TEGÂBUN SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Çoğunluğun görüşüne göre Medine'de inmiştir. ed-Dahhak Mekke'de inmiştir, demiştir. el-Kelbî: Bu sûre hem Mekkîdîr, hem Medenîdir demiştir. Onsekiz âyettir. İbn Abbâs'dan rivâyete göre el-Teğâbun Sûresi Mekke'de inmiştir. Bundan, son taraflarında Avf b. Malik el-Eşcaî hakkında Medine'de inmiş, birkaç âyet müstesnadır. O, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hanımının ve çocuklarının kendisinden uzak durduklarından şikayette bulununca, yüce Allah: "Ey îman edenler! Muhakkak ki eşleriniz ve evlatlarınızdan size düşman olanlar vardır. O halde onlardan sakının" (Teğabun, 64/14) âyetin(dan itibaren) sûrenin sonuna kadar olan âyetleri indirdi. Abdullah b. Ömer'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Doğan herbir kişinin başının eklemlerinin birbirine geçtiği yerlerde mutlaka Teğâbun Sûresi'nin baş tarafından beş âyet-i kerîme yazılı olarak doğar." Buhârî, et-Tarihu'l-Kebîr, I, 445; ayrıca İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, XI, 4M3: F.hû [ laıim. fitabu'l-Mecrühin, Hal eh (tarihsiz), III, Sİ 1Göklerde ve yerde olan herşey Allah'ı teşbih eder. Mülk de yalnız O'nun, hamd de yalnız O'nundur ve O, herşeye kadirdir. (Bu âyet ve açıklamaları) daha önceden birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır, (Bkz. Haşr 59/24; Cumua, 61/1..) 2Sizi yaratan O'dur. Buna rağmen kiminiz kâfir oluyor, kiminiz de mü’min oluyor. Allah yaptıklarınızı en iyi görendir. İbn Abbâs dedi ki: Allah, Âdemoğullarının kimisini mü’min, kimisini kâfir olarak yarattı. Kıyâmet gününde de onları mü’min ve kâfir olarak diriltecektir. Ebû Said el-Hudrî rivâyetle dedi ki: Bir öğleden sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bize bir hutbe verdi. Olacak bazı şeyleri sözkonusu ederken dedi ki: "İnsanlar çeşitli hai ve vasıflarda dünyaya gelirler. Kimisi mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar, mü’min olarak ölür. Kimisi kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar, kâfir olarak ölür. Kimisi mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar fakat kâfir olarak ölür. Kimisi de kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve fakat mü’min olarak ölür." Müsned, III, 61 İbn Mes’ûd dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah Fir'avun'u annesinin karnında dahi kâfir olarak yarattı. Zekeriyya oğlu Yahya'yı da annesinin karnında mü’min olarak yarattı." Abdullah b. Adiyy, el-Kâmil fi Duafâi'r-Ricâl, Beyrut İ409/19HH, VII, 33; hadisin ravilerinden Nasr h Tarifin durumu için bk. aynı eser, VII, 30 vci. Sahih'te İbn Mes’ûd'un rivâyet ettiği hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Ve şüphesiz sizden herhangi bir kimse cennet ehlinin ameliyle amel eder ve o kadar ki; kendisi ile cennet arasında ya bir arşın yahut bir kulaç kalır. Kitab(da takdim edilen) onun aleyhine olmak üzere ileri geçer, bu sefer cehennemliklerin ameli ile amel eder ve oraya girer. Ve yine sizden herhangi bir kimse cehennem ehlinin ameli ile amel eder. Nihayet onun ile cehennem arasında bir kulaç yahut bir arşın kalmışken kitab(da takdir edilen) onun bu haline rağmen ileriye geçer ve cennet ehlinin ameli ile amel eder ve oraya girer." Bu hadisi Buhârî ve Tirmizi de rivâyet etmiş olup hadiste "kulaç"dan sözedilmemektedir. Buhârî, III, 1212, VI, 2433; Müslim, IV, 2036; Tirmizi, IV, «6; İbn, Mâce. I, 29; Müsned, 1, İÜ2, 430 Müslim'in Sahih'inde Sehl b. Sa'd es-Sâidî'den rivâyete göre Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz kişi insanlar tarafından görüldüğü kadarıyla cennet ehlinin ameli ile amel eder, halbuki o cehennemliklerdendir. Ve yine kişi insanlar tarafından görüldüğü kadarıyla cehennem ehlinin ameli ile amel eder, halbuki o cennetliklerdendir." Müslim. I, 112, IV, 2042; Buhârî, III, 1061, IV, \ÎİS. 1541; Müsned, V, i$l İlim adamlarımız dedi ki: Âyetin anlamı ezelî ilmin malum olan herşeye taalluk etmesidir. Onun bildiği, murad ettiği ve hükme bağladığı şey cereyan eder. Genel halleri itibariyle bir kişinin îman etmesini murad etmekle birlikte bunun bu halini belirli bir vakte kadar da murad edebilir, küfür de böyledir. İlahi buyruklarda hazfedilmiş sözler olduğu da söylenmiştir: Kiminiz mü’min, kiminiz kâfir, kiminiz fâsık oluyor, demektir. İfadede buna delâlet bulunduğundan dolayı hazfedilmiştir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Ondan başkaları ise: İlâhî âyette hazfedilmiş lâfızlar yoktur. Çünkü maksat her iki tarafı sözkonusu etmektir. Bir grub ilim adamı da şöyle demiştir: Allah insanları yarattı, sonra onlar kâfir oldular ve îman ettiler. Bu ilim adamları derler ki: İfade: "Sizi yaratan O'dur" âyetinde tamam olmaktadır. Daha sonra onların niteliklerini belirterek: "Buna rağmen kiminiz kâfir oluyor, kiminiz de mü’min oluyor" diye buyurmaktadır. Bu da (anlatım üslubu itibariyle) yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır: "Allah bütün canlıları sudan yarattı. Onlardan bazısı karnı üzerinde yürür..." (en-Nûr, 24/45) Bu ilim adamları derler ki: Allah onları yarattı, yürümek ise o hayvanların fiilidir. el-Hüseyn b. el-Fadl bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir: Şayet insanları mü’minler ve kâfirler olarak yaratmış olsaydı, yüce Allah onları kendi fiilleri ile nitelendirerek: "Buna rağmen kiminiz kâfir oluyor, kiminiz de mü’min oluyor" diye buyurmazdı. Bu görüşün sahipleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisini de delil gösterirler: "Her doğan fıtrat üzere doğar; ama onun anne babası onu yahudi, hristiyan ya da mecusi yaparlar." Buhârî, 1, 456, 465; Müslim, IV, 2047; Tirmizi, IV, 447; Ebû Dâvûd, IV, 2«J; Muvatta’. 1, 241, Müsned, II, 233, 275, 282, 393. 410, 481 Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden er-Rûm Sûresi'nde (30/30. