HÂKKA SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Bütün müfessirlerrin görüşüne göre Mekke'de inmiştir. Ellibir (elliiki) âyettir. Ebû'z-Zâhiriyye, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim el-Hâkka Sûresi'nden onbir âyet-i kerîme okuyacak olursa, Deccal'in fitnesinden korunur. Her kim sûreyi tamamen okuyacak olursa, kıyâmet gününde onun için tepesinden tırnağına kadar bir nûr olur." Müslim b. Haccâc el-Kuşeyri, el-Künâ ve’l-Esmâ, Medine 1404, 1, J50: Buhârî, et-Tarihu'l-Kebir, II, 9; İbn Ebi Hatim, el-Cerh ve't-Ta'dü, II, 295; Ebû'd-Derdâ ve Huzayfe'den mürsel rivâyetleri vardır. (Ebû Nuaym, Hilye, VI, 100): 1Gerçekleşmesi muhakkak olan; Âyetin tefsiri için bak:2 2Nedir o gerçekleşmesi muhakkak olan? "Gerçekleşmesi muhakkak olan; nedir o gerçekleşmesi muhakkak olan?" âyeti ile Kıyâmet gününü kastetmektedir. Ona bu ismin (el-Hâkka adının) veriliş sebebi, bütün işlerin o günde tükettiklerini alacaklarından dolayıdır. Bu açıklamayı Taberî yapmıştır. Sanki o (bu açıklamayı yaparken bu ismin verilişini): "Uyku ile geçirilen gece" tabiri kabilinden değerlendirrpiş gibidir. Bir başka görüşe göre bu güne "hakka" adının veriliş sebebi, şüphesiz olarak gerçekleşeceğinden dolayıdır. Ona, birtakım kimselere cenneti, birtakım kimselere de cehennemi hak olarak verip gösterdiğinden dolayı bu ismin verildiği de söylenmiştir. Bir başka açıklamaya göre bu ismin veriliş sebebi, her bir insanın amelinin karşılığını hakkıyla ve layıkıyla görecek durumda olacağından dolayıdır. el-Ezherî dedi ki: "Ben onunla yanşa girdim, onu yarışta geçtim, geçiyorum" denilir. Buna göre kıyâmete "hakka" deniliş sebebi, yüce Allah'ın dininde bâtıl ile mücadele eden herkese galip gelişinden dolayıdır. es-Sıkak'da şöyle denilmektedir: "Onunla davalaştı ve onlardan herbirisi hakkın kendi tarafında olduğunu ileri sürdü" demektir. Bu şekilde davalaşan diğerini yenik düşürdüğü vakit: denilir. Küçük ve önemsiz şeyler hakkında davalaşan bir kimseye: "O, önemsiz işler hakkında dahi davalaşan birisidir" denilir. Yine:Onun bü hususta herhangi bir hakkı veya ileri süreceği bir davası da yoktur" denilir. "Davalaşmak" demektir. "Karşılıklı olarak dava gütmek" anlamındadır. "Hakka, hakka ve hak" aynı anlamda üç ayrı söyleyiştir. el-Kisaî ve el-Müerric "Hâkka"yı hak günüdür diye açıklamıştır. Araplar: "Haklı olduğumu öğrenince kaçtı" derler. (Âyet-i kerimedeki) ilk "el-hâkka" mübteda olarak ref olunmuştur. Haber ise ikinci mübteda ve onun haberini teşkil eden: "Nedir o gerçekleşmesi muhakkak olan?" âyetidir. Çünkü bu; o nedir anlamındadır. Lâfız istifham (soru) olmakla birlikte onun halini tazim ve tefhim anlamındadır. Tıpkı Zeyd'in durumunu tazim etmek kasdıyla: "Zeyd, Zeyd dediğin nedir?" demeye benzer. 3Ve o gerçekleşmesi muhakkak olanın ne olduğunu sana ne bildirdi? "Ve o gerçekleşmesi muhakkak olanın ne olduğunu sana ne bildirdi?" âyeti da bir istifhamdır. Yani o kıyâmet gününün ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kıyâmeti(n hak olduğunu) biliyordu, fakat onu nitelikleriyle bilmiyordu, İşte onun durumunun önemini anlatmak üzere: Onun ne olduğunu sana ne bildirdi? diye buyurulmaktadır. Sanki; sen onu henüz daha görmediğin için onu bitmiyorsun, denilmiş gibidir. Yahya b. Sellâm dedi ki: Bana ulaştığına göre Kur'ân-ı Kerîm'de bulunan: "Sana ne bildirdi?" şeklinde geçen bütün hususları yüce Allah ona bildirmiş ve Öğretmiştir. Buna karşılık: "Sana ne bildiriyor?" diye yer alan bütün hususlar onun bilmediği şeyler arasındadır. Süfyan b. Uyeyne dedi ki: Yüce Allah'ın: "Sana ne bildirdi" dediği herbir hususa dair ona haber verilmiştir. Hakkında "sana ne bildiriyor" denilen herhangi bir husus hakkında ona haber verilmemiştir. 4Semüd ve Âd, kalpleri dehşetle ürperteni (Karia'yı) yalanladılar. Bu âyetle kıyâmet gününü yalanlayanları sözkonusu etmektedir. "Kalpleri dehşetle ürperten (el-Kâria)"; kıyâmet günü demektir. Ona bu İsinin veriliş sebebi dehşetli halleriyle insanları musibetle ürperttiğinden dolayıdır. "Onlara zamanın kariaları (yani dehşetli ve zorlu halleri) isabet etti" denilir. Yine "Filanın kanalarından (onun sebep olacağı musibetlerden) dilinin ısırıcı ve eziyet verici sözlerinden Allah'a sığınırız" denilir. "Kur'ân’ın kariaları" ise insanın cinlerden ya da insanlardan korkması halinde okuduğu âyet-i kerimelere denilir. Âyete'l-Kürsi gibi. Sanki bu âyet şeytanı korku ve dehşete düşürdüğünden dolayı bu isim verilmiş gibidir. "Karia"nın bir kavmi yükseltip diğerlerini alçaltmak hakkında kullanılan "el-kur'a"dan alınmış olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır. "Karia" ile dünya hayatında iken onların başına inen azâbın kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü peygamberleri bunlarla onları korkutuyor, onlar da onu yalanlıyorlardı. Semûd, Salih (aleyhisselâm)’ın kavmidir. Onların diyarları Şam ile Hicaz arasında el-Hicr denilen yerde idi. Muhammed b. İshak dedi ki: Burası Vadi’l-Kura diye bilinen yerdir. Bunlar Arap idiler. Âd ise Hud (aleyhisselâm)'in kavmidir. Bunların yurdu da el-Ahkaf denilen yerde idi. el-Ahkaf ise Uman ile Hadramevt arasındaki kumluk yer ile Yemen'in tamamıdır. Bunlar da güçlü, kuvvetli bir yaratılışa sahip Arap bir kavim idiler. Bunları Muhammed b. İshak sözkonusu etmiştir. Daha önceden de (el-A’raf, 7/65- âyet ve devamının tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 5Semûd'a gelince, onlar aşırı şiddetli olan (bir ses) ile helâk edildiler. Bu âyette hazfedilmiş bir ifade vardır ki; "aşırı şiddetli olan bir iş ile..." demektir. Katade; aşın şiddetli olan sayha (yani çığlık) ile helâk edildiler. "Aşırı şiddetli: Tâğiye": Haddi aşan demek olup, dehşetinden dolayı çığlıkların sınırım aşan bir çığlık demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hakikaten Biz üzerlerine bir tek çığlık gönderdik ve hayvan ağılına konulan Çerçöp gibi oldular." (el-Kamer, 54/31) diye buyurmaktadır. Tuğyan ise haddi aşmak demektir. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki... su haddini aştığı sırada... Biz..." (el-Hâkka, 69/11) âyetinde de bu kökten gelen fiil kullanılmıştır ki; bu da "haddi aştığı sırada" anlamındadır. el-Kelbî dedi ki: "Tâğiye: aşırı şiddetliden kasıt, saika (yıldırım)dır, Mücahid günahlar, el-Hasen tuğyan (haddi aşmak) diye açıklamışlardır. Buna göre bu: "Yalan, akıbet, afiyet" gibi mastardır. Yani onlar tuğyanları (haddi aşıp, azgınlık etmeleri) ve kâfirlikleri sebebiyle helâk edildiler. "Tâğiye"nin dişi deveyi boğazlayan kişi olduğu da söylenmiştir ki; bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Yani onların azgın olanları dişi deveyi boğazlamaya kalkışınca helâk edildiler. Bu işi yapmaya kalkışan bir kişi idi. Fakat hepsinin helâk olmaları onun yaptığı işe razı olmaları ve bu hususta ona destek vermeleri idi. Böyle birisine "tâğiye" adının verilmesi ise "Filan kişi çokça şiir rivâyet eden, çok büyük bir dahi, büyük bir alim, büyük bir neseb bilginidir" demeye benzer. 6Âd'a gelince, onlar da ıslıklı ve azgın bir fırtına ile helâk edildiler. "Âd'a gelince, onlar da ıslıklı... bir fırtına ile helâk edildiler" âyetindeki "sarsar; ıslıklı (rüzgar)" ateşin yakması gibi, soğuğu yakıcı ve kavurucu olan soğuk rüzgar demektir. Bu da soğuk demek olan "es-sır"dan alınmış bir tabirdir. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. Sesi oldukça şiddetli demektir, diye de açıklanmıştır. Mücahid ise semûmu (deri gözeneklerinin İçerisine sıcağı İşleyen) şiddetli rüzgar demektir, diye açıklamıştır. "Azgın" yani bekçilerine karşı azgınlık edip, onlara itaat etmeyen, şiddetlice esişinden dolayı bekçilerinin kendisine güç yetiremediği fırtına demek olup, Allah'ın gazabı dolayısıyla o da gazablanmıştı. Âd kavmine karşı azarak onları kahretti(ği İçin böyle nitelendirilmiştir) diye de açıklanmıştır. Süfyan es-Sevrî'nin rivâyetine göre Mûsa b. el-Museyyeb, Şehr b. Havşeb'den o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Allah ne kadar bir rüzgar esintisi göndermişse mutlaka bir ölçü ile göndermiştir. Ne kadar bir su damlası gönderdi ise mutlaka onu da bir ölçü ile göndermiştir. Bundan Âd'in helâk günü İle Nûh kavminin helâk günü müstesnadır. Nûh kavminin helâk edildiği gün su, bekçilere baş kaldırdı, onların da ona karsı yapacak hiçbir şeyleri olmadı." dedikten sonra yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki su haddini aştığı sırada sizleri gemide Biz taşıdık" (el-Hakka, 69/11) âyetini okudu. (Devamla buyurdu ki): "Âd kavminin helâk edildiği gün de rüzgar bekçilerine karşı itaatsizlik etti, onlar da ona karşı bir şey yapamadılar." Daha sonra da: "Onlar da ıslıklı ve azgın bir fırtına ile helâk edildiler" âyetini okudu. Ebû Nuaym, Hilye, VI, 65, ayrıca; Firyâbînin ve diğerlerinin Süfyan es-Sevrî'ye mevkuf olarak rivâyet ettiklerini, sadece Süfyan'ın hadisi merfu’ olarak rivâyet ettiğini knyd 7O, rüzgarı onlara yedi gece ve sekiz gün peşpeşe musallat kıldı. O kavmi, o süre İçinde İçleri boşalmış hurma kütükleri imişler gibi yere yıkılmış görürdün. "O, rüzgarı onlara... musallat kıldı." Onların üzerine saldı ve musallat kıldı, demektir. -Ayet-i kerîme'de geçen-: "Teshir: Mûsallat kılmak" bir şeyi ona güç ve kudret yetirecek şekilde kullanmak demektir. "Yedi gece ve sekiz gün peşpeşe" ardı arkasına, dinmeden ve kesintisiz olarak; şeklindeki açıklama İbn Abbâs, İbn Mes’ûd ve başkalarından rivâyet edilmiştir. el-Ferrâ' dedi ki: "el-Husûm: Peşpeşe" ardı arkasına gelmek demektir. Bu da kişi dağlandığı vakit kullanılan: "İlacın sonunun getirilmesi, kesilmesi" tabirinden alınmıştır, Çünkü bu durumda kişi dağlama âleti ile dağlanır, sonra peşi peşine bu iş ona uygulanır. Abdu'l-Aziz b. Zürare el-Kilâbî şöyle demiştir: "Onların birlikteliklerini bir zaman ayırdı, Bu süre içerisinde biri diğerinin peşinden gelen ardı arkasına yıllar vardı." el-Müberred dedi ki: Bu tabir bir şeyi kesip, başkasından ayırmayı anlatmak üzere kullanılan: "O şeyi kesip ayırdım" tabirinden alınmıştır. lâfzının: "Kökten koparmak" anlamında geldiği de söylenmiştir. -Bu kökten olmak üzere- kılıca "hüsam" adının veriliş sebebi, düşmanın düşmanlığını ulaştırmak istediği noktaya götürmesini engelleyerek onu kesmesi, durdurması dolayısıyladır. Şair de şöyle demiştir: "Bir kılıç ki; onu destek yaparak ayağa kalkacak olursam, Ağaçları budamak için başlamam yeterlidir; fakat o, ağaç budama aracı (ya da budayıcı) değildir." Âyet; bu rüzgarın onların kökünü kestiğini anlatmaktadır. Onları kesip biçti ve yok etti, demektir. O halde bu, yüce Allah'ın kökten imha eden azâbı ile kesip bitiren bir rüzgar idi. İbn Zeyd dedi ki: Bu rüzgar onların kökünü kesti, onlardan hiçbir kimseyi geri bırakmadı. Yine ondan gelen rivâyete göre bu rüzgar bütün bu süre boyunca gece ve gündüzleri kesintisiz esti. Çünkü bu rüzgar birinci günün güneşin doğuşu ile başladı, son günün güneşinin batışı ile sona erdi, kesildi. el-Leys: (Mealde; Peşpeşe, kesintisiz) "uğursuzluk" demektir demiştir. "Bunlar huşum geceleridir" yani hayrı o gecede bulunanlardan alıp kesen, uzaklaştıran geceler demektir. es-Sıhah'da da böyle demiştir. İkrime ile er-Rabi' b. Enes de: Uğursuz (gün ve gece)ler demektir, demişlerdir. Buna delil de yüce Allah'ın: "...uğursuz günlerde..." (Fussilet, 41/16) âyetidir. Atiyye el-Avfî dedi ki: "Peşpeşe" âyeti oranın ahalisinden hayrı kesen, bitiren demektir. Bugünlerin başlangıcı hakkında farklı görüşler vardır. Pazar sabah başladığı söylenmiştir. Bu es-Süddî'nin görüşüdür. Cuma sabahı başladığı da söylenmiştir. Bu da er-Rabî' b. Enes'in görüşüdür. Çarşamba sabahı başladığı da söylenmiş olup bu da Yahya b. Sellam ile Vehb b. Münebbih'in görüşüdür. Vehb dedi ki: Bugünler Arapların acûz (koca karı soğukları) günleri ismini verdiği günlerdir. Bugünlerde çok şiddetli soğuk ve rüzgar olur, Bunların İlki çarşamba, sonuncusu da yine çarşamba günü idi. Acuze (koca karı)ya nisbet edilmelerinin sebebi, Âd kavminden bir koca karının bir seraba girmesi üzerine rüzgarın da onun peşinden giderek sekizinci günde onu öldürmüş olmasıdır. Bir başka görüşe göre bu günlere "acûz günleri" denilişinin sebebi kışın aczinde (sonunda) meydana gelmeleridir. Bu ise hristiyanların aylarından (miladi aylardan) mart ayındadır. Bunların ünlü isimleri vardır. Şair İbn Ahmer bugünler hakkında şöyle demektedir: "Kış mevsimi, acuzemizin bir aydaki yedi gün ile alabildiğine acı kılındı, Bugünleri olan: Sin, Sanabbar ve Vabr Âmir ile onun kardeşi Mu'temir, bir de Muallil ile Mutfiul-Cemr Günleri geçip gitti mi? İşte o vakit kış da alelacele geçip gider ve Sana sıcağın ateşini veren bir ateş yakıcı gelir." "Peşpeşe" lâfzı hal olarak nasbedilmiştir. Mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasbedildiği de söylenmiştir. ez-Zeccâc dedi ki: "Peşpeşe onların kökünü keserek" diye açıklamıştır ki; onları yok ederek demek olur. Buna göre bu, tekid edici mastardır. Mef'ûlun leh olması da mümkündür. Yani onları kökten imha etmek, onların kökünü koparmak ve kökten yok etmek için bir süre boyunca bu rüzgarı onlara musahhar kıldı. Bu kelimenin: "Kökten yok eden" kelimesinin çoğulu olması da mümkündür. es-Süddî bu lâfzı ha harfini üstün olarak; diye "rüzgar"dan hal olarak okumuştur. Yüce Allah bu rüzgarı onlara kökten imha edici olarak musahhar kıldı, demektir. "O kavmi o süre içerisinde" yani bu geceler ve gündüzler içerisinde "içleri boşalmış" Ebû't-Tufeyl'in dediğine göre çürüyüp gitmiş "hurma kütükleri İmişler gibi yere yıkılmış" ölmüş "görürdün." "Yere yıkılmış(lar)" lâfzı; in çoğuludur. " O süre içinde" âyetinin, o rüzgar sebebiyle; anlamında olduğu da söylenmiştir. "İçleri boşalmış" âyetinin, içinde hiçbir şey olmayan, içi bomboş (mealde olduğu gibi) anlamında olduğu da söylenmiştir. "Hurma ağacı" Burada hurma ağacı" lâfzının müzekker ya da müennes geldiği ona getirilen sıfatlardan anlaşılmaktadır. el-Kamer Süresindeki bu ayet-i kerimede getirilen sıfatta müenneslik alâmeti olmadığından dolayı; -Arapçada sıfatın mevsûfa uyması gerektiği kaidesinden ötürü- hurma ağacı lâfzı da müzekker kabul edilmiş olmaktadır. Tefsiri yapılmakta olan âyet-i kerimede ise hunun aksi sözkonusuduı. lâfzı hem müzekker, hem müennes olarak kullanılabilir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Sanki onlar kökünden kopmuş hurma kütükleri idiler" (el-Kamer, 54/20) diye buyurmaktadır. Burada helâk edilen kavmin, kökünden yere yıkılmış hurma ağaçlarına benzetilmiş olma ihtimali de vardır. O vakit bu, onların beden ve cüsselerinin iri yarı olduğunu haber veren bir tabir olur. Bununla kütüklerin değil de gövdelerin kastedilmiş olma ihtimali de vardır. Yani rüzgar onları öyle bir biçti ki; onlar âdeta gövdeleri bomboş hurma ağaçları gibi oldular. Yani rüzgar onların karın boşluklarına giriyor, onları tıpkı gövdesi boşalmış hurma ağacı gibi yere yıkıyordu. İbn Şecere dedi ki: Rüzgar ağızlarından giriyor, içlerinde bulunan ne varsa dübürlerinden dışarı çıkartıyordu. O bakımdan onlar içleri boşalmış hurma ağaçları gibi olu verdiler. Yahya b. Sellâm dedi ki: Yüce Allah'ın: "İçleri boşalmış" diye buyurmasının sebebi, bedenlerinin tıpkı içi boşalmış hurma ağacı gibi ruhlarından boşalmış (ruhlarının bedenlerinden çıkmış) olmasıdır. Anlamın şöyle olma ihtimali de vardır: Onlar sanki kökünden yerden kesilmiş ve içleri boşalmış hurma ağacı kütükleri gibi idiler. Nitekim yüce Allah: "İşte... onların bomboş ve harap olmuş evleri" (en-Neml, 27/52) yani içinde kalan hiçbir kimsenin bulunmadığı harabeye dönmüş evleri demektir, "İçleri boşalmış" âyetinin daha önceden belirttiğimiz gibi; çürümüş anlamında olma ihtimali de vardır. Çünkü çürüdüğü takdirde zaten içleri de boşalmış olur. Böylelikle onların helâk edildikten sonraki halleri, içleri boşalmış hurma ağacına benzetilmiş olmaktadır. 