MÜLK SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Bütün müfessirlerrin görüşüne göre Mekke'de inmiştir. el-Vâkiye (koruyucu) ve el-Münciye (kurtarıcı) diye de adlandırılır. Otuz âyettir. Tirmizî'nîn rivâyetine göre İbn Abbâs dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bir adam, bir kabir üzerine -onun kabir olduğunu bilmeksizin- çadırını kurdu. Bir de ne baksın, orası bir insan kabri imiş. Kabir bitirinceye kadar da Mülk Sûresi'ni okumuş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek; Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Ben çadırımı kabir olduğunu bilmeksizin bir kabrin üzerine kurdum. Bir de baktım ki, orası bir insan kabri imiş. Mülk Sûresi'ni sonuna kadar okudu, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "O menedicidir, o koruyucudur, onu kabir azabından korur." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garib bir hadistir. Tirmizi, V, 164; Taberânl, Kebir, XII, 174; Beyhakî, Şuabu'l-îman, II, 495 . Yine ondan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir!" (1. âyet) diye başlayan sûrenin her mü’minin kalbinde olmasını, ezbere bilmesini çok arzu ederdim.' Bunu es-Sa'lebî zikretmiştir Abdullah b. Adiy, el-Kâmil, 11, 385'de Hafs b. Ömer b. Meyimin el-Âdemiden söz ederken, sika (güvenilir) bir râvî olmadığını belirttikten sonra 11, 3ö6'da bu rivâyeti kaydetmektedir Ebû Hüreyre'den dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah'ın kitabından ancak otuz âyet olan bir sûre vardır ki, Kıyâmet gününde bir adama onu cehennem ateşinden çıkartıp cennete sokuncaya kadar şefaat etti (edecektir). Bu Tebâreke Sûresi'dir." Bu hadisi bu manada Tirmizî rivâyet etmiş olup hakkında: Hasen bir hadistir, demiştir. Tirmizî, V, 164; Ebû Dâvûd, II, 57; İbn Mâce, II, 1244; Müsned, II, 299 İbn Mes’ûd dedi ki; Ölü kabrine konulduğu vakit ona ayakları tarafından gelinin. Senin buna ulaşmana imkânın yok. Çünkü o ayakta iken el-Mülk Sûresi'ni okur, namaz kılardı. Sonra başı tarafından ona gelinir. Bu sefer dili: Sizin ona karşı bir yolunuz yoktur. Çünkü o benimle Mülk Sûresi'ni okurdu. Sonra dedi ki: Bu sûre Allah'ın azabından koruyan sûredir. Tevrat'ta el-Mülk süresidir. Kim bir gece onu okuyacak olursa, o çok büyük bir iş, çok hoş bir iş yapmış olur. Her gece bu sûreyi okuyana, el-fettan'ın (çok fitneye düşürücü şeytanın) zarar vermeyeceği rivâyet edilmiştir. 1Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir! Ve O, herşeye kadirdir. "...Ne yücedir!" âyeti "bereket"den "tefâale" veznindedir. Daha önce (el-A'raf, 7/54 âyeti açıklanırken) geçmiş bulunmaktadır. el-Hasen her türlü kötülükten münezzeh demektir, diye açıklamıştır. Dâim oldu, diye de açıklanmıştır. O varlığının başlangıcı bulunmayan, devamının da sonu gelmeyecek olan dâimdir. "Bütün mülk elinde bulunan"; dünyada da, âhirette de göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan... demektir. İbn Abbâs dedi ki: Mülk, O'nun elindedir. Dilediğini aziz eder, dilediğini zelil kılar. Diriltir, öldürür, zengin kılar, fakir eder, verir ve alıkoyar. Muhammed b. İshak dedi ki: Nübüvvet mülkü yalnız O'nundur. Nebiye tabi olan kimseleri o yolla aziz kılmış, ona muhalefet edenleri de onun vasıtası ile zelil kılmıştır. "Ve O," nimet vermek ve intikam almak gibi "herşeye kadirdir." 2O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır. O Azizdir, Gafûrdur. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Ölüm ve Hayat: "O... ölümü ve hayatı yaratandır" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Yani O, sizi ölüm için ve hayat için yaratmıştır. Bu da dünya hayatında ölüm için, ahiret hayatında da hayat için yaratmıştır, demektir. Ölümü hayattan önce zikretmesinin sebebi ise ölümün kahredici özelliğinin bulunmasından dolayıdır. Nitekim yüce Allah kızları, oğlan çocuklardan önce zikrederek; "Dilediğine kızlar ihsan eder..." (eş-Şurâ, 42/49) diye buyurmaktadır. Ölümü önce zikretmesinin, daha önce var olmasından dolayı olduğu da söylenmiştir. Çünkü eşya başlangıçta ölü hükmünde idi. Nutfe, toprak ve buna benzerlerinde olduğu gibi. Katade dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururdu: "Şüphesiz yüce Allah, Âdemoğullarını ölüm ile zelil kılmış, dünyayı hayat yurdu, sonra ölüm yurdu, âhireti ise mükâfat yurdu, sonra da ebedi kalınacak yurt kılmıştır." Taberî, Câmiu'l-Beyân, XXIX, İde Katade’nin âyeti açıklaması olarak; ayrıca bk. İbn Kesîr, Tefsir, IV, 397 Ebû'd-Derdâ'dan rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Üç şey olmasaydı Âdemoğlu asla başını önüne eğmezdi. Fakirlik, hastalık ve ölüm. Bununla birlikte o, yine çok atılgandır." Ebû Nuaym, Hilye, VII, 277de; Abdurrahman b. Ali Ehııl-Ferat, Safvetu's-Safve, Beyrut 1399/1977, II, 234'cle Süfyan b. Uyeynenin sözü alarak. 2- Ölümün Hayattan Önce Sözkonusu Edilmesinin Sebebi: "Ölümü ve hayatı yaratandır" âyetinde, hayattan önce ölümü zikretmektedir. Çünkü insanlar arasında amelde bulunmaya en çok koşan kişi. ölümü sürekli gözünün önünde bulundurandır. O halde âyet-i kerimenin zikredilmesinde gözetilen maksad açısından daha önemli olduğundan ötürü ölüm öne alınmıştır. İlim adamları şöyle demiştir; Ölüm ne katıksız bir yokluk, ne de sadece bir yok oluştur. O sadece ruhun beden ile ilişkisinin kesilip, ayrılması, ikisi arasında bir engel oluşturmasıdır. Bir halden bir diğerine değişmek ve bir yurttan diğerine taşınmaktır. Hayat ise bunun aksidir. İbn Abbâs, el-Kelbî ve Mukâtil 'den şöyle dedikleri nakledilmektedir; Ölüm ve hayat iki cisimdir. Ölüm bir koç şeklinde yaratılmış olup her neye uğrarsa ve her ne onun kokusunu alırsa mutlaka ölür. Hayat da ablak (siyah-beyaz karışımı bir renkte) dişi bir kısrak suretinde yaratılmıştır. -Cebrâîl'in ve peygamberlerin bindiği at bu idi,- Adımını gözün görebildiği kadar atar. Eşekten yüksekçe, katırdan alçakçadır. Her neye uğrayıp, kokusunu alırsa mutlaka hayat bulur. Her neyi çiğnerse mutlaka hayat bulur, İşte Sâmirî'nin, izinden bir avuç alıp buzağı heykelinin üzerine attığı ve dirilmesine sebeb teşkil eden at budur, (Bk. Tâ-Hâ, 20/96. âyetin tefsiri) Bunu es-Sa'lebî ve el-Kuşeyrî İbn Abbâs'tan nakletmişlerdir. el-Maverdî de bu anlamdaki açıklamayı Mukâtil ve el-Kelbî'den zikretmektedir. Derim ki: Kur'ân-i Kerîm'de de şöyle buyurulmaktadır: "De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği sizin ruhunuzu alır." (es-Secde, 32/11); "Meleklerin o kâfirlerin... canlarını alırken bir görseydin!" (el-Enfal, 8/50) Yine yüce Allah: "...Elçilerimiz onun ruhunu alırlar" (el-Enâm, 6/61) diye buyurduğu gibi, bir başka yerde de: "Allah ölümleri vaktinde ruhları alır" (ez-Zümer, 39/42) diye buyurmaktadır. O halde; melekler üstün ve şerefli aracılardır. Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun, Gerçek manada öldüren ise yüce Rabbimizdir. Ölüm -sahih haberde vârid olduğu gibi- âhirette bir koç suretinde gösterilecek ve Sırat üzerinde boğazlanacaktır. Müslim, IV, 2188; Buhârî, IV, 1760; Müsned. III, 90 İbn Abbâs'tan zikredilen bu rivâyetin ise; bu hususta mazereti urtadan kaldıracak (yani bu rivâyeti reddetmeye ihtimal bırakmayacak) sahih bir habere ihtiyacı vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yine Mukâtil 'den şöyle dediği zikredilmiştir: Ölümü yarattı. Yani nutfeyi, alakayı ve bir çiğnem eti yarattı. Hayatı yarattı yani o bir insan yarattı ve ona ruh üfledi, o da insan oldu. Derim ki: Bu güzel bir görüştür. Buna yüce Allah'ın: "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere..." âyeti delil teşkil etmektedir. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Kehf Süresi'nde (18/7. ve 30. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. es-Süddî yüce Allah'ın: "O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır" âyeti hakkında şöyle demiştir: Hanginizin ölümü daha çok hatırlayacağını, ona daha güzel hazırlanacağını, hanginizin ondan daha çok korkup ondan sakınacağını ortaya çıkarmak için... demektir. İbn Ömer dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Bütün mülk elinde olanın şanı ne yücedir... O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır" âyetine kadar okudu ve şöyle buyurdu: "(Kimin) Allah'ın haramlarından daha çok çekineceğini, Allah'a itaatte elini daha çok çabuk tutacağını,.." Taberi, Câmiu'l-Beyân, XII, "Denemek üzere..." âyeti size deneyenin muamelesi ile muamele etmek üzere demektir. Yani kulu, sabrını ortaya çıkarmak için ölümü kendisine ağır gelecek olan kimsenin ölümü ile şükrünü ortaya çıkarmak için hayat ile denemek üzere... demektir. Bir başka açıklamaya göre; Allah ölümü öldükten sonra diriliş ve amellerin karşılığını görmek için, hayatı da sınanmak için yaratmıştır. Buna göre: "Sizi sınamak üzere" âyetindeki "lam" ölümün yaratılmasına değil, hayatın yaratılmasına taalluk eder. Bunu ez-Zeccâc zikretmiştir. el-Ferrâ'' ve yine ez-Zeccâc şöyle demişlerdir: "Sınamak" fiili: "Hangi" lâfzında amel etmez. Çünkü "sınamak" ile "hangi" arasında bir fiil takdir edilmiştir. Bu; "Hanginizin daha çok itaat ettiğini göreyim diye sizi sınadım" demeye benzer. Yüce Allah'ın. "Sor onlara! Buna hangileri kefildir?" (el-Kalem, 68/40) âyeti da (bu yönüyle) buna benzemektedir. Bu da onlara sor, sonra hangilerinin... bak, demektir. O halde âyet-i kerimedeki: "Hanginizin" lâfzı mübtedâ olarak merfudur, "Daha güzel" lâfzı da onun haberidir. Anlam da şöyle olur: Sizi sınayıp hanginizin amelinin daha güzel olduğunu ortaya çıkarmak ya da göstermek için... (ölümü ve hayatı yaratandır), demektir. "O" kendisine karşı gelip isyan edenlerden intikam alışında güçlü olan "Azizdir." Tevbe eden kimselere çokça bağışlayıcı olan "Gafûrdur." 3O, tabaka tabaka yedi gök yaratandır. "Rahmân'ın yaratışında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi gözü çevir de bak! Bir çatlak görecek misin?" "O tabaka tabaka" yani biri diğerinin üstünde "yedi gök yaratandır." Bu göklerin birbirine yapışık bölümleri ise onların kıyılandır, İbn Abbâs'tan böylece rivâyet edilmiştir. "Tabaka tabaka" lâfzı "yedi" lâfzının sıfatıdır. Buna göre mastar ile nitelendirilmiş olmaktadır. "Birbirine mutabık" anlamında mastar olduğu da söylenmiştir. Yani o yedi gök yarattı ve bunları biri diğerinin üzerinde tabaka halinde yahut biri diğerine mutabık yahut biri ötekine mutabık gelecek şekilde yaratandır, demektir. Sîbeveyh dedi ki: Bu lâfız ikinci mef'ûl olarak nasbeditmiştir. Derim ki: Bu durumda: "Yaratan"; "Var eden" ile "Yapan, meydana getiren" anlamında, "(........): Tabaka tabaka" lâfzı da; (........) çoğulu olur. (........)'in çoğulunun; "diye gelmesi gibi. Bunun: Tabaka" lâfzının çoğulu olduğu da söylenmiştir. Eban b. Tağlib dedi ki: Bedevinin kişiyi yererken: "Onun kötülüğü üstüstedir (tabaka tabaka gelir), hayrı ise kalıcı değildir" derken duydum, Kur'ân-ı Kerîm'in dışında bu ibarenin: "Tabaka tabaka yedi gök'" şeklinde "gökler" lâfzının sıfatı olarak cer ile gelmesi de mümkündür. Bunun (bu yönüyle) bir benzeri: "Ve yedi yeşil başak" (Yusuf, 12/46) âyetidir. "Rahmân'ın yaratışında hiçbir düzensizlik göremezsin" âyetinde -ki: "Düzensizlik" lâfzını Hamza ve el-Kisâî elifsiz olarak, "vav': harfi de şeddeli şekilde: "Düzensizlik" diye okumuşlardır. İbn Mes’ûd ve arkadaşlarının kıraati de budur. Diğerleri ise "elif ile okumuşlardır, İki ayrı söyleyiştir. Hepsi de aynı manalara gelen: Taahhüt etmek,"Tahammül göstermek,"; "Başka türlü göstermek, "Küçük görünmek" Kat kat olmak, katlanmak" ile; Uzaklaşmak" gibi. Ebû Ubeyd; okuyuşunu tercih etmiş ve bu hususta Abdurrahman b. Ebi Bekr'in söylediği; "Kızları hususunda benim gibi birisi nasıl olur da dikkate alınmaz, fikri sorulmaz" ifadesini delil göstermiştir. en-Nehhâs dedi ki: Bu Ebû Ubeyd'in reddolunan bir görüşüdür. Çünkü bu şekilde bir kullanıma, kendileri ileri götürülen, diğeri ile uyumları bozulan manası verilir. Âyet-i kerimede ise; okuyuşu daha uygundur, Nitekim işler arasında farklılık ve uzaklık olduğu vakit: fiili kullanılabileceği gibi; fiili de kullanılabilir. Biri diğerini geçti, demek olur. Nitekim bundan önce yüce Allah: "O tabaka tabaka yedi gök yaratandır" diye buyurmuş bulunmaktadır. Yani sen Rahmân'ın yaratmasında herhangi bir eğrilik, bir çelişki, bir farklılık (ayrılık, tutarsızlık) göremezsin. Aksine onlar suretleri ve sıfatları itibariyle değişseler bile, yaratıcılarına delil teşkil edecek şekilde dosdoğru ve İstikamet üzeredirler. Bununla kastedilenin yalnızca