NÛH SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm. Allah'ın İsmi ile Mekke'de inmiştir, yirmisekiz âyettir.

1

Gerçekten Biz, Nûh'u kavmine: "Kendilerine çok acıklı bir azâb gelmezden önce kavmini korkut" diye gönderdik.

Daha önce el-A'râf Sûresi'nde (7/59- âyetin tefsirinde) Nûh (aleyhisselâm)'ın gönderilmiş ilk rasûl olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca bunu Katade, İbn Abbâs'tan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Peygamber buyurdu ki: "İlk gönderilen rasûl Nûh'dur. O yeryüzündeki herkese peygamber olarak gönderilmiştir." Buhâri, IV, 1624, VI, 26%; Müslim, I, 180; Hâkim, Müstedrek II, 595; Nesâî, es-Sünenu'l-Kübrâ, VI, 364; İbn Mâce, II, 1442; Müsned, III, 116; Tayâlisî, Müsned, I, 26..

Bundan dolayı yeryüzündekiler kâfir olunca, Allah yeryüzünde bulunan herkesi suda boğdu.

Nûh (aleyhisselâm)'ın nesebi (babasından geriye doğru) şöyledir: Nûh b. Lâmek b. Müteveşlih b. Ahnuh -ki İdris'tir- b. Yered b. Mehlâyîl b. Enûş b. Kaynarı b. Şîs b. Âdem (aleyhisselâm)'dır.

Vehb dedi ki: Bunların hepsi mü’min kimseler idi. O kavmine elli yağında iken peygamber olarak gönderildi. İbn Abbâs: Kırk yaşında iken demiştir. Abdullah b. Şeddad ise Nûh üçyüzelli yaşında iken peygamber olarak gönderildi. Bu husustaki açıklamalar bundan önce el-Ankebût Sûresinde (29/14-15. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, Allah'a hamdolsun.

" Kavmini korkut diye" âyeti; takdirindedir. Buna göre; diye" cer harfinin düşürülmesi ile nasb konumundadır. Bu cer harfinin; ile birlikte bulunması halinde amel etmesi güçlü olduğundan ötürü cer konumunda olduğu da söylenmiştir. Bunun müfessire (tefsir edici) anlamında olması da mümkündür. O takdirde irapta mahalli olmaz. Çünkü "irsal: peygamber göndermemde emir manası vardır. Bu takdirde ayrıca "be" harfini takdir etmeye gerek yoktur.

Abdullah (b. Mesud)'ın kıraatinde; Kavmini korkut" şeklinde olup " ...diye" edatı getirilmemiştir ki; bu da:

"Biz ona: Kavmini korkut, dedik" anlamındadır. înzârm (uyarıp, korkutmanın) anlamına dair açıklamalar daha önceden el-Bakaraleyhisselâmûresi'nin baş taraflarında (2/6. âyetin başında) geçmiş bulunmaktadır.

"Kendilerine çok acıklı bir azâb gelmezden önce" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs şöyle demektedir: Bununla âhiretteki cehennem ateşinin azabını kastetmektedir. el-Kelbî Bu başlarına gelen tufan azabıdır, demiştir. Bir başka açıklamaya göre âyet; Eğer îman etmeyecek olurlarsa, çok acıklı bir azâbın gelip hepsini vuracağını belirterek onları korkut, demektir. O bakımdan o, kavmini davet ediyor, onları korkutup uyarıyor, fakat onlardan kimsenin çağrısını kabul ettiğini görmüyordu. Bunun yerine kavmi onu bayılıncaya kadar dövüyordu. O da: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" diyordu. Buna dair yeterli açıklamalar daha önce el-Ankebût Sûresi'nde (29/14-15- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, Allah'a hamdolsun.

2

O da dedi ki: "Ey kavmim! Şüphesiz ben sizi apaçık bir korkutan ve uyaranım.

"O da dedi ki: Ey kavmim! Şüphesiz ben sizi apaçık bir korkutan ve uyaranım." Sizin bildiğiniz dilinizle size bu hususları açıkça bildirenim,

3

"Şöyle ki: Allah'a ibadet edin, O'ndan korkun ve bana itaat edin.

"Şöyle ki Allah'a İbadet edin" âyetinde ki:

"Şöyle ki" diye lâfzı daha önceden "korkut diye" âyetini açıklarken geçtiği üzere müfessiredir (açıklayıcıdır.)

"İbadet edin" O'nu tevhid edin.

"Ve" size verdiğim emirler hususunda

"bana itaat edin." Çünkü ben Allah'ın size gönderdiği elçisiyim.

