MÜCÂDELE SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Yirmiiki âyettir. Medine'de indiği hususunda görüş birliği vardır. Ancak Atâ'dan gelen bir rivâyete göre ilk on âyeti Medine'de inmiş, diğerleri ise Mekke'de inmiştir.

el-Kelbî de şöyle demiştir: Hepsi Medine'de inmiştir. Ancak yüce Allah'ın:

"Üç kişi fısıldaşmayıversin muhakkak O onların dördüncüleridir" (el-Mücâdele, 58/7) âyeti Mekke'de inmiştir.

1

Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikayet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı zaten İşitiyordu, Çünkü Allah, en iyi işitendir, en iyi görendir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Nüzul Sebebi ve İlgili Diğer Rivâyetler:

Yüce Allah'ın:

"Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikayet etmekte olan kadının sözünü elbette ki Allah işitmiştir" âyetinde sözü geçen Allah'a şikâyet eden kadın, Salebe kızı Havle'dir Hakîm kızı Havle olduğu söylendiği gibi, kadının adının Cemile olduğu da söylenmiştir. Ancak Havle olduğu daha sahihtir. Kocası Ubade b. es-Samit'in kardeşi Evs b. es-Samit'tir.

Bir gün Ömer b. el-Hattâb halifeliği döneminde insanlarla birlikte bir eşeğe binmişken bu kadının yanından geçmiş, kadın uzun bir süre onu durdurmuş, ona öğüt vermiş ve şöyle demişti: Ey Ömer! Sen daha önce Umeyr (Ömercik) diye çağırılıyordun. Sonra sana Ömer denildi, sonra sana Emiru'l-Mü’minin denildi. Allah'tan kork ey Ömer. Şüphesiz ki kesin olarak ölüme inanan bir kimse yapması gereken işleri elden kaçırmaktan korkar. Hesaba kesin olarak inanan da azaptan korkar.

Ömer durmuş, o kadının sözlerini dinliyordu. Ona: "Ey mü’minlerin emiri sen bu kocakarı için bu şekilde nasıl beklersin;" dediler. Ömer dedi ki: Allah'a yemin ederim, eğer sabahtan akşama kadar beni bekletecek olursa, farz olan namaz dışında onu durur dinlerim. Bu yaslı kadının kim olduğunu biliyor musunuz? Bu, yüce Allah'ın sözlerini yedi semanın üzerinden işitmiş olduğu Salebe kızı Havle'dir. Âlemlerin Rabbi onun sözlerini işitir de, Ömer o sözlere kulak vermez mi?

Âişe (radıyallahü anhnhâ) dedi ki: Herşeyi işiten O yüce zatın şanı ne yücedir! Ben Salebe kızı Havle'nin sözlerini işitirken bir kısmını da anlayamıyordum. O sırada kocasını Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şikâyet ediyor ve şöyle diyordu: Ey Allah'ın Rasûlü, benim gençliğimi yedi, karnım ona çotuk saçtı. Nihayet yaşım ilerleyip artık çucuk doğuramaz yaşa gelince bana zihâr yaptı. Allah'ım, ben halimi sana şikâyet ediyorum. Daha henüz sözlerini bitirmeden Cebrâîl şu: "Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikâyet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah iş İtmiştir" âyeti nazil oldu. Bunu İbn Mate Sünen'inde rivâyet etmiştir. İbn Mâce, I, 666; Hâkim, Müstedrek, II, 523; Beyhaki, es-Sünenu'l Kübrâ, VII, 3H2.

Bu hususta Buhârî'de yer alan Âişe'den gelen rivâyette şöyle denilmektedir: Bütün sözleri işiten Allah'a hamdolsun. O tartışan kadın Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şikâyette bulundu. Ben de odanın bir tarafında bulunuyor, fakat ne dediğini (tam) İşi temi yordum. Şanı yüce Allah:

"Kocası hakkında seninle mücadele eden... kadının sözünü elbetteki Allah işitmistir" âyetini indirdi Buhârî, VI, 26^9; ayrıca: İbn Mâce, i, 67; Müsned, VI. A6; Nesâî, VI, İd».

el-Maverdi dedi ki: Bu kadın Salebe kızı Havle'dir. Huveylid kızı Havle'dir diye de söylenmiştir. Ancak bu farklı değildir, çünkü bunlardan birisi onun babası, diğeri ise dedesidir. Bunlardan herbirisine de nisbet edilmiştir. Kocası ise Ubâde b. es-Sâmit'in kardeşi Evs b. es-Sâmit'tir.

es-Sâlebî dedi ki: İbn Abbâs dedi ki: Bu kadın Hazreçli Huveylid kızı Havle'dir. Ubâde b. es-Sâmit'in kardeşi Evs b. es-Sâmit'in nikâhı altındaydı. Bedenen güzel bir kadındı. Kocası onu secde halinde gördü. Kalçalarına bakındı, bu durumu hoşuna gitti, Namazını bitirince yanına gelmesini istedi, kabul etmedi. Bu sefer ona kızdı. Urve (b. ez-Zübeyr) dedi ki: Kocası kısmen deli bir kişi idi. Bu sırada deliliği tutmuş ve ona: Sen benim için annemin sırtı gibisin, demişti. îlâ ve zihâr cahiliye döneminde talâk şekillerindendi. Bu kadın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelince, ona: "Kocana haram oldun" dedi. Bu sefer kadın: Allah'a yemin ederim o talakı ağzına almadı, dedi. Sonra da: Fakirliğimi, yalnızlığımı, kimsesizliğimi kocamdan ve amcamın oğlundan ayrılışımı Allah'a şikâyet ediyorum. Karnım ise ona çocuklarını doğurmuştu. Hz. Peygamber: "Sen ona haram oldun" diye buyurdu. Kadın peygambere karşılık vermeye, Peygamber de ona cevab yetiştirmeye devam edip durdu, nihayet bu âyet-i kerîme indi.

el-Hasen'in rivâyetine göre kadın şöyle demişti: Ey Allah'ın Rasûlü! Allah nıliye döneminin geleneklerini silip kaldırmış bulunuyor. Benim kocam benden zihâr yaptı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Bu hususta bana herhangi bir vahiy gelmedi" diye buyurdu. Kadın: Ey Allah'ın Rasûlü! Her hususta sana vahiy geliyor da bir bu konuda mı sana vahiy gönderilmedi? dedi. Peygamber: "Durum sana dediğim gibidir" diye buyurdu. Kadın: Ben Allah'a şikâyet ediyorum, Onun Rasûlüne değil deyim;", yüce Allah da: "Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikayet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir" âyetini indirdi.

Darakutnî de Katade yoluyla Enes b. Malik'in kendisine şunu anlattığını rivâyet etmektedir: Evs b. es-Sâmit, hanımı Salebe kızı Huveyle'ye zihar yaptı. O da durumu Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şikâyet edip dedi ki: Yaşım ilerleyip kemiğim incelince bana zihar yaptı, Bunun üzerine Allah da zihar âyetini indirdi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Evs'e: "Bir köle azad ef" dedi. Evs: Buna gücüm yetmiyor, dedi. Peygamber: "Kesintisiz olarak iki ay oruç tut" diye buyurdu. Evs: Ben öyle birisiyim ki, bir günde üç defadan daha az yemek yiyecek olursam, görmem zayıflar. Bu sefer Peygamber: "O halde altmış fakir doyur" dedi, Evs: Böyle bir imkânım yok, ancak sen yardım ve yakınlık bağını gözetmek üzere bana destek verecek olursan müstesna. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona onbeş sa' ile yardımcı oldu. Nihayet yüce Allah ona (o miktarı) toplanmasını sağladı. Allah Gafûrdur, Rahîmdir.

"Çünkü Allah en iyi işitendir, en iyi görendir." (radıyallahü anhvi) dedi ki: Ashabın görüşüne göre onun yanında bir de o kadar buğday vardı, bu da altmış yoksula (keffâret olarak) yedirilirdi. Dârakutni, III, M6.

Tirmizi ve İbn Mace'nin Sünen'lerinde de şöyle denilmektedir: Seleme b. Sahr el-Beyâdî hanımından zîhar yaptı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Bir köle azad et" dedi. (Seleme) dedi ki: Elimle boynuma vurdum ve şöyle dedim: Seni hak ile gönderene yemin ederim ki yok, artık bundan başkasına sahih değilim. Bu sefer Peygamber: "O halde iki ay oruç tut" dedi. Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Başıma gelen bu musibet ancak ben oruçlu iken gelmedi mi? Peygamber: "O halde altmış yoksula yemek yedir" diye buyurdu. Tirmizi, III, 503, V, 405; İbn Mâce, I, 665.

İbnu'l-Arabi "Ahkâm(u'l-Kur'ân)" adlı eserinde şunu zikretmektedir: Rivâyet olunduğuna göre Duleyc kızı Havle'ye kocası zihar yaptı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek bunun hakkında ona soru sordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen ona haram oldun." Kadın: Muhtaçlığımı Allah'a şekva ediyorum, dedi. Tekrar edince Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yine: "Ona haram oldun" dedi. Yine kadın: Muhtaçlığımı Allah'a şikayet ediyorum, dedi. Âişe de o sırada Peygamber efendimizin başının sağ tarafını yıkıyordu. Sonra diğer yanına geçti ve bu sırada ona vahiy nazil oldu. Kadın sözlerini tekrar etmek isleyince, Âişe: Sus, işte vahiy indi, dedi, Kur'ân'ın nüzûlu tamamlanınca, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Havle'nin kocasına: "Bir köle azad et" dedi. Kocası, bulamam deyince, Peygamber: "O halde arka arkaya iki ay oruç tut" diye buyurdu. Kocası yine: Ben bir günde üç defa yemeyecek olursam, görme gücümün zayıflayacağından korkuyorum dedi. Peygamber: "O halde altmış yoksula yemek yedir" diye buyurdu. Adam: O halde sen de bana yardım et, deyince, Peygamber ona bir miktar yardımda bulundu. Taberânî. Kebir, XXIV, 247.

Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: Tefsir âlimleri bu kadının adının Havle olduğunu, kocasının da Evs b. es-Sâmit olduğunu kabul etmekle birlikte, bu kadının nisbeti hususunda farklı görüşlere sahibtirler. Kimisi bu kadın ensaridir ve Sa'lebe'nîn kızıdır derken, kimisi Düleyc'in kızıdır demiştir. Onun Huveylid kızı olduğu da söylenmiştir. Kimisi de: O es-Sâmit'in kızıdır, demiştir. Bazıları da: O Abdullah b. Ubey'in bir cariyesi idi, demiştir. Yüce Allah'ın hakkında: "Cariyeleriniz kendilerini korumak isterken... onları zinaya zorlamayın" (en-Nûr, 24/33) âyetinin hakkında indiği kadın da budur, çünkü o bu kadını zina etmeye zorluyordu. Havle'nin, Hakim kızı olduğu da söylenmiştir.

eri-Nehhas dedi ki: Bu bir çelişki değildir. Çünkü bir defa babasına, bir defa annesine, bir defa dedesine nisbet edilmesi mümkündür. Ayrıca Abdullah b. Ubey'in cariyesi olması da mümkündür, O bakımdan velâ yoluyla onun ensari olduğu söylenmiştir. Çünkü Abdullah b. Ubey her ne kadar münafıklardan ise de ensar arasında sayılıyordu.

2- Sem' ve Semî' (İşitmek ve Herşeyi İşiten):

"Allah işitmiştir" anlamındaki âyet: şeklinde (dal ve sin harfleri) idgam ile okunduğu gibi: şeklinde izhar ile de okunmuştur.

"Semâ' (işitme)"de asıl olan İşitilme özelliğinde olan şeylerin idrâkidir, eş-Şeyh Ebû'l-Hasen (el-Eş'arî'nin) tercih ettiği açıklama budur.

İbn Fûrek de şöyle demiştir: Doğrusu işitilen şeyin idrâk edilmesidir, el-Hakim Ebû Abdullah da; "es-Semî" isminin anlamı hakkında şu açıklamaları yapmaktadır: O mahlukatın kulaklarıyla idrâk ettiği seslen kulağı olmaksızın idrâk edendir. Bu da seslerin O'nun için gizli ve saklı olmadığı anlamına gelir. Eğer kulak (kendisinde) terkib edilmiş bulunan duyma niteliğine sahib değil ise -bu duyu organına sahib olmayan sağır kimseler gibi- o vakit sesleri idrak etme kabiliyetine sahib olamaz. Sem' ve basar, ilim, kudret, hayat ve irade gibi iki sıfattırlar, O halde bunlar Allah'ın zati sıfatlarındandır. Yüce yaratıcının bu sıfatlara sahib olmaması kesinlikle düşünülemez.

ile aynı anlamda olup "şikâyet etti" demektir.

"Seninle mücadele eden" anlamındaki âyet, Seninle konuşan" diye okunmuştur.

"Seninle mücadele eden", sana soru sorup duran demektir.

2

Aranızdan hanımlarına zihar yapanların zevceleri onların anaları değildir. Onların anaları ancak onları doğuranlardır. Şüphe yok ki bunlar, elbette çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar. Muhakkak ki Allah pek çok affedendir, bağışlayandır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yirmiüç başlık halinde sunacağız;

1- Zihârın Anlamı:

"Zihar yapanlar" anlamındaki âyeti İbn Âmir, Hamza, el-Kisâî ve Halef "ye" harfi üstün ve şeddeli "zı" harfinden sonra "elif" ile: diye okumuşlardır.

Nâfi', İbn Kesîr, Ebû Amr ve Yakub ise elifsiz "zı" ve "he" harfleri şeddeli, "ye'i harfi fethalı olarak dîye okumuşlardır.

Ebû'l-Âl-iye, Âsım ve Zirr b. Hubeyş de "ye" harfi ötreli, "zı" harfi şeddesiz, "elif" ve "he" harfi kesreli olarak: diye okumuşlardır. Bu husus daha önceden el-Ahzâb Sûresi'nde (33/4. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ancak merhum müfessirimiz orada bu kabilden herhangi bir husus söz konusu etmeyip buraya gönderine yapmıştır.

Ubey'in kıraatinde ise: (........) şeklinde olup İbn Amir ve Hamza'nın kıraatinin manası ile aynıdır.

Ziharda "zahr: sırt" lâfzının sözkonusu edilmesi, binmek anlamından kinayedir. Âdemoğullarının kadınlarının ise sırtına değil, karnına çıkılır, Ancak burada kinaye yoluyla karnı yerine sırtı sözkonusu edilmiştir. Çünkü Âdemoğullarından olmayan varlıkların sırtına binilir. Bundan dolayı sırt binmekten kinayedir, Mesela: "Hanımından indi" ifadesi, onu boşadı anlamında olup, sırtına binilen bir şeyin üzerinden inmişcesine bu ifade kullanılır. "Sen benim İçin annemin sırtı gibisin" ifadesinin anlamına gelince, sen bana haramsın, sana binmek benim için helâl değildir, demek olur.

2- Ziharın Mahiyeti:

Ziharın gerçek anlamı, bir sırtın diğer bir sırta benzetilmesidir. Bunun hüküm gerektiren türü ise helâl olan bir sırtı, haram olan bir sırta benzetmektir. Bundan dolayı fukahâ fcmatfe şunu kabul etmişlerdir. Bir kimse hanımına: Sen benim için annemin sırtı gibisin diyecek olursa, zihar yapmış olur. Onların çoğunluğunun kanaatine göre de; eğer hanımına: Sen benim için kızımın, kızkardeşimin sırtı gibisin, diyecek yahut bunların dışında mahrem kadınlardan birisinin ismini söyleyecek olursa zihar yapmış olur. Malik, Ebû Hanife ve başkalarının da görüşü budur.

Bu hususla Şâfiî -Allah ondan razı olsun- den farklı rivâyet gelmiştir, Ondan İmâm Mâlik'in görüşüne yakın bir rivâyet gelmiştir. Çünkü o hanımını -anne gibi- kendisine ebediyyen haram kılınmış birisinin sırtına benzetmiştir, Ebû Sevr'in ondan rivâyetine göre ise zihar ancak anne zikredilerek yapılır. Bu Katade ve en-Nehaî'nin de görüşüdür, birincisi ise el-Hasen, en-Nehaî, ez-Zührî, el-Evzaî ve es-Sevri'nin görüşüdür.

3- Zihar Lâfzının Açıkça ve Kinaye Olarak Zikredilmesi:

Ziharın asıl mahiyeti erkeğin hanımına: Sen benim için annemin sırtı gibisin, demesidir. Yüce Allah'ın sırtı sözkonusu etmesi karından kinaye ve setr içindir. Bir kimse: Sen benim için annem gibisin deyip, sırtı sözkonusu etmezse yahutta; sen benim için annem neyse osun deyip de bununla zihar yapmayı nîyet etmiş ise, niyetine göre hüküm verilir. Şayet bununla boşamayı kastetmiş ise bu Malik'e göre bain bir talâk olur. Talâk niyeti de, zihar niyeti de yoksa bu sözleriyle zihar yapmış kabul edilir. Ziharm sarih olarak kullanılması halinde niyet gözönünde bulundurularak talâk diye kabul edilmez. Tıpkı sarih olarak kullanılan talâk ve bilinen kinaye lâfızlarının kullanslması halinde zihara yorumlanmayacağı gibi. Özel olarak ziharın kinayesi niyet ile birlikte olursa, bâin talâk diye kabul edilir.

4- Zihar Lâfızlarının Çeşitleri:

Zihar lâfızları iki çeşittir: Sarih ve kinaye. Sarih lâfzı: Sen benim için annemin sırtı gibisin, sen bana göre, sen benim yanımda, sen benimle birlikte annemin sırtı gibisin ifadeleridir. Aynı şekilde sen bana karşı annemin sırtı gibisin yahut başı, yahut ferci veya buna benzer bir ifade kullanması aynı şekilde senin fercin, başın, sırtın, karnın yahut ayağın benim için annemin sırtı gibidir, diyecek olursa, zihar yapmış olur. Tıpkı, elin, ayağın, başın yahut fercin boş olsun, derken hanımının boş olacağı gibi.

Şâfiî iki görüşünden birisinde; bu zihar olmaz demiştir. Ancak ondan bu şekilde gelen rivâyet zayıftır, çünkü o talakın hakikat manasıyla özellikle ona (ferce) izafe edilmesinin sahih olacağı hususunda bize uygun kanaat belirtmiş bulunmaktadır. Ebû Hanife'den gelen rivâyet ise buna muhaliftir. Ondan ziharın ona (ferce) izafe edileceği sahih olarak rivâyet edilmiştir. Erkek hanımını ne zaman annesine yahut baba ya da anne tarafından ninelerinden herhangi birisine benzetecek olursa, bu -herhangi bir görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın- bir zihardır. Şayet kendisine hiçbir şekilde helal olmayan -kız, kızkardeş, hala ve teyze gibi- bunların dışındaki mahremlerden herhangi birisine benzetecek olursa, yine fukahânın çoğunluğuna göre zihar yapmış olur. İmâm Şâfiî -Allah ondan razı olsun- den gelen mezhebin sahih görüşü zikrettiğimiz gibidir.

Kinaye lâfızlar ise bir kimsenin; Sen bana karşı annem gibisin, annem konumundasın, demesidir. Bu gibi ifadelerde niyete itibar edilir. Şayet zihar yapmayı kastetmiş ise bu zihar olur, zihan kastetmemiş ise Şâfiî ve Ebû Hanife'ye göre zihar yapmamış olur. Bu hususta Malik'in görüşü az önce geçmiş bulunmaktadır. Buna delil şudur; O annesine mutlak bir benzetme ifadesini kullanmıştır. Bundan dolayı bu bir zihar olur. Bunun asıl dayanağı sırtı zikretmiş olması halinde, hükmün böyle olacağıdır, bu da güçlü bir delildir. Çünkü bu hususta lafzî mana vardır -ve lâfız bu manadadır- Ayrıca sırtın hükmü lafızdan ayrılmaz bir şey olmayıp, onun manasına bağlıdır, bu da haram kılmaktır. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır,

5- Hanımının Bedeninin Tamamını Annesinin Uzuvlarından Birisine Benzetirse:

Hanımının bedeninin tümünü annesinin uzuvlarından birisine benzetecek olursa -Ebû Hanife'nin kanaatinin aksine- zihâr yapmış olur. Çünkü Ebû Hanife şöyle demektedir: Eğer erkek hanımını, annesinin kendisi için bakılması helâl olan bir organına benzetecek olursa, zihâr yapmış olmaz.

