TAHRÎM SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Bütün müfessirferin görüşüne göre Medine'de inmiştir. Oniki âyettir. "en-Nebî Sûresi" diye de adlandırılır. 1Ey Peygamber! Zevcelerinin hoşnutluğunu arayarak Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram edersin? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir. "Ey Peygamber!... Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin haram edersin?" âyetine dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Âyetin Nüzul Sebebine Dair Rivâyetler: "Ey Peygamber... Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram edersin?" âyeti ile ilgili olarak Müslim'in Sahih'inde Âişe (radıyallahü anhnhâ)'dan sabit olduğuna göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cahş kızı Zeyneb'in yanında bir süre kalır ve orada bal içerdi. (Âişe) dedi ki: Ben ve Hafsa aramızda şöyle anlaştık; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hangimizin yanına girerse: Ben senden meğâf Bu ve benzeri tabirlere dair açıklamalar biraz sonra müfessir tarafından yapılacaktır. kokusunu alıyorum. Sen meğâfîr mi içtin? desin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) birisinin yanına girdi, ona bu sözleri söyledi. O: "Hayır, Cahş kızı Zeyneb'in yanında bal içtim, Bir daha onu içmem" diye buyurdu. Bunun üzerine "Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram edersin?... Eğer ikiniz de" -Âişe ve Hafsa'ya hitab ediyor- "Tevbe ederseniz..." âyetine kadar nazil oldu. "Hani Peygamber eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti" (Tahrim, 66/3) âyeti da onun; "hayır, ben bal içtim" demesi ile ilgilidir Müslim, II, 1100; Buhârî, V, 2016, VI, 2462; Ebû Dâvûd, III, 335; Nesâî, VI, 151, VII, 13, 71; Müsned, VI, 221 Yine ondan söyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) tatlıyı ve balı çok severdi. İkindi namazını kıldı mı hanımlarını dolaşır, onlara yakın olurdu. Hafsa'nın yanına girdi. Yanında daha önce kaldığından daha fazla bir süre kaldı. Ben bunun sebebini sorunca, bana: "Ona (Hafsa'ya) yakınlarından bir kadın bir miktar bal hediye etti. O da o baldan Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir miktar içirdi. Kendi kendime: Allah'a yemin ederim ki biz ona -Peygambere- karşı bir tertipte bulunacağız dedim. Bunu Şevde'ye açtım ve şöyle dedi: Yanına geleceği vakit sana yaklaşacak, o vakit sen de ona: Ey Allah'ın Rasûlü! Meğâfîr mi yedin? diye sor, O sana: Hayır diyecektir. Bu sefer ona: Peki bu koku nedir? diye sor. -Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisinden kötü bir kokunun alınması çok ağırına giderdi.- Bu sefer o sana: Hafsa bana bir miktar bal içirdi diyecektir. Sen de ona: O halde o balı yapan arılar urfut denilen ağaçtan yemiş olmalıdır. Ben de ona bunları söyleyeceğim ey Safiye, sen de ona aynı şeyleri söyle! Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sevde'nin yanına girince -(Âişe) dedi ki; Şevde şöyle dedi: Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, senden korktuğum için daha o henüz kapıda iken bile bana söylediklerini ona söyleyiverecektim.- Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yaklaşınca, Şevde ona: Ey Allah'ın Rasulü meğâfîr mi yedin? diye sordu. O: "Hayır" dedi. Şevde: Peki bu koku ne oluyor? dedi. Peygamber: "Hafsa bana bir miktar bal içirdi." dedi. Şevde: O balı yapan arı urfut ağacından yemiş, dedi. Benim yanıma gelince, ben de ona benzer şeyler söyledim. Sonra Safiye'nin yanına girdi, o da benzer şeyler söyledi. Hafsa'nın yanına girince, Hafsa: Ey Allah'ın Rasûlü sana ondan bir daha vereyim mi? diye sordu. Peygamber: "Hayır, ona ihtiyacım yok" diye buyurdu, (Âişe) dedi ki; Şevde: Subhanallah dedi. Allah'a yemin ederiz biz onu (bal içmekten) mahrum ettik, dedi. (Âişe devamla) dedi ki: Ben ona; Sus dedim. Buhârî, V, 20Î7, VI, 2556; Müslim, II, 1101; Müsned, VI, 59 Bu rivâyette yanında bah içtiği hanımının Hafsa olduğu belirtilirken, birincisinde Zeyneb olduğu belirtilmektedir. İbn Ebi Müleyke'nin İbn Abbâs'tan rivâyetine göre; o balı Sevde'nin yanında içmiştir. Yanında balı içtiği hanımının Ummu Seleme olduğu da söylenmiştir. Bunu da Esbat, es-Süddi'den rivâyet etmiştir. Atâ b. Ebi Müslim de böyle demiştir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bütün bunlar olayı bilmemektir, yahutta bilgisizce bir tasavvurdaki ibarettir. Peygamberimizin diğer hanımları yanında balı içtiği hanımını kıskandıklarından dolayı: Biz senden meğâfir kokusu alıyoruz, demişlerdi. Meğâfîr bir miktar tatlı olan kokusu değişik bir sebze yahut bir çeşit zamktır. Bunun tekili "meğfûr" şeklinde gelir. Urfut da şarab kokusu gibi bir kokusu bulunan bir bitkidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinden hoş kokuların gelmesini ya da kendisinin hoş koku alınmasını sever, bundan hoşlanırdı. Kötü kokulardan ise tiksinirdi. Buna sebeb ise melekle konuşması idi. Bu, bu husustaki bir görüştür. Diğer bir görüşe göre o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kendisini bağışladığı halde, Peygamber efendimizin diğer hanımları dolusıyla kabul etmediği hanımı kastetmektedir. Bu açıklamayı da İbn Abbâs ve İkrime yapmıştır. Sözü edilen kadın ise Um Serik'tir. Üçüncü bir görüşe göre; Peygamber efendimizin kendisine haram kıldığı Mariye el-Kıbtiye'dir. Bu cariyeyi kendisine İskenderiye hükümdarı Mukavkis hediye etmişti. İbn İshak dedi ki: Mariye, Hafi diye bilinen bir beldenin Ansine diye bilinen yerindendir. Peygamber, Hafsa'nın odasında onunla birlikte olmuştu. Dârakutnî'nin, İbn Abbâs'tan onun da Ömer'den rivâyetine göre Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) oğlu İbrahim'in annesi Mariye ile Hafsa'nın odasına girdi. Hafsa da gelip Peygamberi onunla birlikte buldu. -O sırada Hafsa babasının evine gitmişti.- Peygambere: Onu odama mı sokuyorsun? dedi. Senin bunu yapmanın sebebi ancak diğer hanımların arasında benim senin yanında değerimin olmayışıdır. Peygamber ona şöyle dedi: "Bundan Âişe’ye sözetme! Bir daha ona yaklaşmak bana haram olsun." Hafsa ona şöyle dedi; O senin cariyen iken onu kendine nasıl haram ediyorsun? Peygamber ona yaklaşmayacağına dair Hafsa'ya yemin etti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bundan kimseye sözetme" dedi. Fakat Hafsa bunu Âişe'ye anlattı. O da hanımlarının yanına bir ay süreyle girmeyeceğine dair yemin etti. Yirmidokuz gün onlardan uzak kaldı. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram edersin?" âyeti nazil oldu Darakutnî, IV, 41 2- Bu Husustaki Görüşlerin Sahih Olanı: Bu görüşlerin en sahih olanları birincisi, en zayıfları ortancasıdır. İbnu'l-Arabi dedi ki: Bunun sened itibariyle zayıf olması, ravilerinin adaletli olmayışından dolayıdır. Mana itibariyle zayıf olması ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in, kendisini hibe edip bağışlayan kadını reddetmesinin, onu kendisine haram etmesi domek olmayışından dolayıdır. Çünkü bir kimse kendisine hibe edilen bir şeyi reddedecek olursa, o kendisine haram olmaz. Haram kılmanın gerçek mahiyeti ise helâl oluşundan sonradır. Peygamber efendimizin Mariye el-Kıbtiye'yi kendisine haram etmesine gelince, sened itibariyle daha sağlam, mana bakımından daha uygun görülmektedir. Fakat bu rivâyet Sahih'te kaydedilmemiştir. Bununla birlikte mürsel olarak rivâyet edilmiştir. İbn Vehb, Malik'ten, o Zeyd b. Eslem'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) İbrahim'in annesini (Mariye'yi) kendisine haram kıldı ve: "Sen bana haramsın. Allah'a yemin ederim ki asla sana yaklaşmayacağım" dedi. Bunun üzerine yüce Allah bu hususta; "Ey Peygamber... Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram edersin?" âyetini indirdi. İ. Malik b. Enes, el-Mudevvenetu'l-Kubrâ, Beyrut (tarihsiz), III, 107 Bunun bir benzerini İbnu'l-Kasım da ondan rivâyet etmiş bulunmaktadır. Eşheb de Malik'ten şöyle dediğini rivâyet eder. Ensardan bir kadın bir hususta Ömer (radıyallahü anh)'a itiraz etti. Bundan oldukça rahatsız olup: Kadınlar böyle değildi, dedi. Kadın: Hayır (böyle idi). Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları ona karşılık veriyorlardı dedi. O da elbisesini alıp, Hafsa'nın yanına çıkıp gitti ve ona: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşılık veriyor musun? diye sordu. Hafsa: Evet, eğer bu işten senin hoşlanmadığını bilsem yapmam, dedi, Ömer, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarından ayrı kaldığını haber alınca: Artık Hafsa'nın burnu yere sürtüldü, dedi. Bu mürsel rivâyeti ulaşabildiğimiz herhangi bir kaynakla cespit edemedik Sahih olan; bunun bal hakkında olduğu ve onun bu balı Zeyneb'in yanında içtiğidir. Âişe ve Hafsa bu hususta ona karşı birlik olmuşlar ve olan olmuş, o da bir daha balı içmeyeceğine dair yemin edip bunun saklanmasını istemiştir. Âyet-i kerîme de bunların hepsi hakkında inmişti. 3- Bir Şey Hakkında: "Bana Haram Olsun Demek" Yemin Olur mu? "...Niçin haram edersin?" âyetinden kasıt, eğer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) haram kılmakla birlikte yemin etmemiş ise, bize (Mâlikîlere) göre bu yemin sayılmaz, Bir kimsenin: "Bu bana haramdır" demesi, hanım dışında hiçbir şeyi haram kılmaz. Ebû Hanife ise şöyle demektedir; Eğer ifadeyi mutlak olarak kullanırsa giyecekler dışarıda kalmak üzere, yiyecek ve içecekler hakkında yorumlanır ve bu keffâreti gerektiren bir yemin olur. Züfer dedi ki: Bu, hareket ve ulus bildiren haller de dahil her hususta bir yemindir. (Bize) muhalif görüş belirtenler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın balı haram kılıp bundan dolayı keffâret ödemek zorunda olduğunu esas kabul ederler. Nitekim yüce, Allah: "Allah size yeminlerinizi çözme yolunu göstermiştir" (Tahrim, 66/22) buyurarak buna "yemin" ismini vermiştir. Bizim delilimiz ise yüce Allah'ın: "Ey îman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın." (el-Mâide, 5/87) âyeti ile; "De ki: Allah'ın size indirdiği ve kendisinden bir kısmını haram ve helâl yaptığınız rızıktan ne haber? De ki: Allah mı size izin verdi? Yoksa Allah'a mı iftira ediyorsunuz?" (Yûnus, 10/59) âyetleridir. Yüce Allah bu buyruklarıyla helâli haram kılanları yermekte, fakat bundan dolayı keffâret ödemelerini vacip kılmamaktadır. ez-Zeccâc şöyle demiştir: Allah'ın helâl kıldığını kimse haram kılamaz. Allah'ın kendisine haram kıldığı şeylerden başkalarını haram kılma yetkisini Peygamberine dahi vermiş değildir. Buna göre bir kimse hanımına ya da cariyesine: Sen bana haramsın, deyip de onu boşamayı ya da ona zihâr yapmayı kastetmemiş ise, bu sözü bir yemin keffâretini gerektirir. Eğer bu sözünü hanımlarından ve cariyelerinden oluşan bir topluluğa hitaben söyleyecek olursa, bir keffârette bulunması gerekir. Kendisine bir yiyecek yahut bir başka şeyi haram kılacak olursa, Şafii ve Maliki'ye göre bundan ötürü bir keffârette bulunması gerekmez. Fakat İbn Mes’ûd, es-Sevrî ve Ebû Hanife'ye göre bundan dolayı keffârette bulunması icab eder. 4- Hanımına: "Sen Bana Haramsın" Diyenin Hükmü ile İlgili Görüşler: Hanımına: "Sen bana haramsın" diyen erkeğin hükmü ile ilgili olarak ilim adamlarının onsekiz ayrı görüşü vardır: 1- Böyle diyene bir şey gerekmez, en-Nehaî, Mesrûk, Rabîa, Ebû Seleme ve Esbağ bu görüştedir. Onlara göre bu, suyu ve yiyeceği haram kılmak gibidir. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Ey îman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın." (el-Mâide, 5/87) Hanım hem hoş şeylerdendir, hem de Allah'ın helâl kıldıklarındandır. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Dillerinizin yalan yere niteleyegeldiği şeyler için: Şu helâldir, şu da haramdır demeyin. "(en-Nahl, 16/116) Allah'ın haram kılmadığı bir şeyi hiç kimse haram kılamaz. Onun haram kılmasıyla da haram olmaz. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da Allah'ın helâl kıldığı herhangi bir şey için: O bana haramdır, dediği sabit olmamıştır. O sadece daha önceden ettiği bir yemin dolayısıyla Mariye'den uzak kalmıştı ki, bu da: "Allah'a yemin ederim bugünden sonra ona yaklaşmayacağım" şeklindeki sözü idi. Kendisine: Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi ne diye haram kılıyorsun? Yani niçin bir yemin sebebiyle ondan uzak duruyorsun, denilmişti. Bu da; sen kendine yasakladığın bu işi yap ve keffârette bulun, demektir. 2- Bu bir yemin olup bunun için keffârette bulunması gerekir. Ebû Bekr es-Sıddık, Ömer b. el-Hattâb, Abdullah b. Mesud, İbn Abbâs ve Âişe -Allah onlardan razı olsun- ile el-Evzaî de böyle demişlerdir. Ayetin gereği de budur. Said b. Cubeyr, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini zikretmektedir: Erkek hanımını kendisine haram kılacak olursa, bu bir yemindir, onun için keffârette bulunur. Yine İbn Abbâs şöyle demiştir: Yemin olsun sizin için Rasûlullah'da uyulacak güzel bir örnek vardır. Bununla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın cariyesini kendisine haram kılmış olduğunu kastetmektedir. Bunun üzerine de yüce Allah: "Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram edersin... Allah size yeminlerinizi çözme yolunu göstermiştir" diye buyurdu, o da yeminine keffârette bulundu ve böylelikle "haram kılma "yi yemin kıldı. Bunu Darakutni rivâyet etmiştir Dârakutnî, IV, 40 3- Bundan dolayı keffârette bulunmak icab eder, fakat yemin değildir. İbn Mes’ûd ve ondan gelen iki rivâyetten birisine göre İbn Abbâs, iki görüşünden birisinde Şafii de böyle demiştir. Ancak bu görüş su götürür. İleride geleceği üzere âyet-i kerîme bu görüşü reddetmektedir. 4- Bu bir zihârdır. Bundan dolayı zihâr keffâreti gerekir. Bu da Osman, Ahmed b. Hanbel ve İshak'ın görüşüdür, 5- Şayet annesinin sırtı gibi haram oluşunu kastederek haram olduğunu niyet edip zihârda bulunmak kastıyla bunu söylerse, o vakit bu bir zihâr olur. Eğer boşama sözkonusu olmaksızın muayyen olarak kendisine haram kılmayı niyet ederse, o vakit bu mutlak olarak bir haram kılma olur ve bundan dolayı yemin keffâreti gerekir. Şayet hiçbir şey niyet etmemişse, ona yemin keffâreti düşer, Bu da Şafii'nin görüşüdür, 6- Bu bir ric'î talâktır. Bu da Ömer b. el-Hattâb, ez-Zührî, Abdu’l-Aziz b. Ebi Seleme ve İbnu'l-Mâcisûn'un görüşüdür. 7- Bâin bir talâktır. Bu Hammâd b. Ebi Süleyman ve Zeyd b. Sabit'in görüşüdür. Ayrıca İbn Huveyzimendad bunu Malik'ten de rivâyet etmiştir, 8- Üç talâk olur. Bu Ali b. Ebî Tâlib'in ve yine Zeyd b. Sabit'in ve Ebû Hüreyre'nin görüşüdür. 9- Bu kendisi ile gerdeğe girilmiş kadın için üç talâktır. Kendisi ile gerdeğe girilmemiş kadın hakkında ise niyette bulunur. Bu da el-Hasen, Alî b. Zeyd ve el-Hakem'in görüşüdür. Malik'in meşhur görüşü de budur. 10- Üç talâktır. Hiçbir hal ve hiçbir durumda niyeti sözkonusu değildir. İsterse (hanımıyla) gerdeğe girmemiş olsun. Bu görüşü Abdu'l-Melik el-Mebsut'ta belirtmiş olduğu gibi, İbn Ebi Leylâ da bu görüştedir. 11- Kendisiyle gerdeğe girmediği kadın hakkında bir talâk, kendisiyle gerdeğe girmiş olduğu kadın hakkında üç talâktır. Bu görüşü Ebû Mus'ab ve Muhammed b. Abdi'l-Hakem ileri sürmüşlerdir. 12- Boşamayı ya da zihârı niyet ederse, ne niyet ettiyse odur. Şayet boşamayı niyet etmişse -üç talâk niyet etmesi hali dışında- bir bâin talâk olur. Eğer iki boşama niyet etmişse yine bir talâk olur. Hiçbir şey niyet etmemiş ise yemin olur ve bu durumda adam hanımına ilâ yapmış demektir. Bu da Ebû Hanife ve onun mezhebini kabul edenlerin görüşüdür. Züfer de buna benzer bir görüş ifade etmiştir. Şu kadar var ki o: Şayet iki talâk niyet ederse, iki talâk vermiş kabul ederiz, demiştir. 13- Zihâr niyetinin ona bir faydası olmaz. Bu sözü talâk olur. Bu görüş İbnu'l-Kasım'a aittir. 14- Yahya b. Ömer dedi ki: Bu bir talâk olur. Eğer ona ric'at yapacak olursa, zihâr keffâretinde bulunmadıkça onunla ilişki kurması câiz olmaz. 15- Eğer boşamayı niyet ederek söylemişse kastettiği sayı kadar olur. Bir tek talâk niyet etmişse ric'î bir talâk olur. Şafii -Allah ondan razı olsun-'nin görüşü de budur. Buna benzer bir görüş Ebû Bekir, Ömer ve diğer ashab ve tabiinden de rivâyet edilmiştir. 16- Üç talâk niyet ederse üç talâk, bir talâk niyet ederse bir talâk olur. Yemin niyetiyle söylerse yemin olur, hiçbir şey niyet etmemişse ona bir şey gerekmez. Bu Süfyan'ın da görüşüdür. el-Evzaî ve Ebû Sevr de böyle demiş olmakla birlikte, onlar ayrıca: Hiçbir şey niyet etmemişse bir talâk olur, demişlerdir. 17- Niyeti neyse odur, fakat tek bir talâktan daha aşağısı da olmaz. Bu görüşü İbn Şihab ifade etmiştir. Şayet hiçbir niyet etmemişse, bir şey olmaz. Bu da İbnu'l-Arabi'nin görüşüdür. Said b. Cubeyr'in de şu görüşte olduğunu gördüm: 18- Bu durumda -o bunu zihâr niyetiyle söylememiş olsa bile- bir köle azad etmekle yükümlüdür. Bu görüşün nasıl açıklanacağını bilemiyorum. Bana göre bu görüşler arasında da sayılmaz Son cümlenin tercümesi İbnu’l-Arabi'nin, Ahhâmu'l-Kur'ân, IV, 1848'deki ifadesi esaleyhisselâm Derim ki: Bunu Dârakutnî Sünen'inde İbn Abbâs'tan zikretmektedir. Dedi ki: Bize el-Huseyn b. İsmail anlattı dedi ki: Bize Muhammed b. Mansur anlattı dedi ki: Bize Ravh anlattı dedi ki: Bize Süfyan es-Sevri, Salim el-Aftas'tan anlattı, o Said b. Cubeyr'den, o İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre İbn Abbâs'a bir adam gelerek dedi ki: Ben hanımımı kendime haram kıldım, dedi. İbn Abbâs: Yalan söyledin dedi, o sana haram olamaz. Sonra yüce Allah'ın: "Ey Peygamber... Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram edersin?" âyetini okudu. Sana keffâretlerin en ağırı düşüyor: Bir köle azad edeceksin Dârakutnî, IV, 43 Tefsir âlimlerinden bir topluluk şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme nazil olunca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir köle azad ederek yemin keffâretinde bulundu ve Mâriye'ye geri döndü. Bunu Zeyd b. Eslem ve başkaları ifade etmiştir. 5- Bu Husustaki Görüş Ayrılıklarının Sebebi: Bizim (mezhebimize mensub) ilim adamlarımız dedi ki: Bu hususta görüş ayrılığının sebebi ne Allah'ın Kitabında; ne de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetinde bu meselede dayanak alınabilecek şekilde açık bir nass ve doğru, zahir bir ifadenin bulunmayışıdır. İşte bundan dolayı ilim adamlarının herbirisi meseleyi bir tarafa çekmiştir. "Aslolan zimmetin berâetidir (yükümsüzlüktür)" ilkesini esas kabul edenler bu hususun gerektirdiği bir hüküm yoktur, bundan dolayı bir şey gerekmez derler. Böyle bir ifade bir yemindir diyenler çünkü yüce Allah bunu yemin diye adlandırmaktadır, derler. Bu sözü söylemekten dolayı bir keffâret gerekir, yemin değildir, diyenler bu görüşlerini İki esastan birisine dayandırırlar: Birincisi yüce Allah'ın bu halde -yemin olmasa dahi- keffâreti vacib kıldığını zannederler, İkincisi bunlara göre yeminin manası haram kılmaktır. O bakımdan, bu mana dolayısıyla keffâret sözkonusu olur. Böyle bir sözü söylemek ric'î bir talâktır, diyenler ise lâfzı en asgari şekline göre yorumlamışlardır. Ric'î talâk ile boşanmış bir kadın ile ilişki kurmak aynı şekilde haramdır. Bundan dolayı lâfız ona göre yorumlanır. Bu İse Malik'in de bunu kabul etmesini gerektirir. Çünkü o: Ric'î talâk ile boşanmış kadın ile (kocası tarafından) ilişki kurmak haramdır, der. Bu üç talâk olur, diyenlerin görüşleri de böyle açıklanır. Bunlar da bunu, anlamının en ilerisine göre yorumlamış olurlar ki bu da üç talâktır. Bu bir zihârdır, diyenler bunun haram kılmanın en asgari derecesi oluşundan dolayıdır. Çünkü zihâr nikâhı ortadan kaldırmayan bir haram kılmadır, Böyle bir söz bâin bir talâktır, diyenler ric'î talâkın boşanmış kadını (kocasına) haram kılmadığını, bâin talâkın onu haram kıldığını esas kabul ederler. Yahya b. Ömer'in görüşüne gelince, o bu sözü bir talâk kabul etmek suretiyle ihtiyatlı bir yol seçmiştir. Hanımına ric'at yapınca da bu sefer keffârette bulunmakla onu yükümlü kabul ederek yine ihtiyatlı olanı tercih etmiş olmaktadır. (Yahya b. Ömer'in bu görüşü ondördüncü görüş olarak zikredilmişti.) İbnu'l-Arabî dedi ki: Böyle bir şey sahih olamaz. Çünkü bu, iki zıt şeyi birarada tutmaktır. Aynı lafızın anlamında hem zihâr, hem talâk birarada bulunamaz. Dolayısıyla delil itibariyle biraraya gelmesi sahih olarak görülemeyen bir hususta ihtiyatın izah edilir bir tarafı yoktur. Kendisiyle gerdeğe girilmedik kadın hakkında niyeti sorulur, diyenlerin görüşlerinin dayanağı da şudur; Bir tek boşama böyle bir kadını bâin talâk ile boşamış olur ve şer'an onu haram kılacağı hususunda icmâ' vardır. Niyetini gözönünde bulundurarak hüküm vermeyenler de böyle demişlerdir: Haram kılmak hususunda gerdeğe girmeden gnce tek bir talâk icmâ ile yeterlidir. O halde üzerinde ittifak edilmiş bulunan asgari miktarı kabul etmek de yeterlidir. Bu her ikisi (ister kendisiyle gerdeğe girilmiş olsun, ister olmasın) hakkında üç talâktır, diyenler ise azamî hükmü esas aldıklarından dolayı böyle derler. Çünkü açık bir şekilde üç talâktan sozedecek olursa, bu kendisi ile gerdeğe girmiş olduğu kadın hakkında nasıl geçeri) ise, girmemiş olduğu hanımı hakkında da öylece geçerlidir. O halde mananın da bunun gibi olması icab eder ki; o da haram kılmaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bütün bunlar hanım hakkındadır. Cariye hakkında ise, bunların hiçbirisi gerekmemektedir. Mâlik'e göre bununla cariyesini boşamayı niyet etmesi müstesnadır. İlim adamları ise genel olarak bu durumda böyle bir kimsenin yemin keffâretinde bulunması gerektiği kanaatindedirler. İbnu'l-Arabî dedi ki: Doğrusu bunun tek bir talâk olduğudur. Çünkü eğer talâkı sözkonusu etmiş olsaydı, onun asgari miktarı gerekirdi. Bu da -birden fazla sözkonusu etmesi hali dışında- bir tek- talâktır. Aynı şekilde haram kılmayı sözkonusu edecek olursa -onu daha fazlası ile kayıtlaması hali dışında- asgarisi hakkında sözkonusu olur. Sen -bir başka koca ile evlenmen hali dışında- bana haramsın, demesi gibi. İşte bu, maksadı açıkça ortaya koyan bir ifadedir. Derim ki: Müfessirlerin çoğunun kanaatine göre âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'nin cariyesi ile birlikte Hafsa'nin evinde başbaşa kalması üzerine inmiştir. Bunu es-Sa'lebî zikretmektedir. Buna göre şöyle buyurulmuş gibidir: Senin kendine haram kıldığın şey sana haram değildir, fakat sana bir yemin keffâretinde bulunmak düşer. Balın ve cariyenin haram kılınması halinde ise yine durum böyledir. Şöyle buyurmuş gibi olur: Senin haram kıldığın şey, sana haram olmaz. Fakat sen haram kılmakla birlikte bir de yemin etmiş bulunuyorsun, o bakımdan yemin keffâretinde bulun. Bu doğru bir açıklamadır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Dârakutnî'nin de belirttiği yibi, önce haram kılmış, sonra yemiş etmişti. Buhârî de bu manayı bal ile ilgili kıssada zikretmektedir: Ubeyd b. ilmeyi-, Âişe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Cahş kızı Zeyneb'in yanında bal içer ve onun yanında bir süre kalırdı. Hafsa ile birlikte hangimizin yanına girerse, "meğâfîr mi yedin çünkü ben senden meğâfîr kokusu alıyorum" demek üzere anlaştık. Peygamber de şöyle buyurdu: "Hayır, fakat bal içtim. Bir daha da tekrar içmeyeceğim. Ben yemin ettim, bunu kimseye de haber verme." O, bu sözleriyle hanımlarının hoşnutluğunu arıyordu. Buhârî, V, 2016, VI, 2462; Müslim, H, 1100; Ebû Dâvûd, III, 335: Nesâî, Vll, 13, 71; Müsned, VI, 221 Hz. Peygamber'in: "Bir daha onu içmeyeceğim" demesi, haram kılmak manasına idi. "Yemin ettim" ifadesi de Allah adına yemin ettim, demektir. Buna delil yüce Allah'ın bu esnada bundan dolayı ona sitem ifade eden âyetini indirmiş olması ve: "Ey Peygamber... Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram edersin?" âyeti ile yemin keffâretinde bulunmasını göstermesidir. Allah'ın helâl kıldığı şeyden kasıt ise onun: "Bir daha onu tekrar içmeyeceğim" sözü ile kendisine haram kıldığı baldır. "Zevcelerinin hoşnutluğunu arayarak..." Bu işi onların hoşnutluğunu isteyerek... demektir. "Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir." Serzenişte bulunmayı gerektiren hususu çokça bağışlayandır, sorumluluğu kaldırmak suretiyle çok merhamet edendir. Şöyle de açıklanmıştır: Bu bir küçük günah idi, fakat doğrusu bunun daha uygun (evlâ) olanı terketmekten dolayı bir sitem, bir serzeniş olduğu ve bunun küçük olsun, büyük olsun günah olmadığıdır. 2Allah size yeminlerinizi çözme yolunu göstermiştir. Allah mevlanızdır sizin. O, en iyi bilendir, Hakimdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Haram Kılmak Şeklindeki Yemin ve Keffûreti; "Allah size yeminlerinizi çözme yolunu göstermiştir" âyetinde sözü geçen "yeminin çözülmesi"; onun için keffârette bulunmak demektir. Sizler, hakkında yemin ettiğiniz şeyi tekrar mubah kılmayı arzu edecek olursanız (yemin keffâretinde bulununuz) demektir. Bu da yüce Allah'ın el-Mâide Sûresi'nde yer alan: "Bunun keffâreti... on fakiri doyurmak...dır." (el-Mâide, 5/89) âyetinde gösterilmiştir, Bundan şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Bir kimse yiyecek ya da içecek herhangi bir şeyi haram kılacak olursa, bize (Mâlikî mezhebine) göre haram olınaz. Çünkü önceden de açıkladığnruz gibi keffâret yemin dolayısıyladır, haram kılmak dolayısıyla değildir. Ebû Hanife ise bunu her hususta bir yemin olarak kabul eder ve haram kıldığı şeyde maksat olarak gözetilen faydalanma yolunu gözönünde bulundurur. Buna göre yiyecek bir şeyi haram kılarsa, onu yememeye yemin etmiş olur. Bir cariyeyi haram kılarsa, onunla ilişki kurmamayı kastettiği, eşini haram kılmayı ifade ederse, eğer bir niyeti yoksa, îla kabul edilir. Eğer zihân niyet ederse zihâr, talâkı niyet ederse bain bir talâk olur. İki ya cia üç talâk niyet ederse de durum böyledir, Şayet; Ben yalan söylemeyi niyet ettim derse, Allah ile başbaşa bırakılır fakat mahkemede îla iptal edilmek suretiyle bu dediği kabul edilmez. Eğer; Helâl olan herşey bana haram olsun diyecek olursa, bir niyeti de yoksa bu sadece yiyecek ve içecekler hakkında kabul edilir. Aksi takdirde niyetine göre hüküm verilir, Şafii ise böyle bir ifadenin (haram kılmanın) yemin olmadığı fakat sadece kadınlar hakkında keffârete sebep teşkil ettiği görüşündedir. Eğer talâkı niyet ederek söylerse, -önceden de açıklandığı gibi- bu ona göre ric'î bir talâk olur. Eğer bir şey yememek üzere yemin edecek olursa, yeminini bozar ve keffârette bulunur, 2- Cariyesini veya Hanımını Kendisine Haram Kılmanın Cezası: Cariyesini ya da eşini kendisine haram kılarsa, bir yemin keffâreti gerekir. Nitekim Müslim'in Sahih'inde İbn Abbâs'tan şöyle dediği zikredilmektedir: Erkek hanımını kendisine haram kılacak olursa, bu bir yemindir, onun için keffârette bulunur der ve; "Yemin olsun sizin için Rasûlullah’ta uyulacak güzel bir örnektir" (el-Ahzab, 33/21) diye eklemiştir. Müslim, II, 1100; Dârakutnî, IV, 41; Müsned, I, 22^, Tayalisi, Müsned, I, 343 3- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Haram Kılmak Sebebiyle Keffârette Bulunmuş mudur?: Denildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yeminine keffârette bulunmuştur. el-Hasen'den keffârette bulunmadığını belirttiği rivâyet edilmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın geçmiş ve gelecek bütün günahları zaten bağışlanmıştı. Bu sûrede söz,ü edilen yemin keffâreti ise, ümmete verilmiş bir emirden ibarettir. Ancak birinci görüş daha doğrudur ve bununla kastedilen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Ümmet ise bu hususta ona uyar. Daha önce Zeyd b. Eslem'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir köle azad ederek keffârette bulunduğunu kaydetmiş bulunuyoruz. Mukâtil 'den rivâyete göre de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mariye'yi kendisine haram kıldığı için bir köle azad etmişti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bir başka görüşe göre yüce Allah sizlere cariyeleri helâl kılmayı farz kılmıştır. O: "Peygamberi lehine Allah'ın farz kıldığı şeylerde Peygambere hiçbir vebal yoktur." (el-Ahzab, 33/38) âyetinde Allah'ın kendisine helâl olan kadınlar hakkında onun için teşri buyurmuş olduğu hususlarda bir vebal olmadığını açıklamaktadır. Yani yüce Allah size cariyelerinizi helâl kılmış bulunmaktadır. O halde; Allah onu sana helâl kılmışken Mariye'yi kendine ne diye haram kılıyorsun? Burada sözü geçen: "Yeminin çözülmesi"nin istisna anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah yeminin dışına çıkartan istisnada bulunmayı size göstermiştir, demektir. Diğer taraftan bazılarına göre kişi ne zaman isterse yeminlerinde istisna yapabilir; velev ki arada bir süre geçmiş olsun. Ancak çoğunluğa göre istisna ancak yemin ile muttasıl olarak caizdir. Buna göre şöyle buyurmuş gibidir: Artık bundan sonra hakkında yemin ettiğin hususlarda istisna yap! Yeminin çözülmesi, keffâret ile helâl kılınması demektir! Çözme" lâfzının asli; şeklinde olup "lam" harfleri idgam edilmiştir. kipi de kipinin mastar şekillerindendir. "Tesmiye" ve "tavsiye" gibi. O halde; "Yeminin çözülmesi" helâl kılınması demektir. Sanki yemin etmek bir düğüm atmak, keffâret … onu çözmek gibidir. "Çözme"nin keffâretin kendisi olduğu da söylenmiştir. Yani keffâret yemin eden kimsenin kendisine haram kıldığı şeyi çözer. Bu da şu demektir; Kişi keffârette bulundu mu hiç yemin etmemiş kimse gibi olur. "Allah mevlânızdır sizin." Kendinize haram kılmış olduğunuz hususlardaki yasağı ortadan kaldırmak ve yaptığınız yeminleri keffâret ile çözmeye ruhsat vermek, keffâret olmak üzere yaptıklarınıza karşılık sevap vermek suretiyle sizin dostunuz ve yardımcınızdır. 3Hani Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti de, o eşi bunu haber verip, Allah da ona bunu açıklayınca, o da o sözün bir kısmını bildirmiş, bir kısmından vazgeçmişti. O bunu eşine haber verince: "Bunu sana kim haber verdi?" dedi. O: "Herşeyi en iyi bilen, herşeyden haberdar olan bana haber verdi" dedi. "Hani Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti." Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hafsa'ya gizlice "bir söz" söylemiş olduğunu hatırla! Bu sözden kasıt, Mariye'yi kendisine haram kılması ve bunu ondan saklamasını istemesi idi. el-Kelbîdedi ki: Ona gizlice söylediği söz şudur: Senin baban ile Âişe'nin babası benden sonra ümmetimin üzerinde benim halifelerim olacaktır. İbn Abbâs da böyle demiştir: Kendisinden sonra halifelik işini Hafsa'ya gizlice söylemiş, ancak Hafsa bunu açıklamıştı, demiştir. Dârakutnî Sürteninde el-Kelbi'den, o Ebû Salih'ten, o da İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın: "Hani Peygamber, eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Hafsa Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı İbrahim'in annesi ile birlikte görünce, ona: "Âişe'ye haber verme" dedi. Ayrıca ona şunları söyledi: "Senin baban ile onun babası benden sonra hükümdar olacaklar ya da onlar yönetimin başına geçecekler; fakat Âişe'ye haber verme!" (İbn Abbâs) dedi ki: Ancak Hafsa gitti ve Âişe'ye haber verdi. Allah da bu durumu ona açıkladı. Peygamber bunun bir bölümünü söyledi, bir bölümünü de sakladı, (İbn Abbâs)-dedi ki: Daha sonra; "senin baban ile onun babası benden sonra işin başına geçecekler" sözünü açıklamadı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususun insanlar arasında yayılmasından hoşlanmadı. Dârakutnî, IV, 153 "O eşi bunu haber verip" yani aralarındaki ilişkilerin iyi olması dolayısıyla -ki zaten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın diğer hanımlarına karşı birbirlerine destek oluyorlardı- bunu Âişe'ye haber verip "Allah da ona bunu açıklayınca" yani Allah Hafsa'nın bu sırrını açıkladığını ona haber verince... Talha b. Mûsarrif: " Haber verip" anlamındaki âyeti: diye okumuştur. ile iki ayrı söyleyiştir (ikisi de; haber" verdi anlamındadır,) "O da sözün bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti" âyetinin anlamı da şudur: Yüce Allah'ın kendisine vahiy gönderip Hafsa'ya haber vermesini yasakladığı hususu Âişe'ye haber verdiğini bildirince, o bu vahyin bir bölümünü Hafsa'ya bildirmiş, diğer bir bölümünü de -lütuf ve ikram ile- bildirmemişti, el-Hasen dedi ki: Kerîm hiçbir kimse işi asla sonuna kadar götürmez. Yüce Allah: "O da o sözün bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti" diye buyurmaktadır. Mukâtil dedi ki: Yani ona Âişe'ye söylediğinin bir bölümünü haber verdi. Bu da Um Veledî -İbrahim'in annesi Mariye- ile ilgili olandı. Bir bölümünü ise haber vermemişti. Bu ise Hafsa'nın Âişe'ye: Ebû Bekir ve Ömer ondan sonra yönelimin başına geleceklerdir, şeklindeki sözleridir. "Bildirmiş" anlamındaki lâfız genel olarak diye şeddeli okunmuştur. Anlamı açıkladığımız gibidir. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Buna yüce Allah'ın: "Bir kısmından da vazgeçmişti" âyeti delil teşkil etmektedir. Yani ona o sözün bir kısmını da söylememişti. Şayet şeddesiz olsaydı, bunun zıttını anlatmak için: "Bir kısmını ise bilmemişti" demesi gerekirdi. Ali, Talha b. Mûsarrif, Ebû Abdurrahman es-Sülemî, el-Hasen, Katade, el-Kelbî, el-Kisaî ve Ebû Bekir'den el-A'meş ise şeddesiz olarak: diye okumuşlardır. Atâ dedi ki: Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sülemî'ye: Bir kimse lâfzını şeddeli olarak okudu mu ona taş atardı. el-Ferrâ'' dedi ki: Yüce Allah'ın âyetinin bu lâfzının şeddesiz olarak okunmasının teviline gelince: Buna kızdı ve bunun için cezalandırdı, demektir. Bu da sana kötülük yapan bir kimseye: "Senin bu yaptığının karşılığını bileceğim." Yani bundan dolayı mutlaka seni cezalandıracağım, demeye benzer. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onu (Hafsa'yı) bir defa boşamakla onu cezalandırmışta Ömer (radıyallahü anh) da şöyle demişti: Eğer Hattaboğulları ailesinde bir hayır bulunsaydı Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) seni boşamazdı. Bunun üzerine Cebrâîl, Hz. Peygambere ona ric'at yapmasını emretti ve Hafsa hakkında ona şefaatçi oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bir ay süreyle hanımlarından uzak durdu ve önceden de geçtiği üzere "tanrım âyeti" nazil oluncaya kadar İbrahim'in annesi Mariye'nin odasında oturdu. Bir görüşe göre Peygamber onu boşamak istedi. Nihayet Cebrâîl ona: "Onu boşama! Çünkü o çokça oruç tutan ve çokça namaz kılan bir kadındır. Ayrıca o senin cennetteki hanımlarındandır " dedi. Bunun üzerine Peygamber de onu boşamadı. "O bunu eşine haber verince" yani Allah'ın kendisine bildirdiği şeyi Hafsa'ya bildirince "bunu sana" benim hakkımda "kim haber verdi" ey Allah'ın Rasûlü "dedi." Ve durumu ona Âişe'nin haber verdiğini zannetti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Her şeyi en iyi bilen, herşeyden haberdar olan" yani kendisine hiçbir şey gizli olmayan "bana haber verdi" dedi. "Bunu" lâfzı "Haber verdi" fiilinin alması gereken iki mef'ûlün yerini tutmaktadır. - "O bunu eşine haber verince" âyetinde geçen- bîrinci: "Haber verdi" fiili bir mef'ûle geçiş yapmıştır. -"...Bana haber verdi- âyetindeki -ikinci: "Haber verdi" fiili de bir tek mef'ûle geçiş yapmıştır. Çünkü: ile her iki şekil de: "Haber verdi" anlamında- eğer mübtedâ ile haberin başına gelmeyecek olurlarsa, her ikisinde de bir ya da iki mef'ûl ile yetinmek mümkün olur. Fakat mübtedâ ile haberin başına geldikleri takdirde herbirisi üç mef'ûl alır. Üçüncüsü gelmeksizin yalnızca iki mef'ûlle yetinmek câiz olmaz. Çünkü üçüncüsü asıl itibariyle mübtedânın haberidir. O olmadan öbürleriyle yetinilmez. Tıpkı haber olmadan mübtedâ ile yetinilmediği gibi Son nliirük fiillerin seçici ile ilgili …. verilen bu …. ile Huseyn el-Hemedânî, el-Ferid fi İ'rabi'l-Kur'ânil-Mecîd, IV, 488'cle aynı hususa dair açıklamalar karşılaştırılabilir. 4Eğer ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz (ne alâ)! Çünkü kalpleriniz meyletmiş bulunuyor. Şayet onun aleyhine birbirinize yardım ederseniz, muhakkak ki Allah onun velisidir, Cebrâîl de, mü’minlerin salih olanları da. Bundan sonra melekler de (ona) yardımcıdır. "Eğer ikiniz de" yani Hafsa ve Âişe "Allah'a tevbe ederseniz" buyrukları ile, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sevdiğine aykırı bir hususa meylettikleri için onları tevbe etmeye teşvik etmektedir. "Çünkü kalpleriniz meyletmiş bulunuyor." Haktan sapmış bulunuyor. Çünkü her ikisi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hoşuna gitmeyen, cariyesinden ve baldan uzak kalmasını hoş görmüşlerdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) balı ve kadınları severdi. İbn Zeyd dedi ki: Her ikisi de Um Veledi (olan Mariye)den uzak kalmasından ötürü sevinmek suretiyle kalpleri meyletmişti. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hoşuna gitmeyen onları sevindirmişti. Artık kalpleriniz tevbeye meyletmiştir, diye de açıklanmıştır. Yüce Allah: "Çünkü kalpleriniz meyletmiş bulunuyor" diye buyurup: diye buyurmamıştır. Çünkü Araplar iki kişiden meydana gelmiş İki hususu sözkonusu ettikleri vakit; bunları çoğul olarak kullanabilirler, zira bunda anlaşılmayacak bir taraf bulunmamaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Mâide Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Ellerini kesin" (el Mâide, 5/38. âyet, 24. başlıkta) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır. Fail (öznerüin tesniye (ikil) olması dolayısıyla fiilin Cami1 (çoğul) olarak gelmesi gerektiğine işaret etmekte ve çoğul gelininin neden uygun olduğunu açıklamaktadır, el-Hemedanî, el-Ferîd fi Î'râbi'l-Kur'âni'l-Mecîd, IV, 48S Yine denildiğine göre, tesniye ile birlikte izafet lâfzı sabit olduğu takdirde, ona dair çoğul lâfzı kullanmak daha uygundur. Çünkü böylesi daha sağlam bir anlam ifade eder ve daha hafiftir. Yüce Allah'ın: "Çünkü kalbleriniz meyletmiş bulunuyor" âyeti şartın cevabı değildir. Çünkü bu meylediş daha önceden olmuştu. Şartın cevabı -ne olduğu bilindiğinden ötürü- hazfedilmiştir. Yani eğer siz tevbe ederseniz bu sizin için daha hayırlı olur. Çünkü kalbleriniz meyletmiş bulunuyor, demektir. "Şayet onun aleyhine birbirinize yardım ederseniz" yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın aleyhine mastyet ve eziyet vermek suretiyle yardımlaşacak olursanız... Müslim'in Sahih'inde İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ömer b. el-Hattâb'a bir âyete dair soru sormak isteği ile bir sene bekleyip durdum. Ondan çekindiğim için ona soramadım. Nihayet hacca gitmek üzere yola çıkınca, ben de onunla birlikte yola çıktım. Geri döndüğünde yolun bir bölümünde bir ihtiyacını görmek üzere erat ağaçlarına doğru yolunu çevirdi. İsini bitirinceye kadar ben de durdum. Sonra onunla birlikte yürüdüm ve ey mü’minlerin emiri, dedim. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları arasında ona karşı birbirine yardım eden iki hanım kimdir? O: Bunlar Hafsa ve Âişe'dir, dedi. Ona: Allah'a yemin ederim. Bunu sana bir seneden beri sormak istediğim halde senden çekindiğim için soramadım, dedim. Bana: Hayır, Öyle yapma dedi. Benim bildiğimi zannettiğin bir husus oldu mu ona dair bana sor. Eğer biliyorsam sana söylerim... deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Müslim, II, 1103; Buhârî, IV, 1»66 "Muhakkak ki Allah onun velisidir." Dostu ve yardımcısıdır. Onların birbirleriyle yardımlaşmalarının ona bir zararı olmaz. "Cebrâîl de, mü’minlerin salih olanları da" âyeti hakkında İkrime ve Said b. Cübeyr dedi ki: Mü’minlerin salih olanları Ebû Bekir ve Ömer'dir. Çünkü bunlar Âişe ve Hafsa'nın babaları idi. Kızlarına karşı onun yardımcısı idiler. Mü’minlerin salih olanlarının Ali (radıyallahü anh) olduğu da söylenmiştir, Bir diğer görüşe göre mü’minlerin hayırlıları demektir. "Salih" bir cins isimdir. Yüce Allah'ın: "Asra yemin olsun ki, gerçekten insan ziyandadır" (el-Asr, 103/1-2) âyetinde (ki "insan" lâfzında) olduğu gibi. Bu açıklamayı Taberî yapmıştır. "Mü’minlerin salih olanları" nın peygamberler olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Alâ b. Ziyâde, Katade ve Süfyan yapmıştır. İbn Zeyd, onlar meleklerdir demiştir. es-Süddî: Onlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabıdır, demiştir. "Mü’minlerin salih olan(lar)ı" lâfzının tekil olmadığı, bunun: "Mü’minlerin salih olanları" şeklinde olduğu ve; "Salihler" lâfzının "Mü’minler" lâfzına izafe edildiği de söylenmiş ve lâfza uygun olarak "vav"siz yazılmıştır. Çünkü burada tekilin de, çoğulun da telaffuzu arasında bir fark yoktur. Nitekim mushafta, lâfzın hükmü çeşitli olmakla birlikte, hattı aynı şekilde gelmiş çeşitli lâfızlar bulunmaktadır. Müslim'in Sahih'inde İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bana Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) anlattı, dedi ki: Allah'ın Peygamberi hanımlarından uzaklaşınca, ben mescide girdim. İnsanların çakıl taşlarını (yere) vurup durduklarını ve: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarını boşadı, dediklerini gördüm. Bu ise onlara hicâb (onlardan bir şey istendiğinde perde arkasından istenmesi) emri verilmeden önce idi. Ömer dedi ki; Yemin olsun bu işi mutlaka bugün öğreneceğim, dedi. Âişe'rûn yanına girdim ve: Ey Ebû Bekir'in kızı dedim. Sen Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet edecek kadar işi ileriye götürdün mü? Âişe: Sana ne benden ey Hattab'ın oğlu, sen kendi kızına baksana! dedi. (Ömer) dedi ki; Ömer'in kızı Hafsa'nın yanına girdim. Ona: Ey Hafsa, dedim. İşi Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet edecek kadar ileriye mi götürdün? Allah'a yemin ederim ki sen de biliyorsun ki, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) seni sevmiyor. Ben olmasaydım elbette ki Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) seni boşayacaktı. Oldukça ağladı. Ona, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) nerede? diye sordum, bana: O saklandığı yerde odadadır, dedi. Yanına girdim. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kölesi Rebah'ın, odanın eşiğinde oturduğunu ve ayaklarını ağaçtan oyulmuş bir tahta parçası üzerine sarkıtmış olduğunu gördüm. Bu da Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın üzerine çıktığı (basamak olarak kullanıp) yana döndüğü bir ağaç kütüğü idi. Ben: Ey Rebah diye seslendim. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girmek üzere bana izin iste. Rebah odaya baktı, sonra bana baktı ve hiçbir şey demedi. Tekrar: Ey Rebah dedim, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girmek üzere benim için izin iste! Yine Rebah odaya baktı, sonra bana baktı ve bir şey demedi. Arkasından sesimi yükselterek: Ey Rebah dedim. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girmek üzere benim için izin iste. Ben öyle zannediyorum ki Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hafsa için geldiğimi sanmaktadır. Allah'a yemin ederim ki, eğer Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), onun boynunu vurmamı emredecek olursa, gider onun boynunu vururum deyip sesimi yükselttim. O da bana: Yukarı çık diye işaret etti. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girdim, Bir hasır üzerine yatmıştı. Oturdum, üzerine elbisesini çekti. Ondan başka da üzerinde bir şey yoktu. Bir de ne göreyim! Hasır onun böğründe İz bırakmıştı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kaldığı yere bir göz attım. Odanın bir tarafında bir sa' kadar bir avuç arpa ile onun kadar selem ağacı yaprağı gördüm. Duvara asılı bir tulum vardı, Gözyaşlarımı tutamadım. Peygamber: "Ne diye ağlıyorsun ey Hattab'ın oğlu?" dedi. Ben: Ey Allah'ın Peygamberi dedim, nasıl ağlamayayım? İşte şu hasır, böğründe İz bırakmış bulunuyor ve işte senin bulunduğun oda, Şu önemsiz şeylerden başka bir şey görmüyorum. Diğer taraftan Kayser ve Kisra meyveler, ırmaklar arasındaleyhisselâmen ise Allah'ın Rasûlü ve seçkin kulu olduğun halde böyle bir odada yaşıyorsun. Şöyle buyurdu: "Ey Hattab'ın oğlu! Âhiretin bizim, dünyanın da onların olması sana yetmez mi?" Yeter, dedim. (Ömer devamla) dedi ki: Yanına ilk girdiğimde yüzünde kızgınlık işaretleri vardı. Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Kadınların hallerinden sana ağır gelen nedir? Eğer onları boşadı isen şüphesiz Allah, Onun melekleri, Cebrâîl, Mikail, ben, Ebû Bekir ve mü’minler seninle birlikteyiz. Allah'a hamdolsun ki bu türden ne kadar konuştumsa, yüce Allah'ın söylediğim o sözleri tasdik edeceğini ummadığım çok nadirdir. İşte bu âyet-i kerîme yani onu muhayyer bırakan âyet-i kerîme indi: "Eğer o sizi boşarsa, Rabbinin ona yerinize... sizden daha hayırlı eşler vermesi umulur" (et-Tahrim, 66/5) âyeti ile "Şayet onun aleyhine birbirinize yardım ederseniz, muhakkak ki Allah onun velisidir, Cebrâîl de, mü’minlerin salih olanları da. Bundan sonra melekler de yardımcıdır" âyeti nazil oldu, Ebû Bekir'in kızı Âişe ile Hafsa Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın diğer hanımlarına karşı birbirleriyle yardımlaşıyorlardı. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, onları (hanımlarını) boşadın mı? diye sordum. O: "Hayır" dedi. Ey Allah'ın Rasulü dedim. Ben mescide girdiğimde, müslümanlar çakıl taşlarını yere atıyor ve Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarını boşadı, diyorlardı. Şimdi inip senin hanımlarını boşamadığını onlara haber vereyim mi!' "İstersen verebilirsin" dedi. Onunla konuşmayı sürdürdüm, nihayet öfke izleri yüzünden çekilmeye başladı. Hatta dişlerini gösterecek kadar gülümser oldu. İnsanlar arasında ağzı en güzellerden idi. Daha sonra Allah'ın Peygamberi de indi, ben de indim. Oradan inip ağaç kütüğüne tutundum. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da eliyle ona dokunmadan yer üzerinde yürüyormuş gibi indi. Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Sen bu odada yirmidokuz gün kaldın, dedim. O: "Ay yirmidokuz gün de çeker" dedi. Mescidin kapısına dikildim ve sesim çıktığı kadar: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarını boşamadı, diye bağırdım ve: "Kendilerine güven veya korkuya dair bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Halbuki bunu Rasûlüne veya içlerinden emir sahiblerine döndürmüş olsalardı, içlerinden işin iç yüzünü araştırıp, çıkaranlar onun ne olduğunu elbette bilirlerdi" (en-Nisâ, 4/82) âyeti nazil oldu. İşte ben de o işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlardan oldum. Allah ayrıca onu muhayyer kıldığını bildiren âyet-i kerimeyi de indirdi Bu hadis çeşitli kisımlarıylsı birçok yerde bulunmakla birlikte bu bütünlüğü ile Müslim, II, 1105-110? ile İbn Hibbân, Sahih, IX, 4<Xİ-49tnk- görülebilir "Cebrâîl" ismi değişik şekillerde söylenir. Bunlar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/98. âyetin tefsirinde) zikredilmiş bulunmaktadır. Bunun daha önce geçen: "Onun velisidir" âyetine atfedilmiş olması da mümkündür. Anlam da şöyle olur: Allah da onun velisidir, Cebrâîl de onun velisidir. Bu durumda: "Onun veliyidir" âyeti üzerinde vakıf yapılmaz. "Cebrâîl" âyeti üzerinde vakıf yapılır. "Mü’minlerin salih olanları" anlamındaki lâfız mübtedâ, "meleklerde" âyeti da ona atfedilmiş olur, "yardımcıdır" anlamındaki lâfız da haber olur. Bu da çoğul anlamındadır "Yardımcıdır" anlamındaki "zahir kelimesi tekildir, "Melekler" çoğuldur. Miibtedâ ile haber arasında çoğul-tekil ilişkisi açısından uyum ;ır;mclı^ından; bu lâfzın "melekler" hıfzına uygun olarak çoğul anininim lıışıclığını heiinıııekrcdir. "Melekler... yardımcıdırlar" demek olur "Mü’minlerin salih olanları" Ebû Bekir'dir. el-Museyyeb b. Şerîk böyle demiştir. Said b. Cubeyr de şöyle demiştir: O Ömer'dir, İkrime: Ebû Bekir ve Ömer'dir, demiştir. Şakîk'in, Abdullah'tan, onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiğine göre yüce Allah'ın: "Muhakkak ki Allah onun velisidir, Cebrâîl de, mü’minlerin salih olanları da" âyeti hakkında dedi ki; Mü’minlerin salih olanları Ebû Bekir ve Ömer'dir. Mü’minlerin salihlerinin Ali olduğu da söylenmiştir. Umeys kızı Esma'dan, dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Mü’minlerin salih olanları Ali b. Ebî Tâlib'tir." İbn Kesîr Tefsir, IV, 390 (MürahifTin sözü olarak). Daha önce geçtiği üzere başka görüşler de ileri sürülmüştür. "Cebrâîl" lâfzının mübtedâ, ondan sonraki lâfızların da ona atfedilmiş olması da mümkündür. Haber ise "yardımcıdır(lar)" anlamındaki âyet olur. Bu da cem' anlamındadır, Buna göre; "Onun velisidir" lâfzı üzerinde vakıf yapılır "Muhakkak Allah onun velisidir" demek olur "Cebrâîl ve mü’minlerin salih olanları" âyetinin "onun velisidir" âyetine atfedilmesi de mümkündür. Bu durumda "mü’minler" lâfzı üzerinde vakıf yapılır. Anlam mealdeki gibi olur Buna karşılık; "bundan sonra melekler de yardımcıdır" anlamındaki âyet da mübtedâ ve haller olur. Buna göre anlam şöyle olur: Cebrâîl ve mü’minlerin salih olanları da (onun mevlasıdır. Bundan sonra melekler de (ona) yardımcıdırlar.") "Yardımcılar" demektir. Bu -çoğul olarak-; anlamındadır. Yüce Allah'ın; "Onlar ne iyi arkadaştırlar." (en-Nisa, 4/69) âyeti gibi Buradaki tekil olan "refik: arkadaş" kelimesinin çoğul olarak "arkadaşlar" anlamında olması gibi. Ebû Ali dedi ki: Arapçada "fail (zahir: yardımcılar ile refik: arkadaşlar kelimelerinde olduğu gibi)" çoğul için de kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Ve gerçek hiçbir dost dostunu sormayacak onlar birbirlerine gösterilirler" (el-Meariç, 70/10-11) âyetinde (tekil olan hamin: dost lâfzının çoğul anlamında) kullanıldığı gibi. Denildiğine göre Âişe ile Hafsa (radıyallahü anhüma)'in birbirleriyle yardımlaşmaları nafaka hususunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir çeşit baskı uygulamak suretinde idi, Bundan dolayı Peygamber bir ay süreyle onlara ilâ yaptı (onlara yaklaşmamaya yemin etti) ve onlardan uzak kaldı. Müslim'in Sahih'inde Cabir b. Abdullah'tan şöyle dediği zikredilmektedir: Ebû Bekir, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girmek üzere izin istedi. İnsanların kapısında oturmakta olduklarını ve kimseye içeri girmek için İzin verilmediğini gördü. (Cabir) dedi ki; Ebû Bekir'e izin verildi, o da içeri girdi. Sonra Ömer geldi, o da izin İstedi, ona da izin verildi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın üzüntülü, suskun ve etrafında hanımları olduğu halde oturmuş olduğunu gördü. (Cabir) dedi ki: (Ömer) dedi ki: Yemin olsun öyle bir şey söyleyeceğim ki bununla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı güldüreceğim. Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Bir görsen Harice'nin kızı benden harcamak için bir şeyler istedi. Ben de yerimden kalktım, boynuna bir darbe indirdim. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) güldü ve şöyle dedi: İşte bu kadınlar da gördüğün gibi benim etrafımda bulunuyorlar. Bunlar da benden nafaka (harcayacak masraf) istiyorlar. Ebû Bekir, Âişe'ye kalktı, onun boynuna vurdu. Ömer de Hafsa'ya kalktı, onun boynuna vurdu. Her ikisi de; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yanında olmayan şeyleri mi istiyorsunuz? Hepsi de: Allah'a yemin ederiz. Asla Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yanında olmadık şeyi istemeyeceğiz. Sonra bir ay yahut yirmi -dokuz gün onlardan uzaklaştı, sonra ona şu: "Ey Peygamber! Zevcelerine deki...Muhakkak Allah içinizden güzel davrananlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (el-Ahzab, 33/28-29) âyetlerini indirdi... Müslim, II, 1104 Biz bunu daha önce el-Ahzab Sûresi'nde (33/28-29. âyetler, 1. başlıkta) zikretmiş bulunuyoruz. 5Eğer o sizi boşarsa, Rabbinin ona yerinize Allah'a teslim olan, Îman eden, itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan dullar ve bakireler olmak üzere sizden daha hayırlı eşler vermesi umulur (şüphesizdir). "Eğer o sizi boşarsa Rabbinin... umulur" âyeti önceden de geçtiği üzere Sahih(-i Müslim)'de bu âyet-i kerîme, Ömer (radıyallahü anh)'ın kullandığı ifadelere uygun olarak inmiştir Müslim, II, 1105 Denildiğine göre Kur'ân-ı Kerîm'in her yerinde geçen: "Umulur" tahakkuku vacib (muhakkak) demektir. Tek istisna buradakidir. Bir diğer görüşe göre buradaki de vücub ifade eder. Ancak yüce Allah bunu bir şarta bağlı olarak zikretmiştir. O şart da hanımlarını boşamasıdır, fakat boşamamıştır. "Ona yerinize... sizden daha hayırlı eşler..." Çünkü sizler diğerlerinden hayırlı olsaydınız Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sizi boşamazdı. Bu anlamdaki açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Bir diğer görüşe göre bu âyet, yüce Allah tarafından Rasûlüne bir vaadidir. Eğer dünyada onları boşayacak olsaydı, yine dünyada ona onlardan daha hayırlı eşler verirdi. "Ona yerinize... vermesi" âyeti hem şeddeli, hem deşeddesizolarak okunmuştur. Esasen -şeddeli ve şeddesiz okuyuşların mastarları olan- İle aynı anlamdadır. "Tenzil" ile "inzâl"(in indirmek anlamında, olduğu) gibi. Yüce Allah onları bozamayacağını biliyordu. Fakat eğer onları boşayacak olursa -onları korkutmak üzere- kendilerinin yerine onlardan daha hayırlılarını vermeye kadir olduğunu haber vermektedir. Bu yönüyle yüce Allah'ın: "Şayet yüz çevirirseniz yerinize sizden başka bir kavmi getirir" (Muhammed, 47/38) âyetini andırmaktadır. Bu yüce Allah'ın kudretini haber vermekle ve onları böylece korkutmaktadır. Yoksa varlık âleminde Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından daha hayırlılarının bulunduğu anlamında değildir, "Allah'a teslim olan" Saki b. Cubeyrin açıklamasına göre ihlâslı olan... Yüce Allah'ın ve Rasûlünün emrine teslim olan, anlamında olduğu da söylenmiştir. "Îman eden" emrolundukları şeyleri ve kendilerine yasak kılınan hususları tasdik eden, doğrulayan. "İtaat eden" anlamındaki: (........)'in mastarı olan "kunût" itaat etmek demektir. Daha önceden (el-Bakara, 2/116. âyet, 5. başlık ile 238. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Tevbe eden" günahlarından dolayı tevbe eden. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Nefislerinin sevdiklerini terkederek Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emrine dönenler diye de açıklanmıştır. "İbadet eden" yüce Allah'a çokça ibadet eden... İbn Abbâs dedi ki; Kur'ân-ı Kerîm'de geçen her türlü ibadet, tevhîci anlamındadır. "Oruç tutan" İbn Abbâs, el-Hasen ve İbn Cübeyr (lâfız olarak "seyahat edenler" anlamındaki) bu kelimeyi "oruç tutanlar" diye açıklamışlardır. Zeyd b. Eslem, oğlu Abdurrahman ve Yeman ise, hicret edenler diye açıklamışlardır. Zeyd dedi ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ümmetinde (dini bir emir olarak) hicretin dışında bir seyahat yoktur. Seyahat yeryüzünde dolaşmak demektir. el-Ferrâ', el-Kutebî ve başkaları da şöyle demişlerdir: Oruç tutana "seyahat eden" denilmesinin sebebi, seyahat edenin beraberinde azık bulunmayışı, aksine yiyecek bulduğu yerde yemek yemesinden dolayıdır. Bir başka açıklamaya göre bu lâfız, suyun yerde akıp gitmesini anlatmak üzere kullanılan: 'den gelen anlamı ile; yüce Allah'ın itaati uğrunda yol alıp gidenler demektir. Bu açıklamalar daha Önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/112. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. "Dullar ve bakireler..." Yani bu eşlerden kimisi dul olacaktır, kimisi de bakire. Denildiğine göre dula "seyyib" adının verilmesi, kocası onunla birlikte kalacak olursa kocasına, ondan ayrılacak olursa başkasına dönecek olmasından dolayıdır. Bir diğer açıklamaya göre ise, onun anne babasının evine döneceğinden dolayı bu isim verilmiştir. Bu açıklama daha doğrudur. Çünkü her dul kadın bir başka kocaya döner, diye bir şey yoktur. Bakire ise ilk olarak yaratıldığı hal üzere kalışından dolayı bu ismi almıştır. el-Kelbî dedi ki: Dul ile Fir'avun'un karısı Asiye gibilerini, bakire ile de İmrân'ın kızı Meryem gibilerini kastetmiştir, Derim ki: Bu açıklama buradaki değiştirme yüce Allah'ın Peygamberine hanımlarını dünyada boşaması halinde âhirette onlara onlardan daha hayırlılarını eş olarak vermesi anlamındadır, diyenlerin görüşlerine uygun bir açıklamadır. 6Ey îman edenler! Tutuşturucusu İnsanlarla taşlar olan o ateşten nefislerinizi ve ailelerinizi koruyunuz. Onun üzerinde (görevli) iri yarı, sert tabiatlı melekler vardır. Bunlar kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla İsyan etmezler. Ne emir olunurlarsa, onu yaparlar. Bu âyete dair açıklamalarımızı bir başlık halinde sunacağız: İnsanın Kendisini ve Aile Halkını Ateşten Koruması: Bu âyetle insanın kendisini ve aile halkını ateşten koruması emrolunmaktadır. ed-Dahhâk dedi ki: Âyetin anlamı şudur: Kendinizi de ateşten koruyunuz, aile halkınız da kendilerini ateşten korusunlar. Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Siz kendinizi koruyunuz, aile halkınıza da zikir ve dua etmelerini emrediniz; ta ki Allah sizin vasıtanızla onları da korusun. Ali (radıyallahü anh), Katade ve Mücahid şöyle demişlerdir: Yaptığınız işlerle kendinizi koruyunuz, onlara yapacağınız tavsiyelerle de aile halkınızı koruyunuz. İbnu'l-Arabî dedi ki: Doğru olan da budur. Kendisine atfedilen ile atfolunanın ortak bir noktada birleşmelerini gerektiren atfın verdiği ince anlam ise, fiilin ihtiva ettiği manadadır, Şairin; "Ben ona yem olarak saman ve soğuk su verdim." Sözü ile bir diğer şairin şu sözünde olduğu gibidir: "Savaşta gördüm ben kocanı, Kuşanmıştı kılıcını ve mızrağını." O halde kişinin kendisini itaat ile ıslah etmesi, aile halkını da tıpkı çobanın sürüsünü ıslah etmesi gibi ıslah etmesi gerekir, Sahih hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu belirtilmektedir: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden sorumludur. İnsanların başındaki İmâm (İslâm devletinin yöneticisi) bir çobandır ve o, onlardan sorumludur. Adam aile halkı üzerinde bir çobandır ve onlardan sorumludur." Buhârî, I, 304, II. 848, 901, 902, III, 1010, V, 19H8, 1996, VI, 2611; Müslim, III, 1459: Tirmizi, IV, 208; Ebû Dâvûd, III, 130; Müsned, II, 5, 54, 111, 121 el-Hasen bu âyet-i kerîme hakkında: "Onlara emreder ve onlara yasaklar koyar" sözleriyle bu âyetin anlamını ifade etmektedir. Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Yüce Allah'ın "Nefislerinizi koruyunuz" âyetinin kapsamına çocuklar da girmektedir. Çünkü çocuk insanın bir parçasıdır. Tıpkı yüce Allah'ın: "Kendi evlerinizden... yemek yemenizde size de bir sakınca yoktur" (en-Nûr, 24/61) âyetinde olduğu gibi diğer akrabaların bağımsız olarak anıldığı gibi, ayrıca bağımsız olarak anılmamışlardır. Kişi çocuğuna helâli ve haramı öğretir, masiyet ve günah olan işlerden uzak kalmasını sağlar ve buna benzer diğer hükümleri yerine getirir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Çocuğun baba üzerindeki hakkı ona güzel bir isim vermesi, yazı yazmayı öğretmesi ve ergenlik yaşına geldiği vakit onu evlendirmesidir." Deylemî, Firdevs, II, 131; henzer hadisler ve sıhhat durumları için bk. Beyhaki, Şuabu't-lman, VI, 400, 401, 403, es-Sünenü'l-Kübra, X, 15; Heysemi, Mecma, VIII, 47 Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Hiçbir baba oğluna güzel bir terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunmamıştır." Müsned, Ul, 412, IV, 77; Hâkim, Müstedrek, IV, 292; Tirmizî, IV, 338; Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübrâ, II, İH, III, H4 Amr b. Şuayb babasından, onun dedesinden rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınıza yedi yaşında namaz kılmalarını emrediniz. (Kılmazlarsa) on yaşında onları dövünüz ve yataklarını birbirinden ayırınız." Ebû Dâvûd, I, 133; Hâkim, Müstedrek, I, 311; Barakutnl, i, 230, Beyhaki, es-Sünenü'l-Kübra, II, 228, 229, III, K4, Müsned, 11, 180, 1H7 Bu hadisi hadis âlimlerinden bir topluluk rivâyet etmiş olup, bu Ebû Davud'un lâfzıdır. Yine Semura b. Cundub'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Küçük çocuk yedi yaşına ulaştı mı ona namaz kılmasını emrediniz. On yaşına ulaştı mı kılmaması halinde onu dövünüz." Ebû Dâvûd, I, 133; Beyhaki, es-Sünenü'l-Kübra, II, 14 Aynı şekilde kişi aile halkına namaz vaktinin ve hilâlin görülmesine dayanarak oruca başlamanın farzîyetini ve orucu bitirmenin gereğini de haber verir. Müslim'in rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vitir namazını kıldıktan sonra: "Kalk ey Âişe, sen de vitrini kıl" dermiş. Müslim, I, 511; Müsned, VI, 152, 205 Yine rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Geceleyin kalkıp namaz kılan, sonra hanımını uyandıran, eğer kalkamazsa yüzüne su serpen kişiye Allah'ın rahmeti olsun. Geceleyin kalkıp namaz kılan ve kocasını uyandıran, uyanmayacak olursa yüzüne su serpen kadına Allah'ın rahmeti olsun." Beyhaki, es-Sünenü's-Suğra, Medine 1410/1989, s. 473 Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Odalarında (uyuyan) hücre sahibelerini de uyandırın " Muvatta’, II, 913, İbn Hihhan, Sahih, II, 466; Hâkim, Müstedrek, II, 654 âyeti da bu kabildendir. İşte bütün bunlar yüce Allah'ın: "İyilik ve takva üzere birbirinizle yardımlasın" (el-Mâide, 5/2) âyetinin genel çerçevesi içerisine girmektedir. el-Kuşeyrî'nin zikrettiğine göre bu âyet-i kerîme nazil olunca, Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü! Haydi kendimizi koruduk diyelim. Peki aile halkımıza ne yapabiliriz?' Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ın size yasakladığı şeylerden onları alıkoyarsınız, Allah'ın emrettiklerini onlara da emredersiniz. " Mukâtil dedi ki: İşte bu, çocukları, hanımı, köleleri ve cariyeleri hakkında kişinin üzerindeki hakkıdır. el-Kiya dedi ki: Çocuklarımıza, eşlerimize dini ve hayırlı şeyleri kendisinden müstağni kalınamayacak (gerek duyulacak) edeb ve terbiyeyi öğretmek bizim vazifemizdir. Yüce Allah'ın: "Sen aile halkına namazı emret, kendin de sabırla ona devam et" (Taha, 20/132) âyeti da bunu ifade etmektedir. Yüce Allah'ın Peygamberine hitaben vermiş olduğu; "Yakın akrabanı uyar." (eş-Şuara, 26/214) âyeti da buna yakındır. Hadîs-i şerîfte de: "Çocuklarınız yedi yaşındayken onlara namaz kılmalarını emrediniz" diye buyurulmaktadır. "Tutuşturucusu insanlarla taşlar olan..." âyetine dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/24. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Onun üzerinde iri yan, sert tabiatlı melekler vardır" âyeti ile katı kalpli, kendilerinden merhamet dilendiğinde merhamet etmeyen, gazap ve öfkeden yaratılmış bulunan ve Âdemoğullarına yemek ve içmek sevdirildiği gibi kendilerine de yaratılmışlara azap etmek sevdirilmiş bulunan Zebani melekleri kastetmektedir. "Sert tabiatlı" yani bedenleri güçlü, kuvvetli demektir. Sözleri seri, fiilleri kaba diye açıklandığı gibi; cehennem ehlini yakalayışları güçlü, onlara karşs sert tabiatlı diye de açıklanmıştır. "Filan kişi, filan kişiye karşı sert (şedid)tir" denilir. Bu, ona karşı güçlü olup, çeşitli şekillerde ona azâb eder anlamındadır. Bir diğer açıklamaya göre "iri yarı" âyeti ile bedenlerinin irilikleri "sertlik" ile de güçlü oluşları kastedilmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Onlardan birisinin iki omuzu arasındaki mesafe bir yıllık süredir. Onlardan birilerinin gücü, indirdiği bir balyoz ile insanı yetmiş yıl cehennemin dibine doğru itecek kadardır. İbn Vehb de şöyle demektedir: Bize Abdurrahman b. Zeyd anlattı dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) cehennem bekçileri hakkında şöyle buyurdu: "Onlardan birisinin iki omuzu arasındaki mesafe doğu ile batı arasındaki gibidir." "Bunlar kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler." O'nun emrine fazlalık ya da eksiklikle aykırı hareket etmezler. "Ne emir olunurlarsa onu yaparlar." Vaktinde yerine getirirler. Sonraya da bırakmazlar, öne de almazlar. Şöyle de açıklanmıştır: Onların zevkleri Allah'ın emrini yerine getirmektedir. Tıpkı cennet ehlinin cennette bulunmaktan dolayı sevindikleri gibi. Bu açıklamayı Mutezile mensuplarından birisi zikretmiştir. Onlara göre âhirette mükellefiyet imkânsız bir hadisedir. Halbuki hak dilinden olup sağlam akide sahibi olan bir kimseye yüce Allah'ın kuluna bugün de, yarın da mükellefiyetler verebileceği açıktır, melekler hakkında da mükellefiyettin imkânı) reddolunamaz. Allah dilediğini yapar. 7Ey kâfir olanlar! Bugün özür dilemeyin. Size ancak yaptıklarınızın karşılığı verilecektir. "Ey kâfir olanlar! Bugün özür dilemeyin." Çünkü özür dilemenizin hiçbir faydası olmaz. Bu yasak, ümitsizliklerinin kesinleştirilmesi içindir. "Size ancak" dünyada "yaptıklarınızın karşılığı verilecektir." bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "O günde zulmedenlere mazeret bildirmeleri fayda vermez ve onlardan Rabblerini razı etmeleri de istenmez" (er-Rum, 30/57) âyetidir. Daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 8Ey îman edenler! Allah'a nasûh bir tevbe ile tevbe edin! Olur ki Rabbiniz kötülüklerinizi örter. Sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah, Peygamberi ve onunla beraber olan îman edenleri mahcub etmeyecek. Nurları önlerinde ve sağlarında koşacak ve diyecekler ki: "Rabbimiz, bize nurumuzu tamamla ve bîze mağfiret buyur! Çünkü Sen herşeye kadirsin." "Ey îman edenler! Allah'a nasûh bir tevbe ile tevbe edin!" âyeti ile ilgili açıklamalarıma iki başlık halinde sunacağız: 1- Tevbe ve Tevbenin Nasûh Olması: "Ey Îman edenler! Allah'a... tevbe edin" âyeti ile yüce Allah tevbe etmeyi emretmektedir. Tevbe etmek, bütün hal ve bütün zamanlarda farz-ı ayndır. Buna dair açıklamalar ve görüşler daha önce en-Nisâ Sûresi'nde (4/17-18. âyetler, 1. başlık ve devamında) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. "Nasûh bir tevbe ile..." âyetinde geçen "nasûh tevbe"nin mahiyeti hakkında ilim adamları ile kalb erbabı yirmiüç ayrı açıklama getirmişlerdir: 1- Nasûh tevbe, sütün tekrar memeye dönmemesi gibi ardından yine (aynı günaha) dönüş olmayan tevbedir, denilmiştir. Bu açıklama Ömer, İbn Mes’ûd, Ubeyy b. Ka'b ve Muâz b. Cebel (r. anhüm)'dan rivâyet edilmiştir. Muaz bu açıklamayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a merfu olarak da nisbet etmiştir. 