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. ed-Dahhâk dedi ki: Kiminiz gizli hallerinde kâfir, açığa vurduğu hallerinde mü’mindir, münafık gibt. Kiminiz de gizli halinde mü’min, açığa vurduğu halinde ise kâfirdir, Ammâr ve benzerleri gibi. Atâ b. Ebi Rebah dedi ki; Kiminiz Allah'ı inkâr eden, yıldızlara da îman eden bir kimsedir. Kiminiz ise Allah'a îman eden, yıldızları da inkâr eden bir kimsedir. Bu açıklamasıyla yıldızların doğuş ve batışının birtakım olayları etkilediğini kabul edenlerin inançlarına işaret etmektedir. ez-Zeccâc dedi ki -ki en uygun görüş ve ümmetin Cumhûrunun ve İmâmların benimsediği görüş de budur- Allah kâfiri yaratandır. Küfrün yaratıcısı da Allah almakla birlikte kâfirin küfrü kendisinin fiili ve kendisinin kazancıdır. Mü’mini de yaratandır, imanın yaratıcısı Allah olmakla birlikte mü’minin imanı onun bir fiili ve onun bir kazancıdır. Kâfir Allah'ın kendisini yaratmasından sonra kâfir olur ve küfrü tercih eder. Çünkü yüce Allahböylesinionun hakkında takdir etmiş ve böyle hareket edeceğini bilmiştir. Mü’min ve kâfirden herhangi birisinin Allah'ın hakkında takdir ettiği ve tercih edeceğini bildiği halinden başka bir şeyin var olması imkânsız bir şeydir Çünkü takdirden farklı bir şeyin var olması bir acizliktir. Bilinenden farklı bir şeyin var olması da cahilliktir. Yüce Allah'a her ikisi de yakışmaz. İşte bu anlayış cebrîlikten de, kaderîlikten de kurtulmayı sağlar. Şairin dediği gibi: "Ey din hakkında tetkik eden kimse durum şudur; Ne kaderiyye görüşü ne de cebriyyenin görüşü doğrudur, " Sîlân dedi ki: Bir bedevî Basra'ya geldi. Ona: Kader hakkındaki görüşün nedir? diye soruldu. Şöyle dedi: Bu zanların aşırıya kaçtığı, anlaşmazlığa düşenlerin hakkında ihtilafa düştükleri bir husustur, lîize düşen ise, O'nun hükmünden içinden çıkamadığımız hususu, O'nun ezeli ilmine havale etmektir. 3Göklerle yeri hak üzere yarattı. Size suret verip suretlerinizi de güzel yaptı. Dönüş yalnız O'nadır. "Göklerle yeri hak üzere yarattı" âyeti daha önce birkaç yerde (meselâ, el-En'âm, 6/1. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yani yüce Allah bunları, hakkında en ufak bir şüphenin sözkonusu olmadığı kesin ve kat'i bir hakikat olarak yaratmıştır. "Hak üzere" âyetindekî "be"nin "lâm" anlamında olduğu da söylenmiştir. Onları hak için yaratmıştır, demek olur. Bu da kötülük işleyenleri işlediklerine uygun olarak cezalandırması, iyilik yapanları da en güzeliyle mükâfatlandırması demektir, "Size suret verip, suretlerinizi de güzel yaptı" âyetinde kastedilen Âdem (aleyhisselâm)'dır. Ona bir lütuf ve ihsan olmak üzere eliyle onu yaratmıştır, bu açıklamayı Mukâtil yapmıştır. İkinci görüşe göre maksat, bütün İnsanlardır, Suret vermenin anlamına dair açıklamalar, bunun şekillendirmek ve çizgilerini belirginleştirmek demek olduğu, daha önceden (el-Haşr, 59/24. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Eğer: Suretlerini nasıl güzel yaptı, diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir; Yüce Allah insanları bütün canlıların en güzeli, suret itibariyle en göz kamaştırıcıları olarak yaratmıştır, Buna delil de insanın hiçbir zaman suretini görmüş olduğu pek çeşitli suret ve şekillere rağmen başka türlü olmasını temenni etmemesidir. Onun ayakta, dimdik bir şekilde, yere kapaklanmaksızın yaratılmış olması da suretinin, güzelliğinin bir parçasıdır. Nitekim yüce Allah, İleride -yüce Allah'ın izniyle- açıklaması da geleceği üzere: "Yemin olsun Biz insanı ahsen-i takvimde yarattık" (et-Tin, 95/4) diye buyurmaktadır. "Dönüş yalnız O'nadır." Herkese amelinin karşılığını verecektir. 4Göklerde ve yerde olanı bilir. Gizlediğinizi de, açıkladığınızı da bilir. Allah göğüslerin içinde olanı çok iyi bilir. Âyeti daha önce birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır. O gizliyi de, açığı da bilendir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. 5Bundan önce kâfir olanların haberi size gelmedi mi? Onlar bu sebepten amellerinin cezasını tattılar. Onlar İçin çok acıklı bir azâb da vardır. Hitab Kureyş'edir. Yani geçmiş ümmetlerin kâfirlerine dair haberler size gelmedi mi? "Onlar bu sebepten amellerinin cezasını tattılar." Onlara ceza verildi. "Onlar İçin" âhirette "çok acıklı" yani acıtıcı, can yakıcı "bir azâb da vardır." Bu da daha Önceden (el-Bakara, 2/10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 6Bunun sebebi şu ki: Peygamberleri kendilerine apaçık delillerle geliyorlardı da onlar: "Bizi bir insan mı hidayete götürecek" diyerek inkâr etmiş ve yüz çevirmişlerdi. Allah da muhtaç olmadığını göstermişti. Allah muhtaç olmayandır, her hamde lâyıktır. "Bunun" onlara yapılan bu azâbın "sebebi şu ki: Peygamberleri kendilerine apaçık delillerle" açık seçik belgelerle "geliyorlardı da onlar" kendilerine gelen rasûlleri inkâr ettiler ve insanlardan rasûl gönderilmesini kabul etmeyerek "bizi bir İnsan mı hidayete götürecek, diyerek inkâr etmiş ve yüz çevirmişlerdi." Âyetteki: "Bir insan mı" lafzi mübtedâ olarak merfu gelmiştir. Bir fiilin takdiri ile merfu olduğu da söylenmiştir. Fiilin çoğul gelmesi "beşer; insan" lâfzının manasının çokluk ifade etmesinden dolayıdır. Bundan dolayı: "Bizi hidayete iletecekler" diye buyurulmuş; "Bizi hidayete iletecek" denilmemiştir. Arapçada bazan tekil çoğul anlamında da kullanılır. O takdirde bu bir cins isim olur. "Beşer"in tekili "insan"dır. Kendi lâfzından tekili yoktur. Kimi zaman çoğul da tekil anlamında kullanılabilir. Yüce Allah'ın: "Bu bir beşer değildir" (Yusuf, 12/31) âyeti gibi. "... diyerek inkâr etmiş" yani bu sözü söyleyerek inkâr etmişlerdi. Çünkü onlar bu sözlerini küçümseyerek söylemişlerdi. Allah'ın kullarından dilediği kimseyi peygamber olarak göndereceğini bilmemişlerdi. Bir başka açıklamaya göre onlar rasülleri inkâr elliler, ortaya konulan delillere arkalarını döndüler, îman etmekten ve verilen öğütlerden yüz çevirdiler. "Allah da" Mukâtil 'in açıklamasına göre mutlak egemenlik ve hakimiyetiyle kullarının itaatine "muhtaç olmadığını göstermişti." Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah delilleri o kadar göstermiş, açıklamalarını o kadar ileri derecede yapmıştı ki artık doğruya çağırmak ve hidayete iletmek için bundan daha fazlasına ihtiyaç duyulmuyordu. 