MEÂRİC SÜRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın Âd İle Mekke'de inmiş olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Kırkdört âyettir. 1İsteyen biri inecek azâbı istedi. "İsteyen biri İnecek azâbı istedi" âyetindeki: “İsteyen biri İstedi" âyetini Nâfî' ve İbn Âmir hemzesiz olarak: diye okumuşlardır. Hemzeli okuyanların okuyuşuna göre; istemek, sormak"dan gelir. "Azâb" kelimesinin basındaki "be" harfinin zâid olması da mümkündür,...den, dan; hakkında" anlamında olması da mümkündür. "İstemek" dua etmek anlamındadır. Buna göre, bir kimse bir azâbı dua. ederek istedi demek olur. Bu açıklama İbn Abbâs ve başkalarından rivâyet edilmiştir. Filana veyl ile beddua elli" ve; Filana azâb gelmesi için beddua elti" denilir. Yine; Zeyd'i davet ettim': yani onun huzura getirilmesinin yollarım aradım, denilir. Buna göre bir kimse kâfirlerin başına getirilecek bir azâbın gelmesini istedi. Bu azâb, kıyâmet gününde kaçınılmaz olarak onları bulacaktır. Bu açıklamaya göre ise "be" fazladan gelmiştir. Yüce Allah'ın: "Yağ veren" (el-Mu'minün, 23/20) âyeti ile: "O kuru hurma ağacını kendine doğru salla..." (Meryem, 19/25) âyetinde olduğu gibi. Buna göre bu harf tekid için gelmiştir. İsteyen biri, meydana gelecek bir azâbı isledi, demektir. 2O kâfirler içindir; onu önleyebilecek yoktur. "O kâfirler içindir." Kâfirler üzerine (inecektir), demektir. Bu kişi en-Nadr b. el-Hâris'dir. O şöyle demişti: "Ey Allah! Eğer bu Senin katından gelen hakkın kendisi ise durma, bizim üzerimize gökten taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azâb gönder." (el-Enfal, 8/32) Onun bu istediği gelmişti. Bedir günü o ile Ukbe b. Ebi Muayl esir alındıktan sonra öldürülmüşlerdi, Bunu İbn Abbâs ve Mücahid söylemiştir. Burada azâbın gelmesini isteyenin el-Hâris b. Kuman el-Fihrî olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki; o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ali (radıyallahü anh) hakkında: "Ben her kimin mcvlâsı isem (dostu ve yakını isem) Ali de onun mevlâsı (dostu ve yakını)dır" dediğini haber alınca, devesine binerek geldi ve el-Ebtah denilen yerde devesini çöktürdükten sonra; ey Muhammed dedi, sen bize Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, senin Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmemizi emrettin, senin bu emrini kabul ettik. Beş vakil namaz kılmamızı emrettin, senin bu emrini de kabul ettik. Mallarımızın zekâtını vermemizi emrettin, bu emrini de kabul ettik. Her sene ramazan ayında oruç tutmamızı emrettin, bunu da kabul ettik. Hac etmemizi emrettin, bunu da kabul ellik. Sonra bununla da yetinmeyerek bu sefer amcanın oğlunu bizden üstün kıldın. Bu senin bizzat kendinin yaptığı bir iş mi, yoksa Allah'tan gelen bir şey mi? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin olsun ki; bu ancak Allah'tan gelen bir iştir." el-Hârîs: Allah'ım, eğer Muhammed'in dediği gerçek ise Sen üzerimize ya semadan bir taş yağdır yahut bize çok acıklı bir azâbı getir, diyerek geri dönüp gitti. Allah'a, yemin ederim, henüz daha devesine varmadan Allah onun üzerine bir taş attı, bu taş beyninin üzerine düştü, dubüründen çıktı ve onu öldürdü. Bunun üzerine de: "İsteyen biri inecek azâbı istedi" âyeti nazil oldu. İsteyen kişinin Ebû Cehil olduğu ve bu sözleri onun söylediği de söylenmiştir. Bu da er-Rabi'in görüşüdür. Bu sözlerin Kureyş kâfirlerinden bir topluluk tarafından söylendiği de söylenmiştir. Bir görüşe göre; kâfirlerin üzerine azâbın inmesini dileyen kişi Nûh (aleyhisselâm)'dır. Bir başka görüşe göre bu kişi Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. O, ilahi azâbın indirilmesi için dua etti ve Allah'ın bunu kâfirlerin başına getirmesini istedi. Halbuki bu azâb kaçınılmaz olarak onları gelip bulacak bir şeydi. Bu sözler yüce Allah'ın: "O halde sen güzel bir sabır ile sabret!" (el-Meâric, 70/5) âyetini kadar devam etmektedir. Yani sen acele etme, çünkü o pek yakındı: Şayet be harfi; ..den, dan, hakkında" anlamında ise -ki bu Ka-".jJc'nın görüşüdür- sanki bir kimse azâbın kimin başına ineceğine ya da ne zaman olacağına dair soru sormuş gibi bir anlam ifade eder. Yüce Allah; "Sen bunu bir bilene sor?" (el-Furkan, 25/59) âyetindeki: Bunu" âyeti: Onun hakkında, ona dair... sor" anlamındadır, Alkame de söyle demiştir: "Eğer sizler bana kadınlara dair soracak olursam, şüphesiz ki ben Kadınların hastalıklarını çok iyi bilen bir doktorum." Görüldüğü gibi ("be" edatı ile) burada: Kadınlar hakkında, kadınlara dair" anlamındadır. Nitekim; "biz filana dair soru sormak için çıktık" denilirken, denilebileceği gibi; (son kelimenin yerine); da denilebilir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Onlar azâb kimin başına gelecektir ve kime olacaktır? diye sordular. Yüce Allah da: "O, kâfirler içindir" diye buyurdu. Ebû Ali ve başkaları şöyle demiştir: Eğer bu: İstemek” kökünden geliyor ise bunun asıl itibariyle iki mef'ûle geçiş yapması gerekir. Bununla birlikte tek bir mef'ûl ile yetinmesi de mümkün olur. Eğer tek bir mef'ûl ile yetinecek olursa, bu tek mef'ûle de cer harfi ile geç, iş yapması câiz olur. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Bir kimse Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yahutta müslümanlara bir azâbı yahut bir azaba dair soru sordu. (........) bunu hemzesiz okuyanların okuyuşu da iki türlü açıklanabilir: Birincisine göre bu; Sormak, islemek" kelimesinin bir söyleyişidir ve bu Kureyş şivesîdir. Araplar da: İstedi, ister, sordu, sorar" diye kullanırlar. Tıpkı: Nail oldu, nail olur" ve; Korktu, korkar" gibi kullanırlar. İkinci açıklamaya göre bu "seyelân"den gelen bir şekil olabilir. Bunu da İbn Abbâs'ın: Bir sel aktı' şeklindeki kıraati desteklemektedir, Abdurrahman b. Zeyd dedi ki: İsmi "Sâil" olan cehennem vadilerinden bir vadi (sel dolup) aktı. Bu Zeyd b. Sâbit'in de görüşüdür. es-Sa'lebî dedi ki: Birinci görüş, daha güzeldir. Nitekim el-A'şâ hemzeyi hafifleterek (yani harf-i med gibi okuyarak) şöyle demiştir: "Benden (kendilerini) boşamamı istediler, çünkü gördüler Malımın azaldığını. Hem siz, bu işi tepkiyle karşılayarak bana geldiniz." es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: el-Ahfeş dedi ki: 'Çıkıp filâna dair soru sorduk" anlamında, denildiği gibi; da denilebilir. Bazen bu fiilin hemzesi hafifletilerek okunur Sordu, sorar" denilir. Şair de şöyle demiştir: "Ve öldürülmek için kendisine yetişilmiş ölüm emareleri kendisini bürüyen bir kişi ki İç çamaşırının kendisine lütfedilmesini istedi. (Çünkü) o etek traşı olmamıştı," el-Mehdevî dedi ki: "İstedi" anlamındaki lâfzı; diye "hemze"siz okuyanların kıraatine göre; "hemze"yi "elif'e dönüştürmek suretiyle hafifleterek okumuş olmaları mümkündür. Bu ise kıyasa uygun olmayan bir ibdâldir. Diğer taraftan elifin: Sordum, soranın" fiilini; Korktum, korkarım" gibi kullananların kullanımına göre "vav"dan "elife kalbolmuş olması da mümkündür. en-Nehhâs dedi ki: Sîbeveyh; Sordum, sorarım" fiilinin: Kürklüm, korkarım" gibi ve bunun (hemzeli şekli olan): Sordum" anlamında kullanıldığını nakletmekte ve şu beyiti zikretmektedir: "Huzeyl, Rasûlullah'dan çok çirkin bir istekte bulundu, Bu isteği sebebiyle Huzeyl sapıttı ve isabet etmedi." O ikisinin biri diğerine soruyor" denilir. el-Mehdevl dedi ki: Bunun "ye"den bedel olması yani; Aktı, akar" fiilinden gelmiş olması da mümkündür. O takdirde: (mealde hemzeli okuyuşa göre: isteyen biri) cehennemdeki bir vadi" olur. Bu durumda birinci görüşe göre bu lâfzın hemzesi uslidir, ikinci görüşe göre "vav'dan bedeldir, üçüncü görüşe de "ye"den bedeldir. el-Kuşeyrî dedi ki: isteyen biri" lâfzı henızelidir. Çünkü eğer bu lâfız: İstedi, sordu" hemzeli fiilinden gelmekte ise hemzelidir. Eğer hemzesiz bir fiilden gelmişse yine hemzelidir. Tıpkı: Söyleyen" ve Korkan" şekillerinde olduğu gibi. Çünkü "ayn" (fiilin yalın halinin ikinci harfi) bu fiilde illetli harf olduğu gibi, ism-i failde de illetli harf olmuştur. Başka kelime ile karışma korkusu dolayısıyla bu illetli harfte harf hazfi yoluna gidilmemiştir. Ondan dolayı bu harf, hemzeye kalbedilmiştir. Bu durumda hemze'yı hemze İle "ye" arasında olacak şekilde tahfif ile (şeddesiz) okumak da mümkündür. "İnecek" yani kâfirlerin başına inecek. 