Ancak bu sahih değildir. Çünkü faydalanmak maksadıyla öyle bir azaya bakmak ona helâl olamaz. Zaten benzetme bu maksatladır ve zihâr yapan da bu maksadı gözeterek benzetine yapar.

Bir görüşe göre İmâm Şâfiî de şöyle demiştir: Ancak sırtı zikretmesi halinde zihar yapmış olur. Bu da tutarsızdır. Çünkü annenin bütün organları haramdır. Dolayısıyla bu organlardan birisine yapılan benzetme tıpkı sırta yapıl,afl-bçnzetme gibi bir zihar olur. Ayrıca zihar yapan bir kimsenin maksadı helal olanın, haram olana benzetilmesidir. Dolayısıyla bu hüküm, manaya bağlı olarak kabul edilmiştir.

6- Hanımını Yabancı Bir Kadına Benzetecek Olursa;

Hanımını yabancı bir kadına benzetecek olup da sırtı sözkonusu ederse, birincisine bakarak zihâr olur. Eğer sırtı sözkonusu etmezse, bu hususta ilim adamlarımızın farklı görüşleri vardır. Kimisi bu bir zihar olur derken, kimisi bu talâk olur demiştir.

Ebû Hanife ve Şâfiî hiçbir şey değildir, demişlerdir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu tutarsızdır. Çünkü o hanımının helâl olan bir tarafını kendisi için haram olan birisine benzetmiştir. Dolayısıyla tıpkı sırlı zikretmiş gibi, onun hükmüyle mukayyed olur. İsimler bize göre manaları ile ele alınır. Onlara göre lâfızları ile ele alınır. Bu da onların kabul ettikleri asıl ilke ile çelişmektedir.

Derim ki: Yabancı bir kadını zikrederek zihar yapmaktaki görüş ayrılıkları Malik nezdinde güçlüdür. Onun mezhebine mensub kimi İlim adamı, ziharın ancak özellikle mahrem kadınlar zikredilerek yapılacağı ve bunların dışındaki kadınlar zikredilerek ziharın yapılmayacağı görüşündedir. Kimileri bunu hiçbir şey kabul ederken, kimileri yabancı bir kadın zikredilerek yapılırsa bunu talâk olarak kabul etmiştir.

Bu hususta Malik'in görüşü de şudur: Eğer oğlumun yahut kölemin sırtı gibi ya da Zeyd'in sırtı gibi yahut yabancı bir kadını zikrederek onun sırtı gibi diyecek olursa, bu onun için bir zihar olur ve yemini esnasında hanımı ile ilişki kurması helâl olmaz. Yine ondan gelen rivâyete göre mahrem olmayanların ismi zikredilerek yapılan zihar hiçbir şeydir. Tıpkı el-Kûfî ve Şâfiî'nin dediği gibi.

el-Evzaî de şöyle demiştir: Şayet hanımına: Sen benim için filan adamın sırtı gibisin, diyecek olursa, bu keffâretini yerine getirmesi gereken bir yemin olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,

7- "Sen Bana Annemin Sırtı Gibi Haramsın" Derse:

Koca hanımına: Sen bana annemin sırtı gibi haramsın diyecek olursa, bu bir zihar olur, talâk olmaz. Çünkü: Sen bana haramsın demesi hem talâk yolu ile haram kılma ihtimaline gelir, o vakit bu boşanmış bir kadın olur. Hem de zihar yolu ile haram kılma anlamına gelme ihtimali vardır. O zinan alıkça ifade ettiğine göre, bu iki ihtimalden birisini açıklamış olur ve bu hususta ona göre hüküm verilir.

8- Zihâr Bütün Hanımlar Hakkında Hüküm İfade Eder:

Zihâr ister kendisiyle gerdeğe girilmiş olsun, ister kendisiyle gerdeğe girilmemiş olsun talâk yapması câiz olan bir koca tarafından yapılmışsa, hangi durumda olursa olsun, bağlayıcı hüküm ifade eder. Aynı şekilde Malik'e göre cariyelerinden kendisiyle ilişki kurması câiz olanlar hakkında da hüküm böyledir. Bunlardan herhangi birisi ile zihar yapacak olursa, zihar yaptığı cariye hakkında zihar hükmü onun için bağlayıcılık ifade eder.

Ebû Hanife ve Şâfiî ise hüküm ifade etmez, demişlerdir. Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu bize göre gerçekten zor bir meseledir. Çünkü Malik şöyle der; Cariyesine; sen benim için haramsın diyecek olursa, bu bağlayıcı bir hüküm ifade etmez. Peki sarih olan haram kılma lâfzını cariye hakkında geçersiz kabul ederken, kinaye lâfzı nasıl sahih olabilir? Ancak cariye yüce Allah'ın:

"Hanımlarına" lâfzının genel çerçevesi içerisine girmektedir. Çünkü bu âyetle yüce Allah onlara helâl kılınmış olan kadınları kastetmiştir. Ziharın manası ise, mevcut akdi kaldırmak sözkonusu olmaksızın, ilişki kurmakla alâkalı bir lafızdır. Bundan dolayı cariye hakkında da sahihtir. Bunun asıl dayanağı, yüce Allah adına yemin etmektir.

9- Nikâhtan Önce Yapılan Zihar:

Malik'e göre nikâhtan sonra yapılan zihâr, eğer zihâr yaptığı kadını nikâhlayacak olursa, bağlayıcı hüküm ifade eder. Şâfiî ve Ebû Hanife'ye göre ise bağlayıcı hüküm ifade elmez. Çünkü yüce Allah "hanımlarına" demiştir. Nikâhı akma almadığı kadın ise "hanımlarından değildir. et-Tevbe suresinde yüce Allah'ın:

"İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti..." (et-Tevbe, 9/75) âyeti açıklanırken, (et-Tevbe, 75-78. âyetler, 2. başlık ve devamında) bu meselenin asıl dayanağı geçmiş bulunmaktadır,

10- Zımmînin Zihâr Yapması:

Zımmînin zihârı bağlayıcı değildir, Ebû Hanife de böyle demiştir. Şâfiî dedi ki: Zımmînin zihân sahihtir. Bizim delilimiz yüce Allah'ın:

"Aranızdan" âyetidir. Bu da müslümanlardan demektir. Bu ifade de zımminin hitabın dışına çıkmasını gerektirmektedir.

Eğer: Bu hicab delili ile bir istidlaldir denilecek olursa, şöyle cevab veririz: Bu iştikak ile ve mana ile bir istidlaldir. Çünkü kâfirlerin nikâhlarıfasiddirve feshedilmeye lâyıktır. Dolayısıyla bu nikâhlara talâkve zihâr hükümleri taalluk etmez. Bu da yüce Allah'ın:

"Aranızdan adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun." (et-Talâk, 65/2) âyetine benzemektedir. Nikâhlar sıhhat şartlarından uzak oldukları takdirde fasiddir. Fasid nikâhta ise zihar hiçbir durumda sözkonusu olmaz.

11- Kölenin Zihâr Yapması:

Yüce Allah'ın:

"Aranızdan" âyeti bunu kabul etmeyenlere hilâfen, kölenin zihafının sahih olmasını gerektirmektedir. Bu görüşü es-Sa'lebî, Malikten nakletmiştir. Çünkü köle de müslümanlardan sayılır ve nikâhın hükümleri onun hakkında da sabittir. Kölenin başka bir köleyi azad etmesi ve yemek yedirmesi imkansız olsa bile, oruç tutabilir.

12- Kadınların Zihâr Yapmaları Sözkonusu Değildir:

Malik -Allah ondan razı olsun- şöyle demektedir: Kadınların zihâr yapmaları sözkonusu değildir. Çünkü yüce Allah:

"Aranızdan hanımlarına zihâr yapanlar" diye buyurmakla, "siz kadınlar arasından kocalarına zihâr yapan hanımlar" diye buyurmamaktadır. Zihâr sadece erkekler tarafından yapılabilir.

Îb'nu'l-Arabî dedi ki: İbnu’l-Kasım, Salim, Yahya b. Said, Rabia ve Ebû'z-Zinâd'dan böylece rivâyet edilmiştir, mana itibariyle de sahihtir! Çünkü nikâh hususunda helâl kılmak, akit, helâllik ve haramlık erkeklerin elinde olup kadınların elinde bunlardan herhangi bir şey bulunmamaktadır ve bu, bir icmadır.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) dedi ki: İlim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre kadınların zihâr yapmaları sözkonusu değildir. el-Hasen b. Zıyad dedi ki: Kadın zihâr yapabilir. es-Sevrî, Ebû Hanife ve Muhammed şöyle demişlerdir: Nikâhtan önce veya sonra olsun kadının erkekten zihâr yapmasının hiçbir kıymeti yoktur.

Şâfiî de şöyle demiştir: Kadının erkeğe zihâr yapması diye bir şey yoktur. el-Evzai dedi ki: Kadın kocasına: Sen benim için annen filanın sırtı gibisin, diyecek olursa, bu kendisi sebebiyle keffârette bulunması gereken bir yemin olur. İshak da böyle demiştir: Hiçbir kadın erkeğe zihâr yapamaz, fakat bu tür ifade onun için keffâretinî ödemesi gereken bir yemindir.

ez-Zührî de şöyle demiştir: Zihâr keffaretinde bulunması gerektiği görüşündeyim. Ancak onun bu ifadeyi kullanması kocasının kendisine yaklaşmasına engel teşkil etmez. Bu görüşünü ondan Ma'mer rivâyet etmiştir. İbn Cüreyc de Atâ'dan şöyle dediğini nakletmektedir: O Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi haram kılmış olur. Bundan dolayı onun bir yemin keffaretinde bulunması gerekir. Bu Ebû Yûsuf’un da görüşüdür. Muhammed b. el-Hasen de: Ona hiçbir şey gerekmez, demiştir.

13- Deli Bir Kimsenin Düzgün İfadelerle Zihâr Yapmasının Hükmü:

Bir kimsede delilik olur da bazan muntazam ifadeler kullanması halinde zihâr yapacak olursa, onun bu zihârı bağlayıcı hüküm ifade eder. Çünkü hadiste şöyle rivâyet edilmiştir: Sa'lebe kızı Havle'nin, deliliği bulunan kocası Evs b. es-Sâmit, aklının başından gittiği bir sırada, hanımına zihâr yaptı..,

14- Kızgınlık Halinde Zihâr Yapmanın ve Boşamanın Hükmü:

Kızıp hanımına zihâr yapan yahutta talâk veren bir kimsenin kızgınlığı söylediğinin hükmünü kaldırmaz. Bu hadisin bazı rivâyet yollarında Yusuf b. Abdillah b. Selam şöyle demektedir: Bana Evs b. es-Sâmit'in hanımı Havle anlattı, dedilci: Benimle onun arasında bir tartışma olmuştu. O da; Sen benim için annemin sırtı gibisin dedi, sonra da kavminin mecfisine çıkıp gitti. Hanımının: Benimle onun arasında bir tartışma çıktı, ifadesi onu kızdıran bir tartışmanın olduğuna ve bunun sonucunda zihâr yaptığına delil teşkil etmektedir. Kızgınlık ise herhangi bir hükmü kaldırmayan, şer'î bir hükmü değiştirmeyen boş bir iştir. Sarhoşun durumu da böyledir. Bu da bir sonraki başlığın konusudur.

15- Sarhoşluk Halinde Zihâr ve Talâkın Hükmü;

Sarhoşluk halinde zihâr yapan ve boşayan bir kimsenin bu tasarrufu eğer söylediğini akledip kavrıyor ve ifadesi düzgün ise; o kimse için bağlayıcı hüküm ifade eder. Çünkü daha önce en-Nisâ Sûresi'nde (4/43- âyet, 7. başlıkta) yer alan

"sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar..." (en-Nisâ, 4/43) âyetinde açıklandığı üzere bu böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

16- Zihâr Yapan Keffârette Bulunmadan Hanımına Yaklaşamaz:

Zihâr yapan bir kimse -iki görüşünden birisinde belirtildiği üzere Şâfiî'nin aksine- keffârette bulunmadığı sürece hanımı ile temas kuramaz ve hiçbir şekilde ondan zevk alacak bir davranışta bulunamaz. Çünkü zihâr yapanın: Sen benim için annemin sırtı gibisin, demesi lâfız ve manası ile her türlü faydalanmayı haram kılmayı gerektirmektedir. Şayet keffârette bulunmadan önce hanımı ile ilişki kuracak olursa, bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir.

17- Zihâr Yapan. Keffârette Bulunmadan Önce Hanımına Yaklaşırsa:

Bu durumda kişi, Allah'tan mağfiret diler ve bir keffârette bulununcaya kadar ondan uzak durur.

Mücahid ve başkası dedi ki; İki keffârette bulunur. Sat d, Kala de den, Mutarrif, Recâ b. Hayve'den o Kabîsa b. Züeyb'den, o Amr b. el-Âs'dan zihâr yapan hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Keffârette bulunmadan önce ilişkide bulunacak olursa iki keffârette bulunur. Ma'ıner, Katade'den rivâyetle dedi ki: Kabîsa b. Züeyd dedi ki: İki keffârette bulunması gerekir.

Aralarında İbn Mâpe-ve Nesâî'nin de bulunduğu hadis İmâmlarından bir grup da İbn Abbâs'fân şu rivâyeti kaydetmektedir: Bir adam hanımına zihâr yaptı, keffârette bulunmadan önce ona yaklaştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek ona bu durumu sözkonusu etti. Peygamber: "Seni bu şekilde davranmaya iten ne oldu?" diye sordu. Adam Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Ayın ışığında onun ayak bileğinin beyazlığını gördüm. Ona yaklaşmaktan kendimi alıkoyamadım. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) güldü ve ona keffârette bulunmadan önce yaklaşmamasını emretti Tırmizi, III, 503; Nesâî, VI, 167; İbn Mâce, I, 666; Hâkim, Müstedrek, II, 222 İbn Mâce ve Dârakutnî, Süleyman b. Yesar'dan, o Seleme b. Sahr'dan rivâyet ettiğine göre Seleme, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde zihâr yaptı. Sonra da keffârette bulunmadan önce hanımına yaklaştı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek bu durumu ona anlattı. Peygamber ona sadece bir keffârette bulunmasını emretti. Dârakutnî, 111; İbn Mâce,\, 166

18- Tek Bir Sözle Dört Hanıma Zihâr Yapmak:

Tek bir söz ile dört hanıma zihâr yapacak olursa, mesela: Sizler benim için annemin sırtı gibisiniz, derse hepsinden zihâr yapmış olur. Bu durumda hiçbirisiyle ilişki kurması câiz olmaz, fakat ona tek bir keffaret yeterli olur.

Şâfiî: Dört keffârette bulunması gerekir, der. Ancak âyet-i kerimede buna dair hiçbir delil yoktur. Çünkü çoğul lâfzı bütün mü’minler hakkında kullanılmış bulunmakladır ve esas olan manadır.

Darakutnî de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) şöyle derdi: Bir kimsenin nikâhı altında dört tane hanım bulunupta o da bunlara zihâr yapacak olursa, tek bir keffârette bulunması onun için yeterlidir. Eğer arka arkaya herbirisinden ayrı ayrı zihâr yapacak olursa, o zaman onların herbirisi için bir keffâretle bulunması gerekir. Dârakutnî, 111,319.

Bu hususta icmâ’ vardır.

19- Bir Kimse Dört Kadına: Sizinle Evlenirsem Benim İçin Annemin Sırtı Gibi Olasınız, Derse:

Bir kişi dört hanıma: Ben sizinle evlenecek olursam, siz benim için annemin sırtı gibi olasınız, deyip de onlardan birisiyle evlenecek olursa, keffârette bulunmadan ona yaklaşamaz. Bundan sonra da diğerleri hakkındaki yemini kalkmış olur.

Keffarette bulunmadıkça diğerlerine de yaklaşamaz da denilmiştir. Ancak mezhebin kabul edilen görüşü birincisidir.

20- Zihârla Birlikte Bain Talâk Verirse:

Koca hanımına: Sen benim için annemin sırtı gibisin ve sen benden "elbette talâkı (üç talâkla) bâin ile boşsun diyecek olursa, onun için hem talâk, hem de zihâr hükmü birlikte bağlayıcı hüküm ifade eder. Bir başka koca tarafından nikâhlanmadıkça ve kendisi de ondan sonra onu bir daha nikâhlamadıkça keffârette bulunmaz. Onu nikâhladığı takdirde de keffârette bulunmadan onunla ilişki kurmaz.

Şayet hanımına: Sen benden "elbette talâkı" ile boşsun ve sen benim için annemin sırtı gibisin diyecek olursa, talâk gerçekleşir, fakat zihâr hükmü bağlayıcı olmaz. Çünkü elbette (bain talâk) ile boşanmış olan bir kadının, bir daha boşanması sözkonusu değildir.

21- Kendisi İle Gerdeğe Girilmemiş Olan Kadına Zihâr Yapmak:

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Kendisi ile gerdeğe girilmemiş olan kadına zihâr yapmak sahih değildir. el-Müzenî şöyle demiştir: Ric'î talâk ile boşanmış olan kadınla zihâr yapmak da sahih değildir, ancak bu görüşün bir kıymeti yoktur. Çünkü her iki halde de evlilik hükümleri sabittir. Bu durumda onun talâkı sözkonusu olduğu gibi, kıyas gereği ve aklen ziharın hükmü de onun hakkında sözkonusu olur.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

22- Hanımlarınız, Anneleriniz Olamaz:

"Zevceleri onların anaları değildir." Yani onların hanımları anneleri olamaz.

"Onların anaları" âyeti genel olarak Hicazlıların şivesine uygun olarak te harfi esreli: diye okunmuştur. Yüce Allah'ın:

"Bu bir beşer değildir." (Yusuf, 12/13) âyetinde olduğu gibi.

Ebû Ma'mer, es-Sülemî ve başkaları ise Temimlilerin şivesine uygun olarak ref' ile: diye okumuşlardır.

el-Ferrâ' dedi ki; Necidliler ile Temimoğulları: "Bu bir beşer değildir" ve: "O kadınlar onların anaları değildir" âyetinde ref ile söylerler.

"Onların anaları ancak onları doğuranlardır." Yani onları doğuran anneleri dışında kimse onların anaları olamaz. Nitekim Mesel'de: "Senin oğlun topuklarını kanatandır" denilmiştir. "O kadınlar ki" anlamındaki ism-i mevsule dair açıklamalar daha önce el-Ahzâb Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. Merhum müfessirimiz bu ism-i mevsûlden söz etmiş olsaydı el-Ahzâb, 33/4. ayette söz etmesi gerekirdi. Ancak orada huna dair herhangi bir açıklama bulunmamaktadır

23- Şeriatın Onaylamadığı Çirkin Sözler:

"Şüphe yok ki bunlar elbette çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar."

Ağır ve şeriatin benimsemediği bir söz söylüyorlar. (Âyet-i kerimedeki): ez-Zûr: Yalan demektir.

"Muhakkak ki Allah pek çok affedendir, bağışlayandır." Çünkü onları yerine getirmekle yükümlü tuttuğu keffaret bu çirkin ve yalan sözün vebalinden kurtarıcıdır.