7O kâfir olanlar öldükten sonra asla diriltilmeyeceklerini İddia ettiler. De ki: "Hayır, Rabbim hakkı için elbette diriltileceksiniz. Sonra da işlediğiniz mutlaka size haber verilecektir. Hem bu, Allah'a göre pek kolaydır." "O kâfir olanlar öldükten sonra asla diriltilmeyeceklerinİ İddia ettiler" zannettiler. "İddia etmek: Zanna dayalı söz söylemek" demektir. Şureyh dedi ki: Herşeyin bir künyesi vardır. Yalanın künyesi ise;" İddia ettiler" ifadesidir. Âyetin -daha önce Meryem Sûresi'nin sonlarında (19/77-80. âyetlerin tefsirinde) geçtiği üzere- Sehmoğullarından el-As b. Vail ile Habbab'ın arasında geçenler hakkında indiği söylenmiştir. Bundan sonra da bütün kâfirleri genel olarak kapsamıştır. Ey Muhammed! "De ki: Hayır, Rabbim hakkı için elbette diriltileceksiniz. " Kabirlerinizden hayat bulmuşlar olarak çıkartılacaksınız. "Sonrada İşlediğiniz" amelleriniz "mutlaka size haber verilecektir" bildirilecektir. "Hem bu, Allah'a göre pek kolaydır." Çünkü (aklen) yaratılmışı iade etmek ilk yaratmaya göre daha kolaydır. 8O halde Allah'a, O'nun Peygamberine ve indirdiğimiz nura îman edin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. "O halde Allah'a, O'nun Peygamberine ve indirdiğimiz nura" Kurana "Îman edin" âyeti ile yüce Allah, onlara kıyâmetin kopacağını bildirdikten sonra, îman etmelerini emretmektedir. Kur'ân da sapıklığın karanlıklarından kurtuluş için kendisi ile doğruya yol bulunan bir hidayet nurudur. "Allah yaptıklarınızdan haberdardır." 9Sizleri toplanma gününe toplayacağı o gün, işte o Teğâbun günüdür. Kim Allah'a îman edip salih amel işlerse kötülüklerini örter. Onu altından ırmaklar akan cennetlere -onlar orada ebedi kalıcılar olmak üzere- sokar. Büyük kurtuluş işte budur. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Toplanma Günü Olan Teğâbun (Aldanış) Günü: "Sizleri toplanma gününe toplayacağı o gün" âyetinde yer alan: "O gün" âyetinde, amel eden (yedinci âyette geçen): "Size haber verilecektir" anlamındaki yahutta ihtiva ettiği tehdit manası dolayısı İle (8, âyetteki); "...haberdardır" anlamındaki âyetlerdir. Sanki yüce Allah: "Allah sizi toplayacağı o gün, cezalandıracaktır" diye buyurmuş gibidir. Yahutta onda amel eden: "Hatırla ki" anlamındaki takdiri fiildir. "el-Gabn; Eksiklik" demektir. Bir kimseden bir şeyi gerçek kıymetinden daha aşağı bir bedele alışı anlatmak üzere: "Onu ğabn elti, ğabnetmek (aldattı, aldatmak)" denilir. "Sizi toplayacağı" âyeti genel olarak "ye" harfi ile diye okunmuştur. Buna sebeb de yüce Allah'ın (bir önceki âyette geçen): "Allah yaptıklarınızdan haberdardır" âyetidir. O bakımdan burada da yüce Allah, olacağı haber vermektedir. Diğer bir sebep ise daha önceden yüce Allah'ın adının zikredilmiş olmasıdır, (Yani toplayacak olanın Allah olduğunun anlaşılmasıdır.) Nasr, İbn Ebi İshak, el-Cahderî, Yakub ve Sellam ise "nun" ile "Sizi toplayacağımız" diye okumuşlar ve: "ve indirdiğimiz nura" (8. âyet) itibar ederek böyle okumuşlardır. "Toplanma günü (yevmu’l-cem’)" ise yüce Allah'ın öncekileri, sonrakileri, insanları, cinleri, semâ ehli ile yeryüzündekilerin hepsini bir araya getirip toplayacağı gündür. Yüce Allah'ın her kulu ve onun amelini biraraya getireceği gün olduğu söylendiği gibi, bugünde yüce Allah, zalim ile mazlumu biraraya getireceği için bu ismi aldığı da söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre yüce Allah bugünde her peygamberi ve onun ümmetini biraraya getirecektir. Bir diğer görüşe göre yüce Allah bugünde itaat edenleri mükâfatı ile günahkâr ve isyankârların cezalandırılmasını bir arada yapacaktır. "İşte o Teğâbun günüdür" yani kıyâmet günüdür. Şair şöyle demiştir: "Ayrılık yurdunda yaşamaktan ne beklerim ki Şunu bilin ki istirahatler ancak Teğâbun günü olacaktır." Kıyâmet gününe "Teğâbun günü: Aldanış günü" denilmesinin sebebi bugünde cennetliklerin cehennemlikleri aldatacağından dolayıdır. Yani cennet ehli cenneti, cehennem ehli de cehennemi -mübadele yoluyla- almışlardır. Hayrı şerre, iyiyi kötüye, nimetleri azaba değiştirmiş olduklarından ötürü aldanışları sözkonusu olmuştur. Nitekim alışveriş yapıp da bu hususta karşı tarafın aleyhine düşük kıymette olanı verir, daha üstün kıymette olanı alan bir kimse Filanı ğabn ettim (alışverişte aldattım)" denilir. İşle cennetliklerle cehennemlikler de böyledir. -İleride açıklaması gelecektir. Elbise senden daha uzun olur da onun bir kısmını dikecek olursan: "Elbiseyi kısalttım" denilir. Bu da bir eksiklik anlamını ifade eder. "Koltuk altları ve baldırların yakın yerlerinde eskimekten dolayı bükülen yerler" demektir. Müfessirler der ki: O halde "mağbûn; aldanmış kişi" ailesi ve cennetteki mevkileri itibariyle aldanışa düşmüş olan kimsedir. O gün imanı terkettiği için herbir kâfirin aldanış içerisinde olduğu açıkça ortaya çıkacağı gibi, her bir mü’minin iyilik hususundaki kusurları ve zamanı boşa geçirmiş olması dolayı sı ile de aldanış içerisinde olduğu açıkça ortaya çıkacaktır. ez-Zeccâc dedi ki: Cennette mevkii yüksek olan bir kimse mevkii ondan daha aşağıda olanı ğabnetmis olacaktır. 2- Bugüne "Tegâbun Günü"Denilmesinin Sebebi ve Bugündeki Aldanışın Mahiyeti: Eğer: "Bir aldanışın sözkonusu olması için arada nasıl bir muamele olmuştur" diye soran olursa, ona şöyle cevap verilir: Bu, alışverişe dair bir temsili ifadedir. Yüce Allah: "İşte onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın almış olanlardır. "(el-Bakara, 2/16) dîye buyurmakladır. Kâfirlerin hidayet karşılığında sapıklığı satın aldıkları ve ticaretlerinin kâr sağlamayıp aksine ziyan ettiği belirtildiği gibi; burada da onların aldanış içerisinde olduklarını belirtmektedir. Şöyle ki: Cennetlikler dünya karşılığında âhireti satın almışlardır, cehennemlikler'ise âhireti terkederek dünyayı satın almışlardır. İşte bu -lâfzın anlamını genişleterek ve gerçek anlamından ayrı mecazî bir anlam vererek- bir çeşit değiş tokuşun ifadesidir. Yüce Allah, insanları iki kesime ayırmıştır. Bu kesimin biri cennetlik, diğeri cehennemliktir. Herkesin cennet ve cehennemdeki yeri bellidir. Daha önce bu sûrede ve başka yerlerde açıkladığımız gibi, kul bazen ilâhî yardımdan mahrum kalır ve sonuçta cehennemlik olur. İlâhî tevfike mazhar olan kimse bunun sonucunda yardımdan mahrum olanın mevkiine kavuşur, buna karşılık ilâhî tevfike mazhar olanın cehennem ateşindeki yeri de yardımdan mahrum olana verilir. İşte sanki böylece bir değişim gerçekleşmiş ve bunun sonucunda da aldanış husule gelmiş gibidir. Gerek dilde, gerek Kur'ân'da misaller ise açıklamak için kullanılır. Bütün bunlar ilgili eserlerdeki geniş açıklamalardan derlenip toparlanmış örnekler olup, bu kitapta da dağınık bir şekilde bu misaller geçmiş bulunmaktadır. Daha önce; "mü’minler gerçekten felâh bulmuşlardır" (el-Mü’minûn, 23/1) âyetinde açıkladığımız gibi; böyle