MÜNÂFİKÛN SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Umumun görüşüne göre Medine'de inmiştir. Onbir âyettir.

1

Münafiklar sana geldiklerinde dediler ki: "Şehadet ederiz ki, muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün." Allah da biliyor ki sen hiç şüphesiz O'nun Rasûlüsün. Ve Allah şahitlik eder ki, muhakkak münafıklar yalancıdırlar.

"Münafıklar sana geldiklerinde dediler ki: Şehadet ederiz ki muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün" âyeti ile ilgili olarak Buhârî'nin rivâyet ettiğine göre Zeyd b. Erkam şöyle demiştir: Amcam ile birlikte idim. Abdullah b. Ubeyy b. Selûl'un: "Rasûlullah'ın yanındakilere infak etmeyin; ta ki dağıhp gitsinler." (el-Münafikun, 63/7) dediğini ve ayrıca:

"Eğer Medine'ye donersek, elbette ki en şerefli ve kuvvetti olan, en hakir olanı oradan mutlaka çıkartacaktır" (el-Münafikun, 63/8) dediğini duydum. Bunu amcama anlattım, amcam da Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söyledi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Abdullah b. Ubeyy ile arkadaşlarına haber gönderdi. Onlar: Böyle bir şey söylemediklerine dair yemin ettiler. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları tasdik etti, benî yalanladı. Benzerini görmediğim bir keder ve üzüntü gelip beni buldu. Evimde oturdum. Yüce Allah:

"Münafıklar sana geldiklerinde... Rasûlullah'ın yanındakilere infak etmeyin ta ki dağılıp gitsinler" (7. âyet) âyetine ve daha sonra:

"Elbetteki en şerefli ve en kuvvetli olan en hakir olanı oradan çıkartacaktır" (8. âyet) âyetine kadar indirdi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana haber gönderdikten sonra: "Şüphesiz Allah seni tasdik etti" diye buyurdu. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş olup, hasen sahih bir hadistir, demiştir Buhârî, IV, 1859; Tirmizî, V, 415

Tirmizi'de Zeyd b. Erkam'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte gazada idik. Beraberimizde bedevilerden bir takım kimseler de vardı. O bakımdan bir an önce suya varalım diye koşuşuyorduk. Bedeviler bizden önce suya ulaşıyorlardı. Arkadaşlarından önce giden bedevi Arap havuzu doldurur, etrafına taşlar koyardı. Daha sonra da arkadaşları gelinceye kadar üzerini deri bir örtü ile kapatırdı. Ensardan bir kişi (bu şekilde su biriktirmiş) bedevi bir Arabın yanına gitti. İçsin diye devesinin yularını gevşetti, Bedevi onu bırakmak istemedi. Bu sefer ensardan olan o şahıs bir taş çekip aldı, bunun üzerine su da çekildi. Bedevi bir tahta parçası alıp, onu ensardan olan o şahsın başına vurdu ve başını yaraladı. Ensardan olan bu şahıs münafıkların başı Abdullah b. Ubeyy'in yanına gitti. Ona durumu haber verdi. -Bu kişi onun arkadaşlarındandı.- Abdullah b. Ubeyy bu işe öfkelendi, sonra da: Rasûlullah'ın yanında bulunanlara infak etmeyin ta ki; onlar da -bedevileri kastediyor- etrafından dağılıp gitsinler. Bedeviler de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına yemek esnasında hazır bulunurlardı. Abdullah dedi ki: Onlar Muhammed'in yanından ayrılıp gittiler mi siz de Muhammed'e yemek getiriniz. Böylelikle hem kendisi, hem de onun yanında bulunanlar yemek yesin. Sonra da arkadaşlarına şöyle dedi: Yemin olsun Medine'ye döneceğiniz vakit, hiç şüphesiz en şerefli ve kuvvetli olan, en hakir olanı oradan çıkartacaktır.

Zeyd dedi ki: Bu sırada ben amcamın terkisinde idim. Abdullah b. Ubeyy'in sözlerini işittim, amcama söyledim. O da gidip Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a haber verdi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ubeyy'e haber gönderdi, o da yemin ederek bunu inkâr etti. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine onu tasdik etti, beni de yalanladı. Amcam bana gelerek şöyle dedi: Sen ne yapmak istedin? İşte sonunda Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da münafıklar da (Tirmizi'de; Müslümanlar da) sana öfkelendi ve seni yalanladı. (Zeyd b. Erkam) dedi ki: O bakımdan daha önce hiçbir kimseye karşı göstermedikleri kadar bana karşı cüretkârlık gösterdiler. (Tirmizi'de: Hiçbir kimsenin kederlenmediği kadar kederlendim, şeklinde) Nihayet Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bir seferde yol alıyorken kederden başımı öne eğmişken Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanıma gelerek kulağımı büktü ve yüzüme güldü. Onun bu halini dünyada ebediyyen yaşamaya değiştirmem. Sonra Ebû Bekir bana yetişerek: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sana ne dedi? diye sordu. Ben: Bir şey demedi, sadece kulağımı büktü ve yüzüme karşı güldü, dedim. Ebû Bekir: Müjde sana! dedi. Sonra Ömer bana yetişti, ona da Ebû Bekir'e söylediğimin benzerini söyledim. Sabah olunca Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), el-Münafikun Sûresi'ni okudu. Ebû’l-İsâ dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir Tirmizi, V, 415; Hakim, Müstedrek, II, 531; Taberânî, Kebir, V, 1X6