3

Hanımlarına zihâr yapıp sonra da o sözlerinden dönenler, eşleri ile temas etmezden evvel bir köle azad etmelidirler. Size İşte bununla öğüt veriliyor. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı oniki başlık halinde sunacağiz: Ancak, başlıklar onüçtür. Onüçüncü başlıktaki açıklamalar ayrıca altı başlık halinde de alındığından, toplam başlık sayısı ondokuzu bulmaktadır. Biz onüçüncü başlıktan sonra da başlık sayılarını müteselsilen sürdürmeyi uygun bulduk.

1- Zihâr Yaptıktan Sonra Tekrar Dönenlerin Hükmü:

"Hanımlarına zihâr yapıp..." âyeti mübtedâ olup haber

"bir köle azad etmelidirler" âyetidir. "Üzerlerine,., düşer" lâfzı ifadenin buna delâleti dolayısıyla hazfedilmiştir. Onlara bir köle azad etmek düşer, demektir. Bunun; onların keffâretleri bir köle azad etmektir, takdirinde olduğu da söylenmiştir.

İlim adamlarının zihâr hakkında icmâ' ile kabul ettikleri husus erkeğin hanımına: Sen benim için annemin sırtı gibisin, demesidir. Yüce Allah'ın:

"Şüphe yok ki bunlar elbette çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar" (Mücadele, 58/2) âyetinde yüce Allah'ın "çirkin ve yalan söz" diye nitelendirdiği söz de budur. Artık kim bu sözü söylerse, o kimsenin hanımına yaklaşması haram olur, Kim söylediğinden dönecek olursa bu sefer zihâr keffâretînde bulunması gerekir. Çünkü yüce Allah:

"Hanımlarına zihâr yapıp sonra da o sözlerinden dönenler eşleri ile temas etmezden evvel bir köle azad etmelidirler" diye buyurmuştur. İşte bu da zihâr keffâretinin, söylediğine tekrar dönmek ile birlikte olması gerektiğinin, sadece o sözü söylemekle gerekmediğinin delilidir. Bu insanların hakkında yedi ayrı görüş ortaya koydukları, nisbeten müşkil bir konudur:

1- Burada "dönüş"den kasıt hanımı ile ilişki kurmayı kararlaştırmaktır. Ebû Hanife ve arkadaşlarının teşkil ettiği Iraklıların meşhur görüşü budur. Mâlik'ten de: Eğer hanımı ile ilişki kurmayı kararlaştırırsa bu bir dönüş olur, eğer böyle bir karar vermezse dönüş olmaz dediği rivâyet edilmiştir.

2- Hanımıyla zihâr yaptıktan sonra onu nikâhı altında tutmaya karar vermektir. Bu da Malik'in görüşüdür.

3- Hem hanımını nikâhı altında tutmaya, hem de onunla ilişki kurmaya karar vermektir. Bu da Malik'in Muvatta’ adlı eserindeki görüşüdür. Malik yüce Allah'ın:

"Hanımlarına zihâr yapıp sonra da o sözlerinden dönenler" âyeti hakkında şöyle demiştir: Ben bunun tefsirinin şöyle olduğunu duydum: Erkek hanımına zihâr yapar, sonra da onunla ilişki kurup onu nikâhı altında tutmaya karar verirse (söylediğinden dönmüş) olur. Eğer buna dair karar verecek olursa, işte o vakit keffârette bulunması vacibtir. Şayet hanımını boşayıp onunla zihâr yaptıktan sonra nikâhı altında tutmaya ve onunla ilişki kurmaya karar vermeyecek olursa, herhangi bir keffârette bulunma yükümlülüğü yoktur. Malik dedi ki: Eğer bundan sonra onunla evlenecek olursa, zihâr keffaretini yerine getirmedikçe ona dokunamaz.

4- Bundan kasıt bizatihi ilişki kurmaktır. İlişki kurmayacak olursa, bu, söylediğinden dönmek olmaz. Bu görüşü el-Hasen ve yine Malik ifade etmiştir.

5- İmâm Şâfiî (radıyallahü anh) dedi ki: Bu zihârdan sonra onu boşama kudreti bulunmakla birlikte hanımını eş olarak nikâhı altında tutmasıdır. Çünkü zihâr yapmakla hanımının kendisine haram olmasını kastetmiştir. Hemen bunun arkasından talâkı verirse, bu sefer haram kılmak şeklinde başlattığı işin aksini yapmış ölür. Bu durumda da ona keffâret düşmez. Şayet talâkı vermeyecek olursa, bu sefer daha önceki haline dönmüş olur. Bu durumdu da ona keffâret düşer.

6- Zihâr keffâretten başka hiçbir şeyin ortadan kaldırmadığı bir haramlığı gerektirir. Bu görüşü kabul edenlerin kanaatine göre dönmek daha önceden yerine getireceği bir keffâret ile olmadıkça, onunla ilişki kurmayı mubah kılmaması demektir. Bu açıklamayı da Ebû Hanife, onun mezhebine mensub ilim adamları ve el-Leys b. Sa'd ifade etmişlerdir.

7- Bundan kasıt, zihârı lâfzı ile tekrarlamaktır. Bu ise kıyası kabul etmeyen zahirilerin görüşüdür, Bunlar derler ki: Şayet zihâr lâfzını tekrar söylerse işte "dönüş" budur. Eğer söylediğini tekrarlamazsa dönüş olmaz. Bu açıklama Bukeyr b. el-Eşec, Ebû’l-Âl-iye ve yine Ebû Hanife'ye de isnad edilir. el-Ferrâ'nın kabul ettiği görüş de budur, Ebû'l-Âl-iye de şöyle demektedir: Âyetin zahiri onun lehine tanıklık etmektedir. Çünkü yüce Allah:

"Sonra da o sözlerine dönenler" diye buyurmaktadır ki, daha önce söyledikleri söze dönenler demektir. Ali b. Ebi Talha’da, İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın:

"Hanımlarına zihâr yapıp sonra da o sözlerinden dönenler" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bu kişinin hanımına: Sen benim için annemin sırtı gibisin, demesidir. Ona bu sözü söyledi mi artık zihâr keffâretini yerine getirmedikçe hanımı tekrar ona helâl olmaz.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu zihâr lâfzını tekrar söylemektir, diyenlerin görüşleri kafi olarak batıldır ve Bukeyr'den böyle dediği sahih olarak rivâyet edilemez. Bunun Davud ve onun taraftarı olanların, bilgisizce iddialarına benzeme ihtimali daha büyüktür. Zihâr yapanların başından geçen olaylar rivâyet edilmiş bulunmaktadır. Onların keffârette bulunmalarından sözedilirken herhangi bir şekilde sözlerini tekrarlamalarından sözedilmemiştir. Aynı şekilde âyetin anlamı da bu görüşü çürütmektedir. Çünkü yüce Allah bu sözü çirkin ve yalan bir söz olarak nitelendirmiştir. O halde sen o haram sözü tekrarlayıp yasak olan sebebi bir daha söyleyecek olursan, bu takdirde sana keffareti yerine getirmek vâcib olur nasıl denilebilir? Bu aklen kabul edilemez bir şeydir. Diğer taraftan keffareti gerektiren herbir sebeb te -ister öldürmek, ister ramazan orucunda hanımıyla ilişkide bulunmak, ister başka bir sebeb olsun- bunun tekrarlanması şartının olmadığı da bilinen bir husustur.

Derim ki (İbnu'l-Arabi'nin): "Bu Davud'un ve onun taraftarlarının cahilce iddialarından birisi gibidir" şeklindeki ifadesi Davud'a karşı ağır bir ifadedir. Çünkü Davud'un bu görüşünü, belirttiğimiz kimseler de ifade etmiştir.

İbnu'l Arabî devamla dedi ki: Şâfiî'nin: Güç yetirmekle birlikte talâkı terketmektir, şeklindeki görüşünü ise üç temel nokta çürütmektedir. Birincisi yüce Allah:

"Sonra" diye buyurmuştur ki, bu da zahiri itibariyle terahiyi (arada bir süre geçirmeyi) gerektirmektedir. İkincisi yüce Allah'ın:

"Sonra... dönenler" âyeti belirli bir fiilin varlığını ve zamanın geçmesini gerektirmektedir ki, zamanın geçmesi kişinin kendi fiili değildir. Üçüncü husus ric'î talâk nikâh altında kalmaya aykırı değildir. Dolayısıyla îfâ'da olduğu gibi, zihârın hükmünü kaldırmaz.

Şayet: O hanımını anne gibi görecek olursa, onu nikâhı altında tutamaz. Zira annenin nikâh altında tutulması sahih değildir, denilecek olursa -ki bu Mâverâu'n-Nehir âlimlerinin dayanak noktasıdır- şöyle deri?: Söylediğinin aksini kararlaştıracak ve hanımını annesinden farklı bir durumda görmeye başlayacak olursa, artık keffârette bulunur ve hanımına geri döner.

Bu görüşün tahkiki şudur: Karar vermek manevi olarak bir sözdür. Böyle bir kişi, helâl kılmayı gerektiren bir söz söylemiş, olur ki bu da nikâhtır. Diğer taraftan haram kılmayı gerektiren bir söz söylemiştir ki, bu da zihârdır. Daha sonra söylediğine -ki bu da helâtkılmaktır- geri dönmüştür. Böylesinin onun tarafından bir akit başlangıcı olması doğru olamaz. Çünkü akit bakidir, geriye sadece daha önce taşıdığı inanca ve içinden söylediği ve: Sen benim için annemin sırtı gibisin, sözleri ile haber vermiş olduğu hususa aykırı karar vermek anlamında bir sözdür. İşte bu durum ortaya çıktığı takdirde keffârette bulunur ve hanımına geri döner. Çünkü yüce Allah:

"Eşleri ile temas etmezden evvel" diye buyurmuştur. Bu ise kendi alanında son derece yetkin ve yeterli bir açıklamadır.

2- "Sözlerinden Dönenler" Âyetinin Anlamı ve Anlaşılması:

Kimi tevil âlimleri şöyle demişlerdir: Âyet-i kerimede takdim ve tehir vardır. Anlamı da şudur:

"Hanımlarına zihâr yapıp sonra da" daha önceki halleri üzere cimaa

"dönenler" söyledikleri sebebiyle

"bir köle azad etmelidirler" yani o söyledikleri sözlerden ötürü onların üzerine bir köle azad etmek düşer. Buna göre yüce Allah'ın:

"Sözlerinden" âyetindeki cer harfi (olan kesreli lâm), mübtedânın haberi durumunda olan hazfedilmiş bir ifadeye taalluk etmektedir. Bu da; "Üzerlerine... düşer" lâfzıdır. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır.

ez-Zeccâc dedi ki: Anlam şöyledir: Sonra o söyledikleri sözlerden ötürü cima' etmek isteğine geri dönenler... Anlamın şöyle plduğu da söylenmiştir: Cahiliye döneminde hanımlarına zihâr yapıp da sonra cahiliye döneminde söyledikleri şeylere İslâmda tekrar dönen kimselerin keffâreti bir köle azad etmektir.

el-Ferrâ' dedi ki: Burada "lam; "..den, dan" anlamındadır. "Sonra da söylediklerinden dönerek cima yapmak isteyenler..." demektir.

el-Ahfeş dedi ki: " ve Sözlerine (mealde: sözlerinden)" aynı anlamdadır. Zaten bu iki cer harfinin biri diğerinin yerine kullanılabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sizi buna ileten Allah'a hamdolsun" (el-A'raf, 7/43) diye buyurmakta (ve burada "lam" harfini kullanmakta iken) bir başka yerde:

"Onlara cehennemin yolunu gösterin" (es-Sâffât, 37/23) diye buyurmakta (ve burada da "lâm"ın yerine "ila" harf-i cerrini kıtllanmakta)dır. Yine yüce Allah:

"Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir" (ez-Zilzâl, 99/5) diye buyurmakta (ve "lam" harfini kullanmakta iken) bir başka yerde de

"Nûh'a şöyle vahyolundu" (Hûd, 11/36) diye buyurmakta ve ("ilâ" harfini kullanırı akta) dır.

3- Köle Âzad Etmek:

"Bir köle âzad etmelidirler" âyetinde bu gibi kimselere köle âzad etmek düşer denilmektedir: Onu özgürleştirdim" demektir.

Diğer taraftan âzad edilecek bu kölenin eksiksiz, her türlü kusurdan uzak olması icab eder. Malik ve Şâfiî'ye göre bu kölenin müslüman olması eksiksiz olmasının bir parçasıdır. Tıpkı öldürme keffâretinde âzad edilecek kölede olduğu gibi. Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre ise kâfir bir köle de, mükatebe ve buna benzer kölelik şaibesi bulunan bir kölenin âzad edilmesi yeterlidir.

4- İki Yarımşar Köle Âzad Etmek Yeterli midir?:

İki yarımşar köle âzad edecek olursa bize (Mâlikî mezhebine) ve Ebû Hanife'ye göre yeterli değildir. Şâfiî yeterli olur, demiştir. Çünkü iki yarımşar köle, tam bir köle hükmündedir. Diğer taraftan âzad etmek suretiyle keffâret, mal ile gerçekleşir. O halde tıpkı yemek yedirmekte olduğu gibi bunun da kısımlara ve parçalara bölünmesi mümkündür.

Bizim delilimiz:

"Bir köle âzad etmelidir" âyetidir. Bu ise bir tek kişiyi ifade eden bir isimdir. Kölenin bir parçası ise tam bir köle değildir. Böyle bir şey çeşitli parçaların biraraya getirilmesi suretiyle toplam telfîk' yapılabilecek işlerden değildir. Zira bir köle âzad etmeye taalluk eden bir ibadette, iki ayrı kölenin yarımlarının onun yerini tutması sözkonusu değildir.

Bunun asıl dayanağı da iki ayrı adamın, iki ayrı kurbanda ortaklığı meselesidir. (İki kişi yarımşardan iki ayrı kurbanda ortak olurlarsa İkisinin de kurbanı olmaz.) Diğer taraftan bir kimse iki ayrı adama kendisinin yerine hac yapmalarını emredecek otursa bunlardan birisinin haccın yarısını yerine getirmesi câiz olmadığı gibi, bu da böylece câiz olmaz. Ayrıca bir kimse bir köle satın alınıp, yerine âzad edilmesini vasiyet edecek olursa, onun adına iki yarım kölenin âzad edilmesi câiz değildir. İşte bizim bu meselemizde de durum böyledir, böylece onların delili de bâtıl olur. Yemek yedirmek ve başka şeyler ise keffarette -bize göre- parçalanma, bölünme kabul etmezler.

5- Keffârette Bulunma Zamanı:

"Eşleri ile temas etmezden evvel" âyeti gereğince zihâr yapan kocanın keffârette bulunmadan Önce hanımı ile ilişki kurması câiz değildir. Eğer keffâretten önce hanımıyla ilişki kuracak olursa günah kazanır, asi olur, bununla birlikte keffâreti de düşmez. Mücahicİ'den keffâreti yerine getirmeye başlamadan önce ilişki kuracak olursa, bir keffârette daha bulunması gerekir dediği nakledilmiştir.

Başkalarından rivâyet olunduğuna göre de zihâr dolayısıyla yerine getirilmesi farz olan keffâret (keffâreti yerine getirmeden önce ilişki kurması halinde), üzerinden düşer ve asla bir şey gerekmez. Çünkü yüce Allah keffâreti temas etmeden önce farz kılmış ve yerine getirilmesini emretmiştir. Eğer bu keffâreti hanımı ile temas edinceye kadar erteleyecek olursa vakti geçmiş olur.

Sahih olan keffâretin sabit olacağıdır. Çünkü o hanımına temas etmek suretiyle bir günah işlemiş olur. İşlediği bu günah ise keffâreti kaldırmaz. Tıpkı bir namazı vaktinden sonraya bırakması halinde olduğu gibi, kaza yoluyla bu keffâreti yerine getirir. Evs b. es-Sâmit ile ilgili hadiste belirtildiğine göre: o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hanımı ile ilişki kurduğunu haber verdiğinde Peygamber ona keffârette bulunmasını emretmiş idi. Bu surenin 2. âyetinin 17. başlığında geçen bu hadiste, söz konusu şahsın adının Evs olduğundan söz eldilmemektedir "Bir adam" diye kendisinden bahsedilmektedir.142

Bu da açık bir nastır. Bu keffâretin köle âzad etmek, oruç tutmak yahut yemek yedirmek suretinde yerine getirilmesi arasında herhangi bir fark yoktur.

Ebû Hanife dedi ki: Eğer keffâretini yemek yedirmek suretiyle yerine getirecek ise önce hanımına temas etmesi, sonra da yemek yedirmesi caizdir. Temasın dışında öpmek, tenlerin dokunması ve lezzet almak ise, ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre haram değildir. el-Hasen ve Süfyan da böyle demiştir. Şâfiî mezhebinin sahih görüşü de budur.

Bütün bunların haram olduğu ve hepsinin de temas etmek anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da Malik'in görüşü ve Şafii'nin bu husustaki iki görüşünden birisidir. Daha önce geçmiş bulunmaktadır.

6- Bu Husustaki Allah'ın Emri:

"İşte size bununla öğüt veriliyor." Size bu emrediliyor.

"Allah" keffâreti yerine getirmek ve başka türden bütün

"yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır."

7- Köle Azad Etmek İmkânı Olmazsa:

Azad etmek için köle ve onun bedelini bulamayan yahutta köleye sahib olmakla birlikte o kölenin hizmeti dolayısıyla ona ileri derecede ihtiyacı bulunan, yahut köle bedelini elinde bulundurmakla birlikte o bedele nafakası dolayısıyla ihtiyacı olan yahut meskeni bulunmakla birlikte başka bir meskeni olmayıp, onun dışında herhangi bir şeyi de bulunmayan kimsenin, Şâfiî mezhebine göre oruç tutmak hakkı vardır.

Ebû Hanife dedi ki: Böyle bir kimse oruç tutmaz, onun köle âzad etmesi gerekir. İsterse buna ihtiyacı bulunsun.

Malik dedi ki: Böyle bir kimsenin evi ve hizmetçisi varsa, köle âzad etmesi gerekir. Şayet köle âzad etmekten âciz olursa, durum ne olur? Bu da bir sonraki baslığın konusudur.

8- Köle Âzad Etmekten Âciz Kalırsa:

Bu durumda kesintisiz İki ay oruç tutması gerekir. Eğer mazeretsiz olarak arada orucunu açacak olursa tekrar baştan başlar.

Şayet yolculuk ya da hastalık gibi bir mazeret sebebiyle orucunu açacak olursa, kalanı tamamlar denilmiştir. Bu İbnu'l-Müseyyeb, el-Hasen, Atâ b. Ebi Rebah, Amr b. Dinar ve en-Nehaî'nin görüşüdür. Şâfiî'nin bu husustaki iki görüşünden birisi de böyledir. Mezhebinin sahih olan görüşü de budur.

Malik ise şöyle demiştir: Zihâr keffâreti orucunu tutarken hastalanacak olursa, iyileştiği vakit tamamlar.

Ebû Hanife -Allah ondan razı olsun-'nin görüşüne gelince, yeni baştan başlar. Şâfiî'nin bu husustaki iki görüşünden birisi de budur.

9- Keffâret Orucuna Başladıktan Sonra Köle Âzad Etmek imkânını Bulursa:

Oruca başladıktan sonra köle âzad etme imkânını bulursa, orucunu tamamlar ve bu, keffâret olarak -Malik ve Şâfiî'ye göre- ona yeterli gelir. Çünkü oruca başladığı sırada o bununla emrolunmuş idi.

Ebû Hanife ve mezhebine mensub ilim adamlarına göre ise oruca son verir ve köle âzad eder. Bunu da ay hesabı ile iddet bekleyen küçük yaştaki kadının iddetinin bitmesinden Önce (ay hali) kanı görmesine kıyas ederek söylemişlerdir. Bu durumdaki bir kadın bütün ilim adamlarının icmaı ile baştan ay hali hesabı ile iddet bekler.

