HAŞR SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Medine'de indiği ittifakla kabul edilmiştir. Yirmidört âyettir.

İbn Abbâs'ın rivâyetine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Haşr Sûresi'ni okuyan kimseye cennetteki, cehennemdeki herşey, Arş, Kürsî, gökler, yer, haşerat, rüzgar, bulut, kuş, hayvanlar, ağaçlar, dağlar, güneş, ay ve melekler mutlaka dua eder, onun için Allah'tan mağfiret dilerler. Eğer bu sûreyi okuduğu gün ya da gece ölürse, şehit olarak ölür." Bu hadisi es-Sa'lebî rivâyet etmiştir.

es-Saâlibî'nîn Yezid er-Rukaşî'den, onun Enes'ten rivâyet ettiğine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim Hasr Sûresinin sonunda yer alan: "Şayet Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirse idik..." âyetinden itibaren (sûrenin) sonuna kadar okur da o gece ölürse şehit olarak ölür."

Tirmizî de Ma'kil b. Yesâr'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim sabahı ettiğinde üç defa "eûzu billahi's-semi-îl alîmi mine'ş-şeytani'r-racim (kovulmuş şeytandan herşeyi işiten ve bilen Allah'a sığınırım)" deyip de Haşr Sûresi'nin sonundan üç âyet-i kerîme okuyacak olursa, Allah ona akşamı edinceye kadar dua edecek yetmişbin melek gönderir. Şayet o gün Ölürse şehid olarak ölür. Her kim bunu akşamleyin okuyacak olursa, onun için de aynı şey sözkonusudur." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garib bir hadistir Tirmizî, V, 182, ancak sonunda: 'Garib bir hadis olup bunu ancak bu yolla biliyoruz' kaydıyla; Müsned, V, 26

1

Göklerde ve yerde olanlar Allah'ı teşbih eder. O, Azizdir, Hakimdir.

Bu âyete dair açıklamalar daha önceden (el-Hadîd, 57/1, âyetin tekirinde) geçmiş bulunmaktadır.

2

O, kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde yurtlarından, yerlerinden çıkarandır. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da hisarlarının kendilerini Allah'a karşı gerçekten koruyacağını sanmışlardı. Fakat Allah onlara hesaba katmadıkları taraftan geldi ve kalplerine korku saldı. Evlerini hem kendi elleriyle, hem mü’minlerin elleriyle tahrib ediyorlardı. Ey basiret sahipleri, artık ibret alın.

"O kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde yurtlarından, yerlerinden çıkarandır" âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Sûrenin İsmi ve Yurtlarından Sürülenler:

"O, kitab ehlinden kâfir olanları... yurtlarından, yerlerinden çıkarandır" âyeti ile ilgili olarak Said b. Cübeyr dedi ki: Ben İbn Abbâs'a: (Bu sûrenin ismi) el-Haşr Sûresi mi dedim, o; en-Nadîr Sûresi de, dedi. Nadîrliler. Harun (aleyhisselâm) soyundan gelen bir yahudi koludur. Bunlar İsrailoğulları fitnelere düştüklerinde Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gelişini beklemek üzere gelip Medine'ye yerleştiler. Yüce Allah'ın açıkladığı işler onların başından geçen işlerdendir.

2- ilk Sürgün ve Mahşer:

"İlk sürgün" âyetindeki

"el-haşr" toplamak demektir. Bunun dört çeşidi sözkonusudur. İki toplanma dünyada, iki toplanma da ahirette olacaktır. Dünyadaki toplanma (haşr) yüce Allah'ın:

"O kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde (ervehı’l-haşr) yurtlarından, yerlerinden çıkarandır" âyetinde sözkonusu edilmektedir.

ez-Zührî dedi ki: Bunlar daha önce sürgün musibetiyle karşılaşmamı;; bir koldan idiler. Yüce Allah onların üzerine sürgün edilmeyi takdir buyurmuştu. Eğer bu olmasaydı, mutlaka onları dünyada azaplandıracaktı. Dünya hayatında onların ilk haşrolundukları toplanma yeri Şam olmuştu.

İbn Abbâs ve İkrime dediler ki: Mahşer'in Şam'da olacağından yana şüphe eden kimse, bu âyeti okusun. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine: "Çıkınız" deyince onlar: Nereye diye sormuşlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Mahşer yurduna" diye buyurmuştu.

Katade dedi ki: İşte mahşerin ilki budur. İbn Abbâs: Onlar kitab ehlinden ilk haşredilen (sürülen) ve yurtlarından çıkarılan kimselerdir demiştir.

Denildiğine göre onlar Hayber'e sürüldüler. Buna göre yüce Allah'ın:

"İlk sürgünde" âyeti kalelerinden, hisarlarından Hayber'e sürülmeleridir. İkincisi ise Ömer (radıyallahü anh)'ın kendilerini Hayber'den Necid ve Ezriât'e sürmesidir. Teymâ ve Eriha'ya sürülmeleri diye de açıklanmıştır. Buna sebeb, onların kâfir olmaları ve ahidlerini bozmalarıdır.

İkinci haşr ise kıyâmete yakın bir zamandaki toplanmalarıdır. Katade dedi ki: İnsanları doğudan batıya doğru toplayacak bir ateş gelecektir. Onların geceyi geçirdikleri yerde o da duraklayacak, öğlen istirahatine çekilecekleri vakit onlarla birlikte orada kalacak Bk. Müslim, IV, 2195; İbn Mâce, II, 1347; Müsned, IV, ve geriye kalanlarını yiyecektir.

Bu husus Sahih'de de sabit olmuş ve biz bunu et-Tezkire adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.

Buna yakın bir rivâyeti İbn Vehb, Malik'ten zikretmektedir. İbn Vehb dedi ki: Ben Malik'e: Bu (haşr ve toplanma) onların yurtlarından sürülmeleri midir? diye sordum. Bana şöyle dedi: Haşr, kıyâmet gününde olacaktır ve yahudiler toplanacaktır. (Malik devamla) dedi ki: Yahudilere yanlarında bulunan mal hakkında soru sorulup onlar bunu gizlediklerinde Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber'e sürmüş ve böylelikle onlarla savaşmayı helal görmüştü.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Hasrın başı, ortası ve sonu vardır. Başı Nadiroğullarının sürülmesidir, ortası Hayberlilerin sürülmesi, sonuncusu ise kıyâmet günündeki haşirdir.

el-Hasen'den: Burada sözü edilenler Kurayzaoğullarıdır, dediği rivâyet edilmiş ise de geri kalan müfessirler: Kurayza oğulları hiçbir şekilde haşrolunmadı (sürgüne gönderilmedi), onlar öldürüldüler, demişlerdir. Bu acıklamayı da es-Sa'lebî nakletmiştir.

3- Kâfirlerle Yurtlarından Sürülmeleri Şartıyla Barış Yapılabilir mi?

el-Kiya et-Taberî dedi ki: Harb ehli ile herhangi bir şey istemeksizin yurtlarından sürülmeleri şartıyla barış yapmak şu an için câiz değildir. Bu İslamın ilk dönemlerinde caizdi, sonradan nesh olundu. Şimdi ise; onlarla savaşmak yahut kadın ve çocuklarının esir alınması ya da onlara cizye koymak şartlarından birisinden başkası kabul edilemez.

"Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız" âyeti ile şunu kastetmektedir: Müslümanlar yahudilerin halini, onların kendilerini koruyabilecek durumda oluşlarını, güçlerini, söz birliklerini gözlerinde büyütmeleri dolayısıyla böyle bir şeyi sanmıyorlardı.

"Onlarda hisarlarının kendilerini Allah'a karşı" Allah'tan gelecek emre karşı

"gerçekten koruyacağını sanmışlardı."

Denildiğine göre bu hisarların ismi el-Vatih, en-Netât, es-Sülâlim ve el-Ketibe idi. Nadiroğulları çokça silahı bulunan ve zaptedilmesi güç kaleleri olan kimselerdi. Fakat bunların hiçbirisi onları Allah'ın emrine karşı koruyamadı.

"Fakat Allah" in emri ve azâbı

"onlara hesaba katmadıkları" hiç de beklemedikleri

"taraftan geldi." Bilmedikleri taraftan geldi, diye de açıklanmıştır.

"Hesaba katmadıkları taraftan geldi" âyeti; Ka'b b. el-Eşrefin Öldürülmesini ummuyorlardı, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbn Cüreyc, es-Süddî ve Ebû Salih yapmıştır,

"Ve kalplerine" liderleri Ka'b b. el-Eşrefin öldürülmesiyle

"korku saldı." Ka'b'ı öldürenler Muhammed b. Mesleme, Ka'b'ın süt kardeşi olan Ebû Naile Silkân b. Selâme b. Vakş, Abbad b. Bişr b. Vakş, el-Haris b. Evs b. Muâz ile Ebû Abs b. Cebr idi. Ka'b'ın öldürülüş haberi sîret'te meşhurdur. Sahih'de belirtildiğine, göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir aylık mesafeden bana (düşmanımın kalbine) korku salınmak ile yardım olundu." Buhârî, I, 128, 168; Müslim, I, 370, 372; Nesâi, I. 210; Müsned, I, 301, III, 304, v, 145. 147, 161. Medine ile Nadiroğullarının bulundukları mahalle arasındaki mesafe bir mil olduğuna göre, nasıl ona yardım olunmazdı? Bu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Özel olarak verilmiş bir imtiyazdı.

"Evlerini hem kendi elleriyle... tahrib ediyorlardı" âyetindeki

"Tahrib ediyorlardı" lâfzı genel olarak şeddesiz: 'den gelen (müzâri) bir fiil olarak okunmuştur. Yıkıyorlardı demektir. es-Sülemî, el-Hasen, Nasr b. Âsım, Ebû'l-Âl-iye, Katade ve Ebû Amr ise;

"Tahrib ediyorlardı" şeklinde

"tahrib"den gelen bir fiil olarak şeddeli okumuşlardır.

Ebû Amr dedi ki; Şeddeli okuyuşu tercih edişimin sebebi şudur: "Bir şeyi sakini olmaksızın harabe halde terketmek" demektir. Nadiroğulları ise orayı bu şekilde harabe olarak terketmediler. Onlar orayı yıkarak tahrib ettiler. Bunu da yüce Allah'ın:

"Hem kendi elleriyle, hem mü’minlerin elleriyle" âyeti desteklemektedir.

Başkaları ise şöyle demişlerdir: Bu iki şekil de aynı anlamdadır. Şeddeli okuyuş ise çokluk anlamına gelir. Sîbeveyh de ile kiplerinin anlamlarının birinin diğeri yerine kullanılabildiğini nakletmiştir. ile Onu tahrib ettim" anlamına; ile ise "onu sevindirdim" anlamına gelmesi gibi. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de birinci okuyuşu tercih etmişlerdir.

Katade ve ed-Dahhak dedi ki: Mü’minler içeriye girmek için dışarıdan tahrib ediyorlar, yahudiler ise hisarlarının tahrib edilen bölümlerini, yıktıkları yerlerden çıkan malzeme ile yeniden bina etmek için içeriden tahrib ediyorlardı.

Rivâyet edildiğine göre Nadiroğulları Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile; onun yanında yer almamak ve ona karşı olmamak şartı ile barış antlaşması yapmışlardı. Bedir günü zafer kazanınca Tevrat'ta niteliği belirtilen peygamber işte budur. Onun hiçbir sancağı geri çevrilmez, dediler, Uhud günü müslümanlar yenilince bu sefer şüpheye düştüler ve antlaşmalarını bozdular. Ka'b b. el-Eşref yirmi süvari ile Mekke'ye çıkıp gitti. Ka'be'nin yanında Hz. Peygamberin aleyhine Kureyşle antlaşma yaptılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in ensardan Muhammed b. Mesleme'ye emir vermesi üzerine Muhammed b. Mesleme, Ka'b'ı gafil bir şekilde öldürdü. Sabah olunca da askeri birlikleriyle surlarına karşı dikildi. Onlara: Medine'den çıkın, dedi. Onlar: Buradan çıkmaktansa ölümü tercih ederiz, diyerek; "savaşa!" diye seslendiler.

Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan çıkış hazırlıklarında bulunmak üzere on günlük süre istedikleri de söylenmiştir. Bunun üzerine münafık Abdullah b. Ubey ve arkadaşları: Kaleden çıkmayın, diye gizli bir haber gönderdi. Eğer onlar sizinle savaşacak olurlarsa, biz de sizinle birlikte savaşırız, sizi desteksiz bırakmayız. Eğer çıkartılacak olursanız, yemin olsun biz de sizinle birlikte çıkarız. Yirmibir gün süreyle sokakların başlarını tuttular ve sağlam bir şekilde oraları koruma terüblerini aldılar. Allah kalplerine korkuyu salıp, münafıkların yardım edeceklerinden yana ümidlerini kesince barış istediler. İleride açıklanacağı üzere Hz. Peygamber onları sürgüne göndermekten başka bir yol kabul etmedi.

ez-Zührî, İbn Zeyd ve Urve b. ez-Zübeyr şöyle demişlerdir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendileriyle develerin taşıyabileceği kadarını beraberlerinde götürmek şartı ile barış yaptığından, hoşlarına giden bir kereste ya da bir direği almak için evlerini yıkıyorlar, bunu develerine yüklüyorlardı. Mü’minler de geri kalanlarını yıkıyorlardı.

Yine İbn Zeyd'den şöyle dediği nakledilmiştir: Yahudiler kendilerinden sonra müslümanlar orada kalmasınlar diye evlerini tahrib ediyorlardı.

İbn Abbâs dedi ki: Müslümanlar onların bir evlerini zabtettiler mi hemen orayı -savaş alanı genişlesin diye- yıkıveriyorlardı. Kendileri ise evlerinin arka taraflarından diğer eve geçip çıkarıldıkları yere gelen müslümanlara oradan atışta bulunmak üzere oyuklar açıyorlardı. Bunu ara sokaklarını bu yıktıkları malzeme ile kapatmak için yapıyorlardı, diye de açıklanmıştır.

İkrime dedi ki: Onlar evlerinin içlerini ve oralarda bulunanları müslümanlar almasın diye

"kendi elleriyle" tahrib ediyorlardı. Bu yolla onlara ulaşmak maksadıyla da dış taraflarından "mü’minler elleriyle" onların evlerini

"tahrib ediyorlardı."

Yine İkrime dedi ki: Evleri oldukça süslü idi. Müslümanların orada oturmalarını istemediklerinden dolayı evlerinin iç taraflarını kendileri tahrib ettiler, müslümanlar da dışarıdan tahrib ettiler.

Bir diğer açıklamaya göre; onlar antlaşmalarını bozmak suretiyle

"evlerini kendi elleriyle" savaşmakla da "mü’minlerin elleriyle tahrib ediyorlardı." ez-Zühri de böyle açıklamıştır. Ebû Amr b. el-Alâ da şöyle demiştir: Evlerini mü’minlere bırakmak suretiyle

"kendi elleriyle" tahrib ediyorlar, mü’minlerin evlerinden onları sürmek suretiyle de "mü’minlerin elleriyle" tahrib ediyorlardı.

İbnu'l-Arabi dedi ki: Bozmak (ifsâd etmek) maksadı ile ele alış, eğer el ile olursa, bu hakikat anlamında kullanılır. Şayet ahdi bozmak suretiyle olursa, mecazi bir anlam ifade eder. Şu kadar var ki mecazi anlatım noktasında ez-Zührî'nin saklaması, Ebû Amr b. el-Alâ'nın açıklamasından daha uygundur.

"Ey basiret sahibleri artık İbret alın!" Ey özlü akıl sahibleri öğüt alın, demektir. Ey bunu gözüyle görenler... diye de açıklanmıştır. Bu durumda "ebsar" lâfzı "basar"ın çoğulu olur.

Burada ibret alınacak hususlardan birisi de şudur: Onlar Allah'ın hükmüne karşı hisarlarına sığınıp korunmak istediler. Allah; onları hisarlarından aşağıya indirdi.

Yine ibret şekillerinden birisi sudur: Allah onlara daha önce kendilerine yardım eden kimseleri musallat etti. Bir diğer ibret yolu da şudur: Onlar kendi mallarını, kendi elleriyle yıktılar. Kim başkasının karşı karsıya kaldığı durumlardan ibret almazsa, kendi başına gelen olaylardan ibret almak durumunda olur. Doğaı mesellerden birisinde de: "Bahtiyar diye başkasının başına gelenlerden öğüt alan kimseye denir" Abdullah b. Mesud'un sökü olarak: Müslim, IV, 2037; İbn Hibbân, Sahih, XIV, 52; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübrâ, VII, 422; Taherâni, Evsât, VIII, 31, Kebir, III, 174, 17=5, 176, 177... Peygamber Efendimizin âyeti olmak: İbn Mâce, I, İH. denilmektedir.

3

Eğer Allah onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı, onları elbette dünyada azaplandırırdı. Bununla birlikte âhirette onlar için ateş azâbı vardır.

"Eğer Allah onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı" yani eğer Allah onları yurtlarından süreceğine ve bir süre kalıp onlardan bazılarının îman edeceğine ve onlardan îman edecek kimselerin doğacağına dair hüküm vermemiş olsaydı

"onları elbette dünyada" Kurayzaoğullarına yaptığı gibi; öldürülmek ve kadın ve çocukları esir almak suretiyle

"azaplandırırdı."

"Sürgün" vatandan ayrılmak demektir.

"Kendisi ayrıldı" "Başkası onu ayırdı (sürüdü)" denilir. “Sürmek, sürülmek" ile: "Çıkarılmak"; uzaklaştırılmak bakımından aynı anlamı ihtiva etmekle birlikte iki açıdan farklılık arzederler. Evvela sürülmek, hanım ve çocuklarla birlikte olur. Dışarı çıkarılmak ise bazan hanımlar ve çocuklar bırakılmış olmakla birlikte gerçekleşebilir. İkincisi; sürülmek ancak toplu halde olur, dışarı çıkarılmak ise tek kişi hakkında da, çoğul hakkında da kullanılabilir. Bu açıklamayı el-Maverdî yapmıştır.

4

Bunun sebebi onların Allah'a ve Rasûlüne muhalefet etmeleridir. Kim Allah'a muhalefet ederse, muhakkak Allah, cezası pek çetin olandır.

"Bunun" bu sürgünün

"sebebi, onların Allah'a ve Rasûlüne muhalefet etmeleridir" ona düşmanlık etmeleri, emrine karşı gelmeleridir.

"Kim Allah'a muhalefet ederse" âyetindeki;

"Kim... muhalefet ederse" âyetini Talha b. Mûsarrıf ve Muhammed b. es-Semeyka: diye şeddeli olan "kap harflerini ayrı ayrı izhar ile okumuşlardır. el-Enfal Sûresi'nde (8/13- âyette) olduğu gibi. Diğerleri ise idğâm ile okumuşlardır.

5

Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz yahut onu kökleri üzere dikili bırakmanız, hep Allah'ın izni ile olmuştur ve (bu) fasıkları alçaltması içindir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız;

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

"Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz" âyetindeki:

"Herhangi bir...ini" lâfzı;

"kesmeniz" anlamındaki fiil ile nasb konumundadır. Kestiğiniz herhangi bir şey, diye buyurulmuş gibidir.

Bu âyetin iniş sebebine gelince; Nadiroğulları Uhud günü Kureyş'in yardımı ile antlaşmayı bozmaları üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Nadiroğullarının el-Buveyre diye bilinen hisarlarının önünde konakladı. Onların hurma ağaçlarının kesilip yakılmasını emretti.

Kesilen hurma ağaçlarının sayısı hususunda farklı rivâyetler gelmiştir. Katade ve ed-Dahhak altı hurma ağacını kesip yaktıklarını söylemişlerdir, Muhammed b. İshak da: Bir tek hurma ağacını kestiler ve bir tek hurma ağacını yaktılas, demiştir. Bu da Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in uygulamaya itiraz etmemesi (ikrarı) ya da emri ile olmuştur.

Bunun sebebi ya bu yolla onları zayıflatmaktı, yahutta bu hurma ağaçlarını kesmek suretiyle yerin genişlemesini sağlamaktı. Bu yahudilere ağır geldi. O bakımdan kitab ehli ve yahudi olan Nadirliler şöyle dedi: Ey Muhammed! Sen ıslahı isteyen bir peygamber olduğunu ileri sürmüyor musun? Peki, hurma ağaçlarını kesip ağaçları yakmak ıslahın bir gereği midir? Allah'ın sana indirdiği âyetler arasında yeryüzünde fesad çıkarmanın mubah olduğunu mu görüyorsun yoksa?

Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ağır geldi, mü’minler de içten içe bundan rahatsız oldular. Hatta aralarında anlaşmazlıklar çıktı. Kimileri Allah'ın bize ganimet olarak verdiği şeylerden kesmeyiniz derken, kimileri de: Onları bu yolla daha da öfkelendirelim diye kesiniz, dedi.

Bunun üzerine âyet-i kerîme, ağacın kesilmesini yasaklayanları doğrulamak ve kesenlerin de günah kazanmadıklarını belirtmek üzere indi ve böylece ağacın kesilmesinin de, kesilmemesinin de Allah'ın izni ile olduğunu haber verdi.

Şairleri, yahudi Semmâk, bu hususta şunları söylemektedir:

"Bizler o çok hikmetli Kitabı miras alanlar değil miyiz?

Mûsa döneminde; ve biz sapmadık.

Sizlerse cılız koyunların çobanlarısınız, Tihame ve el-Ahyef çöllerinde.

Çobanlığı kendiniz için şeref kabul edersiniz.

Herşeyinizi bitirip tüketen bütün zamanlarınızda.

Ey hazır bulunanlar; vazgeçiniz,

Zulümden ve utanç verici hareketlerden.

Belki geçen günler ve zamanlar,

İnsaf ve adalet sahibi tarafından (aleyhinize) çevirilirler.

Nadiroğullarını öldürüp onları sürdüğünüz için

Ve henüz meyveleri toplanmamış hurma ağaçlarını kestiğinizden"

Hassan b. Sabit de ona şöylece cevab verdi:

"Kureyş'e yardımcı olan bir topluluk, sordu birbirini

Kendi şehirlerinde onların yardımcıları yoktu halbuki.

Onlar kendilerine verilen. Kitabın kıymetini bilmeyenlerdir,

Tevrat'a karşı kör olan, helâk olmuş bir kavimdir.

Kur’ân'ı inkar ettiniz ve yüz çevirdiniz,

O uyarıcının söylediklerini tasdik etmekten.

Lüeyoğullarının efendileri için,

el-Buveyre'de yayılıp giden bir yangının önemi olmaz,"

Ebû Süfyan b. el-Haris b. Abdu'l-Mutlalib de ona (yahudi Semmâk'a) şu cevabı vermişti:

"Allah böyle bir işi devamlı kılsın

Ve onun dört bir yanında yanan alevi sürdürsün.

Bizden hangilerinin bundan uzak olduğunu göreceksin

Ve hangimizin topraklarının nereye ulaşacağını bileceksin.