Huzeyfe b. el-Yeman'a münafıka dair soru soruldu da şöyle dedi: Münafık, İslâm'ın niteliklerini bilen fakat gereğince amel etmeyendir. Bugünkü münafıklar Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemindekilerden daha da kötüdürler. Çünkü onlar o gün münafıklıklarını gizlerken, bugün onu açığa vurmaktadırlar Buhârî, VI, 2604; Tayalisi, Müsned, I, 55; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, VIII, 200; Cafer b. Muhammed b. el-Hasen, el-Firyâbî, Sıfatu'l-Münâfık, Kuveyt 1405, s. 63

Buhârî ve Müslim'de yer alan rivâyete göre Ebû Hüreyre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Münaftkın alâmeti üçtür: Konuştu mu yalan söyler, söz verdi mi sözünde durmaz, ona bir şey emanet edildi mi hainlik eder." Buhârî, I, 21, II, 952, III, 1010, V, 2262; Müslim, I. 78; Tirmizi, V, 19; Müsned, II, 357

Abdullah b. Amr'dan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dört haslet vardır ki; her kimde bulunurlarsa, o kimse katıksız münafık olur. Kimde bu hasletlerden bir tanesi bulunursa, onu terkedinceye kadar o kimsede münafıklıktan bir haslet bulunur: Bir şey emanet edildiğinde hainlik eder, konuştumu yalan söyler, söz verdimi sözünde durmaz, tartıştımı günahkârca konuşur." Buhârî, I, 21, II, 868, III, 1160; Müslim, I, 7H; Tirmizi, V, 19; Ebû Dâvûd, IV, 221; Nesâî, VIII, İlâ; Müsned, II, 122, 189, 198, 200

Böylece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün bu hasletleri taşıyan kimsenin münafık olacağını haber vermiştir, onun haberi de doğrudur.

el-Hasen'den rivâyet edildiğine göre ona bu hadis zikredilmiş, o da şöyle demiş: Şüphesiz ki Yakuboğulları konuştular, yalan söylediler, söz verdiler, sözlerinde durmadılar, kendilerine emanet verildi emanete hainlik ettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bu sözü ancak müslümanları uyarmak anlamını taşır ve onları bu hasletleri alışkanlık haline getirmekten bir sakındırınadır. Bunların sonunda kendilerini münafıklığa kadar götürebileceğinden dolayı taşıdığı bir endişeyi ifade etmektedir. Yoksa manası istemeyerek ve alışkanlık haline getirmeksizin bu işleri yapacak otursa, münafıktır demek değildir, et-Tevbe Sûresi'nde (9/75-78. âyetler, 8, başlıkta) bu hususa dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.

Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mü’min konuştu mu doğru söyler, söz verdi mî yerine getirir, ona bir şey emanet edildi mi onu eksiksiz geri verir." Aynı manada, yakın lâfızlarla; Mâ'mer b. Râşid, et-Câmi', XI, 160, el-Firyâbi, Sıfatu'l-Münafık, s. 50; Beyhakî, Şuabu't-îman, IV, 365; Muhammed b. Nasr el-Mervezi, Ta'gimu Kadn's-Satât, Metline 1406, 11, 609

Yani, kâmil bir mü’min konuştu mu doğru söyler.., Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Derler ki: Şehadet ederiz ki, muhakkak sen Allah'ta Rasûlüsün" Denildiğine göre buradaki

"şehadet ederiz" yemin ederiz anlamındadır. Burada yemin, şehadet etmek diye ifade edilmiştir. Çünkü yemin olsun, şehadet olsun, lâfızları görülmeyen bir hususun sabit olduğunu belirtmektir. Kays b. Zerih'in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır;

"Allah'ın huzurunda şahidlik ederim ki şüphesiz ben severim onu,

İşte bu benim yanımda ona ait olandır, peki ya onun yanında bana ait olan ne vardır?"

Bunun zahiri anlamında olması ve onların İmâm itiraf edip kendilerinin münafık olmadıklarını belirtmek üzere Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ın Rasûlü olduğuna fiilen şahitlik etmeleri anlamına gelme ihtimali de vardır. Daha uygun görülen de budur.

"Allah da biliyor ki sen, hiç şüphesiz" onların dilleriyle ifade ettikleri gibi

"O'nun Rasûlüsün. Ve Allah şahitlik eder ki muhakkak münafıklar" dışa vurdukları dilleriyle şahitlik edip yemin etmeleri ile

"yalancıdırlar."

el-Ferrâ' dedi ki:

"Ve Allah şahitlik eder ki muhakkak münafıklar" kalpleriyle, vicdanlarıyla

"yalancıdırlar." Bu açıklamaya göre yalanlamaları onların kalplerinde olan bir şeydir. Bu imanın kalpte tasdikten ibaret olduğuna ve gerçek sözün kalbin sözü olduğuna delil teşkil etmektedir. Her kim bir şey söyler ve onun aksine inanırsa, o kimse yalancıdır. Bu hususa dair yeterli açıklamalar el-Bakara Sûresi'nin (2/8. âyet, 3. başlıkta) başta raflarında geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah, onların yalan yere yemin ettiklerini belirtmektedir, diye de açıklanmıştır. Bu da yüce Allah'ın:

"Onlar muhakkak sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler" (el-Tevbe, 9/56) âyetinde dile getirilmektedir.