Oruç tutarken bir yolculuğa başlayıp ta orucunu açacak olursa Malik, Şâfiî ve Ebû Hanife'ye göre oruca yeniden başlar. Çünkü yüce Allah:

"Aralıksız iki ay" diye buyurmaktadır. Hasan-ı Basrî'nin görüşüne göre ise kaldığı yerden devam eder. Çünkü bu bir mazerettir ve Ramazana kıyasen de bu böyledir. Şayet Bayram ve Ramazan orucu gibi keffâret orucu tutması helâl olmayan bir zaman girecek olursa, bu oruç keffâreti de kesilmiş olur. (Yani -kesintisizliği kesintiye uğrattığından- oruca yeniden bağlar.)

10- Zihâr Yapan Bir Kimse Oruç Esnasında Gündüzün Hanımı İle İlişki Kurarsa:

Zihârda bulunmuş bir kimse iki ay keffâret orucu tutarken gündüzün ilişki kuracak olursa, Şâfiî'nin görüşüne göre kesintisizlik şartı bâtıl olur. Geceleyin ise bu şarta bir zarar gelmez, çünkü geceleyin oruç zamanı değildir. Malik ve Ebû Hanife ise şöyle demişlerdir: Her durumda orucu batıl olur ve keffâret orucuna yeniden başlaması icab eder. Çünkü yüce Allah:

"Eşleriyle temas etmeden önce" diye buyurmaktadır. Bu ise iki ayın tamamına ve bu iki ayın kısımlarına ait bir şarttır. Bu iki ay tamamlanmadan önce ilişki kuracak olursa, o takdirde bu emrolunduğu bir oruç olmaktan çıkar ve bundan dolayı o orucuna yeniden başlaması icab eder. Nitekim birisine: Zeyd ile konuşmadan önce namaz kıl, diyecek olsa, o da namaz esnasında Zeyd ile konuşursa yahutta ona: Zeyd'i görmeden önce namaz kıl, deyip de namaz esnasında onu görecek olursa namazına yeniden başlaması gerekir. Çünkü bu namaz, kılmakla emrolunduğu namaz değildir. İşte bu da böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

11- İyileşmesi Umulmayan Bir Hastalığa Yakalanan Kimsenin Keffâreti:

Bir kimsenin hastalığı iyileşmesi umulmayacak şekilde uzayıp gidecek olursa, bu kişi yaşlılıktan dolayı (oruç tutmaktan) âciz kimse durumundadır. Böyle birisinin oruç tutmak suretiyle keffârette bulunmayı geçerek, yemek yedirmek suretiyle keffârette bulunması caizdir. Şayet hastalığı iyileşmesi umulan türden olup da hanımı ile ilişki kurmaya ihtiyacı ileri dereceye ulaşacak olursa, oruç tutma gücünü elde edinceye kadar iyileşmeyi beklemeyi tercih etme hakkına sahiptir. Eğer yemek yedirmek ile keffârette bulunup oruç tutmaya güç yetirmeyi beklemeyecek olursa, bu da onun için yeterli olur.

12- Fakirken Zihâr Yaptıktan Sonra Köle Azâd Edecek Bolluğa Erişenin Durumu:

Eli darken zihâr yaptıktan sonra bolluğa erişen bir kimsenin oruç tutması yeterli olmaz. Zenginken zihâr yaptıktan sonra keffârette bulunmadan önce fakir düşen kimse de oruç tutar. Çünkü keffârette bulunacağı günkü haline bakılır. Şayet yokluk halinde ve eli dar iken hamım ile ilişki kurup da zengin oluncaya kadar oruç tutmayacak olursa, bu durumda köle âzad etmesi gerekir. Eğer oruca başladıktan sonra varlık sahibi olursa, şayet orucu üzerinden bir cuma (bir hafta) gibi ve buna yakın uygun bir süre geçmiş bulunuyor ise orucuna devam eder. Eğer bir iki gün ve buna yakın süre oruç tutmuş ise, oruç tutmayı bırakır ve köle âzad etmeye döner. Bununla birlikte bu onun İçin vacib değildir. Nitekim bir kimse teyemmüm ile namaz kılmaya başlamışken su ile karşılaşacak olursa -Malik'e göre- namazını kesip yeniden abdest almaya kalkışması vacib değildir,

13- Keffâret Olarak İki Köle Azâd Etmesi Gereken Bir Kimsenin, Herbir Köleyi Yarımşardan İki Keffâret İçin Kabul Ederek Âzad Ederse:

İki ayrı zihâr keffâreti yahut öldürme ya da Ramazan ayında oruç açmak keffâreti adına iki köle âzad edip, bu kölelerin herbirisini iki keffâret adına ortak âzâd edecek olursa, bu onun için yeterli olmaz. Bu iki ayrı keffârec adına tıpkı tek bir köle âzâd etmiş kimse gibidir. Aynı şekilde her iki keffâret adına toplam dört ay oruç tutarsa yine yeterli olmaz. Herbir keffâret için ayrı ayrı iki ay oruç tutmahdır. Bunun yeterli olacağı da söylenmiştir.

Eğer iki hanımına zihâr yapıp da tayin etmeksizin onlardan birisi için bir köle âzâd edecek olursa, ikinci bir keffârette daha bulunmadan iki hanımından herhangi birisi ile ilişki kurması câiz olmaz. Eğer keffâreti herhangi birisi içindir, diye tayin edecek olursa, ikinci keffârette bulunmadan önce keffâreti kendisi için tayin ettiği hanımı ile ilişki kurması câiz olur.

Şayet dört tane hanımına zihâr yapacak olup da onlar adına üç köle âzâd edip, iki ay da oruç tutarsa, köle âzâd etmesi de oruç tutması da yeterli olmaz. Çünkü o bu durumda herbir keffâret için onbeş gün oruç tutmuş sayılır. Eğer yemek yedirmek suretiyle onlar adına keffârette bulunacak olursa, hepsi için ikiyüz tane yoksul yedirmesi câiz olur. Şayet güç yetiremeyecek olursa köle âzâd edip, oruç tutmaktan farklı olarak bunları dağınık yapabilir. Çünkü iki ay oruç dağıtılamaz, fakat yemek yedirmek dağıtılabilir.

Altı başlık ihtiva eden bir bölüm Önceden de belirtildiği gibi, bu bölümün müfessirimiz tarafından yeniden başlatılan sıralamasını biz, 13'ten itibaren sürdürmeyi uygun bulduk.

4

Ama kim bulamazsa o halde, eşleriyle temas etmeden önce aralıksız iki ay oruç tutmalıdır. Kim güç yetiremezse o zaman altmış yoksul doyurmalıdır; Bu hükümler Allah'a ve Rasûlüne îman edesiniz diyedir ve bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kâfirler için çok acıklı bir azâb vardır.

14- Keffâretlerde Sıra ve Yemek Yedirme Miktarı:

Yüce Allah, burada keffâreti sıralanmış şekliyle sözkonusu etmektedir. Dolayısıyla köle âzâd etmekten âciz olunmadıkça oruç tutmaya imkân yoktur. Aynı şekilde oruç tutamama sözkonusu olmadıkça yemek yedirmeye kalkışmak sözkonusu olmaz. Oruç tutacak gücü olmayan kimsenin altmış tane yoksulu yedirmesi gerekir. Herbir yoksula Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müddu ile iki müd Müd bu günkü ölçülerden 510-530 gr. dolaylarında bir ağırlık ölçüsüdür. Geniş bilgi için bk. M. Necmuddin el-Kürdî, Şer'i ölçü Birimleri, (Çcv. İ. Tüfekçi), İst. 1996 s. 153 ve 206 vd verilir. Eğer Hişam müddü ile bir müd verecek olursa -ki bu da bir müd ile üçte bir müd kadardır- yahut Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müddü ile birbuçuk müd yedirecek olursa bu da onun için yeterli gelir.

Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr dedi ki: Bunun faziletli olanı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müddu ile iki müd yedirmektir. Çünkü yüce Allah zihâr keffâretinde

"Ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan" (el-Mâide, 5/89) diye buyurmamıştır. O halde yedirilmesi vacib olan miktar orta yollu doyuracak kadardır.

İbnu’l-Arabi dedi ki: Mâlik, İbnu'l-Kasım ve İbn Abdİ'l-Hakem'in rivâyetlerine göre şöyle demiştir: Hişam müddu ile bir müd (yedirir). Bu da burada doyuracak kadardır. Çünkü yüce Allah burada mutlak olarak yemek yedirmekten sözetmiş, "orta yollu" olmasını sözkonusu etmemiştir. Eşheb'in rivâyetinde de şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in müddü ile iki müd (yedirir). Ona: Sen Hişam'ın müddü ile dememiş miydin? diye sorulunca, o: Evet şu kadar var ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müddü ile iki müd yedirmek benim daha çok sevdiğim bir şeydir. Aynı şekilde İbnu'l-Kasım da ondan yaptığı rivâyetinde böyle demektedir.

Derim ki: İbn Vehb ve Mutarrif’in Malikten yaptığı rivâyet te böyledir: Buna göre o herbir yoksula Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müddü ile iki müd verir. Ebû Hanife ve mezhebine mensub ilim adamlarının görüşü de böyledir.

Şâfiî ve diğerlerinin görüşüne göre ise herbir yoksula bir müd verir. Bundan daha fazlasını vermesi de gerekmez. Çünkü o yemek yedirmekle keffârette bulunmaktadır. Müdden fazlasını harcama yükümlülüğü yuktur. Bunun asıl dayanağı ise ramazanda oruç yeme keffâreti ile yemin keffâretidir.

Bizim delilimiz ise yüce Allah'ın:

"O zaman altmış yoksul doyurmalıdır" âyetidir. "Doyurmak" lâfzının mutlak olarak kullanılması karnı doyurmayı kapsar. Bu ise adeten ona bir şeyler ilave etmedikçe tek bir müd ile gerçekleşmez, Eşheb de böyle demiştir; Malik'e: Bize ve size göre "doymak" farklı mıdır? diye sordum, o evet dedi. Bize göre doymak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müddü ile bir müddür. Size göre ise doymak bundan daha fazladır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sizi kapsamaksızın bize bereket ihsan edilmesi için dua etmiştir. O bakımdan sizler bizim yediğimizden fazlasını yersiniz.

Ebû'l-Hasen el-Kâbisî dedi ki: Zihâr keffâretinde Medinelilerin Hişam müddünü esas almalarının sebebi, yüce Allah'ın çirkin ve yalan bir söz söylediklerine tanıklık etmiş olduğu zihâr yapanların cezasını arttırmak içindir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Burada gördüğünüz gibi Hişam müddünden sözedilmektedir. Zamanın onun adının anılmasını ortadan kaldırmasını, adının kitaplardan silinmesini çok arzu ederdim. Çünkü vahyin indiği, Allah Rasûlünün karar kıldığı aralarında zihânn yapılıp haklarında:

"... O zaman altmış yoksul doyurmalıdır" diye buyurulmuş olan Medine ahalisi bunun ne demek olduğunu anlamışlar, bundan maksadın ne olduğunu bilip, bu maksadın da karnın doyurulması olduğunu iyi biliyorlardı. Bunun miktarı da onlarca bilinen ve kabul edilen bir husustur. Bu doymak haberlerde çokça varid olmuş ve hidayet bulmuş Râşid halifeler döneminde bunun üzere hal devam edip gitmiştir. Bu hal şeytan, Hişam'ın kulağına bir şeyler fısıldayınca -ya kadar öylece devam etti. O da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müddünün kendisini de emri altında bulunan ve kendisine denk olanlardan benzeri herhangi bir kimseyi de doyurmadığını gördü. Bunun üzerine şeytan kendisine, kendisini doyuracak miktarı ihtiva edecek bir müd edinmesini süsleyip gösterdi. O da bir müddü iki rıtıl olarak değerlendirip, insanları da bunu kabul etmeye mecbur etti, Bu miktar nemlenecek olursa, yaklaşık üç rıtıl kadar olur. Bunun sonucunda o (Hişam) Peygamberin sünnetini değiştirip, bereketin mahallini ortadan kaldırmış olmaktadır.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medinelilere müdlerinde ve salarında -tıpkı Mekke'de İbrahim'e bereket ihsan ettiği gibi- bereketlerinin kalması için dua ettiğinden ötürü bereket Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın duası sebebiyle onun müddünde cereyan ediyordu. Bu bakımdan şeytan, bu sünnetin değiştirilerek bu bereketin ortadan kaldırılması için çalışıp durdu. Onun bu arzusunu ise Hişam'dan başka kabul eden olmadı. Dolayısıyla ilim adamlarının onun ismini sözkonusu etmemeli ve bu husustaki kayıtlardan adlarını -eğer uygulamasını değiştirmeseler dahi- silmeleri gerekir. Ahkâm ile ilgili hususlarda onu anarak göndermelerde bulunup yüce Allah'ın ve Rasûlünün zikrettiği hususlara açıklama getirecek bir konuma yükseltmeleri -bu vahyin kendilerine inmiş olduğu ashab nezdinde açıkça bilinen bir şey iken- çok büyük bir musibettir. Bundan dolayı zihâr keffâretiyle ilgili Eşheb'in rivâyetinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müddü ile iki müddün sözkonusu edilmesini biz, bunun Hişam müddü ile yerine getirileceğini belirten rivâyetten daha çok severiz. Nitekim Malik'in Eşheb'e söylemiş olduğu şu sözleriyle bu bilgiye nasıl dikkat çektiğine dikkat edelim; Bize göre doymak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müddü iledir. Size göre doymak ise daha fazlasıyla olur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bizim için bereket ile duada bulunmuştur. Ben de (İbnul-Arabi) böyle diyorum. Çünkü ibadet sünnete uygun olarak eda edilecek olursa, eğer bedeni bir ibadet ise daha çabuk kabul edilir. Eğer mali bir ibadet ise onun azı bile mizanda daha ağır basar, onu alanın elinde daha mübarek olur, ağzında daha hoş tat verir, karnındaki rahatsızlığı daha az olur, onun kalıbını dik tutma imkânı daha ileri derecede olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

15- Keffârette Doyurulması Gereken Yoksul Sayısı:

Malik ve Şâfiî'ye göre altmış yoksuldan daha azma yemek yedirmesi yeterli olmaz. Ebû Hanife ve mezhebine mensub ilim adamları ise şöyle demişlerdir; Şayet sayıyı tamamlayıncaya kadar hergün bir yoksula yarım sa' yemek yedirecek olursa bu onun için yeterli olur.

16- Hür Kimseye Hacr (Kısıtlılık) Koymak:

Kadı Ebû Bekr İbnu’l-Arabî dedi ki: Garib işlerden birisi Ebû Hanife'nin: Hür kimsenin hacr altına alınması batıldır deyip, buna yüce Allah'ın:

"Bir köle âzad etmelidirler" âyetini delil göstermesidir. Bu görüşüyle o reşid ile sefih arasında fark gözetmemektedir. Fakat bu onun gibisine yakışmayan, oldukça zayıf bir fıkhı anlayıştır. Çünkü bu âyet-i kerîme umumidir. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı arasında hacr ile hüküm vermek yaygın bir şeydi ve kıyas da bunu gerektirir. Küçüklük yahut velayet altında bulunmak dolayısıyla hacr halinde iken sefih olarak bulûğa eren bir kimseye malının verilmesi yasaklanmıştır. Böyle bir kimsenin malında yapacağı uygulama nasıl geçerli olabilir? Bilindiği gibi has olan hüküm, umum ifade eden hükme hakimdir (ondan üstündür yani umumi hükmü tahsis eder.)

17- Zihâr Hükmü Neshedicidir:

Bazı ilim adamlarına göre zihâr hükmü, cahiliye döneminde görülen zihârın talâk olduğu şeklindeki uygulamayı neshedicidir. Bu anlamdaki açıklama İbn Abbâs, Ebû Kîlâbe ve başkalarından rivâyet edilmiştir.

18- Îmanın Gerekçesi Olan Ameli Uygulamalar:

"Bu hükümler Allah'a ve Rasûlüne îman edesiniz dîyedir" âyeti şu demektir: Bizim keffâret hususunda sözünü ettiğimiz bu ağır hüküm

"... îman edesiniz diyedir,"

Yani Allah'ın bu emri verdiğini tasdik etmeniz içindir.

Kimi ilim adamı bu keffâretin yüce Allah'a îman etmek anlamında olduğuna delil göstermişlerdir. Çünkü yüce Allah bunu sözkonusu edip, farz kıldığını belirtince;

"Bu hükümler Allah'a ve Rasûlüne îman edesiniz diyedir"

diye buyurmaktadır. Yani bu hükümler yüce Allah'a itaat edenler, O'nun sınırlan yanında durup onları aşmayan kimseler olasınız diyedir. Yüce Allah, böylelikle keffârette bulunmayı itaat ve yüce Allah'ın hududuna riayet olduğundan dolayı îman diye adlandırmaktadır. Böylelikle ona benzeyen herbir husus da îman (a delâlet eden)dir.

Şayet; Yüce Allah'ın:

"Bu hükümler Allah'a ve Rasûlüne îman edesiniz diyedîr" âyeti çirkin ve yalan bir söz olan zihâra dönmemeniz içindir, demek olduğu söylenecek olursa ona şöyle cevab verilir: Bunun da kastedilmiş olması mümkündür, birincisinin de kastedilmiş olması mümkündür, bu durumda anlam şöyle olur: Bunlar o çirkin ve yalan söze dönmeyesiniz diyedir. Aksine yüce Allah'a itaat olmak üzere bunları terkediniz. Çünkü O, bunları haram kılmış bulunmaktadır. Ayrıca kendisine zihâr yaptığınız hanımdan keffârette bulununcaya kadar uzak kalasınız, diyedir. Çünkü yüce Allah ona dokunmayı yasaklamış bulunmaktadır. Yüce Allah keffâreti emredip, sizin tarafınızdan bunun yerine getirilmesini ön gördüğü için de keffârette bulunuruz. Böylelikle bütün bunlarla siz, Allah'a ve Rasûlüne îman eden kimseler olursunuz. Çünkü bunlar sizin korumanız gereken sınırlardır, edâ etmeniz gereken itaatlerdir. Allah'a ve Rasûlüne itaat ise imandır. Başarı Allah'tandır.

19- "Allah'ın Hudutları ve Kâfirlerin Azâbı":

"Ve bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır." Yanı yüce Allah kendisine neyin isyan ve neyin itaat olduğunu açıklamış bulunmaktadır, O halde zihâr Ona bir masiyettir, keffâret ise Ona itaattir.

"Kâfirler için çok acıklı bir azâb vardır." Yani yüce Allah’ın hükümlerini tasdik etmeyen kimseler için cehennem azâbı vardır.

5

Muhakkak ki Allah ve Rasûlü ile sınır yarışına kalkanlar kendilerinden öncekilerin helâk, hor ve hakir edildikleri gibi, hor ve hakir edildiler. Halbuki gerçekten apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler İçin alçaltıcı bir azâb vardır.

Yüce Allah, hududunu aşmayıp, orada duran mü’minleri sözkonusu ettikten sonra;

"Muhakkak ki Allah ve Rasûlü ile sınır yarışına kalkanlar..." âyeti ile Allah'ın hududlarını aşma yarışına kalkıp onlara aykırı hareket edenleri sözkonusu etmektedir,

Sınır yarışına kalkışmak, sınırlarda düşmanlık ve muhalefet etmek" demektir. Bu (bu anlamıyla) yüce Allah'ın:

"Bunun sebebi onların Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmeleridir." (el-Enfal, 8/13) âyetine benzemektedir.

"Muhakkak ki Allah... ile sınır yarışına kalkanlar" Allah'ın dostlarıyla, velileriyle sınır yarışına kalkışanlar demektir. Nitekim haberde: "Kim benim bir dostumu küçük düşürecek olursa, Bana karşı savaş ilan etmiş demektir. " Taberânî, Evsat, I, 192. diye buyurulmuştur.

ez-Zeccâc dedi ki:

"Sınır yarışına kalkışmak" senin karşındakinin sınırına muhalif olan bir sınırda bulunmandır. Bunun asıl anlamı engel olmak, karşı çıkmak demektir. "Hadid: Demir" de buradan gelmektedir. Kapıcıya "el-haddâd" denilmesi de buradandır.