4

"Ta ki günahlarınızdan bir kısmını mağfiret buyursun ve sizi belli bir süreye kadar geciktirsin. Şüphesiz ki Allah'ın takdir ettiği vakit geldi mi geri bırakılmaz. Keşke bilseydiniz."

"Ta ki günahlarınızdan bir kısmını mağfiret buyursun" âyetindeki; Mağfiret buyursun" âyeti emrin cevabı olarak cezmedilmiştir.

“...dan bir kısmını" ise zâid bir sıladır. Buna göre âyet; günahlarınızı bağışlasın demek olur. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır,

Bunun zaid olması doğru olamaz da denilmiştir. Çünkü bu edat vacib (gereklilik belirten) ifadelerde fazladan getirilemez. Burada ancak teb'îz (kısmîlik bildirmek) için olabilir. O da günahların bir bölümü demektir. Bu da yaratılmışların haklarına taalluk etmeyen günahlar hakkındadır. (Meal de buna göredir.)

Burada cinsin beyanı için kullanıldığı da söylenmiştir. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü ona uygun bir cinsten daha önceden sözedilmiş değildir.

Zeyd b. Eslem ise şöyle demiştir: Âyet: Sizi günahlarınızdan (sıyırıp) çıkarır, demektir. İbn Şecere dedî ki: O, size bağışlansın, diye kendisinden mağfiret dilediğiniz günahlarınızı bağışlar, demektir.

"Ve sîzi belli bir süreye kadar geciktirsin" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: Ömürlerinizi geriye bıraksın, ertelesin, demektir. Yani yüce Allah, yaratılmalarından önce eğer Îman edecek olurlarsa, ömürlerini bereketli kılacaktır. Îman etmeyecek olurlarsa, azâb dünyada acilen gelip onları bulacaktır, diye hükme bağlamıştır.

Mukâtil dedi ki: Ecellerinizin sona ereceği vakte kadar afiyet içerisinde sizi geciktirir. Sizleri kıtlık ve başka hususlarla cezalandırmaz.

Buna göre âyetin anlamı şudur: Ecellerinizin geleceği vakte kadar cezalardan ve sıkıntılı hallerden sizi uzak tutar. ez-Zeccâc dedi ki: Yani O, sizi azablan sonraya bırakır ve azap ile kökten imha edilenlerin ölümünden başka bir şekilde ölürsünüz. Buna binaen

"belli bir süreye kadar" âyeti sizce bilinen bir süreye kadar, demektir ve sizi ne suda boğarak, ne yakarak, ne de öldürülerek öldürür. Bu açıklamayı el-Ferrâ' zikretmiştir. Birinci görüşe göre ise "belli bir süre"den kasıt, Allah nezdinde bilinen bir süre demekcir.

"Şüphesiz ki Allah'ın takdir ettiği vakit geldi mi geri bırakılmaz." Yani ölüm gelecek olursa, ister bir azâb sonucunda gelmiş olsun, ister azabsız gelmiş olsun sonraya bırakılmaz.

Yüce Allah'ın eceli kendisine izafe etmesinin sebebi, onu tesbit edenin kendisi oluşundan dolayıdır. Kimi yerde ecel, eceli gelenlere de izafe edilebilir. Yüce Allah'ın:

"Ecelleri geldiğinde" (en-Nahl, 16/61) âyetinde olduğu gibi. Çünkü bu onlar için tayin edilmiş bir süredir,

Keşke" lâfzı "(ol): Eğer, şayet" anlamındadır ki; eğer bilseniz demektir. el-Hasen dedi ki: Eğer sizler Allah'ın eceli gelip sizi buldu mu asla geriye bırakılmayacağını bilmiş olsaydınız, mutlaka amel edecektiniz, demektir.

5

Dedi ki: "Rabbîm, ben kavmimi gece ve gündüz gerçekten davet ettim.

"Dedi ki: Rabbim, ben kavmimi gece ve gündüz" gizli ve açık

"gerçekten davet ettim." Kesintisiz olarak onları davet ettim, anlamında olduğu da söylenmiştir.

6

"Fakat benim davetim kaçıştan başka bir şeylerini arttırmadı onların."

"Fakat benim davetim kaçıştan" imandan uzaklaşıştan

"başka bir şeylerini arttırmadı onların."

"Benim davetim" âyeti genel olarak "ye" harfi üstün okunmuştur. Kûfeliler, Yakub ve Ebû Amr'dan rivâyetle ed-Dûrî sakin (harf-i ıned halinde) okumuşlardır.