2- Katade dedi ki: Nasûh tevbe, doğru ve samimi demektir. Halis diye de açıklanmıştır. "Ona nush ile söz söyledi" demek, samimi olarak ihlasla ona söz söyledi demektir. el-Hasen dedi ki: Nasöh sevdiği günaha buğzedip onu hatırladığı vakit ondan dolayı mağfiret dilemesidir. 3- Nasûh tevbe, kabul olunacağına güvenilmeyen ve bundan dolayı da korku duyulan tevbedir, diye de açıklamıştır. 4- Nasûh tevbe, beraberinde ayrıca tevbeye gerek duyulmayan tevbedir, diye de açıklanmıştır. 5- el-Kelbî dedi ki: Nasûh tevbe, kalpten pişmanlık duymak, dil ile mağfiret dilemek, günahtan kesinlikle vazgeçmek ve bir daha dönmemek üzere kesin kararlı olmak demektir. 6- Said b. Cubeyr dedi ki: Nasûh tevbe, kabul olunan tevbe demektir. Üç şartı taşımadıkça da kabul olunmaz: Kabul olunmaz korkusu, kabul olunacağı ümidi ve itaatlerde süreklilik. 7- Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Nasûh cevbe, kendisi ile kendi özünüze samimi olarak iyilik yaptığınız tevbedir. 8- el-Kurazî dedi ki: Nasûh tevbe, dört özelliği taşıyan tevbedir: Dil ile mağfiret dilemek, bedenen günahtan vazgeçmek, kalpten dönmeme kararını vermek ve kötü arkadaşlardan uzaklaşmak. 9- Süfyan es-Sevrî dedi ki: Nasûh tevbe'nin dört alâmeti vardır: Kıllet, illet, zillet ve gurbet, 10- el-Fudayl b. Iyad dedi ki: Günahının sürekli gözünün önünde bulunması ve sürekli olarak onu gözleriyle görüyor gibi hareket etmesidir. Buna yakın bir açıklama İbn es-Simâk'dan nakledilmiştir: Allah'a karşı hayanı azaltarak işlemiş olduğun o günahı sürekli olarak gözönünde bulundurman ve bundan dolayı seni bekleyene hazırlanmandır. 11- Ebû Bekr el-Varrak dedi ki: Nasûh tevbe, genişliğine rağmen yeryüzünün sana dar gelmesi ve nefsinin de seni alabildiğine sıkmasıdır. Tıpkı (savaşta) geri bırakılan üç kişi gibi. 12- Ebû Bekr el-Vâsıtî dedi ki: Herhangi bir karşılığı kaybetmek dolayısıyla yapılmayan tevbedir. Çünkü dünyada nefsini rahatlatmak Kin günah işleyen bir kimse, daha sonra âhirette kendisini rahatlatmak arzusuyla tevbe ederse, onun tevbesi Allah için değil, kendisini korumak içindir. 13- Ebû Bekr ed-Dakkak el-Mısrî dedi ki; Nasûh tevbe, yaptığı haksızlıkları sahiplerine geri vermek, hasımlarından helâllik dikmek ve itaatleri sürekli bir alışkanlık haline getirmektir. 14- Ruveym dedi ki: Nasûh tevbe, masiyet esnassnda (hakka) yönelmeksizin arkanı döndüğün gibi (tevbe esnasında) da arkanı dönmeksizin Allah'a yönelmektir. 15- Zünnûn dedi ki: Nasûh tevbenin üç alâmeti vardır; Az konuşmak, az yemek ve az uyumak. 16- Şakîk dedi ki: Nasûh tevbe, kişinin kendisini çokça kınaması, sürekli pişmanlık duymaya aralık vermemesidir; ta ki onun âfetlerinden selâmete çıkabilinceye kadar. 17- Serrî es-Sakatî dedi ki: Nasûh tevbe, kişinin kendisine ve mü’minlere nasihat etmeden gerçekleşemez. Çünkü tevbe eden ve ona bağlı kalan bir kimse, diğer İnsanların da kendisi gibi olmasını ister. 18- el-Cuneyd dedi ki: Nasûh tevbe, günahı ebediyyen hatırlamamak üzere unutmasıdır. Çünkü tevbesi sahih olan bir kimse, Allah'ı seven bir kişi olur. Allah'ı seven bir kimse ise Allah'tan başka herşeyi unutur. 19- Zü’l-Uzuneyn (Enes b. Malik -radıyallahü anh-'ın lakabı olup, iki kulaklı demektir) dedi ki: Nasûh tevbe, kişinin gözyaşının akması, masiyetlere karşı da başkaldıran bir kalbe sahih olması demektir. 20- Feth el-Mevsılî dedi ki: Nasûh tevbenin üç alâmeti vardır; Hevâya muhalefet, çokça ağlamak ve açlık ve susuzluğa karşı dayanabilmek. 21- Sehl b. Abdullah et-Tusterî dedi ki; Bu ehl-i sünnet ve’l-cemaat için sözkonusu olan bir tevbedir. Çünkü bid'atçinin tevbesi olmaz. Buna delil de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Allah bid'at sahibi herkese karşı tevbe etmesinin önünde perde kılmıştır"(ı) âyetidir. 22- Huzeyfe'den rivâyete göre o şöyle demiştir: Bir günahtan tevbe edip, sonra tekrar o günaha dönmek kişiye kötülük olarak yeter. Nasûh tevbenin asıl anlamı ihlâslı olmaktan gelmektedir, Mesela, bal mumundan süzülmüş olduğu takdirde bu "nâsıh" bir baldır, denilir. 23- Bunun dikiş dikmek anlamında olan "nasâhaf'den alınmış olduğu da söylenmiştir. Bu anlamdan alınmış olması ile ilgili iki şekilde açıklama yapılmıştır; 1- Böyle bir tevbe kişinin itaatini sağlamlaştırıp tıpkı terzinin dikişi ile elbiseyi sağlamlaştırıp pekiştirdiği gibi, pekiştirdiğinden ötürü bu kökten gelmiştir. 2- Çünkü böyle bir tevbe kişiyi Allah'ın dostları ile birlikle biraraya getirmiş ve onu onlara katmıştır. Tıpkı terzinin kumaşı biraraya getirip onun bir bölümünü diğer bir bölümüne yapıştırması gibi. "Nasûh" lâfzı genel olarak "nün" harfi üstün, tevbenin sıfatı diye: şeklinde okunmuştur, "Çok sabırlı bir kadın" ifadesinde olduğu gibi. Bu da nushunda (samimiyetinde) oldukla ileriye varmış tevbe demektir. el-Hasen, Hârice ve Ebû Bekr'in rivâyetine göre Âsım bunu ötreli okumuşlardır. Bu okuyuş: "Kendiniz için nasihat tevbesi..." tevilindedir. Bu lâfzın: şeklinde ve Tin çoğulu olması mümkün olduğu gibi, mastar olması da mümkündür. Nitekim: denilir. Çünkü mastarlarda (aynı fiilin mastarı) "fuâle ve fuûl" vezinlerinde gelebilir. "Gitmek" gibi. el-Müberred dedi ki: Yüce Allah nushu bulunan tevbeyi kastetmiştir. Nitekim: "Ben nushta bulundum, nush etmek' denilir. 2- Kendisinden Tevbe Edilecek Hususlar ve Bunlardan Nasıl Tevbe Edileceği: Kendisinden tevbe edilecek hususlar ile bunlardan nasıl tevbe edileceği ile ilgili olarak ilim adamları şöyle demişlerdir: Kendisinden tevbe edilecek olan günah ya yüce Allah'a ait bir haktır ya da insanlara ait bir haktır. Eğer namazı terketmek gibi Allah'a ait bir hak ise. pişmanlıkla birlikte, geçirmiş olduğu namazları kazayı da katmadıkça tevbesi sahih olmaz. Aynı şekilde orucun terki yahut zekâtta kusur olması halinde de durum böyledir, Şâyet haksız yere birisini öldürmek gibi bir günah ise; eğer ona kısas uygulanması gerekiyor ve kısas uygulanması isteniyor ise, kendisine kısasın uygulanması imkânını vermek ile; eğer haddi gerektiren bir kazf (zina iftirası) ise ve bu haddin kendisine uygulanması isteniyor ise kendisine haddin uygulanmasını kabul etmesi ile olur. Şayet bu haklar affedilecek olursa, pişmanlık duymak ve samimi olarak tekrar buna dönmemeyi kararlaştırmak onun için yeterli olur. Aynı şekilde bir mal karşılığında, kısasen öldürülmesi affedilecek olursa, o malı bulabilen bir kimse ise, onu eksiksiz ödemekle yükümlüdür. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa, artık (diyet alan) örfe uyarak istesin (ve katil de) ona güzellikle ödesin." (el-Bakara, 2/178) Eğer tevbe ettiği günah Allah'ın hadlerinden -ne olursa olsun- herhangi bir had ise sağlıklı bir pişmanlık duyarak yüce Allah'a tevbe edecek olursa, bu had ondan düşer. Nitekim yüce Allah ele geçirilmelerinden Önce muhariplerin (yol kesenlerin) tevbe ettikleri takdirde hadlerinin düşeceğini açıkça hükme bağlamıştır. İşte bu husus, ele geçirilmelerinden sonra tevbe ettikleri takdirde, hadlerinin düşmeyeceğine delil teşkil etmektedir. Daha önce (el-Mâide, 5/39- âyet, 26, başlıkta) açıklandığı üzere. Aynı şekilde içki içenler, hırsızlık yapanlar, zina edenler hallerini düzeltip, tevbe eder ve bu durumları bilinecek olup sonradan İmâma (İslâm devlet başkanına) şikâyet edilecek olurlarsa, İmâmın onlara had uygulamaması gerekir. Şayet durumları İmâma arzedildikten sonra "tevbe ettik" deyip -eğer terketmemişlerse- o vakit onlar bu halleri ile yenik düşürülen muhariplerle aynı durumdadırlar. Şafii'nin kabul ettiği görüş budur. Eğer günah kullara yapılan bir haksızlık ise; gücünün yetmesi halinde o hakkı sahibine geri vermedikçe ve ister ayni bir hak olsun, ister başka türlü olsun o haktan kurtulmadıkça tevbesi sahih olmaz. Şayet o hakkı sahibine geri verebilecek gücü varsa güç yetirebikliği en kısa ve en çabuk bir süre içerisinde o hakkı eda etmeye karar vermelidir. Eğer bir müslümana zarar vermiş fakat, o müslüman bunun farkında değil yahutta zararın nereden geldiğini bilmiyor ise, o müslümana verdiği zararı izale eder. Sonra da o kimseden kendisini affedip kendisine bağışlanma dilemesini ister. Onu affedecek olursa, bundan dolayı günahı kalkar. Eğer bu istekte bulunmak üzere birisini gönderecek olup, o mazlum şahıs da kendisine zulmeden kimseyi -muayyen olarak bilsin ya da bilmesin- affedecek olursa, bu da sahihdir. Şayet haksız yere korkutmak yahut kederlendirmek yahut bir tokat vurmak yahut haksızca onu çimdiklemek gibi bir adama kötülük yapar ya da bir kamçı ile onu vurup canını acıtacak olur da sonra yaptığı bu işlen dolayı pişmanlık duyarak ve bir daha tekrarlamamak kararı ile gelip o kişiden af dileyecek olursa ve o kimseye karşı gönlünü hoşnud edinceye kadar zilletini arzetmeyi sürdürüp de haksızlığa uğrayan kişi onu affederse, bu günahı kalkar. Haddin sözkonusu olmadığı sövüp saymak ve hakarel etmek gibi işlerde de durum böyledir, "Rabbinizin kötülüklerinizi örtmesi... umulur" âyetindeki "Umulur" Allah hakkında kullanıldığı taktirde vücub (kesinlik) ifade eder. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Günahtan tevbe eden kimse günahsız kimse gibidir" İbn Mâce, II, 1419; ayrıca bk. Münziri, et-Terğib, IV, 48; Heysemi, Mecmu, X, 199. 200 Âyetinin anlamı da budur. “...me, ..." âyeti; "Umulur" lâfzının merfû' ismi konumundadır. "... Sokması" âyeti "örtmesi" anlamındaki lâfza atfedilmiştir. İbn Ebi Able: "Sizi... sokar" âyetini cezm ile; "Örtmesi umulur" lâfzının mahalline atfederek cezm ile okumuştur. Günahlarınızın örtülmesini ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokmasını gerektirecek şekilde tevbe ediniz, denilmiş gibidir. "O gün Allah, Peygamberi ... mahcub etmeyecek" âyetinde geçen: "O gün" âyetinin âmili ya; "sizi... sokması" anlamındaki fiildir ya da takdir edilmiş bir fiildir. Burada: "Mahcub etmeyecek" fiili "azap etmeyecek" demektir. Yani yüce Allah ona da, onunla birlikte îman edenlere de azap etmeyecektir. "Nurları önlerinde ve sağlarında koşacak" âyeti(na dair açıklamalar) daha önce el-Hadid Sûresi'nde (57/12. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ve diyecekler ki: Rabbimiz bize nurumuzu tamamla ve bize mağfiret buyur. Çünkü Sen herşeye kadirsin." İbn Abbâs, Mücahîd ve başkaları dedi ki: Bu, Allah'ın münafıkların nurunu söndüreceği vakit mü’minlerin yapacağı bir duadır. Daha önce el-Hadîd Sûresi'nde (57/13. âyetin tefsirinde) açıklandığı gibi. 9Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cîhad et ve onlara karşı sert davran! Varacakları yer cehennemdir onların. O ne kötü dönüş yeridir! "Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert davran" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı tek bir başlık halinde sunacağız: Allah'ın Dini Hususunda İşi Sıkı Tutmak: Allah'ın dini hususunda işi sıkı tutmak ile ilgili olarak yüce Allah kâfirlere karşı kılıçla, güzel öğütlerle ve yüce Allah'ın dinine davet etmekle; münafıklara karşı ise sertlikle, delili ortaya koymakla, onlara âhiretteki hallerini öğretmekle, kıyâmet gününde mü’minlerle birlikte, aydınlığında Sırat'ı geçecekleri nurlarının bulunmayacağını belirtmek suretiyle cihad et, demektir. el-Hasen dedi ki: Onlarla (münafıklarla), onlara hadleri uygulayarak cihad et! Çünkü onlar hadleri gerektiren işleri işliyorlardı ve ayrıca onlara hadler uygulanıyordu. "Varacakları yerleri cehennemdir onların" âyeti her iki kesim hakkındadır. "O ne kötü dönüş yeridir!" 10Allah, kâfirlere Nûh'un karısı İle Lût'un karısını misal olarak gösterdi. Bunların İkisi de kullarımızdan iki salih kulun (nikâhı) altında idiler. İkisi de kocalarına (davalarında) hainlik ettiler de kocalarının kendilerine Allah'a karşı hiçbir faydaları olmadı ve İkisine de: "Ateşe girenlerle beraber siz de girin" denilecek. Yüce Allah bu misali âhirette hiçbir kimsenin, yakınına ya da neseben akrabasına -aralarında dîn ayrılığı var ise- hiçbir fayda vermeyeceğine dikkat çekmek üzere vermektedir. Nûh'un hanımının ismi Vâliha, Lût'un hanımının ismi Vâlia idi. Bunu Mukâtil demiştir. ed-Dahhak, Âişe (radıyallahü anhnhâ)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Cebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a inerek ona Nûh'un hanımının adının Vâğile, Lût'un hanımının adının İse Vâlihe olduğunu bildirdi. "İkisi de kocalarına hainlik ettiler" âyeti hakkında İkrime ve ed-Dahhak; kâfir olmak suretiyle diye açıklamışlardır. Süleyman b. Rukayye, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Nûh'un hanımı insanlara: O bir delidir, diyordu. Lût'un hanımı da ona gelen misafirleri haber veriyordu. Yine ondan: Hiçbir peygamberin hanımı hayasızlık işlememiştir, dediği nakledilmiştir. Bu hususta -el-Kuşeyrî'nin naklettiğine göre- müfessirlerin icmaı vardır. Bu iki, hanımın kocalarına hainlikleri, dinde idi ve her İkisi de müşrikti. Münafık oldukları da söylenmiştir. Bir diğer açıklamaya göre bu kadınların hainlikleri, laf alıp götürmeleri idi. Allah peygamberlerine bir şey vahyetti mi hemen bunu müşriklere ifşa ederlerdi. Bu açıklamayı da ed-Dahhak yapmıştır. Lût'un hanımı, Lût'a misafir geldi mi kavmine yanına bir misafir geldiğini bildirmek üzere duman çıkartırdı. Çünkü onun kavmi erkeklere yaklaşan bir kavim idi. "Kocalarının kendilerine Allah'a karşı hiçbir faydaları olmadı." Yani Nûh da, Lût da, Allah nezdinde üstün değerlerine rağmen, eşlerinden İsyan etmeleri dolayısıyla Allah'ın azabından herhangi bir şey uzaklaştıramamışlardı. Bununla azâbın herhangi bir vesile (aracı) ile değil, ancak itaat ile önlenebileceğine dikkat çekilmektedir. Denildiğine göre; Mekke kâfirleri alay ederek: Şüphesiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bize şefaat edecektir, dediler. Yüce Allah onun şefaatinin yakın akrabaları olsalar dahi Mekke kâfirlerine hiçbir fayda vermeyeceğini açıkladı. Tıpkı Nûh ve Lût'un şefaatlerinin hanımlarına -kendilerine yakın olmalarına rağmen- kâfir olmaları sebebiyle fayda sağlamayacağı gibi. Her ikisine de âhirette: "Ateşe girenlerle beraber siz de girin!" denilecektir. Ttpkı Mekke kâfirlerine ve diğerlerine söyleneceği gibi. Şöyle de denilmiştir: "Nûh'un karısı" terkibinin "misal olarak" âyetinden muzafın hazfi takdirine binaen bedel olması mümkündür. Yani; yüce Allah bir misai verdi ki; bu Nûh'un karısının misalidir... Bu lâfızların ("Nûh'un karısı" ile "Lût'un karısı" anlamındaki lâfızların) iki mef'ûl olmaları da mümkündür. (Mealde olduğu gibi). 11Allah, Îman edenlere de Fir'avun'un karısını misal verdi. Hani o: "Rabbim, benim için nezdinde cennette bir ev yap! Fir'avun'dan ve onun amelinden beni kurtar ve o zâlimler topluluğundan beni esenliğe çıkar" demişti. "Allah îman edenlere de Fir'avun'un karısını misal verdi." İsmi Müzahim kızı Âsiye idi. Yahya b. Sellâm dedi ki: "Allah kâfirlere... misal olarak gösterdi" âyetini yüce Allah, Âişe ve Hafsa'ya, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı birbirlerine destek oldukları vakil, gösterdikleri muhalefetten sakındırmak üzere misal vermiştir. Daha sonra onlara Fir'avun'un hanımı ile İmrân kızı Meryem'i, itaate sımsıkı sarılmalarını, din üzere sebat göstermelerini teşvik etmek üzere misal verdi. Bunun, mü’minlere sıkıntılara sabretmeye teşvik için verildiği de söylenmiştir. Yani sizler sıkıntılı zamanlarda sabretmekte Fir'avun'un eziyetine katlanan, Fir'avun'un hanımından daha zayıf olmayınız. Âsiye, Mûsa'ya îman elmisti. Onun Mûsa'nın halası olup, ona îman ettiği de söylenmiştir. Ebû'l-Âl-iye dedi ki: Fir'avun hanımının îman ettiğini öğrenince, ileri gelenlerin huzuruna çıkarak onlara şöyle dedi: Siz Müzahim kızı Âsiye hakkında ne bilirsiniz? Ondan övgüyle sözettiler. Onlara: O benden başka bir rabbe ibadet ediyor, dedi. İleri gelenler ona: Onu öldür, dediler. Bunun üzerine onun için yere kazıklar çaktı, ellerini ve ayaklarını bağladı. O da: "Rabbim benim için nezdinde cennette bir ev yap!" diye dua etti. Bu esnada Fir'avun da hazır bulunuyordu. Cennetteki evini görünce güldü. Fir'avun: Bu kadının deliliğine hayret etmiyor musunuz? Biz ona işkence ediyoruz, o ise gülüyor derken, ruhu kabzolundu. Osman en-Nehdî'nin kendisinden rivâyet ettiğine göre Selman el-Farisi de şöyle demiştir: Âsiye'ye güneşte işkence ediliyordu. Güneş sıcağı onu rahatsız etti mi melekler onu kanatlarıyla gölgelendiriyordu. Güneşte ellerini ve ayaklarını çivilediği, sırtının üzerine bir değirmen taşı koyduğu, yüce Allah'ın ona cennetteki yerini gösterdiği de söylenmiştir. Yine denildiğine göre "Rabbim, benim için nezdinde cennette bir ev yap!" deyince, ona cennette evinin bina edilmekte olduğu gösterildi. el-Hasen'den gelen rivâyete göre onun evi bir incidendir. Âsiye: "beni kurtar!" deyince, yüce Allah onu en üstün ve şerefli bir şekilde kurtardı, onu cennete yükseltti. O orada yer, içer ve nimetler içerisinde yüzer. "Fir'avun'dan ve onun amelinden" ifadesinde amel'den kastı küfürdür. Onun azabından, zulmünden ve başıma gelenlere sevinmesinden,,, diye de açıklanmıştır. İbn Abbâs ise kasıt, cimadır, demiştir. "Ve o zâlimler topluluğundan beni esenliğe çıkart!" ifadeleri hakkında el-Kelbî: Bunlar Mısır ahalisidir, demiştir. Mukâtil , Kıbtilerdir diye açıklamıştır. el-Hasen ve İbn Keysan dedi ki: Allah onu en üstün ve şerefli bir şekilde kurtarmış, onu cennete yükseltmiştir. O orada yemekte ve içmektedir. 12Ve namusunu sapasağlam koruyan İmrân kızı Meryem'i de (misal verdi). Biz ona ruhumuzdan üfürmüştük. O da Rabbinin kelimelerini de, kitaplarını da tasdik etmişti. Ve o, itaat edenlerdendi. "Ve namusunu" hayasızlıklardan, fuhşiyattan "sapasağlam koruyan İmrân kızı Meryem'i de" an, demektir. Âyetin Fir'avun'un karısına atfedildiği de söylenmiştir. Anlam da: Allah İmrân kızı Meryem'i de misal olarak vermiş ve yahudilerin eziyetlerine karşı ona sabır vermiştir, şeklindedir. "Namusunu sapasağlam koruyan" âyeti hakkında müfessirler şöyle demişlerdir: Burada "fere (mealde: namus)" ile onun ceybi (gömleğinin yakası) kastedilmiştir. Çünkü: "Biz ona ruhumuzdan üfürmüştük" diye buyurmaktadır, Cebrâîl (aleyhisselâm) da onun yakasına üflemişti, fercine üflememişti, Ubeyy'in kıraatinde bu âyet: "Biz onun yakasına ruhumuzdan üfürmüştük" şeklindedir. Elbisedeki herbir yarığa da "ceyb" denilir. Yüce Allah'ın: "Hem onun hiçbir yarığı da yok." (Kaf, 50/6) âyetinde de bu anlamdadır. Onun namusunu (fercini) sağlam bir şekilde koruyup, Ruh'un onun yakasına üflenmiş olması da mümkündür. Bu durumda "üfürmüştük" âyeti, Cebrâîl'i gönderdik, o da onun yakasına üfledi, demek olur. "Ruhumuzdan" âyeti da ruhlarımızdan bir ruh demek olur ki; bu da Îsa'nın ruhudur. Buna dair yeterli açıklamalar daha önce en-Nisâ Sûresi'nde (4/171. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "O da Rabbinin kelimelerini... tasdik etmişti" âyetinde "tasdik etmişti" anlamındaki lâfız genel olarak şeddeli: diye okunmuştur. Ancak Humeyd ve el-Umevî şeddesiz olarak: diye okumuşlardır. O Rabbinin kelimeleri ile doğru söylemişti, demek olur. "Rabbinin kelimeleri" Cebrâîl'in kendisine; "Ben ancak senin Rabbinin gönderdiği elçiyim..." (Meryem, 19/19) şeklindeki sözleridir. Mukâtil dedi ki: "Kelimeler" ile Îsa'yı, onun bir peygamber olduğu ve Îsa'nın Allah'ın kelimesi olduğunu kastetmektedir. Buna dair açıklamalar daha önceden (Al-i İmrân, 3/42. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. el-Hasen ve Ebû'l-Âl-iye: Rabbinin kelimesini ve kitabını" diye okumuşlardır. Ebû Amr ve Âsım'dan Hafs ise çoğul olarak: Kitaplarını da" diye okumuşlardır. Ebû Reca'dan ise: "Kitaplarını" şeklinde "te" harfi (ötreli değil de) sakin olarak okuduğu rivâyet edilmiştir, diğerleri ise tekil olarak: "Kitap(lar)ım" diye okumuşlardır. "Kitab" ile (tekil olarak) cinsi de kastedilebilir. Bu durumda yüce Allah'ın indirmiş olduğu her kitap anlamında olur. "Ve o, itaat edenlerdendi." Akşam ile yatsı arasında namaz kılanlardandı, diye de açıklanmıştır. Burada: "İtaat eden kadınlardan" diye buyurmamasının sebebi, onların: itaat edenler topluluğundandı" demek istemiş olmasındandır. Bunun Meryem'in ehl-i beytine raci olması da mümkündür. Çünkü onlar Allah'a itaat eden kimselerdi. Muâz b. Cebel (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ruhunu teslim etmek üzere olan Hz. Hatice'ye şöyle demiştir: "Başına gelenlerden hoşlanmıyor musun yoksa? Allah hoşlanılmayan şeylerde hayır yaratmıştır. Sen diğer kumalarının yanına gideceğin vakit, onlara benden selam söyle! (Onlar) İmrân kızı Meryem, Müzahim kızı Asiye, İmrân oğlu Mûsa'nın kızkardeşi İmrân kızı Kelime -(radıyallahü anhvi) Hakime de demiş olabilir-'ye selam söyle." Hatice (radıyallahü anha) dedi ki: Hayırlı, uğurlu olsun ey Allah'ın Rasûlü Başka rivâyet yoluyla, aynı maııatlar Taberanî, Kebir, XXII, 451; hadisin senedi ile ilgili olarak bk. İbn Hacer, Lisânu'l-Mîzân, VI, 332; Abdullah b. Adiyy, el-Kâmil, VII. 1H0 Katade'nin Enes'ten rivâyetine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Âlemlerdeki kadınlar arasından dördü yeter. İmrân kızı Meryem, Huveylid kızı Hatice, Muhammed'in kızı Fatıma ve Fir'avun'un karısı Müzâhîm kızı Asiye. " İbn Hibban Sahih, XV, 464, Tirmizî, V. 703; Müsned, III, 135 Buna dair yeterli açıklamalar daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/42. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Tahrim Sûresi burada sona ermektedir. Allah'a hamdolsun. |
﴾ 0 ﴿