"(........)- Helâk, hor ve hakir edildiler" âyeti hakkında Ebû Ubeyde ve el-Ahfeş: Helâk edildiler. Katade: Kendilerinden öncekiler hor kılındıkları gibi, onlar da hor kılındılar diye açıklamalardır. İbn Zeyd: Azaba uğratıldılar, es-Süddî lanet olundular, diye açıklamışlardır.

el-Ferrâ'' dedi ki: Hendek günü bunlar öfkelendirildiler. Bedir günü diye de açıklanmıştır. Maksat müşriklerdir, münafıklar oldukları da söylenmiştir.

"Kendilerinden öncekilerin helâk, hor ve hakir edildikleri gibi" âyetindeki

"hor ve hakir edildikleri" âyetinin pek yakında bu hale getirilecekleri demek olduğu söylenmiştir. Bu yüce Allah'ın mü’minlere verdiği bir zafer müjdesidir. Âyetin mazi lâfzı ile gelmiş olması, haber verilen hususun pek yakında gerçekleşeceğini anlatmaktadır. Bunun Mezhiclilerin şivesinde böyle olduğu da söylenmiştir.

"Halbuki" kendilerinden öncekiler arasından Allah ve Rasûlü ile sınır yarışına kalkışanlar arasında yer alan kimselere neler yaptığımıza dair

"gerçekten apaçık âyetler İndirmişizdir, kâfirler için alçaltıcı bir azâb vardır."

6

Allah, hepsini dirilteceği gün, ne yaptıklarını onlara haber verecektir. Allah onu bir bir saymış, onlarsa onu unutmuşlardı. Allah herşeye şahit olandır.

"Allah'ın hepsini" erkek, kadın hepsini kabirlerinden aynı halde

"dirilteceği gün" dünyada iken

"ne yaptıklarını onlara haber verecektir" bildirecektir..

"Gün" lâfzı

"alçaltıcı bir azâb" ile nasbedilmiştir. Yahutta o günün büyüklüğünü anlatmak üzere "hatırla ki" takdirindeki bir fiil ile nasbedilmiştir.

"Allah onu" kendileri hakkında amel defterlerinde

"bir bir saymış, onlarsa onu unutmuşlardı." Ta ki bu yaptıklarını amel defterlerinde kendilerine hatırlatmcaya kadar. Bu onlara karşı getirilecek olan delilin daha kesin ve ileri bir delil olması içindir.

"Allah herşeye şahit olandır." Herşeye muttalidir. Herşeyi görür, hiçbir şey O'na gizli kalmaz.

7

Görmedin mi ki Allah, gökte ve yerde olan herşeyi muhakkak bilir. Üç kişi fısıldaşmayıversîn, muhakkak O onların dördüncüleridir. Beş kişi olmayıversinler, mutlaka O onların altıncılarıdır. İster bundan daha az veya daha çok olsunlar. Nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyâmet gününde kendilerine yaptıklarını haber verir. Gerçekten Allah herşeyi çok iyi bilendir.

"Görmedin mi ki Allah gökte ve yerde olan herşeyi muhakkak bilir."

Gizli ve açık hiçbir şey Ona gizli kalmaz.

"Üç kişi fısıldaşmayıversin" âyetindeki: lâfzı genel olarak "ye" ile okunmuştur. Buna sebeb, ikisi (fiil ile fail) arasında bir başka lâfzın bulunmasıdır. Ebû Cafer b. el-Ka'kâ', el-A'rec, Ebû Hayve ve Îsa ise (daha önce geçmiş bulunan "görmedin mi ki" anlamındaki) fiilin müennes oluşu dolayısıyla te ile; diye okumuşlardır.

"Fısıldaşmak" gizlice konuşmak demektir. Bu mastar olup, mastar bazan sıfat olarak da kullanılabilir. O bakımdan: "Fısıldaşan topluluk", denilirken, aralarında fısıltı bulunan kimseler demektir. Yüce Allah'ın:

"Onlar gizlice konuşurlarken" (el-İsra, 17/47) âyetin da bu şekilde kullanılmıştır.

"Üç" lâfzı,

"Fısıltı" lâfzının ona izafe edilmesi dolayısıyla cer ile gelmiştir.

el-Ferrâ'' da

"üç" lâfzının

"fısıltı" lâfzının sıfatı olduğunu ve bundan ötürü cer ile geldiğini söylemiştir. Bununla birlikte

"fısıltı" lâfzını ona izafe etmek de mümkündür. Eğer mukadder bir fiil ile nasbedilecek olursa bu da mümkündür. Nitekim bu İbn Ebi Able'nin kıraatidir. O hem bu lâfzı, hem de:

"Beş" lâfzını nasb ile hal olarak ve; "Fısıldaşırlar" fiilinin takdiri ile okumuşlardır. Bu fiilin takdirine sebeb ise "fısıltı" anlamındaki lâfzın ona delâlet etmesidir. Bu açıklamayı ez-Zemahşerî yapmıştır,

"Üç" anlamındaki lâfzın

"fısıltı" anlamındaki lâfzın konumundan bedel olarak ref ile okunması da caizdir.

Diğer taraftan herbir sirâr (gizli konuşmak) bir necvâ (fısıldaşmak)dır denildiği gibi, şöyle de açıklanmıştır: Necvâ; üç kişinin kendi aralarında yalnızlık halinde bir şeyi gizlemeleri ve bunu kendi aralarında fısıltı halinde söylemeleridir, Sirâr; iki kişi arasındaki fısıldaşmadır, denilmiştir.

"Muhakkak O, onların dördüncüleridir." Onların neyi fısıldattıklarını bilir ve işitir. Buna âyetin "Allah'ın herşeyi bildiğini" belirtmekle başlaması ve yine âyetin "Allah'ın herşeyi bilen" olduğunun belirtilmekle sona etmesi delâlet etmektedir.

"Necvâ: Fısıldaşmak" lâfzının: "Yerin tümsekçe olan kısımları" lâfzından geldiği söylenmiştir. Birbirleriyle bu şekilde fısıldaşan iki kişi kendi sırlarını, kendi aralarında gizlice fısıldaşırlar. Onların bu hali de kendisine bitişik olan yerlere göre yerin nisbeten yüksek olan kısmının âdeta yalnız başına kalmasına benzer. Âyetin anlamı da şudur: Yüce Allah'ın işitmesi herbir sözü kuşatır. Yüce Allah, kendisine zihâr yapan kocası hakkında tartışan kadının sözlerini dahi İşitmiştir,

"İster bundan daha az veya daha çok olsunlar" âyetinde (lâ harflerinden sonra gelen isimlen) Sellâm, Yakub, Ebû'l-Âl-iyye, Nasr ve Îsa: lâfzının girmesinden önceki: "Fısıltı" lâfzının mahalline atf ile ref ile okumuşlardır. Çünkü bunun takdiri "Fısıltı(sı) olmayıversin" şeklindedir. "Üç" Merhum Kurtubî, buradaki ibareleri ez-Zemahşeri'nin el-Keşşâf, II, 441'den nakletmektedir. Burada açıklanan lâfzın "üç" anlamındaki ' selâse^ değil, "ekser: daha çok" lâfzıdır. Zaten âyetin nazmı da, -üç: sdSse1' lâfzı daha önce geçtiğinden- burada "_ekser; daha çok" lâfzına dair açıklamalarda bulunmayı gerektirmektedir. Ayrıca lık. Âlûsî, Râhu'l-Meâm, XXVII, 25; Huseyn el-Hemedânî, el-Ferid, IV, 441. lâfzının:

"Daha az" lâfzının mahalline göre merfu olması da mümkündür. Nitekim: "Lâ havle ve lâ kuvvetun illa billah" denilirken "havi" lâfzının fetha, "kuvvet" lâfzının ref ile okunması da böyledir. Mübtedâ olarak her ikisinin merfu okunması da caizdir. Tıpkı: "Lâ havlun ve lâ kuvvetun illa billah" demek gibi. Bu hususa daif açıklamalar yeteri kadarıyla daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/254. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, ez-Zühri ve İkrime ("daha çok" anlamındaki lâfzı "peltek se" harfi yerine) "be" harfi ile "daha büyük" diye okumuşlardır. Ancak bu genel olarak "(peltek) se" ile ve "re" harfi lâfza göre üstün olarak okumuşlardır ki cer konumundadır.

el-Ferrâ'' yüce Allah'ın:

"Üç kişi fısıldaşmayıversin, muhakkak O, onların dördüncüleridir. Beş kişi olmayıversinler, mutlaka O, onların altıncılarıdır" âyeti hakkında şunları söylemektedir: Anlaşılan mana ve sayı, maksat değildir. Çünkü yüce Allah az ya da çok olsun bütün sayıdaki şahıslarla birlikte olduğunu en iyi bilendir. Onların gizli olsun, açık olsun söyledikleri herşeyi bilir, hiçbir şey O'na saklı kalmaz. Bundan dolayı yüce Allah birtakım sayıları sözkonusu etmeyip bazı sayılan sözkonusu etmekle yetinmiştir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar nerede olurlarsa olsunlar, yüce Allah da bir yerden başka bir yere geçmek yahut intikal etmek sözkonusu olmaksızın onlarla beraberdir. Bu âyet, gizlice birtakım işler çevirmiş bir münafık topluluk hakkında inmiştir. Yüce Allah da bu âyeti ile bunların kendisine gizii kalmadığını bildirmektedir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Katade ve Mücahid de: Yahudiler hakkında inmiştir, demişlerdir.

"Sonra kıyâmet gününde kendilerine" iyi ya da kötü olsun

"yaptıklarını haber verir" bildirir,

"Gerçekten Allah herşeyi çok iyi bilendir."

8

Kendilerine fısıldanmak yasaklandıktan sonra yine kendilerine yasaklanan şeylere dönen, günahı, düşmanlığı ve Peygambere isyanı fısıldanmakta olan kimseleri görmedin mi? Onlar sana geldiklerinde Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlar ve kendi aralarında derler ki: "Söylediğimiz sebebi ile Allah bize azâb etmeli değil mi?" Cehennem yeter onlara. Oraya girecekler. O ne kötü dönüş yeridir!

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Ayetin Nüzul Sebebi ve Fısıldaşmaları Yasaklanışı:

"Kendilerine fısıldanmak yasaklandıktan sonra... kimseleri görmedin mi" âyeti hakkında şöyle denilmiştir: Bu, az önce de kaydettiğimiz gibi yahudilerle münafıklar hakkındadır. Müslümanlar hakkında olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbâs dedi ki: Bu kendi aralarında fısıtdaşarak giziice konuşan ve bu arada mü’minlere bakan ve birbirlerine göz kırpan yabudilerle, münafıklar hakkında inmiştir.

Mü’minler de şöyle diyorlardı: Bunlara bizim kardeşlerimiz ve yakın akrabalarımız olan muhacir ve ensardan bazılarının öldürüldüklerine yahut başlarına gelen bir musibet veya bozgunlarına dair bir haber ulaşmış olmalıdır. Bu da onların hoşuna gitmiyor, onları rahatsız ediyordu. Bunun neticesinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şikâyetleri çoğaldı. Yüce Allah da onların fısıldaşmalarını yasakladı. Fakat bu işten vazgeçmeyince âyet-i kerîme nazil oldu.

Mukâtil dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yahudiler arasında bir antlaşma vardı. Mü’minlerden bir kimse onlara uğradı mı kendi aralarında -o mü’min kişi kötü bir takım zanlara kapılıncaya kadar- gizlice konuşuyorlardı. Bu sefer o da yoluna gitmekten vazgeçiyor, geri dönüyordu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara böyle yapmamalarını söyledi ise de onlar vazgeçmeyince bu âyet-i kerîme nazil oldu.

Abdurahman b. Zeyd b. Eslem dedi ki: Bir kişi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geliyor, ondan bir ihtiyacını karşılamasını istiyor, onunla birlikte konuşuyordu. O dönemde oralarda savaş vardı. Böylelikle onu görenler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile savaş, bir musibet yahut önemli bir iş hakkında konuştuğunu zannediyor, bundan dolayı da korkuya kapılıyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

2- Fısıldaşmanın Yasaklanışı ve Riyakârlık:

Ebû Said el-Hudrî rivâyetle şöyle demektedir Bir gece konuşurken Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanımıza çıkageldi ve dedi ki: "Bu fısıl daşma ne oluyor? Fısıldaşmak size yasaklanmadı mı?" Bizler Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a tevbe ettik. Biz Mesih -Deccal'i kastediyor-'den korkumuz dolayısıyla onu sözkonusu ediyorduk. Peygamber şöyle buyurdu; "Size bence ondan daha da korkunç olanı haber vereyim mi?" Biz; Ver ey Allah'ın Rasûlü dedik, şöyle buyurdu: "(Bu) gizli şirktir. Kişinin, bir başkası burdadır ve kendisini görüyor diye kalkıp amelde bulunmasıdır." Bunu el-Maverdî zikretmektedir Müsned, 01, 30; İbn Mâce, II, 1406 -çok az lafzi farklarla-

Hamza, Halef ve Yakub'dan Ruveys

"fısıldanmakta olan kimseler" anlamındaki âyeti; diye, vezninde okumuşlardır. Bu Abdullah (b. Mesud) ve arkadaşlarının kıraatidir. Diğerleri ise,

"Fısıldanmakta olan kimseler" diye; vezninde okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim yüce Allah'ın:

"Birbirinizle fısıldaştığınız zaman" (9- âyet) ile

"fısıldaşmayın" (9. âyet) buyrukları dolayısı ile bu okuyuşu tercih etmişlerdir.

Nehhas dedi ki: Sîbeveyh; ile vezinlerinin aynı anlamda kullanılabildiklerini de nakletmektedir. "Davalaştılar" anlamındaki ile "çarpıştılar, savaştılar" anlamındaki, ile fiillerinde olduğu gibi. Buna göre bu iki okuyuş şekli de aynı anlamdadır.

"Günahı, düşmanlığı" âyetinin anlamı yalan ve zulmü demektir. "Peygambere isyanı ona muhalefeti..." anlamındadır, ed-Dahhak, Mücahid ve Humeyet ise çoğul olarak: "Muhalefetleri..." diye okumuşlardır.

3- Zımmilerin Selam Vermeleri ve Selâmlarının Alınması:

"Onlar sana geldiklerinde Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlarlar" âyeti ile yahudilerin kastedildiği hususunda, bu hususta rivâyet nakledenler arasında görüş ayrılığı yoktur. Yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek: "es-Sâmu aleyke: Ölüm sana olsun" derlerdi. Onlar bu sözleriyle zahiren selam söylediklerini ifade ediyorlar, fakat içten içe ölümü kastediyorlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: -Bir rivâyete göre- "Aleyküm: (hayır) sizin üzerinize" diye; bir diğer rivâyete göre ise: "Ve aleyküm: Sizin de üzerinize olsun': diye cevab verirmiş.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu âyetin anlaşılması müşkildir. Onlar şöyle diyorlardı: Eğer Muhammed bir peygamber olsaydı, yüce Allah bizim ona hakaret edip onu küçümsememize rağmen bize mühlet vermemesi gerekirdi. Halbuki onlar yüce yaratıcının son derece Halim (bağışlayıcı, azâbı erteleyici) olduğunu kendisine dahi dil uzatanları azablandırmakta acele etmediğini bilmiyorlardı. Ya Peygamberine dil uzatanların durumu ne olsun?

Sabit olduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan daha çok eziyetlere sabreden hiçbir kimse yoktur. Müşrikler O'nun eşinin ve çocuğunun olduğunu iddia ederlerken O onlara afiyet veriyor, onları rızıklandırıyor." Buhârî, VI, 2687; Müslim, IV, 2160; Müsned, IV, 405. Yüce Allah, onların sırlarını açığa çıkarmak, gizlediklerini ortaya koyup onları rezil etmek ve Rasûlüne de mucize olmak üzere bu buyrukları indirdi.

Katade'den, onun da Enes'ten rivâyetine göre bir yahudi Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve ashabının yanına gelerek: es-Sâmu aleyküm dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun söylediğine karşılık verdikten sonra: "Bunun ne söylediğinin farkında mısınız?" diye sordu. Onlar: Allah ve Rasûlü en iyi bilir, dediler. Peygamber: "O böyle dedi. Haydi onu bana geri çağırınız" diye buyurdu. Onu geri getirdiler. Peygamber: "Sen es-samu aleyküm dedin (öyle mi)?" diye buyurdu. O da Evet dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine şöyle buyurdu: "Kitab ehli size selam verdikleri takdirde siz de: Senin dediğin senin üzerine olsun, deyiniz." Bunun üzerine yüce Allah:

"Onlar sana geldiklerinde Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlarlar" âyetini indirdi. Tırmızi, V, 407; Müsned, III, 192, 214; -az farkla-. Derim ki: Tirmizî bu hadisi rivâyet etmiş, olup, bu hasen, sahih bir hadistir demiştir.

Âişe'den de şöyle dediği sabit olmuştur: Yahudilerden birtakım kimseler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek: Ey Ebû'l-Kasım es-sâmu aleyke dediler. Ben: es-sâmu aleyküm ve Allah size yapacağını yapsın, nitekim yapmıştır, dedim. Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Konuşma ey Âişe! Şüphesiz Allah çirkin sözü söylemeyi de, çirkin söze çirkin sözle karşılık vermeyi de sevmez." Ben Ey Allah'ın Rasûlü, onun ne söylediğini görmüyor musun? dedim. O: "Benim onların söylediklerini aynen karşılık olarak onlara söylediğimi ve: Ve aleyküm dediğimi görmüyor musun?" diye buyurdu. Nesâî, es-Sünenu'l-Kübrâ, VI, 103; Amelu'l-Yevmi ve'l-Leyl, I, 304. Bunun üzerine şu;

"Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlarlar" âyeti nazil oldu. Yani Allah sana selam vermişken, onlar: es-samu aleyke derler. "Sâm" ise ölüm demektir. Bu hadisi bu manasıyla Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.

Buhârî ile Müslim'de Enes b. Malik (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kitab ehli size selâm verdikleri vakit siz de: Ve aleyküm deyiniz." Buhârî, V, 2309, VI, 2536; Müslim, IV, 1705; Ebû Dâvûd, tV, 353; İbn Mâce, II, 1219; Müsned, III, 99, 115, 210, 218, 262.

Rivâyet böylece "vav"lı olarak "ve aleyküm" şeklindedir. Bu hususta ilim adamları açıklamalarda bulunmuşlardır. Çünkü "atıf vav'ı" hükümde ortak kılmayı gerektirmektedir. Bunun gereği olarak onların bize beddua ederek ölümü istedikleri bu sözün kapsamına da girmemiz gerekmektedir. Yahutta bu "Seâmet; yani dinimizden usanmak" anlamına gelir. Nitekim: "Usandı, usanır, usanmak" denilir.

Bazıları buradaki "vav" şairin şu mısraında olduğu gibi fazladan zikredilmiştir diye açıklamışlardır;

"Biz kabilenin evlerinin bulunduğu yeri geçip de vardığımızda."

Burada "vav'ı fazladan getirmiş bulunmaktadır.

