselâm)'in yolu üzere devam ettiler, Kitabı değiştirmiş bulunanlardan ve onlardan sonra gelen bir topluluk şöyle dediler; Biz de yeryüzünde dolaşalım ve bunların kendilerini ibadete verdikleri gibi, kendimizi ibadete verelim. Halbuki bu görüş sahibleri şirklerini devam ettiriyorlar ve kendilerinden önce geçen uydukları bu kimselerin imanlarını bilmiyorlardı. İşte yüce Allah'ın: "Kendiliklerinden ortaya koydukları ruhbanlığa gelince, Biz onu üzerlerine farz kılmadık. Ancak Allah'ın rızasını aramak için..." âyeti bunu anlatmaktadır. Yüce Allah şunu buyurmaktadır: Bu salih kimseler ruhbanlığı uydurdular, fakat sonradan gelenler "gereği gibi ona riayet etmediler." "Onlardan îman edenlere" yani bu ruhbanlığı ilk olarak ortaya koyup, gereklerini yerine getirenlere "ecirlerini verdik. Onlardan birçoğu" sonradan gelenleri kastetmektedir "ise fâsıklardı." Yüce Allah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı peygamber olarak gönderdiğinde bu kimselerden ancak pek az kişi kalmıştı. Bunlar da mağaralardan, manastırlardan, dağlardaki oyuklardan gelip Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman ettiler. 3- Dinde Sonradan Ortaya Çıkartılan Her Şey Bid'attir: Bu âyet-i kerîme sonradan çıkartılan herbir işin bid'at olduğuna delâlet etmektedir. O bakımdan bir hayrı sonradan ortaya koyan kimsenin onu devam ettirmesi ve onu bırakıp zıttına yönelmemesi gerekir ki, bu âyetin kapsamına girmesin. Ebû Umame el-Bâhilî -ki ismi Suday b. Aclan'dır- dedi ki: Sizler üzerinize farz olarak yazılmadığı halde Ramazanda namaz kılmayı (teravihi) ortaya çıkardınız. Halbuki size farz kılınan sadece oruçtur, Madem böyle bir işi yaptınız, artık bu namazı kılmaya devam ediniz ve onu terketmeyiniz. Çünkü İsrailoğullarından birtakım kimseler Allah'ın kendilerine yazmadığı yeni birtakım şeyleri bu yolla yüce Allah'ın rızasını arayarak ortaya koydular, fakat bunlara hakkıyla riayet etmediler. Yüce Allah da bunları terkettikleri için onlara sitemde bulunarak: "Kendiliklerinden ortaya koydukları ruhbanlığa gelince, Biz onu üzerlerine farz kılmadık. Ancak Allah'ın rızasını aramak için... Sonra gereği gibi ona riayet etmediler" diye buyurmaktadır. Taberânî, Evsat, VII, 262; Heysemî, Mecmâ', III, 139. 4- Kötü Zamanlarda İnsanlardan Uzaklaşmak: Âyet-i kerimede manastırlarda ve evlerde insanlardan uzaklaşıp bir kenara çekilmeye delil vardır. Bu ise zamanın bozulması, arkadaşların ve kardeşlerin değişmesi halinde mendubdur. Buna dair açıklamalar el-Kehf Sûresi'nde (18/10. âyet, 2. başlıkta) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Ebû Umame el-Bâhilî (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği hadiste şöyle demektedir: Yaptığı seriyyelerden birisinde Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem.v)ile birlikte çıktık. (Ebû Umame devamla) dedi ki: Bir adam içinde bir miktar su bulunan bir mağaranın yanından geçti. İçinden bu mağarada kalmayı geçirdi. Bu mağaradaki suyu içecek, etraftaki yeşil bitkilerden bir şeyler yiyecek ve dünyadan el etek çekecekti. (Kendi kendisine) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gitsem de bunu ona söylesem, bana izin verirse yaparım, aksi takdirde yapmam. Bunun üzerine Peygamberin yanına vararak, ey