Eğer oradaki hurma ağaçları süvari olsaydı

Elbette: Burada siz kalamazsınız haydi yola koyulunuz, diyeceklerdi."

2- Nadiroğulları Gazvesi:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in onların üzerine gitmek üzere Medine'den çıkması hicri 4. yılın başında Rebiu'l-evvel ayında oldu. Nadiroğulları ona karşı kendilerini korumak üzere kalelerine çekildiler. Peygamber de hurma ağaçlarının kesilip yakılmasını emretti. İçkinin haram olduğunu bildiren hüküm de o zaman indi.

Abdullah b. Ubeyy b. Selul ve onunla beraber olan münafıklar Nadîroğullarına; "Biz sizinle beraberiz. Eğer sizlerle savaşılacak olursa, biz de sizin yanınızda savaşırız. Şayet çıkartılacak olursanız, biz de sizinle birlikte çıkar, gideriz" diye gizlice haber gönderdiler. Nadiroğulları da buna aldandılar. Fakat iş ciddiye binince onlara yardım etmediler, onları kendi hallerine bıraktılar. Onlar da teslim olmak zorunda kaldılar. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da kanlarını dökmeyerek kendilerini sürgüne göndermelerini istediler. Silah dışında, develerinin taşıyabilecekleri kadar yük götürmelerine izin vermesini dilediler. Bu şekilde yükleriyle birlikte Hayber'e gittiler. Kimileri de Şam'a gitti. Aralarından Hayber'e gidenler arasında Huyey b. Ahtab, Sellâm b. Ebi'l-Hukayk ve Kinâne b. er-Rabî gibi ileri gelenleri de vardı. Hayberliler onlara itaat etti, boyun eğdi.

3- Düşman Yurdunu Yıkmak, Yakmak ve Mahsullerini Koparmak ile İlgili İlim Adamlarının Görüşleri:

Müslim'in Sahih'inde ve başka eserlerde İbn Ömer'den sabit olan rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Nadiroğullarının hurma ağaçlarını kesmiş ve yakmıştı. Bununla ilgili olarak Hassan şöyle demiştir:

"Lueyoğullarının efendilerine basit gelmiştir el-Büveyre'de yayılıp giden bir yangın."

Yüce Allah'ın:

"Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz..." âyeti da buna dair nazil olmuştur.

İlim adamları düşman yurdunun tahrib edilmesi, yakılması ve meyvelerinin kesilmesi hususunda iki görüş ortaya koymuşlardır.

Birinci görüşe göre; bu caizdir. Bunu (Malik) el-Müdevvene'de belirtmiştir.

İkinci görüşe göre; eğer müslümanlar bunların kendilerinin olacağını bilirlerse, bunu yapmazlar. Eğer ümit keserlerse yaparlar. Bu görüşü de Malik, el-Vâdıha'da belirtmiştir. Şâfiî mezhebine mensub ilim adamları da bu kanaatledirler ve buna göre (başka görüşleri) tartışırlar.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Sahih olan birinci görüştür. Çünkü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Nadiroğullarına ait hurma ağaçlarının sonunda kendisinin olacağını bilmişti. Bununla birlikte o, böylesi onlara bir ibret teşkil etsin, onların maneviyâtlarını kırarak oradan çıkmalarını sağlasın, diye birtakım ağaçları yakmış, bir kısmını da kestirmiştir. Geri kalan bölümünün sağlam kalması maksadıyla malın bir bölümünü telef etmek, şer'an câiz olan bir maslahattır, aklen de böyle bir maslahat maksat olarak gözetilebilir.

4- Her Müctehid İsabet Eder mi?

el-Maverdî dedi ki: Bu âyet-i kerimede her müttehidin isabet ettiğine dair bir delil vardır. el-Kiyâ et-Taberî de bu görüşü ifade ederek şöyle demiştir: Her ne kadar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) aralarında bulunmakla birlikte böyle bir hadisede ictıhadda bulunmak uzak bir ihtimal ise de (bu böyledir.) Çünkü şüphesiz ki Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu olayı görmüş ve sesini çıkarmamıştır. Onlar da bu işin hükmünü sadece Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın takririnden öğrenmiş olmaktadırlar. (Böylelikle bu uygulamalarının içti had ile yapılmış olma ihtimali uzak görülmektedir.)

İbnu’l-Arabî dedi ki: Bu (hükmü çıkarmak) doğru değildir. Çünkü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlarla birlikte idi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda ictihûd olamaz. Aksine bu olay Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın üzerine hakkında hüküm inmedik bir hususta ictihâd ettiğine delil teşkil eder. Bu içtihadının dayanağı ise genel olarak kâfirlere eziyet etmek ve mallarını telef etmek ve yok etmeyi gerektiren herbir hususa izin verilmiş olduğunun kapsamına girdiğidir. Bu da yüce Allah'ın:

"Ve (bu) fâsıkları alçaltması içindir" âyeti ile ifade edilmektedir.

5- Âyet-i Kerîme'de Geçen Llne (Hurma Ağacı)'nın Mahiyeti ile İlgili Görüşler:

Burada sözü edilen Lîne'nin mahiyeti hakkında on farklı görüş vardır.

1- el-Acve türü hurma veren ağaç dışındaki bütün hurma ağaçlarıdır. Bu açıklamay ez-Zührî, Malik, Said b. Çübeyr, İkrime ve el-Halil yapmıştır,

2- İbn Abbâs, Mücahid ve el-Hasen'den gelen rivâyete göre; bütün hurma ağaçlarına bu isim verilir, demişler ve acve olsun, başka tür hurma olsun istisna etmemişlerdir.

3- …….

4- es-Sevrî'den gelen rivâyete göre hurma ağaçlarının en kıymetlileridir.

5- Ebû Ubeycie'nin görüşüne göre acve ve berni diye bilinen hurma türleri dışındaki bütün hurma türleridir.

6- Cafer b. Muhammed dedi ki: Bu özel olarak acve hurmasının (ağacının) adıdır. Onun naklettiğine göre atîk ve acve Nûh (aleyhisselâm) ile birlikte gemide bulunan ağaçlardandır. Atik erkeğinin adıdır, acve ise bütün dişi türlerin esasıdır. Bundan dolayı bu ağacın kesilmesi yahudilere ağır gelmişti. Bu görüşü de el-Ma verdi nakletmiştir,

7- Lîne'nin, mahsulüne el-levn ismi verilen bir çeşit hurma ağacı olduğu da söylenmiştir. Bu ağacın verdiği hurma, hurmaların en iyisidir. Oldukça sarı olup, dışardan çekirdeği görülür ve o kadar yumuşaktır ki; çiğnenebilecek haldedir. Bu tür ağaçların bir tanesi bile onlar için iyi bir hizmetçiden (köleden ya da cariyeden) daha değerlidir,

8- Bunun yere yakın (kısa boylu) hurma ağacı olduğu da söylenmiştir, el-Ahfeş şu beyiti zikretmektedir:

"Kumru bir Line ağacının üzerinden sevenlerin ayrılığını söyleyerek

Şarkı söylediğinde; beni de ağlattı."

Lîne'nin hurma fidanı olduğu da söylenmiştir. Çünkü fidan ağaçtan daha yumuşaktır. (Line yumuşak demek olan leyyin'den gelir.) Şairin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Fidanlarını bir pınarın aktığı yere diktiler

Sonra da hurma ağaçlarının etrafını koruluklarla sardılar."

9- Bir diğer görüşe göre Line canlılıkları sebebiyle yumuşak olduklarından ötürü bütün ağaçlara verilen isimdir. Şair Zü'r-Rimme de şöyle demiştir:

"Kanatlarının üst üste binmiş terekleri bir line (ağacın) üzerinde

Geceden kalma ıslaklığı tüylerinde parıldıyor.

10- ed-Dakal denilen hurma ağacının adıdır. Bu açıklamayı da el-Esmaî yapmıştır. O şöyle der: Medineliler de: Elvan bulunmadıkça sofralar açılmaz, derler, Elvan'dan kastettikleri ise dekal hurmasıdır.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Doğrusu ise ez-Zührî ve Malik'in söylediğidir. Bunun da iki sebebi vardır:

1-Onlar evvela kendi şehirlerini ve şehirlerinde bulunan ağaçları başkalarından daha iyi bilirler.

2-Kelimenin türediği kökü, bu görüşü desteklemektedir. Dil bilginleri de bunun doğru olduğunu belirtmektedirler. Çünkü "line" lâfzı "lune" veznindedir. Arapların kabul ettikleri esas ilkelere göre kelime illetli olduğundan dolayı "lîne" haline gelmiştir. Bunun aslı İûn" şeklindedir. He (sondaki te) gelince, başı 'ilk lâm"ı kesreli gelmiştir. Nitekim "berku's-sadr"ı be harfini fethali olarak söylerken sonuna "he" getirildiği için, "be" harfi kesreli olarak "birke" denilmesi de böyledir.

"Line"nin aslının "livne" olduğu ve kendisinden önceki harf kesreli olduğundan dolayı "vav"ın "ye"ye kalbedikliği de söylenmiştir. Lîne'nin çoğulu ...diye gelir, çoğulunun; diye geldiği de söylenmiştir. İmruu’l-Kays atının boynunu anlatırken şöyle demektedir:

"Alevle tutuşup yanan,

Çıplak hurma ağacı gibi bir boyun."

el-Ahfeş dedi ki: "Lîne" ismi 'hV'den değil de "levn"den türetilerek verilmiştir. el-Mehdevî dedi ki: Bu kelimenin türediği kök hususunda farklı görüşler vardır. Bunun "levn"den geldiği ve aslının da "lîne" olduğu söylenmiştir. Aslının: "Yumuşadı, yumuşar" fiilinden geldiği de söylenmiştir.

Abdullah:

"Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz yahut onu kökleri üzere ayakta dikilir bırakmanız..." yani kökleri üzerinde dimdik ayakta terketmeniz... diye okumuştur. el-A'meş ise: "Herhangi bir hurma ağacın kesmiz

Abdullah Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz yahut onu kökleri üzere dikili bırakmanız..." diye okumuştur ki; kesmeksizin bırakmanız, demektir.

Bu âyet: "Kökleri üzere ayakla dikili oldukları halde..." şeklinde de okunmuş olup bu da iki türlü açıklanabilir. Buradaki "kökler" anlamındaki kelime; in çoğuludur, Vin çoğulunun diye gelmesi gibi. İkincisine göre burada "vav"ın yerine ötre ile yetinilmiştir. Âyet ayrıca: "Kökleri üzerinde dikilmiş olarak" diye (dikilmiş anlamındaki lâfız tekil olarak) diye ve: "Herhangi bir" lâfzı güzönünde bulundurularak tekil okunmuştur.

"Hep Allah'ın izni" emri

"ile olmuştur ve (bu) fasıkları alçaltması içindir." Yani kendisini, peygamberini ve kitaplarını inkâr eden yahudileri zelil etmesi içindir.

6

Allah'ın onlardan Rasûlüne verdiği fey'e gelince; sîz onun için ne at oynattınız, ne de deveye bindiniz. Fakat Allah peygamberlerini dilediği kimselere musallat eder. Allah herşeye gücü yetendir.

"Allah'ın onlardan Rasûlüne verdiği fey'e gelince..." âyeti ile bundan sonra gelen âyetin sonundaki

"çünkü Allah azâbı çok çetin olandır" diye biten bir sonraki âyete kadarki âyetlere dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız:

1- Nadiroğullarından Alınan Fey':

"Allah'ın onlardan" Nadiroğullarının mallarından

"verdiği" döndürdüğü

"fey'e gelince siz onun için ne at oynattınız..." Hızlıca at koşturmadınız. Çünkü: "Hızlıca al koşturmak" demektir. Atın hızlıca koştuğunu anlatmak üzere: "At hızlıca koştu" denilir. Atı ben koşturdufn, harekete getirip yordum" demektir. Temim b. Mukbil'in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Bazan yeni keskinleştirilip parlatılmış beyaz (kılıç)larla savunmaları

gerekeni savunanlardır onlar, Develeri hızlıca koşturduklarında"

"Develer" demektir. Bunun lekili (lâfzından olmayarak): 'dir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Siz o malları ele geçirmek için uzunca bir yol kaletmediğiniz gibi, ne savaştınız, ne de zorlukla karşılaştınız. Çünkü orası Medine'den iki mil uzaklıktaydı. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır,

Müslümanlar oraya yürüyerek gitmişler, ne bir ata, ne de bir deveye binmişlerdir. Yalnızca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir deveye binmişti. Bir görüşe göre de hurma lifinden yuları olan bir eşşeğe binmişti. Orayı sulh yoluyla ele getirmiş ve Nadiroğullarını oradan sürerek mallarını almıştı. Müslümanlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan mallarını kendileri arasında paylaştırmasını isteyince

"Allah'ın onlardan Rasûlüne verdiği fey'e gelince, siz onun için ne at oynattınız..." âyeti ile Nadiroğullarının mallarını Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a -onları dilediği gibi kullanmak üzere- özel olarak tahsis etti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu malları muhacirler arasında paylaştı.

el-Vakıdî dedi ki: Bunu Vehb de Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Nadiroğulları mallarından, muhtaç olan üç kişi dışında ensardan kimseye bir şey vermedi. Bunlar Ebû Dücâne Sımak b. Haraşe, Sehl b. Huneyf ve el-Haris b. es-Simme'dır. Ensardan verdiği kişilerin Sehl ve Ebû Dücâne olmak üzere iki kişi oldukları da söylenmiştir. Sa'd b. Muâz'a, İbn Ebi'l-Hukayk'ın kılıcını verdiği söylenir. Bu kılıç ensar arasında ünlü bir kılıç idi.

Nadiroğullarından Süfyan b. Umeyr ile Sa'd b. Vehb dışında kimse müslüman olmadı. Bunlar malları kendilerine bırakılmak üzere müslüman oldular ve her ikisi de kendi mallarına sahib oldular.

Müslim'in Sahih'inde Ömer (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Nadiroğullarının malları yüce Allah'ın Rasûlüne fey' olarak verdiği ve müslümanların ne at oynatıp ne de deveye bindiyi mallardandı. Bu mallar özel olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aitti. O (bu mallardan) hanımlarının bir yıllık nafakasını harcardı. Arta kalanı ise savaşa elverişli binek ve silaha Allah yolunda bir hazırlık olmak üzere harcardı. Müslim, 111, 1376

Abbas (ta), Ömer (radıyallahü anh)'ya şöyle demişti: Benim ile şu yalancı, günahkâr, sözünde durmayan hain kişi -Ali (radıyallahü anh)'ı kastediyor- hakkında Allah'ın Rasûlüne fey' olarak verdiği Nadiroğulları mallarından olan fey' hakkında hüküm ver deyince, Ömer (radıyallahü anh) şöyle dedi. Sizler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Bize mirasçı olunmaz. Bizim geriye bıraktığımız bir sadakadır." dediğini biliyor musunuz? Onlar: Evet deyince, Ömer (radıyallahü anh) şöyle dedi: Şüphesiz yüce Allah, Rasûlüne (salat ve selam ona) bir hususiyet vermiştir. Bu özelliği ondan başka hiçbir kimseye vermemiştir. O buyurdu ki:

"Allah'ın, fethedilen ülkeler ahalisinden Rasülüne verdiği fey' Allah'a, Peygambere... verilir" -Ondan önceki âyeti okuyup okumadığını bilemiyorum- Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Nadir oğulları mallarını aranızda paylaştırdı. Allah'a yemin ederim, o başkalarını size tercih etmediği gibi, sizi dışarda tutarak da onu yalnız başına almış değildir. Nihayet bu mal (bunun neticesinde) kalmadı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) o maldan bir yıllık harcamasını alır, sonra geri kalanı diğer malların harcandığı yerlere harcardı... diye hadisi uzun uzadıya nakleder. Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, 111, 1378; Ebû Dâuüd, III, 139; Beyhakî, es-Sünenu't-Kübrû, VI. HJ

Yine denildiğine göre Nadiroğulları yurtlarını ve mallarını terkedıp gidince, müsl uman lar ganimetler gibi bu mallardan pay almak istediler. Yüce Allah bunun bir fey' olduğunu açıkladı. Bununla birlikte kısmen birtakım çarpışmalar da olmuştu. Çünkü onlar birkaç gün muhasara altında tutulmuşlar, savaşmışlar ve kendileriyle savasılmıştı. Daha sonra sürgüne gönderilmek üzere barış yaptılar. Bununla birlikte kesin ve kat'î bir savaş olmamıştı. Ancak savaş başlar gibi olmuş ve muhasara olmuştu. Yüce Allah o malları özel olarak Rasülüne tahsis etti.

Mücahid dedi ki: Yüce Allah, onlara Rasülüne yardım ettiğini, onlun da bineksiz ve gereçsiz olarak zafere eriştirmiş olduğunu bildirip hatırlattı.

"Fakat Allah peygamberlerini dilediği kimselere" düşmanlarından dilediklerine

"musallat eder."

Bu âyette da o malların, ashabı bir tarafa, özel olarak Allah'ın Rasülüne has olduğu açıklanmaktadır.

7

Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey, Allah'a, Peygambere, akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara verilir ki; o mal sizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşan bir şey olmasın. Hem Peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise de sakının. Ve Allah'tan korkun, çünkü Allah azâbı çok çetin olandır.

2- Fey' ve Ganimetlere Dair Âyetler ve Açıklamaları:

"Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey..." âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demiştir: Buradaki ülkeler (kasabalar) Kurayza ve Nadiroğullarıdır. Bunlar da Medine ve Fedek'te idiler. Medine ve Hayber'den üç günlük mesafede idiler. Ayrıca Ureyna ve Yenbu'luların yurtlarını da Allah Özel olarak Rasûlüne tahsis etmiş olup Allah'ın Rasûlüne tahsis ettiği bu malda kullarını da gözeterek Rasûlü dışındaki birtakım kimselerin de pay sahibi olduklarını açıklamış bulunmaktadır.

İlim adamları, bu âyet-i kerîme ile ondan önceki âyet-i kerîme ve el-Enfal Sûresi'nindeki âyet-i kerimeyi sözkonusu ederek, bunların aynı anlamı mı, farklı anlamı mı dile getirdiklerine dair değişik görüşler ileri sürmüşlerdir.

Birtakım ilim adamları şöyle demiştir; Yüce Allah'ın:

"Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey'..." âyet-i kerimesi el-Enfal Sûresi'nde yer alan, ganimetlerin beşte birinin kendilerine harcanacağı kimseleri dile getiren ve beşte dördün de savaşanlara harcanacağına işaret eden âyet-i kerîme (el-Enfâl, 8/41) ile neshedilmiştir. İslam'ın ilk dönemlerinde ganimet burada sözü edilen kimselere harcanıyor ve ganimet elde edilmesine sebep teşkil eden savaşanlara herhangi bir şey verilmiyordu. Bu Yezid b. Ruman, Katade ve başkalarının görüşü olup, buna yakın bir görüş de İmâm Mâlik’ten nakledilmiştir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Burada sözü edilen (fey), at koşturulmaksızın ve deveye binilmeksizin barış yoluyla elde edilmiş ganimetlerdir. O bakımdan bu ganimetler yüce Allah'ın sözünü ettiği kimselere fey' olarak verilir. Birinci (bundan önceki) âyet-i kerimede belirtilen İse, özel olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aittir. Peygamber bu mallardan ihtiyacı kadarını aldıktan sonra geri kalan bölümler müslümanların ihtiyaçlarına harcanırdı.

Ma'mer de şöyle demiştir: Önceki âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkındadır. İkincisinde sözü edilenler ise cizye ve haraç ile ilgili olup orada sözü edilen sınıflara verilir. Üçüncü âyet-i kerîme olan el-Enfal Sûresi'nindeki âyet-i kerîme ise ganimet alan mücahidlerin payını açıklamaktadır.

Aralarında Şâfiî'nin de bulunduğu bir kesim de şöyle demektedir: Bu iki âyetin de anlamı birdir. Yani savaş olmaksızın kâfirlerin mallarından ele geçirilenler beş paya ayrılır. Bu beş payın dördü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a verilir. Geri kalan beşte bir ise yine beş paya ayrılır. Yine bu beş payın biri Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a verildikten sonra bir pay Haşimoğulları ve Muttaliboğullarının oluşturduğu akrabalara verilir. Çünkü bunlara zekât verilmez. O bakımdan onların fey'de bir hakları olduğu tesbit edilmiştir. Bir pay yetimlere, bir pay yoksullara ve bir pay da yolculara verilir. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait olan fey' payı Şâfiî'den gelen bir görüşe göre serhat bölgelerde, sınırlarda, savaş için hazır bekleyen mücahidlere harcanır. Çünkü bunlar Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu husustaki konumunu işgal ederler. Şâfiî'nin bir diğer görüşüne göre ise bu pay, sınırlan kuvvetlendirmek, kanallar açmak ve köprüler yapmak gibi müslümanların menfaatine olan alanlara harcanır ve bunlar arasında önem sırası gözetilir, Bu da (peygamberin) fey'in beşte dördündeki payından harcanır. Hz. Peygamberin fey' ve ganimetin beşte birinden aldığı payı ise vefatından sonra müslümanların faydasına olan işlere harcanacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizin ganimetlerinizde, benim beşte birin dışında bir payım yoktur. O beşte bir de size geri döner. " Ebû Dâvûd, III, 82; Müsned, V, 316, 326; Beyhakî, es-Sünenu't-Kübrâ, VI, 339, IX, 103; ayrıca bk. İbn Kesîr, Tefsir, II, 312; Heysemi, Mecmâ, IV, 139, V, 338 Bu hususa dair açıklamalar daha Önceden el-Enfal Sûresi'nde (8/41. âyet, 10, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın geriye bıraktığı mallar da miras alınmaz. Aksine onun bıraktığı bu mallar bir sadakadır, onun adına müslümanların menfaatine olan alanlara harcanır. Nitekim o: "Bizler miras bırakmayız. Bizim geriye bıraktığımız sadakadır." Buhâri, III, 1126, 1127, 1360, IV, 1479, 1480, 14H1, 1549, V, 2049, VI, 2474; Müslim, III, 1378, 1379, 1380, 1381, 13S3; Tirmizi, IV, 15»; Ebû Dâvûd, III, 139, 142, 145; Nesât, VII, 136; Muvatta’, II, 993; Müsned, I, 4, 6, 9, 10, 25..., VI, 145, 262. diye buyurmuştur.

Bir görüşe göre de fey' malları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aitti. Çünkü yüce Allah:

"Allah'ın onlardan Rasûlüne verdiği fey'e gelince" âyetinde fey'i kendisine izafe etmiştir. Şu kadar var ki o, hiçbir şekilde mal toplamazdı. Aile efradının ihtiyacı kadarını alır, geri kalanlarını da müslümanların menfaatine olan yerlere harcardı.

Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî şöyle demektedir: Bu âyetlerin üçünün de farklı manaları dile getirdiği hususunda anlaşılmayacak bir taraf yoktur. Birinci âyet-i kerîme yüce Allah'ın:

"O kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde yurtlarından, yerlerinden çıkarandır" (2. âyet) âyetidir. Daha sonra ise: "Allah'ın onlardan Rasûlüne verdiği fey'e gelince" diye buyurmaktadır ki, burada maksat kitab ehlidir ve bu âyet önceki âyette geçen kitab ehline atfedilmiştir. "Siz onun için ne at oynattınız, ne de deveye bindiniz" âyeti da az önce -açıkladığımız gibidir. Yani sizin bunlarda herhangi bir hakkınız yoktur. Bundan dolayı Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Bu mutlar özel olarak Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait idi. Bununla da Nadiroğulları malları ve onların durumunda olan diğer malları kastetmiştir, İşte bu bir tek âyettir ve tek bir manayı dile getirmektedir. İkinci âyet-i kerîme de yüce Allah'ın:

"Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey' Allah'a, peygambere... verilir" âyetidir. Bu önceki âyetten ayrı ve önceki âyette sözedilenlerin dışındaki hak sahiblerine ait olduğu belirtilen yeni bir ifadedir. Üçüncü âyet-i kerîme ise (el-Enfal, 8/41. âyet) "ganimet âyeti" diye adlandırılmıştır. Şüphesiz ki bu da bir başka hak sahibine ait ikinci bir hakkı sözkonusu eden başka bir hususa dairdir. Şu kadar var ki; birinci ve ikinci âyet-i kerimelerin herbirisi Allah'ın Rasûlüne verdiği fey'in bir bölümüne dair açıklamayı ihtiva etmek bakımından ortak bir özelliğe sahiptir. Birinci âyet-i kerîme fey'în savaşsız olarak elde edilmesi gerekliğini ifade ederken, el-Enfal Süresindeki âyet-i kerîme ise, onun savaş ile elde edilen türden olmasını gerektirmekte, üçüncü âyet-i kerîme olan yüce Allah'ın:

"Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey'" âyeti ise bu fey'in savaşla mı yoksa savaşsız mı elde edilmesine dair herhangi bir şey zikretmemektedir. İşle görüş ayrılığı da buradan ortaya çıkmaktadır. Bir kesim bunun ilk âyet-i kerîme ile birlikte ele alınacağını söylemiş ve bu da bütünüyle barış ve benzeri yolla ele geçirilen mallar hakkındadır, demiştir. Diğer bir kesim ise; bu ikinci âyet-i kerîme olan el-Enfal âyeti ile birlikte ek alınmalıdır, demiştir. Bunun el-Enfal Süresindeki âyet-i kerîme ile birlikte ele alınması gerektiğini söyleyenler de daha önceden geçtiği üzere bu nesh olmuş mudur, yoksa muhkem midir diye farklı görüşlere sahibtirler. Yüce Allah'ın tanıklığı ile bu iyetin kendisinden önceki âyet-i kerîme ile birlikte ele alınması ise daha uygundur. Çünkü bu şekildeki bir ele alışta yeni bir fayda ve yeni bir anlam dile getirilmiş olmaktadır. Bilindiği gibi bir âyet şöyle dursun, âyetin bir harfini dahi yeni ve farklı bir manaya dair kabul etmek, onu daha önce söylenmiş bir anlamın tekrarına yorumlamaktan daha uygundur. İbn Vehb, Malik'ten yüce Allah'ın:

"Siz onun için ne at oynattınız, ne de deveye bindiniz" âyetinin Nadiroğulları hakkında olduğunu söylediğini rivâyet etmektedir. Bu mallarda beşte bir yoktu ve bunlar için ne at oynatılmış, ne de deveye binilmişti. O bakımdan onların malları yalnızca Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a aitti. O da bu malları muhacirlerle -önceden geçtiği üzere- ensardan üç kişi arasında paylaştırmış. Yüce Allah'ın:

"Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey" âyeti ise Kurayzaoğulları hakkındadır. Kureyzaoğulları gazvesi ile Hendek gazvesi aynı günde gerçekleşmiştir.

İbnu'l-Arabi (devamla) dedi ki: Malik'in ikinci âyet-i kerîme Kurayza oğulları hakkındadır, şeklindeki sözü ifade ettiği anlamın el-Enfal Sûresi'ndeki âyet-i kerimenin anlamı çerçevesinde olduğuna ve hakkında neshin sözkonusu olduğuna bir işarettir. Bu görüş âyetin muhkem olduğunu kabul eden görüşten daha güçlüdür. Bizler ise ikinci âyet-i kerimenin -buna dair ileri sürdüğümüz deliller çerçevesinde- yeni bir anlam ifade ettiğine dair açıklamalarımıza ve yaptığımız taksimata başka bir görüşü tercih etmiyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Onun bu tercihi güzel bir tercihtir. Ayrıca el-Haşr Sûresi'nin el-Enfal Sûresi'nden sonra indiği de söylenmiştir. Dolayısıyla önce inen âyetin (el-Enfal Sûresi'nindeki âyetin) sonra inen âyeti neshetmesi de imkânsız bir şeydir.

İbn Ebi Necîh der ki: Mal üç türlüdür: Ya ganimettir, ya fey'dir, yahut sadaka (zekat)dır. Yüce Allah'ın bu mallar arasında harcama yerini belirtmediği tek bir dirhem dahi yoktur.

Bunun böyle olması doğruya daha yakın görülmektedir.

3-islam Devletinde Yöneticilerin Sorumluluk Alanına Giren Mallar;

İmâmların (devlet yöneticilerinin) ve valilerin müdahalelerinin sözkonusu olduğu mallar üç türlüdür: Birincisi: Müslümanlardan onları temizlemek amacı ile alınan sadaka ve zekât gibi mallar. İkincisi ganimetler: Savaş yoluyla kâfirleri yenik düşürmek ve onlara galib gelmek suretiyle müslümanların eline geçen kâfirlerin malları. Üçüncüsü de fey'dir. Bunlar da savaşsız, bineğe İhtiyaç duymaksızın, gönül hoşluğuyla ve kendiliğinden müslümanların eline geçen kâfirlerin mallarıdır. Barış, cizye, haraç, kâfirlerin tacirlerinden alınan üşür (onda bir gümrük vergisi) ve benzeri mallar. Müşriklerin kaçıp geriye mallarını bırakmaları yahut onlardan herhangi birisinin Dar-ı İslam'da mirasçı bırakmaksızın ölmesi halinde de aynı durum sözkonusudur.

Zekât fakirlere, yoksullara, onun toplanması için çalışanlara -yüce Allah'ın zikrettiğine uygun olarak- harcanır. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/60. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ganimetlere gelince, İslâm'ın ilk dönemlerinde ganimetler özel olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hakkı idi. O bunları dilediği gibi kullanırdı. Nitekim el-Enfal Sûresi'nde:

"De ki: Enfal Allah'ın ve Rasûlünündür" (el-Enfal, 8/1) diye buyurmaktadır. Daha sonra bu yüce Allah'ın:

"Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri..." (el-Enfal, 8/41) âyeti ile neshedilmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Enfal Sûresi'nde (8/41. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Fey'in paylaştırılması, humusun (ganimetin beşte birinin) paylaştırılması ile aynıdır. İmâm Mâlik'in görüşüne göre her ikisinin de paylaştırılması İmâmın görüşüne bırakılmıştır. O bunları müslümanların karşı karşıya kalacakları sıkıntılı birtakım haller için ayırmayı uygun görürse yapabilir. Her iki payı yahut bunlardan birisini insanlar arasında paylaştırmayı uygun görürse, onu bütün insanlar arasında paylaştırır, Arap olan ile olmayan arasında da ayırım gözetmez. Erkek olsun, kadın olsun önce fakirlerden başlar, ihtiyaçtan kurtulacak şekilde onlara verir. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın akrabalarına fey'den İmâmın uygun göreceği şekilde payları verîiir. Bunun bilinen bir sınırı yoktur. Akrabaların zengin olanlarına fey'den verilip verilmeyeceği hususunda görüş ayrılığı vardır. İnsanların çoğu onlara da verileceği kanaatindedir. Çünkü bu onların hakkıdır. Ancak Malik fakirlerin dışında kalanlarına (yani zenginlerine) verilmez. Çünkü bu onlara (peygamberin akrabalarına) zekâttan bedel olarak onlara tahsis edilmiştir, demektedir.

Şâfiî der ki: Kâfirlerin mallarından savaşsız olarak elde edilen herbir mal Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde yirmibeş paya ayrılırdı. Bunun yirmisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait olup, o bunlarda dilediği gibi tasarrufta bulunurdu. Geri kalan beşte bir ise ganimetin beşte birinin paylaştırıldığı şekilde paylaştırılırdı.

Ebû Cafer Ahmed b. Davudi dedi ki: Bu bizim bildiğimiz kadarıyla Şâfiî'den daha önce herhangi bir kimsenin ileri sürmediği bir görüştür. Bilakis bu tür mallar Sahih'te Ömer (radıyallahü anh)'dan âyetin açıklaması sadedinde sabit olduğu üzere tamamiyle Peygambere ait bir pay idi. Eğer durum onun dediği gibi olsaydı yüce Allah'ın:

"Diğer mü’minler bir yana yalnız sana has olmak üzere" (el-Ahzab, 33/50) âyetinin kendisini Peygambere hibe eden kadının başkası için de câiz olduğuna delâlet edebileceğini, ayrıca yüce Allah'ın:

"Kıyâmet günü ise yalnız onlaradır." (el-A’raf, 7/32) âyetinin da mü’minlerden başkalarının cennet nimetlerinde onlarla ortak olabileceklerini ifade ettiği söylenebilirdi.

Bu hususa dair Şâfiî'nin görüşü, daha önceden bütün genişliğiyle açıklanmış bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. Şâfiî'nin görüşü şudur: Fey'in beşte biri tıpkı ganimetin beşte birinin harcanabileceği yerlere harcanır. Onun beşte dördü ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait idi. Ondan sonra ise bu pay müslümanların menfaatine olan yerlere harcanır. Şâfiî'nin bir diğer görüşü daha vardır: Bu pay ondan sonra kendilerini yalnızca düşmanla savaşa adayan ve bu maksatla sınırlarda bekleyen kimselere verilir. Az önceden de geçtiği gibi.

4- Her Bölgede Toplanan Mallar Oradaki İhtiyaç Sahiblerine Harcanır:

İlim adamlarımız dedi ki: Her mal toplandığı beldede harcanır. O belde ahalisi ihtiyaçtan kurtulacak sınıra ulaşmadıkça, toplandığı beldeden bir başka yere taşınmaz. Muhtaçların ihtiyacı karşılandıktan sonra daha yakın bölgede bulunan diğerlerine götürülür. Ancak malin toplandığı yerin dışındaki belde ahalisi eğer ileri derecede ihtiyaç ile karşılaşacak olursa, o vakit o mal muhtaçların bulunduğu yere intikal ettirilir. Nitekim Remade (Hz. Ömer devrinde vuku bulan şiddetli kurak ve kıtlık) yıllarında Ömer (radıyallahü anh) böyle yapmıştı. Bunlar beş veya altı yıl sürmüştü, iki yıl sürdükleri de söylenmiştir. Bir görüşe göre de bu açlıkla birlikte taunun ileri dereceye ulaştığı bir yıldır.

Şayet belirttiğimiz husus sözkonusu olmayıp İmâm fey'in bekletilmesini uygun görecek olursa, o bunu müslümanların karşılaşacakları zorlu haller için bekletir. Bu mallardan yeni doğan çocuklara da pay verir, babası fakır olanlara öncelik tanır. Fey' zenginlere de helâldir. Fey'de insanlar arasında eşitlik sağlar. Şu kadar var ki İhtiyaç sahibi ve fakir olanları daha çok kayırır. Bu hususta birini diğerine tercih etmesi İhtiyaca göre olur. Yine bu maldan borçlulara borçlarını ödeyecek kadarını verir. Birtakım mükâfatları ve akrabalık bağını gözetmek maksadı ile de -ehil olan kimselere- o maldan verdiği gibi hakimlere, kadılara ve müslümanlara faydalı görevler ifa edenlere de bundan maaş verir. Bu hususta daha çok pay verilmeye layık olanlar müslümanlara daha büyük faydalar sağlayanlardır. Divanda kayıtlı olup fey'den bir şeyler alan herkesin, İmâm gazaya çıktığı vakit, gazaya çıkması gerekir.

5- Mal Yalnız Zenginler Arasında El Değiştiren Bir Güç Olmamalıdır:

Yüce Allah’ın:

"ki o mal sizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşan bir şey olmasın" âyetindeki:

" Ol...sın" lâfzı genel olarak "ye" ile: Elden ele dolaşan bir şey" lâfzı da nasb ile okunmuştur ki ta ki o fey (malı) elden ele dolaşan bir şey olmasın, demektir.

Ebû Cafer, el-A'rec, İbn Amir'den Hişam ve Ebû Hayve ise

"olmasın" anlamındaki lâfzı "te" ile; diye "elden ele dolaşan bir şey" anlamındaki lâfzı da ref ile: diye okumuşlardır ki; elden ele dolaşan bir varlık olmasın, demek olur. Bu durumda "kâne" fiili tam bir fiil olur.

"Elden ele dolaşan bir şey" anlamındaki lâfız da "kâne"nin ismi olarak merfu olup, haber alması sözkonusu olmaz. Bununla birlikte bunun nakısa olup, haberi: "Sizden zengin olanlar arasında" ibaresi de olabilir. Tâmme olduğu takdirde yüce Allah'ın:

"Sizden zengin olanlar arasında" anlamındaki âyet "elden ele dolaşan bir şey" anlamındaki a"aranızdan zengin olanlar arasında dönüp dolaşan (tedavül eden) bir şey" anlamında olmak üzere taalluk eder. Bununla birlikte;

"sizden zengin olanlar arasinda" anlamındaki ibarenin

"elden ele dolaşan bir şey" lâfzına sıfat ta olabilir.

“Elden ele dolaşan bir şey" lâfzı genel olarak "dal" harfi ötreli ularak okunmuştur. es-Sülemîve Ebû Hayve ise ("dal" harfini) nasb ile okumuştur. Îsa b. Ömer, Yûnus ve el-Esmaî: Her iki söyleyiş de aynı anlamdadır, demişlerdir. Ebû Amr b. el-Alâ ise şöyle demektedir: -Üstün ile-: "Devlet" şeklindeki söyleyiş, savaş ve başka şeylerde elde edilen zafer demektir. Mastar bu şekilde gelir. Ötreli okuyuş ise mal türünden elden ele dolaşan şeyin adıdır. Ebû Ubeyde de böyle demiştir. "Dûie" elden ele dolaşan şey'in adıdır.

'Devle(t)" bunun fiilini anlatır.

Âyetin anlamına gelince: Biz bu fey'e böyle bir uygulamayı öngördük ki; bunu başkanlar, zenginler, güçlüler, fakir ve zayıfları dışarıda tutarak kendi aralarında paylaştırmasınlar. Çünkü cahiliye dönemi insanları bir ganimet elde ettiler mi başkanları o ganimetin dörtte birini kendisine ayırırdı ki; buna "el-mirbâ"' denilirdi. Bundan sonra da yine istediğini kendisi için seçerdi. İşte cahiliye dönemi şairlerinden birisinin şu mısraı bunu anlatmaktadır:

"Onun mirbâ'ı (dörtte biri) de safâyâsı ganimet arasından seçtiğin

herhangi bir şeyi) de senindir."

Yani yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Ta ki bu fey'e cahiliye dönemindeki uygulamanın benzeri yapılmasın. Bundan dolayı Allah bunda tasarruf yetkisini Rasûlüne vermiştir. O bunları, hakkında beşte birin sözkonusu olmadığı, emir verdiği yerlere paylaştırır. Beşte bir trlc geçerse o vakit bu, bütün müslümanlar arasında paylaştırılır.

6- Rasûlün Verdiğini Almak, Onun Yasak Ettiğinden Sakınmak:

"Hem Peygamber sîze ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise de sakının" âyeti şu demektir: O ganimet malından size neyi verirse onu alınız. Size yasakladığı şeyleri almaktan ve ganimetten çalmaktan da sakınınız. Bu açıklamayı el-Hasen ve başkaları yapmıştır. es-Süddî dedi ki: Onun size verdiği fey' malını kabul ediniz, size vermediği şeyleri de istemeyiniz.

İbn Cüreyc dedi ki: Size bana itaat kabilinden olup getirdiği şeyleri siz de yerine getiriniz. Bana masiyet türünden olup size yasakladığı şeylerden siz de uzak durunuz.

el-Maverdî dedi ki: Bunun genel olarak Hz. Peygamberin bütün emir ve yasakları hakkında yorumlandığı söylenmiştir. Çünkü o, ancak salah olan bir işi emreder ve ancak fesâd olan bir işi yasaklar.

Derim ki: Bu, bundan önceki görüşün ifade ettiği aynı anlamı ifade eder. O halde bu hususla üç görüş vardır.

7- Âyet, Ganimetler Hakkında Özel Olmakla Birlikte Anlamı İtibariyle Umumidir:

el-Mehdevî dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Hem Peygamber size ne verdi ise onu alın. Neyi yasak etti ise de sakının" âyeti şunu gerektirmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emrettiği herbir husus Allah'tan bir emirdir. Âyet-i kerîme her ne kadar ganimetler hakkında ise de onun bütün emir ve yasakları da bunun kapsamına girer.

el-Hakem b. Umeyr -ki ashabdan birisi idi- şöyle demektedir:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz ki bu Kur'ân terkeden kimseye zordur, zor gelir, kolay, değildir. Buna karşılık ona uyan ve ona talib olan kimseye de kolay gelir. Benim hadisim de zordur, zor gelir. O hakemdir. Benim hadisime sıkı sıkı yapışıp onu belleyen kimse -Kur'ân ile birlikte olmak şartıyla- kurtulur. Her kim Kur'ân'ı ve hadisi önemsemeyecek olursa, dünya ve âhireti kaybeder. Sizler benim sözümü almakla, emrime uymakla, sünnetimi izlemekle emrolundunuz. Benim sözüme razı olan Kur'ân'dan da razı olur. Benim sözümle alay eden Kur'ân ile alay etmiş olur. Yüce Allah da: "Hem Peygamber size ne verdi ise onu alın. Neyi yasak etti ise de sakının" diye buyurmuştur."

8- Bu Âyet-i Kerîme'nin Peygamberimiz'in Bütün Emir ve Yasakları Hakkında Geçerli Olduğuna Dair Selef-i Sâlîhin'den Rivâyetler:

Abdurrahman b. Zeyd dedi ki: İbn Mes’ûd ihrama girmiş olduğu halde elbiselerini de giyinmiş olan birisi ile karşılaştı, ona: Bu elbiseleri üzerinden çıkar, dedi. Adam ona: Bu hususta bana yüce Allah'ın Kitabından bir âyet okuyabilir misin? dedi. O da: Evet dedi.

"Hem Peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise de sakının" âyetini okudu.

Abdullah b. Muhammed b. Harun el-Firyâbî dedi ki: Ben Şâfiî (radıyallahü anh)'ı şöyle derken dinledim: Bana istediğiniz hususa dair soru sorunuz. Ben de size yüce Allah'ın Kitabından ve Peygamberimizin sünnetinden cevap vereyim. (el-Firyâbî) dedi ki: Ben ona şunu sordum: Allah halini ıslah etsin. Eşek arısı öldüren, ihramlı kimse hakkındaki görüşün nedir? Dedi ki: Rahmân ve rahim Allah'ın ismi ile. Yüce Allah buyurdu ki:

"Hem Peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise de sakının." Bize Süfyan b. Uyeyne anlattı. O Abdu'l-Melik b. Umeyr'den, o Rib'i b. Hirâş'dan, o Huzeyfe b. el-Yeman'dan dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benden sonraki iki kişiye Ebû Bekir ve Ömer'e uyunuz." Bize Süfyan b. Uyeyne anlattı. O Mis'ar b. Kidâm'dan, o Kays b. Müslim'den, o Tarık b. Şihab'dan, o Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan rivâyet ettiğine göre, Ömer eşek ansının öldürülmesini emretmiştir.

İlim adamlarımız der ki: Bu son derece güzel bir cevaptır. İhramlı iken eşek arısını öldürülmesinin câiz olduğuna fetva verdiği gibi, bu hususta Ömer'e uyduğunu ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in da ona uymayı emrettiğini, yüce Allah'ın da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın söylediklerini kabul etmeyi emir buyurduğunu açıklamaktadır, Buna göre eşek ansının ihramlıyken öldürülmesinin câiz oluşu Kitab ve sünnetten çıkarılmış olmaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden İkrime'ye çocuk doğuran cariye (ümmü veled)ler hakkında sorulan soruya verdiği cevap açıklanırken geçmiş bulunmaktadır. O şöyle demişti: Bu gibi cariyeler en-Nisa Sûresi'nde yüce Allah'ın;

"Allah'a itaat edin. Rasûlüne de itaat edin ve sizden olan, emir sahiblerine de" (en-Nisa, 4/59) âyetinin ifadesi gereğince hürdürler.

Müslim'in Sahih'ınde ve başka eserlerde Alkame'den, onun da İbn Mes’ûd'dan şöyle dediğine dair rivâyet yer almaktadır: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah dövme yapanlara ve dövme yaptıranlara, yüzündeki tüyleri alanlara, güzelleşmek için dişlerinin arasını törpüleyip incelten ve Allah'ın hilkatini değiştirenlere lanet etmiştir." Bu söz Um Yakub diye bilinen Esedoğullarından bir kadının kulağına gitti. Bu kadın gelerek dedi ki: Aldığım habere göre sen şöyle şöyle olan kadınlara lanet okumuşsun. İbn Mes’ûd dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in lanet ettiğine -üstelik bu husus Allah'ın Kitabında da varken- ben ne diye lanet etmeyeyim? Kadın şöyle dedi: Ben iki kapak arasında bulunanlar (mushaf)ın tamamını okudum, fakat senin dediğini orada göremedim. İbn Mes’ûd dedi ki: Eğer sen gerçekten onu okumuş olsaydın, onu bulacaktın. Sen Yüce Allah’ın:

"Hem Peygamber sîze ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise de sakının" âyetini okumadın mı? Kadın: Okudum deyince, İbn Mes’ûd: İşte o (Peygamber) bu işi yasaklamıştı... dedi. Müslim, III, 167H; Dârimî, III, 363; Ebû Dâvûd, IV, 77; İbn, Mâce, I, 640; Tayalisi, Müsned, 1, 51; aynı rivâyeti muhtasar olarak kaydedenler: Buhârî, V, 2216, 2219; Tirmizî, V, 104.

Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/119- âyet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

9- Âyet, Emir Anlamını İhtiva Etmektedir:

"Hem Peygamber size ne verdi ise onu alın" âyetinde her ne kadar elden ele uzatmak anlamını ihtiva eden "vermek: İ'tâ" lâfzı kullanılmış ise de bunun anlamı emirdir. (Her ne emrederse demektir.) Buna delil de yüce Allah'ın;

"Neyi yasak etti ise de bundan sakının" âyetinde "yasak; nehy'in karşılığında kullanılmış olmasıdır. Nehy'in karşılığı ise ancak emirdir. Bunun bu şekilde anlaşılması gerektiğinin delili de daha önce zikrettiğimiz hususlarla birlikte Peygamber Efendimiz'in de şu âyetidir: "Ben size her neyi emretti isem, ondan gücünüzün yettiğini yerine getirin Bu hadiste de "yerim? getirin" anlamı verilen iiiFızcIeı 'elden ele teslim ermek" anlamındaki "i'tâ"' lâfzının «mir kipi kullanılmıştır. Size herhangi bir şeyi yasaklayacak olursam, ondan uzak durun. " Buhâri, VI, 265H; Müslim, IV, 1830; Nesâî, V, 110; Dârakutnî, II, 281; Müsned, II, 258, 313. 447, 467.

el-Kelbî dedi ki: Âyet-i kerîme müslümanların başkanları hakkında inmiştir. Onlar Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın eline geçirdiği müşriklerin malları ile ilgili olarak şöyfe demişlerdi: Ey Allah'ın Rasûlü, sen safiyyeni (seçtiğini) ve dörtte birini al, diğerini de bizlere bırak. Çünkü cahiliye döneminde biz böyle yapardık deyip, ona şu beyiti okudular:

"O ganimetin dörtte biri ve seçtiklerin de senindir

Sen nasıl istersen öyle hükmedersin, yolda ele geçirilenler de paylaştırılması

mümkün olmayıp arta kalanlar da (senindir.)"

Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.

10- Allah'tan Korkmak:

"Ve Allah'tan" yani Allah'ın azabından

"korkun." Çünkü O'na isyan edenlere azâbı pek çetindir. Verdiği emir ve yasaklarda Allah'tan korkun, onları kaybetmeyin, diye de açıklanmıştır.

"Çünkü Allah azâbı" vermiş olduğu emirlerde kendisine muhalefet edenlere

"çok çetin olandır."

8

(O fey') yurtlarından ve mallarından çıkartılıp uzaklaştırılmış olan ve Allah'ın lütuf ve rızasını isteyen Allah'a ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte onlar sâdıkların ta kendileridir.

Yani Fey ve ganimetler

"...fakir muhacirler içindir." Bir diğer açıklamaya göre;

"o mal sizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşan bir şey olmasın diye" (el-Haşr, 59/7) fakat "fakir muhacirler'e olsun diye ... Bir başka görüşe göre bu âyet yüce Allah'ın:

"Akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara" (el-Haşr, 59/7) âyetini beyân etmektedir. Bu sınıflar ayrı ayrı sozkonusu edilince mal bunlara verilecektir, denildi. Çünkü bunlar hem fakir, hem muhacir, hem de yurtlarından çıkartılmış kimselerdi. Bu sebeble onlar insanlar arasında bu malda en çok hak sahibi olan kimselerdir.

Bir diğer açıklama da şöyledir:

"Fakat Allah peygamberlerini dilediği kimselere" muhacir fakirlerin lehine olmak üzere

"musallat eder." Ta ki o mal, dünyadaki insanlar arasında yalnızca zengirıler arasında dönüp dolaşan bir mal olmasın.

Bir başka görüşe göre anlamı şudur: Allah muhacirler lehine, azâbı çok çetin olandır. Yani, o fakir muhacirler sebebiyle ve onlardan ötürü kâfirlere çok çetin azâb verendir. Daha önce yüce Allah'ın:

"Akrabalara, yetimlere" âyetinde sözü geçen kimseler de bu fakirlerin kapsamına girmektedir.

Bir başka açıklamaya göre bu daha önce geçmiş âyetlere atfedilmiştir. Atıf edatı olarak "vav"ın getirilmeyiş sebebi ise; bir kimsenin: "Bu mal Zeyd'indir, Bekr'indir, filanındır, filanındır" demesine benzemesindendir. Burada sözü geçen muhacirler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a duyduğu sevgi ve ona yardımcı olmak maksadı ile onun bulunduğu yere hicret eden kimselerdir.

Katade dedi ki: Burada sözü geçen muhacirler yurtlarını, mallarını, akrabalarını, vatanlarını, Allah'a ve Rasûlüne duydukları sevgi uğruna terkeden kimselerdir. Öyle ki, bunlardan herhangi bir kimse ayakta durabilmek için açlığından ötürü karnına taş bağlardı. Yine onlardan herhangi bir kimse kendisini örtecek, ısıtacak başka bir şeyi bulunmadığından dolayı kışın bir çukur kazar, içine otururdu,

Abdurrahman b. Ebzâ ve Said b. Cübeyr dedi ki: Muhacirlerden kimisinin kölesi, hanımı, evi, üzerinde haccedip gazada bulunacağı devesi bulunmakla birlikte yüce Allah onların fakir olduklarını belirterek zekâttan onlara bir pay ayırmıştır.

"Yurtlarından... çıkartılıp, uzaklaştırılmış olan" âyeti da kâfirler tarafından Mekke'den çıkartılan demektir. Bu da onları Mekke'den çıkmak zorunda bırakmaları anlamına gelir ki; bunlar yüz kişi idiler.

"Allah'ın" dünyada

"lütuf" ganimet

"ve âhirette" Rabblerinin

"rızasını isteyen" Allah yolunda cihadda

"Allah'a ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte onlar" bu yapaklarında

"sâdıkların ta kendileridir."

Rivâyet edildiğine göre Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh), el-Câbiye'de bir hutbe irad ederek şöyle demiştir: Kur'ân'a dair soru sormak isteyen bir kimse Ubeyy b. Ka'b'a gitsin. Feraiz (İslam Miras Hukuku)'e dair soru sormak isteyen kimse Zeyd b. Sabit'e gitsin. Fıkha dair soru sormak isteyen Muâz b. Cebel'e gitsin. Mal isteyen kimse de bana gelsin. Şüphesiz yüce Allah beni o malın bekçisi ve paylaştırıcısı kılmıştır. Şunu bilin ki: ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarını başa alarak onlara bu maldan veriyorum Daha sonra Mekke'den, yurdumuzdan, mallarımızdan çıkartılıp uzaklaştırılan ilk muhacirler olan ben ve benim gibi olan arkadaşlarımdan başlıyorum.

9

Onlardan evvel Medine'yi yurt edinip îmana sahip olanlar ise, kendilerine hicret edenleri severler ve bunlara verilen şeylerden dolayı kalplerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, İşte onlar umduklarını bulanların ta kendileridir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:

1- Medine'yi Yurt Edinenler ve Îmana Sahip Olanlar:

"Onlardan evvel Medine'yi yurt edinip îmana sahip olanlar" âyetinde sözkonusu edilen yurt edinen kimselerle muhacirlerin oraya göç etmesinden önce Medine'yi vatan edinmiş ensarın kastedildiği hususunda görüş ayrılığı yoktur.

"Îman" lâfzı

"Yurt edinen" lâfzından başka bir fiil ile nasbedilmistîr. Çünkü bu fiil, ancak mekân hakkında kullanılır.

"Onlardan evvel" lâfzındaki:

"...dan" daha önce geçen:

"Yurt edinen" anlamı verilen fiilin sılasıdır. Âyet; Muhacirlerden önce orayı yurt edinen ve îmana kesin olarak inanıp ihlâslı bir îmana sahih olan kimseler... anlamındadır. Çünkü îman , yurt edinilecek bir yer değildir, bu da yüce Allah'ın:

"Haydi işinizi sağlam tutun, ortaklarınızı da (çağırın)" (Yûnus, 10/71) âyetinin: "Ortaklarınızı da çağırın" anlamını vermesine benzer. Bu açıklamayı Ebû Ali, ez-Zemahşerî ve başkaları sözkonusu etmiştir. Böyle bir anlatım; "Ben ona alaf olarak saman ve soğuk su verdim" türünden bir anlatım olur.

Âyetin muzafın hazfedilmiş olması şeklinde yorumlanması da mümkündür. Sanki: Onlar orayı ve îman yerlerini yurt edinip yerleştiler' denilmiş gibidir. "Yurt edinmek" fiilinin delâlet ettiği anlama göre yorumlanması da mümkündür. "Onlar o yurttan ayrılmadıkları gibi îmana da sıkı sıkı bağlı kaldılar ve her ikisinden de ayrı kalmadılar" denilmiş gibidir. "îmanın yurt edinilmesi" misal (deyim) olarak da kullanılmış olabilir. Nitekim: "Filanoğullarının (kalplerinin) tam ortasına yerleşti" demek de böyledir.

Bir yeri yer edinmek, orada karar kılmak, yerleşmek, demektir.

Bu âyetle, ensarın muhacirlerden önce îman ettikleri kastedilmemektedir. Maksat onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kendilerine hicret etmesinden önce îman etmiş olduklarını anlatmaktır.

2- Bu Âyetin Önceki Buyruklarla İlişkisi:

Yine bu âyet-i kerimenin kendisinden önceki âyetlerle bağlantısı olmayan bir âyet mi yoksa onlara atfedilmiş bir âyet mi olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Bir kesimin açıklamasına göre bu âyet-i kerîme daha önce geçen yüce Allah'ın:

"... fakir muhacirler içindir" (8. âyet) âyetine atfedilmiş olup el-Haşr Sûresi'nindeki bütün âyetler birbirine atfedîlmiştir. Ancak bunlar bu husus üzerinde dikkatle düşünüp konuyu insaf ile ele alacak olurlarsa durumun benimsedikleri kanaatten farklı olduğunu göreceklerdir. Çünkü yüce Allah;

"O kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde yurtlarından, yerlerinden çıkarandır. Siz de onların çıkacaklarını sanmamıştınız... ve (bu) fâsıkları alçaltması içindir" (el-Haşr, 59/1-5) diye buyurmakta ve bu buyruklarıyla Nadiroğulları ile Kaynukaoğulları hakkında haber vermektedir. Daha sonra:

"Allah'ın onlardan Rasûlüne verdiği fey'e gelince, siz onun için ne at oynattınız, nede deveye bindiniz. Fakat Allah peygamberlerini dilediği kimselere musallat eder" (el-Haşr, 59/6) âyetinde ise fey'in, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait olduğunu haber vermektedir. Çünkü onu ele geçirilmek için herhangi bir binek sırtına binilmemiştir. Daha önce haklarında sözkonusu edilen çarpışma ve ağaçlarının kesilmesine gelince, onlar sonunda bu işe son vermişler ve. bu husus böylece olup bitmişti. Arkasından da;

"Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey Allah'a, Peygambere, akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara verilir" (el-Haşr, 59/7) diye buyurulmaktadır. Bu da önceki âyetlere atfedilen bir söz değildir; aynı şekilde:

"Onlardan evvel Medine'yi yurt edinip îmana sahib olanlar ise..." âyeti da ensardan övgüyle söz etmek ve onlara övgülerde bulunmak sadedinde yeni bir söz başlangıcını teşkil etmektedir. Çünkü onlar elde edilen o fey'i muhacirlere teslim etmişlerdir. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Fey', fakir olan muhacirleredir. Ensar ise onları severler. Fey'in yalnızca onlara verilmesinden ötürü de onları kıskanmazlar. Aynı şekilde;

"onlardan sonra gelenler" (el-Haşr, 59/10) âyeti da yeni bir ifade başlangıcıdır, haberi de: "Derler ki: Rabbimiz bizi... mağfiret eyle" âyetidir.

İsmail İbn İshak dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Onlardan evvel Medine'yi yurt edinip..." âyeti ile

"onlardan sonra gelenler" âyeti daha önce geçen âyetlere atfedilmiştir. Bunlar da fey'de ortaktırlar. Yani bu mal hem muhacirlere, hem de

"onlardan evvel Medine'yi yurt edinenler"e aittir.

Malik b. Evs dedi ki: Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) şu:

"Sadakalar (zekat) ancak fakirlere... mahsustur" (et-Tevbe, 9/60) âyetini okuyup bu (zekat); bunlara (bu âyette sözü edilenlere)dir, dedi. Sonra:

"Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a... aittir." (el-Enfal, 8/41) âyetini okuyarak: Bu da burada sözedilenlere aittir, dedi. Daha sonra:

"Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey'... fakir muhacirler içindir." (el-Haşr, 59/7-8) âyetleri ile; "Onlardan evvel Medine'yi yurt edinip îmana sahib olanlar..." âyetini ve:

"Onlardan sonra gelenler..." (el-Haşr, 59/10) âyetlerini okuduktan sonra dedi ki: Yemin olsun ki eğer yaşayacak olursam Himyer dağının tepesinde bulunan çobana dahi bu maldan payı alnı terlemeksizin ulaşacaktır, dedi.

Yine denildiğine göre o, muhacirlerle ensarı çağırıp, yüce Allah'ın kendisine bu kabilden nasib ettiği fetihlere ne şekilde uygulama yapacağı hususunda danıştıktan sonra onlara dedi ki: Bu işi iyice gözden geçirin, iyiden iyiye üzerinde düşünün. Daha sonra yarın sabah yanıma gelin. O da o gece düşünüp durdu. Sonunda bu âyetlerin bu gibi hususlar hakkında nazil olduğunu iyiden iyiye anladı. Sabah yanına geldiklerinde: Dün gece el-Haşr Sûresi'nindeki âyetler üzerinde durdum deyip

"Allah'ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey... fakir muhacirler içindir." (el-Haşr, 59/7-8) âyetlerini okudu. Yüce Allah'ın:

"İşte onlar sâdıkların ta kendileridir." (el-Haşr, 59/8) âyetine ulaşınca, bu ancak burada sözedilenlere aittir dedi. Sonra yüce Allah'ın:

"Onlardan sonra gelenler derler ki: Şüphesiz ki sen çok merhamet edicisin, çok merhametlisin" (59/10) âyetini okuyup dedi ki: Artık müslüman olup da bunun kapsamına girmeyen hiçbir kimse kalmıyor, dedi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3- Ömer'in (radıyallahü anh) Fethedilen Arazilere Dair Uygulaması:

Malik'in Zeyd b. Eslem'den, onun babasından rivâyetine göre Ömer şöyle demiştir: Şayet daha sonra gelecek insanlar olmasaydı, fethedeceğim herbir kasabayı mutlaka Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hiiyber'i paylaştırdığı gibi paylaştırırdım.

Bir çok yoldan gelmiş, oldukça yaygın (müstefîz) rivâyetlerde belirtildiğine göre Ömer, Irak sevadıni (sevad; toprak, coğrafya), Mısır'ı ve elde ettiği ganimetleri atiyelere (maaşlar) halkın ve çoluk çocukların azıklarına kaynaklık teşkil etsin diye savaşçılara paylaştırmaksızın bırakmıştır. Zübeyr, Bilal ve ashabtan daha başka kimseler ise fethedilen yerlerin kendilerine paylaştırılmasını istediler, Ömer onların bu isteklerini uygun bulmadı. Bu hususta yaptığı uygulamanın mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Onun uygulaması hususunda orduya katılanların gönüllerini hoş ettiği söylenmiştir. Gönül hoşluğu ile herhangi bir betlel almaksızın payını müslümanlara bırakmak isteyenler azınlıkta idiler. Bunu kabul etmeyen kimselere ganimetten kendisine düşen payın bedelini verdi.

O toprakları mücahidlerin gönüllerini hoş ettikten sonra bıraktı, diyen kimseler onun bu uygulamasını Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uygulaması gibi değerlendirmiştir. Çünkü Peygamber de Hayber'i paylaştırmıştı. Zira Ömer'in paylarını satın alması ve diğerlerinin de gönül hoşluğu ile paylarını terketmeleri tıpkı orayı paylaştırması seviyesindedir.

Bir diğer görüşe göre ise o, savaşa katılanlara herhangi bir şey vermeksizin oraları bırakmıştır. Ömer bu hususta yüce Allah'ın:

"Yurtlarından ve mallarından çıkartılıp, uzaklaştırılmış... fakir muhacirler içindir... Rabbimiz şüphesiz ki Sen çok merhamet edicisin, çok merhametlisin." (el-Haşr, 59/9-10) âyetlerinde geçtiği üzere bu hususta tevil yaparak uygulamada bulunmuşduı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

4- Ganimet Olarak Alınan Taşınmazın, Paylaştırılması:

İlim adamları (ganimet olarak alınan) akarın paylaştırılması hususunda farklı görüşlere sahiptir.

İmam Mâlik der ki: İmâmın (İslâm devlet başkanının) akarı müslümanların maslahatına vakfetmesi hakkı vardır.

Ebû Hanife dedi ki: İmâm böyle bir yeri paylaştırmak ya da müslümanların maslahatına vakfetmekten birisini tercih etmekte serbesttir.

Şâfiî dedi ki: İmâmın müslümanların rızasını almaksızın vakfetmesi hakkı yoktur. Aksine o diğer mallar gibi bu akarı onlara paylaştırır. Her kim gönül huşluğuyla hakkından feragat: edecek olursa, o vakit İmâm da bunu onlara vakıf edebilir. Gönül hoşiuğuyla hakkından vazgeçmeyen kimsenin de kendi malını alması hakkı öncelik kazanır. Ömer (radıyallahü anh) ganimet alanların gönüllerini hoş etmeye çalışmış ve ganimetlerini onlardan salın almıştır.

Bu görüşe göre yüce Allah'ın:

"Onlardan sonra gelenler..." (el-Haşr, 59/10) âyeti kendisinden önceki âyetler ile ilişkisiz olur ve bu durumda onlar kendilerinden önce gelenlere dua etmeye ve onlardan övgü ile sözetmeye teşvik edilmiş olurlar.

5- Medine Şehrinin, Üstünlüğü:

İbn Vehb dedi ki: Ben İmâm Mâlikin Medine'nin diğer şehirlere üstün olduğunu sözkonusu ederek şöyle dediğini duydum: Medine "îman yurdu" ve "hicret yurdu" edinilmiştir. Diğer şehirler ise kılıçla fethedilmiştir. Sonra da yüce Allah'ın:

"Onlardan evvel Medine'yi yurt edinip Îmana sahib olanlar ise kendilerine hicret edenleri severler" âyetini okudu. Bu hususa dair açıklamalar ile Mescîd-i haram ve Medine mescidinde namaz kılmanın faziletine dair açıklamalar, daha önceden geçmiş bulunduğundan tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

6- Muhacirlere Verilenleri Kıskanmayan Ensar;

"Ve bunlara verilen şeylerden dolayı kalplerinde bir çekememezlik duymazlar." Yani fey' malından ve başka mallardan özel olarak muhacirlere verilen şeyler dolayısıyla onları kıskanmazlar. Genellikle böyle açıklanmıştır. Bu açıklamaya göre hazfedilmiş iki muzafın takdiri sözkonusudur. Mana da şöyledir: Onlara verilen şeylere bir ihtiyaç duymazlar.

İnsanın içinde gidermeye gerek duyduğu herbir şey "bir ihtiyaç'dır. Muhacirler ensârın evlerinde kalıyorlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Nadiroğulları mallarını ganimet olarak alınca, ensarı çağırdı ve muhacirleri kendi evlerinde misafir edip mallarına ortak kılmaları dolayısıyla onlara teşekkür ettikten sonra şöyle dedi: "Arzu ederseniz, Allah'ın bana Nadiroğullarından fey' olarak verdiği malı sizlerle onlar arasında paylaştırırım. Muhacirler de önceden olduğu gibi sizin meskenlerinizde kalmaya, mallarınızdan faydalanmaya devam ederler. Dilerseniz yalnızca onlara (bu malları) veririm ve sizin evlerinizden ayrılırlar."

Bunun üzerine Sa'd b. Ubade ve Sa'd b. Muâz şöyle dediler: O malı muhacirler arasında paylaştıralım. Bununla birlikte eskiden olduğu gibi evlerimizde kalmaya devam etsinler. Ensar hep birlikte şöyle seslendi: Biz gönül hoşluğu ile hakkımızı onlara veriyoruz, ey Allah'ın Rasûlü. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ım ensara, ensarın çocuklarına merhamet buyur." Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da muhacirlere ganimetleri taksim etmekle birlikte daha önce sözünü ettiğimiz üç kişi dışında ensardan hiç kimseye bir şey vermedi.

Yüce Allah'ın;

"...Ve bunlara verilen şeylerden dolayı kalplerinde bir çekememezlik duymazlar" âyetinin (onlara verilen malın) az olma halini kastetmiş olması ihtimali de vardır. Onlar bunun yerine kendilerine verilene razı olur ve onu kabul ederler, demek olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyada kaldığı sürece bu hallerini devam ettirdiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından sonra ise tabii ölçüler içerisinde dünyanın etkisi akında kaldikr. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onları uyarıp şöyle demişti:

"Sizler benden sonra (başkalarının size) tercih edildiğini göreceksiniz. Havz'ın kenarında benimle karşılaşacağınız vakte kadar sabrediniz." Buhârî, III, 13H1, IV, 1574, VI, 25H9; Müslim, II, 738, III, 1474; Nesâî, VIII, 224; Müsned, İli, 57, 111, 167, 171, 182, IV, 42, 292, 352

7- Genel Olarak Ashabın, Özel Olarak Ensarın Sıkıntılı Zamanlarda Bile Başkalarını Kendilerine Tercih Etmeleri:

"Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler" âyeti ile ilgili olarak Tirmizî'de Ebû Hüreyre'den şu rivâyet kaydedilmektedir: Bir adamın yanında geceleyin bir misafir kaldı. O şahsın yanında ise ancak kendisine ve çocuklarına yetecek kadar yiyecek vardı. Hanımına: Çocukları uyut, kandili söndür ve yanında ne varsa misafirin önüne getir, dedi. Bunun üzerine şu:

"Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler" âyeti nazil oldu. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir Tirmizî, V, 409 Müslim de bu hadisi rivâyet etmistir. Müslim. III 1624

Yine Müslim Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bir adam Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek; Ben çok fakirim dedi. Peygamber, hanımlarından birisine haber gönderdi, o da; Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, yanımda sudan başka bir şey yok, dedi. Daha sonra bir diğerine haber gönderdi, o da aynı şeyi söyledi. Nihayet hepsi de aynı cevabı verdiler: Seni hak ile gönderene yemin olsun ki yanımda sudan başka bir şey yok. Bunun üzerine Peygamber: "Bu adamı bu gece kim misafir edebilir? -Allah’ın rahmeti de onun üzerine olsun.-" Ensardan bir adam kalkıp: Ben ey Allah'ın Rasûlü dedi. Onu alıp evine götürdü, hanımına: Yanında bir şey var mı? diye sordu. Kadın: Çocuklarıma yetecek kadardan Fazlası yok, dedi. Bunun üzerine adam şöyle dedi: Sen onları herhangi bir şeyle oyala. Misafirimiz içeri girince kandili söndür ve bizim yemek yediğimizi ona hissettir. Yemeğe oturdu mu sen de kalk ve kandili söndür. (Ebû Hüreyre) dedi ki: Onlar (sofraya) oturdular. Misafir de yemeği yedi. Sabah olunca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidince, Peygamber şöyle buyurdu: "Yüce Allah dün gece misafirinize yaptığınız ikramı gerçekten beğendi." Müslim, III, 1624; Buhârî, III, 13S2

Yine Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre o şöyle demiştir: Bir adam kendisini misafir olarak ağırlasın diye Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geldi. Ancak Peygamberin yanında ona ikram edecek hiçbir şey yoktu. "Bu adamı misafir edecek bir kimse yok mu? -Allah ona rahmet etsin.-" dedi. Ensardan Ebû Talha diye anılan birisi kalktı, o adamı alıp evine götürdü... diyerek hadisi az önceki hadise yakın lâfızlarla nakletti, ayrıca bu rivâyette âyetin bunun üzerine indiğini de belirtti Müslim, UI, 1624, 1625

el-Mehdevî'nin Ebû Hüreyre'den naklettiğine yöre bu Sabit b. Kays ile Sâbit'in kendisine misafir olduğu ve Ebû'l-Mütevekkil diye anılan ensardan bir kimse hakkında inmiştir. Ebû'l-Mütevekkil'in yanında kendisinin ve çocuklarının yiyeceği dışında bir şey yoktu. Hanımına: Kandili söndür ve çocukları uyut deyip, yanında ne varsa misafirinin önüne getirdi. en-Nehhâs da bunu böylece zikrederek şöyle demiştir: Ebû Hüreyre dedi ki: Ensardan Ebû'l-Mütevekkil diye anılan bir adama Sabit b. Kays misafir geldi. Ebû’l-Mütevekkil'in kendisinin ve çocuklarının yiyeceği dışında bir şeyi yoktu. Hanımına kandili söndür, çocukları uyut dedi. Bunun üzerine:

"Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler... İşte onlar umduklarını bulanların ta kendileridir" âyeti nazil oldu.

