SÂF SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

el-Maverdînin naklettiğine göre; bütün müfessirlerin görüşüne göre Medine'de inmiştir. Mekke'de indiği de söylenmiştir. Bunu da en-Nehhâs, İbn Abbus'tan rivâyet etmiştir. Ondört âyettir.

1

Göklerde ve yerde olan herşey Allah'ı teşbih eder. O Azizdir, Hakimdir.

Bu âyete dair açıklamalar daha Önceden (el-Hadîd, 57/1 'in tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

2

Ey Îman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız;

1- Âyetlerin Nüzul Sebebi:

"Ey îman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?" âyeti ile ilgili olarak Dârimî Ebû Muhammed, Müsned'inde şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize Muhammed b. Kesir, el-Evzai'den haber verdi. O Yahya b. Ebi Kesir'den, o Ebû Seleme'den, o Abdullah b. Selam'dan dedi ki: Biz Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bir grub kendi aramızda konuşarak dedik ki: Yüce Allah'ın hangi ameli daha çok sevdiğini bilseydik elbette ki onu işlerdik. Bunun üzerine yüce Allah:

"Göklerde ve yerde olan herşey Allah'ı teşbih eder. O Azîzdir. Hakimdir. Ey Îman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?" âyetlerini -(Abdullah) onu (sûreyi) bitirinceye kadar (okudu)- indirdi. Abdullah dedi ki; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onu (o sureyi) bize sonuna kadar okudu. Ebû Seleme dedi ki: İbn Selam da onu (sûreyi sonuna kadar) bize okudu. Yahya dedi ki: Ebû Seleme de onu bize (sonuna kadar) okudu. Yahya da onu bize okudu. el-Evzaî de onu bize okudu. Muhammed de onu bize okudu. Dârimî, II, 263; Tirmizî, V, 412; Hakim. Müstedrek, II, 7HT 248

İbn Abbâs dedi ki: Abdullah b. Revâha dedi ki; Bizler Allah'ın amellerden hangisini daha çok sevdiğini bilseydik, elbette onu işlerdik; fakat cihad emri inince ondan hoşlanmadılar,

el-Kelbî dedi ki: Mü’minler Ey Allah'ın Rasûlü dediler. Şayet bizler Allah'ın hangi ameli daha çok sevdiğini bilseydik, biz de o isi yapmaya daha çok koşardık. Bunun üzerine:

"Sizi çok acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi?" (es-Saf, 61/10) âyeti nazil oldu. Bir süre böylece beklediler ve bu arada şöyle diyorlardı: Bu ticaretin ne olduğunu bilseydik, elbetteki onu mallarımızı, canlarımızı, eşimizi, dostumuzu feda ederek satın alırdık. Yüce Allah bu ticareti onlara:

"Allah'a ve Rasûlüne îman edersiniz, mallarınızla, canlarınızla Allah'ın yolunda cihad edersiniz" (es-Saf, 61/11) âyeti ile gösterdi. Uhud günü sınandılar, fakat kaçtılar, İşte sözlerine bağlı kalmadıkları için onları ayıplamak üzere bu sûre nazil oldu.

Muhammed b. Ka'b dedi ki: Yüce Allah Peygamberine Bedir şehidlerinuı sevabını haber verince, ashab: Şahid ol, Allah'ım dediler. Yemin olsun biz bir savaşta bulunacak olursak, şüphesiz o uğurda bütün gücümüzü harcayacağız; fakat Uhud günü kaçtıklarından ötürü Allah bu davranışları sebebiyle onları ayıpladı.

Katade ve ed-Dahhak dediler ki: Bu âyet -hiç de böyle bir şey yapmadıkları halde-: Biz cihad ettik ve çeşitli belâ ve sıkıntılara maruz kaldık, diyen bir topluluk hakkında inmiştir.

Suhayb dedi ki: Bedir günü müslümanlara eziyet vermiş, onlara oldukça sıkıntılar ve zorluklar tattırmış bir kişi vardı. Ben de onu öldürdüm. Bir başka adam: Ey Allah'ın Peygamberi gerçekten ben filan kişiyi öldürdüm, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunun üzerine çok sevindi. Ömer b. el-Hattâb ile Abdu'r-Rahmân b. Avf: Ey Suhayb, dediler niye filanı sen öldürdüğünü haber vermedin? Filan kişi yalan yere onu öldürdüğünü iddia etti. Bunun üzerine Suhayb ona durumu haber verince, Peygamber: "Böyle mi ey Ebû Yahya?" diye buyurdu. Suhayb: Allah'a yemin olsun ki evet ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme, o şahsı yalan yere öldürdüğünü iddia eden kişi hakkında nazil oldu.

İbn Zeyd dedi ki: Âyet münafıklar hakkında inmiştir. Onlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabına şöyle diyorlardı: Sizler savaşmak üzere çıkar ve savaşacak olursanız, biz de sizinle birlikte çıkar ve sizinle birlikte savaşırız. Fakat müslümanlar savaşmak üzere Medine'nin dışına çıktıklarında onları bırakıp geri döndüler ve geri kaldılar.

2- Bir İtaati Yapmayı Adayan Bir Kimsenin Bu Adağını Yerine Getirmesi Gereği:

Bu âyet-i kerîme itaat olan herhangi bir işi yapmayı üzerine alan kimsenin bu taahhüdüne bağlı kalmasını vacib kılmaktadır.

Müslim'in Sahih'inde Ebû Mûsa'dan rivâyete göre o, Basralı kurrâya (Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup, bellemiş olanlara) haber gönderdi. Huzuruna Kur'ân-ı Kerîm'i okumuş üçyüz kişi geldi. Şöyle dedi: Sizler Basralıların en hayırlıları ve Kur'ân'ı en iyi bilenlerisiniz. Bunu okuyunuz ve sakın üzerinizden fazla zaman geçmesin. O takdirde sizden öncekilerin kalpleri katılaştığı gibi sizin kalpleriniz de katılaşır. Biz uzunluğu itibariyle ve ağır muhtevası dolayısıyla et-Tevbe Sûresi'ne benzettiğimiz bir sûreyi okuyorduk, onu unuttum. Şu kadar var ki ben o sûreden şunu bellemiş bulunuyorum: "Şayet Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı bulunsa, onlara bir üçüncüsünün katılmasını ister. Bununla birlikte Âdemoğlunun karnını topraktan başka bir şey doyurmaz. Yine bizler müsebbihât (sebbaha lillahi... diye başlayan) sûrelerinden birisine benzettiğimiz bir sureyi de okuyorduk, onu da unuttum. Şu kadar var ki ben o sûreden:

"Ey îman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz" âyetini bellemiş bulunuyorum. İşte bu sizin boynunuza kıyâmet gününde kendisinden sorumlu tutulacağınız bir tanıklık olarak yazıldı Müslim, 11, 726

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bütün bu hususlar dinen sabit şeylerdir. Sözünü ettiği yüce Allah'ın:

"Ey îman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz" âyeti dinde hem lâfız, hem mana itibariyle bu sûrede sabittir. "Bu kıyâmet gününde kendisinden sorumlu tutulacağınız boynunuza bir şehadet olarak yazıldı" sözüne gelince, bu da mana itibariyle dinde sabit olmuş bir husustur. Bir kimse üzerine bir yükümlülük aldığı takdirde seran onu yerine getirmesi gerekir. Üstlenilen yükümlülük iki kısımdır. Biri adaktır, bu da iki kısma ayrılır. Başından beri yüce Allah'a yakınlaşmak maksadıyla yapılan adak. Bir kimsenin: "Allah için bir namaz kılacağım, oruç tutacağım, sadaka vereceğim" demesi ve buna benzer Allah'a yakınlaştırıcı amelleri adamasıdır. Bu gibi adakları yerine getirmenin gereği icma ile kabul edilmiştir.

İkincisi ise mubah olan bir adaktır. Bu da gerçekleşmesi istenen bir şarta bağlı olarak yapılan adaktır. Bir kimsenin: Benini misafirim eğer geri dönecek olursa, üzerime bir sadaka vermek borç olsun demesi gibi; yahutta gerçekleşmesini arzu etmediği bir şarta bağlı olarak yaptığı adaktır. Eğer Allah beni filanın şerrinden koruyacak olursa, bir sadaka vermek borcum olsun demesine benzer.

Bu tür adağın bağlayıcılığı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Malik ve Ebû Hanife, böyle bir adağın gereğini yerine getirmesi gerekir, demişlerdir. Şafii bu husustaki görüşlerinden birisinde: Böyle bir adağı yerine getirmesi gerekmez, demiştir.

Ancak âyetin umumi İfadesi bizim lehimize bir delildir. Çünkü âyet-i kerîme bu mutlak ifadesiyle ister bir şarta bağlı olsun, ister olmasın herhangi bir şekilde yapmadığı şeyi söyleyen kimseyi yermeyi ihtiva etmektedir.

Şâfiî'nin mezhebine mensub ilim adamları da şöyle demişlerdir: Adak ancak Allah'a yakınlaştırıcı amel türlerinden olan ve sadece O'na yaklaşmak maksadı güdülen şeyler olabilir. Bu tür işler ise her ne kadar Allah'a yakınlaştırıcı ameller türünden ise de bunlarla Allah'a yakınlaşmak maksadı güdülmemiştir. Sadece kişinin kendisini bir işi işlemekten alıkoyması yahutta bir işi yapmaya yönelmesi maksadını gülmüştür.

Biz deriz ki: Allah'a yakınlaştırıcı şer'î ameller -her ne kadar Allah'a yakınlaştırıcılık özelliğini taşıyor olsalar dahi- birtakım meşakkatler ve birtakım yükümlülüklerden ibarettir. Böyle bir kimse ise bir menfaati elde etmek yahut bir zararı önlemek maksadı ile yüce Allah'a yakınlaştırıcı böyle bir ameli yerine getirme külfetini üzerine almış bulunmaktadır. Dolayısıyla bu tutumuyla da teklifin izlediği yolun dışına çıkmamış ve yine yüce Allah'a yakınlaşmak maksadını sürdüren bir kimsedir.

İbnu'l-Arabî der ki: Eğer söylenen söz bir vaad mahiyetinde ise bu ya o kimsenin: Evlenecek olursan sana bir dinar katkım olacaktır yahut: Filan ihtiyacını satın alacak olursan ben de sana şunu veririm, demesi gibi bir sebebe bağlı olur. Fukahânın icmaı ile bu sözü yerine getirmesi gerekir. Yahutta şarttan uzak mücerred bir vaad olursa, mutlak ifadesi ile bunu yerine getirmesi gerekir. Bu görüş sahipleri âyetin nüzul sebebini esas almışlardır. Çünkü rivâyet olunduğuna göre ashab şöyle diyordu: Bizler hangi amelin daha faziletli ya da Allah tarafından daha çok sevildiğini bılsek elbette ki onu işlerdik. Bunun üzerine yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi. Bu rivâyet kabul edilmesinde pek sakınca olmayan bir hadistir, Mücahid'den de rivâyet olunduğuna göre Abdullah b. Revâha bunu işitince şöyle demişti: Ben öldürülünceye kadar Allah yolunda kendimi vakfetmeye devam edeceğim.

Bana göre sahih olan: Mazeret hali müstesna, verilen sözün her durumda yerine getirilmesinin vacib olduğudur.

Derim ki: Malik dedi ki: Bir kimse bir diğerinden kendisine bir şeyler hibe etmesini isteyip de o kimse: Evet dediği halde, sözünü daha sonradan yerine getirmemeyi uygun görecek olursa, benim görüşüme göre verdiği bu sözü yerine getirmek zorunda değildir.

İbnu'l-Kasım dedi ki: Bir kimse borçlulara söz vererek: Onun (borçlumun) size yapacağı ödemeyi ona hibe ettiğime dair sizi şahit tutuyorum diyecek olursa, bu ifade onun için bağlayıcı olur. Ama: Evet, ben bunu yapanın, deyip de daha sonra başka bir kanaate sahip olması halinde bunu yerine getirmek zorunda olmayacağı görüşündeyim.

Derim ki: Yani bu hususta onun aleyhine hüküm verilmez. Fakat ahlaki faziletler ve güzel insani davranış açısından bunu yerine getirmesi gerekir. Çünkü yüce Allah verdiği sözü gerçekleştiren ve adağının gereğini yerine getiren kimseleri överek şöyle buyurmuştur:

"Ahidleşince akidlerini yerine getirenler..." (el-Bakara, 2/177);

"Kitapta İsmail'i de an! O sözünde durandı..." (Meryem, 19/54) Buna dair açıklamalar daha önceden (Meryem, 19/54-55. âyetler, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

3- Sözünü, Dediğini Yerine Getirmeyenler:

en-Nehaî dedi ki: Üç ayet-i kerîme insanlara kıssa yoluyla öğütler vermeme engel oldu:

"İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?" (el-Bakara, 2/44);

"Size yasakladığım şeylere kendim uymayarak size (emrettiklerime) aykırı davranmak istemiyorum" (Hud, 11/88) buyrukları ile:

"Ey Îman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?" âyetidir.