8Şimdi onlardan geriye kalanı görüyor musun? Onlardan geriye kalan bir fırka ya da bir kişi görüyor musun? Herhangi bir kalıntı diye açıklandığı gibi; herhangi bir kalıcılık diye de açıklanmıştır. Bu durumda: "Geriye kalan" âyeti mastar anlamında "fail" vezninde bir lâfız olup -bu yönüyle- "akıbet ve âfiyef'e benzemektedir. İsim olması da mümkündür. Yani sen onlardan kalan bir kimse görüyor musun? İbn Cüreyc dedi ki: Onlar yedi gece ve sekiz gündüz boyunca Allah'ın gönderdiği rüzgar azâbı içerisinde hayatta idiler. Sekizinci gün akşamla birlikte hepsi öldüler, rüzgar onları kaldırıp denize attı, İşte yüce Allah'ın: "Şimdi onlardan geriye kalanı görüyor musun?" âyeti ile; "onların meskenlerinden başka bir şey görülmez oluverdi" (el-Ahkaf, 46/25) âyeti bunu anlatmaktadır. 9Fir'avun da, ondan öncekiler de, altı üstüne gelen kasabalar halkı da hep hata İşlediler. "Fir'avun da, ondan öncekiler de... işlediler" âyetindeki "ondan öncekiler de" anlamındaki âyeti Ebû Amr ve el-Kisâî "kaf" harfini kesreli, "be" harfini üstün olarak; diye okumuşlardır ki; onunla birlikte olanlar ve askerlerinden ona uyanlar, anlamındadır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim, Abdullah b. Ubeyy'in: "(........): Ve onunla beraber olanlar" kıraatini gözönünde bulundurarak bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Ebû Mûsa el-Eş'ari ise; "Ve onun karşısında (hizasında) bulunanlar" diye okumuştur. Diğerleri ise "kaf" harfini üstün, "be" harfini sakin olarak: "Ondan öncekiler" diye okumuşlardır. Yani ondan Önce geçmiş nesiller ve ümmetler de ,., demektir. "Altı üstüne gelen kasabalar" Lût kavminin kasabaları demektir. Genel alarak ("kaf" harfinden sonra) "elif" ile okunmuştur. el-Hasen ve el-Cahderî ise tekti olarak: "Altı üstüne gelen kasaba" diye okumuşlardır. Katade dedi ki: Lut kavminin kasabalarına "mu'tefikât" adının veriliş sebebi, içindekilerle birlikte altüst olmalarından dolayıdır. Taberi, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den şöyle dediğini zikretmektedir: Bunlar beş kasaba idi. Sa'be, Sa're, Amra, Duma ve Sedûm idiler. Bunlar en büyük kasabalardı. "Hep hata işlediler." Hep hatalı işler yaptılar. Bu "hata" masiyet ve küfürdür, Mücahid dedi ki: Onların işledikleri günahları kastetmektedir. el-Cürcânî dedi ki: Pek büyük günahı işlediler, demektir. Buna göre; "(........): Hata" lâfzı mastardır. 10Böylelikle Rabblerinin rasûl(ler)ine isyan ettiler. Bundan ötürü O da kendilerini oldukça şiddetli bir yakalayışla yakalayıverdi. "Böylelikle Rabblerinin Rasûl(ler)üne isyan ettiler" âyeti hakkında el-Kelbî dedi ki: Rasûlden kasıt Mûsa'dır. Maksadın Lût (aleyhisselâm) olduğu da söylenmiştir. Çünkü o (zikrediliş itibariyle) daha yakındır. Mûsa ve Lût -ikisine de selâm olsun-'ın kastedildiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "İkiniz... gerçekten Biz âlemlerin Rabbinin rasûlleriyiz, deyiniz" (eş-Şuarâ, 26/6) diye buyurduğu gibi. Buradaki "rasûl'ün risalet anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü hazan "risalet'den rasûl diye de sözedilebilir. Şair şöyle demiştir: "Yalan söylemiştir benden laf getirdiğini söyleyenler, onların yanında açmadım ben Hiçbir sırrımı ve onları bir rasûl ile (onlarla bir mesaj) göndermedim." "Bundan ötürü o da kendilerini oldukça şiddetli" daha önceki yakalayışlara ve ümmetlerin azâb ile almışlarına göre daha yüksek ve daha fazla "bir yakalayışla yakalayıverdi." "Oldukça şiddetli" ile aynı kökten gelen; ise "altın ve gümüş karşılığında verdiğinden daha fazla bir şeyler almak" hakkında kullanılır. Mesela: "O şeY arttı ve kat kat çoğaldı, artar, çoğalır" denilir. Mücahid: Çok şiddetli diye açıklamıştır. Sanki şiddeti oldukça fazla (bir azâb)ı kastetmiş gibidir. 11Şüphesiz ki su haddini aştığı sırada sîzleri gemide Biz taşıdık. "Şüphesiz ki su haddini aştığı" yani yükselip yukarı çıktığı "sırada..." Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Su Rabbi için gazaplanarak bekçisi olan meleklere karşı haddini aşıp onların da onu alıkoymaya güç yetiremedikleri zaman. Katade dedi ki: Herşeyin üstüne on beş zira yükselmişti. İbn Abbâs dedi ki: Su Nûh (aleyhisselâm) zamanında bekçilerine karşı haddi aştı ve onlara karşı miktarı çokça arttı. O bakımdan ne kadar çıktığını bilemediler. O gün dışında, ondan önce ve ondan sonra (onlar tarafından) bilinen bir ölçü ile inmedik bir damla su dahi yoktur.. Bu açıklama sûrenin baş tarafında Hz. Peygambere merfu bir rivâyet olarak geçmiş bulunmaktadır. bu ümmetlerin kıssalarının anlatılıp onların başlarına gelen azâbın sözkonusu edilmesinden maksat, bu ümmetin de rasÇillerine isyan etmek bakımından onlara uymaktan alıkonulmasıdır. Daha sonra yüce Allah: "Sizleri... Biz taşıdık" âyeti ile suda boğulmaktan kurtulanların soyundan gelenler kılmak suretiyle onlara lütfumı hatırlatmaktadır. Yani atalarınızı siz onların sulblerinde İken "gemide" akıp giden gemilerde: "Biz taşıdık" diye buyurmaktadır. Gemide taşınanlar aslında Nûh (aleyhisselâm) ve onun çocuklarıdır. Yeryüzünde bulunan herkes onların soyundan gelmektedir. 12Onu sizin için bir ibret kılalım ve onu belleyen bir kulak da bellesin diye. "Onu" yani Nûh (aleyhisselâm)'ın gemisini "sîzin İçin bir ibret kılalım.." Yüce Allah, o gemiyi bu ümmete bir ibret ve bir öğüt sebebi kılmıştır. Katade'nin görüşüne göre bu ümmetin ilkleri o gemiye (kalıntılarına) yetişmiştir. İbn Cüreyc dedi ki: Bu geminin tahtaları Cudi üzerinde idi. Mana da şöyle oluyor: Ben Nûh kavminin başına gelenlerden ve Allah'ın atalarınızı boğulmaktan kurtarmasından öğüt ve ibret alasınız diye o tahta parçalarını sizin için bıraktım. Halbuki nice gemi vardır ki yok olup gitmiş, toprağa dönüşmüş, ondan hiçbir şey geri kalmamış bulunuyor. Şöyle de açıklanmıştır: Nûh'un kavmini suda boğmak ve onunla birlikte îman edenleri kurtarmak şeklindeki o fiilinizi size bir Öğüt kılalım diye (böyle yaptık.) Bundan dolayı yüce Allah: "Ve onu belleyen bir kulak da bellesin diye" dîye buyurmaktadır. Yani Allah'tan gelmiş olanı İyice belleyen bir kulak onu iyice dinleyip bellesin diye. Çünkü gemi bununla (yani bellenmekie) nitelendirilemez. ez-Zeccâc dedi ki: "Ben bunu belledim" denilir yani onu iyice içimde korumaya aldım. "Onu bellerim" demek olup, mastarı da: şeklinde gelir. “İlmi belledim"; "Söylediklerini belledim" denilir ve hepsi de aynı anlamı ifade eder. "Eşyayı kaba koydum" demektir. ez-Zeccâc dedi ki: Fakat nefsinden (içinden) başka bir yerde koruduğun herbir şey hakkında ise "elif" ile: "Onu muhafaza akına aldım, doldurdum" denilir. İçinde (kalbinde) bellediğin şeye de "elif'siz olarak: "Onu belledim" denilir. "Onu... bellesin" anlamındaki lâfzı Talha, Humeyd ve el-A'rec "ayn" harfini sakin olarak: diye yüce Allah'ın: "... Bize ... göster" âyetine, ("re" harfini esreli değil de): diye okunuşuna benzeterek okumuşlardır. Bu lâfzın okunuşu hususunda Âsım ve İbn Kesîr'den farklı rivâyetler gelmiştir, diğerleri ise "ayn" harfini kesreli olarak okumuşlardır. Yüce Allah'ın: "Ve onu belleyen bir kulak da bellesin diye" âyetinin bir benzeri; "Muhakkak ki bunda kalbi olan veya kendisi şahid olarak dikkatle kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır" (Kaf, 50/37) âyetidir. Katade dedi ki: Belleyen kulak, yüce Allah'tan gelen buyrukları akleden ve yüce Allah'ın Kitabından duydukları ile yararlanan kulaktır. Mekhûl'un rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu âyetin nüzulü sırasında şöyle demiştir: "Ben Rabbimden Ali'nin kulağını böyle kılmasını diledim." Mekhûl dedi ki: O bakımdan Ali (radıyallahü anh) şöyle derdi: Rasûlullah (-sallallahü aleyhi ve sellem)'dan işitip de bellemediğim hiçbir şey yoktur. Bunu el-Mâverdî zikretmektedir. Mâverdi, Nüket, VI, H0; İbn Kesîr, Tefsir, IV, 414, 'h;ulıs miirscldir" kaydıyla el-Hasen'den buna yakın bir rivâyeti es-Sa'lebî zikretmiş bulunmaktadır. O şöyle demiştir: "Ve onu belleyen bir kulak da bellesin diye" âyeti nazil olunca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Rabbimden bunu senin kulağın kılmasını istedim ey Ali!" dedi. Ali dedi ki: Allah'a yemin ederim ondan sonra hiçbir şey unutmadım. Zaten unutmamam da gerekirdi. Bir önceki nota bakınız Ebû Berze el-Eslemi dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali'ye şöyle dedi: "Ey Ali! Allah bana seni yakınlaştırmamı ve seni uzaklaştırmamayı, sana öğretmemi ve senin bellemeni emretti. Seni belleyen bir kimse kılması da Allah üzerinde bir haktır." İbn Kesîr, Tefsir, IV, 414 "Htı di» sahih değildir" değerlendirmesiyle. Heysemi, Mecmâ, 1, 131, Hezzâr tarafından rivâyet edildiğini belirttikten sonra, Kivilerinden Muhammed b. Ubeydullah b. Ebî Râfi'nin rivâyetlerinin münkı-r olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca bak. Bezzar, Müsned, VI, ^11, X: 325 13Artık Sûr'a tek bir üfürüş üfürüldüğünde; İbn Abbâs dedi ki: Bu, kıyâmetin kopması için yapılacak ilk üfürüştür. Ölmedik hiçbir kimse kalmayacaktır. Burada "üfürüldüğünde" anlamındaki fiilin müzekker gelmesi, "nefha: üfürüğün müennesliyinin hakiki olmayışından dolayıdır. Burada sözü edilenin son üfürüş olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah: "Tek bir üfürüş" diye buyurmuştur ki; bunun tekrarlanmayacağı anlamına gelir. el-Ahfeş dedi ki: Fiil "üfürüş" üzerinde gerçekleşmektedir. Çünkü bundan önce merfu bir isim bulunmamaktadır. O bakımdan -ötreli olarak- "Bir üfürüş" denilmiştir ….. olduğunu anlatmak istemektedir Bununla birlikte mastar olarak nasb ile: diye gelmesi de mümkündür. Ebû's-Semmâl da böylece okumuştur. Ya da: Fiile dair haber vermekle yetinilmiştir. Nitekim: "Bir çeşit vuruş vuruldu" demek de böyledir. ez-Zeccâc dedi ki: "Sûr'a': anlamındaki lâfız (bu durumda) nâib-i failin (sözde öznenin) yerini tutmaktadır. 14Yer ve dağlar kaldırılıp birbirlerine bir defa çarpılarak toz olduklarında; "Yer ve dağlar kaldırılıp" âyetinde geçen: "Kaldırılıp" lâfzı genel olarak "mim" harfi şeddesiz olarak okunmuştur. Yerlerinden kaldırıldığında... demektir. "Bir defa çarpılarak toz olduklarında" parçalanıp paramparça, un ufak edildiklerinde, demektir. Buradaki: "Bir defa çarpılarak" lâfzında ancak nasb sözkonusu olabilir. Çünkü; "Toz olduklarında" lâfzındaki zamir merfudvır. el-Ferrâ' dedi ki: ("Toz olduklarında" anlamındaki fiili): diye buyurmamış olması dağların tümünü tek bir yekûn, yeri de tek bir yekun gibi değerlendirmiş olmasından dolayıdır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Göklerle yer birleşik ve yapışık idi" (el-Enbiyâ, 21/30) âyetidir. Görüldüğü gibi, diye buyurmamıştır. Buradaki çarpıp toz etmek; zelzeleyi, sarsıntıyı andırır. Yüce Allah: "Yer kendine kas bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman" (ez-Zilzal, 99/1) âyetinde olduğu gibi. "Birbirlerine çarpıldıklarında" tek bir seriliş ile yayıldıklarında, anlamında olduğu da söylenmektedir. Nitekim devenin hörgücünün sırtı üzerinde yayıldığım anlatmak üzere: "Devenin hörgücü (sırtı üzerinde) yayıldı" denilmesi de buradan gelmektedir. el-Araf Sûresi'nde (7/143. âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Abdu'l-Hamid, İbn Amir'den "kaldırılıp" anlamındaki lâfzı; şeklinde şeddeli olarak, fiilin ikinci mef'ûle isnad edilmesi suretiyle okumuştur. Sanki aslı itibariyle: Ben kudretimize yahutta meleklerimizden birine yeri ve dağları yükledim" denilmiş, arkasından fiil ikinci mef'ûle İsnad edildiğinden, ona göre binası yapılmış gibidir. Eğer birinci mef'ûl getirilmiş olsaydı, o vakit fiilin ona isnad edilmesi gerekirdi. O bakımdan sanki: Kudretimize arz yükletildi, kudretimizce kaldırıldı" diye buyurmuş gibidir. Bununla birlikte dönüşüm yolu ile fiilin ikinci (mef'ûl) için bina edilmesi de câiz olabilir, O durumda: “Arz meleğe yükletildi" denilir. Bu da bir kimsenin: "Zeyd'e cübbe giydirildi" ile: "Cübbe Zeyd'e giydirildi" demesine benzer. 15İşte o günde olan olmuştur; "İşte o günde olan olmuştur." Kıyâmet kopmuş; gök yarılmış, ayrılmış ve parçaları birbirinden uzaklaşmış olacaktır. Şöyle de denilmiştir: İçinde bulunan meleklerin inmesi İçin gök ayrılacaktır. Buna delil yüce Allah'ın: "Ve o günde gökyüzü bulutla yarılacak, melekler ardı arkasına indirileceklerdir" (el-Furkan, 25/25) âyetidir. Dalın önceden geçmiş bulunmaktadır. 16Gök yarılmış ve o günde o, gevşemiş olacaktır. "Ve o günde o gevşemiş" zayıflamış "olacaktır." (Bu kökten olmak üzere) bina oldukça zayıfladığı takdirde: "Bina oldukça zayıfladı, zayıflar" denilir. İsm-i faili; ...diye gelir. "Zayıf, güçlü olmayan söz" denilir. O bakımdan şöyle denilmiştir: Gök daha önce sapasağlam iken gevşekliği itibariyle yün gibi olacaktır. Bu ise -belirttiğimiz gibi- meleklerin inmesi için böyle olacaktır. Kıyâmet gününün dehşeti dolayısıyla böyle olacağı da söylenmiştir. "Gevşemiş olacaktır" âyetinin, delik deşik olacaktır anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da İbn Şecere yapmıştır, Bu ise Arapların parçalanan kırba hakkında kullandıkları: "Su kırbası delik deşik oldu," tabirlerinden alınmıştır, Arapların mesellerinden birisinde de şöyle denilmektedir: "Kırbası delik deşik olan kimse ile Düzlükte suyu dökülmüş olanı bırak gitsin." Bu da aklı kıt ve kendisini koruyamayan kimse hakkında kullanılır. 17Melek(ler) de onun çevresinde olacak(lar.) O günde üstlerinde bulunan sekiz (melek), Rabbinin Arş'ını yüklenir. "Melek" âyetinden kasıt meleklerdir, cins ismidir, "...de onun çevresinde olacak" yani sema yarılıp çatlayacağı vakit semanın etrafında olacaklar. Çünkü sema onların mekânıdır. Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. el-Maverdî de şöyle demektedir: Belki de bu Mücahid ve Katade'nin görüşüdür. es-Sa'lebî ise bunu ed-Dahhak'tan naklederek şöyle demektedir: (Melekler) semanın çatlamayan kısımlarının kenarlarında bulunacaklardır. O, bu İfadeleriyle semanın meleklerin mekânı olduğunu, sema yarılıp patlayacağı vakit onun etrafında, kıyılarında bulunacaklarını kastetmektedir. Said b. Cübeyr dedi ki: Mana melek(ler) dünyanın kıyılarında bulunacaklardır. Yani onlar yere inecekler ve dünyanın kıyılarını, etrafını koruyacaklardır. Şöyle de açıklanmıştır: Sema parçalar haline döneceğinde melekler bizatihi çatlamamış bulunan o parçalar üzerinde duracaklardır. Bir diğer açıklamaya göre insanlar cehennemi göreceklerinde dehşete kapılacaklar. Bu vakit develerin kaçtıkları gibi kaçacaklar, fakat yerin hangi bölgesine giderlerse gitsinler mutlaka orada birtakım melekler görecekler, bu sefer geldikleri yere geri döneceklerdir. Şöyle de açıklanmıştır: "Onun çevresinde" cehennem ehlini oraya sürüklemek, cennet ehline de selâm vermek ve onlara ikramda bulunmak gibi kendilerine verilecek olan emirleri bekleyeceklerdir. Bütün bunlar da İbn Cübeyr'in açıklamasının ihtiva ettiği mananın çerçevesi içerisindedir. Buna da yüce Allah'ın: "... Melekler ardı arkasına indirileceklerdir" (el-Furkan, 25/25) âyeti ile; "Ey cin ve insan toplulukları! Eğer gökler ve yerin kenarlarından kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçın" (er-Rahmân, 55/33) âyeti -orada açıklamış olduğumuz üzere- delâlet etmektedir. "Çevre(ler)"; Huzeyl lehçesinde taraflar, köşe bucaklar anlamındadır. Tekili maksur olarak: diye, tesniyesi; ...diye gelir. "Asâ" lâfzının tesniyesinin; diye gelmesi gibi. Şair de söyle demiştir: "Ben o iki (helâk) yerine atılacak bir kimse değilim çünkü, Kavim arasında yeri doldurulma ihtimali en az kişi benim." Kuyunun kenarı ile kabre de bu isim verilir, "O günde üstlerinde bulunan sekiz (melek) Rabbinin Arş'ını yüklenir" âyeti hakkında İbn Abbâs şöyle demiştir: Bunlar sayılarını Allah'tan başka, hiçbir kimsenin bilmediği sekiz saf melektir. İbn Zeyd dedi ki: bunlar sekiz melektirler. el-Hasen de: Onların kaç tane olduklarını en iyi bilen Allah'tır. Sekiz mi yoksa sekizbin mi? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Bugün Arş'ı taşıyanlar dörttür. Kıyâmet günü olacağında yüce Allah onları dört melekle daha destekleyecektir. Böylelikle sekiz melek olacaklardır." Bunu es-Sa'lebî zikretmiştir. el-Maverdî de bunu Ebû Hüreyre'den rivâyet etmektedir. Ebû Hüreyre dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bugün onu (Arşı) dört melek taşımaktadır. Kıyâmet gününde de bunlar sekiz olacaktır." Mâverdi, Nüket, VI, H2, yayına hazırlayanın notuna göre hadis zayıftır. el-Abbas b. Abdi'l-Melik dedi ki: Bunlar dağ keçisi suretinde sekiz melektirler. Bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmektedir. Hadiste de şöyle denilmektedir: "Bu meleklerden herbirinin dört tane yüzü vardır. Biri adam yüzü, biri arslan yüzü, biri öküz yüzü, biri de kartal yüzüdür. Bu yüzlerin herbiri o tür için Allah'tan rızık diler. " Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda Umeyve b. Ebi's-Salt'ın: "Onun (Arşın) sağ ayağının altında adam ve öküz (suretinde melek) vardır, Diğerinin altında ise kartal ve aslan bekletilmektedir. Güneş her gecenin sonunda görünmektedir, Kırmızı olarak; onun rengi gül rengini andırır. Onlar için rahat bir şekilde (isteyerek) doğmuyor, Ancak azâb edilerek ve celde vurularak," Beyitleri okununca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Doğru söyledi" demiş Müsned, I, 256; Dârimi, II, 385; Heysemî, Mecmâ', VIII, 127 Râvilerinin, ItsdlLs yai İbn İshak dışında sika olduklarını belirterek Haberde zikredildiğine göre; "yedinci semanın üstünde sekiz tane dağ keçisi vardır. Bunların tırnakları ile diz kapakları arasındaki mesafe iki sema arasındaki mesafe gibidir. Onların sırtlan üzerinde de Arş vardır." Bunu el-Kuşeyrî zikretmiş bulunmaktadır. Tirmizî de bunu el-Abbas b. Abdu'l-Muttalib'in rivâyet ettiği bir hadis olarak zikretmiştir. Bu hadis tamamıyla daha önceden el-Bakara Sûresinde (2/29. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. es-Sa'lebî de mana ve lâfzı itibariyle buna yakın bir rivâyeti zikretmiştir. Merfu bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Arş'ın taşıyıcı melekleri dağ keçisi surecinde sekiz melektir. Bunların tırnakları ile diz kapakları arasındaki mesafe hızlıca uçan bir kuşun katedeceği şekilde yetmiş yıllık bir mesafedir. " Hâkim, Müstedrek, II, 410, 543 (-az farkla!; Deylemî, Firdevs, IV, 413 <:ı* Farkla) el-Kelbî'nin Tefsir'inde şöyle denilmektedir: Bundan maksat tamamı dokuz bölük olan meleklerden sekiz bölüktür. Yine ondan nakledildiğine göre tamamı on bölük olan meleklerden sekiz bölüktür. Sonra da nakledilmesi uzunca sürecek bir şekilde meleklerin sayılarını sözkonusu etmektedir. Birincisini ondan es-Sa'lebî, ikincisini de el-Kuşeyrî nakletmiştir. el-Maverdî de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini zikretmektedir: (Bunlar) dokuz kısımdan sekiz kısımdır. el-Kerûbiyyûn diye bilinenler bunlardır. Âyet yüce Allah Arş ile iner, demektir. Arş'ın Allah'a izafe edilmesi ise Beytin ona izafe edilmesi gibidir. Nasıl ki Beyt (ev) orada bulunmak için değilse, Arş da böyledir. "Üstlerinde" âyetinin anlamı başlarının üstünde demektir. es-Süddî dedi ki: Arş'ı taşıyıcı melekler üstlerinde taşırlar. Arş'ı taşıyanları ise Allah'tan başkası taşımaz. "Üstlerinde" âyetinin şu anlamda olduğu da söylenmiştir: Arşı taşıyanlar semanın etrafında bulunan meleklerin üstünde olacaktır. "Üstlerinde" âyeti, kıyâmet ehlinin üstünde, diye de açıklanmıştır. 18O günde -hiçbir şeyiniz gizli kalmaksızın- arzolunursunuz. "O günde" Allah'a ".,.arzolunursunuz." Buna delil de yüce Allah'ın: "Saf halinde Rabbine arzedilecekler" (el-Kehf, 18/48) âyetidir. Bu arz, daha önce Allah'ın bilmediği bir şeyi bu yolla öğreneceği bir arz değildir. Bunun anlamı hesaba çekmek ve amellerinin karşılığının verilmesi maksadı ile, onların cezalarını çekecekleri amelleri takrir etmek (söylemek ve itiraf ettirmek)dir. el-Hasen'in, Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre o şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İnsanlar kıyâmet gününde üç defa arzolunacaklardır. Bunların ikisinde tartışma ve mazeretler ileri sürülecek. İkincisinde ise; işte o vakit sahifeler uçuşarak, ellere ulaşacak, kimisi amel defterini sağ eliyle alacak, kimisi sol eliyle alacaktır." Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Hadis el-Hasen'in Ebû Hüreyre'den hadis dinlememiş olması açısından sahih değildir Tirmizi, IV, 617; İbn Mâce, II, 1430; Müsned, IV, -41'i "Hiçbir şeyiniz gizli kalmaksızın" yani O bütün amellerinizi, amellerinizle ilgili herşeyi bilendir. Buna göre; "Gizli (olan) bir şey": "Gizli şey" anlamındadır. Onların amellerinden gizleyip sakladıkları şey demektir. Bu açıklamayı İbn Şecere yapmıştır. Hiçbir insan ona gizli kalmaz yani hesaba çekilmeyecek bir insan kalmayacaktır, diye de açıklanmıştır. Abdullah b. Amr b. el-Âs dedi ki: Kâfir mü’minden, iyi günahkârdan gizli (ayırdedilmeksizin) kalmaz. Sizin hiçbir avretiniz dahi Örtülmez, gizlenmez, diye de açıklanmıştır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar çıplak ve elbisesiz olarak hazfedileceklerdir..." Buhârî, III, 1222, 1271,; Müslim, 11, 705, IV, 2194; Tirmizî, IV, 615, V, 432, İbn Mâce, II, 1429; Müsned, î, 223, VI, 53, 89 Âsım dışında Kûfeliler: "Gizli kalmaksızın" anlamı verilen lâfzı "ye" ile: diye okumuşlardır. Çünkü: "Gizli bir şey" lâfzının müennesliği hakiki değildir. Yüce Allah'ın: "O zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı" (Hud, 11/67) âyeti da buna benzemektedir. Bu okuyuşu Ebû Ubeyd tercih etmiştir. Çünkü fiil ile müennes olan isim arasına câr ve mecrur girmiştir. Diğerleri ise "te" ile okumuştur. Ebû Hatim bu okuyuşu -"gizli bir şey" anlamındaki lâfzın müennesliğİ dolayısıyla- tercih etmiştir. 19Kitabı sağdan verilmiş olana gelince; der ki: "İşte alın, okuyun kitabımı; "Kitabı sağdan verilmiş olana gelince" âyetinde sözü edilen kitabın sağdan verilmesi, kurtuluşa bir delildir. İbn Abbâs dedi ki: Bu ümmet arasından kitabı sağından verilecek ilk kişi -güneş ışığı gibi bir ışığı olduğu halde-Ömer b. el-Hattâb olacaktır. Ona: Peki Ebû Bekir nerede kaldı? diye sorulunca, Heyhat heyhat dedi. Melekler onu cennete götürmüş olacaklardır. Bunu Zeyd b. Sabit yoluyla gelen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ulaşan (merfu) bir hadis olarak lâfzıyla ve manasıyla "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Allah'a hamdolsun. "Der ki: İşte alın okuyun kitabımı!" Bunu İslâm'a güvenerek ve kurtuluşuna sevinerek söyleyecektir. Araplara göre "yemin: sağ" sevincin delilleri arasındadır. Şimâl (sol) ise kederin delillerindendir. Şair şöyle demektedir: "Açıkça söyle banaleyhisselâmen beni sağ elinde mi tutuyorsun, De ki; sevineyim; yoksa beni soluna mı aldın?" "İşte alın" gelin, demektir. Mukâtil de gelin, toplanın diye açıklamıştır. Alın anlamında olduğu da söylenmiştir. Faize dair haberde (hadiste) geçen: "Ancak al ve al demesi müstesnadır." Buhârî, II, 750, 760, 761; Müslim, III, 1209; Tırmizi, III, Î45; Ebû Dâvûd, III, 24H; Nesâî, VII, 243; İbn Mâce, II, 757, 759; Muvatta’, II, 637; Müsned, I, 24, 35 İfadesi, birinin diğerine, al demesi müstesnadır, anlamındadır. İbnu's-Sikkît ile el-Kisâî şöyle demektedir: Araplar bir kişiye: "Ey adam gel, oku!" İki kişiye: "Ey iki kişi gelin!" Üç kişiye: "Ey adamlar gelin!" Kadına hemzeyi kesreti olarak derler. Tesniye olursa çoğul olursa derler. (Çoğul erkekler için) bunun aslı ise şeklinde olup, "kef" yerine "hemze" getirilmiştir. Bu açıklamayı el-Kuteybî yapmıştır. Bir diğer görüşe göre; "İşte alın!" lâfzı sevinç ve huzurlu zamanlarda çağıran kimseye cevap vermek için öngörülmüştür. Rivâyet olunduğuna göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bedevi bir Arap yüksek bir sesle seslenmiş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da sesini uzatarak "İşte buradayım" diye cevap vermiştir. Tirmizî, V, 545, 546; İbni Hibbân, Sahih, IV, 150 "Kitabımı" lâfzı Kûfelilere göre "işte alın!" anlamındaki lâfız ile nasbedilmiştir. Basralılara göre ise; 'okuyun!" âyeti ile nasbedilmiştir. Çünkü iki âmilden daha yakın olanı budur. Aslı ise; "Kitabımı" şeklinde olup, "he" harfi "ye"nin üzerindeki fethanın açıkça telaffuzu için getirilmiştir. "He" aslında vakıf içindir. Aynı şekilde bunun benzeri olan; "Hesabıma, malımın, saltanatım" lâfızları da bu şekildedir. Yine el-Karia Sûresi'nde "nedir?" (el-Karia, 101/10) âyetinde de böyledir. Bu genel olarak hepsinde hem vakıf, hem vasıl hallerinde "he" ile okunmuştur. Çünkü bu kelimeler mushafta "he" ile yazılmıştır, o bakımdan okunuşları terkedilmez. Ebû Ubeyd ise bir taraftan sekt (susma) halinde kelimenin sonunda "he"yi getirmek bakımından lügate, diğer taraftan da hat'a (mushafın yazılışına) uygun olsun diye özellikle vakıf yapmaya dikkat etmeyi tercih etmiştir. İbn Muhaysın, Mücahid, Humeyd ve Yakub ise hepsinde vasıl halinde "he" harfini hazfederek, vakıf halinde ise isbat ederek okumuşlardır. Hamza onlara; "Malımın, saltanatım" lâfızlarında ve el-Karia'daki: "O nedir" kelimesinde onlara muvafakat etmiştir. Bu şekildeki kelimelerin tamamı yedi tanedir. Ilımlar bu suretle yer alan 19. âyetin, 20., 25, 1& , İH. ve 29. âyetlerin son kelimeleri ile el-Karifi Sûresi'nde geçen 10. ayet-i kerimenin sonuncu kelimesidir. Ebû Hatim ise -lugate uymak suretiyle- Yakub ve onunla birlikte olanların kıraatini tercih etmiştir. Vasıl halinde "he" ile okuyanlar da vakıf niyeti ile böyle okurlar. 20"Ben zaten hesabıma gerçekten kavuşacağımı biliyordum." "Ben zaten... gerçekten... biliyordum." İbn Abbâs ve başkalarından nakledildiğine göre (lâfzan: "zannediyordum" anlamındaki kelime) kesinlikle inanıyordum ve biliyordum, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Ben, Allah'ın günahlarım sebebiyle beni sorumlu tutacağını sanıyordum. İşte affederek bana lütufta bulundu ve beni günahlarım dolayısıyla sorumlu tutmadı. ed-Dahhâk dedi ki; Kur’ân-ı Kerîm'de mü’minler tarafından yapıldığı ya da yapılacağı belirtilen herbir "zan"; yakın (kesinlikle bilmek) anlamındadır. Kâfirler tarafından (yapıldığı ya da yapılacağı) belirtilen herbir zan ise "şek ve şüphe" anlamındadır. Mücahid dedi ki: Âhirete dair zan yakın, dünyaya dair zan ise şüphe anlamındadır. el-Hasen bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demiştir: Mü’min Rabbi hakkında hüsn-ü zan beslediğinden güzel amelde bulunmuştur. Münafık ise Rabbi hakkında kötü zan beslediğinden kötü amelde bulunmuştur. Âhirette "hesabıma gerçekten kavuşacağımı biliyordum." Bundan dolayı öldükten sonra dirilişi inkâr etmedim. Yani o ancak hesab gününden korktuğundan dolayı kurtulmuştur. Çünkü yüce Allah'ın mutlaka kendisini hesaba çekeceğine inandığından âhiret için çalıştı. 21Artık o hoşnud kalınan bir yaşayış içindedir: "Artık o, hoşnut bir yaşayış içindedir." Hoşnut olacağı ve hoşa gitmeyecek bir şeyin bulunmadığı bir yaşayış içerisindedir. Ebû Ubeyd ve el-Ferrâ' dedi ki: "Hoşnut olan (mealde hoşnut olacağı)" aslında "hoşnut olunan" anlamındadır. Tıpkı: "Fışkıran su" tabirinin; "Fışkırtılan su" anlamında oluşu gibi. Bunun, sahibi tarafından hoşnut kalınan bir yaşayış demek olduğu da söylenmiştir. Tıpkı süt sahibi olan kimseye; ile, hurma sahibi olan kimseye; denilmesi gibidir. Sahih'le Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir; "Onlar orada ebediyyen ölmemek üzere yaşarlar. Ebediyyen hastalanmamak üzere sağlıklarına kavuşurlar. Ebediyyen hiçbir kötü hal görmemek Üzere nimet içerisinde bulunurlar. Ebediyyen yaşlanmamak üzere genç kalırlar." Bu manada pek çok âyet ve hadis bulunmakla birlikle; Ktımıbi merhumun zikrettiği bu lâfızlarla bir hadis cesptt edemedik 22Yüksek bir cennette, 23Devşirilecek meyveleri yakındır. "Yüksek bir cennette..." yani insanların kalplerinde değeri pek büyük olup "devşirilecek meyveleri yakındır." El uzatıp yakalanması arasındaki mesafe uzak değildir. Ayakta olan da, oturan da, yatan da o meyveleri devşirebilir. İleride el-însan Sûresi'nde (76/14. âyetin tefsirinde) geleceği üzere. "Devşirilenler" lâfzı'in çoğulu olup "devşirilen mahsuller, meyveler" demektir. Mastarı: şeklindedir. "Devşirme zamanı" demektir. 24Geçmiş günlerde peşinen işledikleriniz sebebi ile afiyetle yeyin, için. "Geçmiş günlerde" yani dünyada "peşinen işledikleriniz sebebiyle" önceden yapmış olduğunuz salih ameller dolayısıyla "afiyetle" kursağınızda kalmasına, zevkinizin gölgelenmesine sebep teşkil edecek hiçbir şey olmaksızın "yeyin, İçin!" Yani onlara bu sözler söylenecektir. Yüce Allah'ın: "Artık o hoşnut bir yaşayış içindedir" diye buyurduktan sonra "yeyin..." diye buyurması "kitabı sağdan verilmiş olana" diye buyurması dolayısıyladir. Çünkü oradaki; "..-an, kimse' çoğul anlamını da ihtiva etmektedir. ed-Dahhak’ın belirttiğine göre bu âyet-i kerîme; Mahzumlu Ebû Seleme Abdullah b. Abdi’l-Esed hakkında inmiştir. Mukâtil de böyle demiştir. Bundan sonraki âyet-i kerîme ise kardeşi el-Esved b. Abdi’l-Esed hakkında inmiştir. İbn Abbâs'ın ve yine ed-Dahhak’ın görüşüne göre böyledir. Bu rivâyeti es-Sa'lebî nakletmiştir. Buna göre bu adam ve onun kardeşi bu âyetlerin nüzulüne sebep teşkil etmiş olmaktadır, bununla birlikte anlam bütün bedbaht kimseler ile bütün bahtiyar kimseleri genci olarak kapsamaktadır. Buna da yüce Allah'ın: "Yeyin, için" âyeti delil teşkil etmektedir. Şöyle de denilmiştir: Bundan maksat hayır ve serde kendisine tabi olunan herkestir. Şayet kişi hayırda bir baş olup ona davet ediyor, onu emrediyor ve ona uyanlar da çok kimseler ise; hem kendi ismi, hem de babasının adıyla davet edilir, o da öne geçer. Nihayet yaklaştığında ona beyaz yazı ile beyaz bir kitap çıkartılır. Kitabın iç tarafında kötülükler, dış tarafında iyilikler yazılı olacaktır. Önce kötülüklerden başlar, onları okur. Korkuya kapılır, yüzü sararır, rengi değişir. Kitabının sonlarına vardığında bu sefer onda şunların yazılı olduğunu görür: "İşte bunlar senin kötülüklerindir. Ben sana bağışlamış bulunuyorum." İşte bu vakit ileri derecede sevinir. Sonra kitabını çevirir, bu sefer iyiliklerini okur. Sevinçten başka bir şeyi anmaz. Nihayet kitabının sonuna varınca, onda şu yazıları bulur: "İşte bunlar da senin iyiliklerindir, bunlar sana kat kat verilecektir." Bu sefer yüzü ağarır, ona bir taç getirilir, başının üstüne konulur. Ona iki elbise giydirilir, herbir eklemine süs eşyaları takılır, altmış zira boy verilir. Bu da Âdem (aleyhisselâm)'ın boyudur. Ona şöyle denilir: Haydi arkadaşlarına git! Onlardan herbirisine bunun gibi mükâfatların verileceğini haber ver ve onları müjdele! Geri dönüp gidince bu sefer. "İşte alın, okuyun kitabımı! Ben zaten hesabıma gerçekten kavuşacağımı biliyordum" der. Yüce Allah da şöyle buyuracaktır: "Artık o hoşnut" olduğu hoşnut kalınan "bir yaşayış içindedir." Semada "yüksek bir cennette devşirilecek meyveleri" mahsûlleri, salkımları "yakındır" onlara yakınlaştırılmıştır. Arkadaşlarına: Beni tanıyor musunuz? diyecek, onlar: Seni bir lütuf ve ihsan kuşatmış bulunuyor, sen kimsin? diyecekler. Onlar: Ben filan oğlu filanım. Sizden herbir kişiye böylesini müjdeliyorum. "Geçmiş günlerde" dünya hayatının günlerinde "peşinen işledikleriniz" önden gönderdikleriniz "sebebi ile afiyetle yeyin için!" 25Kitabı sol tarafından verilen kimseye gelince; o da der ki; "Keşke kitabım verilmeseydi. 