Bu işi yapanın Ebû Talha olduğu söylenmiştir. el-Kuşeyrî, Ebû Nasr Abdurrahim b. Abdi'l-Kerîm'in naklettiğine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından birisine bir koyun başı hediye edildi. O; Kardeşim filan ve onun çocuklarının buna ihtiyacı daha çoktur, diyerek o başı onlara gönderdi. Herbiri o başı diğerine gönderip durdu, sonunda elden ele yedi ev dolaktı ve nihayet ilk sahiplerine geri döndü. Bunun üzerine:

"Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (başkalarım) öz nefislerine tercih ederler" âyeti nazil oldu. Hâkim, Müstedrek, II, 25f>; Beyhakî. Şuabu'l-hnân, III. İS Bunu es-Salebi, Enes'den naklederek dedi ki: Ashabtan birisine bir koyun başı hediye edildi. Çok fakir bir kimse idi. O başı bir komşusuna gönderdi. O baş yedi evde, yedi kişiye elden ele dolaştı, sonra birincisinin eline geri döndü. Bunun üzerine

"...öz nefislerine tercih ederler" âyeti indi.

İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Nadiroğulları günü ensara dedi ki: "İsterseniz yurtlarınıza ve mallarınıza ve yurtlarınıza hicret eden muhacirlere malı paylaştırırım, siz de bu ganimette onlara ortak olursunuz, İsterseniz yurtlarınız ve mallarınız sizin olmak üzere size ganimetten hiçbir pay vermeyelim" Bunun üzerine ensar dedi ki: Hayır, bizler kardeşlerimizle yurtlarımızı ve mallarımızı paylaştırmaya devam edelim ve ganimeti yalnızca onlara verelim. Bunun üzerine

"öz nefislerine tercih ederler" âyeti nazil oldu. Ancak birincisi daha sahihtir.

Buhârî ve Müslim'de Enes'den gelen rivâyete göre bir kimse Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kendi arazisindeki birtakım hurma ağaçlarını tahsis ederdi. Bu Kureyza ve Nadiroğulları diyarı fethedil inceye kadar böyle devam etti. Artık bundan sonra Peygamber daha önce o kimselerin verdiklerini sahiplerine geri verdi. Müslim'in lâfzı böyledir Buhârî, III, 1137, IV. I47H, 1510; Müslim, 1IL 1392

ez-Zührî, Enes b. Malik'ten rivâyetle dedi ki: Muhacirler Mekke'den Medine'ye geldiklerinde ellerinde mal namına hiçbir şey yoktu. Ensarın ise arazi ve akarları vardı. Ensar her yıl mallarından elde ettikleri mahsûllerinin yarısını onlarla paylaştırdılar. Buna karşılık onlar (muhacirler) de çalışıp, (mallarının) bakımlarını üzerlerine almışlardı. Enes b. Malik'in annesi Um Süleym diye anılırdı. Um Süleym, Ebû Talha'nın oğlu Abdullah'ın da annesi idi. Abdullah, Enes'in anne bir kardeşi idi. Enes'in annesi Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir hurmalığını vermiş, Rasûlullah da o hurmalığı azatlısı ve Usame b. Zeyd'in de annesi olan Um Eymen'e vermişti. İbn Şihab dedi ki: Enes b. Malik'in bana haber verdiğine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayberlilerle savaşı bitirip, Medine'ye geri döndükten sonra muhacirler, ensara daha önceden kendilerine vermiş oldukları meyve bağışlarını geri verdiler. (Enes) dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) anneme hurmalıklarını geri verdi; Um Eymen'e de o hurmaların yerine kendi bahçesinden verdi. Bu hadisi Müslim de rivâyet etmiştir. Müslim, III. 1391; Buhârî, II, 92fi

8- Başkalarını Kendisine Tercih Etmek Buna Dair Örnekler ve Sınırları:

îsar (başkasını kendisine tercih): Kişinin başkasını nefsine ve nefsinin dünyevî paylarına; dinî payları arzu ederek tercih etmesi demektir. Bu tutum yakînin güçlü oluşundan, sevgi sağlamlığından ve meşakkatlere karşı sabırlı olmaktan ileri gelir. "Bu hususta onu tercih eltim" denilirken, bunu ona özellikle tahsis ettim ve tercih ettim, demektir. Buradaki îsâr (tercih etme)nin mef'ûlü hazfedilmiştir. Yani onlar mallarında, evlerinde onları kendilerine tercih ederler. Ancak bunu varlıklı olmakla birlikte değil, bunlara -önceden de açıklandığı gibi- ihtiyaç duymakla birlikte yaparlar.

Muvatta’'da yer alan rivâyette belirtildiğine göre İmâm Mâlik'e Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zevcesi Âişe (radıyallahü anha)'dan şu rivâyet ulaşmıştır: Oruçlu olduğu bir sırada bir yoksul ondan bir şeyler dilenmişti. Evinde ise yalnızca bir ekmek vardı. Bir cariyesine: O ekmeği ona ver dedi. Cariyesi: Yanında kendisiyle oruç açacağın bir şey yok, deyince yine; Sen o ekmeği ona ver dedi. (Cariyesi) ben de denileni yaptım, dedi. Akşam olunca, daha önce bize hediye vermemiş bir hane halkı ya da bir kimse bize yufkaya sarılı bir koyun hediye etti. Âişe beni çağırıp, bundan ye dedi, İşte bu senin o ekmeğinden hayırlıdır. Muvatta’, II, 997

İlim adamlarımız dedi ki: İsle bu kârlı bir maldır ve Allah nezdinde tertemiz bir fiildir. Yüce Allah bundan dilediğini acilen verir. Bununla birlikte bu sebeple onun için saklanan mükâfatı da eksiltmez. Allah için bir şeyi terkeden bir kimse hiçbir zaman onun yokluğunu hissetmez. Âişe (radıyallahü anha) bu davranışı ile yüce Allah'ın kendilerinden ihtiyaç içinde bulunsalar dahi başkalarını kendilerine tercih eden kimselerden olmakla övdüğü kimseler arasına katılmıştır, Şüphesiz ki böyle bir iş yapan bir kimse, nefsinin cimriliğinden korunmuş ve daha sonrası asla ziyanın sözkonusu olmayacağı bir kurtuluşa ermiş olur.

Rivâyetteki "yufkaya sarılmış bir koyun' ifadesinin manası şudur: Bu Arapların yahut bazılarının -ya da ileri gelenlerinin bir kısmının- yiyeceği idi. Onlar bir koyun yahut bir kuzuyu yüzdükten sonra tamamen buğday unu hamuru ile üzerini örter ve ona sarıp sarmalarlardı. Sonra bu haliyle onu tandıra asarlardı. Bu şekilde yüzülmüş koyun ya da kuzunun bütün yağları, onun üzerini örten hamura sızardı. Bu onlarca makbul, hoş bir yiyecek idi.

Nesâî'nin, Nâfi'den rivâyet ettiğine göre; İbn Ömer hastalanmış ve canı üzüm çekmişti. Ona bir dirheme, bir salkım üzüm satın alındı. Bir yoksul gelip bir şeyler dilendi. Bu sefer: O salkımı bu yoksula verin, dedi. Arkasından bir adam o salkımı yine bir dirheme satın alıp onu İbn Ömer'e getirdi. Yine o yoksul gelip dilencilik etti, yine İbn Ömer: O üzümü buna verin, dedi. Bir başka adam bu salkımı yine bir dirheme satın aldı ve sonra bunu ona geri getirdi. Dilenci tekrar geri dönmek istedi, ancak ona engel olundu. Eğer İbn Ömer yediği salkımın aynı salkım olduğunu bilmiş olsaydı, asla tadına bakmazdı. Çünkü Allah için elinden çıkardığı bir şeyi tekrar geri dönüp almazdı Heysemi, Mecmâ, IX, 347'de Taberâni tarafından rivâyet edilip senedindeki râi'ilerin -sika olan Nuaym b. Hammâd dışında- hep Snlıihderiin Kivileri olduğunu zikretmektedir,

İbnu’l-Mübarek dedi ki; Bize Muhammed b. Mıstarrif haber verdi, dedi ki: Bize Ebû Hâzim, Abdurrahman b. Said b. Yerbû'dan anlattı. O Malik ed-Darr'dan şöyle dediğini nakletti; Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) dörtyüz dinar aldı, onu bir keseye koyduktan sonra hizmetkâra dedi ki; Al bunu Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'a götür. Sonra bunları nasıl kullanacağını görecek şekilde bir süre evde oyalanıver. Hizmetkâr o parayı alıp Ebû Ubeyde'ye götürdü ve ona şöyle dedi; Mü’minlerin emiri sana der ki; Sen bu parayı ihtiyaçlarına harca. Ebû Ubeyde: Allah onun bağını gözetsin, ona rahmet buyursun dedikten sonra: Ey cariye gel, diye seslendi. Şu yedi dinarı filana, şu beş dinarı filana götür diye hepsini tüketinceye kadar dağıttı. Hizmetkâr Hz. Ömer'e geri döndü, ona durumu bildirdiğinde benzeri bir keseyi Muaz b. Cebel için hazırladığını gördü. Ona: Bunu da al Muaz b. Cebel'e götür. Bunları nasıl kullanacağını görünceye kadar da bir süre evde oyalan dedi. Hizmetkâr o parayı alıp, Muaz'a götürdü ve ona: Mü’minlerin emiri sana der ki: Sen bu parayı İhtiyaçlarına harca dedi. Muaz: Allah ona rahmet buyursun, o bizi gözettiği gibi Allah da onu gözetsin dedi ve: Ey cariye gel, filanın evine şu kadar, filanın evine şu kadar götür, dedi. Muaz'ın hanımı durumu görünce, peki ya biz? dedi. Allah'a yemin ederim, biz de yoksul kimseleriz, bize de ver. Kesede sadece İki dinar kalmıştı. Bunları da hanımına verdi. Hizmetkâr Ömer (radıyallahü anh)'a dönüp, gördüklerini haber verince Ömer bu işe çok sevindi ve: Bunlar kardeşlerdir, birbirlerindendir, dedi.

Muaviye'nin Âişe (radıyallahü anhnhâ)'ya gönderdiği bağışı kullanması da buna benzer. Muaviye'nin gönderdiği para 10.000 (dirhem) idi ve İbnu’l-Münkedir onun yanına girmişti... Yazma nüshada bir boşluk

Şayet: Kişinin sahip olduğu malın tamamını sadaka vermesini yasaklayan sahih haberler varid olmuştur denilecek olursa, şöyle cevab verilir: Böyle bir uygulama fakirliğe sabredeceğinden emin olunmayan ve gerekli harcamalarını yapacağı bir şeyler bulamayıp dilenciliğe mecbur kalacağından korkulan kimse için mekruhtur. Yüce Allah'ın başkalarım kendilerine tercih ettikleri için övdüğü ensar ise bu durumda değillerdi. Aksine onlar yüce Allah'ın buyurduğu gibi:

"Sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler" (el-Bakara, 2/177) idiler. Onlar arasında îsâr (başkalarını tercih), malı elde tutmaktan daha üstün idi. Fakirliğe sabredemeyip dilenciliğe maruz kalacak kimseler İçin ise malı elde tutmak, başkalarını tercih etmekten daha efdaldir.

Rivâyete göre bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yumurta kadar bir altın getirerek, bu sadakadır dedi. Peygamber onu o adamın üzerine atarak dedi ki: "Sizden herhangi bir kimse sahib olduğu malın tamamını getirip onu sadaka verdikten sonra oturup insanlara el açacak hale düşmesin." diye buyurdu. Hadisin sadece kavlî lx>lünıO İbn Hihban, Sahih, VIII, l ö: Dârimî, I, 479; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra, IV, 1 Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

9- îsâr (Başkasını Tercih)in Mertebeleri:

Can ile tercih, mal ile -sonunda o da canın yongası olsa dahi- tercihin üstündedir, Çokça kullanılan darb-ı mesel mesabesindeki ifadelerden birisi de şudur:

"Cömertçe canını feda etmek cömertliğin en ileri derecesidir."

Sevginin tarifi hususunda sufilerin güzel ibarelerinden birisi de; "sevginin (muhabbetin) işar demek olduğu"dur. Nitekim Aziz'in karısı ileri derecede Yusuf'u sevince, onu kendisine tercih ederek: Ondan murad almak isteyen bendim, demişti.

Canı feda etmenin en üstün mertebesi de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı korumak amacı ile yapılan fedakârlıktır. Sahih'te belirtildiğine göre Ebû Talha, Uhud gününde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vücudunu kalkan etmişti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İse insanları görmek üzere başını uzatıyor, Ebû Talha ona: Başını uzatma ey Allah'ın Rasûlü, sana isabet ettirmesinler. Benim göğsüm senin göğsün önündedir, diyordu Buhârî, III, 1386. IV, 1490; Müslim, III, 14-43 Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı eli ile (gelen darbeye karşı) korumuş, bundan ötürü de çolak kalmıştı.

Huzeyfe el-Adevî dedi ki: Yermûk günü beraberinde az bir miktar su olduğu halde bir amcam oğlunu aramaya koyuldum. Bu arada kendi kendime: Eğer henüz canı çıkmamış ise ona bu sudan içiririm, diyordum. Ansızın onu görüverdim, ona: Su ister misin!1 dedim, başıyla: Evet diye işaret etti. Tam bu sırada bir kişi; ah ah diye inliyordu. Amcam oğlu bana: Ona git, diye işaret etti. Meğer o kişi Hişam b. el-As imiş, ona: Sana su vereyim mi? dedim, evet diye işaret etti. Bir başkasının "ah ah" demekte olduğunu işitince, Hişam onun yanına git, diye işaret elti. Onun yanına vardığında ölmüş olduğunu gördüm. Tekrar Hişam'a geri döndüğümde o da Ölmüştü. Amcamın oğlunun yanına döndüm, o da ölmüştü.

Ebû Yezid el-Bistami dedi ki: Belhli bir delikanlının beni yenik düşürdüğü gibi hiç kimse yenik düşürmemiştir. O haccetmek üzere giderken bize uğradı. Bana: Ey Ebû Yezid dedi, size göre zühdün tanımı nedir? Ben: Bulursak yeriz, bulamazsak sabrederiz dedim. O: Bizde Belh köpekleri de böyle yapar, dedi. Ben: Peki ya size göre zühdün tanımı nedir? diye sordum. O: Bulamazsak şükrederiz, bulursak başkalarını kendimize tercilı ederiz, dedi.

Ziinnun el-Misrî'ye: Kalbi açık zahidin tanımı nedir? diye soruldu. O üç özelliktir dedi: Toplanmış olanı dağıtmak, ekle bulunmayanı istemeye son vermek ve gıdaya ihtiyacı varken başkasını tercilı etmek.

Ebû'l-Hasen el'-Antakî'den nakledildiğine göre; yanında Rey kasabalarından birisinde otuz küsur kişi bir araya geldi. Beraberlerinde hepsini doyurmayacak kadar birkaç tane ekmek vardı. Bütün ekmekleri kırdılar, kandili söndürüp yemeğe oturdular. Yemek kaldırıldığında olduğu gibi duruyordu, kimse ondan bir şey yememiş, herkes arkadaşını kendisine tercih etmişti.

10- Fakirlik İçinde Olmak:

Yüce Allah'ın:

"Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi" âyetinde yer alan (ve "fakirlik" diye manası verilen): Kişinin durumunu bozan, sarsan ihtiyaç içinde olmak hali" demektir. Bunun aslı bir hususa tek başımı sahip olmak ya da elinde bulundurmak demek olan "ihtisas"dan gelmektedir. O halde bu lâfız, münferiden muhtaç olmak demektir. Yani onlar fakirlik ve ihtiyaç içerisinde bulunsalar dahi... demek olur. Şairin şu heyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Bahara gelince eğer ihtiyaç ve fakirlik varsa,

Onunla hasta olan da yaşar, eli dar olan da zenginleşir."

11- Cimriliğin Mahiyeti ve Ondan Korunmanın Güzel Sonucu:

"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarını bulanların ta kendileridir" âyetinde geçen; ile aynı şeylerdir (cimrilik demektir.) Mesela: "Cimriliği apaçık, oldukça cimri adam" denilir. Amr b. Külsüm da şöyle demiştir:

"Sen tahammülsüz, cimri ve malına tutkun kimsenin önüne

(Şarab) getirildiği vakit, oldukça alçalmış olduğunu görürsün."

Bazı dilciler (âyette geçen): 'dan daha ileri derecedeki bir cimriliği ifade ettiği kanaatindedir. es-Sihah'da şöyle denilmektedir: "Hırs ile birlikte cimrilik" demektir, Bu fiil: "Sen cimrilik ettin, edersin" şeklinde kullanıldığı gibi; şeklinde de kullanılır. "Cimri adam" demek olup, çoğulu; "Cimri kimseler" ...diye gelir.

Âyet-i kerimeden kasıt, zekat ve farz olmayan akrabalık bağlarını gözetmek, misafirlik ve buna benzer hususlarda cimrilik göstermektir. Bu gibi yerlere gerekli infakı yapmakla birlikte kendisine karşı eli sıkı davranan bir kimse ne şahıh, ne de bahîl (cimri)dir. Kendisine bol harcamalarda bulunmakla birlikte sözünü ettiğimiz zekât ve itaat alanlarında gereği gibi infakta bulunmayan bir kimse ise, nefsinin cimriliğinden korunmamış olur.

el-Esved'in İbn Mes’ûd'dan rivâyet ettiğine göre bir adam ona gelip şöyle demiş: Ben helâk olmuş olmaktan korkarım. İbn Mes’ûd: Neden? diye sordu. O da şöyle dedi: Yüce Allah'ın:

"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarını bulanların ta kendileridir" diye buyurmaktadır. Ben ise oldukça cimri birisiyim. Hemen hemen elimden hiçbir şey çıkmıyor. Bunun üzerine İbn Mes’ûd şöyle dedi: Kur'ân-ı Kerîm'de yüce Allah'ın sözünü ettiği cimrilik bu değildir. Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de sözünü ettiği cimrilik senin haksızlık ederek kardeşinin malını yemendir. Senin halin ise buhl (eli sıkılık)tır. Bununla birlikte eli sıkılık çok kötü bir şeydir.

Bu açıklamalarıyla Abdullah b. Mesud (radıyallahü anh) şuhh ile buhl arasında fark gözetmiş olmaktadır.

Tâvûs dedi ki: Bahillik insanın elinde bulunandan cimrilik etmesidir. Şuhh ise insanın başkasının elinde bulunanlara göz dikmesi, ister helal, ister haram olsun ellerinde bulunanın kendisinin de olmasını sevmesi ve bir türlü doymama sidir.

İbn Cübeyr dedi ki: Cimrilik, zekatı vermemek ve haram mal biriktirmektir. İbn Lîyeyne ise şuhh (mealde; cimrilik) zulüm demektir. Leys: Farzları terkedip, haramları işlemektir. İbn Abbâs: Kim hevasına uyar, İmâm kabul etmezse işte o sahih (cimri)dir, demiştir. İbn Zeyd: Her kim bir şeyi Allah'ın nehyettiği bir başka şey için almazsa ve yine cimriliği Allah'ın kendisine emrettiği herhangi bir şeyden alıkoyup engellemeye çağırmazsa o kimseyi Allah öz nefsinin cimriliğinden korumuş olur.

Enes dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Zekâtı veren, misafire ikram eden ve musibet hallerinde bir şeyler veren bir kimse cimrilikten uzaktır." Beyhaki, Şuabu'l-Îman, VII, 427; Taberî, Câmiu'l-Beyân, XXVIII, 44 Yine ondan gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şu duayı yapardı: "Allah'ım, nefsimin cimriliğinden, israfımdan ve vesveselerinden sana sığınırım." Deylemî, el-Firdevs, I, 460. Ebû'l-Heyyac el-Esedî dedi ki: Bir adamı tavaf esnasında: Allah'ım, beni nefsimin cimriliğinden koru diye dua edip, buna başka hiçbir şey eklemediğini gürdüm. Ben ona: Niye böyle yaptığını sordum, şu cevabı verdi: Eğer nefsimin cimriliğinden korunacak olursam, hırsızlık ta yapmam, zina da etmem, kötü hiç bir iş yapmam. Bir de ne göreyim o kişi Abdurrahman b. Avf imiş Taberî, Câmm'l-Beyân, XXVIII, 43

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti da buna delildir; "Zulümden sakınınız, çünkü zulüm kıyâmet gününde zulumât (karanlıklar)dır. Cimrilikten de sakınınız, çünkü cimrilik sizden öncekileri helâk etti. Onları birbirlerinin kanlarını dökmeye kadar götürdü, kendilerine haram kılınan başkalarına ait hakları helal bellemek noktasına kadar ulaştırdı.” Müslim, IV, 1996; Müsned, II, 431, III, 323

Biz bu hususu Al-i İmrân Sûresi'nin sonlarında (3/180. âyet, 4. başlıkta) açıklamış bulunuyoruz.

Kisrâ arkadaşlarına: Âdemoğluna en zararlı şey nedir? diye sormuş, onlar: Fakirlik demişler. Kisra: Cimrilik, fakirlikten zararlıdır. Çünkü fakir bir şeyler buldu mu karnı doyar, fakat cimri bir kimse bulacak olsa dahi ebediyen doymaz, demiş.