Hafız Ebû Nuaym'in rivâyetine göre Malik b. Dinar, Sumâme'den, o Enes b. Malik'ten şöyle dediğini nakletmiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İsraya götürüldüğüm gece dudakları ateşten makaslarla kesilen ve her kesildikçe tekrar dudakları uzayan bir topluluğun yanından geçtim. Bunlar kimlerdir, ey Cebrâîl diye sordum, dedi ki: Bunlar yapmadıkları şeyleri söyleyen, Allah'ın Kitabını okuyup da amel etmeyen ümmetinin hatipleridir,” Ebû Naym, Hilye, II, 386

Seleften birisinden nakledildiğine göre ona: Bize hadis naklet, denildi fakat o sustu. Daha sonra tekrar: Bize hadis naklet deyince, şu cevabı verdi: Benim yapmadığım şeyleri söyleyip böylelikle Allah'ın hışmını çabuklaştıracağımı mı zannediyorsunuz.

4- Kişinin Yapmadığı ve Yapmayacağı Şeyleri Söylemesi:

"Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?" âyeti, insanın yapmadığı ve yapmayacağı iyi şeylerden kendisi hakkında sözetmesi sebebiyle bir azar ve bir inkâr (red) anlamında bir istifham (soru)dır. Eğer kişinin bu söylediği şeyler geçmişe dair ise yalan olur, geleceğe dair ise verdiği sözde durmamak olur. Her ikisi de yerilmiş davranışlardır.

Süfyan b. Uyeyne yüce Allah'ın:

"Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz" âyetini şöyle açıklamıştır: Yani o işi yapmanın size bırakılmadığı hususları ne diye söylersiniz? Sizler bu işleri yapıp yapmayacağınızı bilemezsiniz.

Buna göre ifade sözün reddedilmesi hususunda zahirine göre yorumlanmış olmaktadır.

3

Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah'ın yanında büyük bir hışmı gerektirir.

5- Yapmayacağı Şeyi Söylemenin Vebali:

"Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah'ın yanında büyük bir hışmı gerektirir" âyeti Şafii'nin bu husustaki iki görüşünden birisi olan tartışma ve gazab halinde verilen söze bağlı kalmanın gereğine delil gösterilebilir.

Âyetteki: "...me" mübtedâ olarak gelmiş olup ondan önceki ifadeler de haberdir. Şöyle Duyurulmuş gibidir: Yapmayacağınız şeyi söylemeniz yerilmiş bir iştir. Bununla birlikte hazfedilmiş bir mübtedânın haberi de olabilir.

el-Kisâi dedi ki: Bu edat burada ref konumundadır. Çünkü:

"Büyük" lâfzı; Kardeşin çok kötü bir adamdır" konumunda bir fiildir.

"Hışmı" ifadesi de temyiz olarak nasbe dilmiştir. Yani onların yapmadıkları şeyi söylemesi hışım itibariyle çok büyüktür. Hal olduğu da söylenmiştir. ("Hışım olarak..." demek olur).

"ile Hışım duymak" iki mastardır. Mesela insanlar tarafından sevilmeyen bir kimse hakkında: "Sevilmeyen bir kişi" denilir.

4

Gerçek şu ki, Allah kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi, saf bağlayarak çarpışanları sever.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Allah'ın Sevdiği Savaşçıların Hali:

"Gerçek şu ki, Allah kendi yolunda... saf bağlayarak çarpışanları sever"

âyetindeki:

"Saf bağlayarak" lâfzı; demektir. (Meal de buna göredir,) Mef'ûl ise hazfedilmiştir ki, kendilerini saf saf dizerek, anlamındadır.

"Birbirine kenetlenmiş bina gibi" âyeti hakkında el-Ferrâ' birbirine kurşun ile kaynatılmış... diye açıklamıştır. el-Müherred de şöyle demiştir: Bu âyet, bina yaparken yapıyı birbirine kaynaştırıp, tek bir parça imişcesine taşlan birbirine yakınlaştırılması halini anlatmak üzere: tabirinden alınmıştır.

Bir başka açıklamaya göre bu "dişlerin birbirine kenetlenmesi" demek olan: dan gelmektedir. "Birbirine yapışmak, bitişmek" demektir. "Safta birbirine bitiştiler" tabiri de buradan gelir.

Âyetin anlamı şöyle olur: Allah kendi yolunda cihad esnasında binanın sağlamca yerinde durması gibi yerinde sebat gösterip, yerinden ayrılmayan kimseleri sever.

Said b. Cübeyr dedi ki: Bu, yüce Allah'ın düşmanlarıyla savaşması esnasında mü’minlerin nasıl olmaları gerektiğine dair Allah'ın bir talimatıdır.

2- Piyadenin Savaşması ile Süvarinin Savaşması;

Bazı tevil bilginleri bu âyeti piyadenin çarpışmasının süvarinin çarpışmasından daha faziletli olduğuna delil göstermişlerdir. Çünkü süvariler bu şekilde dizilme imkânına sahib değildir.

el-Mehdevî dedi ki: Ancak böyle bir yorum doğru olamaz. Çünkü gerek ecir, gerek ganimet açısından süvarinin daha faziletli olduğuna dair âyetler gelmiş bulunmaktadır. Bununla birlikte süvariler de âyet-i kerimenin ifade ettiği anlamın dışında görülemezler. Çünkü âyetin ifade ettiği anlam sebat göstermeye dairdir.

3- Saftan Çıkmak, Ne Zaman Câiz Olabilir?

İnsanın bir ihtiyacı olması yahut İmâmın göndereceği bir mesaj ya da değerlendirilmesi gerektiği hususunda görüş ayrılığı bulunmayan bir fırsat gibi yerinde durmak sırasında ortaya çıkmayacak bir menfaat sözkonusu olmadıkça safın dışına çıkmak câiz değildir.

Mübareze (teke tek çarpışmak) maksadı ile safın dışına çıkmak ile ilgili görüş ayrılığı vardır. Birincisine göre düşmana korku vermek, şehadeti istemek ve savaş şevkini güçlendirmek maksadı ile bunda bir sakınca yoktur. Bizim mezhebimize mensub ilim adamları ise: Hiçbir kimse böyle bir istek ile leke tek çarpışmak üzere ortaya çıkmaz. Çünkü böyle bir tutumda riyakârlık ve yüce Allah'ın yasaklamış olduğu düşman ile karşılaşmak için çıkmak sözkonusudur. Mübareze ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Bedir günü ve Hayber gazvelerinde olduğu gibi, kâfirin talebi üzerine olmalıdır. Selefin uygulaması da bu şekildedir.