7

"Gerçekten ben onlara kendilerini mağfiret etmen için ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar. Elbiselerine bütündüler, ısrar eltiler ve büyüklendikçe büyüklendiler."

"Gerçekten ben onlara kendilerini mağfiret etmen" mağfirete sebep olacak işleri yapmaları

"için" ki bu da Sana îman etmek ve Sana itaat etmektir-

"ne zaman davet ettiysem" benim davetimi işitmemek için "parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine hüründüler." Onu görmesinler diye elbiseleri ile yüzlerini örttüler.

İbn Abbâs dedi ki: Onun sözlerini işitmesinler diye elbiselerini başlarının üzerine örttüler. O halde elbiselere bürünmek, sözlerini işitmesinler diye kulaklarını tıkamaktaki ileri bir adımdır, yahutta o susuncaya kadar tanınmasınlar diye böyle yapmış, olabilirler ya da ona kendisinden yüz çevirdiklerini anlatmak için bu şekilde hareket etmiş olabilirler.

Bir görüşe göre bu, düşmanlıktan kinayedir. Nitekim: Filan kişi bana karşı düşmanlık elbisesini giyindi, denilir.

"Israr ettiler" küfür üzere ayak direttiler ve tevbe etmediler

"ve" hakkı kabul etmeye karsı

"büyüklendikçe büyüklendiler." Çünkü onlar:

"Sana sıradan kimseler tabi olmuş iken sana îman mı edelim?" (eş-Şuarâ, 26/111) demişlerdi.

"Büyüklendikçe..." ise tefhim (büyüklenmelerinin ileri derecede olduğunu anlatmak) içindir.

8

"Sonra ben gerçekten onları yüksek sesle davet ettim.

"Sonra ben gerçekten onları yüksek sesle davet ettim." Daveti böylelikle onlara açık açık ilan ettim.

" Yüksek sesle" âyeti

"onları davet ettim" fiili ile mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasbedilmiştir. Çünkü davetin iki çeşidinden birisi de "yüksek sesle, açıkça davet etmek"dir. Bundan dolayı tıpkı "oturdu" anlamındaki fiil ile: ": Kalçaları üzerine oturup bacaklarını dikerek ellerini dizlerinin önünden birleştirmek" lâfzının nasbedilmesine benzer. Çünkü bu da oturma çeşitlerinden birisidir. Ya da "onları... davet ettim" fiili ile "onlara yüksek sesle bunları söyledim" anlamında kullanıldığı için nasbedilmiştir.

Bunun "davet etti" mastarının sıfatı olması da mümkündür. Yüksek sesle çağırmak ya da çağrısını yüksek sesle yapmak suretiyle anlamındadır. Bu durumda da hal konumunda mastar olur ve; Onlara davetimi yüksek sesle yaparak onları davet ettim" demek olur.

9

"Sonra muhakkak ben onlara hem açık açık ilan ettim, hem de kendilerine gizli gizli söyledim."

"Sonra muhakkak ben onlara hem açık açık ilan ettim, hem de kendilerine gizli gizli söyledim." Yani ben harcamadık bir gayret bırakmadım, Mücahid dedi ki: Açık açık ilan ettim demek, yüksek sesle bağırdım demektir. "Hem de kendilerine gizli gizli söyledim" ifadesi de onların birini öteki görmeden fark etmeden davet ettim anlamındadır.

"Kendilerine gizli gizli söyledim." Evlerine gittim demektir.

Nûh (aleyhisselâm)'ın yaptığını belirttiği bütün bu işler, onları davet uğrunda ileri derece yaptıklarını ve davet etmekte hertürtü inceliği kullandığını göstermektedir.

“Muhakkak ben... açık açık ilan ettim" lâfzındaki "ye" harfini el-Haremî'lera) ile Ebû Amr fethalı, diğerleri ise (harf-i med olarak) sakin okumuşlardır.

10

"Arkasından: Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok mağfiret edicidir, dedim.

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağiz:

1- Allah'tan Mağfiret Dilemek:

"Arkasından; Rabbinizden mağfiret dileyin." Yani imanınızı halis kılmak suretiyle geçmiş günahlarınız için O'ndan bağışlanma dileyin.

"Çünkü O, çok mağfiret edicidir" ifadesi, tevbe etmeleri için onlara bir teşviktir.

Huzeyfe b. el-Yeman'ın rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Mağfiret dilemek günahların silicisidir." Deylemi, Firdevs, I, 124; Miinâvi, Feyzu'l-Kadîr, III, 177.

el-Fudayl dedi ki: Kul: Allah'tan mağfiret dilerim, der. Bu, benim günahımı affet, onu görme, diye açıklanır.