3O, üstün ve yüce dereceler sahibi Allah'tandır. Yüce Allah, bu azâbın "dereceler sahibi" Allah'tan geleceğini de beyân etmektedir. el-Hasen dedi ki: Yüce Allah: "İsteyen biri inecek azâbı istedi" âyetini indirince, o kimin içindir diye soruldu, yüce Allah "kâfirler İçindir" diye buyurdu. Buna göre "kâfirler" lâfzının başına gelen (ve "için" anlamını veren): "lâm" harfi "inecek" anlamındaki lâfza taalluk etmektedir. el-Ferrâ' dedi ki: Âyet, kâfirler için vâki olacak bir azâbı (biri İstedi) takdirindedir. Buna göre "inecek" lâfzı "azâb"ın sıfatıdır. 'Lâm" harfi de "azâb" için getirilmiş olmaktadır. "İnecek" için getirilmiş değildir. Yani bu azâb, âhirette kâfirler içindir ve kimse bu azâbı onlardan uzaklaştıramayacaktır. Buradaki "lâm"ın: Üzerine" anlamında olduğu da söylenmiştir ki mana: Kâfirler üzerine inecek..." demek olur. Ubeyy'in kıraatinin böyle olduğu rivâyet edilmiştir. ...den, dan" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani: Allah'tan gelecek (olan bu azâbı) kâfirlerden uzaklaştıracak yoktur" demek olur. Yani bu azâb "Meâric" sahibi Allah tarafındandır. "Meâric" yükseklik, faziletli dereceler ve nimetler demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve Katade yapmıştır. Buna göre "Meâric" O'nun yarattıklarına ihsan ettiği nimetlerin mertebelerini ifade eder. Azamet ve yükseklik sahibi anlamına geldiği de söylenmiştir. Mücahid dedi ki: Bunlar semanın dereceleridir. Meleklerin çıktığı dereceler (basamaklar) olduğu da söylenmiştir. Çünkü melekler semaya yükselirler. O bakımdan yüce Allah, kendi zatını bununla nitelendirmiş olmaktadır. "Meâric"'in yüksek odalar, köşkler anlamına geldiği de söylenmiştir ki; O yüksek köşklerin sahibidir, demek olur. Bu da; o cennette dostlarına yüksek köşkler yaratmıştır, demek olur. Abdullah (b. Mesud); "Üstün ve yüce dereceler sahibi" anlamındaki lâfzı "ye" ilave ederek: diye okumuştur. Bir derece, miraç" denilir. Çoğulları; ...diye gelir. Anahtar'ın çoğulunun; diye gelmesi gibi. "Meâric" dereceler demektir. Yüce Allah'ın "Üzerlerine çıkacakları merdivenleri..." (ez-Zuhruf, 43/33) âyetinde de bu kabildendir. 4Melekler de, Ruh da oraya miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselir. "Melekler de, Ruh da... yükselir." Yani yüce Allah'ın kendileri için takdir etmiş olduğu, o yüksek dereceler üzerinde yükselirler. İbn Mes’ûd, arkadaşları, es-Sülemî ve el-Kisâl ("te" harfi yerine) "ye" ile çoğul kastederek; diye okumuşlardır. Bunun diğer sebebi ise onun: "Melekler" hıfzını müzekker kabul ediniz, müennes olarak değerlendirmeyiniz, demiş olmasıdır. Diğerleri ise yine çoğul kastı ile "te" ile okumuşlardır. "Rûh" Cebrâîl (aleyhisselâm)'dır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmış olup delili yüce Allah'ın: "Onu Ruhu'l-Emin indirdi" (eş-Şuara, 26/193) âyetidir. Bunun yaratılış itibariyle pek azametli bir başka melek olduğu da söylenmiştir. Ebû Salih de şöyle demiştir: Bu yaratılış itibariyle insanlar gibi olmakla birlikte, insan olmayan, Allah'ın yarattıklarından bir yaratıktır. Kabisa b. Züeyb dedi ki: Bu ölenin kabzolunduğu vakitki ruhudur. "Oraya" yani yerleri olan o mekâna ki o da semâdır.- Çünkü sema yüce Allah'ın lütuf ve ihsanlarının mekânıdır. Bunun İbrahim (aleyhisselâm)'ın söylediği: "Ben Rabbime gidiciyim" (es-Sâffât, 37/99) sözüne benzediği de söylenmistir. Bu da Allah'ın bana emrettiği yere gidiyorum, demektir. Buradaki "oraya" âyetinin Arşına anlamında olduğu da söylenmiştir. "Miktarı ellibin yıl olan bir günde" âyeti hakkında Vehb, el-Kelbî ve Muhammed b. İshak şöyle demişlerdir: Yani meleklerin kendi yerleri olan o mekâna yükselmeleri başkalarına göre eğer yükselecek olsalardı, ellibin yıllık olan bir sürede gerçekleşir. Yine Vehb dedi ki: Yerin en altı ile Arş'a kadar olan mesafe, ellibin yıllık bir yoldur. Mücahid'in görüşü de böyledir. Bu âyet-i kerîme ile es-Secde Sûresi'nde yer alan: "Sonra miktarı sizin saymanıza göre bin yıl olan bir günde" (es-Secde, 32/5) âyetlerini birbiri ile telif ederek şöyle demektedir: "Miktarı ellibin yıl olan bir günde" âyeti emrinin vardığı son yer olan yerlerin en altından, semavatın en yukarısına kadarki mesafe ellibin yıldır. Buna karşılık yüce Allah'ın es-Secde Sûre.-: alar. 'miktarı bin yıl olan bir günde" âyeti ile kastettiği ilâ-r.i =-rrj\r. dünya semasından yere inmesi, yerden semaya çıkması ise, bin yıl günde gerçekleştiğidir. Çünkü sema ile yer arasındaki mesafe beşyüz Yine Mücahîd'den ve el-Hakem ile İkrime'den şöyle dedikleri zikredilmektedir: bu, dünya ömrünün süresidir. Yaratıldığı ilk günden İtibaren geriye kalan son vakte kadarki süre ellibin yıldır. Yüce Allah'tan başka kimse ne kadar geçtiğini ve ne kadar kaldığını bilemez. Maksadın kıyâmet günü olduğu da söylenmiştir. Yani o günde hüküm süresi, eğer yaratılmış bir varlık onu üstlenecek olursa, ellibin yıllık bir süredir. Bunu da İkrime söylediği gibi, el-Kelbî ve Muhammed b. Ka'b da böyle demişlerdir. Yüce Allah: Ben bu işi bir saatte (bir anda) bitiririm, diye buyurmaktadır. el-Hasen dedi ki: Bu kıyâmet günüdür; fakat kıyâmet gününün bitmesi sözkonusu değildir. O halde maksat, onların hesab için duracakları süredir. Bu da dünya senelerinden ellibin yıldır. Bundan sonra ise İki yurdun sakintert (cennetliklerle cehennemlikler) yurtlarında yerleşeceklerdir. Yemân dedi ki: Bu, kıyâmet günüdür. Bunda herbirisi bin yıllık bir süre olan elli ayrı konum olacaktır. İbn Abbâs dedi ki: Bu kıyâmet günüdür. Allah, bunu kâfirlere göre ellibin yıl kadar uzatmıştır. Ondan sonra da ebediyyen kalmak üzere cehenneme gireceklerdir. Derim ki; -înşaallah- bu, âyet-î kerîme hakkında ileri sürülmüş en güzel görüştür. Buna delil de Kasım b. Esbağ'ın rivâyet etçiği Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini belirttiği hadistir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Miktarı ellibin yıl olan bir senede" diye buyurdu. Ben: Bu ne kadar da uzun bir süredir, dedim. Bu sefer Pegyamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki; o gün mü’mine öyle hafifletilecek ki onun için dünya hayalında kılmış olduğu farz bir namazdan daha çabuk geçecektir." İbn Milibarı, Sahih, XVI, 329; Müsned, IH, 75, Heysem i, Mecmâ', X, 337 en-Nehhâs bu görüşün doğruluğuna Süheyl'in babasından, onun Ebû Hüreyre'den, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği Peygamber Efendimizin şu sözünü delil göstermektedir: "Malının zekâtını ödemeyen herkese mutlaka malı kendisine ateşten büyük ve erkek bir yılan haline getirilir. Onunla alnı, sırtı ve böğürleri miktarı ellibin yıl olan bir günde -yüce Allah İnsanlar arasında hüküm verinceye kadar dağlanacaktır" Ebû Dâvûd, 11, 124; Nesâî, V, 13; Beyhakî, ea-Sunenu'l-Kübrâ, IV, Sİ, 137, 183, VII, 3; Müsned, II, 112, 2fi2, 276, 383, 4H9 (hepsi ele aynı manada benzer lâfızlarla) (en-Nehhâs) dedi ki: İşte bu da bugünün kıyâmet günü olduğuna delil teşkil etmektedir. İbrahim el-Teymî dedi ki: Bugünün mü’mine göre süresi ancak öğle ile ikindi arası kadardır. Bu anlamdaki rivâyet, merfu olarak Muâz (radıyallahü anh) yoluyla gelen hadiste de belirtilmiştir. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah sizleri iki namaz arasındaki vakit kadarlık bir sürede hesaba çekecektir. Bundan dolayı o kendisini "hesabı pek süratli olan ve hesaba çekenlerin en süratlisi" diye adlandırmıştır." Deylemî, Firdevs, III, 37H Bunu el-Maverdî zikretmektedir. Bu işin yarım günde bitirileceği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi: "O günde cennetliklerin kalacakları yer çok hayırlı ve dinlenecekleri yer çok güzeldir." (el-Furkan, 25/24) işte bu, bunun yaratılmışların kavrayış miktarlarına göre (olacağına) delildir, yoksa hiçbir hal ve durum onu bir başka durumla uğraşmaktan alıkoymaz, Nasıl ki onların hepsini aynı anda rızıklandırıyor ise, aynı şekilde onları bir anda hesaba çekecektir. Yüce Allah: "Sizin yaratılmanız ve öldükten sonra diriltilmeniz ancak bir can gibidir." (Lokman, 31/28) diye buyurmaktadır. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre; kendisine bu âyet-i kerîme ile yüce Allah'ın: "Miktarı bin yıl olan bir günde" âyeti hakkında sorulunca şu cevabı vermiş: Bunlar yüce Allah'ın miktarını belirttiği günlerdir. Bunların nasıl olacağını en iyi bilen O'dur. Bu günler hakkında bilmediğim bir şeyi söylemek hoşuma gitmez, Ellibin yılın sözkonusu edilmesinin temsilî bir anlam ifade ettiği de söylenmiştir. Buna göre; bu, hesab için durulacak sürenin uzunluğunu ve insanların bu süre zarfında çekecekleri sıkıntıları tanıtmakdır. Araplar zorlu ve sıkıntılı günleri uzunlukla, sevinç günlerini de kısalıkla nitelendirirler. Şair şöyle demektedir: "Ve bir gün ki; mızrak gölgesi kadar kısalttı uzunluğunu bizim için Kırbanın kanı (şarab) ile atların seslerinin yankılanması." İfadede'takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Anlamı şöyledir: İsteyen biri inecek azâbı istedi. O (azâb) kâfirler içindir. Allah"tan gelecek olan bu azâbı kimse önleyemez. (Bu azâb) meleklerin ve ruhun kendisine yükseldiği miktarı ellibin yıl olan bir günde (olacaktır). İşte bu da bizim tercih ettiğimiz görüşün manasını ifade etmektedir. Başarı Allah'tandır. 5O halde, sen güzel bir sabır ile sabret! "O halde sen" kavminin eziyetine karşı "güzel bir sabır ile sabret." Güzel sabır (sabr-ı cemîl), herhangi bir tahammülsüzlüğün ve Allah'tan başkasına şikâyetin olmadığı sabırdır. Musibet sahibinin insanlar arasında olmakla birlikte, onun kim olduğunun bilinmemesi anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlamlar birbirlerine yakındır. İbn Zeyd: Âyet (cihadı emreden) kılıç âyeti ile nesholmustur, demiştir. 6Çünkü onlar onu uzak görürler; "Çünkü onlar onu uzak görürler" âyeti ile Mekkelilerin cehennem azabını uzak, yani olmayacak bir şey olarak gördüklerini anlatmaktadır. 7Biz ise onu yakın görürüz. "Biz ise onu yakın görürüz." Çünkü gelecek olun yakının ta kendisidir. el-Ameş dedi ki: Onlar öldükten sonra dirilişi uzak görüyorlar. Çünkü ona îman etmiyorlar. Sanki onlar imkânsız anlamında bu işi uzak gördüklerini kasteder gibidir. Nitekim kendisi ile tartıştığımız birisine; Bu uzak bir şeydir, olmaz, deriz. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar bugünü uzak görüyorlar. "Biz ise onu yakın görüyoruz" biliyoruz, demek olur. Çünkü görmek, var olana taalluk eder. Bu da bir kimsenin: Şafii'nin bu mesele hakkındaki görüşü şudur, şudur, demesine benzer. 8O gün gök, erimiş maden gibi olacak. "O gün gök erimiş maden gibi olacak" âyetinde yer alan: “O gün" âyetinde âmil: İnecek" anlamındaki âyettir. İfade; "azâb onların başına ... o günde gelecektir" takdirindedir. Âmilin "onu görürüz" yahut: "Bunlar onlara gösterilir" (11, âyet) lâfızları olduğu söylendiği gibi, bunun "yakın"dan bedel olduğu da söylenmiştir. “Erimiş maden" zeytinyağı tortusu ve dibe çöken kısmı demektir. Bu İbn Abbâs ve başkalarının açıklamasıdır. İbn Mes’ûd ise şöyle demiştir: Bu eritilen kurşun, bakır ve gümüşe verilen isimdir. Mücahid dedi ki: "Erimiş maden gibi" kan ve irinden meydana gelen cerabat gibi demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden ed-Duhân Sûresi (44/45. âyetin tefsiri) ile el-Kehf Sûresi (18/29. âyetin tefsîri)nde geçmiş bulunmaktadır. 9Dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak. "Dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak." Çünkü yüne ancak boyalı olması halinde: denilir. el-Hasen dedi ki: "Dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak" âyetinde kastedilen kırmızı yündür. Bu da yünlerin en zayıf olan çeşididir. Züheyr'in şu beyiti de bu kabildendir: "Kırmızı yün parçalarının bulunduğu herbir yerdeki bu parçalar Parçalanmamış, ezilmemiş tilki üzümü taneleri gibidir." Bu lâfzın "renkli yün” anlamına geldiği de söylenmiştir. Yüce Allah, dağları çeşitli renklen itibariyle renkli yüne benzetmektedir. Yani bu dağlar daha önce şiddetli iken yumuşayacak, bir arada bulunuyor iken darmadağınık olacak. Denildiğine göre dağların uğrayacağı ilk değişiklikte onlar yığılmış kum taneleri haline dönecek. Sonra atılmış yün gibi, sonra da darmadağınık toz zerrecikleri haline dönüşecektir. 10Ve gerçek hiçbir dost, dostunu sormayacak. "Ve gerçek hiçbir dost, dostunu sormayacak." Herkes kendi haliyle meşgul olacağından dolayı kimse arkadaşının durumunu sormayacak. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Nitekim yüce Allah: "O günde bunlardan herbir kişinin kendine yeter bir işi vardır" (Abese, 80/37) diye buyurmaktadır. Âyetin; Gerçek hiçbir dost, dostunun haline dair soru sormayacak" demek olduğu da söylenmiştir. Burada cer harfi hazfedilmiş ve doğrudan doğruya fiil mef'ûle bitiştirilmiştir. (Cer harfi kullanılmadan geçişi sağlanmıştır). "Sor(may)acak" anlamındaki fiil genellikle: diye "ya" harfi fethalı olarak okunmuştur. Şeybe ve Âsım'dan el-Bezzî ise: Sorulmayacak" şeklinde "ye" harfi ötreli meçhul bir fiil olarak okumuşlardır. Yani hiçbir gerçek dosıa dostuna dair soru sorulmayacak ve hiçbir akrabaya akrabaları hakkında soru sorulmayacak, aksine her insana kendi ameline dair soru sorulacaktır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Herbir nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır" (el-Müddessir, 74/38) âyetidir. 