gökler olduğu da söylenmiştir. Yani sen göklerin yaratılmasında bir kusur göremezsin. Bunun aslı: "Geçmek, geride bırakmak"dan gelmektedir. Bu da bir şeyin ötekini geçerek, geride bırakarak düzgünlüklerinin azlığı dolayısıyla arada boşluk meydana gelmesi anlamındadır. Buna da İbn Abbâs (radıyallahü anh)'ın, herhangi bir farklılık (göremezsin) şeklindeki açıklaması delil teşkil etmektedir, Ebû Ubeyde dedi ki: -Bir şey geçti anlamında denilir. Daha sonra insanlara ibret alsınlar, O'nun kudreti hakkında tefekkür etsinler diye yarattığı varlıklara dikkatle bakmalarını emrederek: "Haydi gözü(nü) çevir de bak. Bir çatlak görecek misin?" diye buyurmaktadır. Yani gözünü semaya tekrar çevir. (Aynı anlamda): "Gözünü semada evirip çevirdi" denildiği gibi; "Semaya yoruluncaya kadar baktı" da denilir. Anlamlar birbirine yakındır. Yüce Allah'ın: "(........): Haydi... çevir" âyetinde "fe" harfini, daha öncesinde zikredilmiş bir fiil bulunmamakla birlikte getirmesi, önceden "göremezsin" diye buyurmuş olmasından dolayıdır. Yani bak, sonra gözünü tekrar çevir, herhangi bir çatlak görecek misin? demektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. lâfzının; "çatlaklar" demek olduğu Mücahid ve ed-Dahhak'tan nakledilmiştir. Katâde; Bir tutarsızlık, es-Süddi: Bir delik, İbn Abbâs: Bir gevşeklik diye açıklamışlardır. Bunun kökü: 'den gelmektedir ki; bu da çatlamak demektir. Şair şöyle demiştir: "O size direksiz olarak bir sema bina etti, Ve süsledi onu, onun hiçbir çatlağı da yok." Bir başka sair de şöyle demektedir: "Sen kalbi(mi) çatlattın, sonra içine serptin Sevgini de; kaynadı, birbirine böylelikle çatlaklar yapıştı. İçeceğin varamadığı bir yere kadar vardı ve sarhoşluğun da Fakat ona bir türlü sevinç ulaşamadı." 4Sonra gözü(nü) tekrar tekrar çevir ve bak! Göz hor ve hakir, yorulmuş olarak yine sana dönecektir. "Sonra gözü tekrar tekrar çevir ve bak!" âyetindeki: “Tekrar tekrar" lâfzı mastar konumundadır. Çünkü; iki defa çevir demek olup, bu da biri diğerinin ardından çevirmek demektir. İki defa (tekrar tekrar) bakmayı emretmesi, şundan dolayıdır: İnsan bir şeye bir defa baktığı takdirde ona ikinci bir defa bakmadığı sürece o şeyin kusurunu görmez. Yüce Allah da bunu haber vermektedir: O kimse göğe iki defa bakacak dahi olsa, hiçbir kusur göremeyeceği gibi, ona baktıkça hayret edecektir. Allah'ın: "Göz hor ve hakir... olarak yine sana dönecektir" âyeti bunu anlatmaktadır. Yanı bu kabilden herhangi bir şey görebilmek imkânından uzak, zilletle ve küçülmüş olarak dönecektir. -Aynı kökten olmak üzere-: "Köpeği kovdum ve uzaklaştırdım" demektir. "Köpeğin kendisi uzaklaştı': denilir. Buna göre bu fiil hem geçişli, hem geçişsizdir. da aynı anlamdadır. "Gözü görmesi; görmeyecek kadar oldukça zayıfladı, zayıflamak" demektir. İşte yüce Allah'ın: "Göz hor ve hakir... olarak yine sana dönecektir" âyetindeki "Hor ve hakir olarak" lâfzı da buradan gelmektedir. İbn Abbâs dedi ki; "Hor ve hakir" istediği, arzu ettiği şeyi göremeyen kimse demektir. "Yorulmuş olarak" âyeti, yorgunluğun en ileri derecesine varmış olarak, demektir. O halde (fa'îl veznindeki bu şekil) "fail" anlamında olup, yorgun, bitkin düşmek demek olan: 'den gelmektedir. Bununla birlikte; "O şeyin uzaklığı o kimseyi yorgun ve bitkin düşürdü" kullanımından mef'ûl anlamında olması da mümkündür. İbn Abbâs'ın açıklaması da bu anlama gelir. Şairin şu beyitinde de bu kabildendir: "Her kim ulaşabileceği noktadan daha yukarısına göz dikecek olursa, Onun o göz dikmesi, yorulmuş, bitkin düşmüş ve hor ve hakir geri döner." "Mesafenin uzaklığından dolayı (veya uzun zamandan beri) gözü zayıfladı ve bitkin düştü" gibi ifadeler kullanılır. Bu durumda olana: ya da; denilir. Şair de şöyle demiştir: "Ben ona Mina'dan el-Muhassib'de baktım da Göz bana yorgun ve bitkin olarak geri döndü." Bir başka şair de bir deveden sözederken şöyle demektedir: "Ona doğru gözlerin bakışı yorgun ve bitkindir." Şair burada: "Ona doğru" lâfzını zarf olarak nasbetmiştir. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Atların üstü başı kirlendi, hâlâ onların asil olanları Bitkin ve yorgundur. Buna karşılık geride kalanları yolda gelmeye devam etmektedir." Bu lâfzın, "pişman olan kimse" anlamında olduğu da söylenmiştir. Şairin şu mısraında da bu anlamda kullanılmıştır; "Ey demirci kızı! Pişman değilim bugün Geçip giden bir şey için." Buradaki: "iki kere (mealde; tekrar tekrar)"den kasıt, çokluktur, Buna delil de yüce Allah'ın: "Göz hor ve hakir, yorulmuş olarak yine sana dönecektir" âyetidir. Bu da çokça bakmaya delildir, 5Yemin olsun Biz, dünya semâsını kandillerle süsledik. Onları şeytanlara atış taneleri yaptık. Ayrıca onlara Sa'îr azabını hazırladık. " Yemin olsun Biz, dünya semâsını kandillerle süsledik" âyetinde geçen: "Kandiller" lâfzı; "‘ın çoğuludur. Yıldızlara "kandil" denilmesi aydınlık verdiklerinden dolayıdır. "Onları şeytanlara atış taneleri yaptık." Oranın alevli atışlarını... yaptık, anlamında olup muzaf hazfedilmiştir. Buna delil yüce Allah'ın: "Meğer ki hızlıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun. Hemen arkasından parlak, delici bir alev ona yetişir" (es-Saffat, 37/10) âyetidir. Buna göre kandiller yerlerinden kaybolmazlar ve bizzat onlar şeytanlara atış için kullanılmazlar. Şöyle de açıklanmıştır: Şeytanların taşlanmaları bizatihi yıldızlardan olmak üzere, zamirin kandillere râu olduğu da söylenmiştir. Bu durumda yıldızın kendisi düşmez, ancak ondan ışığından olsun, şeklinden olsun bir şey eksiimeksizin kendisiyle şeytana atış yapılan bir şeyler ayrılır. Bu açıklamayı, Ebû Ali: Bunlar kalıcı olmayan atış taneleri olmakla birlikte, nasıl süs olabilirler? diyen kimseye cevap olmak üzere yapmıştır. el-Mehdevî dedi ki: Bu açıklama şeytanların gökten hırsızlama işittikleri şeylerin yıldızların bir yerinden olmasına binaendir. Birinci takdir ise, şeytanların hırsızlama aldıkları haberlerin yıldızların bulunduğu yerden daha aşağıda bulunan havadan olması takdirine göredir. el-Kuşeyri dedi ki: Ebû Ali'nin açıklamasından daha uygunu şöyle dememizdir: Bu yıldızlar kendileri ile şeytanlara atış yapılmadan önce bir zînet idi. "Atış taneleri" lâfzı; in çoğulu olup kendisi