Allah'ın Peygamberi dedi. Ben, beni güçlü tutacak kadar suyu ve etrafında yeşillik bulunan bir mağaraya rastladım. İçimden burada kalıp dünyadan el etek çekmeyi geçirdim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem.v)şöyle buyurdu: "Ben ne yahudilik, ne de hristiyanlık dini ile gönderildim. Ben müsamahakâr hanif dini ile gönderildim. Muhammed'in canı elinde bulunana yemin ederim ki, Allah yolunda sabahleyin yahut öğleden sonra (cihad için) bir çıkış, dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha hayırlıdır. Sizden herhangi birinizin birinci safta durması altmış yıl namaz kılmasından hayırlıdır. " Müsned, V, 266; Heysemî, Mecmâ', V, 279. Kûfeliler de İbn Mes’ûd'dan söyle dediğini rivâyet ederler; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem.v) bana: "Hangi tip insan daha bilgilidir bilir misin?" Ben, Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedim. Şöyle buyurdu: "İnsanların en bilgilisi hakkında ihtilâfa düştükleri vakit hakkı en çok gören kimsedir. İsterse amel bakımından kusurlu olsun, isterse kıçı üzerinde sürünen bir kimse oksun, İsrailoğullarının ruhbanlığı nereden çıkardıklarını bilir misin? Îsa (aleyhisselâm)'dan sonra zorbalar Allah'a isyanı gerektiren hususları işleyerek, onlara üstünlük sağladılar. Îman ehli (bu işe) gazablandılar, onlarla savaştılar. Îman ehli üç defa yenilgiye uğradı, onlardan ancak çok az kimse kalmıştı. Bu sefer: Eğer onlar bizi yok edecek olurlarsa, dine davet edecek hiçbir kimse kalmayacaktır. Gelin Allah Îsa'nın vaadettiği ümmi peygamberi -Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastediyorlar- gönderinceye kadar yeryüzünde dağılalım. Bunun üzerine dağlardaki mağaralara dağıldılar ve ruhbanlığı ortaya koydular. Kimisi dinine sımsıkı sarıldı, kimisi de küfre saptı -ve: "kendiliklerinden ortaya koydukları ruhbanlığa..." âyetini okudu- Sen ümmetimin ruhbanlığının ne olduğunu bilir misin? Hicret, cihad, oruç, namaz, hac, umre ve tepeler üzerinde tekbir getirmektir. Ey İbni Mesud, sizden önceki yahudiler yetmişbir fırkaya ayrıldılar. Onlardan bir fırka kurtuldu, diğerleri helâk oldu. Sizden önceki hristiyanlar da yetmişiki fırkaya ayrıldılar. Onlardan üç tanesi kurtuldu, diğerleri ise helâk oldu. Bir fırka hükümdarlara karşı çıktı, Allah'ın dini ile Îsa -selam ona-'nın dini uğrunda onlarla savaştılar. (Ve bunu) ölünceye kadar sürdürdüler. Bir fırkanın hükümdarlara karşı çıkmak takati yoktu. Bunlar kavimleri arasında kalmaya devam ettiler. Allah'ın ve Meryem oğlu Îsa'nın dinine onları davet ettiler. Hükümdarlar onları yakaladılar, öldürdüler, testerelerle paramparça ettiler. Bir fırkanın ise ne hükümdarlara karşı çıkmak takati, ne de kavimleri arasında kalarak onları Allah'ın ve Meryem oğlu Îsa'nın dinine davet etmek takati vardı. Bundan dolayı dağlara çıktılar ve orada ruhbanlığa başladılar. İşte yüce Allah'ın haklarında: "Kendiliklerinden ortaya koydukları ruhbanlığa gelince..." diye buyurduğu kimseler bunlardır. Artık kim bana îman eder, bana uyar, beni tasdik ederse, ona gereği gibi riayet etmiş olur. Kim de bana îman etmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir." Hâkim, Müstedrek, II. 522. Peygamber bununla (İslam geldikten sonra) yahudi ve hristiyan olanları kastetmektedir. Bir diğer görüşe göre bunlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yetişmekle birlikte, ona îman etmeyen kimselerdir. İşte fâsıkların ta kendileri olanlar onlardır, Âyet-i kerimede Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem.v)'a bir teselli vardır. Yani öncekiler de aynı şekilde küfür üzere ısrar etmişlerdir. O halde senin çağdaşların küfür üzere ısrar edecek olurlarsa, buna hayret etme, şaşırma. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 28Ey îman edenler! Allah'tan korkun, Rasûlüne de Îman edin ki, rahmetinden size iki pay versin. Sizin için aydınlığıyla yürüyeceğiniz bir nûr versin ve size mağfiret etsin. Allah Gafûrdur, Rahîmdir. "Ey îman edenler" Mûsa'ya ve Îsa'ya inananlar "Allah'tan korkun, Rasûlüne" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a "îman edin ki, rahmetinden size iki pay versin." Îsa ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etmenize karşılık size iki kat ecir versin. Bu da yüce Allah'ın: "İşte bunlara sabrettikleri için ecirleri iki kere verilir." (el-Kasas, 28/54) âyetine benzemektedir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Kasas, 28/54-55. âyetler, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır, "Pay ve nasib" demektir. Bu da daha önce en-Nisâ Sûresi'nde (4/85. âyet, 1.,başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bunun asıl anlamı ise binek üzerinde olanı düşmekten koruyan ve binicinin kendisine sarındığı bir örtüdür. Bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır. el-Ezher'i de buna yakın bir açıklamada bulunarak şöyle demiştir: Bu kelimenin türediği kök, deveye binen kimsenin düşmesin diye devenin hörgütü üzerine koyduğu bir örtüdür. Buna göre âyetin tevili şöyle olur: Size, devenin üzerine konan bu örtünün biniciyi koruduğu gibi, sizi masiyetlerle helâk olmaktan koruyacak iki pay verir. Ebû Mûsa el-Eş'ârî dedi ki: Habeşçede İki kat" demektir, İbn Zeyd'den: "İki pay" dünya ve âhiret mükâfatı demektir. Denildiğine göre yüce Allah'ın: "İşte bunlara sabrettikleri için ecirleri iki kere verilir." (el-Kasas, 28/54) âyeti nazil olunca, kitab ehlinden olup îman edenler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına karşı öğünmeye koyuldular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Kimi ilim adamı bu âyet-i kerimeyi herbir haseneye ancak onun misli bir ecir olduğuna delil göstermiş ve şöyle demişlerdir: Hasene imandan olan herbir tür hakkında kullanılan umumi bir isimdir ve bu mutlak olarak kullanıldığı vakit umumi anlamında kullanılır. Eğer hasene belli bir tür hakkında kullanılacak olursa, onu işleyen kimseye ancak bir tek misli ile mükâfat verilir. Eğer iki türü kapsayan bir hasene hakkında kullanılırsa, o vakit bu haseneye iki katıyla sevab verilir. Âyet-i kerîme bu hususa delildir. Çünkü yüce Allah: "Rahmetinden... iki pay" dîye buyurmuştur. "Pay" ise "misil" ile aynı anlamdadır. Böylelikle Allah'tan korkan, Rasûlüne îman eden kimseye iki pay tayin etmiş olmaktadır. Birisi Allah'tan korkması, diğeri ise Rasûlüne îman etmesi dolayısıyla. İşte bu, on katı mükâfatı bulunan hasenenin, on tür haseneyi toplayan hasene için sözkonusu olduğuna delil teşkil etmektedir. Bu ise