11Bunlar onlara gösterilir. Her günahkâr o günün azabından (kurtulmak için) fedâ etmeyi temenni eder: Oğullarını, Âyetin tefsiri için bak:13 12Zevcesini, kardeşini, Âyetin tefsiri için bak:13 13Kendisini barındıran soyunu, sopunu "Bunlar onlara gösterilir." Yani bunlar onları görürler. Kıyâmet gününde cin ve insanlardan arkadaşlarının gözlerinin önünde bulunmayacak hiçbir mahluk yoktur. Kişi babasını, kardeşini, akrabalarını, aşiretini görecek fakat herkes kendisi ile meşgul olduğundan ötürü onlara bir soru sormayacak, onlarla konuşmayacak. İbn Abbâs dedi ki: Onlar çok kısa bir süre birbirlerini tanıyacaklar, bu süreden sonra bir daha birbirlerini tanımayacaklardır. Haberlerde nakledildiğine göre; kıyâmet ehli, yaptıkları haksızlıklar korkusu ile tanıdıklarından kaçacaklardır. Yine İbn Abbâs dedi ki: "Bunlar onlara gösterilir." Yani biri diğerini görür ve birbirlerini tanırlar. Sonra biri ötekinden kaçacaktır. Buna göre "bunlar onlara gösterilir" lâfzındaki ("bunlar" diye anlamı verilen) zamir, kâfirlere ("onlara" anlamındaki) diğer zamir akrabalara aittir. Mücahid dedi ki: Yani yüce Allah, mü’minlere kıyâmet gününde kâfirleri gösterecektir. Bu durumda fiildeki zamir mü’minlere, "he" ve "mim': şeklindeki zamir kâfirlere ait olur. (Buna göre meal bunlara onlar gösterilir şeklinde olabilir.) İbn Zeyd dedi ki: Yani Allah, cehennem ateşinde bulunan kâfirlere dünyada iken saptırdıkları kimseleri gösterecekdir. Bu durumda kendilerine gösterilenler tabiler, gösterilen kimseler de kendilerine tabi olunanlardır. Mazluma kendisine zulmeden, maktule de kendisini öldüren kimse gösterilir, diye de açıklanmıştır. "Bunlar onlara gösterilir" âyetinin meleklere ait olduğu da söylenmiştir. Yani melekler, insanların hallerini bilirler ve herbir kesimi kendilerine layık oldukları şekilde önlerine katıp sürerler. "Bunlar onlara gösterilir" anlamındaki: âyeti ile ifade tamam olmaktadır. Bundan sonra yüce Allah: "Her günahkâr" yani kâfir "o günün azabından" cehennem azabından "feda etmeyi temenni eder." Dünyada iken akrabalarından kendisi için en değerli olan varlıkları feda etmeyi temenni edecek; fakat buna güç yetiremeyecektir. Daha sonra bu akrabaları sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Oğullarını, zevcesini, kardeşini, kendisini barındıran" Mücahid ve İbn Zeyd'in açıklamasına göre kendisine yardımcı olan "soyunu, sopunu" aşiretini. İmâm Mâlik dedi ki; "Kendisini barındıran"dan kasıt, onu terbiye eden annesidir, el-Maverdî naklettiğine göre, bu açıklamayı Eşheb Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Ebû Ubeyde dedi ki: "Fasile: soy, sop" kabilenin alt birimidir. Saleh dedi ki: Bunlar kişinin yakın atalarıdır. el-Müberred dedi ki: Fasile (soy, sop) bedenin azalarından bir parça demek olup, kabilenin alt bölümüdür. Kişinin yakın akrabalarına onun bir bölümüne benzetilerek "onun fasile"si" ismi verilmiştir. Kabile ve diğer birimlere dair açıklamalar daha önce el-Hucurat Sûresi'nde (49/13- âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Soy-Sopa" Yapılan Vakfın Kapsamı Burada bir mesele sözkonusu edilmelidir, o da şudur: Bir kimse kendi fasilesine (soyuna, sopuna) bir vakıfta bulunacak yahutta onlara bir vasiyette bulunacak olursa, bunun genel bir mana ifade ettiğini kabul edenler bunu aşiret diye yorumlarlar. Özel bir mana ifade ettiğini iddia edenler ise bunu yakınlık sırasına göre atalara yorumlarlar. Ancak konuşma dilinde birincisi daha çok görülen bir anlamdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. “Kendisini barındıran" onu kendisine katan ve korkulacak bir hal ile karşı karşıya kalması halinde korkudan yana ona güvenlik veren kimse demektir. 14Ve yeryüzünde olanların hepsini ve sonra da (bütün bunlar) kendisini kurtarsınlar (diye). "Ve yeryüzünde olanların hepsini" fidye olarak verdiği takdirde kurtulacağını bilse, şüphesiz onları fidye vermek istiyecektir. "Ve sonra da kendisini kurtarsın," Yani bu fidye kendisini kurtarsın (isteyecektir.) O halde burada bu takdirin (yani kendisini kurtarmasını isteyecektir anlamındaki takdirin) yapılması kaçınılmaz bir şeydir. Yüce Allah'ın: "Çünkü o elbetteki bir fısktır" (el-En'âm, 6/121) âyetinde olduğu gibi ki bu da: Şüphesiz ki onu yemek bir fısktır, demektir. buradaki "günahkâr... temenni eder" anlamındaki âyetin, başına "fe" getirilmiş bir cevabı gerektirdiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Onlar senin kendilerine yumuşak davranmanı arzu ettiler. Kendileri de bunun üzerine yumuşak davranacaklardı"(el-Kalem, 68/9) âyetinde olduğu gibi. Bu âyet-i kerimedeki cevap ise; Sonra da kendisini kurtarsın" anlamındaki âyettir. Çünkü bu da ("sonra" anlamındaki âyet) atıf harflerindendir. Yani: Günahkâr kimse fidye vermeyi ve bu fidye vermenin kendisini kurtarmasını temenni eder." 15Asla! Çünkü o alevli bir ateştir. "Asla" anlamındaki: lâfzına ve bunun hem; "gerçekten, muhakkak" hem "hayır, asla" anlamına geldiğine dair açıklamalar daha önceden (Meryem, 19/79. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada her iki anlama gelme ihtimali vardır Eğer; "gerçekten, muhakkak" anlamında ise ifade; "Kendisini kurtarsın" âyetinde (14. âyetin sonu) tamam olmaktadır. Eğer "hayır, asla" anlamında ise ifade burada tamam olmaktadır. Yani, fidye vermesi onu Allah'ın azabından kurtaramaz. Sonra da: "Çünkü o alevli bir ateştir." Yani cehennemdir, ateşi alev alev yanandır. Yüce Allah'ın: "İşte ben sizi oldukça alevli bir ateşi haber vererek korkuttum" (el-Leyl, 92/14) âyeti gibidir. “Alevli ateş" lâfzı: Alevli yanmak'tan türemiştir. Ateşin alev alev yanması"; Ateşin alevlenmesi" demektir. Bunun aslının; Azâbı devam ertiği için devam edip giden" lâfzından geldiği de söylenmiştir. Bu durumda iki "zf'dan birisi "elif" e kalbedilmiş ve sonunda: olmuştur. Cehennem tabakalarının ikincisinin ismi olduğu da söylenmiştir. Bu hem müennes, hem marife bir isim olduğundan dolayı munsarıf değildir. 16Deriyi soyup çıkarandır. "Deriyi soyup çıkarandır" anlamındaki âyeti Ebû Cafer, Şeybe, Nâfi, Ebû Bekir'in kendisinden rivâyetine göre Âsım, el-A'meş, Ebû Amr, Hamza ve el-Kisâl "soyup çıkarandır" anlamındaki lâfzı merfu olarak; (......) diye okumuşlardır. Fakat Ebû Amr'ın, Âsım’ın rivâyetine göre nasb ile; (.......) diye okumuştur. Ref ile okuyanların bu okuyuşları beş türlü açıklanabilir: 1- "Alevli bir ateş" anlamındaki lâfız Çünkü" lâfzının haberi olur ve: O': takdiri ile "deriyi soyup çıkarandır" anlamındaki bu lâfız, merfu okunur. Bu bakımdan: Alevli bir ateş" lâfzı üzerinde vakıf yapmak güzel olur. 2- "Alevli ateş" ile "soyup çıkarandır" anlamındaki lâfızlar "çünkü" anlamındaki edatın ayrı ayrı haberi olur. Tıpkı: Çünkü o hasımlaşan bir halktır" demeye benzer. 