2

Onlar yeminlerini kalkan edindiler de Allah'ın yolundan yan çizdiler. Gerçekten de onların bu yaptıkları ne kötüdür.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız;

1- Kalkan Edinilen Yeminler:

"Onlar yeminlerini kalkan" örten bir siper

"edindiler." Bu âyet, daha önce geçen:

"Şehadet ederiz ki muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün" (1. âyet) âyetine işaret değildir. Bu, Buhârî ve Tirmizî'nin nüzul sebebi ile ilgili olarak sözünü ettikleri İbn Ubeyy'in yemin ederek o sözleri söylemediğine işarettir.

ed-Dahhak dedi ki: Bununla onların Allah adına yemin ederek; "Şüphesiz ki onlar sizdendirler" diye söyledikleri sözleri kastetmektedir. Bir diğer görüşe göre onların yeminlerinden kasıt, yüce Rabbimizin et-Tevbe Sûresi'nde haber verdiği;

"Onlar (o sözü) söylemediklerine dair Allah adına yemin ederler" (et-Tevbe, 9/74) dîye sözünü ettiği yeminleridir.

2- "Allah Adına Şahitlik Ederim..." vb. Lâfızların Yemin Oluşu:

Bir kimse: Allah adına kasem ederim yahut Allah adına şahitlik ederim yahut Allah adına kesinlikle söylerim yahut Allah adına yemin ederim yahut Allah adına kasem ettim yahut Allah adına şahitlik ettim, Allah adına kesinlikle söyledim ya da Allah adına yemin ettim diyecek olur da bütün bunlarda "billahi: Allah adına yemin ederim" diyecek olursa, bunun yemin olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Malik ve mezhebine mensup ilim adamlarına göre de şayet; "Kasem ederim, şahitlik ederim, kesinlikle söylerim ya da yemin ederim" deyip de -Allah adına demeyi kastetmesi şartıyla- fakat "Allah adına..." demeyecek olursa, yine durum böyledir. Ancak şayet "billahi; Allah adına" demeyi kastetmemiş ise yemin olmaz. el-Kiya (et-Taberi) bunu Şafii'nin görüşü olarak da nakletmiştir. Şafii dedi ki: Yemin etmek niyetiyle; Allah adına şahitlik ederim diyecek olursa, bu yemin olur,

Ebû Hanife ve mezhebine mensup ilim adamları da şöyle demişlerdir: Allah adına şahitlik ederim ki, gerçekten şu olmuştur, diyecek olursa, bu bir yemin olur. Şayet yemin niyeti olmaksızın: Şehadet ederim ki böyle oldu, diyecek plursa, bu da bu âyet-i kerîme dolayısıyla bir yemin olur. Çünkü yüce Allah münafıkların şahitliklerini sözkonusu ettikten sonra: "Onlar yeminlerini kalkan edindiler" diye buyurmaktadır.

Şafii'ye göre ise bu -yemin niyetiyle dahi olsa- yemin olmaz. Çünkü yüce Allah'ın:

"Onlar yeminlerini kalkan edindiler" âyeti ile yüce Allah'ın;

"Dediler ki: Şehadet ederiz ki..." âyeti kastedilmemiştir. Bununla ancak et-Tevbe Sûresi'nde yer alan:

"Söylemediklerine dair Allah'a yemin ederler" (et-Tevbe, 9/74) âyeti kastedilmektedir.

3- Münafıklar Allah'ın Hükümlerinin Uygulanmasını Engelleyerek Allah'ın Yolunu Engellerler:

"Allah'ın yolundan yan çizdiler." O'ndan yüz çevirdiler. Buradaki:

"Yan çizdiler" âyeti: mastarından gelmektedir; ya da mü’minleri Allah'ın haklarında uygulanması gereken öldürülmek, esir alınmak, mallarının alınması gibi Allah'ın hükümlerini uygulamaktan çevirdiler, döndürdüler, demektir. O vakit bu: mastarından gelen bir fiildir ya da kendileri geri kalıp başkalarının da onlara uyması suretiyle insanların cihâda çıkmalarına engel oldular.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar yahudilerle müşrikleri İslâm'a girmekten alıkoydular. Bunu da: İşte bizler onları inkâr ediyoruz. Eğer Muhammed gerçek bir peygamber olsaydı, bizim bu halimizi bilir ve bizi başkalarının ibret alacağı bir şekilde cezalandırırdı, demeleri ile oluyordu. Yüce Allah böylece onlarının hallerinin kendisine gizli kalmadığını fakat O'nun; imanı açığa vuran kimseye zahiren imanın hükümlerinin uygulanması şeklinde hükmettiğini açıklamıştır.

"Gerçekten de onların bu yaptıkları ne kötüdür!" Yani münafıklıkları, yalan yeminleri ve Allah'ın yolundan alıkoymaları şeklindeki bu kötü amelleri oldukça kötü İşlerdir.

3

Bu ise onların îman etmelerinden sonra kâfir olmalarındandır. Bunun için de kalplerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar.

Bu âyet ile yüce Allah, münafığın kâfir olduğunu bildirmektedir. Yani onlar dilleriyle ikrar etmekle birlikte, kalpleriyle kâfir olmuşlardır.

Âyet-i kerimenin önce îman eden, sonra irtidad eden bir topluluk hakkında indiği de söylenmiştir.

"Bunun İçin de kalplerine mühür vuruldu." Yani kalpleri küfür ile mühürlendi.

"Bu yüzden onlar" imanı da, hayrı da

"anlamazlar."

Zeyd b. Ali:

"Bunun için de kalplerine mühür vuruldu" âyetini: "Bunun için de Allah kalplerini mühürledi" diye okumuştur.