bir değişimden "miras almak"la da haber verilebilir. Daha sonra açıklanacağı üzere aldanış bugünden başka bir zamanda da gerçekleşebilir. Fakat burada kastedilen sonunda telafi edilemeyecek ve sonu gelmeyecek olan bir aldanıştır, el-Hasen ve Katade dedi ki: Bize ulaştığına göre aldanış üç türlüdür: Bir kişi bir bilgiye sahib olur, onu başkasına öğrettiği halde kendisi ona gereken önemi vermez, gereğince amel etmez ve bu ilim sebebiyle bedbaht olur. Buna karşılık o ilmi ondan öğrenen kişi o ilim gereğince amel eder ve bu sayede kurtulur. Bir diğeri sorgulanmasına sebeb teşkiİ edecek çeşitli yollardan bir mal kazanır ve bu malı kullanmakta cimrilik gösterir, bu mat sebebiyle Rabbine İtaatte kusur eder, bu malı hayırlı bir şekilde kullanmaz. Diğer taraftan bu mal dolayısıyla hesaba çekilmeyecek mirasçısına bırakır gider, o mirasçı da o malı Rabbine itaat uğrunda kullanır. Bir diğeri ise kölesi bulunup kölesi Rabbine itaatin gereğini yaparak mutlu olurken, efendi Rabbine isyan edecek amellerde bulunur ve sonunda bedbaht olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Kıyâmet gününde yüce Allah erkeği ve kadını huzurunda ayakta tutar. Yüce Allah her ikisine de şöyle der: Ne diyecekseniz deyiniz? Adam: Rabbım onun nafakasını bana vacib kıldın. Ben de o nafakayı helal, haram demeksizin temin etmeye gayret ettim. İşte bu davacılar benden bunu istiyor. Geriye ise onların haklarını verecek bir şeyim kalmamıştır. Kadın da şöyle der: Rabbim ben ne diyebilirim? O haram yoldan kazandı. Ben onu helal olarak yedim. Beni razı etmek için Sana isyan etti oysa ben onun böyle yapmasına razı değildim. Benden uzak dursun, benden uzak kalsın. Yüce Allah kadına: Doğru söyledin, der ve verilen bir emir ile erkek cehenneme atılır. Kadın da verilen emir ile cennete götürülür. Cennetin tabakalarından onu görür ve şöyle der: Seni aldattık, seni aldattık. Biz senin kendisi sebebiyle bedbaht olduğun aynı şeyden ötürü mutlu olduk." Ulaşabildiğimiz kaynaklarda tesbic edemedik. Merhum müfessirin: "Ruviyc; rivâyet edildi" diye tad'if sigası kullandığına da dikkat edelim İşte Teğâbun günü budur. 3- Dünyevî İlişkilerde İnsanların Birbirlerini Aldatmaları: İbnu'l-Arabî dedi ki: İlim adamlarımız yüce Allah'ın: "İşte o Teğâbun günüdür" âyetini dünyevi ilişkilerde aldatmanın câiz olmadığına delil göstermişlerdir. Çünkü yüce Allah aldatmayı kıyâmet gününe tahsis ederek: "İşte o Teğâbun günüdür" diye buyurmuştur. Bu özelleştirici ifade dünyada aldanışın olmadığını ortaya koyar. Dolayısı ile satılan bir malda kim bir aldanışı tesbit edecek olursa, eğer bu aldanış malın kıymetinin üçte birinden fazla ise geri verilir. (İlim adamlarımızın arasından) Bağdatlı olanlar bu görüşü tercih etmiş ve buna çeşitli şekillerle delil getirmişlerdir, Bunlardan birisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Habban b. Munkız'e söylediği: "Eğer alışveriş yapacak olursan, o vakit: Aldatma yok, de ve senin için üç. gün süreyle muhayyerlik (aldatma olursa malı geri çevirebilme tercihi) vardır." Dârakutnî, 111, 55; İbn Mâce, II, 789; el-Humeydi, Müsned, 11, 292; Beyhaki, es-Sunenü't-Kübra, V, 273 "... aldatma yok, de" bölümüne kadar: Buhârî, II, 745, H4H, H50, 851, VI. 2554; Müslim, II, 1165; Ebû Dâvûd, Fil, 2H2, Nesâî. Vli, 252; Muvatta’, II, 635; Müsned, II. 44, fil, 72, 80, S4, 107, 116, 129, III, 217 Bu oldukça tartışmalı bir konu olup, biz bumı dair açıklamaları hilaf (mezheblerin görüş ayrılığının bulunduğu fıkhî) meselelerde ele almış bulunuyoruz. Bunun püf noktası şudur: Dünyada aldatmak dinin bir hükmü gereği olarak icma ile yasaklanmıştır. Zira bu bütün dinlerde şer'an haram kılınmış bir aldatma çeşididir. Fakat bunun basit bir bölümünden herhangi bir kimsenin kaçınabilmesi mümkün değildir. Bu husus daha önce "buyu': alışverişler" bahsinde geçmiş bulunmaktadır. Zira bizler eğer (basit bir aldanış dolayısıyla) malın geri verileceği hükmünü verecek olursak, hiçbir alışveriş ebediyyen geçerli olmaz. Çünkü bu kadarcık bir aldanıştan uzak kalamaz. Ancak aldanış çok olur da bundan sakınma imkânı bulunursa, o vakit bu aldanış sebebiyle malın geri verilmesi icab eder. Az ile çok arasındaki fark ise şeriatte bilinen bir esastır. İlim adamlarımız da bu sınır için üçte biri tesbit etmişlerdir. Zira malda, vasiyette ve başka hususlarda da bu oranı öngörmüşlerdir. Buna göre âyet-i kerimenin anlamı şöyle olur: İşte o gün -herhangi bir tafsilâta girilmeksizin mutlak olarak- câiz aldanışın olacağı bir gündür. Yahutta; İşte o gün ebediyyen telâfi edilemeyecek olan bir aldanış günüdür. Çünkü dünyadaki aldanış iki türlü telâfi edilebilir; Ya bazı hallerde alışverişin geri çevrilmesi ile olur yahutta bir başka alışverişte ve bir başka malda kâr elde ederek telâfi edilir. Cenneti kaybederek ziyana uğrayan bir kimsenin ise bu ziyanının telâfisi ebediyyen sözkonusu olmaz. Kimi mutasavvıf ilim adamı şöyle demiştir: Allah bütün insanlar hakkında aldanışı takdir buyurmuştur. Rabbine aklanmadık bir şekilde kavuşmayacak hiçbir kimse yoktur. Çünkü amelinin karşılığını alması, sevabını eksiksiz almadıkça mümkün olmayacaktır. Rivâyette belirtildiğine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın huzuruna çıkan herkes mutlaka pişman olarak Allah'a kavuşur. Eğer günahkâr ise iyilik yapmadığı için, eğer iyilik yapan birisi ise daha çok yapmadığı için (pişman olacaktır.)" "Kim Allah'a îman edip, salih amel işlerse kötülüklerini örter... Cennetlere sokar" âyetindeki "örter" ve "sokar" anlamındaki lâfızları Nâfı' ve İbn Âmir: “Örteriz" ile; "Sokarız" diye okumuşlardır. Diğerleri ise (örter ve sokar anlamlarında) "ye" ile okumuşlardır. 10Kâfir olup, âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliklerdir ve orada ebedî kalıcıdırlar. O ne kötü dönüş yeridir! "Kâfir olup âyetlerimizi" Kur'ân-ı Kerîmi "yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliklerdir ve orada ebedi kalıcıdırlar. O ne kötü dönüş yeridir!" Daha önce birkaç yerde de geçtiği üzere yüce Allah, mü’minlerin durumunu sözkomısu ettikten sonra kâfirlerin durumunu böylece sözkonusu etmektedir. 