ile atış yapılan şeye ad olarak kullanılan bir mastardır. Katade dedi ki: Yüce Allah, yıldızları üç hikmetle yaratmıştır. Sema için zinet olmaları, şeytanlar için atış taneleri ve karada, denizde ve zamanın bulunması için kendileri ile yol bulunan alâmet olmaları için. Buna göre kim yıldızlar hakkında bunların dışında bir tevil ve açıklamada bulunacak olursa, hakkında bilgisi olmayan bir şeyi açıklamaya kendisini zorlamış, haddi aşmış ve zulmetmiş olur, Muhammed b. Ka'b dedi ki: Allah’a yemin ederim, yer ve sema ehlinden hiçbir kimsenin bir yıldızı dahi yoktur. Fakat onlar kâhinliği bir yol ediniyorlar ve yıldızları da buna bir sebep ve gerekçe gösteriyorlar. "Ayrıca onlara" şeytanlara "Sa'îr" yangın ve alevin en şiddetlisi "azabını hazırladık" "Ateş şiddetlice alevlendi, yandı" denilir. Bu şekilde yanan ateşe de: ile, denilir. Tıpkı öldürülen kimseye: ile denilmesi gibi. 6Rabblerini inkâr edenlere de cehennem azâbı vardır. O ne kötü dönüş yeridir! "Rabblerinİ İnkâr edenlere de cehennem azâbı vardır. O ne kötü bir dönüş yeridir!" 7Oraya atıldıklarında o kaynayıp coşarken, onun korkunç sesini işitirler. "Oraya" kâfirler "atıldıklarında o kaynayıp coşarken, onun korkunç sesini işitirler." İbn Abbâs dedi ki: Cehennem'in korkunç sesi "şehîk" kâfirlerin ona atılacağı vakittir. O katırın arpa için kişneyip ses çıkarması gibi onlar için öylece ses çıkartır. Sonra da korkmadık kimse bırakmayacak şekilde bir ses çıkartır. Korkunç sesin, cehenneme atıldıkları vakit kâfirlerden geleceği de söylenmiştir. Bu açıklamayı Atâ yapmıştır. Korkunç ses (şehîk) göğüste, hırıltılı soluma (zefir) ise boğazda olur. Daha önce Hûd Sûresi'nde (11/106. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, "O kaynayıp coşarken" kaynayıp dururken demektir. Hassan'ın şu beyitinde de bu anlamdadır: "Siz tencerenizi bomboş bıraktınız, Onların tencereleri ise sıcak ve kaynamaktadır." Mücahid dedi k: Azıcık taneler çok miktardaki suyun içinde kaynadığı gibi, cehennem de onlarla birlikte kaynayıp coşar. İbn Abbâs da şöyle açıklamıştır: Tencere (içindekilerle) nasıl kaynayıp coşuyorsa, cehennem de onlar, içinde oldukları halde öylece kaynayıp coşar. Bu ise aşırı kızgınlığından ölürü ateşin ileri derecedeki alevinden dolayı böyle olur. Nitekim; Filan öfke ile dolup taşmaktadır" denilmesi de buna benzer. 8Öfkesinden neredeyse çatlayacak gibi olur. İçine herbir grub atıldığında, bekçileri onlara: "Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mi?" diye sorarlar. "Öfkesinden neredeyse çatlayacak gibi olur." Said b. Cubeyr dedi ki: Yani neredeyse ayrılıp dağılacak, paramparça olacak. İbn Abbâs, ed-Dahhak ve İbn Zeyd dedi ki: Yüce Allah'ın düşmanlarına karşı aşın derecedeki öfkesinden dolayı neredeyse darmadağın olur. "Öfkesinden"; kaynayıp coşmasından demektir, diye de açıklanmıştır. "Çatlayacak" lâfzının aslı; şeklindedir. "İçine" kâfirlerden "herbir grup atıldığında, bekçileri onlara" azarlamak ve sitemde bulunmak üzere "size uyarıcı bir peygamber" dünya hayatında sakınasınız diye bugünü haber verip korkutan bir peygamber "gelmedi mi, diye sorarlar." 9Onlar: "Evet, gerçekten bize bir uyarıp korkutucu geldi. Fakat biz yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz dedik" diye cevap verirler. "Onlar: Evet, gerçekten bize bir uyarıp korkutucu geldi." Bizi uyardı ve korkuttu "fakat biz yalanladık ve Allah" sizin üzerinize "hiçbir şey indirmemiştir. Siz" ey peygamberler topluluğu "ancak büyük bir sapıklık içindesiniz dedik, diye cevap verirler." Ve böylelikle peygamberleri yalanladıklarını itiraf ederler. Daha sonra cahilliklerini de itiraf ederek, cehennemde oldukları halde şöyle diyeceklerdir: 10Yine derler ki: "Eğer biz dinleseydik ve aklımızı kullanmış olsaydık, cehennemlikler arasında olmazdık." "Eğer biz" uyarıcı peygamberlerin getirdiklerine kulak verip "dinleseydik ve" onların söyledikleri hakkında "aklımızı kullanmış olsaydık..." İbn Abbâs dedi ki: Eğer hidayete kulak veren yahut onu akleden kimseler olsaydık, yahut bizler belleyip düşünenlerin işittiği gibi işitmiş olsaydık; ya da düşünüp (iyiyi kötüden) ayırdedebilenler gibi akıl edebilseydik "cehennemlikler arasında olmazdık." Yani biz de cehennemliklerden olmazdık. Bu âyet kâfire akıl(ını kullanmak) diye bir şey verilmediğini göstermektedir. Buna dair açıklama -Allah'a yemin olsun ki- daha önceden et-Tûr Sûresi'nde (52/32. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, 11Böylelikle günahlarını İtiraf edecekler. Allah'ın rahmeti cehennemliklerden uzak olsun. Ebû Said el-Hudrî'den, o Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir; "Günahkâr kıyâmet gününde pişman olacak ve: "Eğer biz dinleseydik ve aklımızı kullanmış olsaydık, cehennemlikler arasında olmazdık" diyecek. Yüce Allah da; "Böylelikle günahlarını itiraf ettiler" diye buyuracak. " Günahlarından kasıt ise peygamberleri yalanlamış olmalarıdır. Buradaki "günah" çoğul anlamındadır. Çünkü bunda fiil manası da vardır. Mesela; "İnsanlara maaş verildi" denilirken, maaşları verildi, demektir. "Allah'ın rahmeti cehennemliklerden uzak olsun!" Onlar Allah'ın rahmetinden uzak olsunlar, demektir. Said b. Cubeyr ile Ebû Salih şöyle demişlerdir: O, Suhk; uzak olsun cehennemde bir vadi olup, ona "es-sahk" denilir. el-Kisaî ve Ebû Cafer "hı" harfini ötreli olarak; diye okumuşlardır. Bu okuyuş Ali'den de rivâyet edilmiştir. Diğerleri ise "ha" harfini sakin olarak okumuşlardır. Bu da tıpkı: "Haram, korku" kelimelerinin iki türlü söyleyişi gibi iki ayrı söyleyiştir. ez-Zeccâc dedi ki: Bu lâfız mastar olarak nasbedilmiştir ki: "Allah onları alabildiğine uzaklaştıracaktır" demektir. İmruu’l-Kays da şöyle demektedir: "O batıya (ve doğuya) giderek her tarafı dolaşıp duruyor, Saba rüzgarı da onu alabildiğince uzaklaştırıyor." Ebû Ali der ki: Kıyasa göre bu lâfzın: diye gelmesi gerekir. Ancak mastarı (ha'dan sonraki elifin) hazfi ile gelmiştir. Şu mısrada olduğu gibi; "Eğer helâk olursam, işte o benim kaderimdir," Yani (kaderim lâfzı) "takdirim" anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz" sözlerinin cehennem bekçilerinin cehennemliklere söyleyeceği sözler olduğu da söylenmiştir. 