4

Onları gördüğün zaman cüsseleri hoşuna gider. Söz söylerlerse sözlerini dinlersin. Halbuki onlar dayandırılmış keresteler gibidir. Herbir feryadı kendi aleyhlerine sanırlar. Asıl düşmanlar onlardır. Sakın onlardan! Allah kahretsin onları! Nasıl da döndürülüyorlar?

"Onları gördüğün zaman cüsseleri" kılıkları ve görünüşleri

"hoşuna gider. Söz söylerlerse sözlerini dinlersin" âyeti ile kastedilen Abdullah b. Ubeyy'dir. İbn Abbâs dedi ki; Abdullah b. Ubeyy yakışıklı, iri yarı, sağlıklı, güzel yüzlü ve tatlı dilli birisi idi. Konuşmaya başladı mı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) konuşmasını dinlerdi. Allah da onu şekil itibariyle kusursuz ve maksadını güzel bir şekilde açıklamak nitelikleriyle nitelendirmiştir.

el-Kelbî dedi ki: Maksat İbn Ubeyy, el-Cedd b. Kays ve Mualtib b. Kuşeyr'dir. Bunlar iri yarı, güzel görünümlü ve fasahatli konuşan kimselerdi.

Müslim'in Sahih'inde:

"Halbuki onlar dayandırılmış keresteler gibidir" Müslim, IV, 2140; Buhârî, IV, 1H60; Müsned, IV, 373; Taherani, Kebir, V, 189; Beyhaki, es-Sünenü'l-Kübra, VIII, 198 âyeti hakkında şöyle denilmektedir: Bunlar olabildiğince güzel erkeklerdi.' " Âdeta dayandırılmış kütükler gibi idiler. Yüce Allah onları işitmeyen, akletmeyen, ruhsuz bedenler, akılsız cisimler gibi duvara dayandırılmış kerestelere benzetmektedir.

Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah, onları içinden yenilip bitirilmiş, bundan dolayı İçinde ne olduğu bilinmeyen, başkasına dayandırılmış kerestelere benzetmektedir.

"Keresteler" anlamındaki kelimeyi Kumbul, Ebû Amr ve el-Kisaî (ötreli okumak yerine) "şın" harfini sakin olarak: diye: okumuşlardır. el-Berâ b. Âzib'in kıraati bu olduğu gibi, Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Çünkü bunun tekili: şeklindedir. Tıpkı -bir tek deve için- denilirken, çoğulunun diye gelmesi gibi. Ayrıca dilde -tekili-: vezninde gelip de çoğulu: vezninde getirilen bir kelime bulunmamaktadır. Ancak bu kelimenin (orta harfinin) sakin okunmasının ağırlığından ötürü denilmesi ve buna bağlı olarak bunun böylece okunması gerekir,

el-Yezidî'nin naklettiğine göre bu; 'in çoğuludur. Yüce Allah'ın:

"Sık ve bol ağaçlı bahçeler" (Abese, 80/30) âyetindeki: " ve bol ağaçlı" anlamındaki lâfzın tekilinin: gelmesi gibi.

Diğerleri ise sakil ("şın" harfini ötreli) olarak okumuşlardır. İbn Kesîr'den, el-Bezzî'nin, Amr'dan Ayyaş'ın rivâyeti böyle olduğu gibi; Âsmı'dan gelen rivâyetlerin çoğunluğu da böyledir. Ebû Halim de bu okuyuşu tercih etmiştir. Sanki bu kelime bu okuyuşu ile:'in ve: nin çoğulu gibidir Bu durumda Meyve, mahsul" lâfzının; ile şeklinde çoğullarının gelmesine benzemektedir. Diğer taraftan: "Kereste" lâfzının çoğulu diye de yapılır. Tıpkı: Deve" kelimesinin çoğulunun ile diye (birincisinde "dal' harfi sakin, diğerinde de ötreli) gelmesi gibidir.

"Keresteler" lâfzını İbnu'l-Müseyyeb'in "ha" ve "şın' harflerini üstün olarak okuduğu da rivâyet edilmiştir.

Sîbeveyh dedi ki: "Kereste, keresteler" lâfzı (vezin itibariyle) "eve, develer" gibidir, üon harfi "he (yuvarlak te)': olmayan lâfızlardan benzeri de "Arslan, arslanlar" ile Put, putlar" lâfızlarıdır. Bu kelime "Keresteler" diye de okunmaktadır ki; bu şekliyle cemu’l-cem, (çoğulun çoğulu)dur. "Kereste" onun tekili olup, çoğulu: diye; çoğulunun çoğulu ise; ...diye gelir. Tıpkı: "Meyve kelimesinin çoğulunun: şeklinde, çoğulun çoğulunun da: şeklînde gelmesi gibidir.

"Dayandırmak (isnâd)" ise bir şeyi (bir başka şeyin üzerine) eğmek demektir. "O şeyi dayandırdım, eğdim" denilir.

"Dayandırılmış" ise çokluk ifade etmek içindir. Yani onlar kanlarım kurumak maksadı ile yeminlerine dayanmışlardır,

"Herbir feryadı kendi aleyhlerine sanırlar. Asıl düşmanlar onlardır."