26"Ve keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. 27"Keşke bu (iş) bitmiş olsa idi. 28"(Çünkü) malımın bana faydası olmadı. 29"Saltanatım da beni bırakıp gitti." Şayet adam kötülükte bir önder; kötülüğe çağıran, kötülüğü emreden bir kimse olup bu hususta ona uyanların sayısı çok ise; ona da kendisi ve babasının ismi ile seslenilir. Hesabı için öne çıkar. Ona siyah yazılarla yazılmış, siyah bir kitap çıkartılır. İç tarafında iyilikler, dış tarafında kötülükler yazılı olacaktır. Önce iyilikleri okumaya başlar, onları okur kurtulacağını sanır. Kitabın sonuna ulaşacağı vakit onda: "İşte bunlar senin iyiliklerindir, senin yüzüne geri çevriliyorlar" yazılı olduğunu görür. Yüzü simsiyah kesilir, onu keder kaplar, hayırdan yana ümidini keser. Sonra kitabını tersine çevirir, bu sefer kötülüklerini okur. Okudukça sadece kederi artar, yüzünün siyahlığı çoğalır durur. Kitabının sonuna ulaşınca orada "bunlar senin kötülüklerindir ve senin aleyhine olmak üzere kat kat kazandırılmıştır" yani azap ona kat kat verilecektir; ibaresinin yazılı olduğunu görür. Yoksa bunun anlamı işlemediği şeyler ona fazladan ilave edilecektir, şeklinde değildir. Cehenneme atılmak üzere irileşir, gözleri morarır, yüzü simsiyah kesilir. Katrandan elbiseler giydirilir ve ona şöyle denilir: Haydi arkadaşlarının yanına git ve onlara aralarından herbir kişiye böylesinin yapılacağını haber ver, denilir, O da: "Keşke kitabım verilmeseydi ve keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Keşke bu İş bitmiş olsa idi" diyerek gidecek ve ölümü temenni edecektir. "Saltanatım da beni bırakıp gitti" (diyecek.) İbn Abbâs'ın tefsiri ise: Benim ileri sürebileceğim bir delilim kalmamıştır şeklindedir. Mücahid, İkrime, es-Süddî ve ed-Dahhak'ın da açıklaması budur. İbn Zeyd dedi ki: Bununla mülkün kendisi olan dünyadaki saltanatını kastetmektedir. İşte bu kişi, dünyada iken arkadaşları tarafından kendisine itaat olunan bir kimse idi. Yüce Allah da şöyle buyuracaktır: 30"Yakalayın onu ellerini de boynuna bağlayın onun. "Yakalayın onu; ellerini de boynuna bağlayın onun!" Denildiğine göre onu yüzbin melek alır, sonra eli boynuna bağlanır. İşte yüce Allah'ın: "Ellerini de boynuna bağlayın onun" âyeti bunu anlatmaktadır ki, onu böylece zincirlere bağlayın demektir. 31"Sonra cehenneme ulaştırın onu. "Sonra cehenneme ulaştırın onu!" Yani onun cehenneme varmasını, cehennemi boylamasını sağlayın. 32"Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun. "Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun." Bunun hangi Arşın ile olduğunu en iyi bilen Allah'tır. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. İbn Abbâs dedi ki: Meleğin arşını ile yetmiş arşın, Nevf ise: Herbir argın yetmiş kulaç ve herbir kulaç ise seninle Mekke arasındaki mesafeden daha uzak olacaktır, demiştir, O sırada Kûfe'nin meydanında bulunuyordu. Mukâtil dedi ki: Eğer bu zincirden bir tek halka bir dağın tepesine bırakılacak olursa, kurgunun eridiği gibi eriyecektir. Ka'b dedi ki: Yüce Allah'ın: "Yetmiş arşın uzunluğunda" diye buyurduğu zincirin bir halkası, dünyada bulunan bütün demirler kadardır. "Onu... vurun" âyeti hakkında Süfyan dedi ki: Bize ulaştığına göre bu zincir onun dübüründen girecek ve ağzından çıkacaktır. Mukâtil de böyle demiştir. Anlamı da: Sonra onun içine böyle bir zincir geçirin... demek olur. Bir diğer açıklamaya göre bu zincir boynuna geçirilecek, sonra bununla sürüklenec ektir. Haberde belirtildiğine göre bu zincir onun dübüründen girecek ve burun deliklerinden çıkacaktır. Bir başka haberde: Ağzından girecek, dübüründen çıkacak ve arkadaşlarına: Beni tanıyor musunuz? diye seslenecek, onlar: Hayır diyecekler. Fakat biz senin ne kadar horlanmış ve rüsvay edildiğini görüyoruz. Sen kimsin? Bu sefer arkadaşlarına: Ben filan oğlu filanım, sizden herbir kişi için bunun gibisi vardır, diyecektir. Derim ki: Bu tefsir bu âyet-i kerîme hakkında yapılmış açıklamaların en sahih olanıdır. Buna yüce Allah'ın: "O gün her sınıf insanı İmâmları ile çağırırız" (el-İsra, 17/71) âyeti delil teşkil etmektedir. Bu hususta Ebû Hüreyre'den gelmiş bu anlamda ve Tirmizî tarafından rivâyet edilmiş bir hadis vardır. Biz bu hadisi el-İsra Sûresi'nde (17/71. âyetin tefsirinde) zikretmiş bulunuyoruz, O hadisi oradan tetkik ed(ebihıs)iniz, 33"Çünkü o azametli Allah'a îman etmezdi. 34"Yoksulu yedirmeye de teşvik etmezdi." "Çünkü o azametli Allah'a îman etmezdi, yoksulu yedirmeye de teşvik etmezdi." (Âyetteki "yemek" anlamındaki lâfız) yemek yedirmek anlamındadır. Tıpkı: Verilen (maaş)ın: Vermek" anlamında kullanılması gibi. Şair de şöyle demiştir. "Sen benden ölümü geri çevirdikten sonra, Ve bana merada yayılan yüz (deveyi) vermenden sonra, nankörlük eder miyim hiç?" Görüldüğü gibi burada "verişinden sonra" demek istemiştir. Bu âyette yüce Allah, yemek yedirmeyi terkettiğinden ve cimriliği emredicinden dolayı küfür sebebiyle azaplandırıldığı gibi azaplandırılacağını açıklamaktadır. "Teşvik etmek" demektir. Yedirme'nin aslında mukadder mastar ile nasbedilmesi gerekir. Bu ise muayyen bir şeyi ifade eder. Bunun yoksula izafe edilmesi, yoksul ile yemeyip birbirleriyle ilçeliklerinden ötürüdür. Buna göre: Yemek" şeklinin tıpkı; Yemek yedirmek" gibi amel edeceğini kabul edenlere göre "yoksul" anlamındaki lâfız nasb konumundadır. Buna göre ifadenin takdiri de: Yemek yedirenin yoksulu yedirmesine..." şeklindedir, burada …ism- fâil hazfedilmiş ve mastar mef'ûle izafe edilmiştir. 35Artık bugün burada onun hiçbir yakın dostu yoktur. "Artık bugün burada onun hiçbir yakın dostu yoktur" âyetinde yer alan: “yoktur" lâfzının haberi: “Onun" âyetidir. Haber: “Burada" âyeti olamaz. Çünkü o takdirde mana: O gün orada Gıslînden başka yiyecek bir şey yoktur, şeklinde olur ki; bu doğru bir mana olamaz. Çünkü orada ondan başka yiyecek şeyler de olacaktır, "Burada" anlamındaki lâfız; "Onun" lâfzındaki fiil manasına taalluk etmektedir. "Yakın dost (el-hamîm)" burada yakın kimse demektir. Yani onun orada kendisine karşı kalbi yumuşayacak ve onun üzerindeki azâbı savacak hiçbir yakını yoktur. Bu da sıcak su demek olan "el-hamim"den alınmadır. Sanki, kendisine karşı kalbi yumuyaşıp, onun için kalbi yanan arkadaş, gibi bir anlam taşımaktadır. 36Gıslînden başka hiçbir yiyeceği de yok. "Gıslîn" yıkamak anlamındaki "el-gasl"den "fi'lîn" vezninde bir kelimedir. Sanki bu bedenlerinden yıkanan bir şey gibidir. Gıslîn cehennem ehünin yaralarından ve fertlerinden akan irindir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. ed-Dahhak ile er-Rabî' b. Enes de şöyle demişlerdir: Bu, cehennemliklerin yiyeceği bir ağaçtır. "el-Gisl" ise kendisi ile başın yıkandığı hıtmi ve başka (hoş kokulu bitkiler) gibi şeylerdir. el-Ahfeş dedi ki: "el-Gıslîn': de buradan gelmekte olup, bu cehennemliklerin etlerinden ve kanlarından yıkanan (süzülüp, akan) şeydir. Buna (lam'dan sonra) "ye" ile "nun"un fazladan getirilmesi tıpkı: "Bir işe büyük bir deha ile nüfuz eden mükemmel ve güçlü adam" kelimesine ilave edildiği gibi eklenmiştir, Katade: O en kötü ve en korkunç olan bir yiyecektir. İbn Zeyd dedi ki: Bunun da zakkumun tanesi olduğu bilinmez. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar için Darî'den başka bir yiyecek yoktur." (el-Gâşiye, 88/6) Darî'in gıslînden olması mümkündür. İfadede takdim ve tehir olduğu ve anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Artık bugün burada onun için gıslînden olanın dışında herhangi bir hamîm (kaynar su) yoktur. Bu durumda sıcak su demek olur. "...Başka hiçbir yiyeceği de yok." Yani onların kendisinden yararlanacakları bir yemekleri olmayacaktır. 37Onu da ancak hata işleyenler yer. "Onu da ancak hata İşleyenler" günahkârlar "yer." İbn Abbâs müşrikler kastedilmiştir, demiştir. "Hata işleyenler" anlamındaki lâfız "hemze" yerine "ye" getirilerek: diye okunduğu gibi "ye"siz olarak diye de okunmuştur. İbn Abbâs'tan -bu son okuyuşa işaret olmak üzere-; "Adım atanlar" da ne oluyor? Hepimiz adım atıyoruz dediği rivâyet edildiği gibi; Ebû'l-Esved ed-Duelî İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Adım atanlar" ne oluyor? Bunun doğrusu ancak "hata işleyenlerdir, "es-sâbûn" da ne oluyor? Doğrusu ancak es-sabiundur. Bununla birlikte ("adım atanlar" anlamındaki "ye"siz okuyuş ile) hakkı geçerek, batıla girenler ve yüce Allah'ın hadlerini aşıp gidenlerin kastedilmiş olma ihtimali de olabilir. 38Hayır, yemin ederim ki gördüğünüz şeylere, 39Görmediğiniz şeylere de; "Hayır, yemin ederim ki gördüğünüz şeylere, görmediğiniz şeylere de" âyetinin anlamı şudur: Ben, ister görünüz, ister görmeyiniz herşeye yemin ediyorum. Buna göre buradaki; "Hayır" sıla (zâid)dir. Bunun daha önce geçmiş bir sözü red anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani durum müşriklerin dediği gibi değildir. Mukâtil dedi ki: Buna sebeb de şudur: el-Velid b. el-Muğire: Şüphesiz ki Muhammed bir büyücüdür, demişti. Ebû Cehil: Şair, Ukbe ise: Kâhindir demişti. Yüce Allah da; "Hayır, yemin ederim ki" diye buyurmaktadır. Yani yemin ediyorum ki. Buradaki "hayır" anlamındaki lâfzın kasemi nefyetmek olduğu da söylenmiştir. Yani bu hususta hak apaçık ortada olduğundan dolayı yemin etmeye gerek yoktur. Buna göre bu edatın da cevabı, kasemin cevabı gibi olur: 40Muhakkak ki o, şerefli bir elçinin okuduğu sözüdür. "Muhakkak ki o" yanı Kur'ân-ı Kerîm "şerefli bir elçinin" el-Hasen, el-Kelbî ve Mukâtil 'in görücüne göre Cebrâîl'in "sözüdür." Bunun delili de: "Şüphe yok ki o çok şerefli bir elçinin sözüdür. Büyük güç sahibi, Arş'ın sahibinin nezdinde yüksek bir mevki sahibi olan elçinin (sözüdür)" (el-Tekvîr, 81/19-20) âyetidir. Yine el-Kelbî ve el-Kutebî şöyle demektedir: Burada rasöl (eki)den kasıt Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Çünkü (bir sonraki âyet-i kerimede): "O bir şair sözü de değildir" diye buyurulmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sözü değildir. O Allah'ın sözüdür. Sözün Allah'ın Rasûlüne nisbet edilmesi, onu okuyanın, tebliğ edenin ve gereğince amel edenin o oluşundan dolayıdır! Bu da bizim: Bu, İmâm Mâlik'in sözüdür, dememize benzer. 41O, bir şair sözü de değildir. Ne kadar az inanırsınız! 42Bir kâhin sözü de değildir. Ne kadar az düşünüp İbret alırsınız! "O bir şair sözü de değildir." Çünkü bütün sür türlerinden farklıdır. "Bir kâhin sözü de değildir." Çünkü bu sözde şeytanlar yerilmekte, onlara hakaret edilmektedir. Kendilerini yeren, kendilerine hakaret eden birisine hiçbir şey indirmezler. "Ne kadar az inanırsınız" âyeti ile! "Ne kadar az düşünüp ibret alırsınız!" âyetinde: fazladan gelmiştir. Pek az Îman edersiniz, pek az ibret ve öğüt alırsınız demektir. Onların bu az îmanları isç kendilerine, kendilerini kimin yarattığı sorulduğu takdirde, Allah'tır demeleridir. Bununla birlikte bu edalın fiil ile birlikte mastar olması ve: "Az" lâfzının bu edattan sonraki fiil ile nasbedilmesi de câiz değildir. Çünkü o vakit sıla mevsule takdim edilmiş olur. Zira mastarın kendisinde amel ettiği şey, mastarın sılasındandır. İbn Muhaysın, İbn Kesîr, İbn Âmir ve Yakub...îman ediyorlar" ile;...düşünüp, ibret alıyorlar" diye "ye" ile okumuşlardır. Diğerleri ise "te" ile okumuşlardır. Çünkü bundan öncesi de, sonrası da hitap kipi iledir. Çünkü ondan önce: "Gördüğünüz" ondun sonra ise: "Sizden hiçbir kimse..." (47, âyet) şeklindedir. 43O âlemlerin Rabbi tarafından İndirilmedir. "O âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir" âyeti daha önce gecen: "Muhakkak ki o şerefli bir elçinin okuduğu sözüdür" (20. âyet) âyetine atfedilmiştir. Şüphesiz ki o, şerefli bir elçinin de sözüdür ve o âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir, demektir. 44Eğer bazı sözleri oydurup Bize isnâd etseydi "Eğer bazı sözleri uydurup bize isnad etseydi" âyetinde geçen: “Uydurup isnad etseydi" âyeti, kendisini olmadık bir külfetin altına sokarak kendiliğinden uydurduğu bir söz ortaya koymuş olsaydı, demektir. Bu fiil meçhul kip İle; Eğer uydurulup isnad edilseydi..." diye de okunmuştur. 45Biz onu elbette kudretimizle alıverirdik. "Biz onu elbette kudretimizle alıverirdik." Güçle, kuvvetle alırdık. "Onu" lâfzındaki: zâid bir sıladır, Bu âyette kuvvet ve kudret "yemin: Sağ" ile ifade edilmiştir. Çünkü herşeyin gücü sağlarındadır. Bu açıklamayı el-Kutebî yapmıştır. İbn Abbâs ve el-Mücahid'in açıklamalarının anlamı da budur. eş-Şemmâh'ın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Şan ve şeref için bir sancak yükseltildi mi Hemen Arâbe onu sağı ile yakalayıverir." Yani kuvvetle alır. Arâbe, ensardan Evs kabilesine mensub bir adamın adıdır. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Güneşin ışığının, doğarken parıldadığım görünce, Ben de ondan ihtiyacım olanı sağımla (kuvvetle) aldım." es-Süddî ve el-Hakem; "sağ ile" âyetini "hak ile" diye açıklamışlardır. Şairin: "Arâbe onu yemini ile alır." Yani sözü hakkıyla alır, demektir. 46Sonra da kalbinin damarını elbette koparırdık. el-Hasen: Elbette onun sağ elini koparırdık, diye açıklamıştır. Elbette onun sağ elini iş yapamaz bir hale getirirdik, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Neftaveyh yapmıştır. Ebû Cafer et-Taberî dedi ki: Bu ifade, insanların adetleri üzere, cezalandırılan kimsenin elinin yakalanması şeklinde zelil kılınması anlamında kul- "Bana bildirip de yükümün arasına katarsan Arâbe'yi, ve tın (denilen kalbin en kalın damarının) kanı senin boğazında tıkansın." Mücahid dedi ki: Bu kalbin sırttaki bağlantısıdır ki; buna da omurilik denilir. Bu koptu mu bütün güçler çalışmaz olur ve kişi ölür. el-vetini (açıklamalara göre aort damarı ya da omuriliği) kopan kimseye denilir. Muhammed b. Ka'b dedi ki: Bundan kasıt kalp, kalbin zarları ve ona bitişik olan şeylerdir. el-Kelbî dedi ki: Bu boyun damarları ile boğaz arasındaki bir damardır. Boynun iki damarı arasında bu damar bulunur. İkrime dedi ki: "el-Vetîn (denilen bu damar)" koptuğu takdirde kişi ne acıkırsa acıktığını, ne doyarsa doyduğunu bilir. 47O zaman da sizden hiçbir kimse bunu ona yapmamıza engel olamazdı. "O zaman da sizden hiçbir kimse bunu ona yapmamıza engel olamazdı" âyetindeki: ...maz" edatı nefy (olumsuzluk) içindir. "Hiçbir kimse" ise çoğul anlamındadır. Bundan dolayı onun sıfatı da çoğul olarak gelmiştir. Yani aranızdan hiçbir topluluk ona bunu yapmamıza engel olamazdı. Yüce Allah'ın: "Peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız" (el-Bakara, 2/285) âyetinde olduğu gibi. Çünkü "arasında" lâfzı ancak iki ve lanıknıştır. Nitekim Sultan zelil kılıp alçaltmak istediği kimse hakkında: Ellerini yakalayın, der. Yani elbetteki Biz elinin yakalanmasını emreder ve onu cezalandırmakta ileri giderdik. "Sonra da kalbinin damarını elbette koparırdık." Bununla kalbin en büyük damarını (aort) kastetmektedir. Onu helâk ederdik, demektir. Bu da kalbin kendisine asılı bulunduğu bir damar olup, koptuğu takdirde kişi ölür. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve çoğu kimse yapmıştır. Şair şöyle demektedir: daha fazla kişi hakkında kullanılır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Ganimetler sizden önce başları siyah hiçbir kimseye helal olmamıştır." Görüldüğü gibi burada "kimse" lâfzı tekit olmakla birlikte çoğul anlamındadır. Âyetteki: (ey. ) ise fazladan gelmiştir. "Engel olmak" demektir. "Engel kimseler" lâfzının, "kimse" anlamındaki kelimenin -belirttiğimiz üzere manası gözönünde bulundurularak- sıfatı olması mümkündür. Bu durumda cer ınahallindedir. Haberi ise, "Sîzden .,. kimse" lâfzıdır. Haber olarak nasb konumunda olması da mümkündür. O takdirde "sizden" anlamındaki lâfız lağv olur ve: "Engel" lâfzına taalluk eder. Bu durumda lağv olan bu lâfzın arada bulunması, haberin nasb olmasına engel olmaz. Tıpkı: "Zeyd'in sana rağbeti vardı" tabirinde araya gelen faslın (Zeyd lâfzını nasbetmesine) engel olmadığı gibi. 48Doğrusu o takva sahibleri İçin bir öğüttür. "Doğrusu o" Kur'ân-ı Kerîm "takva sahipleri için" Allah'tan korkan kimseler için "bir öğüttür." Bu âyetin bir benzeri daha önce el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/1-2. âyetler, 4. başlıkta) açıkladığımız gibi: "Takva sahipleri için bir hidâyettir" (el-Bakara, 2/2) âyetidir. Maksadın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu da söylenmiştir. Yani o bir ibret ve öğüt, bir rahmet ve bir kurtuluştur. 49Aranızda yalanlayanlar olduğunu da elbette biliriz Biz. "Aranızda yalanlayanlar" er-Rabî'; Kur'ân’ı yalanlayanlar "olduğunu da elbette biliriz Biz." 50Ve şüphesiz ki o, kâfirler için bir hasrettir. "Ve şüphesiz ki o" yani yalanlamak "kâfirler için bir hasrettir." Hasret; pişmanlık demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Muhakkak Kur'fın-ı Kerîm kıyâmet gününde ona îman edenlerin mükâfatını görecekleri vakit kâfirler aleyhine bir hasret sebebi olacaktır. Bir başka açıklamaya göre: Maksat onların benzeri bir süre meydana getirmeleri için onlara meydan okunduğunda ona karşı duracak bir sözü ortaya koyamadıkları vakit dünyadaki hasretleridir. 51Ve muhakkak ki o, kesin bilginin gerçeğidir. "Ve muhakkak ki o, kesin bilginin gerçeğidir." Yani o büyük Kur ân aziz ve celil olan Allah tarafından indirilmiştir. Ondan dolayı o yakîn gerçeğin ta kendisidir. Şöyle de açıklanmıştır: Bunun kıyâmet gününde onlar için mutlaka bir hasret olacağı kesin ve şüphesiz bir gerçektir, demektir. Buna göre: "Ve şüphesiz ki o ... bir hasrettir" âyeti kendisi sebebiyle hasret çekilecektir, anlamına gelir. O halde "hasret çekmek" anlamında bir mastardır. Bundan dolayı müzekker kabul edilmesi caizdir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Bu bir kimsenin: Bu yakînin (kesin bilginin) ta kendisidir ve bu katıksız yakîn (kesin bilgi)dir; demesine benzer. Eğer "kesin bilgi" sıfat olsaydı, ona izafede bulunulması câiz olmazdı. Nitekim -bu zarif adamdır anlamında demlemeyeceği gibi. Şöyle de denilmiştir: Lâfızların farklı ulusu dolayısıyla hakkı bizzat kendisine izafe etmiştir. 52O halde büyük Rabbini ismi ile tesbih et. "O halde büyük Rabbinİ ismi ile tesbih et." İbn Abbâs'a göre Rabbin için namaz kıl, demektir. Allah'ı eksiklik ve kötülüklerden tenzih el, anlamında olduğu da söylenmiştir. HAKKA SÛRESİNİN VE ONYEDİNCİ CİLDİN SONU MEÂRİC SÜRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın Âd İle Mekke'de inmiş olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Kırkdört âyettir. 1İsteyen biri inecek azâbı istedi. "İsteyen biri İnecek azâbı istedi" âyetindeki: “İsteyen biri İstedi" âyetini Nâfî' ve İbn Âmir hemzesiz olarak: diye okumuşlardır. Hemzeli okuyanların okuyuşuna göre; istemek, sormak"dan gelir. "Azâb" kelimesinin basındaki "be" harfinin zâid olması da mümkündür,...den, dan; hakkında" anlamında olması da mümkündür. "İstemek" dua etmek anlamındadır. Buna göre, bir kimse bir azâbı dua. ederek istedi demek olur. Bu açıklama İbn Abbâs ve başkalarından rivâyet edilmiştir. Filana veyl ile beddua elli" ve; Filana azâb gelmesi için beddua elti" denilir. Yine; Zeyd'i davet ettim': yani onun huzura getirilmesinin yollarım aradım, denilir. Buna göre bir kimse kâfirlerin başına getirilecek bir azâbın gelmesini istedi. Bu azâb, kıyâmet gününde kaçınılmaz olarak onları bulacaktır. Bu açıklamaya göre ise "be" fazladan gelmiştir. Yüce Allah'ın: "Yağ veren" (el-Mu'minün, 23/20) âyeti ile: "O kuru hurma ağacını kendine doğru salla..." (Meryem, 19/25) âyetinde olduğu gibi. Buna göre bu harf tekid için gelmiştir. İsteyen biri, meydana gelecek bir azâbı isledi, demektir. 2O kâfirler içindir; onu önleyebilecek yoktur. "O kâfirler içindir." Kâfirler üzerine (inecektir), demektir. Bu kişi en-Nadr b. el-Hâris'dir. O şöyle demişti: "Ey Allah! Eğer bu Senin katından gelen hakkın kendisi ise durma, bizim üzerimize gökten taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azâb gönder." (el-Enfal, 8/32) Onun bu istediği gelmişti. Bedir günü o ile Ukbe b. Ebi Muayl esir alındıktan sonra öldürülmüşlerdi, Bunu İbn Abbâs ve Mücahid söylemiştir. Burada azâbın gelmesini isteyenin el-Hâris b. Kuman el-Fihrî olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki; o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ali (radıyallahü anh) hakkında: "Ben her kimin mcvlâsı isem (dostu ve yakını isem) Ali de onun mevlâsı (dostu ve yakını)dır" dediğini haber alınca, devesine binerek geldi ve el-Ebtah denilen yerde devesini çöktürdükten sonra; ey Muhammed dedi, sen bize Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, senin Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmemizi emrettin, senin bu emrini kabul ettik. Beş vakil namaz kılmamızı emrettin, senin bu emrini de kabul ettik. Mallarımızın zekâtını vermemizi emrettin, bu emrini de kabul ettik. Her sene ramazan ayında oruç tutmamızı emrettin, bunu da kabul ettik. Hac etmemizi emrettin, bunu da kabul ellik. Sonra bununla da yetinmeyerek bu sefer amcanın oğlunu bizden üstün kıldın. Bu senin bizzat kendinin yaptığı bir iş mi, yoksa Allah'tan gelen bir şey mi? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin olsun ki; bu ancak Allah'tan gelen bir iştir." el-Hârîs: Allah'ım, eğer Muhammed'in dediği gerçek ise Sen üzerimize ya semadan bir taş yağdır yahut bize çok acıklı bir azâbı getir, diyerek geri dönüp gitti. Allah'a, yemin ederim, henüz daha devesine varmadan Allah onun üzerine bir taş attı, bu taş beyninin üzerine düştü, dubüründen çıktı ve onu öldürdü. Bunun üzerine de: "İsteyen biri inecek azâbı istedi" âyeti nazil oldu. İsteyen kişinin Ebû Cehil olduğu ve bu sözleri onun söylediği de söylenmiştir. Bu da er-Rabi'in görüşüdür. Bu sözlerin Kureyş kâfirlerinden bir topluluk tarafından söylendiği de söylenmiştir. Bir görüşe göre; kâfirlerin üzerine azâbın inmesini dileyen kişi Nûh (aleyhisselâm)'dır. Bir başka görüşe göre bu kişi Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. O, ilahi azâbın indirilmesi için dua etti ve Allah'ın bunu kâfirlerin başına getirmesini istedi. Halbuki bu azâb kaçınılmaz olarak onları gelip bulacak bir şeydi. Bu sözler yüce Allah'ın: "O halde sen güzel bir sabır ile sabret!" (el-Meâric, 70/5) âyetini kadar devam etmektedir. Yani sen acele etme, çünkü o pek yakındı: Şayet be harfi; ..den, dan, hakkında" anlamında ise -ki bu Ka-".jJc'nın görüşüdür- sanki bir kimse azâbın kimin başına ineceğine ya da ne zaman olacağına dair soru sormuş gibi bir anlam ifade eder. Yüce Allah; "Sen bunu bir bilene sor?" (el-Furkan, 25/59) âyetindeki: Bunu" âyeti: Onun hakkında, ona dair... sor" anlamındadır, Alkame de söyle demiştir: "Eğer sizler bana kadınlara dair soracak olursam, şüphesiz ki ben Kadınların hastalıklarını çok iyi bilen bir doktorum." Görüldüğü gibi ("be" edatı ile) burada: Kadınlar hakkında, kadınlara dair" anlamındadır. Nitekim; "biz filana dair soru sormak için çıktık" denilirken, denilebileceği gibi; (son kelimenin yerine); da denilebilir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Onlar azâb kimin başına gelecektir ve kime olacaktır? diye sordular. Yüce Allah da: "O, kâfirler içindir" diye buyurdu. Ebû Ali ve başkaları şöyle demiştir: Eğer bu: İstemek” kökünden geliyor ise bunun asıl itibariyle iki mef'ûle geçiş yapması gerekir. Bununla birlikte tek bir mef'ûl ile yetinmesi de mümkün olur. Eğer tek bir mef'ûl ile yetinecek olursa, bu tek mef'ûle de cer harfi ile geç, iş yapması câiz olur. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Bir kimse Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yahutta müslümanlara bir azâbı yahut bir azaba dair soru sordu. (........) bunu hemzesiz okuyanların okuyuşu da iki türlü açıklanabilir: Birincisine göre bu; Sormak, islemek" kelimesinin bir söyleyişidir ve bu Kureyş şivesîdir. Araplar da: İstedi, ister, sordu, sorar" diye kullanırlar. Tıpkı: Nail oldu, nail olur" ve; Korktu, korkar" gibi kullanırlar. İkinci açıklamaya göre bu "seyelân"den gelen bir şekil olabilir. Bunu da İbn Abbâs'ın: Bir sel aktı' şeklindeki kıraati desteklemektedir, Abdurrahman b. Zeyd dedi ki: İsmi "Sâil" olan cehennem vadilerinden bir vadi (sel dolup) aktı. Bu Zeyd b. Sâbit'in de görüşüdür. es-Sa'lebî dedi ki: Birinci görüş, daha güzeldir. Nitekim el-A'şâ hemzeyi hafifleterek (yani harf-i med gibi okuyarak) şöyle demiştir: "Benden (kendilerini) boşamamı istediler, çünkü gördüler Malımın azaldığını. Hem siz, bu işi tepkiyle karşılayarak bana geldiniz." es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: el-Ahfeş dedi ki: 'Çıkıp filâna dair soru sorduk" anlamında, denildiği gibi; da denilebilir. Bazen bu fiilin hemzesi hafifletilerek okunur Sordu, sorar" denilir. Şair de şöyle demiştir: "Ve öldürülmek için kendisine yetişilmiş ölüm emareleri kendisini bürüyen bir kişi ki İç çamaşırının kendisine lütfedilmesini istedi. (Çünkü) o etek traşı olmamıştı," el-Mehdevî dedi ki: "İstedi" anlamındaki lâfzı; diye "hemze"siz okuyanların kıraatine göre; "hemze"yi "elif'e dönüştürmek suretiyle hafifleterek okumuş olmaları mümkündür. Bu ise kıyasa uygun olmayan bir ibdâldir. Diğer taraftan elifin: Sordum, soranın" fiilini; Korktum, korkarım" gibi kullananların kullanımına göre "vav"dan "elife kalbolmuş olması da mümkündür. en-Nehhâs dedi ki: Sîbeveyh; Sordum, sorarım" fiilinin: Kürklüm, korkarım" gibi ve bunun (hemzeli şekli olan): Sordum" anlamında kullanıldığını nakletmekte ve şu beyiti zikretmektedir: "Huzeyl, Rasûlullah'dan çok çirkin bir istekte bulundu, Bu isteği sebebiyle Huzeyl sapıttı ve isabet etmedi." O ikisinin biri diğerine soruyor" denilir. el-Mehdevl dedi ki: Bunun "ye"den bedel olması yani; Aktı, akar" fiilinden gelmiş olması da mümkündür. O takdirde: (mealde hemzeli okuyuşa göre: isteyen biri) cehennemdeki bir vadi" olur. Bu durumda birinci görüşe göre bu lâfzın hemzesi uslidir, ikinci görüşe göre "vav'dan bedeldir, üçüncü görüşe de "ye"den bedeldir. el-Kuşeyrî dedi ki: isteyen biri" lâfzı henızelidir. Çünkü eğer bu lâfız: İstedi, sordu" hemzeli fiilinden gelmekte ise hemzelidir. Eğer hemzesiz bir fiilden gelmişse yine hemzelidir. Tıpkı: Söyleyen" ve Korkan" şekillerinde olduğu gibi. Çünkü "ayn" (fiilin yalın halinin ikinci harfi) bu fiilde illetli harf olduğu gibi, ism-i failde de illetli harf olmuştur. Başka kelime ile karışma korkusu dolayısıyla bu illetli harfte harf hazfi yoluna gidilmemiştir. Ondan dolayı bu harf, hemzeye kalbedilmiştir. Bu durumda hemze'yı hemze İle "ye" arasında olacak şekilde tahfif ile (şeddesiz) okumak da mümkündür. "İnecek" yani kâfirlerin başına inecek. 3O, üstün ve yüce dereceler sahibi Allah'tandır. Yüce Allah, bu azâbın "dereceler sahibi" Allah'tan geleceğini de beyân etmektedir. el-Hasen dedi ki: Yüce Allah: "İsteyen biri inecek azâbı istedi" âyetini indirince, o kimin içindir diye soruldu, yüce Allah "kâfirler İçindir" diye buyurdu. Buna göre "kâfirler" lâfzının başına gelen (ve "için" anlamını veren): "lâm" harfi "inecek" anlamındaki lâfza taalluk etmektedir. el-Ferrâ' dedi ki: Âyet, kâfirler için vâki olacak bir azâbı (biri İstedi) takdirindedir. Buna göre "inecek" lâfzı "azâb"ın sıfatıdır. 'Lâm" harfi de "azâb" için getirilmiş olmaktadır. "İnecek" için getirilmiş değildir. Yani bu azâb, âhirette kâfirler içindir ve kimse bu azâbı onlardan uzaklaştıramayacaktır. Buradaki "lâm"ın: Üzerine" anlamında olduğu da söylenmiştir ki mana: Kâfirler üzerine inecek..." demek olur. Ubeyy'in kıraatinin böyle olduğu rivâyet edilmiştir. ...den, dan" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani: Allah'tan gelecek (olan bu azâbı) kâfirlerden uzaklaştıracak yoktur" demek olur. Yani bu azâb "Meâric" sahibi Allah tarafındandır. "Meâric" yükseklik, faziletli dereceler ve nimetler demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve Katade yapmıştır. Buna göre "Meâric" O'nun yarattıklarına ihsan ettiği nimetlerin mertebelerini ifade eder. Azamet ve yükseklik sahibi anlamına geldiği de söylenmiştir. Mücahid dedi ki: Bunlar semanın dereceleridir. Meleklerin çıktığı dereceler (basamaklar) olduğu da söylenmiştir. Çünkü melekler semaya yükselirler. O bakımdan yüce Allah, kendi zatını bununla nitelendirmiş olmaktadır. "Meâric"'in yüksek odalar, köşkler anlamına geldiği de söylenmiştir ki; O yüksek köşklerin sahibidir, demek olur. Bu da; o cennette dostlarına yüksek köşkler yaratmıştır, demek olur. Abdullah (b. Mesud); "Üstün ve yüce dereceler sahibi" anlamındaki lâfzı "ye" ilave ederek: diye okumuştur. Bir derece, miraç" denilir. Çoğulları; ...diye gelir. Anahtar'ın çoğulunun; diye gelmesi gibi. "Meâric" dereceler demektir. Yüce Allah'ın "Üzerlerine çıkacakları merdivenleri..." (ez-Zuhruf, 43/33) âyetinde de bu kabildendir. 4Melekler de, Ruh da oraya miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselir. "Melekler de, Ruh da... yükselir." Yani yüce Allah'ın kendileri için takdir etmiş olduğu, o yüksek dereceler üzerinde yükselirler. İbn Mes’ûd, arkadaşları, es-Sülemî ve el-Kisâl ("te" harfi yerine) "ye" ile çoğul kastederek; diye okumuşlardır. Bunun diğer sebebi ise onun: "Melekler" hıfzını müzekker kabul ediniz, müennes olarak değerlendirmeyiniz, demiş olmasıdır. Diğerleri ise yine çoğul kastı ile "te" ile okumuşlardır. "Rûh" Cebrâîl (aleyhisselâm)'dır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmış olup delili yüce Allah'ın: "Onu Ruhu'l-Emin indirdi" (eş-Şuara, 26/193) âyetidir. Bunun yaratılış itibariyle pek azametli bir başka melek olduğu da söylenmiştir. Ebû Salih de şöyle demiştir: Bu yaratılış itibariyle insanlar gibi olmakla birlikte, insan olmayan, Allah'ın yarattıklarından bir yaratıktır. Kabisa b. Züeyb dedi ki: Bu ölenin kabzolunduğu vakitki ruhudur. "Oraya" yani yerleri olan o mekâna ki o da semâdır.