10

Onlardan sonra gelenler derler ki: "Rabbimiz, bizi ve bizden önce îman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle! Kalplerimizde îman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz, şüphesiz ki Sen, çok merhamet edicisin, çok merhametlisin."

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Ashabdan Sonra Gelenlerin Kendilerinden Öncekilerine Karşı Tutumları:

"Onlardan sonra gelenler" âyeti ile kastedilenler, tabiîn ve kıyâmet gününe kadar İslâm'a girecek olanlardır.

İbn Ebi Leylâ dedi ki: İnsanlar üç ayrı mertebededir: Muhacirler, Medine'yi yurt edinip îmana sahip olanlar ve onlardan sonra gelenler. Sen bu mertebelerden dışarıda kalmamaya gayret göster.

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Güneş ol, gücün yetmezse ay ol, gücün yetmezse ışık saçan bir yıldız ol, yine gücün yetmezse küçük bir yıldız ol ve nûr cihetinden asla ayrılma! Bunun anlamı şudur: Sen muhaciri ol. Şayet buna imkân bulamıyorum dersen, ensarî ol. Eğer buna imkânın olmazsa, onların amellerine benzer işler yap! Eğer gücün yetmezse onları sev ve Allah'ın sana emrettiği şekilde onlar için mağfiret dile!

Mus'ab b. Sa'd şöyle demiştir: İnsanlar üç konumdadır. Bunların ikisi geçip gitti, geriye birisi kaldı. Sizin erişebileceğiniz en güzel konum, geriye kalan bu konumda yer edinebilmektir.

Cafer b. Muhammed b. Ali babasından, o dedesi Ali b. el-Hüseyn (radıyallahü anh)'dan rivâyete göre dedesine bir adam gelerek ona: Ey Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kızının oğlu! Osman hakkında ne dersin:' diye sormuş. Hüseyn (radıyallahü anh) dedi ki: Ey kardeşim, sen yüce Allah'ın haklarında:

"Fakir muhacirler içindir" dediği kimselerden misin? Adam; Hayır deyince bu sefer, Allah'a yemin ederim eğer sen bu âyetin sözünü ettiği kimselerden değilsen, o halde Allah'ın haklarında:

"Onlardan evvel Medine'yi yurt edinip îmana sahib olanlar..." diye buyurduğu kimselerden olmalısın. Adam yine: Hayır deyince, bu sefer şöyle dedi: Allah'a yemin ederim eğer sen üçüncü âyetin sözünü ettiği kimselerden de değilsen andolsunki İslâm'ın dışına çıkmış olursun. O da yüce Allah'ın:

"Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabbimiz bizi ve bizden önce îman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle..." âyetidir.

Denildiğine göre Muhammed b. Ali b. el-Hüseyn (radıyallahü anh) babasından şunu rivâyet eder: Iraklılardan bir kesim Ali b. el-Hüseyn'e gelerek, Ebû Bekir ve Ömer'e sonra da Osman'a dil uzattılar, çokça sövüp saydılar. Onlara söyle dedi: Sizler ilk muhacirlerden misiniz? Onlar: Hayır dediler. Bu sefer: Peki daha önceden îmana sahib olup Medine'yi yurt edinmiş olan kimselerden misiniz? Yine: Hayır dediler. Bu sefer onlara şöyle dedi: Sizler bu iki fırkadan uzak olduğunuzu, onlardan olmadığınızı belirttiniz. Ben de tanıklık ederim ki sizler yüce Allah'ın haklarında:

"Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabbimiz, bizi ve bizden önce îman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle. Kalplerimizde îman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz, şüphesiz ki Sen çok merhamet edicisin, çok merhametlisin." dediği kimselerden değilsiniz. Haydi kalkınız, Allah size kıyıkınızı versin... Bunu en-Nehhâs zikretmiştir.

2- Ashabı Sevmenin Gereği:

Bu âyet-i kerîme ashabı sevmenin vücûbuna delildir. Çünkü onlardan sonra gelen kimselere onları sevmeye, onları dost bilmeye ve onlar için mağfiret dilemeye devam etmeleri şartı ile fey'den pay ayrılmıştır. Onlara ya da onlardan birisine dil uzatan yahut o kimse hakkında kötü şeyler itikad eden bir kişinin fey'de hiçbir hakkı yoktur. Bu görüş, Malik'len ve başkasından da rivâyet edilmiştir. Malik: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından herhangi bir kimseye buğzeden veya kalbinde onlara karşı bir kin besleyen bir kişinin müslümanların fey'inde herhangi bir hakkı yoktur; dedikten sonra yüce Allah'ın:

"Onlardan sonra gelenler..." âyetini okumuştur.

3- Taşınır ve Taşınmaz Ganimet Mallarında Yapılması Gereken Doğru Uygulama:

Bu âyet-i kerîme ilim adamlarının bu husustaki görüşleri arasından sahih olanın, taşınır ganimet mallarının paylaştırılması, akarın ve arazilerin ise bütün müslümanları kapsayacak şekilde paylaştırılmaksızın bırakılması olduğuna delil teşkil etmektedir. Nitekim Ömer (radıyallahü anh) da böyle yapmıştır. Şu kadar var ki, veliyyu’l-emr ietihad edip bir uygulamada bulunacak olursa, insanların bu hususta görüş ayrılığı da olursa, o kendi kanaatine uygun uygulamaya bakar. Bu âyet-i kerîme de bunu hükme bağlamaktadır. Çünkü yüce Allah fey'e dair haber verip onun üç kesime ait olduğunu belirtmiştir. Bunlar muhacirler ve ensardır. Bunların da kim oldukları bilinmektedir. Diğerleri: "Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabbimiz, bizi ve bizden önce îman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle" diyen kimselerdir. İşte bu, bütün tabiîn ve Kıyâmet gününe kadar onlardan sonra gelecekler hakkında umumidir.

Sahih hadiste belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kabristana gitmiş ve şöyle demiş: "Ey mü’minler topluluğunun diyarı(nda sakin olanlar)! es-Selamu aleyküm, Şüphesiz bizler de inşaallah size kavuşacağız. Bununla birlikte keşke kardeşlerimizi görsen dîye, arzu ederdim." Ey Allah'ın Rasûlü biz senin kardeşlerin değil miyiz? deyince, şöyle buyurdu: "Hayır, siz benim ashabımsınız. Kardeşlerimiz ise henüz daha (dünyaya) gelmemiş olanlardır ve ben Havzın kenarına onlardan önce ulaşmış olacağım.” Nesâî, es-Sünenü'l-Kübrâ, I, 95; Muvatta’, I, 29; Müsned, Ii, 300

Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan sonra gelecek olan herkesin onların kardeşleri olduğunu beyan etmektedir. Yoksa es-Süddî ve el-Kelbî'nin dedikleri gibi bunlar, bundan sonra hicret eden kimseler değildir. Yine el-Hasen'den:

"Onlardan sonra gelenler" âyeti hicretin sona ermesinden sonra Medine'ye Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gitmek maksadı ile yerlerinden ayrılanlardır, dediği de rivâyet edilmiştir.

4- Müslüman Ümmetin Kendisinden Önce Geçmiş Olan Mü’minlere Karşı Tutumu:

Yüce Allah'ın:

"Derler" âyeti hal konumunda, nasb durumundadır. "Diyenler olarak..." demektir.

"Rabbimiz, bizi ve bizden önce îman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle" âyeti ile ilgili iki türlü açıklama sözkonudur. Birincisine göre onlar bu ümmetten daha önce geçmiş olan Kitap ehlinden îman edenlere mağfiret dilemekle emrolunmuslardır. Âişe (radıyallahü anhnhâ) dedi ki: Onlara, o kimselere mağfiret dilemeleri emrolunduğu halde onlar kalkıp onlara dil uzattılar, sövdüler.

İkinci açıklamaya göre; Muhacir ve ensara da önden geçenlere mağfiret dilemeleri emri verilmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah bu hususta fitneye düşeceklerini bildiği halde Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına mağfiret istenmesini emir buyurmuştur. Âişe (radıyallahü anhnhâ) dedi ki: Sizler Muhammed'in ashabına mağfiret dilemekle emrolunduğunuz halde onlara dil uzattınız. Bense Peygamberinizi şöyle buyururken dinlemişimdir: "Bu ümmetin sonradan gelenleri, önceden gelenlerine tanet okumadıkça bu ümmet yok olmayacaktır." İbn Kesîr,Tefsir, IV, 340'da belirttiğine göre hadisi Beğavi rivâyet etmiştir,

İbn Ömer dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Ashabıma sövenleri görecek olursanız, siz de Allah sizden ve onlardan en şerlilerinize lanet etsin, deyiniz." Tirmizî, V, 697. Taberânî, Evsat, VIII, 191.

el-Avvâm b. Havşeb dedi ki: Ben bu ümmetin ilklerine yetiştim. Onlar, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabının güzel yanlarım sözkonusu edin ki, kalpler onlara ısınsın: Aralarındaki anlaşmazlıkları sözkonıusu etmeyin, o vakit insanların onlara karşı cüretkârlıklarını artırırsınız, diyorlardı.

en-Nehaî dedi ki: Yahudilerle hristiyanlar bir hasletleriyle Rafızîlerden daha faziletlidirler. Yahudilere sizin dininize mensup olanların en hayırlıları kimlerdir? diye soruldu. Onlar: Mûsa'nın ashabıdır demişlerdir. Hristiyanlara da: Dininize mensup olanların en hayırlıları kimlerdir? diye sorulduğunda, onlar da; Îsa'nın ashabıdır, demişlerdir. Fakat Râfızîlere dininizin mensuplarının en kötüleri kimlerdir, diye sorulduğunda, onlar da; Muhammed'in ashabıdır diye cevab vermişlerdir. Halbuki onlara mağfiret dilemeleri emrolunduğu halde onlara sövdüler. O bakımdan kıyâmet gününe kadar onlara karşı kılıç çekilmelidir. Onların hiçbir sancakları ayakta durmamalı. Ayakları yerde sağlam basmamalı, sözbirlikleri olmamalıdır. Savaş için bir ateşi yaktıkları her seferinde Allah onların kanlarını dökmek ve delillerini çürütmek suretiyle söndürmüştür, Allah bizi de, sizleri de saptırıcı hevalardan muhafaza buyursun,

"Kalplerimizde îman edenlere karşı, hiçbir kin" ve kıskançlık

"bırakma! Şüphesiz ki Sen, çok merhamet edicisin, çok merhametlisin."

11

Görmedin mi o münafıklık edenleri? Onlar kitab ehlinden kâfir olan kardeşlerine derler ki: "Eğer siz çıkartılırsanız, yemin olsun biz de sizinle çıkarız. Sizin aleyhinizde hiçbir kimseye ebediyyen itaat etmeyiz; eğer sizinle savaşılırsa. muhakkak size yardım ederiz." Halbuki Allah da şahitlik eder ki; muhakkak onlar hiç şüphesiz yalancıdırlar.

Yahudiler, münafıkların herhangi bir din ve kitaba inanmadıklarını bilmekle birlikle, kendilerine verdikleri yardımcı olmak sözüne aldanmıs olmalarının hayret edilecek bir husus olduğu ifade edilmektedir, bu münafıklar arasında Abdullah b. Ubeyy b. Selûl, Abdullah b. Nebtel ve Rifâa b. Zeyd de vardı. Râfia b. Tabut ile Evs b. Kayzî'nin de bunlar arasında olduğu söylenmistir. Bunlar hepsi ensardan olmakla birlikte münafıklık etmişler ve Kurayza ve Nadiroğulları yahudilerine;

"Eğer siz çıkartılırsanız, yemin olsun bizde sizinle çıkarız" demişlerdi. Bu sözlerin Nadiroğullarının Kurayzalılara söylediği sözlerden olduğu da söylenmiştir.

"Sizin aleyhinizde hiçbir kimseye ebediyyen itaat etmeyiz" sözleriyle Muhammesi (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastetmektedirler. Sizinle savaşmak hususunda ona itaat etmeyeceğiz, demektir. Bu âyet, gaybın bilinmesi açısından Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nübüvvetinin gerçekliğinin bir delilidir. Çünkü Nadiroğulları yurtlarından çıkartıldığı halde münafıklar çıkmadılar, onlarla savaşıldığı halde münafıklar onlara yardımcı olmadılar. Nitekim yüce Allah:

"Allah da şahitlik eder ki muhakkak onlar" söz ve davranışlarında

"hiç şüphesiz yalancıdırlar" diye buyurmaktadır.

12

Eğer onlar çıkarttırılırlarsa, yemin olsun ki, onlarla birlikte çıkmazlar. Eğer onlarla savaşılırsa, şüphesiz onlara yardım etmezler. Onlara yardım etseler bile muhakkak gerisin geri dönerler. Sonra da kendilerine yardım olunmaz.

"Eğer onlar çıkarttırılırlarsa, yemin olsun ki, onlarla birlikte çıkmazlar. Eğer onlarla savaş ılırsa, şüphesiz onlara yardım etmezler. Onlara yardım etseler bile muhakkak" bozguna uğrayanlar olarak

"gerisin geri dönerler. Sonra da kendilerine yardım olunmaz."

Bir açıklamaya göre:

"Onlara yardım etmezler" isteyerek onlara yardımcı olmazlar.

"Onlara" istemeyerek

"yardım etseler bile, muhakkak gerisin geri dönerler."

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir;

"Onlara yardım etmezler." Onlara sürekli yardımcı olmazlar, demektir. Bu, her iki ifadede kullanılan zamirlerin aynı olmaları halinde böyledir. Bu iki zamirin farklı oldukları da söylenmiştir. Yani yemin olsun yahudiler çıkartılacak olurlarsa, münafıklar onlarla birlikte çıkmazlar ve eğer onlarla savaşılacak olursa, onlara yardımcı olmazlar.

"Onlara yardım etseler bile" yani yahudiler münafıklara yardımcı olsalar dahi

"muhakkak gerisin geriye dönerler."

Bir başka açıklama da şöyledir:

"Eğer onlar çıkarttırılırlarsa, yemin olsun ki onlarla birlikte çıkmazlar." Yani Allah onların -yahudiler çıkarttırılacak olursa- onlarla birlikte çıkmayacaklarını bilmiştir,

"Eğer onlarla savaşılırsa, şüphesiz onlara yardım etmezler." Onların böyle davranacaklarını Allah bilmiştir, demektir.

Daha sonra şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak gerisin geriye dönerler." Bu âyeti ile de olmayacak bir şey eğer olacak olsaydı, ne şekilde olacağını haber vermektedir. Bu da yüce Allah'ın:

"Eğer geri döndürülürlerse, yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler," (el-En'âm, 6/28) âyetini andırmaktadır.

"Onlara yardım etseler bile" âyetinin, eğer Biz onlara yardım etmelerini dileseydik, bu işi onlara süslü gösterirdik. O zaman da;

"muhakkak gerisin geriye dönerler" di; anlamında olduğu da söylenmiştir.

13

Gerçekten sizin korkunuz, kalplerinde Allah korkusundan çok yer etmiştir. Bu, onların iyi anlamayanlar topluluğu olmalarındandır.

"Gerçekten sizin korkunuz" ey müslümanlar

"kalplerinde" yani Nadîroğullarının kalplerinde bir görüşe göre de münafıkların kalplerinde

"Allah korkusundan çok yer etmiştir."

Zamirin her iki kesime raci olması da mümkündür. Yani onlar sizden Rablerinden korktuklarından daha fazla korkarlar.

"Bu onların İyi anlamayanlar topluluğu olmalarındandır." Yani Allah'ın azamet ve kudretini bilemeyişlerindendir.

14

Onlar sizinle topluca, ancak surlarla çevrilmiş kasabalarda yahut duvarlar arkasından savaşırlar. Kendi aralarında savaşları şiddetlidir. Sen onları bir arada sanırsın ama kalpleri darmadağınıktır. Bu onların akıllarını kullanmayan bir topluluk olmalarındandır.

"Onlar" yahudiler

"sizinle topluca ancak surlarla çevrilmiş" kendilerini size karşı koruyacaklarını sandıkları etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş

"kasabalarda yahut" korkaklıkları ve sizden korkmaları sebebiyle arkalarında gizlenecekleri

"duvarlar arkasından savaşırlar."

"Duvarlar" lâfzı genel ularak çoğul okunmuştur. Ebû Ubeyde ve Ebû Hâtim'in tercihi budur. Çünkü bu, yüce Allah'ın:

"Surlarla çevrilmiş kasabalarda" âyetine benzemektedir ve bu üu çoğuldur.

İbn Abbâs, Mücahid, İbn Kesîr, İbn Muhaysın ve Ebû Amr ise tekil olarak: "Duvar" diye okumuşlardır. Çünkü tekil de çuğulun anlamını ifade eder. Bazı Mekkeli kıraat âlimlerinin "cim" harfini üstün, "dal" harfini de sakin olarak: diye okudukları da rivâyet edilmiştir ki, bu da "duvar" lâfzının tekil söyleniş şekillerinden birisidir. Bu okuyuşun, onlar hurmalıklarının ve ağaçlarının arkasından (sizinle savaşırlar) anlamında olması da mümkündür. Çünkü baharın başlangıcında hurma ağaçlarının meyveleri tomurcuklanmaya başlandığında: "Hurma tomurcuk verdi" denilir. ise bir çeşit bitki olup, bunun da tekili dir.

Bu lâfız "cim" harfi ötreli, "dal" harfi de sakin olarak: "Duvarlar" diye de okunmuştur ki; bu şekli tekil olan; çoğuludur. Bununla birlikte tekilindeki elifin: "Kitab" lâfzının elifine, çoğulundaki elifin ise: Zarifler" lâfzının elifine benzemesi de mümkündür. Bunun benzeri bir lâfız kullanımı da: "Hecin bir dişi deve" ile: "Hecin dişi develer" lâfzıdır. Çünkü tesniye olarak: "İki hecin deve" denilir. Buna göre tekil ile çoğul lâfzı lâfız itibariyle birbirine benzemekle birlikte, anlam itibariyle farklılık göstermektedir. Bu açıklamayı İbn Cinnî yapmıştır.

"Kendi aralarında savaşları" yani birbirlerine düşmanlıkları

"şiddetlidir." Mücahid dedi ki:

"Kendi aralarında" sözlü ve "yemin olsun böyle yapacağız" diye tehdit savurmak şeklindeki

"savaşları şiddetlidir."

es-Süddi de şöyle demiştir: Maksat onların kalplerinin ayrılıklarıdır. Öyle ki onlar hiçbir iş üzerinde görüş birliğine varmazlar.

"Kendi aralarında savaşları şiddetlidir" âyetinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Onlar bir düşman ile karşılaşmayacak olurlarsa, kendi aralarında kendilerinin oldukça güçlü ve çetin kuvvet sahibi olduklarını söylerler. Ancak düşman ile karşılaştıklarında yenilirler, bozguna uğrarlar.

"Sen onları" Mücahid'e göre yahudilerle münafıkları, yine ondan gelen bir rivâyete göre sadece münafıkları, es-Sevrî'ye göre müşriklerle kitab ehlini

"bir arada sanırsın ama kalpleri darmadağınıktır."

Katade de şöyle açıklamıştır;

"Sen onları bir arada sanırsın." Bir iş ve bir görüş etrafında toplu olduklarını zannedersin.

"Ama kalpleri darmadağınıktır" ayrılık içerisindedir. Çünkü batıl ehlinin görüşleri farklı farklıdır. Şahitlikleri de farklıdır, hevâları (yani din ve mezheb görüşleri) ayrı ayrıdır. Bununla birlikte hak ehline düşmanlıkta birleşirler, bir aradadırlar.

Yine Mücahid'den şöyle açıkladığı rivâyet edilmiştir: Yüce Allah münafıkların dininin yahudilerin dinlerinden farklı olduğunu kastetmiştir. Bu âyet, müslümanların onlara karşı manevi güçlerini pekiştirmek içindir. Şair de şöyle demiştir:

"Birliği bozan bir niyetin şikâyetini Allah'a arzederim.

(Çünkü) bugün bu niyet darmadağınıktır; halbuki dün bir arada idi."

İbn Mes’ûd'un kıraatinde; "Onların kalpleri daha ileri derecede darmadağınıktır" şeklindedir. Onların ayrılıkları, ihtilâfları daha çetindir anlamındadır.

"Bu onların akıllarını kullanmayan bir topluluk olmalarındandır."

Onların bu şekildeki darmadağınıklıkları ve kâfirlikleri kendisiyle Allah'ın emirlerini kavrayacakları akıllarının olmayışındandır.

15

Bunların halleri kendilerinden az öncekilerinki gibidir. Onlar yaptıklarının vebalini tatmışlardır. Onlar için çok acıklı bir azâb da vardır.

İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah bu âyetle Kaynukaoğullarını kastetmektedir. Allah mü’minleri Nadiroğullarından önce onlara karşı muzaffer kılmıştı.

Katade de; bununla Nadiroğullarını kastetmektedir, der. Allah Kurayzaoğullarından önce mü’minleri onlara karşı muzaffer kıldı. Mücahidin görüşüne göre de maksat Bedir günü bozguna uğrayan Kureyş kâfirleridir. Âyetin Nadiroğullarından önce Nûh (aleyhisselâm)'dan itibaren Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar yüce Allah'ın küfürleri sebebiyle kendilerinden intikam almış olduğu herkes hakkında genel olduğu da söylenmiştir.

"Vebalini" küfürlerinin cezasını

"tatmışlardır" anlamındadır.

Sözü edilenlerin Kurayzaoğulları olduğunu söyleyenler

"yaptıklarının vebalini" âyetini, Sa'd b. Muâz'ın verdiği hükmü kabul ederek savaşı bırakanlar hakkında yorumlar. Sa'd b. Muâz Kurayzaoğulları hakkında savaşçıların öldürülmesi ve kadın ve çocukların esir edilmesi şeklinde hüküm vermişti. Bu ed-Dahhak'ın görüşüdür. Kastedilenlerin Nadiroğulları olduğunu söyleyenler ise

"yaptıklarının vebalini" sürgüne gönderilmeleri ve yurtlarından uzaklaştırılmaları diye açıklar. Nadiroğullarının sürgüne gönderilmeleriyle Kurayzaoğulları hakkında hükmün uygulanması arasında iki yıllık bir zaman geçmiştir. Bedir gazvesi ise Nadiroğulları gazvesinden altı ay önce olmuştur. Bundan dolayı yüce Allah

"az öncekilerinki" diye buyurmuştur. Bazıları da Nadiroğulları gazvesinin Uhud'dan sonra olduğunu söylemiştir,

"Onlar için" ahirette

"çok acıklı bir azâb da vardır."

16

Onların durumu şeytanın insana: "Kâfir ol" dediği zamanki durumu gibidir. Kâfir olunca: "Muhakkak ki ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" der.