Yani onlar feryad eden herkesin kendi aleyhlerine feryad ettiğini kabul ederler. Onlar asıl düşmanlardır. Buna göre buradaki

"asıl düşmanlar onlardır" anlamındaki ifadede hazfedilmiş zamir olmadığı kabul edilecek olursa, ikinci mef'ûlün yerini tutmaktadır. Bu âyeti ile yüce Allah onları korkaklık ve manevi bakımdan güçsüz olmakla nitelendirmektedir. Mukâtil ve es-Süddi dedi ki: Yani asker karargahında bir kimse: bir al dizginlerinden kurtuldu, diye seslenecek yahutta bir kayıp mal olduğuna dair bir ilanda bulunulacak olursa, kendilerinin kastedildiklerini sanırlar. Buna sebep kalplerindeki korkudur. Şair el-Ahtal'ın dediği gibi:

"Sen onlardan sonra bile hala herbir şeyi

Onlara hücum eden atlılar ve askerler zannedersin."

Bir başka açıklamaya göre:

"Herbir feryadı kendi aleyhlerine sanırlar. Asıl düşmanlar onlardır" sözünde mana itibariyle takdir edilmiş ifadeler vardır, ondan sonrasına ihtiyacı yoktur. İfadenin takdiri de şöyledir: Onlar herbir feryadı kendi aleyhlerine zannederek farkedildîklerini ve münafıklıklarının bilindiğini sanırlar. Çünkü kişinin kendisinden şüphe edildiğini zannetmesinin insana verdiği bir korku vardır. Daha sonra yüce Allah peygamberine hitab ederek:

"Asıl düşmanlar onlardır" diye yeni bir ifade başlamaktadır. ed-Dahhak’ın açıklamasının ifade ettiği anlam budur.

Bir diğer görüşe göre anlamı şudur: Onlar mescidde duydukları herbir feryadı kendi aleyhlerine ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bununla onların öldürülmelerini emrettiğini sanırlar. O bakımdan onlar sürekli olarak yüce Allah'ın onlar hakkında kanlarını mubah kılacak ve örtüler arkasında sakladıklarını açığa çıkarmaya sebeb teşkil edecek bir emir indirmesinden korkup, dururlar. Bu anlamda şair şöyle demektedir:

"Eğer o bir kuş olsaydı, ben onu

Ubeyd ve Eznem'i çağıran serbest bir kuş sanacaktım,"

(Şairin sözünü ettiği) "Eznem" Yerbû' oğullarının bir koludur.

Daha sonra yüce Allah onları:

"Asıl düşmanlar onlardır, sakın onlardan" diye nitelendirmektedir. Bu görüşü Abdurrahman b. Ebi Hatim nakletmiştir. Allah'ın:

"Sakın onlardan" âyeti iki şekilde açıklanmıştır. Birincisine göre onların sözlerine güvenmekten yahut sözlerine meyletmekten sakın, ikincisine göre senin düşmanlarını meylettirmeklerinden (aleyhine kışkırtmalarından) ve ashabını sana yardım etmekten uzaklaştırmalarından sakın.

"Allah kahretsin onları!" Allah'ın laneti üzerlerine olsun, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve Ebû Malik yapmıştır. Bu bir yergi ve azar ifadesidir. Araplar: "Allah kahretsin onu, ne kadar da şairdir!" sözlerinde de bu ifadeyi hayret anlamında kullanırlar.

"Allah kahretsin onları" âyeti, Allah onları karşısındakini kahreden bir düşman ile savaşa tutuşan kimsenin konumuna düşürsün, demektir. Çünkü yüce Allah, inatlaşarak karşı koyan herkesi kahredendir. Bu açıklamayı da İbn Îsa nakletmiştir.

"Nasıl da döndürülüyorlar?" Nasıl da yalanlıyorlar? Bu açıklama İbn Abbâs'a aittir. Katade: Nasıl da haktan dönüyorlar demektir, demiştir. el-Hasen: Doğru yoldan nasıl da yüz çeviriyorlar anlamındadır, demiştir. Anlamının: Deliller apaçık olmakla birlikte akılları nasıl olur da bundan başka bir tarafa sapıp gider, şeklinde olduğu da söylenmiştir ki; burada kullanılan fiil döndürmek, yüz çevirmek anlamında olan; 'den gelmektedir.

"Nasıl" anlamındaki anlamındadır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/223. âyet, 1, başlık ve Âl-i İmrân, 3/40. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

5

Onlara: "Gelin, Allah Rasûlü sizin için mağfiret dilesin" denildiğinde başlarını çevirirler ve sen onların büyüklenerek yüz çevirdiklerini görürsün.

"Onlara: Gelin, Allah Rasûlü sizin için mağfiret dilesin, denildiğinde..." âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demiştir: Kur'ân-ı Kerîm'in onların niteliklerini belirten buyrukları nazil olunca, aşiretlerinden olan kimseler onlara giderek şöyle dediler: Artık gizleyip sakladığınız münafıklığınız açığa çıkmış bulunuyor. Haydi münafıklıktan dolayı Allah'ın Rasûlüne tevbe ettiğinizi bildirin ve sizin için mağfiret dilemesini isteyin.

Ancak münafıklar başlarını çevirdiler. Yanı böyle bir teklifi kabul etmediler ve alay ederek başlarını salladılar.

Yine ondan rivâyet edildiğine göre Abdullah b. Ubeyy'in her vesile ile takındığı bir tavrı vardı. Bu konumuyla o Allah'a ve Rasûlüne itaate teşvik ediyordu. Ona: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sana kızgın ve öfkeli iken bunun sana hiçbir faydası olmaz. Haydi onun yanına git de senin için mağfiret dilesin, denildi. Abdullah bunu kabul etmeyip, "onun yanına gitmem" dedi.