yüce Allah'ın sıfatlarından on çeşidi bir arada toplayan imandır. Çünkü yüce Allah: "Doğrusu müslüman erkeklerle, müslüman kadınlar..." (el-Ahzâb, 33/35) âyetinin tamamında bu hususları saymaktadır. Böylelikle karşılığında onların misli mükâfat gören on çeşit hasene zikredilmiş bulunmaktadır. Bunların herbir türüne karşılık onun misli ile bir mükâfat verilecektir. Ancak bu fâsid bir tevildir, çünkü yüce Allah'ın: "İyilikle gelene bunun on misli vardır" (el-En'âm, 6/160) âyetindeki zahir ifadenin umum çerçevesinin dışına -umumu tahsis etme ihtimali bulunmayan iddialarla- çıkmak sözkonusudur. Zira on haseneyi birarada bulunduran bir amelin herbir hasenesine ancak misli ile mükâfat verilir, diye bir şey sözkonusu değildir. Bu iddia ile hasenenin mükâfatının on misli ile görüleceği reddedilmektedir. Halbuki haberler buna delâlet etmektedir. Biz de bunları daha önceden (el-En'âm, 6/151. âyetin tefsiri ile en-Neml, 27/89. âyetin tefsirinde) zikretmiş bulunmaktayız. Eğer durum bu iddia sahibinin dediği gibi olsaydı (karşılık görmesi açısından) hasene ile seyyie (iyilik ile kötülük) arasında bir fark olmazdı. "Sizin için" âhirette Sırat üzerinde, kıyâmette cennete gitmek üzere "aydınlığıyla yürüyeceğiniz bir nûr" Mücahid'den gelen rivâyete göre; bir açıktama ve bir hidayet "versin." İbn Abbâs bunu Kur'ân-ı Kerîm, diye açıklamıştır. Bunun bir aydınlık, bir ışık olduğu da söylenmiştir. Bir başka açıklama da şöyledir: Aydınlığında insanlar arasında yürüyeceğiniz, kendilerini İslama davet edeceğiniz, böylelikle İslâm dininde ileri gelenler arasına katılacağınız ve sahih olduğunuz bu ileri gelme özelliğinizin asla sona ermeyeceği bir önderlik versin. Çünkü onlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etseler, başkanlıklarının sona ereceğinden korkmuşlardı. Oysa kaybedecekleri sadece Allah'ın hükümlerini tahrif etmek sebebiyle güçsüz kimselerden aldıkları basit rüşvetlerden ibaretti. Dindeki gerçek önderlikleri değildi. "Ve size" günahlarınızı "mağfiret etsin. Allah Gafûrdur, Rahîmdir." 29Ta ki kîtab ehli Allah'ın lütfundan hiçbir şeye nail olmayacaklarını, muhakkak lütfün Allah'ın elinde olduğunu, onu dilediğine verdiğini bilsinler. Allah çok büyük lütuf sahibidir. "Ta ki kitab ehli... bilsinler" âyetindeki: âyeti; "Ta ki bilsinler" demektir. Buna göre: fazladan tekid edici olarak gelmiş bir sıladır. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. el-Ferrâ' da şöyle demektedir: Âyet: "Bilsinler diye" anlamında olup red ve inkârm bulunduğu bütün ifadelerde zâid bir sıladır. Katade dedi ki: Kitab ehli müslümanları kıskandılar. Bunun üzerine "Ta ki kitab ehli... bilsinler" âyeti nâziİ oldu ki; şu demektir: Kitab ehlinin kendilerinin "Allah'ın lütfundan hiçbir şeye nail olamayacaklarını, muhakkak lütfün Allah'ın elinde olduğunu... bilsinler" demektir. Mücahid dedi ki: Yahudiler şöyle dediler: Elleri ve ayakları kesecek bir peygamberin aramızdan çıkması zamanı yaklaşmış bulunmaktadır. Ancak bu peygamber Araplar arasından çıkınca bunu inkâr ettiler, bu sefer "Ta ki kitab ehil.., hiçbir şeye nail olamayacaklarını" yani kendilerinin hiçbir şeye güc yetiremeyeceklerini "... bilsinler" âyeti nazil oldu. Bu da yüce Allah'ın: "Onun hiçbir sözlerine karşılık veremediğini..."'