- Çünkü sema yüce Allah'ın lütuf ve ihsanlarının mekânıdır. Bunun İbrahim (aleyhisselâm)'ın söylediği: "Ben Rabbime gidiciyim" (es-Sâffât, 37/99) sözüne benzediği de söylenmistir. Bu da Allah'ın bana emrettiği yere gidiyorum, demektir. Buradaki "oraya" âyetinin Arşına anlamında olduğu da söylenmiştir. "Miktarı ellibin yıl olan bir günde" âyeti hakkında Vehb, el-Kelbî ve Muhammed b. İshak şöyle demişlerdir: Yani meleklerin kendi yerleri olan o mekâna yükselmeleri başkalarına göre eğer yükselecek olsalardı, ellibin yıllık olan bir sürede gerçekleşir. Yine Vehb dedi ki: Yerin en altı ile Arş'a kadar olan mesafe, ellibin yıllık bir yoldur. Mücahid'in görüşü de böyledir. Bu âyet-i kerîme ile es-Secde Sûresi'nde yer alan: "Sonra miktarı sizin saymanıza göre bin yıl olan bir günde" (es-Secde, 32/5) âyetlerini birbiri ile telif ederek şöyle demektedir: "Miktarı ellibin yıl olan bir günde" âyeti emrinin vardığı son yer olan yerlerin en altından, semavatın en yukarısına kadarki mesafe ellibin yıldır. Buna karşılık yüce Allah'ın es-Secde Sûre.-: alar. 'miktarı bin yıl olan bir günde" âyeti ile kastettiği ilâ-r.i =-rrj\r. dünya semasından yere inmesi, yerden semaya çıkması ise, bin yıl günde gerçekleştiğidir. Çünkü sema ile yer arasındaki mesafe beşyüz Yine Mücahîd'den ve el-Hakem ile İkrime'den şöyle dedikleri zikredilmektedir: bu, dünya ömrünün süresidir. Yaratıldığı ilk günden İtibaren geriye kalan son vakte kadarki süre ellibin yıldır. Yüce Allah'tan başka kimse ne kadar geçtiğini ve ne kadar kaldığını bilemez. Maksadın kıyâmet günü olduğu da söylenmiştir. Yani o günde hüküm süresi, eğer yaratılmış bir varlık onu üstlenecek olursa, ellibin yıllık bir süredir. Bunu da İkrime söylediği gibi, el-Kelbî ve Muhammed b. Ka'b da böyle demişlerdir. Yüce Allah: Ben bu işi bir saatte (bir anda) bitiririm, diye buyurmaktadır. el-Hasen dedi ki: Bu kıyâmet günüdür; fakat kıyâmet gününün bitmesi sözkonusu değildir. O halde maksat, onların hesab için duracakları süredir. Bu da dünya senelerinden ellibin yıldır. Bundan sonra ise İki yurdun sakintert (cennetliklerle cehennemlikler) yurtlarında yerleşeceklerdir. Yemân dedi ki: Bu, kıyâmet günüdür. Bunda herbirisi bin yıllık bir süre olan elli ayrı konum olacaktır. İbn Abbâs dedi ki: Bu kıyâmet günüdür. Allah, bunu kâfirlere göre ellibin yıl kadar uzatmıştır. Ondan sonra da ebediyyen kalmak üzere cehenneme gireceklerdir. Derim ki; -înşaallah- bu, âyet-î kerîme hakkında ileri sürülmüş en güzel görüştür. Buna delil de Kasım b. Esbağ'ın rivâyet etçiği Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini belirttiği hadistir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Miktarı ellibin yıl olan bir senede" diye buyurdu. Ben: Bu ne kadar da uzun bir süredir, dedim. Bu sefer Pegyamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki; o gün mü’mine öyle hafifletilecek ki onun için dünya hayalında kılmış olduğu farz bir namazdan daha çabuk geçecektir." İbn Milibarı, Sahih, XVI, 329; Müsned, IH, 75, Heysem i, Mecmâ', X, 337 en-Nehhâs bu görüşün doğruluğuna Süheyl'in babasından, onun Ebû Hüreyre'den, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği Peygamber Efendimizin şu sözünü delil göstermektedir: "Malının zekâtını ödemeyen herkese mutlaka malı kendisine ateşten büyük ve erkek bir yılan haline getirilir. Onunla alnı, sırtı ve böğürleri miktarı ellibin yıl olan bir günde -yüce Allah İnsanlar arasında hüküm verinceye kadar dağlanacaktır" Ebû Dâvûd, 11, 124; Nesâî, V, 13; Beyhakî, ea-Sunenu'l-Kübrâ, IV, Sİ, 137, 183, VII, 3; Müsned, II, 112, 2fi2, 276, 383, 4H9 (hepsi ele aynı manada benzer lâfızlarla) (en-Nehhâs) dedi ki: İşte bu da bugünün kıyâmet günü olduğuna delil teşkil etmektedir. İbrahim el-Teymî dedi ki: Bugünün mü’mine göre süresi ancak öğle ile ikindi arası kadardır. Bu anlamdaki rivâyet, merfu olarak Muâz (radıyallahü anh) yoluyla gelen hadiste de belirtilmiştir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah sizleri iki namaz arasındaki vakit kadarlık bir sürede hesaba çekecektir. Bundan dolayı o kendisini "hesabı pek süratli olan ve hesaba çekenlerin en süratlisi" diye adlandırmıştır." Deylemî, Firdevs, III, 37H Bunu el-Maverdî zikretmektedir. Bu işin yarım günde bitirileceği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "O günde cennetliklerin kalacakları yer çok hayırlı ve dinlenecekleri yer çok güzeldir." (el-Furkan, 25/24) işte bu, bunun yaratılmışların kavrayış miktarlarına göre (olacağına) delildir, yoksa hiçbir hal ve durum onu bir başka durumla uğraşmaktan alıkoymaz, Nasıl ki onların hepsini aynı anda rızıklandırıyor ise, aynı şekilde onları bir anda hesaba çekecektir. Yüce Allah: "Sizin yaratılmanız ve öldükten sonra diriltilmeniz ancak bir can gibidir." (Lokman, 31/28) diye buyurmaktadır. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre; kendisine bu âyet-i kerîme ile yüce Allah'ın: "Miktarı bin yıl olan bir günde" âyeti hakkında sorulunca şu cevabı vermiş: Bunlar yüce Allah'ın miktarını belirttiği günlerdir. Bunların nasıl olacağını en iyi bilen O'dur. Bu günler hakkında bilmediğim bir şeyi söylemek hoşuma gitmez, Ellibin yılın sözkonusu edilmesinin temsilî bir anlam ifade ettiği de söylenmiştir. Buna göre; bu, hesab için durulacak sürenin uzunluğunu ve insanların bu süre zarfında çekecekleri sıkıntıları tanıtmakdır. Araplar zorlu ve sıkıntılı günleri uzunlukla, sevinç günlerini de kısalıkla nitelendirirler. Şair şöyle demektedir: "Ve bir gün ki; mızrak gölgesi kadar kısalttı uzunluğunu bizim için Kırbanın kanı (şarab) ile atların seslerinin yankılanması." İfadede'takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Anlamı şöyledir: İsteyen biri inecek azâbı istedi. O (azâb) kâfirler içindir. Allah"tan gelecek olan bu azâbı kimse önleyemez. (Bu azâb) meleklerin ve ruhun kendisine yükseldiği miktarı ellibin yıl olan bir günde (olacaktır). İşte bu da bizim tercih ettiğimiz görüşün manasını ifade etmektedir. Başarı Allah'tandır. 5O halde, sen güzel bir sabır ile sabret! "O halde sen" kavminin eziyetine karşı "güzel bir sabır ile sabret." Güzel sabır (sabr-ı cemîl), herhangi bir tahammülsüzlüğün ve Allah'tan başkasına şikâyetin olmadığı sabırdır. Musibet sahibinin insanlar arasında olmakla birlikte, onun kim olduğunun bilinmemesi anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlamlar birbirlerine yakındır. İbn Zeyd: Âyet (cihadı emreden) kılıç âyeti ile nesholmustur, demiştir. 6Çünkü onlar onu uzak görürler; "Çünkü onlar onu uzak görürler" âyeti ile Mekkelilerin cehennem azabını uzak, yani olmayacak bir şey olarak gördüklerini anlatmaktadır. 7Biz ise onu yakın görürüz. "Biz ise onu yakın görürüz." Çünkü gelecek olun yakının ta kendisidir. el-Ameş dedi ki: Onlar öldükten sonra dirilişi uzak görüyorlar. Çünkü ona îman etmiyorlar. Sanki onlar imkânsız anlamında bu işi uzak gördüklerini kasteder gibidir. Nitekim kendisi ile tartıştığımız birisine; Bu uzak bir şeydir, olmaz, deriz. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar bugünü uzak görüyorlar. "Biz ise onu yakın görüyoruz" biliyoruz, demek olur. Çünkü görmek, var olana taalluk eder. Bu da bir kimsenin: Şafii'nin bu mesele hakkındaki görüşü şudur, şudur, demesine benzer. 8O gün gök, erimiş maden gibi olacak. "O gün gök erimiş maden gibi olacak" âyetinde yer alan: “O gün" âyetinde âmil: İnecek" anlamındaki âyettir. İfade; "azâb onların başına ... o günde gelecektir" takdirindedir. Âmilin "onu görürüz" yahut: "Bunlar onlara gösterilir" (11, âyet) lâfızları olduğu söylendiği gibi, bunun "yakın"dan bedel olduğu da söylenmiştir. “Erimiş maden" zeytinyağı tortusu ve dibe çöken kısmı demektir. Bu İbn Abbâs ve başkalarının açıklamasıdır. İbn Mes’ûd ise şöyle demiştir: Bu eritilen kurşun, bakır ve gümüşe verilen isimdir. Mücahid dedi ki: "Erimiş maden gibi" kan ve irinden meydana gelen cerabat gibi demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden ed-Duhân Sûresi (44/45. âyetin tefsiri) ile el-Kehf Sûresi (18/29. âyetin tefsîri)nde geçmiş bulunmaktadır. 9Dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak. "Dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak." Çünkü yüne ancak boyalı olması halinde: denilir. el-Hasen dedi ki: "Dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak" âyetinde kastedilen kırmızı yündür. Bu da yünlerin en zayıf olan çeşididir. Züheyr'in şu beyiti de bu kabildendir: "Kırmızı yün parçalarının bulunduğu herbir yerdeki bu parçalar Parçalanmamış, ezilmemiş tilki üzümü taneleri gibidir." Bu lâfzın "renkli yün” anlamına geldiği de söylenmiştir. Yüce Allah, dağları çeşitli renklen itibariyle renkli yüne benzetmektedir. Yani bu dağlar daha önce şiddetli iken yumuşayacak, bir arada bulunuyor iken darmadağınık olacak. Denildiğine göre dağların uğrayacağı ilk değişiklikte onlar yığılmış kum taneleri haline dönecek. Sonra atılmış yün gibi, sonra da darmadağınık toz zerrecikleri haline dönüşecektir. 10Ve gerçek hiçbir dost, dostunu sormayacak. "Ve gerçek hiçbir dost, dostunu sormayacak." Herkes kendi haliyle meşgul olacağından dolayı kimse arkadaşının durumunu sormayacak. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Nitekim yüce Allah: "O günde bunlardan herbir kişinin kendine yeter bir işi vardır" (Abese, 80/37) diye buyurmaktadır. Âyetin; Gerçek hiçbir dost, dostunun haline dair soru sormayacak" demek olduğu da söylenmiştir. Burada cer harfi hazfedilmiş ve doğrudan doğruya fiil mef'ûle bitiştirilmiştir. (Cer harfi kullanılmadan geçişi sağlanmıştır). "Sor(may)acak" anlamındaki fiil genellikle: diye "ya" harfi fethalı olarak okunmuştur. Şeybe ve Âsım'dan el-Bezzî ise: Sorulmayacak" şeklinde "ye" harfi ötreli meçhul bir fiil olarak okumuşlardır. Yani hiçbir gerçek dosıa dostuna dair soru sorulmayacak ve hiçbir akrabaya akrabaları hakkında soru sorulmayacak, aksine her insana kendi ameline dair soru sorulacaktır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Herbir nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır" (el-Müddessir, 74/38) âyetidir. 11Bunlar onlara gösterilir. Her günahkâr o günün azabından (kurtulmak için) fedâ etmeyi temenni eder: Oğullarını, Âyetin tefsiri için bak:13 12Zevcesini, kardeşini, Âyetin tefsiri için bak:13 13Kendisini barındıran soyunu, sopunu "Bunlar onlara gösterilir." Yani bunlar onları görürler. Kıyâmet gününde cin ve insanlardan arkadaşlarının gözlerinin önünde bulunmayacak hiçbir mahluk yoktur. Kişi babasını, kardeşini, akrabalarını, aşiretini görecek fakat herkes kendisi ile meşgul olduğundan ötürü onlara bir soru sormayacak, onlarla konuşmayacak. İbn Abbâs dedi ki: Onlar çok kısa bir süre birbirlerini tanıyacaklar, bu süreden sonra bir daha birbirlerini tanımayacaklardır. Haberlerde nakledildiğine göre; kıyâmet ehli, yaptıkları haksızlıklar korkusu ile tanıdıklarından kaçacaklardır. Yine İbn Abbâs dedi ki: "Bunlar onlara gösterilir." Yani biri diğerini görür ve birbirlerini tanırlar. Sonra biri ötekinden kaçacaktır. Buna göre "bunlar onlara gösterilir" lâfzındaki ("bunlar" diye anlamı verilen) zamir, kâfirlere ("onlara" anlamındaki) diğer zamir akrabalara aittir. Mücahid dedi ki: Yani yüce Allah, mü’minlere kıyâmet gününde kâfirleri gösterecektir. Bu durumda fiildeki zamir mü’minlere, "he" ve "mim': şeklindeki zamir kâfirlere ait olur. (Buna göre meal bunlara onlar gösterilir şeklinde olabilir.) İbn Zeyd dedi ki: Yani Allah, cehennem ateşinde bulunan kâfirlere dünyada iken saptırdıkları kimseleri gösterecekdir. Bu durumda kendilerine gösterilenler tabiler, gösterilen kimseler de kendilerine tabi olunanlardır. Mazluma kendisine zulmeden, maktule de kendisini öldüren kimse gösterilir, diye de açıklanmıştır. "Bunlar onlara gösterilir" âyetinin meleklere ait olduğu da söylenmiştir. Yani melekler, insanların hallerini bilirler ve herbir kesimi kendilerine layık oldukları şekilde önlerine katıp sürerler. "Bunlar onlara gösterilir" anlamındaki: âyeti ile ifade tamam olmaktadır. Bundan sonra yüce Allah: "Her günahkâr" yani kâfir "o günün azabından" cehennem azabından "feda etmeyi temenni eder." Dünyada iken akrabalarından kendisi için en değerli olan varlıkları feda etmeyi temenni edecek; fakat buna güç yetiremeyecektir. Daha sonra bu akrabaları sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Oğullarını, zevcesini, kardeşini, kendisini barındıran" Mücahid ve İbn Zeyd'in açıklamasına göre kendisine yardımcı olan "soyunu, sopunu" aşiretini. İmâm Mâlik dedi ki; "Kendisini barındıran"dan kasıt, onu terbiye eden annesidir, el-Maverdî naklettiğine göre, bu açıklamayı Eşheb Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Ebû Ubeyde dedi ki: "Fasile: soy, sop" kabilenin alt birimidir. Saleh dedi ki: Bunlar kişinin yakın atalarıdır. el-Müberred dedi ki: Fasile (soy, sop) bedenin azalarından bir parça demek olup, kabilenin alt bölümüdür. Kişinin yakın akrabalarına onun bir bölümüne benzetilerek "onun fasile"si" ismi verilmiştir. Kabile ve diğer birimlere dair açıklamalar daha önce el-Hucurat Sûresi'nde (49/13- âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Soy-Sopa" Yapılan Vakfın Kapsamı Burada bir mesele sözkonusu edilmelidir, o da şudur: Bir kimse kendi fasilesine (soyuna, sopuna) bir vakıfta bulunacak yahutta onlara bir vasiyette bulunacak olursa, bunun genel bir mana ifade ettiğini kabul edenler bunu aşiret diye yorumlarlar. Özel bir mana ifade ettiğini iddia edenler ise bunu yakınlık sırasına göre atalara yorumlarlar. Ancak konuşma dilinde birincisi daha çok görülen bir anlamdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. “Kendisini barındıran" onu kendisine katan ve korkulacak bir hal ile karşı karşıya kalması halinde korkudan yana ona güvenlik veren kimse demektir. 14Ve yeryüzünde olanların hepsini ve sonra da (bütün bunlar) kendisini kurtarsınlar (diye). "Ve yeryüzünde olanların hepsini" fidye olarak verdiği takdirde kurtulacağını bilse, şüphesiz onları fidye vermek istiyecektir. "Ve sonra da kendisini kurtarsın," Yani bu fidye kendisini kurtarsın (isteyecektir.) O halde burada bu takdirin (yani kendisini kurtarmasını isteyecektir anlamındaki takdirin) yapılması kaçınılmaz bir şeydir. Yüce Allah'ın: "Çünkü o elbetteki bir fısktır" (el-En'âm, 6/121) âyetinde olduğu gibi ki bu da: Şüphesiz ki onu yemek bir fısktır, demektir. buradaki "günahkâr... temenni eder" anlamındaki âyetin, başına "fe" getirilmiş bir cevabı gerektirdiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Onlar senin kendilerine yumuşak davranmanı arzu ettiler. Kendileri de bunun üzerine yumuşak davranacaklardı"(el-Kalem, 68/9) âyetinde olduğu gibi. Bu âyet-i kerimedeki cevap ise; Sonra da kendisini kurtarsın" anlamındaki âyettir. Çünkü bu da ("sonra" anlamındaki âyet) atıf harflerindendir. Yani: Günahkâr kimse fidye vermeyi ve bu fidye vermenin kendisini kurtarmasını temenni eder." 15Asla! Çünkü o alevli bir ateştir. "Asla" anlamındaki: lâfzına ve bunun hem; "gerçekten, muhakkak" hem "hayır, asla" anlamına geldiğine dair açıklamalar daha önceden (Meryem, 19/79. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada her iki anlama gelme ihtimali vardır Eğer; "gerçekten, muhakkak" anlamında ise ifade; "Kendisini kurtarsın" âyetinde (14. âyetin sonu) tamam olmaktadır. Eğer "hayır, asla" anlamında ise ifade burada tamam olmaktadır. Yani, fidye vermesi onu Allah'ın azabından kurtaramaz. Sonra da: "Çünkü o alevli bir ateştir." Yani cehennemdir, ateşi alev alev yanandır. Yüce Allah'ın: "İşte ben sizi oldukça alevli bir ateşi haber vererek korkuttum" (el-Leyl, 92/14) âyeti gibidir. “Alevli ateş" lâfzı: Alevli yanmak'tan türemiştir. Ateşin alev alev yanması"; Ateşin alevlenmesi" demektir. Bunun aslının; Azâbı devam ertiği için devam edip giden" lâfzından geldiği de söylenmiştir. Bu durumda iki "zf'dan birisi "elif" e kalbedilmiş ve sonunda: olmuştur. Cehennem tabakalarının ikincisinin ismi olduğu da söylenmiştir. Bu hem müennes, hem marife bir isim olduğundan dolayı munsarıf değildir. 