11

"Böylece O, üzerinize semâyı (yağmuru) bol bol salıverir.

Âyetin tefsiri için bak:12

12

"Mallarla, oğullarla size yardım eder, size bağlar, bahçeler verir ve sizin için nehirler akıtır."

2- Mağfiret Dilemenin Bazı Mükâfatları:

"Böylece O, üzerinize semayı (yağmuru) bol bol salıverir" âyeti, sema suyunu salıverir demektir, O halde bunda hazfedilmiş (su anlamındaki) bir lâfız vardır.

"Sema"nın yağmur anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani üzerinize yağmuru gönderir, demektir. Şair de şöyle demektedir:

"Sema (gökten yağan yağmur) bir kavmin toprağına düştü mü

Orada biz davarlarımızı otlatırız, isterse onlar kızsınlar."

"Bol bol yağmuru pek çok demektir.

" Salıverir" lâfzı emrin cevabı olarak cezm ile gelmiştir.

Mukâtil dedi ki: Onlar uzun bir süre Nûh'u yalanlamaları dolayısıyla kırk yıl süreyle Allah onlara yağmur yağdırmadı ve kadınlarını kısırlaştırdı. Davarları ve ekinleri telef oldu. Nûh (aleyhisselâm)'a gittiler ve ondan yardım ve imdad istediler. O da kendilerine:

"Rabbinizden mağfiret dileyin, çünkü O çok mağfiret edicidir" dedi. Yani O, kendisine dönenlere hep böyle davranır. Daha sonra onları îmana teşvik etmek üzere:

"Böylece O üzerinize semayı (yağmuru) bol bol salıverir. Mallarla, oğullarla size yardım eder. Size bağlar, bahçeler verir ve sizin İçin nehirler akıtır" dedi.

Katade dedi ki: Allah'ın Peygamberi onların dünyaya karşı tutkun kimseler olduklarını bildiğinden ötürü onlara: "Haydi, Allah'a itaate koşunuz. Çünkü Allah'a itaat ile hem dünya, hem de âhiret elde edilir" demişti.

3- Mağfiret Dilemek Dünyada Rızkın Bollaşmasına Sebeptir:

Gerek bu âyet-i kerimede, gerekse Hûd Sûresi'ndeki âyette (11/52. âyet-i kerimede) mağfiret dilemenin rızkın ve yağmurun indirilmesine sebep olacağına delil vardır.

en-Nehaî dedi ki: Ömer yağmur duasına çıktı. Geri dönünceye kadar mağfiret dilemekten başka bir şey yapmadı. Onlara yağmur yağdırılınca, yanında bulunanlar: Biz senin yağmur için dua ettiğini görmedik, dediler. O da: Ben kendisi sebebiyle yağmurun yağdırılması istenen semanın yağmur yağdırma sebeblerinin tümünü zikrederek yağmur talebinde bulundum dedikten sonra: "Habisinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok mağfiret edicidir. Böylece O üzerinize semayı (yağmuru) bol bol salıverir" âyetlerini okudu.

el-Evzaî dedi ki: İnsanlar yağmur duası için gıktılar. Bilâl b. Sa'd ayağa kalkarak, Allah'a hamd u senada bulunduktan sonra dedi ki: Allah'ım, biz Senin:

"İyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur" (et-Tevbe, 9/91) diye buyurduğunu duyduk. Bununla birlikçe biz kötülük yaptığımızı ikrar ediyoruz. Acaba bizim gibilere mağfiret buyurur musun? Allah'ım, bizim günahlarımızı mağfiret buyur, bize merhamet eyle, bize yağmur yağdır, deyip ellerini kaldırdı, beraberinde bulunanlar da ellerini kaldırdılar. Ve onlara yağmur yağdırıldı.

İbn Subayh dedi ki: Bir kişi el-Hasen'e kuraklıktan şikayet etti. Ona: Allah'tan mağfiret dile, dedi. Bir diğeri ona fakirlikten şikayet etti, ona da: Allah'tan mağfiret dile, dedi. Bir başka kist ona: Allah'a dua et de bana bir oğul ihsan etsin dedi, ona da: Allah'tan mağfiret dile, dedi. Bir başkası bahçesindeki kuraklıktan ona şikayet etti, ona da: Allah'tan mağfiret dile, dedi. Biz böyle demesinin sebebini ona sorduk, o da: Ben kendiliğimden bir şey söylemedim, çünkü yüce Allah Nûh Sûresi'nde:

"Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok mağfiret edicidir. Böylece O, üzerinize semayı (yağmuru) bol bol salıverir. Mallarla, oğullarla size yardım eder. Size bağlar, bahçeler verir ve sizin için nehirler akıtır" diye buyurmaktadır.