Bu hususa dair yeterli açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın;

"Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın" (el-Bakara, 2/195) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

5

Hani Mûsa kavmine: "Ey kavmim! Gerçekten benim Allah'ın size gönderdiği peygamberi olduğumu bildiğiniz halde niçin bana eziyet ediyorsunuz?" demişti. Onlar sapıp eğrilince Allah da kalplerini çevirdi. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete iletmez.

Yüce Allah cihâdın durumunu sözkonusu edince

"Hani Mûsa kavmine... demişti" âyeti ile Mûsa ve Îsa'nın tevhidi emredip Allah yolunda cihad ettiklerini ve onların emirlerine aykırı davrananların ilâhî cezaya maruz kaldıklarını açıklamaktadır.

Ey Muhammed, sen kavmine şu kıssayı anlat, demektir.

"Ey kavmim! Gerçekten benim Allah'ın size gönderdiği peygamberi olduğumu" ve peygambere saygı gösterilip onun tazim edilmesi gerektiğini

"bildiğiniz halde niçin bana eziyet ediyorsunuz?"

Bu eziyet daha önce el-Ahzab Sûresi'nin sonlarında (33/69- âyetin tefsirinde) geçtiği gibi; hayalarının şişkin olduğu iftirasında bulunmalarıdır. Karun kıssasında sözü edilen Karun'un bir kadına Mûsa hakkında kendisi ile zina ettiğini iddia etmesini telkin etmesi (bk. el-Kasas, 28/76-77. âyetlerin tefsiri) onların:

"Ey Mûsa! Onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı yap!" (el-Araf, 7/138) demeleri ve:

"Sen ve Rabbin gidiniz, savaşınız." (el-Mâide, 5/24) demeleri ile: Harun'u sen öldürdün, demeleri -ki bu husus da daha önceden (el-Araf, 7/155. âyetin tefsirinde) geçmiş idi- hep ona yaptıkları eziyetler arasındadır.

"Bildiğiniz" âyetinin başına: gelmesi tekid içindir. Hakkında hiçbir şüphenizin sözkonusu olmadığı kesin bir şekilde bildiğiniz halde... anlamındadır.

"Onlar" hakları

"sapıp eğrilince Allah da kalplerini" hidayetten

"çevirdi."

Bir başka açıklamaya göre:

"Onlar" itaatten

"sapıp eğrilince Allah da kalplerini" hidayetten

"çevirdi" demektir. Bir diğer açıklamaya göre:

"Onlar" imandan

"sapıp eğrilince Allah da kalplerini" sevaptan

"çevirdi" demektir.

Yine denildiğine göre; onlar Rasûle saygı göstermek ve Rabbe itaat etmek gibi emrolunduklarını terkedince; yüce Allah bu yaptıklarına karşılık onlara ceza olmak üzere kalplerinde sapıklığı yarattı.

6

Hani Meryem oğlu Îsa da: "Ey İsrailoğulları! Muhakkak ben Allah'ın sîze gönderdiği peygamberiyim. Benden önceki Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olan bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim" demişti. Onlara apaçık delillerle gelince, onlar: "Bu, apaçık bir büyüdür" dediler.

"Hani Meryem oğlu Îsa da... demişti." Yani onlara bu kıssayı da zikret, Meryem oğlu Îsa'nın, Mûsa (aleyhisselâm)’ın dediği gibi:

"Ey kavmim" demeyerek

"ey İsrailoğulları" demesinin sebebi, onun kendileri ile bir neseb bağının olmayışından, dolayısıyla İsrailoğullarının onun kavmi olmamasından dolayıdır.

"Muhakkak ben Allah'ın size" İncil ile

"gönderdiği peygamberiyim. Benden önceki Tevrat'ı doğrulayıcı" çünkü Tevrat'ta benim niteliklerim yer almaktadır ve ben size Tevrat'a aykırı bir şey getirmediğim için benden uzaklaşmamaksınız.

"Ve benden sonra gelecek ve adi: Ahmed olan bir peygamberi müjdeleyici" doğrulayıcı

"olarak geldim."

Buradaki:

"Müjdeleyici olarak" âyeti hal olarak nasbedilmiştir. Bundaki âmil ise; "peygamber göndermek" anlamındaki fiildir. "Size" âyeti ise "rasûl: peygamber"in sılasıdır.

"Benden sonra" lâfzını Nafi, İbn Kesîr ve Ebû Amr diye; "yev harfini üstün olarak okumuştur. es-Sülemî, Zirr b. Hubey ve Âsım'dan rivâyetle Ebû Bekr'in kıraati de budur. Ebû Hatim de bunu böylece tercih etmiştir, çünkü bu bir isimdir. Tıpkı" Senden sonra" tafzındaki "kef" ile: Kalktım lâfzındaki "te" harfi gibidir, diğerleri ise sakin ("ye" harfini harekesiz) okumuşlardır. Bu "ye" harfi hazf ile -yani telaffuz edilmeyerek; diye de okunmuştur.

"Ahmed" Peygamber efendimizin adıdır. Bu fiilden değil de sıfattan aktarılmış özel bir isimdir. Bu da tafdil maksadı ile kullanılan; kipindeki sıfattır. Buna göre

"Ahmed"; Rabbine hamdedenlerin en çok hamdedeni demektir. Bütün peygamberler Allah'a hamdedicidir. Peygamberimiz Ahmed ise onların en çok hamdedenleridir. "Muhammed" de aynı şekilde bir sıfattan aktarılmıştır. Bu da "Mahmud" anlamındadır. Şu kadar var ki bunda mübalağa ve tekrar anlamı da vardır. O halde "Muhammed" ardı arkasına hamdedilen (övülen) kimse demektir. Tıpkı "mükerrem" lâfzının ardı arkasına kerem sahibi kılınan, anlamına gelmesi gibi. "el-Mumeddeh" ve benzeri isimler de böyledir. O halde "Muhammed" lâfzı manasına uygundur. Şanı yüce Allah kendisine bu ismi vermeden önce ona bu ismi vermiş bulunmakladır. İşte bu da onun peygamberliğinin alâmetlerindendir. Zira onun ismi anlam itibariyle onun hakkında doğrunun ifadesidir. O kendisine hidayet olunduğu şeyler dolayısıyla, onun vasıtasıyla sağlanılan ilim ve hikmet faydalarından ötürü Mahmud (öğülen)dir. Âhirerte de şefaati dolayısıyla Mahmud'dur. Lâfzın gerektirdiği şekilde "hamd (övgü)" anlamı tekrarlanmış bulunmaktadır. Diğer taraftan o Rabbine hamdedip Rabbi de ona peygamberlik vererek onu şereflendirinceye kadar "Muhammed': olmamıştır. Bundan Ötürü "Muhammed" adından önce