Bu âyetlerin nüzul sebebine gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sahile doğru Kudeyd tarafından el-Mureysi' diye bilinen bir su kenarında bulunan Mustalık oğulları üzerine gaza tertibledi. el-Müşellel denilen yerdeki bir su başında Ömer (radıyallahü anh)'ın Cehcah adındaki ücretle tuttuğu bir şahıs ile Abdullah b. Ubeyy'in Sinan adındaki antlaşmalısı birbirleriyle çekiştiler. Cehcah muhacirleri, Sinan da ensarı yardıma çağırdı. Cehcah, Sinan'a bir tokat indirdi. Abdullah b. Ubeyy: Bunu da mı yapacaklardı? Allah'a yemin ederim bizim misalimizle onların misali ancak öncekilerin söyledikleri: "Besle köpeğini yesin seni!" (besle kargayı oysun gözünü) sözüne benzer. Allah'a yemin ederim, eğer Medine'ye dönecek olursak, şüphesiz daha aziz olan -Ubeyy kendisini kastediyor- daha zelil olanı -bununla da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastediyor-çıkaracaktır. Sonra kavmine şöyle dedi: Bu adama artık yiyecek vermeyiniz. Onun yanında bulunanlara da infakta bulunmayınız ki, etrafından dağılıp onu terketsinler.

Abdullah tarafında bulunan Zeyd b. Erkam: Allah'a yemin olsun ki, zelil olan, kavminde değersiz olan sensin. Rahmân tarafından aziz bilinen, müslümanlar tarafından da sevilen ise Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Allah'a yemin ederim, sen bu sözü söyledikten sonra ebediyyen seni sevmeyeceğim.

Bu sefer Abdullah; Sus, sesini çıkarma. Ben laf olsun diye söyledim, dedi. Ancak Zeyd onun bu söylediklerini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bildirince Abdullah, Allah adına yemin ederek böyle bir şey yapmadığını, böyle bir söz söylemediğini söyledi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onun mazeretini kabul etti. Zeyd dedi ki: Ben içten içe bundan çok rahatsız oldum, insanlar da beni kınadı. Bunun üzerine Münafikun Sûresi Zeyd'in doğru söylediğini ve Abdullah'ın yalan söylediğini belirterek nazil oldu. Abdullah'a: Senin hakkında çok ağır âyetler inmiş bulunuyor. Senin İçin mağfiret dilemesi için Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına git, denildi. Fakat o başını öbür tarafa çevirince, bu âyetler nazil oldu. Bu rivâyeti bu anlamda Buhârî, Müslim ve Tirmizi rivâyet etmiştir Birinci âyetin Tefsirinde zikredilen bu hadisin kaynakları da orada gösterilmiştir. Ve sûrenin baş ta raflarında geçmiş bulunmaktadır.

"Sizin için mağfiret dilesin" âyeti münafıklıktan tevbe etmenizi dilesin çünkü tevbe için dua etmek, mağfirel için dua etmektir, diye de açıklanmıştır.

"Ve sen onların büyüklenerek yüz çevirdiklerini görürsün." Allah Rasûlünden yüz çevirip îmana karşı büyüklük gösterdiklerini görürsün.

"Çevirirler" anlamındaki âyeti Nâfi' ("vav" harfini şeddesiz olarak): diye okumuş, diğerleri ise şeddeli okumuşlardır. Bu okuyuşu Ebû Ubeyd tercih etmiş olup: Bu, işin çokluk tarafından işlendiğini belirten bir fiildir, demiştir.

en-Nehhâs ise: Ebû Ubeyd bu hususta yanılmıştır, der. Çünkü âyet Abdullah b. Ubeyy hakkında inmiştir. Kendisine: Gel, Allah Rasûlü (senin için mağfiret dilesin) denilince, o da alay olmak üzere başını sallamıştı. Şayet: Peki, onun hakkında çoğul kiple nasıl haber verilir? diye sorulacak olursa, sorana şöyle cevab verilir: Araplar insandan kinaye yoluyla (zamir kullanarak) söz ettiklerinde bu şekilde fiili kullanırlar. Sîbeveyh, Hassan'a ait şu beyiti zikretmektedir;

"Yaptığınız işin gizli kalacağını sanmıştınız,

Halbuki aramızda kendisini olanlardan haberdar eden vahyi alan bir Rasûl vardır."

Hassan bu beyitinde Mekke'de çaldığı bir şey dolayısıyla Hassan b. el-Ubeyrık'a hitab etmektedir. Başından geçen olay meşhurdur.

Bu âyetin hem Ubeyy hakkında, hem de onun yaptıklarını yapanlar hakkında haber veriyor olması da mümkündür.

Denildiğine göre İbn Ubeyy başını öbür tarafa çevirince şöyle demiş: Îman etmemi emrettiniz, işte îman ettim, Malımın zekâtını vermemi söylediniz, işte verdim. Geriye bir Muhammed'e secde etmediğim kaldı.

6

Onlar için mağfiret dilesen de, dilemesen de haklarında bîrdir. Allah onlara asla mağfiret etmez. Şüphesiz ki Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.

"Onlar İçîn mağfiret dilesen de, dilemesen de haklarında birdir." Bütün bunlar arasında fark yoktur. Senin mağfiret dilemenin hiçbir faydası olmaz. Çünkü Allah onlara mağfiret buyurmaz. Yüa: Allah'ın:

"Gerçekten o inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, îman etmezler." (el-Bakara, 2/6) âyeti ile:

"Sen öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizim için birdir." (eş-Şuarâ, 26/136) âyetten buna benzemektedir. Daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Şüphesiz ki Allah" İlminde, fasık olarak öleceği bilinen

"fasıklar topluluğunu hidâyete erdirmez."