16Deriyi soyup çıkarandır. "Deriyi soyup çıkarandır" anlamındaki âyeti Ebû Cafer, Şeybe, Nâfi, Ebû Bekir'in kendisinden rivâyetine göre Âsım, el-A'meş, Ebû Amr, Hamza ve el-Kisâl "soyup çıkarandır" anlamındaki lâfzı merfu olarak; (......) diye okumuşlardır. Fakat Ebû Amr'ın, Âsım’ın rivâyetine göre nasb ile; (.......) diye okumuştur. Ref ile okuyanların bu okuyuşları beş türlü açıklanabilir: 1- "Alevli bir ateş" anlamındaki lâfız Çünkü" lâfzının haberi olur ve: O': takdiri ile "deriyi soyup çıkarandır" anlamındaki bu lâfız, merfu okunur. Bu bakımdan: Alevli bir ateş" lâfzı üzerinde vakıf yapmak güzel olur. 2- "Alevli ateş" ile "soyup çıkarandır" anlamındaki lâfızlar "çünkü" anlamındaki edatın ayrı ayrı haberi olur. Tıpkı: Çünkü o hasımlaşan bir halktır" demeye benzer. 3- "Soyup çıkaran" anlamındaki lâfız "alevli bir ateş"den bedel olur. Bedel olan "alevli ateş" anlamındaki lâfız da "çünkü" edatının haberi olur. 4- "Alevli ateş" anlamındaki lâfız "çünkü" edatının isminden bedel; "soyup çıkaran" anlamındaki lâfız da "çünkü" anlamındaki edatın haberi olur. 5- "Çünkü o" lâfzındaki zamir kıssa (şan zamiri) olur. "Alevli ateş" anlamındaki lâfız mübtedâ, "soyup çıkarandır" anlamındaki lâfız mübtedânın haberi olur. Cümlenin tamamı da "çünkü" anlamındaki lâfzın haberi olur. Mana da şöyle olur: Olay ve haber şu ki, o alevli ateş deriyi soyup çıkarandır. “Soyup çıkaran" anlamındaki lâfzı nasb ile okuyanların "alevli bir ateş" anlamındaki lâfız üzerinde vakıf yapmaları ve "soyup çıkarandır" âyetini "alevli bir ateş"den kat ile (mana ve i'rab bakımından önceki lafızla ilişkisi koparılarak) nasb etmeleri güzeldir. Çünkü bu, mahfeyi? bitişik nekre bir kelimedir. Tekid edici hal olmak üzere nasb edilmesi de caizdir. Yüce Allah'ın: "Halbuki o... doğrulayan gerçeğin ta kendisidir" (el-Bakara, 2/91) âyetinde olduğu gibi Bununla birlikte bu lâfzın: O alev alev yanan ve soyup çıkaran halde bulunandır" anlamında deriyi soyup çıkarma halini anlatan bir ifade olarak nasbedilmesi de mümkündür. Onda âmil de "alev alev yanmak" anlamından anlaşılan manadır. Diğer taraftan ona dair haberi yalanlayan kimselerin halini belirtmek üzere bir hal olması da mümkündür. Bunun kat" ile nasbedilmesi de caizdir. Nitekim: Ben akıllı ve fazilet sahibi (olarak bilinen) Zeyd'e uğradım" demeye benzer.' Burada kar' olmasaydı, "akıllı ve faziletli" anlamındaki bıfızUınn Zeyd'in sıfatı oltııtık cer ile gelmeleri gerekirdi. Zeyd'den (mana ve i'rab bakımından) koparılarak şekilde kullanılmıştır. Görüldüğü gibi nasb ile okuyuşun da beş şekilde açıklanması mümkün olabilmektedir. Deri" lâfzı (........)'in çoğuludur, bu da başın derisi anlamındadır. el-A'şâ şöyle demektedir: "Kuteyle: Ona ne oluyor ki dedi, Onun başının derisi tamamiyle ağarmış saçlarla örtülmüş?" Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ve olaylar (musibetler) seni yıkmış (yaşlandırmış) olarak sabahı ederdin, Bundan dolayı başın derisinin üzerindeki ağarmış saçlar da görülür." es-Sıhah'da şöyle denilmektedir: 'in çoğulu olup bu da başın derisi demektir. İnsanoğlunun elleri, ayakları ve başı ile öldürücü darbe olmadığı her yeri"ne denilir. Mesela; öldürücü bir yerini isabet ettirmediği takdirde: Ona (ok) attı da öldürücü yerine isabet ettirmedi" denilir, el-Hüzelî der ki: "Nice sözler vardır ki, bunların öldürücü olmayan yerlere etkisi yoktur, Fakat bunlar dilin gerisinden kayıp gittikleri takdirde (öldürücüdür.)" Şair şunu demek istemektedir: Öyle bazı sözler vardır ki; bunlar öldürücü olmayan yerlere isabet etmezler, ama öldürürler. el-A'şâ da şöyle demektedir: "Kuteyle: Ona ne oluyor ki, dedi, Başının derisi ağarmış saçlarla örtülmüş?" Ebû Übeyd dedi ki: Ebû'l-Hattab el-Ahfeş bu beyiti Ebû Amr b. el-Alâ'ya okudu. Ona: Sen tashîf yaptın (kelimelerin harflerinde değişiklik yaptın.) Bunun doğru hali şeklindedir ki; bu da etrafları, kıyıları demektir. Ebû'l-Hattab sustu, sonra bize: Aksine o tasnif yaptı, çünkü bu kelimenin doğru şekli: şeklinde (beyitte olduğu gibi)dir, dedi. Atın ayakları" demektir. Çünkü: Ayakları kalın" denilir. Böyle bir niteleme ise baş için kullanılmaz. Çünkü Araplar atı yanaklarının zayıflığı ve yüzünün de inceliği ile nitelendirmişlerdir. Malın bayağı olan kısımları" anlamına da gelir. Yine basit ve önemsiz şey anlamına da gelir. Sabit el-Bunânî ile el-Hasen dedi ki: "Deriyi soyup çıkarandır." Yani cm un yüzünün en değerli yerlerini soyup çıkarandır. Ebû'l-Âl-iye: Yüzünün güzelliklerini, Katade: Hilkatinin ve azalarının güzel ve değerli olanlarını (soyup çıkarandır), diye açıklamışlardır. ed-Dahhak da şöyle açıklamıştır: (Bu ateş) eti ve deriyi kemikten öyle bir soyar ki, et namına hiçbir şey bırakmaz. el-Kisâî; bundan kasıt, eklem yerleridir, demiştir. (Dilbilgini) İmâmlardan birisi de, bundan kasıt ayaklar ve derilerdir, demiştir. İmruu’l-Kays da şöyle demektedir: "Butları sağlam, ön ve arka ayakları kalın, kalça sinirleri içerde, Kalça (kürek) kemiklerinin ucu, etlerinin üzerindedir (o atın). Ebû Salih dedi ki: Bu el ve ayakların parmakları anlamındadır. Şair şöyle demektedir: "O baktı mı onun övüncünü anlarsın, Ve gözlerinden okursun (övündüğünü), şu kadar var ki sen onun parmaklarını tanımazsın." Yine el-Hasen: Bu baş anlamındadır, demiştir. 17Çağırır yüz çeviren ve arkasına dönen kimseyi; "Çağırır yüz çeviren ve arkasına dönen kimseyi." Yani o alevli ateş dün ya hayatında Allah'a itaatten yüz çeviren ve imandan dönen, îmana arkasını dönen kimseyi çağırır. Onun çağırması ise: Ey müşrik bana gel, ey kâfir bana gel, demesidir. İbn Abbâs dedi ki: O kâfirlerle münafıkları isimleriyle çok açık ve anlaşılır bir dille; bana doğru gel ey kâfir, bana doğru gel ey münafık, diye çağırır. Sonra da kuşun taneyi gagasıyla almasr'gibi onları öylece yakalar. Saleb dedi ki: Çağırır helâk eder, demektir. Çünkü Araplar: Allah seni çağırsın" tabirini Allah seni helâk etsin anlamında kullanırlar. el-Halil dedi ki: Bu "gelin" diye çağırmaya benzemez. Onun cehennemlikleri çağırması, onları azaplandırma imkânının ona verilmesi iledir. Çağıranın cehennem bekçileri olacağı da söylenmiştir. Onların çağırmaları cehenneme izafe edilmiştir. Bunun bir misal olduğu da söylenmiştir. Yani arkasını dönüp, yüz çeviren kimsenin dönüp varacağı yer orası olacaktır. O bakımdan kendilerini çağıran kimse gibidir. Şairin şu sözleri de buna benzemektedir: "Biz iki vadiye konakladık ki; bu vadilerinden birisindeki O sinekler, orada bulunanları çağırırlar." Aslında çağıran sinek değildir. Sineklerin çıkardığı sesler, kendilerine dikkat çekerek böylelikle kendilerine çağırmış (gibi) olmaktadırlar. Derim ki: Birinci görüş daha önce Kuran âyetleri ve sahih haberler ile açıklandığı üzere hakikatin kendisidir. el-Kuşeyrî dedi ki: Alevli ateşin çağırması, çağıracağı vakit, onda hayatın yaratılması ile olacaktır. Yarın bu tür olağanüstü hadiseler pek çok görülecektir. 18Toplayıp kaba dolduranı. "Toplayıp kaba dolduranı" yani malı toplayarak onu kabına doldurup ondaki Allah'ın hakkını vermeyen ve bunun sonunda çok mal toplayan, fakat ondaki hakkı çokça engelleyen bir kişi haline geleni (çağırır.) el-Hakem dedi ki: Abdullah b. Ukeym kesesini bağlamaz ve şöyle derdi: Ben yüce Allah'ın: "Toplayıp kaba dolduranı" diye buyurduğunu görüyorum. 19Gerçekten insan helû' olarak yaratılmıştır. "Gerçekten insan" ed-Dahhak'tan nakledildiğine göre kâfir "helû' olarak yaratılmıştır." Sözlükte: Hırsın en şiddetli hali, tahammülsüzlüğün en kötü ve en çirkin hali"ne denir. Katade, Mücahid ve başkaları da böyle açıklamışlardır, Tahammülsüzlük gösterdi, gösterir, tutkun oldu, olur" demektir. İsm-i faili ...diye gelir, ise, bu isi çoklukla yapan kimseyi anlatmak için kullanılır. Âyetin anlamı şudur: O, hayır ve şer üzere her iki halde de yapmaması gerekeni yapmadan- duramaz, tahammül gösteremez. İkrime: Tahammül gösteremeyen kimseye denir, diye açıklamıştır. ed-Dahhak: Bir türlü doymak bilmeyen kimse demektir, diye açıklamıştır. Cimrilik edip infak etmeyen (alıkoyan, engelleyen)" ise mal elde ettiği takdirde o maldaki Allah'ın hakkını vermeyen kimse, demektir. İbn Keysan dedi ki; Yüce Allah, insanı kendisini sevindirecek ve hoşuna gidecek şeyleri sevecek şekilde, buna karşılık hoşlanmadığı ve kendisini gazaplandıran şeylerden kaçacak nitelikte yaratmıştır. Sonra Allah, sevdiği şeyleri infak etmekle, hoşuna gitmeyen şeylere de sabretmekle kendisine kulluk etmesini istemiştir. Ebû Ubeyde dedi ki: "Helû" hayır dokunduğu zaman şükretmeyen, zorluk ve sıkıntı dokunduğu zaman sabretmeyen kimse demektir. Bu açıklamayı Sa'leb yapmıştır. Yine Sa'leb şöyle demiştir: Yüce Allah "helu"u açıklamış bulunmaktadır. Bu da kendisine kötülük isabet ettiği takdirde alabildiğine tahammülsüzlük izhar eden, hayıra nail olduğu takdirde o hususta cimrilik gösterip insanlara onu vermeyen kimse demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Kula verilen en kötü şey hâli' (başkasına vermeyi alıkoyan) bir cimrilik ile kalbi yerinden ayıran bir korkaklıktır." Ebû Dâvûd, İli, 12; Müsned, II, 302, 320 Araplar, oldukça hızlı ve çabuk yürüyen dişi deveyi anlatmak üzere: derler. Şair de şöyle demektedir: "Koşarken bacakları birbirine çarpan (devekuşuna benzeyen benim dişi devem), hızlıca koşan bir devedir. Onu arkana alman bir tehlikedir, Ona doğru gittin mi pek hızlıdır." 20Yani o kendisine zarar erişirse feryadı basandır; Âyetin tefsiri için bak:21 21Ona hayır dokunsa cimrilik edip infak etmeyendir. "Feryadı basan" ile "infak etmeyen” vasıfları "helû"' lâfzının sıfatlarıdır. Ancak bu durumda bu ikisinin de: Zaman" lâfzından önce takdim edilmelerine niyet etmek gerekir. Bunların mukadder:...dır"in haberi oldukları da söylenmiştir. 22Ancak namaz kılanlar müstesna. "Ancak namaz kılanlar müstesna" âyeti daha önce sözkonusu edilen âyetlerin kâfirler hakkında olduğunu göstermektedir. Buna göre (daha önce geçen) "insan" cins isimdir. Buna hemen akabinde gelen istisna delil teşkil etmektedir. Yüce Allah'ın: "Gerçekten insan ziyandadır. Îman. eden...ler müstesna" (el-Asr, 103/2-3) âyetinde olduğu gibi. en-Nehaî dedi ki: "Namaz kılanlar" ile kastedilen farz olan namazı edâ edenlerdir. İbn Mes’ûd: Namazı vaktinde kılanlardır. Namazı terketmek ise küfürdür. Sözkonusu edilenlerin ashab-ı kiram olduğu söylendiği gibi, genel olarak bütün mü’minler olduğu da söylenmiştir. Onlar Rabblerine olan güven ve yakînleri sayesinde aşırı tahammülsüzlüklerin üstesinden gelirler. 23Onlar ki namazlarına devam ederler. "Onlar ki namazlarına" vakitlerinde kılmak suretiyle "devam ederler." Ukbe b. Amir dedi ki: Bunlar namaz kıldıklarında sağa sola bakmazlar. Çünkü "devam eden" sakin ve hareketsiz duran demektir. Nitekim "dâim suda işemek yasaklanmıştır" ifadesi, sakin ve durgun suda işemek yasaklanmıştır, demektir. İbn Cüreyc ve el-Hasen dedi ki: Sözkonusu edilenler çokça nafile namaz kılan kimselerdir. 24Onlar ki mallarında bilinen bir hak vardır: "Onlar ki, mallarında bilinen bir hak vardır" âyeti ile farz olan zekâtı kastetmektedir. Bu açıklamayı Katade ve İbn Sîrin yapmıştır. Mücahid ise: Zekâtın dışında, diye açıklamıştır. Ali b. Ebi Talha'nın İbn Abbâs'tan; akrabalık bağını gözetmek ile çoluk çocuk ve kimsesizlere bakmak, onların yükümlülüklerini taşımaktır, diye açıkladığını rivâyet etmektedir. Birinci açıklama daha doğrudur, çünkü burada "hak" "bilinen" olmakla nitelendirilmiştir. Zekâtın dışındaki miktar ise bilinen bir miktar değildir. Bu ihtiyaca göredir, az da olabilir, çok da olabilir, 25Dilenene ve yoksula. "Dilenene ve yoksula" âyetine dair açıklamalar daha önceden ez-Zâriyât Sûresi'nde (51/17-19. âyetler, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 26Onlar ki hesab gününü tasdik ederler, "Onlar ki hesab gününü" amellerin karşılığının verileceği gün olan kıyâmet gününü "tasdik ederler." Buna dair açıklamalar da Fâtiha Sûresi'nin tefsirinde geçmiş bulunmaktadır. 27Ve onlar ki Rabblerînin azabından korkarlar; Âyetin tefsiri için bak:28 28Çünkü Rabblerinin azabından yana güven altında olunmaz. "Ve onlar ki, Rabblerinin azabından korkarlar. Çünkü Rabblerinin azabından yana güven altında olunmaz." İbn Abbâs dedi ki: Bu şirk koşanlar yahut O'nun peygamberlerini yalanlayan kimseler içindir. Kimse ondan yana emin olmaz, aksine herkese düşen ondan korkmak ve ondan endişe içinde olmaktır, diye de açıklanmıştır. 29Onlar ki (başkalarına karşı) ırzlarını korurlar. Âyetin tefsiri için bak:31 30Eşlerine yahut sağ ellerinin sahib olduklarına karşı müstesna. Çünkü onlar kınanmazlar. Âyetin tefsiri için bak:31 31Ama kim bundan ötesini isterse; işte bunlar sınırı aşanlardır. "Onlar ki (başkalarına karşı) ırzlarını korurlar. Eşlerine yahut sağ ellerinin sahip olduklarına (cariyelerine) karşı müstesna. Çünkü onlar kınanmazlar" âyetine dair açıklamalar; "Mü’minler gerçekten felâh bulmuşlardır" daha önce (el-Mu'minun, 25/5-1. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 32Onlar ki emanetlerine ve ahidlerine uyarlar. "Onlar ki emanetlerine ve ahitlerine uyarlar" âyeti da yine (aynı sûrede) geçmiş bulunmaktadır. 33Onlar ki şehâdetlerini dosdoğru yerine getirirler. "Onlar ki şehadetlerini dosdoğru yerine getirirler." Şahidlikleri ister yakın, ister uzak kimsenin aleyhine olsun, onlar hakimin önünde o şahitliği gereği gibi yerine getirirler, hiçbir şekilde unu gizlemezler, onda değişiklik yapmazlar. Şahitliğe ve onun hükümlerine dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/283. âyet, 19. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs dedi ki: "Şehadetleri'nden kasıt, Allah'ın orlaksız olup bir ve tek olduğuna, Muhammed'in de Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna şahitlik etmeleri demektir. "Emânetlerine" anlamındaki âyet "emanetler" -anlamındaki lâfız tekil olarak: diye okunmuştur. Bu İbn Kesîr ve İbn Muhaysın'ın kıraatidir, O halde burada "emanet" cins bir isimdir. Bunun kapsamına dinin emanetleri de girer. Çünkü teşrîî hükümler, yüce Allah'ın kullarına emanet ettiği emanetlerdir. Yine bunun kapsamına insanların emanet ettiği şeyler de girer. Bütün bunlara dair yeterli açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/59. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Abbas ed-Dûrî, Ebû Amr'dan ve Yakub "şehadetlerini" anlamındaki âyeti, "şehadetler" -anlamındaki lâfzı çoğul olarak diye okumuşlardır. Diğerleri ise (aynı kelimeyi) tekil olarak; diye okumuşlardır, Çünkü bu haliyle de çoğul anlamını verebilmektedir. Mastar, çoğula izafe edildiği taktirde tekil olarak kullanılabilir Şanı yüce Allah'ın: "Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir" (Lukman, 31/19) âyetinde olduğu gibi. el-Ferrâ' dedi ki: Bu âyetin: Onlar şehadetlerini" şeklinde (şehâdet lâfzının) tekil olduğuna, yüce Allah'ın; "Şahitliği Allah için dosdoğru yapın" (et-Talâk, 65/2) âyeti delil teşkil etmektedir. 