"Ahmed”: ismi zikredilmiş olmaktadır ki; Îsa (aleyhisselâm) bunu anarak

"ve ismi Ahmed olan" demiştir. Mûsa (aleyhisselâm) da Rabbi kendisine: Bu ümmet Ahmed'in ümmetidir, deyince: Allah'ım beni de Ahmed'in ümmetinden kıl diyerek onun bu ismini anmıştır. O halde yüce Allah onun Muhammed ismini zikretmeden önce

"Ahmed" diye anmıştır. Çünkü onun Rabbine hamdetmesi insanların ona hamdetmesinden (onu övmesinden) öncedir, Var olup peygamber olarak gönderilince de fiilen "Muhammed (çokça övülen)" olmuştur. Aynı şekilde şefaat edeceği vakit de yüce Rabbine, Rabbinin kendisine ilham edeceği hamd ifadeleriyle hamdedecektir. Böylelikle insanlar arasında Rabbine en çok hamdeden kişi (Ahmed) olacak, sonra şefaat edecek, sonra da bu şefaati dolayısıyla kendisine hamdedilecek (övülecek)dir.

Rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Benim Tevrat'taki ismim "Ahyed (alıp götüren, uzaklaştıran)':dir. Çünkü ben ümmetimi ateşten alıp başka tarafa uzaklaştırırım. Zebur'daki adım "el-Mâhî (silenedir. Çünkü yüce Allah benim vasıtamla puta tapıcıları mahvetmiştir. İncil'deki adım Ahmed, Kur'ân'daki adım Muhammed'dir. Çünkü ben sunu ehli arasında da, arz ehli arasında da Mahmud'um (öğülenim)." Zehebî, Mizan, 1, 3Jfi; İbn Hacer, Lisânu'l-Mîzân, 1. 351"te hadisi az farkkı kaydetmekte ve ravilerinden İshak b. Bişr Ebû Huzeyfe hakkında şunları söylemektedirler; "İshak b. Bişr b. Huzeyfe'yi, hadis ravileri terk etmiş, Ali b. el-Medini yalancı olduğunu söylemişlerdir..." Zehebî, Mizan, I, 335; İbn Hacer, Lisan, I, 45.

Sahih(-i Buhârî)de de şöyle buyurulduğu rivâyet edilmiştir: "Benim beş tane ismim vardır. Ben Muhammed'im, Ahmed'im. Ben Allah'ın benim vasıtamla küfrü silip süpürdüğü "el-Mâhî"yim ve ben insanların ayaklarımın ucunda haşrolunacağı "el-Hâşir'"îm ve ben "el-Âkib"im." Buhârî, Muslim.

Bu hadis daha önceden el-Ahzab, 33/45-46. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmakladır.

"Onlara" bir görüşe göre Îsa, bir görüşe göre de Muhammed (ikisine de Allah'ın salat ve selamı olsun)

"apaçık delillerle gelince, onlar: Bu, apaçık bir büyüdür, dediler."

"Büyü" -anlamındaki lâfzı el-Kisâî ve Hamza; "adam"ın sıfatı olmak üzere "Büyücü" diye okumuşlardır. Bunun İbn Mes’ûd'un kıraati olduğu da rivâyet edilmiştir. Diğerleri ise, Allah Rasûlünün getirdiğinin sıfatı olmak üzere; "Büyü" diye okumuşlardır.

7

İslâm'a davet edildiği halde Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.

"İslâm'a davet edildiği halde Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?" Daha zalim kimse yoktur, demektir. Buna dair açıklamalar daha önce birkaç yerde (mesela, el-En'âm, 6/21 ve 93. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Bu âyet ortaya koydukları apaçık mucizelerden sonra Îsa ve Muhammed (ikisine de salât ve selâm olsıin)'in peygamberliğini inkâr edenlerin bu tutumlarının hayret edilecek bir is olduğunu ifade etmektedir.

"Davet edildiği halde" anlamındaki âyeti Talha b. Mûsarrif "ye" harfini üstün, "dal" harfini şeddeli ve "ayn" harfini esreli olarak: "İddia ettiği halde" diye okumuştur. Bir şeyi iddia etmek ile bir şeye intisab etmek aynı anlamı ifade eder.

"Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez." Sapıklık üzere öleceğine dair hükmolunmuş kimseler, kastedilmektedir.

8

Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek isterler. Halbuki Allah -kâfirler hoş görmese bile- kendi nurunu tamamlayacak olandır.

"Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek isterler" âyetindeki;

"Söndürmek" ile; "Alevini- dindirmek" fiillerinin i':isi de ateş hakkında kullandır. Ateş ile benzer durumda olan ziya (aydınlık) ve zuhur (görünmek, ortaya çıkmak) hakkında da kullanılırlar.

"Söndürmek" bir bakıma "alevini dindirmek"den farklılık arzeder. Şöyle ki; söndürmek az ve çok hakkında kullanılır. "Alevini dindirmek" ise sadece çok hakkında kullanılır. Mesela: "Kandili söndürdüm" denilmekle birlikte "alevini dindirdim" kökünden gelen kelime kullanılarak; denilmez.

Buradaki

"Allah'ın nuru" âyeti hakkında beş görüş vardır.

1- Birinci görüşe göre bu Kur'ân'dır. Onlar Kur'ân'ı çürütmek ve sözleriyle yalanlamak isterler. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve İbn Zeyd yapmıştır.

2- İslâm'dır. Onlar sözleriyle onu bertaraf etmeye kalkışırlar. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır.

3- Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Onlar yalan ve uydurma haberlerle helâk olmasını isterler. Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır.

4- Allah'ın hüccetleri ve delilleridir. Onlar inkâr ile ve yalanlamakla onları çürütmek isterler. Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır.

5- Bu bir örnektir. Yani kim ağzıyk güneşin ışığını söndürmek isterse bunun imkânsız olduğunu göreceği gibi, hakkı çürütmeye kalkışanın durumu da böyledir. Bu açıklamayı İbn Îsa nakletmiştir.