Bazıları da buradaki "vav" istinaf (ifade başlangıcı) içindir, sanki ve's-sâmu akyküm demiş gibidir. Bazıları da: Bu atıf olmak üzere gelmiştir, bunun bize zararı yoktur. Çünkü bizim onlara bedduamız kabul olunur, ama onların bize bedduaları kabul olunmaz.

ez-Zübeyr'in rivâyetine göre o Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinlemiştir: Yahudilerden birtakım kimseler Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a selam vererek: es-Sâmu aleyke ya Ebe'l-Kasım dediler. Peygamber de: "Ve aleyküm" diye buyurdu. Âişe kızmış olarak: Onların söylediklerini duymadın mı? deyince, Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, duydum. Ben de onlara karşılık verdim. Şüphesiz ki bizim onlara bedduamız kabul olunur, fakat onların bize bedduaları kabul olunmaz." Bunu da Müslim rivâyet etmiştir Müslim, IV, 1707; Müsned, III, 383

"Vav"lı rivâyet hem mana itibariyle daha güzeldir hem "vav" ile gelen rivâyet daha sahih ve daha meşhurdur.

Zimmet ehlinin verdiği selamının alınmasının hükmünün müslümanların selâmını almak gibi vacib olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. İbn Abbâs, en-Nehaî ve Katade -bu husustaki emir dolayısıyla- vacib olduğu kanaatindedir.

Malik de Eşheb ve İbn Vehb'in kendisinden yaptıkları rivâyete göre bunun vacib olmadığı kanaatini benimsemiştir. Ona göre şayet cevab verilecek olursa: Aleyke, denilir.

İbn Tavus'un tercihiğine göre ise onlara karşılık verilirken: "Alâke es-selamu" yani selam senden yükseğe çıkmıştır denilir. Mezhebimize mensub bazıları da şunu tercih etmişlerdir; "Sin" harfi kesreli olarak "es-silamu" denilir ki bu da taşlar demektir.

Malik'in görüşü sünnete uymak bakımından daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Mesrûk'un rivâyetine göre Âişe (radıyallahü anhnhâ) şöyle demiştir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir grub yahudi gelerek: es-Samu aleyke ya Ebe'l-Kasım dediler. O da: "Ve aleyküm" dedi. Âişe: Ben de hayır es-sam ve ez-zam üzerinize olsun dedim. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Âişe! Sen çirkin söz söyleyen bir kişi olma!" Âişe dedi ki: Onların ne söylediklerini duymadın mı? Peygamber: "Onların söylediklerini ben de onlara geri çevirip "ve aleyküm" demedin mi?" diye buyurdu. Bir rivâyette de şöyle buyurdu: Âişe onların ne söylediklerini farketti ve Peygamber tebessüm etti. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Böyle deme ey Âişe! Çünkü yüce Allah çirkin söz söylemeyi ve çirkin söz söylemeye kalkışmayı sevmez." Ayrıca şunu da ilave etmektedir Bunun üzerine şanı yüce Allah:

"Onlar sana geldiklerinde Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlarlar" âyetlerini âyetin sonuna kadar indirdi. Müslim, IV, 1706; Müsned, VI, 229.

Hadiste geçen "es-samu" ile birlikte zikredilen "ez-zâmu" kelimesi kusur ve ayıb demektir. Nitekim meselde: "Kusursuz güzel olmaz" denilir. Bu hemzeli de söylenir, hemzesiz de söylenir. Mesela: "Onu ayıpladı, ayıplar" denilir. İsm-i mef'ûlü hemzeli olarak; ...diye gelir. Yüce Allah'ın:

"Küçültülmüş, kınanmış ve kovulmuş olarak" (el-A'raf, 17/18) âyeti da buradan gelmektedir.

Hemzesiz olarak: diye de kullanılır.

"Ve kendi aralarında derler ki: Söylediğimiz sebebi İle Allah bize azâb etmeli değil mi?" Yani onlar: Şayet Muhammed bir peygamber olsaydı, Allah bu söylediklerimiz sebebiyle mutlaka bizi azâb ederdi. Allah niye bize azâb etmiyor?

Bir başka açıklamaya göre onlar şöyle dediler: O bize karşılık vererek: "Ve aleykumü's-sâm" diyor. Sâm ise ölümdür. Şayet peygamber olsaydı, onun hakkımızdaki bedduası kabul olunur ve biz de ölürdük. Bu onların hayretlerini gerektiren bir konu idi. Çünkü onlar kitab ehli idiler ve peygamberlerin kızdırılabileceğini biliyorlar, buna karşılık niçin peygamberi kızdıranlara azâbın acilen verilmediğini anlayamıyorlardı.

Yarın görecekleri bir ceza olarak "Cehennem yeter onlara!"

"O ne kötü dönüş yeridir!"

9

Ey îman edenler! Birbirinizle fısıldattığınız zaman günah, düşmanlık ve Peygambere isyan ile fısıldaşmayın. İyiliği ve takvayı fısıldasın ve ancak huzurunda haşrolacağınız Allah'tan korkun.

"Ey Îman edenler! Birbirinizle fısıldattığınız zaman" âyeti mü’minler için bir yasak ifade etmektedir. Yani onlar kendi aralarında münafıkların ve yahudilerin yaptıkları gibi yapıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah:

"Ey îman edenler! Birbirinizle fısıldattığınız zaman" birbirinizle gizli konuştuğunuzda

"...fısıldaşmayın" diye buyurdu, "Fısıldanmayın" şeklindeki okuyuş, genelin okuyuş şeklidir. Ancak Yahya b. Vessâb, Âsım ve Yakub'dan rivâyetle Ruveys: şeklinde den gelen bir nehy olarak okumuşlardır. (Birbirinizle gizli konuşmayın, demektir.)

"Günah, düşmanlık ve Peygambere İsyan ile fısılaşmayın. İyiliği" itaati

"ve takvayı" yani Allah'ın yasakladığı şeylerden iffetli davranarak uzak kalmayı

"fısıldasın."

Âyetin münafıklara hitab olduğu da söylenmiştir. Ey îman ettiklerini iddia edenler... demektir. Âyetin, ey Mûsa'ya îman edenler... demek olduğu da söylenmiştir.

"Ve ancak huzurunda haşrolacağınız" âhirette huzurunda bir araya getirileceğiniz

"Allah'tan korkun!"

10

Fısıltı ancak şeytandandır. Îman edenleri kederlendirmek içindir. Halbuki Allah'ın izni ile olmadıkça bu, onlara hiçbir zarar vermez. O halde mü’minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Fısıldaşmanın Kaynağı:

"Fısıltı ancak şeytandandır." Şeytanın süslemesinden ileri gelir,

"Îman edenleri kederlendirmek içindir." Çünkü müslümanların seriyyelerde zarar gördükleri kanaatine sahib olmuşlardı. Yahutta onlar (yani münafıklar) müslümanlara tuzak kurmak için toplantı yapıyorlardı. Kimi zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile fısıl daşıyorlar, müslümanlar da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nezdinde kendilerini küçük düşürmeye çalıştıklarını sanıyorlardı.

"Halbuki Allah'ın izni" yani meşîeti, bir açıklamaya göre ilmi, İbn Abbâs'tan rivâyete göre de emri

"İle olmadıkça bu" fısıldaşma

"onlara hiçbir zarar vermez. O halde mü’minler, yanlız Allah'a tevekkül etsinler." İşlerini yanlız Ona havale etsinler. Bütün durumlarını ve hallerini O'nun yardımına bıraksınlar. Şeytandan ve her türlü kötülükten O'na sığınsınlar. Çünkü kulu sınamak ve denemek maksadı ile vesveselerle şeytanı (kulunun üzerine) salan O'dur. Dilerse şeytanın tasallutunu ondan elbetteki uzak tutar.

2- Fısıldaşmanın Mahiyeti ve Yasaklanıştndaki Hikmet:

Buhârî ile Müslim'de İbn Ömer'den rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Üç kişi olduğu takdirde biri dışarıda tutularak iki kişi birbiriyle fısıldaşmasın." Müslim, IV, 1717; Tirmizi, V, 128; İbn Mâce, t, 1241, Muvatta’; II, 988, 989; Müsned, II, 9, 32, 73, 79.

Abdullah b. Mesud'dan dedi ki; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Üç kişi olduğunuz takdirde sair insanlarla karışıncaya kadar birisi dışarıda tutularak iki kişi kendi arasında -onu kederlendirmesinler diye- fısıtdaşmasınlar. " Buhari, V, 2319; Müslim, IV, 1718; Tirmizi. V, ]2S; Dârimi, II, 367; İbn Mâce, II, 12-41; Müsned, 1, 376, 431, 460.

BU Hadîs-i şerîf fısıldanmanın yasak olduğu nihai sınırı açıklamaktadır. Bu da üçüncü kişinin -İbn Ömer'in yaptığı gibi- kendisiyle konuşacak bir kimse bulmasıdır. Şöyle ki İbn Ömer bir kişi ile konuşurken bir diğeri onunla fısıldagmak isteği ile yanına geldi. Dördüncü bir kişiyi yanına çağırmadıkça onunla fısıldaşmadı. Ona ve birincisine: Siz bir kenara çekiliniz, dedikten sonra özel olarak konuşmak isteyen adam ile sessizce konuşmaya başladı. Bunu Mâlik, Muvatta’'da rivâyet etmiş bulunmaktadır. Muvatta’', II, 9S8; İbn Hitıbân, Sahih, II, 344.

Aynı şekilde bu hadiste "onu kederlendirmemek için" âyeti ile bunun gerekçesine de dikkat çekilmektedir. Yani o kişinin kalbine üzülmesine sebep teşkil edecek düşünceler gelebilir. Bu da içinden yapılan bu gizli konuşmanın kendisinin hoşuna gitmeyecek, kendisi hakkında olduğunu yahutta onların bu konuşmalarına kendisini de katmaya onu ehil görmedikleri için böyle konuştuklarını ya da buna benzer şeytanın telkin ya da nefsin vesveseleri insanın hatırına gelmesidir. Bütün bunlar ise kimsenin tek başına kalmasından dolayı ortaya çıkar. Eğer beraberinde bir başka kişi bulunacak olursa, bunlardan yana emin olur. Buna göre bu hususta bütün sayılar arasında fark gözetilmez. Dolayısıyla dört kişi bir kişiyi dışarda bırakarak, on ya da mesela bin kişi birisini dışarda bırakarak özel konuşmazlar. Çünkü böyle bir husus (yasaklamayı gerektiren husus) onun hakkında gerekçe olarak varlığını sürdürmektedir. Özellikle üç kişinin sözkonusu edilmesi ise bu anlamda bu işin gerçekleşebileceği en az sayının onlar olmasıdır. Hadisin zahiri bütün zaman ve halleri kapsar, İbn Ömer, Malik ve Cumhûr'un kanaati de budur. Fısıldanılan konu ister bir mendub, ister mubah, isterse de vacib olsun farkutmez. Çünkü onun sebebiyle üzüntü ve keder ortaya çıkar. Bazıları da bunun İslâmın ilk dönemlerinde böyle olduğu kanaatindedirler. Çünkü bu münafıkların halinden görülen bir şeydi. Münafıklar mü’minleri dışarıda tutarak birbirleriyle fısıldamıyorlardı. İslam yayılınca bu da ortadan kalktı.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Böyle bir yasak kişinin karşıda kinden emin olmadığı yerlerdeki yolculuk haline özeldir. İkamet halinde ve insanların bulunduğu yerde ise bunun mahzuru yoktur. Çünkü böyle bir yerde kişi kendisine yardım edecekleri bulur. Halbuki yolculuk halinde böyle değildir. Yolculukta kişinin suikaste uğraması ve buna karşılık kendisine yardım edecek kimsenin bulunmaması ihtimali vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

11

Ey îman edenler, toplantı yerlerinde size: "Yer açın" denildiğinde genişletin ki, Allah da size genişlik versin. "Kalkın" denildiğinde de kalkıverin ki, Allah sizden îman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri dereceler ile yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Mecliste Oturulacak Yerlerin Tesbiti:

Yüce Allah, yahudilerin Hz. Peygambere Allah'ın selamlamadığı şekilde selam verdiklerini belirtip bundan dolayı onları kınadıktan sonra, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) He birlikte mecliste otururken güzel edeb takınmayı;

"Ey îman edenler, toplantı yerlerinde size: Yer açın denildiğinde genişletin ki..." âyeti ile güzel edeb takınmayı emretmektedir. Tâ ki mecliste onun yerini daraltmasınlar. Ayrıca müslümanlara biri diğerine mecliste yer açsın diye birbirlerine karşılıklı şefkat gösterip, onlarla kaynaşmayı da emretmektedir. Böylece Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın söylediklerini işitebilsinler, onu görebilsinler.

Katade ve Mücahid dediler ki: Ashab, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın meclisinde birbirleriyle yarışırlardı. Onlara birbirlerine yer genişletmeleri emrolundu. Bu açıklamayı ed-Dahhâk da yapmıştır.

İbn Abbâs dedi ki: Bundan kasıt savaşmak maksadıyla saf saf dizildiklerinde savaşmak üzere oturulan yerlerdir. el-Hasen ve Yezid b. Ebi Habib dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklerle çarpıştığında savaşmak ve şehid olmak arzusu dolayısı ile herkes kendisini öncelediğinden birbirlerine yer açmıyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Buna göre bu, yüce Allah'ın:

"...savaşa elverişli yerlere..." (Âl-i İmrân, 3/121) âyeti gibidir.

Mukâtil dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Suffe'de idi. Cuma günü yer nisbeten daralıyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da muhacir ile ensardan Bedir'e katılanlara özel ikramda bulunuyordu. Aralarında Sabit b. Kays b. Şemmâs'ın da bulunduğu Bedirlilerden bir grub geldiğinde, mecliste birtakım kimseler onlardan daha yakın oturmuş bulunuyorlardı. Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın karşısında ayakta dikildiler, kendilerine yer açılmasını beklediler, ancak onlara yer açılmadı. Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ağır gelince etrafında bulunan ve Bedir ehlinden olmayan kimselere. Bedir ehlinden olup ayakta duranlar sayısınca kişilere: "Ey filan kalk, sen ey filan kalk" demeye başladı. Bu da kaldırılanlara ağır geldi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüzlerindeki ifadeden hoşlanmadıklarını anladı. Münafıklar ayıplamaya koyularak: Bunlara karşı insaflı davranmadı. Halbuki onlar peygamberlerine yakın oturmayı arzu ettiklerinden o yere erken gelip oturmuşlardı, diyerek ileri geri konuştular. Bunun üzerine yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi.

"Yer açın" lâfzı yer genişletin demektir.

Filan kişi meclisinde kardeşine yer açtı, açar, yer açmak" denilir. "Geniş bir ülke, yer" tabirleri de buradan gelmektedir. "Bu hususta senin için geniş bir hareket imkânı vardır" tabiri de böyledir. fiili; "Engelledi, engeller" fiiline (vezin bakımından) benzemektedir. "Mecliste yer açtı" demektir. Yer geniş oldu, genişledi, genişler" demek olup bu da -vezin itibariyle benzemektedir, "Geniş bir mekân" ifadesi de buradan gelmektedir.

2- Başkalarına Açılacak Yerler:

es-Sülemî, Zirr b. Hubeyş ve Âsım; "Toplantı yerlerinde" diye okumuşlardır.

Katade, Davud, İbn Ebi Hind ve -ondan gelen farklı rivâyet olmakla birlikte- el-Hasen; Size birbirinize yer açın denildiğinde" diye okumuşlardır. Diğerleri ise: Toplantı yerinde yer açın" diye okumuşlardır.

"Toplantı yerleri" diye çoğul okuyanlar

"toplantı yerlerinde.., yer açın" âyetinin herbir kimsenin bir yerinin olduğuna işaret etmesinden dolayıdır. Bununla savaşın kastedilmesi halinde de durum böyledir. Aynı şekilde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mescidinin kastedilmiş olması da mümkündür. Çoğul gelmesi ise, her oturanın oturduğu ayrı bir yerinin oluşundan dolayıdır. Yine tekil olarak "oturma yeri" ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın oturduğu yerin kastedilmiş olması da mümkündür. Cins isim kabul edilerek tekil kıfızla çoğul kastedilmiş olması ihtimali de vardır. Arapların: "dinar ve dirhem çoğaldı" sözlerinde olduğu gibi.

Derim ki; Âyet-i kerîme hakkında sahih olan görüş, onun müslümanların hayır ve ecir kazanmak maksadı ile toplanıp biraraya geldikleri her toplantı yeri hakkında umumi olduğudur. Bu toplantı yeri ister savaş toplanma yeri, ister zikir, isterse de turna günü için oturma yeri olsun. Şüphesiz herkesin önce geldiği yerde oturma hakkı daha Önceliklidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir şeye başkasından daha önce erişecek olursa, o şeye kendisinin sahib olma hakkı daha çoktur." Ebû Dâvûd, III, 177. Bununla birlikte yerini daraltıp yerinden çıkmasına sebep teşkil etmeyecek şekilde ve rahatsız olmayacak kadar da kardeşine yer genişletir.

Buhârî ve Müslim'in İbn Ömer'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kişi bir başkasını yerinden kaldırarak sonra kendisi orada oturmasın." Müslim, IV, 1714; Buhâri, V. 2313. Yine ondan gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kişinin yerinden kaldırılarak bir başkasının oraya oturmasını yasaklamıştır, fakat birbirinize yer açınız ve genişletiniz, Müslim, IV, 1714; Dârimî, II, 365; Müsned, II, 16; 22, 102. diye buyurmuştur.

İbn Ömer bir kimsenin yerinden kalkarak sonra da kendisinin onun yerine oturmaktan hoşlanmazdı. Buhârî'nin lâfzı bu şekildedir. Buhârî, V, 2313

3- Bir Kimse Kendisi Otursun Diye Başkasını Yerinden Kaldırmamalıdır:

Bir kişi mesciddeki bir yerde oturduktan sonra, bir başkasının gelip yerine otursun diye o kimseyi yerinden kaldırması câiz değildir. Çünkü Müslim, Ebû'z-Zübeyr'den, o Cabir'den onun da Peygamberden rivâyetine göre Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sîzden herhangi bir kimse sakın cuma gününde kardeşini yerinden kaldırıp da sonra kendisi onun yerine gidip orada oturmasın. Fakat bu kimse: Yer açın, desin." Müslim, IV, 1715.

Bir yerde bir kimse oturup da başkası onun yerinde otursun diye kalkacak okusa duruma bakılır, Eğer kalkıp gittiği yer, İmâmın sözünü işitmek bakımından birincisi gibi ise, böyle bir davranışta bulunmak o kimse için mekruh değildir. Eğer İmâmdan daha uzak bir yere düşüyorsa böyle bir davranış ona mekruh olur. Çünkü bu durumda kendi payını elden kaçsrmış olur.

4- Bir Kimse Diğerine, Erken Gidip Camide Kendisine Yer Tutmasını Söylerse:

Bir kimse bir diğerine camiye erkence gidip kendisine oturacak bir yer tutmasını emredecek olursa mekruh olmaz. Bu emri veren kişi geldiği takdirde o da yerinden kalkar. Çünkü rivâyet edildiğine göre İbn Şîrîn cuma gününde kendisine ait bir yerde oturmak üzere kölesini gönderiyor, kölesi de onun adına orada oturuyordu. Kendisi geldi mi kölesi onun için o yeri boşaltıyordu.

Buna göre bir kimse bir yaygı yahut bir seccade gönderip de mescidin belirli bir yerinde kendisi adına serilecek olursa... Bundan sonra asıl nüshada bir hnglı.ık bulunduğuna müstensih tarafından düşürülmüş bir tıottsı dikkat çekilmektedir.

5- Daha Önce Oturduğu Yere Tekrar Oturmak Üzere Geri Getirse:

Müslim'in rivâyetine göre Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Sizden herhangi bir kimse kalkıp da -Ebû Avane'nin rivâyetinde: Kim meclisinden kalkıp da şeklindedir- sonra aynı yere geri dönerse o kimse orada oturmaya daha bir hak sahibidir." Müslim, IV, İ7I5; Tirmizi, V, 89; Dârimi, II, 366; Ebû Dâvûd, IV, 264; İbn Mâce, II. 1224; Müsned, II, 263, 2H3, 342, JH9, AA1, 4itf 527, 537.