34Onlar ki namazlarını gereği gibi kılarlar. "Onlar ki namazlarını gereği gibi kılarlar." Katade dedi ki: Abdestini, rükû'unu ve sücudunu gereğince yerine getirirler. İbn Cüreyc: Maksat nafile namazdır, diye açıklamıştır. Bu hususta el-Mü’minûn Sûresi'nde (23/1-11-âyetler, 8-9- başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. (23. âyet-i kerimede geçen): "Devam etmek" gereği gibi kılmaktan farklıdır. Onların namazlarına devam etmeleri demek, herhangi bir ihlâlde bulunmaksızın, herhangi bir işle uğraşarak onu ihmal etmeleri sözkonusu olmaksızın, onu eda etmeye dikkat etmeleridir. "Gereği gibi kılmak (namazı muhafaza etmek)" ise namaz için alınan abdestin, abdest azalarını tamamen kapatmış olmasına, vakitlerinde namazları kılmaya, rükünlerini eksiksiz yerine getirip sünen ve adapları itibariyle onu eksiksiz kılmaya dikkat etmeleri, günah olan işlere yaklaşmak suretiyle sevabının boşa çıkmamasına riayet etmeleri demektir. O halde devamlılık, bizatihi namazların kendisine, namazları gereği gibi kılmak (muhafaza) ise, namazın hallerine ait bir nitelemedir. 35İşte bunlar cennetlerde ağırlanırlar. "İşte bunlar cennetlerde ağırlanırlar." Allah bu gibi kimselere oralarda türlü türlü lütuf ve ihsanlarla onlara ikramda bulunacaktır. 36Bu kâfirlere ne oluyor ki sana doğru hızlıca geliyorlar? "Bu kâfirlere ne oluyor ki sana doğru hızlıca geliyorlar?" el-Ahfeş buradaki; ". Hızlıca" lâfzını süratlice" diye açıklamıştır. (Şair) dedi ki: "Mekke'de oranın ahalisi vardır ve ben görüyorum ki onlar ona doğru Söylediklerini dinlemek üzere hızlıca gidiyorlar." Âyetin anlamı şudur: Onlara ne oluyor ki sana doğru hızlıca geliyorlar, etrafında oturuyorlar, fakat kendilerine verdiğin emirler gereğince amel etmiyorlar? Onlara ne oluyor da, seni yalanlamakta ellerini çabucak tutuyorlar? anlamında olduğu söylendiği gibi, bu kâfirlere ne oluyor da seni aysplamak, seninle alay etmek için senin söylediklerini dinlemek üzere hızlıca geliyorlar? anlamında olduğu da söylenmiştir. Atiyye dedi ki; "Hızlıca geliyorlar" (anlamı verilen lâfız) yüz çeviriyorlar, demektir. el-Kelbî: Sana hayretle bakıyorlar, demek olduğunu söylemiştir. Katade: Sana (dinlemek) kastıyla geliyorlar, diye açıklamıştır. Anlamlar birbirlerine yakındır. Yani onlara ne oluyor da boyunlarını uzatarak ve sana sürekli bakarak sana doğru hızlıca geliyorlar Böyle bir bakış, düşmanların bakışıdır, Âyet hal olarak nasbedilmiştir. Alay eden, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelmekle birlikte, îman etmeyen bir takım münafıklar hakkında inmiştir. “Sana doğru" sana yakın, senin bulunduğun tarafa doğru anlamındadır. 37Sağdan ve soldan bölük bölük (etrafını) sarıyorlar? "Sağdan ve soldan bölük bölük sarıyorlar." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sağından, solundan halka halka topluluklar hafinde (etrafını sarıyorlar) demektir, “Bölük bölük" ise dağınık topluluklar anlamındadır. Bu açıklamayı Ebû Ubeyde yapmıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, bir gün ashabının yanına gelerek onları halkalar halinde görüp onlara hitaben, söylediği şu sözlerde bu anlamda kullanılmıştır. "Ne diye ben sizleri dağınık cemaatler halinde görüyorum? Niçin meleklerin Rabbleri huzurunda saf tuttukları gibi siz de saf tutmuyorsunuz?" Ashab: Melekler Rabbleri huzurunda nasıl saf tutarlar, diye sorunca, şöyle buyurdu: "İlk safları tamamlarlar ve safta sıkı sıkı dururlar." Müslim, 1, 322; Ebû Dâvûd, 1, 177, İbn Mâce, I, 317; Müsned, V, 101, 106 Bu hadîsi Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Şair de şöyle demektedir: "Gece karanlık basmışken onun yanında görürsün bizi, Kapıları etrafında dağınık halkalar olmuşuz." er-Râî şöyle demektedir: "Ey Rahmân'ın halifesi! Şüphesiz ki aşiretimin İleri gelenleri sana doğru dağınık halde geliyorlar." Bir diğeri şöyle demektedir; "Sanki o başlar çıkardıklar: seslerden ötürü. Bölük bölük ve dağınık bir şekilde konan yabani kuşlar gibidir." Bir başkası şöyle demektedir: "O kadınlar Udâh denilen tepeye vardıklarında, Oranın çakıl taşlarını dağıtarak bölük bölük etrafa ittiler, uzaklaştırdılar." el-Kümeyt de şöyle demektedir: "Ve biz taşan bir nehiriz, öyle ki, Taşan bir nehirin bölüklerini parça parça etmişiz." Antere de şöyle demektedir: "Ve nice dengim var ki, ben onun üzerinde Yakın kimseler için (görsünler diye yerde bıraktım)- (üzerine konan) kuşlar bölük bölük birlikler gibi." “Bölük bölük" lâfzının tekili: şeklinde gelir. Bunun "vav" ve "nun" (cem-i müzekker-i salim) şeklinde çoğul yapılmasının sebebi, kendisinden hazfedilen harfin yerine geçmesi içindir. Çünkü bunun aslı: şeklindedir. Tıpkı "sene" lâfzının aslını diye kabul edenlere göre, illetli harfi dolayısıyla uğradığı değişiklik gibi, bu kelime de değişikliğe uğramıştır. Asimin; şeklinde olup, bunun "bir şeyi başkasına izafe etmek" anlamında kullanılan: Onu başkasına izafe etti, eder" fiilinden geldiği de söylenmiştir. Buna göre bölüklerin, toplulukların herbirisi diğerine izafe edilmiş olarak... demektir ve bundan hazfedilen harf de "vav': olmakladır. es-Sıhah'ta da şöyle denilmektedir: İnsanlardan oluşan bir fırka ve bir kesim" demektir. (Sondaki) "he (yuvarlak te)" "ye" harfinden bedeldir. Çoğulu ise "fial" vezninde; ...diye gelir, ile; "ayn" harfi ötreli olarak: diye de gelir. Ancak Araplar bunun çoğulunu; diye Birlikler, bölükler" dedikleri gibi- demezler. el-Asmaî dedi ki: "Evde çeşit çeşit insanlar vardır" anlamında: denilir. Sağdan ve soldan" lâfzı; Hızlıca geliyorlar" lâfzına taalluk etmektedir. Bununla birlikte; Bölük bölük" lâfzına Ben bunu Zeyd'den aldım (öğrendim)" tabirinde olduğu gibi taalluk etmesi de mümkündür. 38Acaba onların herbiri Naîm cennetine konulmayı mı ümit eder? "Acaba onların herbiri Naîm cennetine koyulmayı mı ümit eder?" âyeti hakkında müfessirler şöyle demektedir: Müşrikler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) etrafında toplanıyorlar, onun sözünü dinliyorlar fakat hem onu yalanlıyorlar, hem ona yalan söylüyorlardı. Ashabı ile alay ediyorlar ve: Yemin olsun bunlar cennete girecek olurlarsa, şüphesiz ki biz onlardan önce gireceğiz ve yemin olsun ki bunlara eğer cennetten bir şeyler verilecek olursa, muhakkak bizlere ondan fazlası verilecektir, diyorlardı. Bunun üzerine: "Acaba... ümit eder" âyeti nazil oldu. Alay eden bu kimselerin beş kişi oldukları da söylenmiştir. el-Hasen, Talha b. Mûsarrif ve el-A'rec; "koyulmayı" anlamındaki lâfzı "ye" harfini üstün, "hı" harfini ötreli olarak malum bir fiil şeklinde; Girmeyi" di ve okumuşlardır. Bu okuyuşu el-Mufaddal da Âsım'dan rivâyet etmiştir. Diğerlerİ ise meçhul bir fiil olarak: Koyulmayı" şeklinde okumuşlardır. 39Hayır, gerçekten Bizler onları bildikleri o şeyden yarattık. "Hayır!" Onlar oraya giremeyeceklerdir, diye buyurduktan sonra, yeni bir cümle ile: "Gerçekten Bîz onları bildikleri o şeyden yarattık" diye buyurmaktadır. Yani onlar önce bir nutfeden, sonra bir alakadan, sonra bir çiğnemlik etten -diğer hemcinslerinin yaratıldığı gibi yaratılmış olduklarını biliyorlar. Dolayısıyla onların kendisi sebebiyle cenneti kaçınılmaz olarak haketmelerini gerektiren bir üstünlükleri yoktur. Cennete girmeyi gerektiren îman , salih amel ve yüce Allah'ın rahmetidir, Şöyle de denilmiştir: Bu müşrikler nıüslümanların fakirleri ile alay ediyor ve onlara büyüklük taslıyorlardı. İşle yüce Allah, bunun üzerine şöylu buyurmaktadır: "Gerçekten Biz onları bildikleri o şeyden" o pis maddeden "yarattık." Dolayısıyla böyle bir büyüklenmek onlara yakışmaz. Katade de âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: Ey Âdem oğlu! Sen ancak bir pislikten yaratılmış bulunuyorsun. O halde Allah'tan kork! Rivâyet olunduğuna göre Mutarrif b. Abdullah b. es-Şıhhîr, el-Mühelleb b. Ebi Sufra’nın ipekli bir elbise içerisinde böbürlenerek gittiğini görünce ona: Ey Allah'ın kulu! Allah'ın nefret ettiği bu yürüyüş de ne oluyor? demiş. Mühelleb ona; Beni tanıyor musun? diye sormuş, o da: Evet diye cevap vermiş. Senin ilk başlangıcın bozuk bir nutfedir, sonun ise pis bir leş olacaktır ve sen bu iki merhale arasında da pislik taşımaktasın. Mühelleb o yürüyüşünden vazgeçerek yoluna devam etti. Bu sözleri Mahmud el-Verrak nazım halinde şöylece ifade etmektedir: "Hayret ederim suretini beğenen kimseye, Halbuki o ta başında bozuk bir nutfe idi. Yarın ise şimdi bu sureti güzel iken Mezarda pis bir leş oluvereçektir. O, bu şaşkınlık ve bu böbürlenmesine rağmen Yine de elbiseleri arasında pislik taşımaktadır." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Âdemoğlunda başının dışında bir üstünlük var mıdır? Böyleyken onda dahi beş türlü pislik vardır: Akan bir burun ve kötü kakan bir kulak Çapaklanmış bir göz ve susamış bir ağız. Ey toprağın oğlu ve yarın toprağın yiyeceği varlık, Kendine gel! Çünkü sen yenilecek ve içilecek (bir varlık)sın," Âyetin ... bildikleri şey için (onları yarattık); anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu ise emir, nehy, mükâfat ve cezadır. Şairin -ki o el A'şâ'dır- şu beyitinde olduğu gibi: "Sen Leyla'nın ailesinden ötürü erken ve çabucak mı geldin? Halbuki o, sevgi duyaa «şıkı ziyaret etmeyip ondan uzak duruyor." Görüldüğü gibi burada Leyla'nın ailesinden dolayı.., demek istemiştir. 40Hayır! Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, mutlaka Biz güç yetirenleriz, 41Onların yerine onlardan hayırlı olanları getirmeye. Ve Biz önüne geçilecekler değiliz. "Hayır... yemin ederim ki" âyetindeki: ": Hayır" lâfzı sıladır (zâiddir). "Doğuların ve batıların Rabbine..." maksat, güneşin doğduğu ve battığı yerlerdir. Buna dair açıklamalar daha önceden (es-Sâffât, 37/5. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, Ebû Hayve, İbn Muhaysın ve Humeyd tekil olarak: Doğunun ve batının Rabbine" diye okumuşlardır. "Mutlaka Biz güç yetirenleriz; Onların yerine onlardan hayırlı olanları getirmeye" âyeti şu demektir: Biz onları helâk edip yok etmeye; fazilet, itaat ve malları itibariyle onlardan daha hayırlılarım getirmeye güç yetirenleriz. "Ve Biz Önüne geçilecekler değiliz." Hiçbir şey Bizi geride bırakamaz ve istediğimiz bir işi yapmaktan hiçbir şey Bizi âciz bırakamaz. 42Artık kendilerine vaadolunan günleri ile karşılaşıncaya kadar bırak onları! Dalsınlar, oyalansınlar. Yani bırak onları batıllarında dalıp dursunlar, dünyalarında oyalansınlar. -Bu, tehdit mahiyetindedir. Sen ise ne ile emrolundunsa onunla uğraş, onların şirkleri gözünde büyümesin. Çünkü bunlar için tehdit olundukları şeyle- karşılaşacakları belli bir gün vardır. İbn Muhaysın, Mücahid ve Humeyd; "karşılaşıncaya kadar" anlamındaki lâfzı, şeklinde ("ye" harfi ötreli değil de üstün, "lam" harfinden sonra da "elif'siz olarak) okumuşlardır. Bu âyet-i kerîme (cihadı emreden) kılıç âyeti ile nesholmustur. 43O gün, onlar sanki dikilmiş putlara süratle gidiyorlarmış gibi kabirlerinden hızlıca çıkarlar. “O gün" âyeti bundan önce geçen "günleri" (42. âyet) lâfzından bedeldir. "Çıkarlar" anlamındaki âyet genellikle "ye" harfi üstün, "re" harfi ötreli olarak ve malum bir fiil diye okunmuştur. Ancak es-Sülemî, el-Muğire ve Âsım'dan el-A'şâ "ye" harfini ötreli, "re" harfini üstün meçhul bir fiil olarak; "(.....): Çıkarılırlar" diye okumuşlardır. "Kabirler" demektir. Bunun tekili (........)'dir. Daha önce Yâsîn Sûresi'nde (3/51- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Hızlıca" yani onlar son Sayha’yı işitecekleri vakit, davetçiye icabet etmek üzere "hızlıca" koşarlar. Âyet hal olarak nasbedilmiştir. "Sanki dikilmiş putlara süratle gidiyorlarmış gibi" âyetindeki; Dikilmiş putlar" lâfzı genel olarak "nunv: harfi üstün ve "sad" harfi cezm (sükûn) ile okunmuştur. Ancak İbn Âmir ve Hafs "nun" ve "sad" harflerini ötreli okumuşlardır. Amr b. Meymun, Ebû Recâ ve başkaları ise "nun" harfini ötreli, "sad" harfini sakin okumuşlardır; ile şekilleri, tıpkı -zayıflık anlamındaki lâfzın şeklinde kullanıldığı gibi; diye de kullanılmasına benzemektedir. el-Cevherî dedi ki: " Dikilmiş put, dikilip de Allah'tan başka kendisine ibadet olunan" demektir. "Nün" harfi ötreli olarak söylenişi de böyledir. Bazen (sâd harfi) harekelenebilir de. el-A'şâ da şöyle demektedir: "Ve sen bitkin düşmüş musibet sahibi kimseden de uzak dur, sakın afiyet sebebiyle ibadet etmeyesin ona, Yalnızca Rabbin olan Allah'a ibadet etmelisin." Şair burada: "İbadet etmelisin" demek istemiş (şiir dolayısı ile) "elif" ile vakıf yapmıştır. Tıpkı "Zeyd'i gürdüm" derken: diyerek (tenvini okumayarak elifi med ile okumak) gibi. 'Dikili putlar' anlamındaki lâfzın çoğulu ...diye gelir. Şairin: sözü, "sakın, bela ve musibet sahibi kimseden" anlamındadır. Çünkü " Kötülük ve bela' demektir. Nitekim yüce Allah'ın: "Şeytan bana yorgunluk ve azabla dokundu" (Sad, 38/41) âyetinde de bu anlamdadır. el-Ahfeş ve el-Fenâ şöyle demişlerdir: "Dikili putlar" 'in çoğuludur. "Rehin" kelimesinin çoğulunun; şeklinde gelmesi gibi. "Dikili putlar" ise 'in çoğuludur. O halde bu, çoğulun çoğulu (cemu'l-cem)dir. (......) ile 'in aynı şey (sadece çoğul ve dikili putlar anlamında) olduğu söylendiği gibi; bunun 'in çoğulu olduğu da söylenmiştir. Bu ise üzerinde hayvanın boğazlandığı taş ya da put demektir. Yüce Allah'ın: "Dikili taşlar üzerinde boğazlananlar..." (el-Mâide, 5/3) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır. (......) ile şekillerinin aynı anlamda olduğu da söylenmiştir. Tıpkı denildiği gibi. Bunu da en-Nehhâs zikretmektedir. İbn Abbâs dedi ki: Bir gayeye doğru" demektir. Bu da yenin gözünü kendisine doğru diktiğin şeydir. el-Kelbî: Bayrak yahutta sancak gibi dikilmiş bir şeye... diye açıklamıştır. el-Hasen dedi ki: Güneş doğduğu vakit Allah'tan başka tapındıkları dikili putlarına önlerindeki, arkalarındakine dönüp bakmaksızın alelacele gidiyorlardı. Hızlıca çıkarlar" hızlıca giderler, demektir. Hızlıca gitmek" anlamındadır. Şair şöyle demiştir: "Zübyanlıların atlıları demirin (zırhın) altında Abkar’dan hızlıca gelen cinler gibidir." Abkar: Arapların iddia ettiklerine göre cinlere ait bir yerin adıdır. Şair Lebid de şöyle demiştir: "Abkar cinleri gibi genç ve olgun yaşlılar." el-Leys dedi ki: "Develer hızlıca gitti, gider" denilir. Mastarı şeklindedir. "Develeri sahipleri hızlıca sürdü" anlamındadır. Buna göre: "Hızlıca sürmek" şekli geçişlidir ancak âyet-i kerimedeki şekli geçişsizdir. "Hızlıca koştu, gitti" anlamındadır. 44Gözleri horlukla aşağıda, kendilerini de bir zillet sarmış olacaktır. İşte bu, onlara vaadedilen gündür. Allah'ın azabını bekledikleri için "gözleri horlukla aşağıda" zilletle boyun eğmiş olarak, onları yukarıya kaldırmaksızın "kendilerini de bir zillet sarmış" hakirlik onları bürümüş "olacaktır." Katade dedi ki: Bu, yüzlerin karalığıdır. “Örtüp bürümek" demektir. İhtüâm olmak (ergenlik) yaşına yaklaşmış olan çucuğa Murahik çocuk” denilmesi de buradan gelmektedir, Onu örttü bürüdü, örter bürür, örtüp bürümek" demektir. Yüce Allah'ın: "Yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de horluk kaplar" (Yûnus, 10/26) âyetinde de bu anlamdadır. "İşte bu onlara" dünyada iken kendileri için azâb ile karşılaşacakları tehdit olundukları "vaadedilegelen gündür." Yüce Allah'ın, bu âyette haberi mazi kipi ile zikretmiş olması, Allah'ın vaadeltiği şeyin kaçınılmaz olarak mutlaka gerçekleşeceğinden dolayıdır, Meâric Sûresi burada sona ermektedir. (Allah'a hamd olsun) |
﴾ 0 ﴿