11Allah'ın izni olmadıkça hiçbir musibet gelip çatmaz. Kim Allah'a îman ederse, onun kalbine hidayet verir. Allah herşeyi en iyi bilendir. "Allah'ın İznî" yani O'nun iradesi ve kazası (hükmü) "olmadıkça hiçbir musibet gelip çatmaz." el-Ferrâ' dedi ki: Allah'ın emri ile olmadıkça... demektir. Allah'ın ilmi ile olmadıkça... diye de açıklanmıştır. Denildiğine göre âyetin nüzul sebebi şudur; Kâfirler: Eğer müslümanların üzerinde bulundukları hal hakkın kendisi ise ,Allah onları dünyada musibetlere karşı elbetteki koruyacaktır. Yüce Allah bu âyeti ile şunu açıklamaktadır: Bir üzüntüyü yahut dünya ya da âhirette bir cezayı gerektiren söz ya da fiil, tan ya da maldaki herbir musibet, yüce Allah'ın ilmi ve kazası iledir. "Kim Allah'a îman ederse" Allah'ın izni ile olmadıkça ona hiçbir musibetin gelip çatmayacağını bilir ve bunu tasdik ederse, "onun kalbine" sabır ve (kadere) rıza için "hidayet verir." Îman üzere kalbine sebat verir, diye de açıklanmıştır. Ebû Osman el-Cîzî dedi ki: Kimin imanı sahih olursa, Allah da onun kalbini sünnete uymaya iletir. "Kim Allah'a îman ederse, onun kalbine hidayet verir" âyetinin şu demek olduğu da söylenmiştir: Yani musibet esnasında bu kimse: "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn: Şüphesiz biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na döneceğiz" der. Bu açıklamayı İbn Cübeyr yapmıştır. İbn Abbâs dedi ki: Bu, yüce Allah'ın o kimsenin kalbinde; başına gelen bir musibetin, onun gelip kendisini bulmamasının imkânsız olduğunu ve ona gelip isabet etmeyenin, ona gelip isabet etmesinin imkansız olduğunu, yakîn bir şekilde bilmesi demektir. el-Kelbî dedi ki: Bu hidayet şudur: Kişi belâya maruz kaldığı vakit sabreder. Ona bir nimet ihsan olunduğu vakit şükreder. Haksızlık yapıldığında bağışlar. Bir diğer açıklamaya göre: Kalbine cennette sevaba nail olma hidayetini verir, yolunu gösterir. "Hidayet verir" âyeti genel olarak "ye" harfi üstün, "dal" harfi de kesreli olarak okunmuştur. Buna sebeb ise daha önceden "Allah" adının zikredilmiş olmasıdır. es-Sülemî ve Katade ise; "Kalbine hidayet verilir" şeklinde "ye" harfini ötreli ve "dal" harfini de üstün, meçhul bir fiil olarak ve "kalb" lâfzındaki "be" harfini de (nâib-i fail: sözde özne) olarak ötreli okumuşlardır, Çünkü bu, faili zikredilmemiş bir fiildir. Talha b. Mûsarrif ve el-A'rec ise; "Hidayet veririz" şeklinde tazim "nun"u ile; "Kalbine" lâfzını da ("be" harfini) nasb ile okumuşlardır. İkrime ise; Kalbi yatışır, sükûnet bulur' diye sakin bir hemze ile ve (kalbdeki) "be" harfini merfu olarak okumuştur. Kalbi sükûn ve itminan bulur, demek olur. Malik b. Dinar da onun gibi okumuş olmakla birlikte o, hemzeyi yumuşatarak (telyîn ile) okumuştur. "Allah herşeyi en iyi bilendir." Boyun eğenin ve işi O'nun emrine havale edenin teslimiyeti ile O'nun emrinden hoşlanmayanın hoşlanmayışı O'na gizli değildir. 12Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz Peygamberimize düşen ancak apaçık tebliğdir. Yani başınıza gelen musibetlerin üzerinizdeki yükünü hafifletiniz. Allah'a itaatte uğraşınız, O'nun Kitabı gereğince amel ediniz. Sünnetine göre hareket etmek suretiyle Rasûlüne itaat ediniz. Şayet itaatten yüz çevirecek olursanız, Rasûlün tebliğden başka bir görevi yoktur. 13(O) Allah'dır. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. O halde mü’minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler. "(O) Allah’dır. O'ndan başka hiçbir İlah yoktur." O'ndan başka bir mabud olmadığı gibi, O'ndan başka bir yaratıcı da yoktur. O halde yalnız O'na tevekkül ediniz. 14Ey Îman edenler! Muhakkak ki eşleriniz ve evlâtlarınızdan size düşman olanlar vardır. O halde onlardan sakının. Bununla beraber şayet affeder, kusurlarına bakmaz ve hatalarını örterseniz, muhakkak Allah çok mağfiret edendir, çok mehamet edendir. Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Muhakkak ki eşleriniz ve evlâtlarınızdan size düşman olanlar vardır. O halde onlardan sakının" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme Medine'de Eşca'lı Avf b. Malik hakkında inmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hanımının ve çocuklarının kendisine karşı katı davrandıklarından şikâyet edince, bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. Bunu en-Nehhâs zikretmektedir. et-Taberî de bunu Atâ b. Yesar'dan naklederek şöyle dediğini belirtmektedir: Teğâbun Sûresi'nin tamamı Mekke'de inmiştir. Şu âyetler müstesna: "Ey îman edenler! Muhakkak ki eşleriniz ve evlatlarınızdan size düşman olanlar vardır." Bu âyeti Eşca'lı Avf b. Malik hakkında inmiştir. Bunun eşleri ve çocukları vardı. Gazaya gitmek istedi mi onun için ağlarlar ve onu yumuşatmaya çalışarak: bizi kime bırakacaksın, derler, o da hemen yumuşar ve gitmeyip kalırdı. Bunun üzerine: "Ey îman edenler! Muhakkak ki eşleriniz ve evlatlarınızdan size düşman olanlar vardır." âyeti tümüyle Medine'de Eşca'lı Avf b. Malik hakkında inmiştir. Sûrenin sonuna kadar geriye kalan diğer bütün âyetler de Medine'de inmiştir. Tirmizî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs -şu; "Ey îman edenler! Muhakkak ki eşleriniz ve evlâtlarınızdan size düşman olanlar vardır. O halde onlardan sakının" âyeti hakkında bir adamın soru sorması üzerine şöyle demişti: Burada sözü edilenler Mekkelilerden İslâm'a girip Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelmek istedikleri halde; eşleri ve çocukları, kendilerini terkederek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelmelerine razı olmayan kimselerdir. Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip insanların dinde derinlemesine bilgi sahibi olduklarını görünce, onları cezalandırmak istediler. Bunun üzerine yüce Allah: "Ey îman edenler! Muhakkak ki eşleriniz ve evlâtlarınızdan size düşman olanlar vardır. O halde onlardan sakının" âyetini indirdi. Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, V. 419: Taberânî, Kebir, XI, 275; Hâkim, Müstedrek, II, 532 2- Eş ve Çocukların Düşmanlıkları ve Düşmanlığın Mahiyeti ve Şekli: Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî dedi ki: Bu düşmanlığın ne şekilde olduğunu açıklamaktadır. Şüphesiz ki düşman bizzat şahsı dolayısıyla düşman değildir. O yaptığı davranışlarıyla düşmanlık eder. Buna göre eş ve çocuklar düşmanın yaptığı işi yapacak olursa, onlar da düşman olur. Kul ile (Allah'a) itaat arasına engel olmaktan daha çirkin bir iş de yoktur. Sahih-i Buhârî’de, Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şeytan Âdemoğluna karşı îman yolunda oturdu ona: Sen kendinin ve atalarının dinini bırakıp îman mı edeceksin? dedi. Âdemoğlu ona muhalefet etti ve îman etti. Sonra şeytan onun karşısında hicretin yolu üzerinde oturdu ve ona: Malını, aileni bırakıp hicret mi edeceksin, dedi. Ona muhalefet etti ve hicret etti. Sonra şeytan ona karşı cihad yolu üzerindi; olurdu ve ona: Ölümüne sebeb teşkil edeceksin, hanımların başkaları tarafından nikâhlanacak, malın paylaştırılacak diye mi cihad edeceksin dedi, yine ona muhalefet etti ve cihad etti. Sonunda öldürüldü, onu cennete koymak da Allah'ın üzerinde bir hak oldu." İbn Hîbhân, Sahih, X, 453; Ahmed b. Amr eş-Şeybanî, el-Ahâd ve'l-Mesânî, Riyâd 1411/1991, V, 137; Taberânî, Kebir, VII, 117; Beyhaki, Şuabu'l-îman, IV, 21, 22, Hadisi Buhârî'de teshil edemediğimiz gibi, Buhârî'ye nisbet edeni de teshir edemedik. Kurtubi merhumun bir yanılması bir istinsah hatası ya da bir okuma hatası olabilir. Şeytanın oturması iki şekilde olur: Biri vesvese ile olur, ikincisi ise eşlerin, çocukların ve arkadaşların bu doğrultuda istediklerini yapmaya itmesi ile olur. Yüce Allah: "Biz onlara yakın arkadaşlar kıldık. Onlar da önlerinde ve arkalarında olanı kendilerine süslediler." (Fussilet, 41/25) diye buyurmaktadır. Îsa (aleyhisselâm)'ın hikmetli sözleri arasında şu da vardır: "Her kim hanım, mal ve çocuk edinirse, o kimse dünyaya köle olur." Sahih hadiste kulun bu kabilden düşebileceği asgari köleliğin sınırı açıklanmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Helâk olmuştur altının kölesi, helâk olmuştur dirhemin kölesi, helâk olmuştur güzel kumaşın kölesi, helâk olmuştur kadifeye köle olan. Helâk olsun ve başaşağı devrilsin, bir yerine batan bir dikeni kimse oradan çekip almasın." Buhârî, III, 1057; İbn Mâce, II, 1386 Dinara, dirheme (altına, gümüşe) kölelikten daha büyük bir aşağılık yeni bir elbise dolayısıyla gayrete gelen bir hevesten daha bayağı bir arzu ve istek olamaz, 3- Hanımın Kocasına Düşmanlığı Gibi, Kocanın da Hanımına Düşmanlığı Mümkündür: Erkeğin çocukları ve eşi kendisine düşman olduğu gibi; aynı şekilde koca ve çocukları da yine aynı yönden hanıma düşman olabilirler. Yüce Allah'ın: "Eşleriniz" âyetinin kapsamına erkekler de, dişiler de girer. Çünkü hepsi zaten her âyetin kapsamına da girerler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "O halde onlardan" size zarar verirler diye "sakının." Kişinin kendisine gelecek zarara karşı kendisini koruması ve sakınması iki şekilde sözkonusu olur. Ya gelecek bedeni bir zarar sözkonusudur, ya dini bir zarar. Bedene gelecek zarar dünya ile alakalıdır, dine gelecek zarar da âhiret ile alakalıdır. Yüce Allah, kulu bu zarardan sakındırmış ve buna karşı onu uyarmıştır. "Bununla beraber şayet affeder, kusurlarına bakmaz ve hatalarını örterseniz, muhakkak Allah çok mağfiret edendir, çok mehamet edendir" âyeti ile ilgili olarak Taberî, İkrime'den şunu rivâyet etmektedir: Yüce Allah'ın: "Ey Îman edenler! Muhakkak ki eşleriniz ve evlatlarınızdan size düşman olanlar vardır. O halde onlardan sakının" âyeti hakkında dedi ki: Kişi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gitmek ister fakat çoluk çocuğu: Gidip bizi nereye bırakacaktır? derlerdi. Fakat kişi İslâm'a girip dini bilgi sahibi olunca bu sefer şöyle demeye koyulurdu: Yemin olsun daha önce beni bu işten alıkoyan kimselere dönecek ve şunları şunları yapacağım. İşte bu sebeble yüce Allah: "Bununla beraber şayet affeder, kusurlarına bakmaz ve hatalarını örterseniz, muhakkak Allah çok mağfiret edendir, çok mehamet edendir" âyetini indirdi. Mücahid de yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Muhakkak ki eşleriniz ve evlâtlarınızdan size düşman olanlar vardır. O kaide onlardan sakının" âyeti hakkında dedi ki: Onlara dünya ile ilgili bir hususta düşmanlık etmediler. Fakal onlara olan sevgileri onlar için haram olan bir şeyi alıp. kendilerine vermelerine sebeb teşkil etti, Ayet-i kerîme insanın eşi ve çocukları sebebiyle işleyebileceği her türlü masiyet hakkında umumidir. Sebebin özelliği hükmün genelliğine engel değildir. 15Mallarınız da, evlâtlarınız da sizin İçin ancak bir imtihandır. Büyük mükâfat İse Allah nezdindedir. "Mallarınız da, evlâtlarınız da sizin için ancak bir imtihandır." Sizi haram kılınmış şeyleri elde etmeye yüce Allah'ın hakkı olan şeyleri vermeyip, alıkoymaya iten bir sınama ve denemedir. O halde Allah'a isyanı gerektiren hususlarda onlara itaat etmeyiniz. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmaktadır: "Kıyâmet gününde bir adam getirilir de bunun çoluk çocuğu hasenatını yedi" denilir." Kaynağını tesbit edemedik Seleften birisi de şöyle demiştir. Çoluk çocuk itaatlerin içindeki kurtçuklardır. el-Kutebî: "Fitne: Düşkünlük göstermektir" der. "Adam kadına meftun oldu (ona gönülden bağlandı)" ilenilir. "Fitne"nin mihnet (imtihan) anlamında olduğu da söylenmiştir. Şairin şu beytinde de bu anlamdadır: "İnsanlar dinlerinde mihnete uğradılar Ve Affan'ın oğlu geriye uzunca bir kötülük bıraktı," İbn Mes’ûd dedi ki: Sizden herhangi bir kimse: Allah'ım beni fitneden koru demesin. Çünkü aranızda malına, ailesine ve gocuğuna geri dönen herbiriniz mutlaka bir fitne sahibi demektir. O bakımdan bunun yerine şöyle desin: Allah'ım, ben Sana fitnelerin saptırıcılarından sığınırım. el-Hasen yüce Allah'ın: "Eşleriniz ve evlâtlarınızdan..." âyetinde yer alan; ...dan" lâfzını teb'îd (kısmîlik bildirmek) için getirmiştir. Çünkü hepsi düşman değildir fakat yüce Allah'ın: "Mallarınız da, evlatlarınız da sizin için ancak bir imtihandır" âyetinde bu lâfız zikredilmemiştir. Çünkü mal ve evlatların fitneden (imtihandan) uzak durmaları ve kalbin onlarla meşgul olmaması sözkonusu değildir. Tirmizî ve başkalarının rivâyet ettiklerine göre Abdullah b. Küreydi; babasından şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı hutbe verirken gördüm. Bu sırada Hasan ile Hüseyin -ikisine de selâm olsun- üzerlerinde kırmızı birer gömlek olduğu halde geldiler. Bir düşüp, bir kalkıyorlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) indi, onları taşıdı ve önüne oturttuktan sonra şöyle dedi: "Yüce Allah doğru söylemiştir. Gerçekten mallarınız ve evlâtlarınız bir fitne (bir imtihan)dır. Ben bu iki küçük çocuğa bir düşüp bir kalkarken baktım da sözümü kesip onları