İlim adamlarımız dedi ki; Bu oturan kimsenin oradan kalkacağı vakte kadar oturduğu yerin özellikle kendisine ait olması gerektiğini kabul eden görüşün sahih olduğuna delil teşkil etmektedir. Çünkü böyle bir kimse daha önce kalktığı yere gelip oturmağa, öncelikle hak sahibi olduğuna göre, kalkmadan önet o yerin kendisinin olması daha bir önceliklidir ve uygundur.

Bunun, mendubluk anlamı ile böyle olduğu da söylenmiştir. Çünkü böyle bir yer oturulmadan Önce de, sonra da hiçbir kimsenin mülkiyeli altında olan bir yer değildir. Ancak bu görüş tartışılır: Çünkü böyle bir yerin kimsenin mülkiyeti altında olmadığını kabul etmekle birlikte, o yerde oturmaktan maksadı sona erinceye kadar o yer o kişiye hastır, denilir. Böylelikle bu kimse oranın menfaatini mülkiyetine alır gibidir. Zira o yerde bir başkasının gelip onu oradan uzaklaştırması yasaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

6- Başkasına Yer Açarak Genişlik Sağlayanların Mükâfatı:

"Allah da" kabirlerinizde, bir görüşe göre kalplerinizde

"size genişlik versin." Bir diğer açıklamaya göre dünyada da, âhirette de size genişlik versin.

"Kalkın denildiğinde de kalkıverin" âyetindeki

"kalkın" ve

"kalkıverin" anlamındaki lâfızları Nâfi', İbn Âmir ve Âsım şın harflerini ötreli okumuşlardır, diğerleri ise kesreli okumuşlardır. Bunlar iki ayrı söyleyiştir, tıpkı:

"Tapan...lar" (el-A'râf, 7/138) âyeti ile:

"yükseltmekte oldukları" (el-Araf:, 7/137) âyetinde olduğu gibi.

Âyet: Namaz, cihad ve hayır İşlemek için kalkınız, demektir. Müfessirlerin çoğu bunu böyle açıklamışlardır.

Mücahid ve ed-Dahhak: Namaza seslenildiğinde namaz kılmak üzere kalkınız demektir diye açıklamışlardır. Şöyle ki; bazı kimseler namaza gitmekte işi ağırdan alınca bu âyet-i kerîme indi.

el-Hasen ve yine Mücahid şöyle demişlerdir: Savaşa kalkın, demektir. İbn Zeyd dedi ki: Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın evindeki bir durum içindir. Herkes son yaptığı iş Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte olmak olsun istiyordu. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in etrafından

"yer açın denildiğinde genişletin" çünkü onun birtakım ihtiyaçları vardır. Orada beklemeyin. Katade de şöyle demiştir: Yani sizler maruf olan bir işe çağırıldığınızda o çağrıyı kabul ediniz. Sahih olan da budur. Çünkü bu genel ve kapsamlı bir açıklamadır.

"Yükselmek" demektir: bu da: Yerin yüksekliği" tabirinden alınmıştır. "Yerinden bir parça yükseldi, yükselir" denilir. "Kocasına karşı yükselen (serkeşlik eden) bir kadın" demektir. Bunun aslı:den gelmekte olup, bu da "yüksekçe bir yer, tümsekçe bir yer" anlamındadır. Bu açıklamayı en-Nehhâs zikretmiştir.

7- Îman ve İlmin Fazileti:

"Allah sizden îman edenleri ve kendilerine İlim verilenleri dereceler ile yükseltsin." Âhiretteki mükâfat ve sevab, dünyadaki şeref ve üstünlük itibariyle

"yükseltsin" demektir. Yüce Allah mü’mini mü’min olmayana göre, alimi de alim olmayana göre yükseltir. İbn Mes’ûd dedi ki: Yüce Allah bu âyet-i kerimede ilim adamlarını övmektedir. Kendilerine ilim verilenleri îman edip, ilim verilmeyen kimselerin üzerine

"dereceler ile" yükseltecektir, demektir. Bu da emrolunduklarını yerine getirdikleri takdirde dinlerinde onları derecelerle yükseltecek anlamındadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Zenginler, yün elbise giyinen kimselerin oturdukları yerlerde kendilerini sıkıştırmasından hoşlanmıyorlardı, O bakımdan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın meclisine daha erken gitmekte yarışıyorlardı. Burada hitab onlaradır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında oturmak isteyen fakirlerden birisinden çekindiği için elbisesini toplayan zengin bir adam görünce şöyle buyurdu: "Ey filan kişi! Sen böyle yapmakla zenginliğinin ona bulaşmasından yahut fakirliğinin sana bulaşmasından mı korktun?" Aynı manada benzer lâfızlarla: Ebû Nuayın, Hilyetu'l-Evliyâ, VIII, 53.

Bu âyet-i kerimede Allah nezdinde yüksekliğin, ilim ve îman ile olduğunu, meclîslerin ön taraflarına erkence gidip oturmakla olmadığını açıklamaktadır.

Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah, kendilerine ilim verilenler ile Kur'ân'ı okuyanları kastetmiştir.

Yahya b. Yahya, Malik'ten şöyle dediğini rivâyet eder:

"Allah sizden îman edenleri" ashab-ı kiramı

"ve kendilerine İlim verilenleri dereceler ile yükseltsin." Allah ilim sahibini ve hakkı isteyeni yükseltir.

Derim ki; Bu meselede ifadenin genel olması âyetin anlamı açısından daha uygundur. Yüce Allah mü’min kimseyi önce imanıyla yükseltir, ikinci olarak da ilmiyle yüceltir. Sahih'(-i Buhârî)de belirtildiğine göre Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh), Abdullah b. Abbas'ı diğer sahabilerin önüne geçiriyordu. Bu hususta ona bir şeyler söylenince diğerlerini de, İbn Abbâs'ı da çağırdı. Kendilerine yüce Allah'ın:

"Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde..." (en-Nasr, 110/1) âyetinin tefsirine dair soru sordu, onlar da sustular. İbn Abbâs şöyle dedi: Bu Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ecelidir. Allah kendisine ecelini bildirdi, Ömer dedi ki: Ben de bunun hakkında senin bildiğinden başkasını bilmiyorum Buhârî, III, 1327, IV, 1563, lfill

Buhârî’de de Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Uyeyne b. Hısn b. Huzeyfe b. Bedr (Medine'ye) gelip, kardeşinin oğlu olan el-Hurr b. Kays b. Hısn'a misafir oldu. el-Hurr, Ömer (radıyallahü anh)'ın kendisine yakınlaştırdığı kimselerdendi. Kurra (Kur'ân'ı bilenler) isler gene olsunlar, ister yaşlı olsunlar Ömer'in meclisinde oturanlar ve kendileriyle danıştığı kimselerdi... deyip, hadisin kalanını zikretmektedir. Buhârî, IV, 1702, VI, 2657; Beyhaki, es-Sünenu't-Kübrâ, VIII, 161 Bu hadis daha önce el-A'râf Sûresi'-nin sonlarında (7/199. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Müslim'in Sahih'indekî rivâyete göre Nâfi' b. Abdu'l-Hâris, Usfan'da Ömer (radıyallahü anh) İle karşılaşmış, -Ömer onu Mekke'ye vali olarak tayin ederdi.- Ona: Sen vadideki ahalinin başına kimi tayin ettin deyince, Nafi': İbn Ebzâ'yı dedi. Ömer: İbn Ebza da kim? diye sorunca, o da: Bizim âzadlı kölelerimizden bir âzâdlı dedi. Ömer: Sen onlara bir âzâdlı köleyi mi vekil bıraktın? deyince, o şöyle dedi: Bu şahıs Allah'ın Kitabını okuyan (bilen) birisidir. O feraizi de biliyor. Ömer şöyle dedi: Gerçek şu ki Peygamberiniz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Şüphesiz Allah bu kitab sayesinde birtakım kimseleri yükseltir ve ondan dolayı da birtakım kimseleri alçaltır." Müslim, I, 559; Dârimî, II, 536, İbn Mâce, I, 79 Bu husus daha önce kitabın baş taraflarında Ayrıca el-Ahzâb, 33/57. âyet 3. başlığın sonunda da geçmişti. (Kur'ân-ı Kerîm'in faziletlerine dair vârid olmuş rivâyetler bahsinde) geçmişti.

Yine ilmin ve ilim adamlarının faziletine dair bu kitabın birkaç yerinde açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir; "Alim ile abid arasında yüz derece vardır. Her iki derece arasındaki mesafe hızlı koşan, zayıf, asil adamın koşusu ile yetmiş yıllık bir mesafedir." Deylemî, Firdevs, III, 121.

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir; "Âlimin âbide olan üstünlüğü ondördündeki ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir." Dârimî, I, 110; İbn Mâce, 1, 12. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde üç tür insan şefaat edecektir. Peygamberler, sonra âlimler, sonra şehidler." İbn. Mâce, II, 1443; Beyhaki, Şuabu'l-Îman, II, 11.

Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tanıklığı ile peygamberlik ile şehadet arasında orta bir yerde bulunan bir mevki ne kadar da büyüktür.!

İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Süleyman (aleyhisselâm) ilim, mal ve hükümdarlıktan birisini seçmekte muhayyer bırakıldı. O da ilmi seçince ona onunla birlikte hem mal, hem de hükümdarlık verildi.

12

Ey îman edenler! Peygambere gizil bir şey söyleyecek olursanız, bu gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Eğer bulamazsanız; muhakkak ki Allah çok mağfiret ve rahmet edicidir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Peygamberle Gizli Konuşmanın Ön Şartı:

"Ey îman edenler! Peygambere gizli bir şey söyleyecek olursanız" âyetindeki: "Gizli bir şey söylediniz" demektir.

İbn Abbâs dedi ki: Bu âyet, müslümanların Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sıkıntı verecek noktaya gelinceye kadar çokça soru sormaları sebebiyle inmiştir. Yüce Allah, Peygamberinin (sallallahü aleyhi ve sellem) yükünü hafifletmek istedi. Bu âyeti indirince insanların bir çoğu bu işten vazgeçtiler. Daha sonra yüce Allah, bundan sonraki âyet-i kerîme ile onların hareket alanlarını genişletti.

el-Hasen dedi ki: Ayet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Müslümanlardan bir topluluk Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile başbaşa bir tarafa çekiliyor ve onunla gizlice konuşuyorlardı. Müslümanlardan bir başka topluluk, onların bu gizli konuşmalarında kendileri hakkında küçültücü İfadeler kullandıklarını zannettiler. Bu iş onlara ağır gelince, yüce Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile başbaşa kalmalarını önlemek maksadıyla gizlice konuşmak için sadaka vermelerini emretti.

Zeyd b. Eslem dedi ki: Âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile gizlice konuşan ve şöyle diyen münafıklarla yahudiler sebebiyle inmiştir: O bir kulaktır, kendisine söylenen herşeye kulak verir. Peygamber de kendisi ile gizlice konuşmaktan kimseye engel olmazdı. Bu da muslümanlara ağır geliyordu. Çünkü şeytan onların kalbine birtakım topluluklar peygamberle savaşmak üzere biraraya geldikleri vesvesesini telkin ediyordu. (Zeyd b. Eslem devamla) dedi ki: Bunun üzerine şanı yüce ve mübarek Allah:

"Ey îman edenler! Birbirinizle fısıldaştığınız zaman günah, düşmanlık ve peygambere isyan ile fısıldaşmayın" (Mücadele, 58/9) âyetini indirdi. Bu işten vazgeçmeyince bunun üzerine yüce Allah diğer âyet-i kerimeyi indirdi. Böylece bâtıl ehli olan kimseler, gizlice konuşmalarına son verdiler. Çünkü onlar gizlice konuşmalarından önce bir sadaka vermediler. Bu durum îman ehline ağır geldi ve gizlice konuşmaktan uzak kaldılar. Buna sebeb ise, onların çoğunun sadaka verecek gücü bulamayışları idi. Yüce Allah, bundan sonraki âyet-i kerîme ile onların yükünü hafifletti.

2- Ahkâm, ve Maslahat İlişkisi:

İbnu'l-Arabi dedi ki: Zeyd b. Eslem'den rivâyet edilen bu haberde, ahkamın maslahatlara göre şekillenmesinin sözkonusu olmadığına delil vardır. Çünkü yüce Allah:

"Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir" diye buyurduğu halde, daha hayırlı ve daha temiz olmakla birlikte, bu hükmü neshetmiştir, Bu da maslahatlara riayet noktasında Mutezile'nin kanaatini çok büyük ölçüde reddetmektedir. Şu kadar var ki hadisi Zeyd'den rivâyet eden oğlu Abdu'r-Rahmân'dır. İlim adamları onun zayıf bir ravi olduğunu belirtmişlerdir. Ancak yüce Allah'ın:

"Bu sizin İçin daha hayırlı ve daha temizdir" âyetin Mutezile'ye bu hususta red teşkil etmesi bakımından mütevatir bir nastır.

3- Bu Âyet-i Kerîmenin Bir Sonraki Âyetle Neshedilmiş Olması:

Tirmizî'nin kaydettiği rivâyete göre Ali b. Alkame el-Envari, Ali b. Ebî Tâlib(radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini nakletmektedir:

"Ey îman edenler! Peygambere gizli bir şey söyleyecek olursanız bu gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin" âyeti nazil olunca ben ona sordum. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bana: "Bir dinar hakkında görüşün nedir?" dedi. Ben: Buna güç yetiremezler, dedim. O: "Peki ya yarım dinar?" deyince, yine: Güç yetiremezler dedim. Bu sefer: "Ya kac?" deyince, ben bir arpa (ağırlığınca) dedim. Peygamber: "Sen çok küçük bir miktar söyledin" diye buyurdu. Bunun üzerine: "Yoksa gizli konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu?" (anlamındaki bir sonraki) âyet nazil oldu. (Ali) dedi ki: Benim sayemde Allah bu ümmetin yükünü hafifletti. Ebû Îsa (et-Tirmizi) dedi ki: Bu hasen, garib bir hadistir. Bu hadisi biz ancak bu yoldan biliyoruz.

Hadisteki "bir arpa" âyeti, bir arpa ağırlığı kadar altın, demektir. Tirmizi, V, 406; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübrâ, V, 152.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu da usule dair iki güzel meseleye delâlet etmektedir. Bunlardan birincisi fiilen uygulanmasından önce ibadetin neshedilebileceği, ikincisi ise miktarlara dair -Ebû Hanife'nin görüşünün aksine- kıyas ile kanaat yürütülebileceği.

Derim ki: Zahir olan o ki, nesh sadaka verme uygulamasından sonra gerçekleşmiştir. Mücahid'den rivâyet edildiğine göre bu uğurda ilk sadaka veren ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile gizlice konuşan kişi, Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dır. Rivâyet olunduğuna göre o bir yüzüğü sadaka olarak vermiştir.

el-Kuşeyrî ve başkalarının naklettiklerine göre Ali b. Ebî Tâlib söyle demiştir: Allah'ın Kitabında gereğince benden önce kimsenin amel etmediği ve benden sonra da kimsenin amel etmeyeceği bir âyet-i kerîme vardır. O âyet:

"Ey îman edenler! Peygambere gizli bir şey söyleyecek olursanız, bu gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin" âyetidir. Bir dinarım vardı, onu sattım (bozdurdum). Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile gizlice bir şey konuşacak olursam, bir dirhem sadaka veriyordum. Bitinceye kadar bu böylece sürüp gitti. Sonra bu âyet, bir sonraki âyet olan: "Yoksa gizli konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu?" âyeti ile nesholundu. İbn Abbâs da böyle demiştir; Allah bu âyeti bir sonraki âyet ile neshetmiştir.

İbn Ömer de dedi ki: Ali (radıyallahü anh)'ın üç hususiyeti vardı. Onlardan bir tanesi olsaydı, benim için kırmızı tüylü develere sahîb olmaktan daha sevimli idi: Fatıma ile evlenmiş olması, Hayber gününde ona sancağın verilmesi ve gizli konuşma âyeti.

"Bu sizin için" sadaka vermemekten

"daha hayırlıdır ve" masiyetlerden kalbleriniz için

"daha temizdir. Eğer" fakirleri kastediyor

"bulamazsanız, muhakkak ki Allah çok mağfiret ve rahmet edicidir."

13

Yoksa gizli konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu? Madem ki yapmadınız -ki Allah tevbenizi kabul etmiş bulunuyor- o halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Allah her yaptığınızdan haberdardır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Bu Âyet, Bir Önceki Âyeti Ne Kadar Bir Süre Zarfında Neshetmiştir:

Yüce Allah'ın:

"Yoksa... korktunuz mu" âyeti takrir (söyletmek) anlamında bir istifhamdır. İbn Abbâs dedi ki; Sadaka vermekten yana cimrilik mi ettiniz diye açıklamıştır. Korkutunuz mu diye de açıklanmıştır. Çünkü: "Hoşlanılmayan şeyden korkmak" demektir. Siz sadaka vermek hususunda korkuya kapıldınız, cimrilik ettiniz ve bu size ağır geldi, demektir.

"Gizli konuşmanızdan önce sadakalar vermekten..." âyeti hakkında Mukâtil b. Hayyan dedi ki; Bu husus on gece (gün) devam etti, sonra nesholdu. el-Kelbî dedi ki: Bu sadece bir gece (gün) sürdü. İbn Abbâs da şöyle dedi: Bu ancak bir günün kısacık bir anı böylece kaldı, sonunda neshedildi. Katade de böyle demiştir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

2- İbadet Emri İle Amel Etmeden Önce Neshedilmesi:

"Madem ki yapmadınız -ki Allah tevbenizi kabul etmiş bulunuyor." Yani Allah bu hükmü neshetmiş. bulunuyor. Bu da sadaka olarak verecek bir şeyler bulan kimselere bir hitabtır.

"O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin." Buna göre zekâtın farziyeti bu sadakayı neshetmiştir. Bu da fiilen uygulamadan önce nesh olabileceğine delildir. Ali (radıyallahü anh)'dan gelen rivâyet ise zayıftır. Çünkü yüce Allah:

"Madem ki yapmadınız" diye buyurmaktadır. Bu herhangi bir kimsenin, herhangi bir şeyi tasadduk etmediğine delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Allah'a" farz kıldığı hususlarda

"ve Rasûlüne" sünnetlerinde

"itaat edin. Allah her yaptığınızdan haberdardır."

14

Allah'ın kendilerine gazab ettiği bir kavmi veli (dost) edinen kimseleri görmedin mi? Bunlar sizden de değildir, onlardan da değildir. Üstelik bildikleri halde yalan yere yemin de ederler.

"Allah'ın kendilerine gazab ettiği bir kavmi veli edinen kimseleri görmedin mi?" âyeti hakkında Katade: Bunlar yahudileri veli (dost) edinen münafıklardır demiştir.

"Bunlar sizden de değildir." Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır; Münafıklar yahudilerden de değildir, müslümanlardan da değildir. Aksine onlar her ikisi arasında gider gelirler. Münafıklar müslümanlara dair haberleri yahudilere taşırlardı.

es-Süddî ve Mukâtil şöyle demiştir: Âyet-i kerîme münafık olan Abdullah b. Ubeyy ile Abdullah b. Nebtel hakkında inmiştir. Bunlardan birisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile oturuyor, sonra da onun sözlerini yahudilere taşıyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın odalarından birisinde bulunduğu bir sırada şöyle buyurdu: "Şu anda sizin yanınıza kalbi bir zorbanın kalbi gibi olan ve şeytanın iki gözüyle bakan bir adam girecektir." Bu sırada Abdullah b. Nebtel girdi. -Abdullah mor, esmer, kısa boylu ve hafif sakallı birisi idi.- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen ve arkadaşların niye bana ağır sözler söylüyorsunuz!" Abdullah böyle bir şey yapmadığına dair Allah adına yemin etti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Yaptın" dedi. Bunun üzerine Abdullah gidip, arkadaşlarını getirdi. Onlar da Peygamber efendimize dil uzatmadıklarını söylediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Bu anlamdaki bir açıklamayı İbn Abbâs da yapmıştır.