Bu âyetin nüzûl sebebi de Atâ'nın İbn Abbâs'tan naklettiği üzere şudur; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kırk gün süreyle vahiy gelmedi. Ka'b b. el-Eşref: Ey yahudiler topluluğu, müjdeler olsun size, dedi.1 Allah, Muhammed'e indirdiklerinin nurunu söndürmüş bulunuyor. Zaten onun işini tamamlayacak değildi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) üzülünce, yüce Allah da bu âyeti indirdi ve bundan sonra da vahiyde bir kesinti olmadı. Bütün bunları el-Maverdî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- nakletmiş bulunmaktadır.

"Halbuki Allah ... kendi nurunu" dört bir yanda galip getirmek suretiyle

"tamamlayacak olandır." Bu lâfızları İbn Kesîr, Hamza, el-Kisaî ve Âsım'dan rivâyetle Hafs; "Allah nurunun tamamlayıcısıdır." diye izafet ile okumuşlardır. Yüce Allah'ın;

"Her nefs ölümün tadıcısıdır." (Âl-i İmrân, 3/185) âyeti ve benzerleri gibi. Daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/185. âyet, 2. başlıkta) geçtiği gibi. Diğerleri ise; "(.........): nurunu tamamlayacak olan" diye okumuşlardır ki; bu da gelecek anlamını ifade ettiğinden (ism-i fail kipindeki "tamamlayacak olan" anlamındaki lâfız) amel etmiştir.

"Kâfirler" yani diğer türden olan kâfirler

"hoş görmese bile."

9

O, Peygamberini hidayet ile ve hak din ile gönderendir. Çünkü onu -müşrikler hoş görmese bile- bütün dinlere üstün kılacaktır.

"O, Peygamberini" yani Muhammed'i

"hidayet ile" hak ve doğruluk ile

"ve hak din ile gönderendir."

"Çünkü onu" delil ve belgelerle

"bütün dinlere üstün kılacaktır." Savaşta bilek gücüyle galib gelmek de üstünlüğün kapsamı içerisindedir. Üstünlükten maksat ise, onun dışında bir başka dinin kalmaması değildir. Maksat müslümanların üstün ve galib gelmeleridir. Âhir zamanda İslâm'ın dışında herhangi bir dinin kalmaması da bu üstünlüğün kapsamı içerisindedir.

Mücahid dedi ki: Bu da Îsa (aleyhisselâm)'ın inip yeryüzünde İslam dininden başka herhangi bir dinin kalmayacağı zaman gerçekleşecektir.

Ebû Hüreyre dedi ki:

"Çünkü onu" Îsa'nın çıkışı ile

"bütün dinlere üstün kılacaktır." O vakit müslüman olmadık hiçbir kâfir kalmayacaktır.

Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yemin olsun ki Meryem oğlu (Îsa) adaletli bir hakim olarak inecektir. Yemin olsun haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kabul etmeyecektir. Yemin olsun dişi develer serbest bırakılacak, üzerlerinde binilmeyecek, koşulmayacaktır, Yemin olsun cimrilik, kin duymak ve kıskançlık yok olup gidecek, mal almaya (insanları) çağıracağı halde kimse onu kabul etmeyecektir." Müslim, I, 135, 136

"Üstün kılacaktır" âyetinin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı diğer dinler hakkında bilgi sahibi kılacaktır. Öyle ki onu bu dinlerin bâtıl oluş yönleri ile ve sonradan gelen müntesiNeri tarafından nerelerinin tahrif edilip nerelerinin değiştirilmiş olduğu hususunda bilgili kılacaktır.

"Dinlere" âyeti çoğul anlamındadır. (Âyet-i kerimede lâfız tekildir.) Çünkü burada "din" mastar olup çoğul anlamında da kullanılır.

10

Ey Îman edenler! Sizi çok acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi?

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Onuncu Âyetin Nüzul Sebebi ve Bu Ümmetin Ruhbanlığı Olan Cihad:

"Ey îman edenler! Sizi çok acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi?" âyeti hakkında Mukâtil dedi ki: Âyet Osman b. Maz'un hakkında İnmiştir. Şöyle ki; o Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dedi ki: Bana izin versen de Havle'yi boşasam, rahibliğe yönelip kendimi bulsam, et yemeyi kendime haram kılsam, geceleyin hiçbir zaman uyumasaın, gündüzün hiçbir zaman oruç açmasam. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki nikâh benim sünnetimdendir. İslam'da ruhbanlık yoktur. Ümmetimin ruhbanlığı Allah yolunda cihaddır. Ümmetimin burulması oruç tutmaktır. Allah'ın size helal kıldığı hoş şeyleri haram kılmayınız. Benim sünnetimden olmak üzere ben uyurum, namaz kılarım, oruç açarım, oruç tutarım. Kim benim sünnetimden yüz çevirecek olursa, benden değildir." Bu sefer Osman şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, Allah'a yemin ederim ki Allah'ın en sevdiği ticaretin hangisi olduğunu bilmeyi çok isterdim. Böylelikle ben de o ticareti yapardım. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

Yüce Allah’ın:

"Göstereyim mi" âyetinin göstereceğim anlamında olduğu söylenmiştir.

"Ticaret"den kasıt, cihaddır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur;

"Şüphesiz Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını... satın almıştır." (et-Tevbe, 9/111) Bu bütün mü’minlere yönelik bir hitaptır. Kitab ehline yönelik olduğu da söylenmiştir.

2- Azaptan Kurtuluş:

"Sizi çok acıklı" acıtıcı

"bir azaptan kurtaracak" âyetine dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Sizi... kurtaracak" anlamındaki fiil genel olarak: şeklinde; "Kurtarmak"dan gelen bir fiil olarak okunmuştur. Ancak el-Hasen, İbn Âmir ve Ebû Hayve: "sizi... kurtarıcı" diye Kurtarmaktan '"cim" harfini şeddeli olarak okumuştur.

Daha sonra yüce Allah, bu ticaretin mahiyetini açıklamaktadır. Bu da bir sonraki başlığın konusudur.

11

Allah'a ve Rasûlüne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah'ın yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bunlar sîzin için daha hayırlıdır.

3- Çok Acıklı Azaptan Kurtaracak Olan Ticaret:

Yüce Allah, bu ticaretin mahiyetini şöylece açıklamaktadır:

"Allah'a ve Rasûlüne îman edersiniz, mallarınızla canlarınızla Allah'ın yolunda cihad edersiniz." Burada öncelikle malları sözkonusu etmesinin sebebi, önce malların infak edilmesi ile başlanılmasından dolayıdır.

"Eğer bilirseniz bunlar" yani bu fiil

"sizin için" mallarınızdan ve canlarınızdan

"daha hayırlıdır."