12Muhakkak ki Rabblerinden gıyaben korkanlar için; işte onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır. "Muhakkak ki Rabblerinden gıyaben korkanlar için" âyetinin bir benzeri de: "Rahmân'dan tenhada iken (gıyaben) korkup..." (Kaf, 50/33) âyetidir. Buna dair açıklamalar (sözü geçen âyetin tefsiri yapılırken) geçmiş bulunmaktadır. Hem Allah'tan, hem de gayb olan O'nun azabından korkanlar demek olup, bu da kıyâmet günü azabıdır. "İşte onlar için" onların günahları için "bir mağfiret ve büyük bir ecir" olan cennet "vardır." 13Sözünüzü ister gizli, ister açık söyleyin. Çünkü O, göğüslerin özünü en iyi bilendir. "Sözünüzü İster gizli, ister açık söyleyin." Lâfız emir olmakla birlikte maksat haberdir. Yani siz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumu hakkında söylediklerinizi açık söyleseniz de, gizleseniz de (aynı şeydir) "çünkü O, göğüslerin özünü" kalplerde bulunan hayır ve şerri "en iyi bilendir." İbn Abbâs dedi ki: Âyet-i kerîme müşrikler hakkında inmiştir. Onlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında kötü şeyler söylüyor, Cebrâîl de ona bunu haber veriyordu. Biri diğerine: Muhammed'in Rabbi duymasın diye söyleyeceğinizi gizli söyleyin, deyince "sözünüzü ister gizli, İster açık söyleyin" âyeti indi. Bu da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumu hakkında sözlerinizi gizleyin. -Diğer sözler hakkında olduğu da söylenmiştir.- Yahut o sözlerinizi açıkça söyleyin, ilan edin (farketmez), demektir. "Çünkü O, göğüslerin özünü en iyi bilendir." Göğüslerin özünden kasıt, onlarda bulunanlardır. Nitekim kadının karnındaki cenine: Karnında bulunan" denilmesi de buna benzer. 14Yaratan bilmez mi hiç? O Latîfdir, herşeyden haberdardır. Daha sonra yüce Allah: "Yaratan bilmez mi hiç?" diye buyurmaktadır. Yani gizli olanı yaratan, gizliyi bilmez mi? Şöyle buyurmaktadır: Gizli olan şeyi kalpte yaratan Benim. Kulların kalbinde bulunanı Ben bilmez miyim? Meânî âlimleri şöyle demişlerdir: Arzu edildiği takdirde: \&); Kimse ("yaratan" lâfzındaki an) lâfzı yaratıcının ismi olarak da kabul edilebilir. Bu durumda anlam: Yaratan, yarattığını bilmez mî, demek olur. Yaratılmışın ismi olarak ta kabul edilir. O vakit anlam: Allah yarattığı varlıkları, kimseleri bilmez mi, demek olur. Yaratıcının yarattığını da, yaratmakta olduğunu da bilmesi kaçınılmaz bir şeydir. İbnu'l-Müseyyeb dedi ki: Çokça ağaç arasında gece vaktinde, hızlıca rüzgarın estiği bir sırada bir adamın içinden şunlar geçti: Acaba düşen bu yaprakları Allah bilir mi? Oldukça azametli bir ses ile ormanın bir tarafından ona şöyle seslenildi: "Yaratan bilmez mi hiç? O Latiftir, herşeyden haberdardır." Üstaz Ebû İshak el-İsferayînî dedi ki: İlim ile ilgili olan isimler de zatî sıfatların İsimleridir. "el-Alîm: Herşeyi bilen" bunlardan birisidir. Anlamı ise İlminin bütün malumatı kuşatmışıdır. "el-Habîr: Herşeyden haberdar olan" de bunlardandır. Olacak herşeyin olmadan önce bilinmesi gibi özel bir anlamı vardır. "el-Hakîm: Hükmü sağlam, hikmeti sonsuz" de bunlardandır. Bu da niteliklerin inceliklerinin bilinmesi gibi Özel bir anlamı ihtiva eder, "eş-Şehîd" de bunlardandır. Gayb olanın da, hazır olanın da bilinmesi hakkında kullanılır, Hiçbir şey O'nun için gayb değildir, demektir. "el-Hafîz" de bunlardan olup, O'nun hiçbir şeyi unutmaması anlamına gelir. "el-Muhsî" de bunlardandır, çokluğun onu bilmekten alıkoymayacağı anlamınadır. Işığın çokluğu, rüzgarın şiddeti, yaprakların ardı arkasına düşmesi gibi. O bu hallerde bile herbir yaprağın hareket parçacıklarını dahi bilir. Yaratan O olduğu halde nasıl olur da bilmez? Zaten: "Yaratan bilmez mi hiç? O Latiftir, herşeyden haberdardır" diye buyurmuştur. 15O, yeri size itaatkâr ve yumuşak kılandır. O halde omuzlarında (dört bir yanında) yürüyün ve O'nun rızkından yiyin ve dönüş yalnız O'nadır. "O yeri sîze itaatkâr" üzerinde karar kılabileceğiniz şekilde "ve yumuşak kılandır." Buradaki: "İtaatkâr ve yumuşak, sana boyun eğen, sana itaat eden" demektir. Mastarı şeklindedir ki, yumuşaklık ve itaat etmek, itaac edig anlamındadır. Yani yüce Allah, yeryüzünü üzerinde yürümeyi engelleyecek şekilde sert ve haşin kılmamiştır. Üzerindekilerle birlikte yok olup gitmesin diye dağlarla ona sebat vermiştir, diye de açıklanmıştır. Çünkü eğer yeryüzü çalkanıp duran, sağa sola eğilip meyleden bir halde yaratılmış olsaydı, bize itaatkâr kılınmış olmazdı. Şöyle de açıklanmıştır: Bu âyetle ekin ekmek, ağaç dikmek, pınarların ve ırmakların açılması, kuyuların kazılması gibi işlere imkân verecek özellikte olmasına işaret edilmektedir. "O halde omuzlarında (dört bir yanında) yürüyün" âyetindeki emir, mübahlık ifade eden bir emirdir. Bununla lütuf ve minnetin izharı da sözkonusudur. Emir anlamında haber olduğu da söylenmiştir. Yani O, onun etrafında, köşe bucaklarında, düzlüklerinde ve dağlarında yürüyesiniz diye (böyle yaratmıştır), demektir. İbn Abbâs, Katade ve Beşir b. Kab dedi ki- "Omuzlarında" dağlarında..., demektir. Rivâyet edildiğine göre Beşir b. Ka'b'ın bir cariyesi vardı. Ona: Eğer bana yerin omuzlarının ne olduğunu bildirecek olursan, hür ol demiş, cariyesi de: Yerin omuzları O'nun dağlarıdır, diye cevap vermiş ve böylece cariyesi hür olmuştur. Sonra onunla evlenmek istedi, Ebû'd-Derda'ya sorunca ona: Senin için şüpheli olan hususları şüphe gerektirmeyecek hallere terket, diye cevap yerdi. Mücahid: Etrafında, köşe bucaklarında diye açıklamıştır. Yine ondan gelen rivâyete göre yollarında ve dağlarının arasındaki yollarda diye açıklamıştır. es-Süddî ve el-Hasen de böyle açıklamışlardır. el-Kelbî ise: Yanlarında diye açıklamıştır. Adamın omuzları, iki yanı" demektir. Çünkü (.........)'in asıl anlamı yan demektir. "Adamın yanı' ile: "İki yön arasından (saba ve kuzey rüzgarı gibi) esen rüzgar" da buradan gelmektedir. "Filan kişi filandan uzak düştü" (tabiri de böyledir.) Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: İstediğiniz yerde yürüyün. Ben orayı size karşı durmayacak ve size boyun eğecek şekilde yarattım. Katade, Ebû'l-Celed'den şöyle dediğini nakletmektedir: Yeryüzü yirmidörtbîn fersahtır, Sudan onikibin fersah, Rum diyarı sekizbin fersah, Farshır üçbin ve Araplar için bin fersah(lık arazi) vardır. "O'nun rızkından yiyin." Yani O'nun size helâl kıldığı şeylerden yiyin. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Size verdiklerinden yiyin, diye de açıklanmıştır. "Ve dönüş yalnız O'nadır." Anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Gökleri aralarında bir uyumsuzluk olmaksızın yaratan, yeri de size boyun eğer haliyle var eden, sizi tekrar diriltmeye kadir olandır. 16Göktekilerin sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz? O zaman onun durmadan çalkalanmakta olduğunu göreceksiniz. İbn Abbâs dedi ki: Kendisine isyan etmeniz halinde semada bulunanın azabından emin mi oldunuz? İfadenin: Kudreti, saltanatı, Arşı ve hakimiyeti göklerde bulunandan emin mi oldunuz? takdirinde olduğu da söylenmiştir. O'nun mülkü her ne kadar herşeyi kapsıyor ise de özellikle semanın anılması, kudreti nafiz ve geçerli olan O mutlak ilâhın, semada olan olduğuna, yeryüzünde bulunup tazim ettikleri kimselerin ilâh olmadığına dikkat çekmek içindir. Âyetin meleklere işaret olduğu da söylenmiştir. (Meal de bu mülahaza ile yapılmıştır). Azâb etmekle görevli olan melek olan Cebrâîl'e işaret olduğu da söylenmiştir. Derim ki: Anlamın şöyle olması ihtimali de vardır. Siz gökleri yaratanın Karun'u yerin dibine geçirdiği gibi, sizi de yerin dibine geçirmeyeceğinden emin mi oldunuz? "O zaman onun durmadan çalkalanmakta olduğunu" gidip geldiğini "göreceksiniz." "Durmadan çalkalanmak" gidip gelmek sonucunda çalkalanmak demektir. Şair de şöyle demiştir; "O kaktı, o kadınlar kalbleri hedef alarak ve gördüğün çalkanıp duran her kan, Mutlaka göğsün ta ortasında akmaktadır." Kişinin yerin dibine geçip, yerin onu çepeçevre kuşatmasına: ….. denilir. Muhakkikler şöyle demişlerdir: Semanın üstünde bulunana karşı kendinizi emin mi buldunuz, demektir. Bu da yüce Allah'ın: "Yeryüzünde dolaşın." (et-Tevbe, 9/2) âyetine benzemektedir. Onun üstünde dolaşın, demektir. Fakat bu (semanın üstünde oluşu) ona temas etmekle, orada mekan tutmakla değil, orayı hakimiyeti, kahrı ve tedbirinde bulundurmakladır. Âyetin: Semanın üstünde bulunana karşı kendinizi emin mi buldunuz anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Ve yemin olsun... hurma dallarına asacağım." (Tâ-Hâ, 20/71) âyetinin hurma dalları üzerinde asacağım anlamına gelmesi gibi. Bu da semavâtı idare eden ve mâliki olan anlamındadır. Filan kişi Irak ve Hicaz üzerindedir, demeye benzer. Yani oranın valisi ve emindir. Bu hususa dair haberler pek çok, sahih, yaygın olup yüce Allah'ın yukarda oluşuna işaret etmektedir. Bunları ya bir inkarcı ya da inatçı bir cahilden başkası reddetmez. Bunlardan maksat ise yüce Allah'ın tazim edilmesi, aşağıda ve altta oluştan tenzih edilmesidir. Buna karşılık yücelik ve azametle nitel endirilmesidir. Yoksa mekân, cihet ve sınırlarla nitelendirmek değildir. Çünkü bunlar cisimlere dair sıfatlardır. Dua esnasında ellerin semaya kaldırılmasının sebebi ise, vahyin semadan gelmesi, yağmurun oradan inmesi ve kudsiyetin (temizlik ve arınmışlığın) yeri olması, tertemiz meleklerin orada bulunması, kulların amellerinin oraya yükseltilmesi, Allah'ın arşının ve cennetinin semanın üstünde bulunmasıdır ve bu Allah-u Teala'nın Kabe'yi dua ve namaz için kıble yapmasına benzer. Çünkü yüce Allah, onlara ihtiyacı bulunmadığı halde mekânları yaratmış olandır. O, mekânı ve zamanı yaratmadan, mekân ve zaman var olmadan önce ezelde de vardı ve şu anda da ezelde olduğu hal üzeredir. Kunbul, İbn Kesîr'den: "Dönüş... emin mi oldunuz" âyetinde birinci hemzeyi "vav"a kalbederek, ikincisini de tahfif ile okumuştur. Kûfeliler, Basralılar, Şamlılar ise -Ebû Amr ve Hişam dışında- her iki hemze'yi tahfif ederek okumuşlar, diğerleri ise (bir tek hemzeyi) tahfif ile okumuşlardır. Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır! 17Yahut göktekilerin üzerinize taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden emin mi oldunuz? Hem Benim korkutmamın nasıl olduğunu bileceksiniz. "Yahut göktekilerin üzerinize" Lût kavmi ve Fil ashabı üzerine gönderdiği gibi semadan taş, bir görüşe göre içinde taş ve çakıl taşları bulunan, bir diğer açıklamaya göre de içinde taş bulunan bulutlardan "taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden emin mi oldunuz? Hem Benim korkutmamın" uyarmamın "nasıl olduğunu bileceksiniz?" Buradaki: "Korkutma"nın "korkutucu" anlamında olduğu da söylenmiştir. Bununla Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastetmektedir. Yani siz onun doğru söylediğini ve yalanlamanızın akıbetini pek yakında bileceksiniz. 18Yemin olsun ki onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Benim azabım nasıl oldu? "Yemin olsun ki onlardan öncekiler" Nûh, Âd, Semûd, Lût kavmi, Medyen ashabı, Ress ashabı, Fir'avun kavmi gibi geçmiş ümmetlerin kâfirleri "de yalanlamışlardı. Benim azabım nasıl oldu?" Onların bu hallerini İnkârım, reddedişim nasıl oldu? Daha önceden (el-Hac, 22/45) geçmiş bulunmaktadır. (Bir önceki âyet-i kerimede geçen): "Benim korkutmam" lâfzı ile buradaki "Benim azabım" anlamındaki lâfızları vasıl halinde okuduğu takdirde Verş "ye" ile; diye okumuştur. Yakub her iki halde de "ye"li okumuşken, diğerleri mushafa uyarak "ye"yı hazf ile okumuşlardır. 19Üstlerinde sıra sıra dizilip, kanatlarını açıp kapayan kuşları görmediler mi? Onları Rahmân'dan başkası tutmuyor. Muhakkak ki O, herşeyi çok iyi görendir. "Üstlerinde sıra sıra dizilip kanatlarını açıp kapayan kuşları görmediler mi?" Yani yüce, Allah insanlar için yeryüzüne boyun eğdirdiği gibi, kuşlar için de havaya boyun eğdirmiştir. "Sıra sıra dizilip" uçtukları vakit havada kanatlarını açıp... demektir. Çünkü kuşlar kanatlarını açtıkları taktirde kanallarının tüylerini güzel bir şekilde sıraya dizerler. "Açıp kapayan" kanatlarını yanlarına doğru çırpan demektir. Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: Kuş kanatlarını açtığı vakit: "Kanatlarını sıra sıra dizdi" denilir, Kanatlarını kendisine doğru çekip, onu yanlarına değdirecek olursa: "Kanatlarını kapadı" denilir. Çünkü o böylelikle kanatlarını kendisine doğru çekmektedir. Ebû Hirâş dedi ki: "Gece kanadına (sığınmak için) elini çabuk tutar ve o bir sığınmacıdır, Kanatlarını açmakla ve kapamakla; hızlıca kanat çırpıyor." Uçmalarını bitirdikleri vakit açtıktan sonra kanatlarını kapayan kuşlar.., diye de açıklanmıştır. Bu "açıp kapayan" lâfzı "sıra sıra dizilip" lâfzına atfedilmiştir. Yani muzari olan fiil, ism-i faile atfedilmiştir. Nitekim şair şu beyitinde ism-i faili muzari fiile atfetmiş bulunmaktadır: "Hemen onları (o develeri) çok keskin bir kılıçla akşam vakti kesmeye koyuldu, Onların bacaklarına (kesmek için darbe indirirken) kimi zaman âdil davranıyor, kimi zaman zulmedici idî (zulmediyordu)." "Onları Rahmân'dan başkası tutmuyor." Yani kuşlar uçarken havada o kuşları Allah'tan başka tutan yoktur. "Muhakkak ki O, herşeyi çok İyi görendir." 20Rahmân'a karşı sizlere yardım edecek de kimdir? Şu sizin ordunuz mu? Kâfirler ancak bir aldanış içerisindedirler. "Rahmân'a karsı sizlere yardım edecek" kendisine isyan ettiğiniz takdirde size yapmak istediklerini savıp, önleyecek "de kimmiş? Şu sizin ordunuz mu?" İbn Abbâs dedi ki: Bu mu size taraftarlık edecek ve sizi koruyacak olan? "Ordu" tekil de gelebilir. İşte bundan dolayı "şu sizin ordunuz mu" diye buyurmaktadır. Bu da inkârı bir istifhamdır. Yani sizin "Rahmân'a karşı" Rahmân olan Allah'ın dışında, Allah'tan gelecek azabınızı çevirecek bir ordunuz yoktur. "Kâfirler ancak" şeytanlar tarafından "bir aldanış İçerisindedirler." Azâb da yoktur, hesab da olmayacaktır diye onları aldatmaktadırlar. 21Eğer O, rızkını kesiverirse, size rızık verebilecek kim? Hayır, onlar azgınlık edip inatla kaçmaktadırlar, "Eğer O" yani Allah "rızkını kesiverîrse, size rızık verebilecek kim?" Uydurma ilâhlarınızdan size dünya menfaatlerini kim verebilir? Yağmuru kim yağdırabilir? diye de açıklanmıştır, "Hayır, onlar azgınlık edip" haktan "inatla kaçmaktadırlar" ve bunu ısrarla sürdürmektedirler. 22Acaba durmadan yüzüstü düşerek yürüyen kimse mi daha çok hidâyettedir? Yoksa dosdoğru bir yol üzere dümdüz yürüyen kimse mi? "Acaba durmadan yüzüstü düşerek yürüyen kimse mi.-." âyeti ile yüce Allah, mü’min ve kâfire bir örnek vermektedir, "Düşerek yürüyen" yani önüne bakmayıp sağını solunu görmeyen, bundan dolayı tökezlemekten ve yüzüstü düşmekten yana emin olmayan bir kimse; önünü, sağını solunu gören, dimdik ve dosdoğru yürüyen kimse gibi midir? İbn Abbâs dedi ki: Bu dünyadadır. Bununla; doğru dürüst yol bulamayan ve bundan dolayı istemeyerek tehlikeli yollara giden ve sürekli yüzüstü yıkılan kür bir kimsenin, yolunu bilen, bildiği yolda ilerleyen, önünü gören, sağlıklı ve dosdoğru bir kimse gibi olmayacağını kastetmiş de olabilir. Katade dedi ki: Bu âyetten kasıt, dünyada masiyetler işleyip duran, kıyâmet gününde de yüce Allah'ın yüzüstü haşredeceği kâfirdir, İbn Abbâs ve el-Kelbî; Yüzüstü düşerek yürüyen kimse ile Ebû Cehil'i, dosdoğru yürüyen kimse ile Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastetmiştir, demişlerdir. Ebû Bekir'i kastettiği de söylenmiştir, Hamza'yı kastettiği; Ammâr b. Yâsir'i kastettiğini de İkrime ifade etmiştir. Âyetin bütün kâfirlerle, mü’minler hakkında umumi olduğu da söylenmiştir. Yani kâfir hak üzere midir, batıl üzere midir, bilemez. Yani böyle bir kâfir mi daha doğru yoldadır yoksa yolu gören ve kendisi İslamın kendisi demek olan "dosdoğru bir yol üzere" mutedil ve dimdik yürüyen müslüman kimse mi? "Adam yüzünü öne eğdi" ifadesi -"elif" ile- teaddi etmeyen, (geçiş yapmayan) şekillerde kullanılır. Eğer teaddi edecek olursa "elif' getirmeksizin: "Allah onu yüzüstü yıktı" denilir. 23De ki: "Sizi yaratan, size işitme(k için kulaklar), gözler ve kalpler veren O'dur. Ne kadar az şükredersiniz!" "De ki: Sizi yaratan... O'dur" âyeti ile yüce Allah, Peygamberine, Allah'ın kendilerini yaratmış olduğunu itiraf etmekle birlikte, şirk koşmalarının ne kadar çirkin olduğunu onlara bildirmesini emretmektedir. "Size işitme(k için kulaklar), gözler ve kalpler veren O'dur. Ne kadar az şükredersiniz!" Yani sizler bu nimetlere şükretmiyor, yüce Allah'ı tevhid etmiyorsunuz, "Ben bu işi pek az işlerim" derken bu işi hiç yapmam, demektir Âyet-i kerimedeki terkibin de huna benzediğini ve pt"k az şiükretmenin hiç şükretmemek anlamına geldiğini kastetmektedir. 24De ki; "O, sizi yeryüzüne dağıtıp yayandır. Yalnız O'nun huzuruna toplanıp götürüleceksiniz." "De ki: O, sizi yeryüzüne dağıtıp yayandır." Yeryüzünde yaratandır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Sizi yeryüzünün üzerinde dağıtmış ve yaymış olandır, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbn Şecere yapmıştır. Herkese atrfelinin karşılığını vermek için de "yalnız O'nun huzuruna toplanıp götürüleceksiniz." 25"Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu vaadiniz ne zaman gerçekleşecek?" derler. "Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu vaadiniz ne zaman gerçekleşecek, derler." Kıyâmet günü ne zaman olacak? Sizin bizi kendisiyle tehdit ettiğiniz bu azap ne zaman olacak, derler. (Bu anlamdaki âyet) daha önceden (Yûnus, 10/48) geçmiş bulunmaktadır. 26De ki: "Ona dair bilgi ancak Allah'ın yanındadır. Ben ancak apaçık bir korkutucuyum." "De ki: Ona dair bilgi ancak Allah'ın yanındadır." Yani ey Muhammed, onlara de ki: Kıyâmetin ne zaman kopacağına dair bilgi Allah'ın yanındadır. Bunu O'ndan başkası bilemez. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "De ki: Onun ilmi ancak Allah'ın nezdindedir" (el-Araf, 7/187) âyetidir. "Ben ancak" sizin için "apaçık bir korkutucuyum" ve size bu gerçeği öğretenim. 27Artık onu yakınlaşmış gördüklerinde; o kâfirlerin hoşlanmadıkları yüzlerinden belli olur ve: "İşte bu, sizin acele gelmesini istediğinizdir" denilir. "Artık onu yakınlaşmış gördüklerinde"; âyetindeki: "Yakın olmak (mealde; yakınlaşmış)" lâfzı mastar olup: "(........): Yakınlaşmış" demektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. el-Hasen, gözle görülen dîye açıklamıştır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre mana şöyledir: Onlar o azâbı gördüklerinde.