"Onların durumu şeytanın İnsana: 'Kâfir ol' dediği zamanki durumu gibidir" âyeti yüce Allah'ın münafık ve yahudilere yardım sözünde durmayıp, onlara verdikleri yardımcı olmak vaadini yerine getirmeyişlerine bir örnektir. Atıf harfi hazfedilerek

"ve onların durumu... şeytanın... durumu gibidir" demeyişi atıf harfinin hazfedilmesinin çokça görülen bir şey oluşundan dolayıdır. Nitekim (aradaki atıf harflerini hazfederek): "sen akıllısın, sen kerimsin, sen âlimsin" demek de böyledir.

Âyette Kimin Kastedildiğine Dair Rivâyet

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edildiğine göre şeytanın kendisine:

"Kâfir ol!" dediği insan yanında saraya tutulan bir kadına dua etmek üzere bırakılmış rahib bir kimse idi. Şeytan ona teşvikte bulunarak o kadın ile ilişki kurdu, kadın da hamile kaldı. Daha sonra rezil ulmak korkusu ile o kadını öldürdü. Şeytan o kadının yakınlarına bulunduğu yeri gösterdi. Manastırına gelerek rahibeden manastırından inmesini istediler. Şeytan ona, kendisine secde edecek olursa, onu ellerinden kurtaracağı vaadinde bulundu. Rahib ona secde edince ondan uzak olduğunu belirterek rahibi kadının yakınlarıyla başbaşa bıraktı. Bunu Kadı İsmail ile Ali b. el-Medini, Süfyan b. Uyeyne'den diye rivâyet etmişlerdir. Süfyan, Amr b. Dinar'dan o Urve b. Âmir'den, o Ubeyd b. Rifâa ez-Zürakî'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye rivâyet etmişlerdir. Bu rahibe dair haberi İbn Abbâs ve Vehb b. Münebbih uzunca zikretmişlerdir. Her ikisinin lâfızları arasında farklılık vardır.

İbn Abbâs'ın Bu Husustaki Rivâyeti

İbn Abbâs yüce Allah'ın:

"...şeytanın... durumu gibidir" âyeti hakkında dedi ki: Fetret döneminde Bersisa diye anılan manastırında yetmiş yıl boyunca ibadet etmiş ve bu zaman zarfında bir göz açıp kırpacak kadar bir süre dahi Allah'a isyan etmemiş bir rahib vardı. Bu rahib İblisi gerçekten bitkin düşürmüştü. İblis şeytanların azgınlarını toplayarak dedi ki: Aranızdan benim yerime Bersîsa'nın hakkından gelecek bir kimse yok mu!? Ebyad adındaki ve peygamberler ile uğraşmakla görevli olan şeytan -ki aynı zamanda vahiy veriyormuş gibi ona vesvese vermek maksadıyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize Cebrâîl suretinde görünen budur, bunun üzerine Cebrâîl gelmiş, ikisinin arasına girdikten sonra eliyle bu Ebyad'ı itmiş ve Hind'in en uzak yerine düşmüştür, İşte yüce Allah'ın:

"Büyük bir güç sahibidir, Arş'ın sahibinin nezdinde yüksek bir mevkii vardır" (et-Tekvîr, 81/20) âyeti bunu anlatmaktadır.- dedi ki: Senin adına onun hakkından ben gelirim. Bunun üzerine Ebyad rahiblerin kılığına büründü. Başının ortasını da traş etti ve Bersisa'nın manastırına gitti. Ona seslendi, fakat rahib ona cevab vermedi. Çünkü ancak on günde bir namazından başka bir yere dönerdi ve on günde bir orucunu açardı. Kesintisiz olarak on, yirmi hatta daha fazla süre oruç tutardı. Ebyad, Bersîsa'nın kendisine cevap vermediğini görünce, o da manastırının dib taraflarında ibadete yöneldi. Bersisa namazını bitirdikten sonra Ebyad'ın rahiblere yakışır çok güzel bir şekilde namaz kılmakta olduğunu gördü. Bundan dolayı ona cevab vermediğine pişman oldu. Ne istiyorsun? deyince, Ebyad; Seninle birlikte olmayı, senin edebinle edeblenip senin amelini Örnek almayı ve hep birlikte ibadet edelim istiyorum. Rahib: beninle uğraşacak vaktim yok deyip, yine namazına döndü. Ebyad da namaza koyuldu. Bersisa, Ebyad'ın çok gayretle ibadet ettiğini görünce, ona: İhtiyacın ne? diye sordu. Ebyad: İzin ver de yanına çıkayım, dedi. Ona izin verdi ve Ebyad bir sene onunla birlikte kaldı. Kırk günde sadece bir gün oruç yiyordu. Namazından başka bir yere kırk günde bir dönüyordu, Bazan seksen güne kadar sürdüğü de oluyordu, Bersisa onun bu gayretini görünce, kendisinin yaptığını küçümsemeye başladı. Sonra Ebyad ona şöyle dedi: Benim Allah'ın kendileri vasıtasıyla hastayı, mübtelayı ve deliyi şifaya kavuşturduğu birtakım dualarım vardır deyip, bu duaları ona öğretti. Ebyad, İblisin yanına varınca, Allah'a yemin ederim o adamı helâk ettim, dedi. Sonra bir adama musallat olup, boğazını sıkmaya koyuldu. Daha sonra onun akrabalarına -insan suretinde görünerek- dedi ki: Sizin bu adamınız delirmiş, onu tedavi edeyim mi? Onlar: Evet dediler. Bu sefer: Onu etkileyen kadın cinne gücüm yetmiyor, fakat sîz bunu alın Bersisa'ya götürün, o Allah'ın İsm-i A'zamını bilir. Allah'tan bu -ismi anılarak bir şeyler istenirse verir, o ismi anılarak O'na dua edilirse duayı kabul eder, dedi. Bu adamı alıp Bersisa'ya götürdüler, o da bu duaları okudu, şeytan onu bırakıp gitti.

Daha sonra Ebyad insanlara bu işleri yapıp duruyor, sonra onlara Bersisa'ya gitmelerini söylüyor, götürdükleri hastalar da iyileşiyorlardı. Üç erkek kardeşi olan kralların kızlarından birisine gitti. Babaları bir kraldı. Bu kral ölmüş, sonra da kardeşini yerine tayin etmişti. Bu kızın amcası İsrailoğulları arasında bir hükümdardı. Ebyad bu kıza işkence etmeye ve boğazını sıkıştırmaya koyuldu. Daha sonra yakınlarına kızı tedavi etmek isteyen bir doktor suretinde gelip: Onun bu şeytanı çok azgındır, ona güç yetirilemez. Fakat siz bu kızı alıp Bersisa'ya götürün, onun yanında bırakın. Şeytanı geleceği vakit onun için dua edecek ve iyileşecek, dedi. Yakınları; Bersisa bizim bu isteğimizi kabul etmeyecektir, dediler. Şeytan onlara şöyle dedi: Onun manastırının yanında siz de bir manastır inşa ediniz, sonra da kızı oraya bırakıp bu kız senin yanında bir emanettir, mükâfatını Allah'tan bekleyerek onu tedavi et, deyiniz. Bersisa'dan kızı yanında bırakmasını istediler, kabul etmeyince bir başka manastır inşa ederek kızı oraya bıraktılar. Bersisa namazını bırakip kızı ve kızın güzelliğini görünce oldukça etkilendi. Şeytan kıza geldi ve boğazını sıkıştırmaya koyuldu. Namazını bırakıp, kıza dua etti, şeytan onu bırakıp gitti. Daha sonra yine namazına yöneldi. Şeytan tekrar kıza geldi ve boğazını sıkıştırmaya başladı. Bu arada Bersisa görecek şekilde üstünün başının açılmasını da sağlıyordu. Sonra şeytan ona gelerek, ne oluyor sana? dedi. Sen onunla yat, onun benzerini bulamazsın, Bundan sonra da tevbe edersin. Şeytan bu telkinlerini sürdürüp durdu. Sonunda o kız ile birlikte oldu, kız da hamile kaldı ve hamileliği görülmeye başladı. Bu sefer şeytan ona: Yazıklar olsun sana, sen rezil oldun. Onu öldür de öyle tevbe et ve rezil olma! Şayet sana gelip kızlarının nerede olduğunu soracak olurlarsa, onun şeytanı geldi, onu alıp götürdü, dersin. Bunun üzerine Bersisa kızı öldürdü ve geceleyin onu gömdü. Şeytan elbisesinin bir ucunu yakalayarak toprağın dışında kalmasını sağladı. Bersisa namazına geri döndü.

Daha sonra şeytan kızın kardeşlerinin rüyasına girip: Bersisa kızkardeşinize şunları şunları yaptı ve onu öldürdükten sonra şu şu tepede gömdü, dedi. Kardeşleri böyle bir şeyin olamayacağını kabul etmekle birlikte Bersisa'ya: Kızkardeşimize ne yaptın? dediler. O: Şeytanı onu alıp gitti, dedi. Onlar da rahibi tasdik ettiler ve çekip gittiler.

Daha sonra yine şeytan rüyalarına girerek: Kızkardeşiniz şöyle şöyle bir yerde gömülüdür. Onun elbisesinin bir ucu da toprağın dışındadır, dedi. Denilen yere gidip kızkardeşlerini buldular. Rahibin manastırını yıktılar, oradan onu indirip boğazına ip dolayarak krala götürdüler. Kralın önünde yaptıklarını itiraf etti, kral da öldürülmesini emretti. Asılacağı vakit şeytan: Beni tanıyor musun? dedi. O: Allah'a yemin ederim ki hayır deyince, sana o duaları öğreten arkadaşın benim, dedi. İsrailoğulları arasında en çok ibadet eden kişi sen iken Allah'tan korkmadın mı, utanmadın mı? Hem kendini rezil edecek şekilde bu yaptığın işler sana yetmedi mi? Bu yaptıklarını da ikrar ettin ve senin gibi insanları da rezil ettin. Şayet sen bu halinle ölecek olursan, senden sonra senin benzerlerinden hiçbir kimse asla iflah olmayacaktır. Bersisa: Peki ne yapayım? deyince, şeytan: Bir tek hususta bana itaat et. Ben de seni onlardan kurtaracağım, onların seni görmemelerini sağlayacağım dedi. Bu nedir? deyince, şeytan: Bana sadece bir defa secde edeceksin dedi. Bersisa: Yapayım deyip, Allah'tan başka ona secde etti. Şeytan: Ey Bersisa dedi, işte senden istediğim buydu ve nihayet sen Rabbine kâfir oldun, O'nu inkâr ettin. Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım, dedi.

Vehb b. Münebbih'in Bu Husustaki Rivâyeti

Vehb b. Münebbih de dedi ki: İsrailoğulları arasında âbid birisi vardı. Çağının en çok ibadet edenlerindendi. Onun döneminde bir kızkardeşleri bukınan üç kardeş vardı. Bu kızkardeşleri bakire olup ondan başka da kızkardeşleri yoktu. Her üçünün de savaşa gitmeleri gerekti. Kızkardeşlerine kimin göz kulak olacağını bilemedikleri gibi, kimin yanında güvenip bırakacaklarını, kime emanet edeceklerini de bilemediler. Nihayet kızkardeşlerini İsrailoğullarının o âbid kişisi yanında bırakmak üzere görüş birliğine vardılar. Ona İçten içe güven duyuyorlardı. O âbide gidip kızkardeşlerini yanında bırakmak istediklerini söylediler, bunu kabul etmesini istediler. Böylelikle kızkardeşleri onun gözetimi altında ve onun yakınında kalacak, savaştan geri dönünceye kadar onu görüp gözetecekti. Âbid bunu kabul etmeyerek, onlardan ve kızkardeşlerinden Allah'a sığındı, Onların isteklerini kabul edinceye kadar ona ısrar edip durdular.

Nihayet şöyle dedi: Onu benim manastırımın karşısındaki bir eve yerleştirin. Onlar da kızkardeşlerini öyle bir eve yerleştirdiler, sonra onu bırakıp gittiler. Bir süre o âbidin komşusu olarak kaldı. Ona manastırından yemek götürüyor, bu yemeği manastırın kapısında bırakıyordu. Sonra kapısını kilitleyip manastırına çıkıyordu. Arkasından kıza evinden çıkıp kendisine koyduğu yemeği almasını söylüyordu. Şeytan yumuşak bir şekilde hayır işlemekte onu teşvik edip durdu. Kızın evinden gündüzün çıkmasının büyük bir iş olduğunu ona telkin ediyor ve birilerinin onu görüp de ona bağlanma ihtimalini hatırlatarak, korkutuyordu.

Bu şekilde bir süre devam etti. Daha sonra İblis ona gelerek hayır ve mükâfat şevkini arttırmaya çalıştı ve ona şöyle dedi: Bu kıza verdiğin yemeği kendin götürüp onun evine bırakacak olursan, elbetteki bu senin alacağın ecir ve mükâfatı daha bir arttıracaktır. Bu telkinlerini sürdürüp durdu. Nihayet âbid, kıza götürdüğü yemeği alıp evine kadar bırakmaya başladı. Bu şekilde de bir süre devam etti. Sonra yine İblis ona geldi, onu hayra teşvik etti ve hayır işleme arzusunu harekete geçirerek dedi ki: Sen onunla konuşsan, onunla sohbet etsen de o da senin sohbetinle sıkıntısını giderse. Çünkü o çok ileri derecede yalnızlıktan sıkılmış bulunuyor. İblis bu husustaki telkinlerini sürdürüp durdu. Nihayet manastırının üst tarafından una bakıp bir süre onunla konuşmaya başladı. Bundan sonra iblis yine ona gelerek dedi ki: Bu kızın yanına insen de manastırının kapısında oturup onunla konuşsan, o da kendi evinin kapısında oturup seninle konuşursa, bu onun için daha bir yalnızlığını giderici olur. Bu husustaki telkinlerini sürdürdü, nihayet âbidin manastırından inmesini, manastırının kapısında oturup o kızla konuşmasını, kızın da evinden çıkmasını sağladı. Bu şekilde bir süre konuşmaya devam ettiler.

Daha sonra İblis ona gelerek, yaptığı bu davranışı dolayısıyla hayır ve mükâfat alacağı arzusunu uyandırdı, teşviklerde bulunup dedi ki: Manastırının kapısından çıkıp da, evinin kapısına yakın bir yerde otursan, bu onun için daha bir teselli edici olur. Bunu da yaptırımcıya kadar bu telkinlerini sürdürdü. Nihayet bir süre de böylece devam etti.

Arkasından yine İblis gelerek onu hayır işlemeye ve kıza karşı yaptığı bu tutumu dolayısıyla elde ettiği güzel sevapları telkine koyuldu ve ona şöyle dedi: Evinin kapısına yaklaşıp sen onunla -o da evinden çıkmaksızın- konuşsan dedi. Abid bunu da yaptı. Manastırından iniyor, kızın evinin kapısında oturup onunla konuşuyordu. Bu şekilde bir süre devam ettikten sonra yine İblis ona gelerek şöyle dedi: Onunla birlikte eve girsen, onunla konuşsan, Böylece de kimseye yüzünü göstermesine imkân ummasan senin için daha güzel olur.

Bu telkinlerini de sürdürdü ve nihayet eve de girdi. Bütün gün boyunca kızla konuşmaya başladı, akşam oldu mu manastırına çıkıp gidiyordu. Bundan sonra yine İblis ona geldi. Kızı ona güzel gösterip durdu, nihayet âbid eliyle baldırına vurdu, onu öptü. İblis kızı gözünde güzel göstermeye ve davranışını ona hoş göstermeye devam edip durdu. Sonunda kız ile birlikte oldu ve kız hamile kaldı, ondan bir çocuğu doğdu. İblis ona gelerek: Peki ya bu kızın kardeşleri gelip senden bir çocuğunun olduğunu görürlerse, sen ne yapacaksın? Senin rezil olmayacağından yahutta onların seni rezil etmeyeceklerinden emin değilim. Git, onun oğlunu tut, kes ve göm. Şüphesiz ki kız, kardeşlerinin kendisine yaptığım öğrenecekler korkusuyla senin bu yaptığını gizleyecektir. Âbid bunu da yaptı.

Bu sefer ona şöyle dedi: Sen onun oğlunu öldürmüşken, ona yaptıklarını kardeşlerinden gizleyeceğini mi zannediyorsun? İyisi mi onun da boğazını kes ve oğluyla beraber onu da göm.

İblis bu telkinlerini sürdürüp durdu. Nihayet o kızın da boğazını kesti ve oğluyla birlikte onu da çukura gömdü. Üzerine çok büyük bir kaya örttü ve dümdüz bir şekilde de toprakla kapattı. Manastırına çıkıp orada yine kendisini ibadete verdi. Bu haliyle Allah'ın dilediği kadar bir süre kaldı.

Nihayet kızın kardeşleri savaştan geri döndü. Adamın yanına gelerek, kızkardeşlerini sordular. Vefat haberini onlara bildirdi ve kıza Allah'tan rahmetler diledi, ağlayıp: O çok iyi bir kızdı. İşte bu da onun kabri, onu görün, dedi, Kardeşleri kabrine giderek, kabri başında ağladılar. Allah'tan ona rahmetler dilediler. Günlerce kabri başında durduktan sonra, yakınlarına geri döndüler.

Geceleyin yataklarına çekilip uyuduklarında şeytan onlara bir yolcu suretinde göründü. En büyüklerine başlayarak ona kızkardeşlerinin durumunu sordu. O da ona; âbidin sözlerini, ölmüş olduğunu ve âbidin o kıza rahmetler okuduğunu, kızkardeşlerinin mezarını kendilerine nasıl gösterdiğini bildirdi. Şeytan bunların yalan olduğunu söyleyerek: Âbid kızkardeşiniz ile ilgili size doğruyu söylemedi. O kızkardeşinizi gebe bıraktı, ondan bir oğlu oldu. Boğazını kesti, daha sonra da sizden korkarak kızkardeşinizin de boğazını kesti, Ondan sonra bu kızkardeşinizi girenin sağ tarafında kalan kapının arkasına kazdığı bir çukura gömdü. Haydi gidip eve girin, girenin sağında kalan tarafı bulun. Şüphesiz siz kızkardeşinizi ve oğlunu size söylediğim şekilde orada göreceksiniz. Daha sonra yine ortancasının rüyasına girdi, ona da aynı şeyleri söyledi. Sonra küçüklerine gitti, ona da aynı şeyleri söyledi.

Kardeşler uyandıklarında herkes gördüğü rüyadan hayret içerisinde uyanmış oldu. Biri diğerine: Ben şaşılacak bir rüya gördüm deyip, birbirlerine neler gördüklerini söylediler. En büyükleri: Bu karmakarışık, doğruyla ilgisi olmayan bir rüyadır. Bunu bırakın da işimize bakalım dedi. En küçükleri: Ben o yere gidip oraya bakmadan işime gitmeyeceğim, dedi. Nihayet hep birlikte gittiler. Kızkardeşlerinin kaldığı eve girdiler, kapıyı açtılar. Rüyalarında kendilerine belirtilen yeri tesbit ettiler. Kızkardeşlerİ ile oğlunun kendilerine söylendiği şekilde boğazlarının kesilmiş olduğunu gördüler. Âbide durumu sordular, o da İblisin etkisi ile onlara yaptığı bu işin doğru olduğunu söyledi. Kardeşler bunun üzerine o âbidi hükümdarlarına davet ettiler. Âbid manastırından indirilip asılmak üzere getirildi. İdam edecekleri ağaca onu getirdiklerinde, şeytan ona gelip şöyle dedi: O kadın hakkında seni fitneye düşürüp sonunda seni o kadını gebe bırakacak noktaya getiren, onun ve oğlunun boğazını kesmeni telkin edenin ben olduğumu biliyorsun. Bugün bana itaat edecek ve seni yaratan Allah'ı inkâr edecek olursan, seni içinde bulunduğun bu halden kurtarırım. Nihayet âbid Allah'ı inkâr edip, kâfir oldu. Kâfir olunca da bu sefer şeytan onu ve ona musallat olanları başbaşa bıraktı, onlar da onu asıp idam ettiler. İşte şu;

"Onların durumu şeytanın insana: Kâfir ol, dediği zamanki durumu gibidir. Kâfir olunca: Muhakkak ki ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım... Zulmedenlerin cezası budur" âyeti onun hakkında nazil olmuştur.

İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah bunu yahudilerle birlikte münafiklara misal vermiştir. Şöyle ki; yüce Allah peygamberine Nadiroğullarını Medine'den sürmesini emredince, münafıklar onlara: Yurdunuzdan çıkmayın. Eğer müslümanlar sizinle savaşırlarsa, biz sizinle birlikte oluruz. Sizi çıkartırlarsa yine sizinle birlikte çıkarız, diye gizlice haber gönderdiler. Bunun üzerine Nadiroğuîları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile savaştılar, fakat münafıklar onlara yardımcı olmadı. Şeytanın âbid Bersisa'dan uzak olduğunu belirttiği gibi, onlardan uzak kaldılar. Artık bu dönemden sonra rahibler ancak takiyye yaparak ve kendilerini gizleyerek ortada görünüyorlardı. Fasıklar ve günahkâr kimseler de yahudi İlim adamlarına birtakım bühtanlarda ve çirkin isnadlarda bulundular. Nihayet rahib Cüreyc'in durumu ortaya çıktı, Allah da onun kendisine isnad edilen günahtan uzak olduğunu ortaya çıkardı.

Bir çoban ile zina edip hamile kalmış bir kadın, sözü edilen âbid Cüreyc'den hamile kaldığını söyleyerek iftirada bulunmuş;; Cüreyc de bunun üzerine bu kadının henüz süt emen yavrusuna: "Baban kim" diye sormuş;, çocuk; "Koyun çobanı" diye cevap vermiştir. Buhârî, I, 404, II, 27H, III, ?6rt; Müslim, IV. 1977; Müsned, II, 307, 3K5. 433 Bundan sonra artık rahibler rahatladı ve insanların arasına çıkmaya başladılar.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Münafıkların Nadiroğullarına verdikleri sözde durmayışları, İblis'in Kureyş kâfirlerine:

"Bugün, insanlardan sizi yenebilecek yoktur. Ben de muhakkak sizin yardımcınızım..." (el-Enfal, 8/48) demesine benzer,

Mücahid dedi ki: Burada insandan kasıt, şeytanın kendilerini aldatması hususunda bütün insanlardır. Yüce Allah'ın;

"İnsana kâfir ol dediği zaman" âyeti da şeytanın insanı: Ben kâfirim diyecek hale gelinceye kadar aldatması demektir. Şeytanın:

"Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" sözü ise bir gerçek değildir. O şeytanın insandan uzak olduğunu anlatmak maksadıyla kullandığı bir ifadedir. Bu yüce Allah'ın:

"Muhakkak ki ben senden uzağım" diye aktardığı sözünün bir tekididir. Nâfî, İbn Kesîr ve Ebû Amr: “Muhakkak ki ben" lâfzındaki "ye"yi üstün okumuşlar, diğerleri ise sakin (harekesiz bir med harfi olarak) okumuşlardır.