3- "Soyup çıkaran" anlamındaki lâfız "alevli bir ateş"den bedel olur. Bedel olan "alevli ateş" anlamındaki lâfız da "çünkü" edatının haberi olur. 4- "Alevli ateş" anlamındaki lâfız "çünkü" edatının isminden bedel; "soyup çıkaran" anlamındaki lâfız da "çünkü" anlamındaki edatın haberi olur. 5- "Çünkü o" lâfzındaki zamir kıssa (şan zamiri) olur. "Alevli ateş" anlamındaki lâfız mübtedâ, "soyup çıkarandır" anlamındaki lâfız mübtedânın haberi olur. Cümlenin tamamı da "çünkü" anlamındaki lâfzın haberi olur. Mana da şöyle olur: Olay ve haber şu ki, o alevli ateş deriyi soyup çıkarandır. “Soyup çıkaran" anlamındaki lâfzı nasb ile okuyanların "alevli bir ateş" anlamındaki lâfız üzerinde vakıf yapmaları ve "soyup çıkarandır" âyetini "alevli bir ateş"den kat ile (mana ve i'rab bakımından önceki lafızla ilişkisi koparılarak) nasb etmeleri güzeldir. Çünkü bu, mahfeyi? bitişik nekre bir kelimedir. Tekid edici hal olmak üzere nasb edilmesi de caizdir. Yüce Allah'ın: "Halbuki o... doğrulayan gerçeğin ta kendisidir" (el-Bakara, 2/91) âyetinde olduğu gibi Bununla birlikte bu lâfzın: O alev alev yanan ve soyup çıkaran halde bulunandır" anlamında deriyi soyup çıkarma halini anlatan bir ifade olarak nasbedilmesi de mümkündür. Onda âmil de "alev alev yanmak" anlamından anlaşılan manadır. Diğer taraftan ona dair haberi yalanlayan kimselerin halini belirtmek üzere bir hal olması da mümkündür. Bunun kat" ile nasbedilmesi de caizdir. Nitekim: Ben akıllı ve fazilet sahibi (olarak bilinen) Zeyd'e uğradım" demeye benzer.' Burada kar' olmasaydı, "akıllı ve faziletli" anlamındaki bıfızUınn Zeyd'in sıfatı oltııtık cer ile gelmeleri gerekirdi. Zeyd'den (mana ve i'rab bakımından) koparılarak şekilde kullanılmıştır. Görüldüğü gibi nasb ile okuyuşun da beş şekilde açıklanması mümkün olabilmektedir. Deri" lâfzı (........)'in çoğuludur, bu da başın derisi anlamındadır. el-A'şâ şöyle demektedir: "Kuteyle: Ona ne oluyor ki dedi, Onun başının derisi tamamiyle ağarmış saçlarla örtülmüş?" Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ve olaylar (musibetler) seni yıkmış (yaşlandırmış) olarak sabahı ederdin, Bundan dolayı başın derisinin üzerindeki ağarmış saçlar da görülür." es-Sıhah'da şöyle denilmektedir: 'in çoğulu olup bu da başın derisi demektir. İnsanoğlunun elleri, ayakları ve başı ile öldürücü darbe olmadığı her yeri"ne denilir. Mesela; öldürücü bir yerini isabet ettirmediği takdirde: Ona (ok) attı da öldürücü yerine isabet ettirmedi" denilir, el-Hüzelî der ki: "Nice sözler vardır ki, bunların öldürücü olmayan yerlere etkisi yoktur, Fakat bunlar dilin gerisinden kayıp gittikleri takdirde (öldürücüdür.)" Şair şunu demek istemektedir: Öyle bazı sözler vardır ki; bunlar öldürücü olmayan yerlere isabet etmezler, ama öldürürler. el-A'şâ da şöyle demektedir: "Kuteyle: Ona ne oluyor ki, dedi, Başının derisi ağarmış saçlarla örtülmüş?" Ebû Übeyd dedi ki: Ebû'l-Hattab el-Ahfeş bu beyiti Ebû Amr b. el-Alâ'ya okudu. Ona: Sen tashîf yaptın (kelimelerin harflerinde değişiklik yaptın.) Bunun doğru hali şeklindedir ki; bu da etrafları, kıyıları demektir. Ebû'l-Hattab sustu, sonra bize: Aksine o tasnif yaptı, çünkü bu kelimenin doğru şekli: şeklinde (beyitte olduğu gibi)dir, dedi. Atın ayakları" demektir. Çünkü: Ayakları kalın" denilir. Böyle bir niteleme ise baş için kullanılmaz. Çünkü Araplar atı yanaklarının zayıflığı ve yüzünün de inceliği ile nitelendirmişlerdir. Malın bayağı olan kısımları" anlamına da gelir. Yine basit ve önemsiz şey anlamına da gelir. Sabit el-Bunânî ile el-Hasen dedi ki: "Deriyi soyup çıkarandır." Yani cm un yüzünün en değerli yerlerini soyup çıkarandır. Ebû'l-Âl-iye: Yüzünün güzelliklerini, Katade: Hilkatinin ve azalarının güzel ve değerli olanlarını (soyup çıkarandır), diye açıklamışlardır. ed-Dahhak da şöyle açıklamıştır: (Bu ateş) eti ve deriyi kemikten öyle bir soyar ki, et namına hiçbir şey bırakmaz. el-Kisâî; bundan kasıt, eklem yerleridir, demiştir. (Dilbilgini) İmâmlardan birisi de, bundan kasıt ayaklar ve derilerdir, demiştir. İmruu’l-Kays da şöyle demektedir: "Butları sağlam, ön ve arka ayakları kalın, kalça sinirleri içerde, Kalça (kürek) kemiklerinin ucu, etlerinin üzerindedir (o atın). Ebû Salih dedi ki: Bu el ve ayakların parmakları anlamındadır. Şair şöyle demektedir: "O baktı mı onun övüncünü anlarsın, Ve gözlerinden okursun (övündüğünü), şu kadar var ki sen onun parmaklarını tanımazsın." Yine el-Hasen: Bu baş anlamındadır, demiştir. 17Çağırır yüz çeviren ve arkasına dönen kimseyi; "Çağırır yüz çeviren ve arkasına dönen kimseyi." Yani o alevli ateş dün ya hayatında Allah'a itaatten yüz çeviren ve imandan dönen, îmana arkasını dönen kimseyi çağırır. Onun çağırması ise: Ey müşrik bana gel, ey kâfir bana gel, demesidir. İbn Abbâs dedi ki: O kâfirlerle münafıkları isimleriyle çok açık ve anlaşılır bir dille; bana doğru gel ey kâfir, bana doğru gel ey münafık, diye çağırır. Sonra da kuşun taneyi gagasıyla almasr'gibi onları öylece yakalar. Saleb dedi ki: Çağırır helâk eder, demektir. Çünkü Araplar: Allah seni çağırsın" tabirini Allah seni helâk etsin anlamında kullanırlar. el-Halil dedi ki: Bu "gelin" diye çağırmaya benzemez. Onun cehennemlikleri çağırması, onları azaplandırma imkânının ona verilmesi iledir. Çağıranın cehennem bekçileri olacağı da söylenmiştir. Onların çağırmaları cehenneme izafe edilmiştir. Bunun bir misal olduğu da söylenmiştir. Yani arkasını dönüp, yüz çeviren kimsenin dönüp varacağı yer orası olacaktır. O bakımdan kendilerini çağıran kimse gibidir. Şairin şu sözleri de buna benzemektedir: "Biz iki vadiye konakladık ki; bu vadilerinden birisindeki O sinekler, orada bulunanları çağırırlar." Aslında çağıran sinek değildir. Sineklerin çıkardığı sesler, kendilerine dikkat çekerek böylelikle kendilerine çağırmış (gibi) olmaktadırlar. Derim ki: Birinci görüş daha önce Kuran âyetleri ve sahih haberler ile açıklandığı üzere hakikatin kendisidir. el-Kuşeyrî dedi ki: Alevli ateşin çağırması, çağıracağı vakit, onda hayatın yaratılması ile olacaktır. Yarın bu tür olağanüstü hadiseler pek çok görülecektir. 18Toplayıp kaba dolduranı. "Toplayıp kaba dolduranı" yani malı toplayarak onu kabına doldurup ondaki Allah'ın hakkını vermeyen ve bunun sonunda çok mal toplayan, fakat ondaki hakkı çokça engelleyen bir kişi haline geleni (çağırır.) el-Hakem dedi ki: Abdullah b. Ukeym kesesini bağlamaz ve şöyle derdi: Ben yüce Allah'ın: "Toplayıp kaba dolduranı" diye buyurduğunu görüyorum. 19Gerçekten insan helû' olarak yaratılmıştır. "Gerçekten insan" ed-Dahhak'tan nakledildiğine göre kâfir "helû' olarak yaratılmıştır." Sözlükte: Hırsın en şiddetli hali, tahammülsüzlüğün en kötü ve en çirkin hali"ne denir. Katade, Mücahid ve başkaları da böyle açıklamışlardır, Tahammülsüzlük gösterdi, gösterir, tutkun oldu, olur" demektir. İsm-i faili ...diye gelir, ise, bu isi çoklukla yapan kimseyi anlatmak için kullanılır. Âyetin anlamı şudur: O, hayır ve şer üzere her iki halde de yapmaması gerekeni yapmadan- duramaz, tahammül gösteremez. İkrime: Tahammül gösteremeyen kimseye denir, diye açıklamıştır. ed-Dahhak: Bir türlü doymak bilmeyen kimse demektir, diye açıklamıştır. Cimrilik edip infak etmeyen (alıkoyan, engelleyen)" ise mal elde ettiği takdirde o maldaki Allah'ın hakkını vermeyen kimse, demektir. İbn Keysan dedi ki; Yüce Allah, insanı kendisini sevindirecek ve hoşuna gidecek şeyleri sevecek şekilde, buna karşılık hoşlanmadığı ve kendisini gazaplandıran şeylerden kaçacak nitelikte yaratmıştır. Sonra Allah, sevdiği şeyleri infak etmekle, hoşuna gitmeyen şeylere de sabretmekle kendisine kulluk etmesini istemiştir. Ebû Ubeyde dedi ki: "Helû" hayır dokunduğu zaman şükretmeyen, zorluk ve sıkıntı dokunduğu zaman sabretmeyen kimse demektir. Bu açıklamayı Sa'leb yapmıştır. Yine Sa'leb şöyle demiştir: Yüce Allah "helu"u açıklamış bulunmaktadır. Bu da kendisine kötülük isabet ettiği takdirde alabildiğine tahammülsüzlük izhar eden, hayıra nail olduğu takdirde o hususta cimrilik gösterip insanlara onu vermeyen kimse demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Kula verilen en kötü şey hâli' (başkasına vermeyi alıkoyan) bir cimrilik ile kalbi yerinden ayıran bir korkaklıktır." Ebû Dâvûd, İli, 12; Müsned, II, 302, 320 Araplar, oldukça hızlı ve çabuk yürüyen dişi deveyi anlatmak üzere: derler. Şair de şöyle demektedir: "Koşarken bacakları birbirine çarpan (devekuşuna benzeyen benim dişi devem), hızlıca koşan bir devedir. Onu arkana alman bir tehlikedir, Ona doğru gittin mi pek hızlıdır." 