İkrime, İbn Abbâs'tan rivâyetle dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir ağaç gölgesinde oturuyordu. Gölge neredeyse onun üzerinden ayrılacakken şöyle buyurdu: "Şu anda sizin yanınıza teni morumsu ve size şeytan bakışı ile bakan birisi gelecektir." Biz bu halde iken ansızın teni mora çalan bir adam geldi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu yağırdı ve: "Sen ve arkadaşların ne diye bana ağır sözler söylüyorsunuz" dedi. O: Bırak ta onları da getireyim, dedi. Gidip arkadaşlarını getirdi, hep birlikte böyle bir şey olmadığına dair yemin ettiler. Yüce Allah da;

"Allah onların hepsini dirilteceği günde... en büyük zarara uğrayanların ta kendileridir" (el-Mücadele, 58/18-19) âyetlerini indirdi. Yahudiler Kur'ân-ı Kerîm'de;

"Allah'ın kendilerine gazab etmiş olması" ile sözkonusu edilmişlerdir.

15

Allah, onlara çok şiddetli bir azâb hazırlamıştır. Çünkü yapageldikleri işler çok kötüdür.

"Allah onlara" bu münafıklara cehennemde,

"çok şiddetli bir azâb" ki o da cehennemin en aşağı tabakasını

"hazırlamıştır. Çünkü yapageldiklerî işler çok kötüdür." Yani onların amelleri çok kötüdür.

16

Onlar yeminlerini kalkan edindiler de Allah yolundan alıkoydular. Bu nedenle onlar için horlayıcı bir azâb vardır.

"Onlar yeminlerini kalkan edindiler." Yani yeminlerini kalkan yaparak Öldürülmekten korunmaya çalışıyorlar.

el Hasen ve Ebû'l-Âl-iyye burada ve el-Münafikûn Sûresi'nde (el-Münafikûn, 63/2. âyet-i kerîmesinde) hemzeyi kesreli olarak: "manlarını" diye okumuşlardır. Yani onlar îman ettiklerini sözle söylemeyi kalkan edindiler. Öldürülmek korkusuyla dilleriyle îman ettiklerini söylediler, fakat kalpleri kâfirdir.

"Bu nedenle onlar İçin" dünyada öldürülmek, âhirette cehennem ateşi ile

"horlayıcı bir azâb vardır."

“Alıkoymak" demektir.

"Allah yolundan" İslamdan demektir. Horlayıcı azabları, açığa vurdukları münafıklıkları sebebiyle küfürlerinden ötürü öldürülecekleri şeklinde açıklanmıştır. Uydurma haberleri yaymak ve böylelikle müslümanları cihaddan alıkoymak ve onları korkutmak suretiyle (Allah'ın yolundan alıkoymaya çalışıyorlar) diye açıklanmıştır.

17

Malları da, evlâtları da Allah’ın azabına karşı kendilerine hiçbir şekilde asla fayda sağlayamaz. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebediyyen kalıcıdırlar.

18

Allah, onların hepsini dirilteceği günde size yemin ettikleri gibi, O'na da yemin edecekler ve kendilerinin gerçekten bir şey üzere olduklarını sanacaklar. Haberiniz olsun gerçekten onlar, yalancıların ta kendileridir.

"Malları da, evlatları da Allah'a" Allah'ın azabına

"karşı kendilerine hiçbir şekilde asla fayda sağlayamaz."

Mukâtil dedi ki; Münafıklar: Muhammed kıyâmet gününde kendisine yardım olunacağını ileri sürmektedir. Durum böyleyse bedbaht olduk demektir. Allah'a yemin olsun ki kıyâmet gününde bize -eğer kıyâmet diye bir şey olacaksa- bizim gibi olanlar, çocuklarımız ve mallarımız yardımcı olacaktır. Bunun üzerine

"Allah onların..." âyeti nazil oldu. Yani Allah'ın onları dirilteceği günde onlar için horlayıcı bir azâb olacaktır.

"Size" bugün

"yemin ettikleri gibi Ona da yemin edecekler." Bu da hayret edilecek bir husustur. Yarın onların yemin ile mugalata yapacaklarını göstermektedir. Halbuki oradaki bilgi kesin ve tereddütsüz bilgi haline gelmiş olacaktır. İbn Abbâs dedi ki: Burada sözü edilen onların:

"Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık." (el-En'âm, 6/23) diye söyleyecekleri sözleridir.

"Ve kendilerinin" inkâr etmek ve yemin etmek ile

"gerçekten bir şey üzere olduklarını sanacaklar." İbn Zeyd dedi ki: Bunların âhirette kendilerine faydalı olacağını sanacaklar.

Şöyle de açıklanmıştır: Dünyada

"kendilerinin gerçekten bir şey üzere olduklarını sanacaklar." Çünkü âhirette kesinlikle hakkı bilmiş olacaklar. Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir.

İbn Abbâs'tan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir münadi kıyâmet gününde şöyle seslenecek: Allah'ın düşmanları nerede? Bunun üzerine Kaderiyye yüzleri kararmış, gözleri göğermiş olarak, ağızları yana yatmış, salyaları akarak kalkacaklar ve şöyle diyecekler: Allah'a yemin olsun ki senden başka ne güneşe, ne aya, ne bir puta, ne de bir heykele taptık, ne de senden başka bir ilâh edindik." İbn Abbâs dedi ki: Allah'a yemin olsun doğru söyleyecekler. Şirk onlara bilmedikleri bir cihetten gelmektedir. Sonra da:

"Ve kendilerinin gerçekten bir şey üzere olduklarını sanacaklar. Haberiniz olsun gerçekten onlar yalancıların ta kendileridir" âyetini okudu. Allah'a yemin ederim ki, bunlar Kaderiyyedir, diye üç defa söyledi. Ebû Nuaym, Hilye, V, «3 (muhtasar olarak)

19

Şeytan onlara galib ve üstün geldi de onlara Allah'ı dahi hatırlamayı unutturdu. İşte bunlar şeytanın taraftarlarıdır. Haberiniz olsun, muhakkak ki şeytanın taraftarları en büyük zarara uğrayanların ta kendileridir.

"Şeytan onlara galîb ve üstün geldi." Dünyada onlara yaptığı vesveseleriyle üstünlük sağladı, onlara karşı güç kazandı, diye açıklanmıştır. el-Mufaddal; Onları kuşatmıştır, diye açıklamıştır. Dördüncü bir anlama gelme ihtimali de vardır: Onları bir araya getirdi ve birbirlerine kattı demektir. Bir şeyi topladı ve bir kısmını diğerine kattı" denilir. Onları biraraya getirdiği takdirde dahi onları yenik düşürmüş, onlara karşı güçlenmiş ve onları kuşatmış olur.

"Allah'ı dahi" yani O'na itaat gereğince amelde bulunmak demek olan emirlerini

"hatırlamayı unutturdu." Masiyelini yasaklayan buyrukları... diye de açıklanmıştır. Unutmak: Gaflet anlamına kullanıldığı gibi, terketmek anlamında da kullanılır. Burada her iki anlam da ihtimal dahilindedir.

"İşte bunlar şeytanın taraftarlarıdır." Onun kesimi, onun kabilesidir.

"Haberiniz olsun, muhakkak ki şeytanın taraftarları" yaptıkları alışverişlerinde

"en büyük zarara uğrayanların ta kendileridir." Çünkü onlar cennet karşılığında cehennemi, hidayet karşılığında sapıklığı almış kimselerdir.

20

Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesi yapanlar, işte onlar şüphe yok ki en zelil olanların arasındadırlar.

"Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesi yapanlar" Bu anlamdaki âyet, sûrenin baş tarafında geçmiş bulunmaktadır.

"İşte onlar şüphe yok ki en zelil olanların arasındadırlar." Zeliller arasında olup, onlardan daha zelil yoktur.

21

Allah: "Yemin olsun ki Ben ve peygamberlerim mutlaka galib geleceğim" diye yazmıştır. Muhakkak ki Allah yegane güç sahibidir, emrine karşı konulamayandır.

"Allah: Yemin olsun ki... diye yazmıştır." Yani Allah bunu hükme bağlamıştır. Levh-i Mahfuzda bunu yazmıştır, diye de açıklanmıştır, bu da Katade'den nakledilmiştir.

el-Ferrâ': Yazdı, dedi anlamındadır, demiştir.

"Ben" âyeti tekiddir

"ve peygamberlerim" aralarından kendilerine savaşmak emri verilenler savaş ile galib gelecektir. Delil ile tartışmaları emrolunmuş olanlar da ortaya koydukları delil ile galib geleceklerdir.

Mukâtil dedi ki: Mü’minler dedi ki; Eğer Allah bize Mekke, Taif, Hayber ve bunların etraflarında bulunan beldeleri fethetme imkânını verecek olursa, yüce Allah'ın bizleri Farslara ve Rumlara karşı galib getireceğini de ümit ederiz. Bunun üzerine Abdullah b. Ubeyy b. Seldi dedi ki: Siz Rumların ve Farsların yenik düşürdüğünüz kasabalar gibi olduğunu mu zannediyorsunuz?

Allah'a yemin ederim ki, onlar sizin zannettiğinizden daha kalabalık sayıdadırlar ve daha çetin bir güce sahibtirler. Bunun üzerine;

"Yemin olsun ki Ben ve peygamberlerim mutlaka galib geleceğim" âyeti nazil oldu. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Yemin olsun ki gönderilmiş kullarımıza önceden şu sözümüz verilmiştir: Muhakkak onlar, elbette onlar zafere erdirilenlerdir. Muhakkak Bizim ordumuz, elbette onlar galib olanlardır." (es-Saffat, 37/171-173)

22

Allah'a ve âhiret gününe inanan hiçbir kavmin, Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesi yapanlara sevgi beslediklerini göremezsin. İsterse bunlar babaları, yahut oğulları, yahut kardeşleri, yahut soydaşları olsa bile. İşte bunlar, kalplerine Îmanı yazmış olduğu ve kendilerini katından bir ruh ile desteklemiş olduğu kimselerdir. Hem de onları orada ebediyyen kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Allah da onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar Allah'ın hizbidir. Haberiniz olsun, muhakkak ki Allah'ın hizbi, umduklarına kavuşanların ta kendileridir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

"Allah'a ve âhiret gününe inanan hiçbir kavmin, Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesi yapanlara" âyetine dair açıklamalar daha önceden (et-Tevbe, 9/63. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Sevgi beslediklerini" onları sevip, onları veli ve dost edindiklerini

"göremezsin."

"İsterse bunlar babaları... olsalar bile" âyeti hakkında es-Süddî dedi ki; Bu Abdullah b. Ubeyy'in oğlu Abdullah hakkında inmiştir. Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında oturdu. Peygamber bir su İçti, ona; Allah aşkına ey Allah'ın Rasûlü şu içtiğin sudan bir miktar arttır, onu gidip babama içireyim. Belki onunla Allah kalbini temizler. Bunun üzerine Peygamber ona biraz arttırdı. Abdullah da bu artanı babasına götürdü. Babası kendisine: Bu da ne diye surunca, oğlu: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın içtiği sudan bir artıktır. Sen içesin diye bunu sana getirdim, belki bununla Allah senin kalbini arındırır, dedi. Babası ona: Bunun yerine niye bana annenin sidiğini getirmedin? O bundan daha temizdir, dedi. Oğlu bu işe kızdı ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek: Ey Allah'ın Rasûlü dedi, babamı öldürmeye bana izin vermez misin? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hayır, ona yumuşak davran ve ona iyilik yap" dedi.

İbn Cüreyc dedi ki: Bana anlatıldığına göre Ebû Kuhafe, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dil uzattı. Oğlu Ebû Bekir ona öyle bir tokat indirdi ki bunun sebebiyle yüzü üzere yıkıldı. Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip, durumu ona aktardı. Peygamber: "Böyle bir şey yaptın mı? dedi. Bir daha bunu yapma." Ebû Bekir dedi ki: Seni hak ile peygamber gönderen adına yemin ederim ki, eğer kılıcım bana yakın olsaydı, onu öldürecektim,

İbn Mes’ûd dedi ki: Âyet Ebû Ubeyde b. el-Cerrah hakkında inmiştir. Babası Abdullah b. el-Cerrah'ı Uhud günü öldürdü. Bedir günü öldürdüğü de söylenmiştir. el-Cerrah, Ebû Ubeyde'nin üzerine gidiyor, Ebû Ubeyde ondan kaçıyordu. Üzerine çokça gelmeye başlayınca, Ebû Ubeyde de onu öldürdü. Babasını öldürünce, yüce Allah da: "Allah'a ve ahiret gününe inanan hiçbir kavmin..." âyetini indirdi.

el-Vâkidî dedi ki: Şamlılar böyle diyorlar. Ancak, ben el-Haris b. Fihroğullarından birtakım kimselere sordum da onlar: Ebû Ubeyde'nin babası İslamdan önce ölmüştü, dediler.

"Yahut oğulları" âyeti ile kastedilen Ebû Bekir'dir. Oğlu Abdullah'ı Bedir günü teke tek çarpışmaya çağırmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da söyle buyurmuştu: "Ey Ebû Bekir, bırak da seninle birliktelikten istifade edelim. Senin benim için gören gözüm, işiten kulağım konumunda olduğunu bilmez misin?"

"Yahut kardeşleri" âyeti ile Mus'ab b. Umeyr kastedilmektedir. O Bedir günü kardeşi Ubeyd b. Umeyr'i öldürmüştü.

"Yahut soydaşları" âyeti ile de Ömer b. el-Hattâb kastedilmektedir. O da dayısı el-Âs b. Hişam b. el-Muğire'yi Bedir günü öldürmüştü. Ali ve Hamza ise Bedir gününde Utbe, Şeybe ve el-Velid'i öldürdüler.

Bir başka görüşe göre âyet-i kerîme Hâtıb b. Ebi Beltea'nın Mekke'nin fethedildiği yılda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın askerleriyle Mekkeliler üzerine yürüyeceğini yazdığı bir mektupta bildirmesi üzerine inmiştir. Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar el-Mümtehine Sûresi'nde gelecektir.

Bu âyetiyle yüce Allah imanın -akraba olsalar dahi- kâfirlerin veli edinilmesi ile bozulacağını açıklamaktadır.

2- Âyet Zalim Yöneticilere ve Sapık İnançlılara Düşmanlık Etmeye Delildir:

Malik -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu âyet-i kerimeden Kaderiyyeye düşmanlık edilmesi ve onlarla oturup kalkmanın terkedilmişine delil çıkarmıştır:

Eşheb, Malik'ten şöyle dediğim rivâyet etmiştir: Kaderiyye ile oturup kalkma ve Allah için onlara düşmanlık et! Çünkü yüce Allah:

"Allah'a ve âhiret gününe inanan hiçbir kavmin Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesi yapanlara sevgi beslediklerini göremezsin" diye buyurmaktadır.

Derim ki: Bütün zulüm ehli ve haddi aşıp başkalarına haksızlık yapanlar da Kaderiyye hükmündedirler.

es-Sevrî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Öncekiler bu âyet-i kerimenin sultanlar'ile arkadaşlık yapan kimseler hakkında indiği görüşünde idiler. Abdu’l-Aziz b. Ebi' Davud'dan rivâyet edildiğine göre o tavaf esnasında Mansur ile karşılaşmış. Onu tanıyınca, ondan kaçmış ve bu âyeti okumuş.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyete göre o şöyle dua edermiş: "Allah'ım, hiçbir günahkarın bende karşılığı verilmesi gereken bir iyiliğinin bulunmasına izin verme, Çünkü Ben Senin bana vahyettiklerin arasında "Allah'a ve ahiret gününe İnanan hiçbir kavmin... işte bunlar kalplerine Îmanı yazmış olduğu ve kendilerini katından bir ruh ile desteklemiş olduğu kimselerdir" âyetini indirdiğini görüyorum."

Yani yüce Allah onların kalplerinde tasdiki yaratmıştır. Bunlar ise Allah ile sınır mücadelesi yapanlara karşı herhangi bir sevgi beslemeyen kimselerdir.

"Yazdı" tesbit etti anlamındadır diye açıklanmıştır. Bu açıklamayı er-Rabi b. Enes yapmıştır. Yaratmıştır diye de açıklanmıştır. Yüce Allah'ın:

"Artık bizi şahidlerle beraber yaz" (Al-i İmrân, 3/53) âyetine benzemektedir ki, bizi onlarla birlikte kıl demektir. Yine yüce Allah'ın:

"Onu sakınanlara... yazacağım" (el-A'raf, 7/156) (âyeti kılacağım demektir.)

"Yazdı" âyetinin topladı anlamında olduğu da söylenmiştir. (Askeri birlik anlamına gelen): "el-Ketıbe" de buradan gelmektedir. Yani bunlar onlardan kimilerine îman ediyoruz. Kimilerini İnkar ediyoruz, diyenlerden değillerdi.

"Yazdı" âyeti genel olarak kef harfi üstün olarak okunmuştur.

"Îmanı" âyetindeki nun harfi de nasb ile okunmuştur. Yani yüce Allah Îmanı yazmıştır. Daha uygun olanı da budur. Çünkü yüce Allah (daha sonra):

"Ve kendilerini katından bir ruh ile desteklemiş" diye buyurmaktadır.

Ebû'l-Âl-iyye, Zirr b. Hubeyş ve Âsım'dan rivâyetle el-Mufaddal ise meçhul bir fiil olarak: "Yazılmış" diye " Îman" lâfzını da "nun" harfi ref ile okumuşlardır. (îman... yazılmıştır demek olur.)

Zirr b. Hubeyş

"soydaşları" anlamındaki âyeti: şeklinde (aşiret lâfzını) çoğul yaparak "elif" İle ve "te" harfi de kesre'li olarak okumuştur. Bu kıraati el-A'meş, Ebû Bekir'den, o da Âsım'dan diye de rivâyet etmiştir.

"Kalblerine... yazmış olduğu" kalpleri üzerine diye de açıklanmıştır. Yüce Allah'ın:

"Hurma dallarında"(Ta-Ha, 20/71) âyetinde (üzerinde anlamında) olduğu gibi.

Özellikle kalpleri söz konusu etmesi, imanın yerinin orası olduğundandır.

"Kendilerini... desteklemiş olduğu" kendi katından bir ruh ile güçlendirip onlara yardım etçiği demektir. el-Hasen: Kendinden bir yardım vermiş olduğu... diye açıklamıştır. er-Rabî' b. Enes de: Kur'ân ve delilleriyle... diye açıklamıştır. İbn Cüreyc: Bir nûr, îman , delil ve hidayet ile, diye açıklamıştır. Allah'tan bir rahmet diye açıklandığı gibi, kimi ilim adamı: Onları Cebrâîl (aleyhisselâm) ile desteklemiştir, diye de açıklamıştır.

"Hem de onları orada ebediyyen kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Allah da onlardan razı olmuştur" amellerini kabul etmiştir

"onlarda O'ndan hoşnud olmuşlardır." Kendilerine verdiği nimetlerle sevineceklerdir.

"İşte bunlar, Allah'ın hizbidir. Haberiniz olsun muhakkak ki Allah'ın hizbi umduklarına kavuşanların ta kendileridir." Said b. Ebi Said el-Cür cânî hocalarından birisinden şöyle dediğini nakletmektedir: Davud (aleyhisselâm) dedi ki: Ey ilahım! Senin hizbin ve senin arşının etrafında bulunanlar kimlerdir? Yüce Allah ona şunu vahyetti: "Ey Davud! Gözlerini haramdan sakınanlar, kalpleri tertemiz olanlar, elleri (zulümden yana) esenlikte olanlardır. İşte onlar Benim hizbimdir ve Benim Arşımın etrafında bulunanlardır."

Yüce Allah'a hamdolsun; el-Mücâdele Sûresi burada sona ermektedir.

0 ﴿