7

"Rasûlullah'ın yanındakilere infak etmeyin; ta ki dağılıp gitsinler" diyenler onlardır. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münafıklar iyi bilmezler.

Âyetin nüzul sebebini daha önceden zikretmiş bulunuyoruz. İbn Ubeyy de şöyle demişti: Muhammed'in yanında bulunan kimselere infak etmeyin ki dağılıp gitsinler. Onun etrafından ayrılıp, dağıtsınlar.

Yüce Allah, bu âyeti ile göklerin ve yerin hazinelerinin yalnız kendisinin olduğunu ve dilediği gibi infak ettiğini onlara bildirmektedir.

Bir adam Hatim el-Esamm'e: Nereden yiyiyorsun? diye sormuş, o;

"Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır" diye cevab vermiş.

el-Cüneyd dedi ki: Göklerin hazineleri gayblar, yerin hazineleri kalplerdir. O gaybları en iyi bilen, kalpleri evirip çevirendir.

eş-Şiblî:

"Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır." O halde nereye gidiyorsunuz? dermiş.

"Fakat münafıklar" bir işi murad etti mi Allah'ın o işi kolaylaştıracağını

"iyi bilmezler."

8

Derler ki: "Eğer Medine'ye dönersek elbette en şerefli ve kuvvetli olan, en hakir olanı oradan mutlaka çıkartacaktır." Halbuki şeref, üstünlük ve galibiyet Allah'ındır, Rasûlünündür ve îman edenlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.

Bu sözleri söyleyen -önceden de geçtiği üzere- İbn Ubeyy'dir. Şöyle de denilmiştir: İbn Ubeyy'in:

"Elbetteki en şerefli ve kuvvetli olan, en hakir olanı oradan mutlaka çıkartacaktır" demesi ile Medine'ye dönüp, ölmesi arasında ancak birkaç gün geçmişti. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun için mağfiret diledi ve ona gömleğini giydirdi. Bunun üzerine şu:

"Allah onlara asla mağfiret etmez" âyeti nazil oldu. Bütün bunlara dair açıklamalar yeteri kadarıyla daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/84. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Bir diğer rivâyete göre Abdullah b. Abdullah b. Ubeyy b. Selul babasına (Abdullah b. Ubeyy'e) dedi ki: Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayana yemin ederim ki; sen: Şüphesiz en şerefli ve kuvvetli (aziz) olan Allah'ın Rasûlüdür. En hakir ve zelil olan da benim, demediğin sürece Medine'ye giremeyeceksin demiş, o da bunu söylemişti.

Böylece onlar izzetin (şeref, güç ve kuvvetin) kaynağının mal çokluğu ve uyanların fazlalığı olduğu vehmine kapılmışlardı. Yüce Allah ise izzetin, güç ve kuvvetin ancak Allah'ın olduğunu açıkladı.

9

Ey Îman edenler! Mallarınız da, evlâtlarınız da sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, İşte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.

Bu âyetle yüce Allah, mü’minleri münafıkların huylarından sakındırmaktadır. Yani münafıkların yaptıkları gibi siz de mallarınızla uğraşmayın. Çünkü münafıklar mallarıyla cimrilik ettiklerinden dolayı Rasûlullah'ın yanında bulunanlara infak etmeyin, demişlerdi.

"Allah'ı anmaktan" hac ve zekâttan

"alıkoymasın." Kur'ân okumaktan,., diye açıklandığı gibi; sürekli zikirden... diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre; beş vakit namazdan... Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. el-Hasen; Bütün farzlardan... demiştir. O da sanki; Allah'a İtaatten... demiş gibidir.

Âyetin münafıklara hitab olduğu da söylenmiştir. Yani sizler sözünüzle îman ettiğinizi belirtiyorsunuz, artık kalbinizle de îman ediniz.

"Kim bunu yaparsa" malıyla, evladıyla uğraşıp Rabbine itaatten uzak kalırsa

"İşte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir."

10

Herhangi birinize ölüm gelip de: "Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım" diyeceği bir zamanın gelmesinden önce size verdiğimiz rızıktan infak edin...

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Ölüm Gelmeden Önce İnfak Etmeli:

"Herhangi birinize ölüm gelip de... diyeceği bir zamanın gelmesinden önce size verdiğimiz rızıktan infak edin" âyeti, zekâtı edâ etmekte eli çabuk tutmanın vacib olduğuna ve onu geciktirmenin asla câiz olmadığına delildir. Muayyen olarak vakti geldiği takdirde diğer bütün ibadetler de böyledir.

2- Dünyada İken İtaat Etmeyenler, Ahirette Dünyaya Dönüşü Faydasız Yere Temenni Ederler;

"Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım..." âyeti, böyle bir kimsenin salih amel işlemek Üzere dünyaya geri döndürülmeyi isteyeceğini göstermektedir.