- Buradaki azap âhiret azabıdır. Mücahid, Bedir azâbı demektir, diye açıklamıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar tehdit olundukları öldükten sonra dirilip toplanmanın kendilerine yakın olduğunu gördüklerinde... Bu açıklamaya da; "yalnız O'nun huzuruna toplanıp götürüleceksiniz" (Mülk, 67/24) âyeti delil teşkil etmektedir. İbn Abbâs ise: Onlar kötü amellerinin pek yakın olduğunu gördüklerinde. .. diye açıklamıştır. "O kâfirlerin hoşlanmadıktan yüzlerinden belli olur." Onlara kötü bir muamele yapılmış olur, demektir. ez-Zeccâc: Kötülük yüzlerinde apaçık belli olur, diye açıklamıştır. Yani bu azaptan onlar hoşlanmamışlar ve küfürlerine delâlet edecek alâmet de yüzlerinde görülmüş olacaktır. Yüce Allah'ın: "O günde kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler kararacaktır" (Âl-i İmrân, 3/106) âyetinde olduğu gibi. ("Hoşlanmadıkları" anlamı verilen lâfzı) Nâfî, İbn Muhaysın, İbn Âmir ve el-Kisâî dammeyi işmam ile; diye okumuşlar, diğerleri ise hafif olması maksadıyla işmamsız olarak kesreli okumuşlardır, Dammeli okuyan ise, bunun asıl gelmesi gereken şekli gözönünde bulundurarak böyle okumuştur. "Ve: İşte bu, sizin acele gelmesini istediğinizdir, denilir." el-Ferrâ' dedi ki: Buradaki: "İstediğiniz" lâfzı dua (istemek)den; vezninde bir fiildir. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. Temenni ettiğiniz ve istediğiniz anlamındadır. İbn Abbâs yalan söylediğiniz, diye açıklamıştır ki bunun da tevili (yorumu) şöyledir: Kendisi sebebiyle batılları ve yalan sözleri söylediğiniz şey, işte budur. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Bu lâfız genel olarak şeddeli bir şekilde: diye okunmuştur. Tevili (yorumu) da açıkladığımız gibidir. Katade, İbn Ebi İshak, ed-Dahhak ve Yakub ise (dal harfini) şeddesiz; "Çağırdığınız, dua ettiğiniz" diye okumuşlardır. Katade dedi ki: Bu onların: "Rabbimiz, hesab günü gelince payımızı bize çabuk ver!" (Sâd, 38/16) şeklindeki dualarıdır. ed-Dahhak da şöyle demiştir; Bu onların: "Ey Allah! Eğer bu senin katından (gelmiş) hakkın kendisi ise durma bizim üzerimize gökten taş yağdır..." (el-Enfâl, 8/32) şeklindeki sözleridir. Ebû'l-Abbas dedi ki: Bu okuyuş, acele istediğiniz anlamındadır. Nitekim bir şey istendiği zaman: "Bunu istedim" denilir. şekli ise o kökten: vezninde kullanılır. en-Nehhâs dedi ki: Şeddeli ve şeddesiz şekilleri olan: ile aynı anlamdadır. Tıpkı ile nin: Güç yetirdi": ile nun: haksızlık etti" anlamına gelmesi gibi. Şu kadar var ki: şeklinde ardı arkasına bir şeyin olması anlamı vardır. Fakat: şekli, az hakkında da, çok hakkında da kullanılabilir. 28De ki: "Bana haber verini Eğer Allah beni ve benimle beraber olanları helâk etse veya bize rahmet buyursa, ya kâfirleri acıklı azaptan kim kurtarır?" "De ki: Bana haber verin. Eğer Allah beni... helâk etse" Yani, ey Muhammed onlara -ki Mekke müşriklerini kastetmektedir ve onlar; "...yoksa onlar o bir şairdir. Biz onun zamanın ızdırab veren musibetine uğramasını bekliyoruz mu diyorlar?" (et-Tur, 52/30) âyetinde olduğu gibi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ölümünü temenni ediyorlardı- de ki; Söyleyin bana eğer biz ölür yahut rahmete mazhar olup, ecellerimiz ertelenecek otursa, sizi Allah'ın azabından kim koruyabilir? O bakımdan sizin, bizim helakimizi beklemenize de, kıyâmetin kopuşunun acele gelmesini istemenize de ihtiyacınız yoktur. "Beni,., helâk etse" âyetinde "ye" lâfzını İbn Muhaysın, el-Müseyyebî, Şeybe, el-A'meş ve Hamza sakin olarak ("nun"dan sonra med harfi olarak) okumuşlar, diğerleri ise fetha ile okumuşlardır. Bununla birlikte hepsi de: "Benimle beraber olanları" lâfzındaki "ye'yi fetha ile okumuşlardır. Yalnız Kûfeliler "ye"yi sakin olarak okumuşlardır. Ancak Hafs diğerleri gibi fethah okumuştur. 29De ki: "O Rahmândır, biz Ona Îman etmişizdir ve yalnız O'na tevekkül ettik. Artık kimin apaçık bir sapıklık İçinde olduğunu pek yakında bileceksinizdir." "De ki: O Rahmândır, biz O'na îman etmişizdir ve yalnız O'na tevekkül ettik... Fek yakında bileceksinizdir" âyetindeki: "Pek yakında bileceksinizdir" anlamındaki kelimeyi el-Kisâî haber olarak "ye" ile (pek yakında bileceklerdir, anlamında diye) okumuş ve bunu Ali'den rivâyet etmiştir. Diğerleri ise hitap olarak "te" ile (pek yakında bileceksinizdir, anlamında) okumuşlardır. Bu onlara bir tehdittir. Şayet: "O'na îman etmişizdir" âyetindeki mef'ûlü na" anlamındaki lâfzı) ne diye tehir etti, buna karşılık "tevekkül ettik" âyetinin ("O'na" anlamındaki) mef'ûlünü niçin öne aldır' diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Çünkü "îman ettik" lâfzı kâfirlerin sözkonusu edilmelerinin akabinde onlara carj£ olmak üzere gelmiştir, Sanki: Biz îman ettik, fakat sizin kâfir olduğunuz gibi biz de inkâr etmedik denilmiş gibidir. Bundan sonra da: "Ve yalnız O'na tevekkül ettik" diye buyurmaktadır ki; biz özel olarak O'na tevekkül ettik. Sizin kendilerine güvenip, dayandığınız adamlarınız, mallarınız gibi şeylere bel bağlamadık. Bu açıklamayı ez-Zemahşeri yapmıştır. 30De ki: "Bana haber verin! Eğer suyunuz yerin dibine gecîriliverse, size kim kaynar bir su getirebilir?" "De ki" ey Kureyşliler "bana haber verin! Eğer suyunuz yerin dibine geçiriliverse" kovaların ulaşamayacağı şekilde yerin dibine çekilse -onların suları Zemzem kuyusu ile Meymun kuyusundan geliyordu.- "Size kim kaynar" Katade ve ed-Dahhak'ın açıklamasına göre akar "bir su getirebilir?" Bu durumda onlar kaçınılmaz olarak bunu Allah'tan başkası bize getiremez, diyeceklerdir. O vakit onlara: O halde size bir su getirebilme gücü olmayan varlıkları ne diye O'na ortak koşuyorsunuz? "su yerin dibine çekildi, çekilir, çekilmek" denilir. "Yerin dibine çekilmiş olan" demektir. Mübalağa olmak üzere burada suyun çekilmesi mastar ile nitelendirilmiştir. "Çok adaletli bir adam, çok razı olunan bir adam" demek gibi. Daha önce el-Kehf Sûresi'nde (18/41. âyetin tefsirinde) geçtiği gibi. Bu anlamdaki açıklamalar da el-Mu'minûn Sûresi'nde (23/18. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. İbn Abbâs'tan dedi ki: "Kaynar bir su" yani gözlerin gördüğü, açıkça ortada olan demektir. O halde bu "mef'ûl" veznindedir. Bunun: "Su çoğaldı" tabirinden geldiği de söylenmiştir. O vakit bu lâfız "faîl" veznindedir. Yine İbn Abbâs'tan; anlam, size tatlı bir su kim getirir? şeklindedir, diye açıkladığı da rivâyet edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. (Mülk Sûresi burada sona ermektedir). |
﴾ 0 ﴿