yanıma kaldırmadan edemedim." Sonra da hutbesine devam etti Tirmisl, V, 65H; Nesâî, III, 192; Müsned, V, 354 "Büyük mükâfat ise Allah nezdindedir" âyetinde kastedilen cennettir. En ileri mükâfat tu budur. Müfessirlerin dediklerine göre ondan daha büyük bir mükâfat olmaz. Lâfız Buhârî'nin olmak üzere Buhâri ile Müslim'de Ebû Said el-Hudri'den söyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yüce Allah cennetliklere: Ey cennet ehli diyecek, onlar: Buyur Rabbimiz, âyetini dinlemeye hazırız diyecekler. O: Hoşnut oldunuz mu? diyecek, onlar: Nasıl hoşnut olmayız? Bize yarattıklarından hiçbir kimseye vermediğin şeyler verdin. Bu sefer: Size bunlardan daha üstün bir şey vereyim mi? diye buyuracak, onlar; Rabbimiz, bunlardan daha üstün nedir? diyecekler, o da şöyle buyuracak: Üzerinize hoşnutluğumu bırakırım ve ondan sonra da ebediyyen size gazab etmem." Buhârî V. 2=TO. VI. 27İ2; Müslim, I, 70, İV, 2176; Tirmizî, IV, 6H9; Müsned, 111. Ü5. [>4 Bu hadis daha önceden de geçmişti. Şüphesiz ki rıza bütün emellerin en ileri derecesidir. Sufiler bu hususu tahkik hakkında şunu söylemişlerdir: "Allah onunla yarattıklarını imtihan etmiştir, Cehennemde, cennette O'nun kabzasındadır. O'nun (insanı) terketmesi ateşinden büyüktür, Vaslı ise cennetinden de hoştur." 16O halde; gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun. Dinleyin, itaat edin. Kendiniz İçin de hayır olmak üzere infak edin. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarını elde edenlerin ta kendileridir. "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun. Dinleyin, itaat edin. Kendiniz için de hayır olmak üzere infak edin..." âyetine dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Güç Yettiğince Allah'tan Korkmak ile "Allah'tan Gereği Gibi Korkmak": Tevil bilginlerinden bir topluluk bu âyet-i kerimenin yüce Allah'ın: "Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun" (Âl-i İmrân, 3/102) âyetini neshettiği görüşündedir. Katade, er-Rabî b. Enes, es-Süddî ve İbn Zeyd bunlar arasındadır. Taberi şu rivâyeti zikreder: Bana Yûnus b. Abdi’l-A'lâ anlattı dedi ki: Bize İbn Vehb haber verdi dedi ki: İbn Zeyd yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun" (Al-i İmrân, 3/102) âyeti hakkında dedi ki: Bu çok ağır bir emir olarak geldi. Ashab: Bunun nasıl olması gerektiğini kim bilebilir yahut ona kim ulaşabilir. Yüce Allah bu işin onlara çok ağır geldiğini bildiğinden bu âyeti neshederek hükmünü onlar üzerinden kaldırdı ve bu âyet) indirerek: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" diye buyurdu. Âyetin muhkem olduğu, onda herhangi bir neshin olmadığı da söylenmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah'ın: "Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun" (Al-i İmrân, 3/102) âyeti nesholmamiştır, fakat Allah'tan gereği gibi korkmak Allah için gereği gibi cihad etmekle ve Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasının etkisi altında kalmamakla, kendi öz nefisleri babaları ve oğulları aleyhine olsa dahi adaleti ayakta tutmakla olur. Bu daha önceden (Âl-i İmrân, 3/102. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 2- Bu İki Ayet ile Âl-i İmrân, 3/102. Âyeti Nasıl Anlaşılabilir? Bu âyet-i kerîme nesholmayıp, muhkem olduğuna göre et-Teğâbun Sûresi'nde yüce Allah'ın: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" âyeti nasıl açıklanır ve Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa, öylece korkmak emri ile gücümüz yettiğince O'ndan korkmak emri birarada nasıl anlaşılabilir? Allah'tan gereği gibi korkmak emri, Kur'ân-ı Kerîm âyeti ile herhangi bir tahsis sözkonusu olmaksızın ve herhangi bir şarta da bağlı olmayarak Kur'ân ile farz kılınmaktadır. Gücümüz yettiğince Allah'tan korkmak emri ise bir şarta bağlı olarak ondan korkmak emrini ihtiva etmektedir diyenlere şöyle cevap verilir: Yüce Allah'ın: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" âyetinin delâlet ettiği ile; "Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun" (Al-i İmrân, 3/102) âyetinin anlamı ile ilgisi yoktur. Yüce Allah: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" âyeti ile şunu kastetmektedir: Ey insanlar! Artık Allah'tan korkun ve sizin için fitne kılınan mallarınızın ve evlatlarınızın fitnesi sizi yenik düşürmesin diye O'nun gözetimi altında olduğunuzu bilin. Bunlar, sizin için farz olan küfür diyarından, İslam diyarına hicret etmekten alıkoyarak hicret etme gücünüz ve imkânınız varken, hicret etmeyi terk edecek hale gelmeyiniz. Çünkü yüce Allah: "Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere melekler... İşte Allah'ın onları affedeceği umulur" (en-Nisa, 4/97-99) âyeti ile gücü yetmeyen kimseleri hicreti terkettiklerinden dolayı mazur görmekte; sirk diyarında herhangi bir çare ya da hicrete yol bulamadığı için kalmaya devam eden kimseleri affettiğini haber vermektedir. İşte yüce Allah'ın: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" âyeti da aynı şekilde şirk diyarından, İslam diyarına hicret etmeyi, mallarınızın ve evlatlarınızın fitnesine kapılarak terketmeyiniz, demektir, bu açıklamanın doğruluğunun delillerinden birisi de yüce Allah'ın: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" âyetinin, hemen: "Ey îman edenler! Muhakkak ki eşleriniz ve evlatlarınızdan size düşman olanlar vardır. O halde onlardan sakının" (et-Teğâbun, 64/14) âyetinden sonra gelmesidir. Az önceden geçtiği üzere bu âyet-i kerîmelerin çoluk çocuklarının kendilerini engellemeleri neticesinde şirk diyarından, İslam diyarına hicret etmekte geciken ve önceleri kâfir olan birtakım kimseler sebebiyle indiği hususunda seleften Kur'ân-ı Kerîm'in tevilini bilen İlim ehli arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Bütün bunlar Taberi'nin tercih ettiği görüşlerdir, "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" âyetinin nafile olarak yapılan ameller yahut sadakalar ile ilgili olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun" (Al-i İmrân, 3/102) âyeti inince, bu müslümanlara ağır geldi ve topukları şişinceye, alınları yaralanıncaya kadar namaz kılmaya koyuldular. Yüce Allah onların bu yüklerini hafifletmek üzere; "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" âyetini indirdi ve bundan önceki âyet-i kerimeyi neshetti. Bu açıklamayı İbn