(Ta-Ha, 20/89) âyetine benzemektedir. el-Hasen'den: "Ta ki kitab ehli... bilsinler" anlamındaki âyeti; okuduğu nvayet edilmiştir. Bu İbn Mücahid'den de rivâyet edilmiştir. Kutrub ise bunun "lam" harfi kesitli, "ye" harfi de sakin olarak okunduğunu (yine el-Hasen'den) rivâyet etmektedir. Cer harfi olan "lâm'ın üstün olarak okunması bilinen bir söyleyiştir. "Ye" harfînirr sakin okunuşuna gelince, şöyle açıklanır: in hemzesi hazfedilince, bu sefer olur. Daha sonra "nun", "lam" harfine idgam edilince: olur, "Lam'lar bir araya gelince, onlardan ortada olanlarının yerine "ye" harfi getirilir. Nitekim Arapların: lâfzını diye kullanmaları da buna benzemektedir. İşte diye "lam" harfini kesreli olarak okuyanların kıraati ile ilgili açıklama da bunun gibidir. Şu kadar var ki o, bu hususta meşhur olan söyleyişe uygun olarak "lâm"ı hazfetmemiştir. Bu bakımdan bu okuyuş bu cihetiyle daha kuvvetli görülmektedir. İbn Mes’ûd'dan "Ta ki ... bilsinler" diye okuduğu, Hittan b. Abdillah'tan; İlla ki bilmeleri için" diye, İkrime'den de: "Bilmesi için, bilsin diye" diye okudukları da rivâyet edilmiştir. Ancak bunlar mushafta yazdı olan şekle muhaliftir. "Allah'ın lütfundan" âyeti İslam diye açıklandığı gibi mükâfat diye de açıklanmıştır. el-Kelbî Allah'ın rızkından, diye açıklamıştır. Sayılıp dökülmesi imkânsız olan Allah'ın nimetleridir, diye de açıklanmıştır. "Muhakkak lütfün Allah'ın elinde olduğunu" onların elinde olmadığını dolayısıyla peygamberliği Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan başka sevdikleri kimseye yönlendirmek imkânına sahib olmadıklarım... bilsinler diye "muhakkak lütfün Allah'ın elinde olduğunu" âyeti lütuf yalnız O'nundur diye de açıklanmıştır. "Onu dilediğine verdiğini bilsinler." Buhârî’de şöyle denilmektedir: Bize el-Hakem b. Nafi anlattı, dedi ki; Bize Şuayb, ez-Zührîden nakletti, dedi ki: Bana Salim b. Abdillah haber verdi. Abdullah b. Ömer dedi ki; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı -minber üzerinde ayakta duruyorken- şöyle buyururken dinledim: "Sizin, sizden önceki ümmetlere göre kaldığınız süre ikindi namazından güneşin batışına kadar olan süre gibidir. Tevrat ehline Tevrat verildi, onlar da günün ortasına kadar bu Tevrat gereğince amel ettiler. Sonra acze düştüler, onlara birer kırat, birer kırat verildi. Daha sonra İncil sahiplerine İncil verildi, onlar da ikindi namazına kadar onunla amel ettiler, Sonra acze düştüler, onlara birer kırat, birer kırat verildi. Sonra size Kur'ân verildi, siz de güneş (batıncaya) kadar onunla amel ettiniz. O bakımdan size ikişer kırat, ikişer kırat verildi, Tevrat ehli şöyle dedi: Rabbimiz bunların amelleri daha az, fakat mükâfatları daha çok. Yüce Allah şöyle buyurdu: "Ben sizi herhangi bir şeyin ecrinden mahrum ederek size zulmettim mi, dedi. Onlar: Hayır dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: İşte bu Benim lütfumdur, Ben onu dilediğim kimseye veririm." Bir rivâyette de şöyle demektedir: "Yahudiler ve hristiyanlar öfkelendiler ve: Rabbimiz ... dediler." Buhâri, I, 204, VI, 2716, 2740; Müsned, II, 121, 129. "Allah çok büyük lütuf sahibidir." el-Hadid Sûresi'nin tefsiri (burada) sona ermektedir. Yüce Allah'a hamdolsun. |
﴾ 0 ﴿