17

Sonra ikisinin de akıbetleri orada ebedi olmak üzere ateşin içinde kalmalarıdır. Zulmedenlerin cezası işte budur.

"Sonra İkisinin" yani şeytanın ve o insanın

"de akıbetleri orada ebedi olmak üzere ateşin içinde kalmalarıdır" âyetindeki:

"Ebedi olmak üzere" âyeti hal olarak nasbedilmiştir.

Âyeti rahib ve şeytan hakkında özel olarak kabul eden kimseler için bunun tesniye (ikisinin akıbetleri) lâfzı açıkça anlaşılır. Bunun insan türü hakkında böyle olduğunu kabul edenlere göre de mana şöyle olur: Her iki kesimin ya da her iki sınıfın da akıbeti.,.

"İkisinin de akıbetleri" lâfzının nasb ile gelmesi ise; 'in haberi olduğundan dolayıdır. Bunun ismi ise;

"Ateşin içinde kalmaları" âyetidir.

el-Hasen ise bunun aksine olarak; "İkisinin de akıbetleri...dir diye okumuştur. el-Ameş ise: "İkisi... de orada ebedidirler" diye ref ile okumuştur. Ancak bu okuyuş mushafın yazısına muhaliftir. Ref’ ile okunması bu lâfzın: in haberi olmasına ve zarfın ("ateşin içinde" anlamındaki lâfzın) mülga olması (i'rab durumunun gözönünde bulundurulmaması)na binaendir.

18

Ey îman edenler! Allah'tan korkun! Herkes yarın için ne hazırladığına bir baksın. Allah'tan korkun! Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

"Ey îman edenler!" Emir ve yasakları hususunda farzlarını eda etmek ve mahiyetlerinden kaçınmakta

"Allah'tan korkun. Herkes yarın" Kıyâmet günü

"İçin ne hazırladığına bir baksın."

Araplar gelecekten

"yarın" diye sözederler. Buradaki

"yarın"ın, kıyâmetin çok yakın olduğuna dikkat çekmek için zikredildîği de söylenmiştir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Şüphesiz ki yarın, gözetleyenler için pek yakındır."

el-Hasen ve Katade der ki: Yüce Allah kıyâmeti âdeta yarın gerçekleşecekmiş gibi pek yakın göstermektedir. Şüphesiz ki gelecek olan herbir şey yakındır, ölüm de kaçınılmaz olarak gelecektir.

"Ne hazırladığı"; hayır ya da şer türünden yaptıkları demektir.

"Allah'tan korkun" âyeti burada tekrar edilmiştir. Bir kimseye: Çabuk ol, çabuk ol, at, at demeye benzer.

Birinci takvadan kastın geçmiş günahlardan tevbe etmek, ikincisinden maksadın gelecekte günahlardan sakınmak anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır" âyeti ile ilgili olarak Said b. Cübeyr: Sizin ne yaptığınızı, neler ettiğinizi bilir, demektir, demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

19

Allah'ı unuttukları için, Allah'ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi de olmayın. İşte onlar fâsıkların ta kendileridir.

"Allah'ı unuttukları" emirlerini terkettikleri

"için, Allah'ın da kendilerini kendilerine" İbn Hibban'ın açıklamasına göre kentlileri lehine hayır işlemeyi

"unutturduğu kimseler gibi de olmayın."

Bunun, Allah'ın hakkını unutup Allah'ın da kendilerine kendi haklarını unutturduğu kimseler gibi olmayın, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Süfyan yapmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır:

"Allah'ı"; Ona şükretmeyi, O'nu tazim etmeyi terketmek suretiyle

"unuttukları için Allah'ın da kendilerini kendilerine unutturduğu" birbirlerine azâbı hatırlatmayı unutturduğu

"kimseler gibi de olmayın." Bu açıklamayı İbn Îsa nakletmiştir.

Sehl b. Abdullah dedi ki: Günah İşledikleri vakit

"Allah'ı unuttukları için, Allah'ın da" tevbe sırasında

"kendilerini, kendilerine unutturduğu kimseler gibi de olmayın."

Yüce Allah

"kendilerine unutturduğu" âyetinde fiili kendisine nisbet etmiştir. Çünkü bu kendilerinin terkettiği, O'nun emir ve nehiyleri sebebiyle plmuştur. Onları kendi emir ve nehiylerini terkcdenler olarak bulmuştur, demek olduğu da söylenmiştir. Mesela; bir kimsenin öğülür bir durumda olduğunu gördüğümüz takdirde: "Ben adamı öğütecek bir halde gördüm" dememiz buna benzer.

Bir diğer açıklamaya göre: Rahatlık zamanlarında

"Allah'ı unuttukları için, Allah'ın da kendilerini" zorlu ve sıkıntılı zamanlarda

"kendilerine unutturduğu kimseler gibi de olmayın" demektir.

"İşte onlar fâsıkların ta kendileridir." İbn Cübeyr isyankârların, İbn Zeyd yalancıların... diye açıklamışlardır.

Fısk; asıl anlamı itibariyle sınırın dışına çıkmaktır. Yüce Allah'ın İtaatinin dışına çıkanlar... demektir.

20

Cehennemlikler ile cennetlikler bir olmaz. Cennetlikler muradlarına erenlerin ta kendileridir.

"Cehennemlikler ile cennetlikler" fazilet ve mertebe itibariyle

"bir olmaz. Cennetlikler muradlarına erenlerin" yakınlaştırılıp kendilerine ikramda bulunulanların

"ta kendileridir." Ateşten kurtulanların ta kendileridir diye de açıklanmıştır. Bu âyetin anlamına dair açıklamalar daha önce el-Mâide Sûresi'rtde yüce Allah'ın:

"De ki: Murdar ile temiz... hiçbir zaman bir olmaz." (el-Mâide, 5/100); âyeti ile es-Secde Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Mü’min kimse, fasık kimse gibi midir!? Bunlar eşit olmazlar." (es-Secde, 32/18) âyeti ve Sâd Sûresi'nde:

"Îman edip salih amel işleyenleri yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi kılarız? Yahut takva sahiblerini günahkârlar gibi mi kılarız?" (Sad, 38/28) buyrukları açıklanırken geçmiş bulunmaktadır, tekrarlamanın bir anlamı yoktur. Yüce Allah'a hamdolsun.

21

Şayet Biz bu Kur ân'ı bir dağa indirse idik, muhakkak ki Allah'ın korkusundan onun başını eğerek dağılıp parça parça olduğunu görürdün. İşte Biz, bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.

"Şayet Biz bu Kur'ânı bir dağa İndirse idik... Onun başını eğerek dağılıp parça parça olduğunu görürdün" âyeti Kur'ân-ı Kerîm'in verdiği öğütler üzerinde iyice düşünmeye bir teşvik olup düşünmeyi terketmenin geçerli bir mazereti bulunmadığını açıklamakladır. Çünkü dağlara akıl verilip bu Kur'ân ile hitab edilecek olsa o dağlar Kur'ân'ın verdiği Öğütlere itaatle boyun eğerler ve sapasağlam ve güçlü yapılarına rağmen Allah korkusundan ötürü başlarını eğerek, paramparça oldukları görülecektir.

"Huşu' duyan (mealde boyun eğen)' zillet gösteren; "Çatlayan" (mealde: parça parça olan) yarık yarık olan demektir.

Yüce Allah, o dağı mükellef kılacak olsaydı, kendisine itaat karşısında

"başını eğecek"; Allah'a isyan eder de Allah kendisini cezalandırır korkusu ile de "parça parça okcak'tı diye de açıklanmıştır.

Bunun kâfirler için verilmiş bir örnek olduğu da söylenmiştir.

"İşte Biz bu misalleri insanlara... veriyoruz." Yani eğer bu Kur'ân-ı Kerîm bir dağa indirilmiş olsaydı, bu Allah'ın vaadi dolayısıyla boyun eğer, tehdidi karşısında da paramparça olurdu. Fakat sizler, ey Kur'ân'ın i'câzı karşısında hiçbir şey yapamayanlar, O'nun vaadlerini arzulamıyor, tehdidlerinden korkmuyorsunuz.

Hitabın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olduğu da söylenmiştir. Yani Biz -ey Muhammed- bu Kur'ân'ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, o dağ yerinde duramaz ve Kur'ân'ın üzerine iniği dolayısıyla parçalanırdı. Fakat Biz bu Kur'ân'ı sana indirdik ve buna karşı sana sebat verdik.

O vakit bu ifade, yüce Allah'ın dağların dahi sebat gösteremeyeceği şeylere karşı kendisine sebat verdiğinden ötürü ona üzerindeki Allah'ın lütfünun bir hatırlatması manasına gelir.

Âyetin ümmete bir hitab olduğu ve yüce Allah eğer bu Kur'ân ile dağları uyarıp korkutmuş olsaydı, Allah korkusundan dağların parçalanacağı demek olduğu da söylenmiştir. İnsan güç itibariyle dağlardan daha az, fakat sebatı daha çoktur. O bakımdan o itaat edecek olursa, Kur'ân'ın hakkını yerine getirmiş olur. Diğer taraftan isyan etmesi halinde de bu hitabı reddedebilecek gücü de vardır. Çünkü ona mükâfat vaadi yapılmış, ceza göreceği belirtilerek isyandan uzak kalması istenmiştir.

22

O Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Görünmeyeni de, görüneni de bilendir. O Rahmân'dır, Rahîm'dir.

"O Allah'tır ki O'ndan başka hiçbir İlah yoktur. Görünmeyeni de, görüneni de bilendir." İbn Abbâs gizliyi de, açığı da bilendir, diye açıklamıştır. Olmuşu ve olacağı diye de açıklanmıştır. Sehl, âhîreti de, dünyayı da bilendir, diye açıklamıştır.

"Görünmeyen: Gayb"in kulların bilmediği ve görmediği şeyler

"Görünen: şehadet"in ise bilip gördükleri şeyler olduğu da söylenmiştir.

"O Rahmân'dır, Rahîm'dir" âyetine dair açıklamalar da daha önceden (Besmele bahsi, 23- baslıkta) geçmiş bulunmaktadır.

23

O Allah'tır ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Meliktir, Kuddûs'tür, Selâmdır, Mü’mindir, Müheymindir, Azîz'dir, Cebbâr'dır, Mütekebbir'dir. Allah koştukları ortaklardan münezzehtir.

"O Allah'tır ki, Ondan başka hiçbir İlah yoktur. Melîktir, Kuddûstür." Hertürlü eksiklikten münezzeh, her türlü kusurdan arınmıştır.

"el-Kades" Hicazlıların şivesinde kova demektir. Çünkü onunla temizlenilir. Kuyudan kendisi ile su çıkartılan kaplardan birisini ifade etmek üzere kullanılan: (.......) de buradan gelmektedir. Siheveyh ilk harflerini üstün okuyarak "kaddûs, sebbûh" derdi. Ebû Hatîm'in Yakub'dan naklettiğine göre o el-Kisâî'nin yanında Ebû'd-Dinar künyeli fasih bir bedevi Arabın "el-kaddûs" diye okuduğunu duymuştur.

Sa'leb dedi ki: "Fe'ûl" veznindeki herbir ismin ilk harfi üstündür. "Se'ffûd, kellûb, tennûr, semmûr ve şebbût" gibi. Ancak "es-subbûh" ve "el-kuddûs" isimlerinde ilk harflerinin ötreli okunması daha cok görülen bir şeydir, fethah okundukları da olur. Ötreli olarak "ez-zurrûlı" da böyledir, fethalı okunduğu da olur.

"Selam'dir" yani eksikliklerden uzak olandır, demektir. İbnu'l-Arabi dedi ki: İlim adamları -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- Allah hakkında "es-selâm" dediğimiz takdirde, bunun esenlik sahibi (eksikliklerden kurtulmuş) anlamına geldiği üzerinde ittifak etmişlerdir, Ancak bu eksiklikten uzak oluşun nisbet yönü hususunda üç ayrı görüşler; vardır:

1- Her türlü kusurdan uzak ve her türlü eksiklikten beri demektir.

2- Selâm sahibi anlamındadır, Yani cennette kullarına selâm verecek olandır. Yüce Allah'ın:

"Çok merhametli Rabbden 'selam' denir." (Yasin, 36/58) âyetinde olduğu gibi.

3- Bütün yaratıkların zulmünden yana uzak kaldığı yüce zat anlamındadır.

Derim ki: el-Hattabî'nin görüşü de budur. Buna ve bundan Önceki görüşe göre "es-selâm" yüce Allah'ın fiilî bir sıfatıdır. Onun her türlü kusur ve eksiklikten uzak olduğu anlamına göre ise, zatî bir sıfatıdır. "es-Selâm"ın kullarına esenlik veren anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Mü’min'dir." Yani rasûllerine mucizeler vermek suretiyle tasdik edendir, mü’minlere vaadettiği mükâfatı, kâfirlere de tehdit ettiği azâbı vermek suretiyle vaad ve tehdidini doğru olarak gerçekleştirendir. Bir görüşe göre "el-mü’min" dostlarını azabından yana, kullarını zulmünden yana emin kılandır. Mesela Ona eman verdi, güvenlik verdi" ifadesi korkunun zıttı olan güvenlikten gelmektedir. Nitekim yüce Allah da:

"Ve korku dan kendilerine güvenlik verendir." (Kureyş, 106/4) diye buyurmuştur. İşte bu şekilde güvenlik veren kimse "mü’minMir. Şair en-Nâbiğa şöyle demektedir;

"Karşıda yükselen tepe ile birbirine girmiş ağaçlar arasında

Mekkeli süvarilerin, Katettiği yerlerdeki Beyt'e sığınan kuşlara (bile) güvenlik verendir."

Mücahid dedi ki: el-Mu'min: Kendi zatını

"Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını... açıkladı."(Al-i Imran, 3/18) âyeti ile tevhid edendir.

İbn Abbâs dedi ki: Kıyâmet gününde tevhid ehlini ateşten çıkaracak olandır, İlk çıkartılacak olan kişi ise ismi bir peygamber adına vıygun düşendir. Nihayet ismi bir peygamber adına uymayan kimse orada kalmayınca, yüce Allah diğerlerine şöyle diyecektir: Sizler müslümanlarsınız, Ben de es-Selâm'ım. Sizler mü’minlersiniz, Ben de el-Mü’min'im diyecek ve bu iki ismin bereketiyle onları cehennem ateşinden çıkartacaktır.

"Müheymindir, Azizdir" âyetinde geçen

"el-Müheymin" ismine dair açıklamalar el-Mâide Sûresi'nde (5/48. âyetin tefsirinde) el-Azîz ismine dair açıklamalar da birkaç yerde (mesela, el-Bakara, 2/129. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

"Cebbâr'dır." İbn Abbâs: O Azim'dir diye açıklamıştır. Allah'ın ceberûtu O'nun azameti demektir. Bu görüşe göre "el-Cebbâr" zad bir sıfattır ve Arapların: "Büyük bir hurma ağacı" ifadelerinden gelmiş olur. İmruu’l-Kays da şöyle demiştir:

"Dalları sık, birbirine girmiş, kırmızı taze hurmaların bulunduğu

Salkımları çok yüksek, büyük ve yüce hurma ağaçları."

Şair burada elin uzanamadığı bir hurma ağacını anlatmaktadır.

Buna göre bu ismin, yüce Allah'ın azametine, eksikliklerin ve sonradan yaratılmışların sıfatlarının O'na erişmekten takdis edildiğine delâlet eder.

Bunun ıslah etmek anlamına gelen "el-cebr"den geldiği de söylenmiştir. Mesela; "Kemiği ıslah ettim (sardım), o da ıslah oldu (kaynadı)" tabiri kırılışından sonra yerine getirilip, düzeltilmesi için kullanılır, o vakit; kalbi kırık olanın gönlünü hoşedip, fakiri zengin kılmayı anlatmak üzere kullanılan: "Cebretti, düzeltti," fiilinden "fe'âl" vezninde bir isim olur.

el-Ferrâ' der ki: Bu bir işi yapmaya mecbur etmek yani ona zurlamakdan gelir. Yine el-Ferrâ' şöyle demiştir; Ben "fe'al" kipinin "ef ale"den getirilişini sadece "cebbar" ismi ile; (.....)'den getirilen "derrâk" isminden duymuşumdur, başkasını bilmiyorum.

"el-Cebbâr"ın satvetine karşı konulamayan, satvetine tukat getirilemeyen anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Mütekebbir'dir." Rububiyetinde pek büyük olandır. Ona benzer hiçbir şey yoktur. Her türlü kötülükten büyük, kendisine yakışmayan yaratılmışların vasıflarından ve kötü niteliklerden büyük ve yüce anlamına geldiği de söylenmiştir. "Kibr" ve "kibriyâ"nın asıl anlamı, kendisini korumak, uzak tutmak ve emir ve âyetlere bağlılığın azlığı anlamındadır. Humeyd b. Sevr şöyle demiştir:

"Yavrunun iz bırakmadan yol alışı gibi yol aldı da

Binilmesi zor devenin büyüklüğüne sahib oluverdi -halbuki o sırtına binilen idi"

Kibriya Allah'ın sıfatı olarak övgüdür. Ancak yaratılmışların sıfatı olursa, yergi ifade eder. Sahih'le Ebû Hüreyre'den rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şanı yüce ve mübarek Rabbinden şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Kibriya Benim ridâm, azamet Benim elbisemdir. Bunların herhangi birisinde kim benimle çekişecek olursa, Ben de onun belini kırar, sonra da onu cehenneme atarım, " Ebû Dâvûd, IV, 59; İbn Mâce, II, 1397; Müsned, II, 248, 376, 414, 427, 442

"el-Mütekebbir"in "el-âlî: en yüce" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah, kendisini büyüklük sıfatına sahip kılmak için herhangi bir gayrete gerek duymaktan pek yüce olduğundan ötürü "el-kebîr; zatı ile büyük" demek olduğu da söylenmiştir. Nitekim Arapçada lâfzı "Zulmetti" anlamına, şekli; "Sövdü" anlamına, de Karar kıldı" anlamında kullanılabilmektedir. İşte "el-mütekebbir" de "el-kebir: büyük" anlamında kullanılmıştır. Bu kalıptaki fiiller mahluka nisbet edildiği takdirde kendisinde bulunmayan bir şeye sahip olmak için kendisini zorlaması anlamını ifade ettiği halde, bu kip yüce Allah hakkında kullanılacak olursa, bu anlamı ifade etmez. Yanı vezin böyle olsa dahi bizatihi o sıfata sahib olduğu şeklinde anlaşılır

Daha sonra yüce Allah kendi zatını tenzih ederek:

"Allah koştukları ortaklardan" celâlet ve azameti ile

"münezzehtir."

24

O Allah'tır ki Haliktır, Bâri'dir, Mûsavvir'dir. En güzel isimler yalnız Onundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nu teşbih eder, O Azîz'dir, Hakîm'dir.

"O Allah'tır ki Hâlik'tir, Bâri'dir, Mûsavvir'dir." Burada

"el-Hâlik" takdir eden,

"el-Bâri’" yoktan var edip ortaya çıkartan,

"el-musavvir" suretleri şekillendirip onları değişik şekillerde terkib eden demektir. Buna göre suret vermek, yaratmaya ve yoktan meydana getirmeye terettüb eder ve bunlara tabidir.

"Suret vermek: Tasvir" de şekillendirmek ve çizgilerini belirlemek demektir. Allah insanları annelerinin karnında üç ayrı yaratılışta var eder. Onu önce bir alaka (sülük gibi), sonra bir çiğnemlik et haline getirir, sonra da onu bir suret sahibi kılar. Bu da suret sahibi olduğu kendisiyle tanınacak şeklî ve özellikleriyle başkasından ayrılmasını sağlayacak şekilde şekillendirilmesi demektir. Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir! Şair en-Nâbiğa şöyle demektedir:

"O Hâlik'tir, Bâri'dir, rahimlerde suret verendir,

Kan haline gelinceye kadar suya."

Bazıları yaratmayı suret vermek anlamında kabul etmişlerse de durum böyle değildir. Çünkü suret vermek sonradan olur, takdir ilkin olur, var edip yoktan ortaya elkarmak (Bari'lik) ikisi arasında olur. Yüce Allah'ın:

"Hani Benim iznimle çamurdan bir kuş suretine benzer bir şeyi yapıyordun (halkediyordun,)." (el-Mâide, 5/110) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır. Şair Züheyr de şöyle demiştir:

"Ve Sen yarattığını kemaliyle var edensin; fakat bazıları

Yaratır, sonra gereği gibi var edemez."

Şair burada şunu anlatmak istemektedir: Sen önce dilediğini takdir eder, sonra onu takdirine uygun olarak gerçekleştirir, yerine getirirsin. Senden başkası ise tamamlaya ma yatağı ve maksadını gerçekleştiremeyeceği şeyleri takdir eder. Bu ise ya onun takdir ederken tasavvurundaki eksikliği yahutta maksadını tamamlamaktan yana âciz olmasından ötürüdür. Biz bütün bunlara dair yeterli açıklamaları "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Allah'a hamdolsun.

Hâtıb b. Ebi Beltea'dan rivâyete göre o: diye ikinci kelimenin "vav" ve "ra': harfini üstün okumuştur, Kendisine suret verileni yoktan var eden, demektir. Bu da suret verdiği varlığı değişik şekilleriyle birini diğerinden ayırdeden demektir. Bunu ez-Zemahşerî zikretmiştir.

"En güzel isimler yalnız O'nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nu teşbih eder. O Azîz'dir, Hakîm'dir." Bunu dair açıklamalar da daha önceden (mesela el-Bakara, 2/32 ve 129. âyetler ile el-İsra, 17/44. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben can dostum Ebû'l-Kasım Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Allah'ın en büyük ismi (İsm-i A'zam'ı)na dair soru sordum da şöyle buyurdu: "Ey Ebû Hüreyre, sen el-Haşr Sûresi'nin sonlarını çokça okumaya bak!" Aynı soruyu ona bir daha sordum, o da bana aynı cevabı tekrarladı. Bir daha ona sordum, yine bana aynı cevabı verdi. Elimizin altındaki kaynaklarda tesbit edemedik

Câbir b. Zeyd dedi ki: Şüphesiz ki Allah'ın İsm-i Azamı bu âyetin konumu dolayısıyla "Allah"dır. Enes b. Malikten rivâyete göre Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim el-Haşr Sûresi'nİ okursa, Allah ona geçmiş ve gelecek (küçük) günahlarını bağışlar. " Bu rivâyetin kaynağını teshil edemedik

Ebû Umâme'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim gece ya da gündüzün el-Haşr Sûresi'nin son âyetlerini okuyacak olur da Allah o gece yalım o gün onun canını alırsa, Allah'ın onu cennete koyması vacib olur." Benzer anlamdaki Ma'kil b. Yesâr'dan gelen rivâyet sûrenin girişinde kaydedilmişti. Oradaki ilgili nota bakınız.

0 ﴿