Cübeyr yapmıştır. el-Maverdî dedi ki: Eğer bu nakil sabit değilse, bir masiyet işlemeye zorlanan kimsenin bundan dolayı sorumlu olmaması ihtimali de vardır. Çünkü bu durumdaki bir kişi, o masiyetten sakınabilme gücüne sahih değildir. "Dinleyin, İtaat edin" âyeti, size verilen öğütleri dinleyin, -size verilen emir ve yasaklara itaat edin; demektir. Mukâtil dedi ki: "Dinleyin" Allah'ın Kitabından üzerinize İndirilenlere kulak verin demektir. Dinlemenin asıl anlamı budur. "İtaat edin" size verdiği emir ya da yasaklarda Rasûlüne itaat edin, demektir. Katade dedi ki: Buna bağlı olarak; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dinleyip itaat etmek esası üzere bey'at edilmiştir. Bir başka açıklamaya göre: "Dinleyin" yani dinlediğiniz şeyi kabul edin, demektir. Kabul etmenin "dinlemek" diye ifade edilmesi dinlemenin neticesinin bu oluşundan dolayıdır. Derim ki: el-Haccac bu âyet-i kerimeyi okuyup, hükmünün münhasıran Abdu'l-Melik b. Mervan hakkında olduğunu ileri sürüp de: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun. Dinleyin, itaat edin" âyeti Allah'ın emiri ve halifesi olan Abdu'l-Melik b. Mervan hakkındadır. Bunun bir istisnası yoktur. Allah'a yemin ederim eğer ben bir adama: Mescidin bir kapısından çıkmasını emredip, o da bir başka yerden çıkacak olursa hiç şüphesiz kanı bana helaldir; derken işi alabildiğine aşırıya götürmüş ve âyet-i kerimeyi bu şekilde tevil çtmekle yalan söylemiştir. Evel, bu âyet-i kerîme herşeyden önce Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkındadır, sonra onun ardından gelen emir sahibleri hakkındadır. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Allah'a itaat edin, Rasûle de itaat edin ve sizden olan emir sahiblerine de" (en-Nisâ, 4/59) âyetidir. "İnfak edin" âyeti ile kastedilenin zekât olduğu söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır, Nafile olan nafakanın kastedildiği de söylenmiştir. ed-Dahhak: Bu cihad uğrundaki harcamadır, demiştir. el-Hasen ise; Bu kişinin kendisi için yaptığı harcamadır, demiştir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu görüşü ileri sürenin bu kanaati belirtmesine sebeb, yüce Allah'ın: "Kendiniz için" diye buyurmuş olmavSi ve fakat ister farz, ister nafile olsun bütün sadaka türü infakların, kişinin kendisine yaptığı infak ve harcamalar olduğunu farkedememiş olmasıdır. Yüce Allah ise: "Eğer iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük ederseniz kendi aleyhinize." (el-İsrâ, 17/7) diye buyurmaktadır. Kişinin hayır namına yaptığı herbir şey aslında ancak kendi lehinedir. Doğrusu ise bu âyeti kerimenin umumi olduğudur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edildiğine yöre bir adam una: Yanımda bir dinarım var (onu ne yapayım), diye sormuş, Peygamber: "Onu kendine harca" diye cevap vermiş. Adam: Bir dinarım daha var deyince, "onu hanımına harca" diye buyurmuş. Bir dinarım daha var deyince, "onu çocuklarına harca" diye buyurmuş. Bir dinarım daha var deyince, "onu sadaka ver" diye buyurmuştur İbn Hibbân, Sahih, X, 47; Hâkim, Müstedrek, I, S7S; Ebû Dâvûd, II, W, Müsned, II, 251, 471 Böylelikle önce kişinin kendisinden sonra eşinden, sonra çocuklarından başlayarak devam etmiş ve bundan sonra sadakayı sözkonusu etmiştir. İşte şeriatta aslolan da budur. 5- "Kendiniz İçin Hayır Olmak Üzere": "Kendiniz İçin de hayır olmak üzere" âyetindeki: "Hayır olmak üzere" lâfzı Sîbeveyh'e göre hazfedilmiş bir fiil dolayısıyla nasbedilmiştir. Buna da "infak edin" fiili delâlet etmektedir. Şöyle buyurmuş gibidir: İnfak hususunda kendiniz için hayırlı olan şeyler yapınız. Yahutta mallarınızdan kendiniz için önden hayır gönderiniz, demiş gibidir, el-Kisaî ve el-Ferrâ'ya göre ise hazfedilmiş bir mastarın sıfatıdır. "Kendiniz için hayırlı olan bir infak yapınız" demektir. Ebû Ubeyde'ye göre ise gizli bin 'nin haberidir. Bu da: "Sizin için hayır olacak (bir infak yapın)" demektir. "Hayır"ı malın kendisi kabul edenlere göre ise bu lâfzın nasb ile gelmesi "infak edin" âyeti sebebi iledir. (Buna göre âyet: ...kendiniz için hayır (mal) infak edin, demek olur.) "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, İşte onlar umduklarını elde edenlerin ta kendileridir" âyetine dair açıklamalar daha Önceden (el-Haşr, 59/9. âyet, 11, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 17Eğer Allah'a güzel bir şekilde ödünç verirseniz, onu size kat kat arttırır ve günahlarınızı bağışlar. Allah Şekûrdur, Halimdir. Aynı şekilde: "Eğer Allah'a güzel bir şekilde ödünç verirseniz, onu size kat kat arttırır" âyeti ile ilgili açıklamalar da daha önceden el-Bakara Sûresi (2/245. âyet, 1. başlıkta) ile el-Hadid Sûresinde (57/11. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ve günahlarınızı bağışlar. Allah, Şekûrdur, Halimdir" âyeti ile ilgili olarak şükrün anlamına dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/52. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Halim" (cezalandırmakta) acele etmeyen demektir. 18Gizliyi de, açığı da bilendir. Azizdir, Hakimdir, "Gizliyi de, açığı da" yani görülmeyeni de, hazır olup görüneni de "bilendir." O "Azizdir" yani galip gelen ve kahir olandır. Bu anlamıyla âyet fiil sıfatla nndandır. Yüce Allah'ın; "Kitabın indirilmesi Aziz (mutlak galib), Hakim (her işi hikmet dolu) Allah tarafındandır" (ez-Zümer, 39/1) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır. Yani herşeyi yaratan, sapasağlam kılan, kahredici güce sahip Allah tarafından indirilmiştir, demektir. el-Hattabî dedi ki: Bu (el-Aziz), kadri yüce ve üstün anlamına da gelebilir. Bu anlamda olmak üzere "ayn" harfi kesreli olarak; denilir. O zaman- "Aziz", kimse ona denk olamaz ve onun benzeri yoktur, anlamını da kapsar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mahlukatının işlerini yönetmekte hikmeti sonsuz "Hakimdir." İbnu’l-Enbarî dedi ki: "el-Hakîm" eşyayı yaratması son derece muhkem olan demek olup "mufil" vezninden "fail" veznine getirilmiştir. Yüce Allah'ın: "Elif, Lam, Râ, İşte bunlar Hakim kitabın âyetleridir" (el-Câsiye, 45/2) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır ki, muhkem (sapasağlam) demektir. Bu da "muf al" vezninden "faîl" veznine getirilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. (Teğâbun Sûresi'nin sonudur. Allah'a hamd olsun). |
﴾ 0 ﴿