"îman edersiniz" anlamındaki fiil el-Müberred ve ez-Zeccâc'a göre; "îman ediniz" anlamındadır. Daha sonra gelecek olan; "günahlarınızı da mağfiret eder" anlamındaki fiilin, emrin cevabı olarak cezm ile geliş sebebi de budur. Nitekim Abdullah (b. Mesud)'un kıraatinde de "Allah'a îman edin" şeklindedir.

12

Günahlarınızı da mağfiret eder ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere koyar. İşte bu, çok büyük kurtuluştur.

el-Ferrâ';

"Günahlarınızı da mağfiret eder" âyeti istifhamın cevabıdır, demiştir. Ancak bu manaya göre yorumlanması halinde doğru bir açıklama olabilir. Şöyle ki "Allah'a... îman edersiniz... ve cihad edersiniz" buyrukları yüce Allah'ın:

"Sizi çok acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticareti sîze göstereyim mi" âyetine bir atf-ı beyan kabul edilir. Sanki bu ticaretin mahiyeti bilinmediğinden, îman ve cihad ile açıklanmış olmaktadır. Buna göre ticaret, mana itibariyle bu ikisi ile aynı şey olur. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Sizler Allah'a îman eder, cihad eder misiniz? O da size (günahlarınızı) mağfiret buyurur.

ez-Zemahşerî dedi ki: el-Fenâ’nın görüşü şöyle açıklanır: "Delâlet göstermeksin taalluk ettiği şey, "ticaref'tir. Ticarette îman ve cihad ile açıklanmıştır. Şöyle denilmiş gibidir: Sizler îman ve cihad ile ticaret eder misiniz? O da size günahlarınızı bağışlar.

el-Mehdevi dedi ki: Eğer böyle bir takdirde bulunulmayacak olursa, bu mesele (el-Ferrâ'nın açıklaması) doğru ularak anlaşılamaz. Çünkü bu durumda takdir: Eğer sizler bu gösterilen yolu izleyecek olursanız, size günahlarınızı bağışlar. Çünkü günahların bağışlanması ancak bu ticaretin kabul edilmesi ve îman ile mümkün olur. Bu yol gösterilmekle olmaz.

ez-Zeccâc dedi ki: Yüce Allah onlara kendilerine fayda verecek şeyleri göstermekle günahlarını bağışlayacak değildir. Onlara ancak îman edip cihad etmeleri halinde mağfiret buyurur.

Zeyd b. Ali, "emir lamanı mahzuf takdiri ile: "Îman ediniz" ve, "Cihad ediniz" diye okumuştur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Ey Muhammed! Sen herhangi bir şeyin kötü sonucundan, korkacak olursan,

Herbir can senin için kendisini feda etsin."

Bazıları;

"Günahlarınızı da mağfiret eder" âyetini ("re'- harfini, lam harfine) idgam ile okumuş olmakla birlikte; idgam yapılmaması daha güzeldir. Çünkü "ra" harfi mütekerrir bir harftir ve güçlüdür. Onun "lam" harfine idgam edilmesi güzel olmaz. Çünkü kuvvetli olan bir harfin daha zayıf olan bir harfe idgamı yapılmaz.

4- Adn Cennetlerindeki Hoş ve Güzel Meskenler;

"Çok hoş meskenler" âyeti ile İlgili olarak Ebû'l-Huseyn el-Âcurrî, el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben İmrân b. el-Husayn'e ve Ebû Hüreyre'ye şu;

"çok hoş meskenler" âyetinin tefsirine dair soru sordum, her ikisi de şöyle dedi: Sen bu işi bilene sordun. Biz Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a buna dair soru sorduk, şöyle buyurdu;

"Cennette bir inciden bir saraydır. Onun İçinde kırmızı bir yakutun yetmiş ev vardır. Herbir evde yeşil bir zebercetten yetmiş oda vardır. Herbir odada yetmiş divan vardır. Herbir divan üzerinde herbir renkten yetmiş döşek vardır. Herbir döşeğin üzerinde huru'l-ıyn'den yetmiş kadın vardır. Herbir odada yetmiş sofra vardır. Herbir sofra üzerinde de yetmiş çeşit yemek vardır. Yine herbir odada yetmiş erkek ve kız hizmetçi vardır. Şanı yüce ve mübarek olan Allah, mü’min kişiye tek bir sabah vaktinde bütün bunların üstesinden gelebilecek kadar güç, verecektir." Taberânî, Evsat, V, 121 (az lafzî farkla); Bezzâr, Müsned, IX, 43-44.

 

"Adn cennetleri" ikamet edilecek cennetler demektir.

"İşte bu çok büyük kurtuluştur." Çok büyük ve sürekli mutluluktur, bahtiyarlıktır. "el-Fevzt Kurtuluş"un asıl anlamı, istenilen ve arzu edilen şeyi elde etmektir.

13

Ve sevdiğiniz bir diğeri daha: Allah'tan bir zafer ve yakın bir fetih... Mü’minlere müjdele!

5- Sevilen Zafer ve Fetih:

"Ve sevdiğiniz bir diğeri daha" âyeti ile ilgili olarak el-Ferrâ' ve el-Ahfeş şöyle demişlerdir:

"Bir diğeri daha" âyeti

"ticaret" e atfedilmistir. Bundan dolayı cer konumundadır.

Ref konumunda olduğu da söylenmiştir. Yani sizin için sevdiğiniz bir başka Özellik ve bir diğer ticaret daha vardır.

"Allah'tan bir zafer" o Allah'tan gelecek zaferdir, demektir, Buna göre;

"Bir zafer";

"bir diğeri" anlamındaki lâfzın tefsiridir.

"Bir diğerinden bedel olarak ref konumunda olduğu da söylenmiştir ki size Allah'tan bir zafer vardır, demek olur.

"Ve yakın bir fetih" dünyada peşinen size verilecek olan bir ganimet demektir. Mekke fethi olduğu da söylenmiştir. İbn Abbâs dedi ki: İran ve Bizans ülkelerinin fethedileceğini kastetmektedir.

"Mü’minlere müjdele!" Allah'ın kendilerinden razı olduğu müjdesini ver.

14

Ey îman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu Îsa da Havarilere: "Allah'a (giden yolda) benim yardımcılarım kim olacak?" demiş; Havariler de: "Allah'ın (dininin) yardımcıları biziz" demişlerdi. Bunun üzerine İsrailoğullarından bir kesimi îman etmiş ve bir kesimi de inkâr etmişti. Biz de îman edenleri düşmanlarına karşı destekledik de üstün gelenler oluverdiler.