20Yani o kendisine zarar erişirse feryadı basandır; Âyetin tefsiri için bak:21 21Ona hayır dokunsa cimrilik edip infak etmeyendir. "Feryadı basan" ile "infak etmeyen” vasıfları "helû"' lâfzının sıfatlarıdır. Ancak bu durumda bu ikisinin de: Zaman" lâfzından önce takdim edilmelerine niyet etmek gerekir. Bunların mukadder:...dır"in haberi oldukları da söylenmiştir. 22Ancak namaz kılanlar müstesna. "Ancak namaz kılanlar müstesna" âyeti daha önce sözkonusu edilen âyetlerin kâfirler hakkında olduğunu göstermektedir. Buna göre (daha önce geçen) "insan" cins isimdir. Buna hemen akabinde gelen istisna delil teşkil etmektedir. Yüce Allah'ın: "Gerçekten insan ziyandadır. Îman. eden...ler müstesna" (el-Asr, 103/2-3) âyetinde olduğu gibi. en-Nehaî dedi ki: "Namaz kılanlar" ile kastedilen farz olan namazı edâ edenlerdir. İbn Mes’ûd: Namazı vaktinde kılanlardır. Namazı terketmek ise küfürdür. Sözkonusu edilenlerin ashab-ı kiram olduğu söylendiği gibi, genel olarak bütün mü’minler olduğu da söylenmiştir. Onlar Rabblerine olan güven ve yakînleri sayesinde aşırı tahammülsüzlüklerin üstesinden gelirler. 23Onlar ki namazlarına devam ederler. "Onlar ki namazlarına" vakitlerinde kılmak suretiyle "devam ederler." Ukbe b. Amir dedi ki: Bunlar namaz kıldıklarında sağa sola bakmazlar. Çünkü "devam eden" sakin ve hareketsiz duran demektir. Nitekim "dâim suda işemek yasaklanmıştır" ifadesi, sakin ve durgun suda işemek yasaklanmıştır, demektir. İbn Cüreyc ve el-Hasen dedi ki: Sözkonusu edilenler çokça nafile namaz kılan kimselerdir. 24Onlar ki mallarında bilinen bir hak vardır: "Onlar ki, mallarında bilinen bir hak vardır" âyeti ile farz olan zekâtı kastetmektedir. Bu açıklamayı Katade ve İbn Sîrin yapmıştır. Mücahid ise: Zekâtın dışında, diye açıklamıştır. Ali b. Ebi Talha'nın İbn Abbâs'tan; akrabalık bağını gözetmek ile çoluk çocuk ve kimsesizlere bakmak, onların yükümlülüklerini taşımaktır, diye açıkladığını rivâyet etmektedir. Birinci açıklama daha doğrudur, çünkü burada "hak" "bilinen" olmakla nitelendirilmiştir. Zekâtın dışındaki miktar ise bilinen bir miktar değildir. Bu ihtiyaca göredir, az da olabilir, çok da olabilir, 25Dilenene ve yoksula. "Dilenene ve yoksula" âyetine dair açıklamalar daha önceden ez-Zâriyât Sûresi'nde (51/17-19. âyetler, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 26Onlar ki hesab gününü tasdik ederler, "Onlar ki hesab gününü" amellerin karşılığının verileceği gün olan kıyâmet gününü "tasdik ederler." Buna dair açıklamalar da Fâtiha Sûresi'nin tefsirinde geçmiş bulunmaktadır. 27Ve onlar ki Rabblerînin azabından korkarlar; Âyetin tefsiri için bak:28 28Çünkü Rabblerinin azabından yana güven altında olunmaz. "Ve onlar ki, Rabblerinin azabından korkarlar. Çünkü Rabblerinin azabından yana güven altında olunmaz." İbn Abbâs dedi ki: Bu şirk koşanlar yahut O'nun peygamberlerini yalanlayan kimseler içindir. Kimse ondan yana emin olmaz, aksine herkese düşen ondan korkmak ve ondan endişe içinde olmaktır, diye de açıklanmıştır. 29Onlar ki (başkalarına karşı) ırzlarını korurlar. Âyetin tefsiri için bak:31 30Eşlerine yahut sağ ellerinin sahib olduklarına karşı müstesna. Çünkü onlar kınanmazlar. Âyetin tefsiri için bak:31 31Ama kim bundan ötesini isterse; işte bunlar sınırı aşanlardır. "Onlar ki (başkalarına karşı) ırzlarını korurlar. Eşlerine yahut sağ ellerinin sahip olduklarına (cariyelerine) karşı müstesna. Çünkü onlar kınanmazlar" âyetine dair açıklamalar; "Mü’minler gerçekten felâh bulmuşlardır" daha önce (el-Mu'minun, 25/5-1. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 32Onlar ki emanetlerine ve ahidlerine uyarlar. "Onlar ki emanetlerine ve ahitlerine uyarlar" âyeti da yine (aynı sûrede) geçmiş bulunmaktadır. 33Onlar ki şehâdetlerini dosdoğru yerine getirirler. "Onlar ki şehadetlerini dosdoğru yerine getirirler." Şahidlikleri ister yakın, ister uzak kimsenin aleyhine olsun, onlar hakimin önünde o şahitliği gereği gibi yerine getirirler, hiçbir şekilde unu gizlemezler, onda değişiklik yapmazlar. Şahitliğe ve onun hükümlerine dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/283. âyet, 19. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs dedi ki: "Şehadetleri'nden kasıt, Allah'ın orlaksız olup bir ve tek olduğuna, Muhammed'in de Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna şahitlik etmeleri demektir. "Emânetlerine" anlamındaki âyet "emanetler" -anlamındaki lâfız tekil olarak: diye okunmuştur. Bu İbn Kesîr ve İbn Muhaysın'ın kıraatidir, O halde burada "emanet" cins bir isimdir. Bunun kapsamına dinin emanetleri de girer. Çünkü teşrîî hükümler, yüce Allah'ın kullarına emanet ettiği emanetlerdir. Yine bunun kapsamına insanların emanet ettiği şeyler de girer. Bütün bunlara dair yeterli açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/59. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Abbas ed-Dûrî, Ebû Amr'dan ve Yakub "şehadetlerini" anlamındaki âyeti, "şehadetler" -anlamındaki lâfzı çoğul olarak diye okumuşlardır. Diğerleri ise (aynı kelimeyi) tekil olarak; diye okumuşlardır, Çünkü bu haliyle de çoğul anlamını verebilmektedir. Mastar, çoğula izafe edildiği taktirde tekil olarak kullanılabilir Şanı yüce Allah'ın: "Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir" (Lukman, 31/19) âyetinde olduğu gibi. el-Ferrâ' dedi ki: Bu âyetin: Onlar şehadetlerini" şeklinde (şehâdet lâfzının) tekil olduğuna, yüce Allah'ın; "Şahitliği Allah için dosdoğru yapın" (et-Talâk, 65/2) âyeti delil teşkil etmektedir. 34Onlar ki namazlarını gereği gibi kılarlar. "Onlar ki namazlarını gereği gibi kılarlar." Katade dedi ki: Abdestini, rükû'unu ve sücudunu gereğince yerine getirirler. İbn Cüreyc: Maksat nafile namazdır, diye açıklamıştır. Bu hususta el-Mü’minûn Sûresi'nde (23/1-11-âyetler, 8-9- başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. (23. âyet-i kerimede geçen): "Devam etmek" gereği gibi kılmaktan farklıdır. Onların namazlarına devam etmeleri demek, herhangi bir ihlâlde bulunmaksızın, herhangi bir işle uğraşarak onu ihmal etmeleri sözkonusu olmaksızın, onu eda etmeye dikkat etmeleridir. "Gereği gibi kılmak (namazı muhafaza etmek)" ise namaz için alınan abdestin, abdest azalarını tamamen kapatmış olmasına, vakitlerinde namazları kılmaya, rükünlerini eksiksiz yerine getirip sünen ve adapları itibariyle onu eksiksiz kılmaya dikkat etmeleri, günah olan işlere yaklaşmak suretiyle sevabının boşa çıkmamasına riayet etmeleri demektir. O halde devamlılık, bizatihi namazların kendisine, namazları gereği gibi kılmak (muhafaza) ise, namazın hallerine ait bir nitelemedir. 