Tirmizî'nin rivâyetine göre ed-Dahhâk b. Müzâhim, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir Her kimin kendisini Rabbinin Beytini hacca ulaştıracak kadar yahutta onda zekâtın verilmesi farz olacak kadar bir malı bulunur da bunu yapmayacak olursa, ölüm halinde geri döndürülmeyi isteyecektir. Bir adam: Ey İbn Abbâs Allah'tan kork, dedi. Çünkü geri döndürülmeyi ancak kâfirler isteyecektir. Bunun üzerine İbn Abbâs ona şöyle dedi: Ben bu hususa dair sana Kur'ân-ı Kerîm'den bazı âyetler okuyacağım:

"Ey îman edenler! Mallarınız da, evlâtlarınız da sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım' diyeceği bir zamanın gelmesinden önce size verdiğimiz rızıktan infak edin... Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" âyetlerini okudu. Adam: Zekâtı farz kılan nedir? diye sordu. İbn Abbâs: Mal ikiyüz (dirhem)'i bulup aşarsa dedi. Adam; Peki haccı farz kılan nedir? diye sorunca: Azık ve binek, diye cevap verdi Tirmizi, V, 418

Derim ki: Bu hadisi el-Halîmî Ebû Abdillah el-Huseyn b. el-Hasen "Minhacu'd-Din" adlı eserinde merfu bir hadis olarak rivâyet etti ve: İbn Abbâs dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kimde kendisini hacca ulaştıracak kadar bir mal bulunur da..." diyerek hadisi zikretmiş bulunmaktadır. Bu hadis, lâfzıyla daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/97. âyet, 9. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,

3- İbn Abbâs'ın Bu Buyrukları Farz Olan Hac ve Zekâtın Hemen Edâ Edilmesine Dair Delil Göstermesi:

İbnu'l-Arabî dedi ki: İbn Abbâs nafileyi dışarda tutarak özel olarak farzın infâkı hususunda âyetin umumi ifadesini delil almıştır. Onun bu infakı, zekât diye tefsir etmesi, genel olarak Ve ikiyüz dirhem ile takdir etmesi sahihtir. Ancak buna dayanarak hac ile ilgili görüşünü belirtmesinde açıklanması zor bir taraf vardır. Çünkü eğer: Haccın edasında terâhî (yani haccetme imkânı bulur bulmaz değil de daha sonraya ertelemek) caizdir, diyecek olursak, o vakit haccetmeden önce ölen kimsenin masiyet işlemiş olacağı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır, demek olur. Bu bakımdan âyet-i kerîme buna delil olamaz.

Eğer hac derhal (fevren) eda edilmelidir diyecek olursak, âyetin buna genel manastyla delil olması doğru bir delillendirmedir. Çünkü kendisine hac vacib olmakta birlikte, haccı edâ etmeyen bir kimse yüce Allah'tan öyle bir muamele ile karşılaşacaktır ki; bundan dolayı terketmiş olduğu ibadetleri yerine getirmek için geri döndürülmeyi arzu edecektir.

Hac emrinin yerine getirilmesi için azık ve bineğin gerekli miktar olarak tesbit edilmesine gelince, bu hususta ilim adamları arasında bilinen meşhur bir görüş ayrılığı vardır. İbn Abbâs'ın sözünün ise bununla bir ilgisi yoktur. Çünkü geri dönüşü istemek ve tehdidin kapsamına hakkında ictihad edilen meseleler de, ihtilâf edilmiş, meseleler de girmez. Bunun kapsamına ancak üzerinde ittifaka varılmış meseleler girer. Doğrusu bu tehdidin icma ile ya da Kur'ân nassı ile farz olan infakın nasıl harcanması gerektiğini kapsadığıdır. Çünkü bunun dışında katan hususlar hakkında tehdidin muhakkak olarak sözkonusu olduğunu söylemeye imkân yoktur.

4- Tevhid Ehli -Şehidler Dışında- Dünyaya Geri Döndürülmeyi Temenni Etmezler:

" ...se..."; se...ya, meli değil mi..." demektir. Bu durumda bu bir istifham olur. Buradaki: olumsuz edatının sıla olduğu (fazladan geldiği) da söylenmiştir. O vakit ifade temenni anlamına gelir. (Mealde de buna göredir.)

"Sadaka verseydim" âyeti temenniye başa "fe" harfi getirilmek suretiyle cevab olarak nasbedilmiştir.

"Olsaydım" âyeti

"sadaka verseydim" âyetine atfedilmiştir. Bu (şekilde nasb ile okuyuş) Ebû Amr, İbn Muhaysın ve Mücahid'in okuyuşudur. Diğerleri ise "fe"nin konumuna atf ile: "Olsaydım" diye cezm ile okumuşlardır. Çünkü:

"Sadaka verseydim" âyetinde eğer "fe" bulunmamış olsaydı, cezm ile yani; şeklinde gelecekti.

"Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola İletecek olmaz ve o bunları... bırakıverir" âyetindeki

"bunları... bırakıverir" anlamındaki şeklinde "re" harfini cezın ile okuyanların okuyuşu da (bu yönüyle) buna benzemektedir.

İbn Abbâs dedi ki: Bu âyet-i kerîme tevhid ehli için çok ağırdır. Çünkü Allah nezdinde âhirette herhangi bir hayrı bulunan hiçbir kimse, dünyada geri dönüşü ya da süresinin ertelenmesini temenni etmez.

Derim ki: Şehid müstesnadır. Çünkü o tekrar öldürülsün diye geri dönüşü temenni edecektir. Buna sebeb ise göreceği lütuf ve ihsanlardır.

"Allah yaptıklarınızdan" hayır ya da şer olsun

"hakkıyla haberdardır."

"Yaptıklarınızdan" âyeti genel olarak muhatab kipi şeklinde "te" ile okunmuştur. Ancak Âsım'dan, Ebû Bekir ve es-Sülemî ölüp de bu sözü söyleyecek kimsenin söylediği sözü haber vermek üzere "ye" İle ("Allah yaptıklarından hakkıyla haberdardır" anlamında) diye okumuşlardır.

Yüce Allah'a hamd ile ve O'nun yardımı ile Münafikûn Sûresi burada sona ermektedir.

0 ﴿