Yüce Allah, bu âyetiyle cihad emrini pekiştirmektedir. Yani yüce Allah, Îsa'nın havarilerini kendilerine muhalefet, edenlere karşı üstün getirdiği gibi, yüce Allah'ın sizlere muhalefet edenlere karşı sizi üstün ve galip kılması için siz de peygamberinizin havarileri olunuz.

İbn Kesîr, Ebû Amr ve Nâfi,

"Allah'ın yardımcıları" anlamındaki âyeti; diye (re harfini) tenvinli okumuş ve şöyle demişlerdir: Çünkü âyetin anlamı sebat gösterin ve Allah'ın düşmanlarına karşı kılıç ile Allah'ın (dininin) yardımcıları olun, demektir.

Basralı, Kûfeli ve Şamlıların geri kalan kıraat âlimleri:

"Allah'ın yardımcıları" şeklinde tenvinsiz okumuşlar ve

"Allah" ism-i celâlinin başındaki izafet "lam'ını hazfetmişlerdir. Ebû Ubeyd Allah'ın:

"Allah'ın (dininin) yardımcıları biziz" âyeti dolayısıyla bu okuyuşu tercih etmiş ve (re harfini) tenvinli okumamıştır, Allah'ın dininin yardımcıları olunuz, demektir,

Bir diğer görüşe göre âyette hazfedilmiş lâfızlar vardır. Ey Muhammed onlara Allah'ın yardımcıları olunuz, de demektir.

Âyetin yüce Allah'tan yeni başlanan bir hitab olduğu da söylenmiştir ki; Îsa'nın ashabının yaptığı gibi siz de yardımcılar olunuz. Onlar -Allah'a hamdolaun- yardımcı oldular ve havariler oldular. Havariler ise rasûllerin en has adamlarıdır.

Mamer dedi ki: Allah'a hamdolsun bu gerçekleşmiştir. Yani onlar ona yardımcı olmuşlardır. Bunlar yetmiş kişi idiler. Akabe gecesi ona bey'at edenler bunlardı.

Bunların Kureyş'ten oldukları da söylenmiştir. Katade bunların isimlerini şöylece zikretmektedir; Ebû Bekir, Ömer, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd b. Malik, Ebû Ubeyde -ki ismi Âmir'dir-, Osman b. Maz'un ve Hamza b. Abdu’l-Muttalib'dir. Said'i aralarında zikretmemiştir. Bunun yerine Ebû Talib'in oğlu Cafer'i zikretmiştir. Allah hepsinden razı olsun.

"Nitekim Meryem oğlu Îsa da havarilere..." Bunlar onun en seçkin adamları olan oniki kişi idiler. Bunların isimleri daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/52. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu şahıslar İsrailoğulları arasından ona ilk îman eden kimselerdi. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Mukâtil de şöyle demiştir: Yüce Allah Îsa'ya dedi ki; Sen o kasabaya girdiğin vakit, elbise ağartıcıların başında bulunduğu ırmağa git ve onlardan sana yardımcı olmalarını iste! Îsa onlara gidip dedi ki; Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kim olur? Onlar: Biz sana yardım ederiz, dediler. Onu tasdik ettiler ve ona yardım ettiler.

"Allah'a (giden yolda) benim yardımcılarım kim olacak?" âyeti, Allah ile birlikte bana kim yardımcı olur demektir. Nitekim (meselde): "Küçük deve sürüsü, küçük deve sürüsüne (katılırsa) büyük bir deve sürüsü olur" ifadesinin, küçük deve sürüsü, bir diğer küçük sürü ile birlikte olursa.,, anlamında kullanılmasına benzer.

Âyetin; yüce Allah'a yakınlaştıracak amellerde benim yardımcım kim olur, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu husus daha önceden Al-i İmrân Sûresi'nde (3/52. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Bunun üzerine İsrailoğullarından bir kesimi îman etmiş ve bir kesimi de inkâr etmişti." Her iki kesim de Îsa (aleyhisselâm) döneminde idi; semâya yükseltilmesinden sonra, daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde açıklandığı üzere fırkalara ayrılmışlardı.

"Biz de îman edenleri" Îsa'yı inkâr eden

"düşmanlarına karşı destekledik de üstün gelenler" galib gelip zafer kazananlar

"oluverdiler."

İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah Îsa döneminde îman edenleri, Muhammed'i kâfirlerin dinine üstün getirmekle desteklemiş oldu.

Mücahid dedi ki: Onlara kendi dönemlerinde Îsa'yı inkar edenlere karşı yardım olundu, destek verildi. Bir diğer açıklamaya göre; Biz şu anda müslümanları; biri "Allah'tı semaya yükseldi" diyen, diğeri ise "o Allah'ın oğlu idi Allah onu kendisine kaldırdı" diyen, sapık iki fırkaya karşı destekledik. Çünkü Meryem oğlu Îsa kimse ile savaşmadı. Ondan sonra onun ashabının dininde de savaşmak sözkonusu olmadı.

Zeyd b. Ali ve Katade dedi ki:

"Üstün gelenler oluverdiler" delil ve belge ile galip geldiler, demektir. Çünkü rivâyet olunduğuna göre onlar şöyle demişlerdi: Sizler Îsa'nın uyuduğunu fakat Allah'ın uyumadığını, Îsa'nın yemek yediğini, buna karşılık Allah'ın yemek yemediğini bilmiyor musunuz? demişlerdi.

Bu âyetin, Îsa (aleyhisselâm)'ın gönderdiği elçiler hakkında indiği de söylenmiştir. İbn İshak dedi ki: Îsa'nın havarilerine ve kendisine uyanlar arasından gönderdiği elçiler şunlardır: Roma'ya Futrus ve Bavlus'u; ahalisinin insan yediği bölgeye Andrais ve Mesa, doğudaki Babil'e Toınas, Kartacana'ya yani Afrika'ya Filibus, Kehf ahalisi kasabası olan Daksus'a Yohannes, Beyru’l-Makdis'in diğer ismi olan Oriselim'e Yakubes'i Hicaz toprakları olan el-İrabiye'ye İbn Telma, Berber topraklarına Simen, İskenderiye ve çevresine Yehuda ve Berdes'i gönderdi. Allah da delille onları destekledi.

"Üstün gelenler oluverdiler" âyeti; Duvarın üstüne çıktı" tabirinden gelmektedir.

Doğruyu en iyi bilen şanı yüce Allah'tır. Dönüş ve varış yalnız O'nadır, (Saf Sûresi burada sona ermektedir).

0 ﴿