35İşte bunlar cennetlerde ağırlanırlar. "İşte bunlar cennetlerde ağırlanırlar." Allah bu gibi kimselere oralarda türlü türlü lütuf ve ihsanlarla onlara ikramda bulunacaktır. 36Bu kâfirlere ne oluyor ki sana doğru hızlıca geliyorlar? "Bu kâfirlere ne oluyor ki sana doğru hızlıca geliyorlar?" el-Ahfeş buradaki; ". Hızlıca" lâfzını süratlice" diye açıklamıştır. (Şair) dedi ki: "Mekke'de oranın ahalisi vardır ve ben görüyorum ki onlar ona doğru Söylediklerini dinlemek üzere hızlıca gidiyorlar." Âyetin anlamı şudur: Onlara ne oluyor ki sana doğru hızlıca geliyorlar, etrafında oturuyorlar, fakat kendilerine verdiğin emirler gereğince amel etmiyorlar? Onlara ne oluyor da, seni yalanlamakta ellerini çabucak tutuyorlar? anlamında olduğu söylendiği gibi, bu kâfirlere ne oluyor da seni aysplamak, seninle alay etmek için senin söylediklerini dinlemek üzere hızlıca geliyorlar? anlamında olduğu da söylenmiştir. Atiyye dedi ki; "Hızlıca geliyorlar" (anlamı verilen lâfız) yüz çeviriyorlar, demektir. el-Kelbî: Sana hayretle bakıyorlar, demek olduğunu söylemiştir. Katade: Sana (dinlemek) kastıyla geliyorlar, diye açıklamıştır. Anlamlar birbirlerine yakındır. Yani onlara ne oluyor da boyunlarını uzatarak ve sana sürekli bakarak sana doğru hızlıca geliyorlar Böyle bir bakış, düşmanların bakışıdır, Âyet hal olarak nasbedilmiştir. Alay eden, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelmekle birlikte, îman etmeyen bir takım münafıklar hakkında inmiştir. “Sana doğru" sana yakın, senin bulunduğun tarafa doğru anlamındadır. 37Sağdan ve soldan bölük bölük (etrafını) sarıyorlar? "Sağdan ve soldan bölük bölük sarıyorlar." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sağından, solundan halka halka topluluklar hafinde (etrafını sarıyorlar) demektir, “Bölük bölük" ise dağınık topluluklar anlamındadır. Bu açıklamayı Ebû Ubeyde yapmıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, bir gün ashabının yanına gelerek onları halkalar halinde görüp onlara hitaben, söylediği şu sözlerde bu anlamda kullanılmıştır. "Ne diye ben sizleri dağınık cemaatler halinde görüyorum? Niçin meleklerin Rabbleri huzurunda saf tuttukları gibi siz de saf tutmuyorsunuz?" Ashab: Melekler Rabbleri huzurunda nasıl saf tutarlar, diye sorunca, şöyle buyurdu: "İlk safları tamamlarlar ve safta sıkı sıkı dururlar." Müslim, 1, 322; Ebû Dâvûd, 1, 177, İbn Mâce, I, 317; Müsned, V, 101, 106 Bu hadîsi Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Şair de şöyle demektedir: "Gece karanlık basmışken onun yanında görürsün bizi, Kapıları etrafında dağınık halkalar olmuşuz." er-Râî şöyle demektedir: "Ey Rahmân'ın halifesi! Şüphesiz ki aşiretimin İleri gelenleri sana doğru dağınık halde geliyorlar." Bir diğeri şöyle demektedir; "Sanki o başlar çıkardıklar: seslerden ötürü. Bölük bölük ve dağınık bir şekilde konan yabani kuşlar gibidir." Bir başkası şöyle demektedir: "O kadınlar Udâh denilen tepeye vardıklarında, Oranın çakıl taşlarını dağıtarak bölük bölük etrafa ittiler, uzaklaştırdılar." el-Kümeyt de şöyle demektedir: "Ve biz taşan bir nehiriz, öyle ki, Taşan bir nehirin bölüklerini parça parça etmişiz." Antere de şöyle demektedir: "Ve nice dengim var ki, ben onun üzerinde Yakın kimseler için (görsünler diye yerde bıraktım)- (üzerine konan) kuşlar bölük bölük birlikler gibi." “Bölük bölük" lâfzının tekili: şeklinde gelir. Bunun "vav" ve "nun" (cem-i müzekker-i salim) şeklinde çoğul yapılmasının sebebi, kendisinden hazfedilen harfin yerine geçmesi içindir. Çünkü bunun aslı: şeklindedir. Tıpkı "sene" lâfzının aslını diye kabul edenlere göre, illetli harfi dolayısıyla uğradığı değişiklik gibi, bu kelime de değişikliğe uğramıştır. Asimin; şeklinde olup, bunun "bir şeyi başkasına izafe etmek" anlamında kullanılan: Onu başkasına izafe etti, eder" fiilinden geldiği de söylenmiştir. Buna göre bölüklerin, toplulukların herbirisi diğerine izafe edilmiş olarak... demektir ve bundan hazfedilen harf de "vav': olmakladır. es-Sıhah'ta da şöyle denilmektedir: İnsanlardan oluşan bir fırka ve bir kesim" demektir. (Sondaki) "he (yuvarlak te)" "ye" harfinden bedeldir. Çoğulu ise "fial" vezninde; ...diye gelir, ile; "ayn" harfi ötreli olarak: diye de gelir. Ancak Araplar bunun çoğulunu; diye Birlikler, bölükler" dedikleri gibi- demezler. el-Asmaî dedi ki: "Evde çeşit çeşit insanlar vardır" anlamında: denilir. Sağdan ve soldan" lâfzı; Hızlıca geliyorlar" lâfzına taalluk etmektedir. Bununla birlikte; Bölük bölük" lâfzına Ben bunu Zeyd'den aldım (öğrendim)" tabirinde olduğu gibi taalluk etmesi de mümkündür. 38Acaba onların herbiri Naîm cennetine konulmayı mı ümit eder? "Acaba onların herbiri Naîm cennetine koyulmayı mı ümit eder?" âyeti hakkında müfessirler şöyle demektedir: Müşrikler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) etrafında toplanıyorlar, onun sözünü dinliyorlar fakat hem onu yalanlıyorlar, hem ona yalan söylüyorlardı. Ashabı ile alay ediyorlar ve: Yemin olsun bunlar cennete girecek olurlarsa, şüphesiz ki biz onlardan önce gireceğiz ve yemin olsun ki bunlara eğer cennetten bir şeyler verilecek olursa, muhakkak bizlere ondan fazlası verilecektir, diyorlardı. Bunun üzerine: "Acaba... ümit eder" âyeti nazil oldu. Alay eden bu kimselerin beş kişi oldukları da söylenmiştir. el-Hasen, Talha b. Mûsarrif ve el-A'rec; "koyulmayı" anlamındaki lâfzı "ye" harfini üstün, "hı" harfini ötreli olarak malum bir fiil şeklinde; Girmeyi" di ve okumuşlardır. Bu okuyuşu el-Mufaddal da Âsım'dan rivâyet etmiştir. Diğerlerİ ise meçhul bir fiil olarak: Koyulmayı" şeklinde okumuşlardır. 39Hayır, gerçekten Bizler onları bildikleri o şeyden yarattık. "Hayır!" Onlar oraya giremeyeceklerdir, diye buyurduktan sonra, yeni bir cümle ile: "Gerçekten Bîz onları bildikleri o şeyden yarattık" diye buyurmaktadır. Yani onlar önce bir nutfeden, sonra bir alakadan, sonra bir çiğnemlik etten -diğer hemcinslerinin yaratıldığı gibi yaratılmış olduklarını biliyorlar. Dolayısıyla onların kendisi sebebiyle cenneti kaçınılmaz olarak haketmelerini gerektiren bir üstünlükleri yoktur. Cennete girmeyi gerektiren îman , salih amel ve yüce Allah'ın rahmetidir, Şöyle de denilmiştir: Bu müşrikler nıüslümanların fakirleri ile alay ediyor ve onlara büyüklük taslıyorlardı. İşle yüce Allah, bunun üzerine şöylu buyurmaktadır: "Gerçekten Biz onları bildikleri o şeyden" o pis maddeden "yarattık." Dolayısıyla böyle bir büyüklenmek onlara yakışmaz. Katade de âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: Ey Âdem oğlu! Sen ancak bir pislikten yaratılmış bulunuyorsun. O halde Allah'tan kork! Rivâyet olunduğuna göre Mutarrif b. Abdullah b. es-Şıhhîr, el-Mühelleb b. Ebi Sufra’nın ipekli bir elbise içerisinde böbürlenerek gittiğini görünce ona: Ey Allah'ın kulu! Allah'ın nefret ettiği bu yürüyüş de ne oluyor? demiş. Mühelleb ona; Beni tanıyor musun? diye sormuş, o da: Evet diye cevap vermiş. Senin ilk başlangıcın bozuk bir nutfedir, sonun ise pis bir leş olacaktır ve sen bu iki merhale arasında da pislik taşımaktasın. Mühelleb o yürüyüşünden vazgeçerek yoluna devam etti. Bu sözleri Mahmud el-Verrak nazım halinde şöylece ifade etmektedir: "Hayret ederim suretini beğenen kimseye, Halbuki o ta başında bozuk bir nutfe idi. Yarın ise şimdi bu sureti güzel iken Mezarda pis bir leş oluvereçektir. O, bu şaşkınlık ve bu böbürlenmesine rağmen Yine de elbiseleri arasında pislik taşımaktadır." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Âdemoğlunda başının dışında bir üstünlük var mıdır? Böyleyken onda dahi beş türlü pislik vardır: Akan bir burun ve kötü kakan bir kulak Çapaklanmış bir göz ve susamış bir ağız. Ey toprağın oğlu ve yarın toprağın yiyeceği varlık, Kendine gel! Çünkü sen yenilecek ve içilecek (bir varlık)sın," Âyetin ... bildikleri şey için (onları yarattık); anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu ise emir, nehy, mükâfat ve cezadır. Şairin -ki o el A'şâ'dır- şu beyitinde olduğu gibi: "Sen Leyla'nın ailesinden ötürü erken ve çabucak mı geldin? Halbuki o, sevgi duyaa «şıkı ziyaret etmeyip ondan uzak duruyor." Görüldüğü gibi burada Leyla'nın ailesinden dolayı.., demek istemiştir. 40Hayır! Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, mutlaka Biz güç yetirenleriz, 41Onların yerine onlardan hayırlı olanları getirmeye. Ve Biz önüne geçilecekler değiliz. "Hayır... yemin ederim ki" âyetindeki: ": Hayır" lâfzı sıladır (zâiddir). "Doğuların ve batıların Rabbine..." maksat, güneşin doğduğu ve battığı yerlerdir. Buna dair açıklamalar daha önceden (es-Sâffât, 37/5. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, Ebû Hayve, İbn Muhaysın ve Humeyd tekil olarak: Doğunun ve batının Rabbine" diye okumuşlardır. "Mutlaka Biz güç yetirenleriz; Onların yerine onlardan hayırlı olanları getirmeye" âyeti şu demektir: Biz onları helâk edip yok etmeye; fazilet, itaat ve malları itibariyle onlardan daha hayırlılarım getirmeye güç yetirenleriz. "Ve Biz Önüne geçilecekler değiliz." Hiçbir şey Bizi geride bırakamaz ve istediğimiz bir işi yapmaktan hiçbir şey Bizi âciz bırakamaz. 42Artık kendilerine vaadolunan günleri ile karşılaşıncaya kadar bırak onları! Dalsınlar, oyalansınlar. Yani bırak onları batıllarında dalıp dursunlar, dünyalarında oyalansınlar. -Bu, tehdit mahiyetindedir. Sen ise ne ile emrolundunsa onunla uğraş, onların şirkleri gözünde büyümesin. Çünkü bunlar için tehdit olundukları şeyle- karşılaşacakları belli bir gün vardır. İbn Muhaysın, Mücahid ve Humeyd; "karşılaşıncaya kadar" anlamındaki lâfzı, şeklinde ("ye" harfi ötreli değil de üstün, "lam" harfinden sonra da "elif'siz olarak) okumuşlardır. Bu âyet-i kerîme (cihadı emreden) kılıç âyeti ile nesholmustur. 43O gün, onlar sanki dikilmiş putlara süratle gidiyorlarmış gibi kabirlerinden hızlıca çıkarlar. “O gün" âyeti bundan önce geçen "günleri" (42. âyet) lâfzından bedeldir. "Çıkarlar" anlamındaki âyet genellikle "ye" harfi üstün, "re" harfi ötreli olarak ve malum bir fiil diye okunmuştur. Ancak es-Sülemî, el-Muğire ve Âsım'dan el-A'şâ "ye" harfini ötreli, "re" harfini üstün meçhul bir fiil olarak; "(.....): Çıkarılırlar" diye okumuşlardır. "Kabirler" demektir. Bunun tekili (........)'dir. Daha önce Yâsîn Sûresi'nde (3/51- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Hızlıca" yani onlar son Sayha’yı işitecekleri vakit, davetçiye icabet etmek üzere "hızlıca" koşarlar. Âyet hal olarak nasbedilmiştir. "Sanki dikilmiş putlara süratle gidiyorlarmış gibi" âyetindeki; Dikilmiş putlar" lâfzı genel olarak "nunv: harfi üstün ve "sad" harfi cezm (sükûn) ile okunmuştur. Ancak İbn Âmir ve Hafs "nun" ve "sad" harflerini ötreli okumuşlardır. Amr b. Meymun, Ebû Recâ ve başkaları ise "nun" harfini ötreli, "sad" harfini sakin okumuşlardır; ile şekilleri, tıpkı -zayıflık anlamındaki lâfzın şeklinde kullanıldığı gibi; diye de kullanılmasına benzemektedir. el-Cevherî dedi ki: " Dikilmiş put, dikilip de Allah'tan başka kendisine ibadet olunan" demektir. "Nün" harfi ötreli olarak söylenişi de böyledir. Bazen (sâd harfi) harekelenebilir de. el-A'şâ da şöyle demektedir: "Ve sen bitkin düşmüş musibet sahibi kimseden de uzak dur, sakın afiyet sebebiyle ibadet etmeyesin ona, Yalnızca Rabbin olan Allah'a ibadet etmelisin." Şair burada: "İbadet etmelisin" demek istemiş (şiir dolayısı ile) "elif" ile vakıf yapmıştır. Tıpkı "Zeyd'i gürdüm" derken: diyerek (tenvini okumayarak elifi med ile okumak) gibi. 'Dikili putlar' anlamındaki lâfzın çoğulu ...diye gelir. Şairin: sözü, "sakın, bela ve musibet sahibi kimseden" anlamındadır. Çünkü " Kötülük ve bela' demektir. Nitekim yüce Allah'ın: "Şeytan bana yorgunluk ve azabla dokundu" (Sad, 38/41) âyetinde de bu anlamdadır. el-Ahfeş ve el-Fenâ şöyle demişlerdir: "Dikili putlar" 'in çoğuludur. "Rehin" kelimesinin çoğulunun; şeklinde gelmesi gibi. "Dikili putlar" ise 'in çoğuludur. O halde bu, çoğulun çoğulu (cemu'l-cem)dir. (......) ile 'in aynı şey (sadece çoğul ve dikili putlar anlamında) olduğu söylendiği gibi; bunun 'in çoğulu olduğu da söylenmiştir. Bu ise üzerinde hayvanın boğazlandığı taş ya da put demektir. Yüce Allah'ın: "Dikili taşlar üzerinde boğazlananlar..." (el-Mâide, 5/3) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır. (......) ile şekillerinin aynı anlamda olduğu da söylenmiştir. Tıpkı denildiği gibi. Bunu da en-Nehhâs zikretmektedir. İbn Abbâs dedi ki: Bir gayeye doğru" demektir. Bu da yenin gözünü kendisine doğru diktiğin şeydir. el-Kelbî: Bayrak yahutta sancak gibi dikilmiş bir şeye... diye açıklamıştır. el-Hasen dedi ki: Güneş doğduğu vakit Allah'tan başka tapındıkları dikili putlarına önlerindeki, arkalarındakine dönüp bakmaksızın alelacele gidiyorlardı. Hızlıca çıkarlar" hızlıca giderler, demektir. Hızlıca gitmek" anlamındadır. Şair şöyle demiştir: "Zübyanlıların atlıları demirin (zırhın) altında Abkar’dan hızlıca gelen cinler gibidir." Abkar: Arapların iddia ettiklerine göre cinlere ait bir yerin adıdır. Şair Lebid de şöyle demiştir: "Abkar cinleri gibi genç ve olgun yaşlılar." el-Leys dedi ki: "Develer hızlıca gitti, gider" denilir. Mastarı şeklindedir. "Develeri sahipleri hızlıca sürdü" anlamındadır. Buna göre: "Hızlıca sürmek" şekli geçişlidir ancak âyet-i kerimedeki şekli geçişsizdir. "Hızlıca koştu, gitti" anlamındadır. 44Gözleri horlukla aşağıda, kendilerini de bir zillet sarmış olacaktır. İşte bu, onlara vaadedilen gündür. Allah'ın azabını bekledikleri için "gözleri horlukla aşağıda" zilletle boyun eğmiş olarak, onları yukarıya kaldırmaksızın "kendilerini de bir zillet sarmış" hakirlik onları bürümüş "olacaktır." Katade dedi ki: Bu, yüzlerin karalığıdır. “Örtüp bürümek" demektir. İhtüâm olmak (ergenlik) yaşına yaklaşmış olan çucuğa Murahik çocuk” denilmesi de buradan gelmektedir, Onu örttü bürüdü, örter bürür, örtüp bürümek" demektir. Yüce Allah'ın: "Yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de horluk kaplar" (Yûnus, 10/26) âyetinde de bu anlamdadır. "İşte bu onlara" dünyada iken kendileri için azâb ile karşılaşacakları tehdit olundukları "vaadedilegelen gündür." Yüce Allah'ın, bu âyette haberi mazi kipi ile zikretmiş olması, Allah'ın vaadeltiği şeyin kaçınılmaz olarak mutlaka gerçekleşeceğinden dolayıdır, Meâric Sûresi burada sona ermektedir. (Allah'a hamd olsun) |
﴾ 0 ﴿