İstiğfarın nasıl yapılacağına dair açıklamalar ve bunun ihlâs ve günahlardan vazgeçmek esası üzere yapılacağına dair açıklamalar, daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/17. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Esasen bu, mağfiret duasının kabul edilmesinin esasını teşkil eder.

13

"Size ne oluyor ki Allah'ın azametinden hiç korkmuyorsunuz?

Denildiğine göre: Buradaki "recâ; ummak" âyeti "korkmak" (mealde olduğu gibi) anlamındadır. Yani siz ne diye Allah'ın azametinden ve herhangi birinizi cezalandırmaya kadir olduğundan korkmuyorsunuz? Yani Allah'tan korkmayı terketmekteki gerekçeniz nedir?

Said b. Cübeyr, Ebû'l-Âl-iye ve Atâ b. Ebi Rebâh şöyle demişlerdir: Size ne oluyor ki Allah'tan hiçbir sevap ummuyor ve O'nun hiçbir azabından korkmuyorsunuz?

Said b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan şöyle açıkladığını nakletmektedir: Size ne oluyor da Allah'ın azabından korkmuyor, O'nun hiçbir mükâfatını ümit etmiyorsunuz?

el-Vâlibî ve ondan el-Avfî: "Size ne oluyor da Allah'ın azametine dair hiçbir bilginiz yok" diye açıklamıştır. Yine İbn Abbâs ve Mücahid şöyle demişlerdir; Size ne oluyor da Allah'ın hiçbir azametini görmüyorsunuz?

Mücahid ve ed-Dahhak'tan: Size ne oluyor da hiçbir şekilde Allah'ın azametine aldırmıyorsunuz? diye açıkladıkları nakledilmiştir. Kutrub dedi ki: Bu söyleyiş Hicazlıların bir söyleyişidir. Huzeyl, Huzaa ve Mudar ise (aynı kökten olmak üzere): aldırış etmiyorum, anlamında kullanırlar.

Vekar; azamet demektir, tevkîr de tazim etmek anlamındadır.

Katade dedi ki: Size ne oluyor da Allah'tan hiçbir (iyi) akıbet ümit etmiyorsunuz? Mana şöyle gibidir: Size ne oluyor da Allah'tan imanın (güzel) âkibetîni ümit etmiyorsunuz?

İbn Keysân dedi ki: Size ne oluyor da O'nu tazim etmeniz dolayısı ile Allah'a ibadet ve itaatından ötürü size hayır vereceğini ümit etmiyorsunuz?

İbn Zeyd dedi ki: Size ne oluyor da Allah'a itaat olan hiçbir iş yapmıyorsunuz? el-Hasen: Size ne oluyor da Allah'ın hiçbir hakkını tanımıyor, O'nun hiçbir nimetine şükretmiyorsunuz?

Şöyle de açıklanmıştır: Siz ne diye Allah'ı tevhid etmiyorsunuz? Çünkü Allah'ı tazim eden O'nu tevhid etmiş olur. Bir diğer açıklamaya göre vekar (tazim) Allah için sebat göstermek demektir. Yüce Allah'ın: "(........): Evlerinizde oturun" (el-Ahzab, 33/33) âyeti, evlerinizde sebat gösterin demektir.

Bunun da anlamı şu olun Sizler ne diye Allah'ın vahdaniyetini ve O'nun kendisinden başka ilâh bulunmayan ilahınız olduğunu tesbit etmiyor ve bunu sebat ile kabul etmiyorsunuz? Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır.

14

"Halbuki O, sizi tavr tavr yaratmıştır."

Daha sonra yüce Allah, bunun delilini onlara göstererek şöyle buyurmaktadır:

"Halbuki O, sizi tavr tavr yaratmıştır." Yani O, sizin kendi yaratılışınızda tevhidine delil teşkil eden bir hususu takdir buyurmuştur.

İbn Abbâs dedi ki:

"Tavr tavr" önce nutfe, sonra alaka, sonra da mudğa (bir çiğnem et) aşamalarıdır. Yani yaratılışınız tamam oluncaya kadar sizi merhaleden merhaleye geçirerek yaratmıştır. el-Mu'minûn Suresinde (23/12-14. âyetlerde) belirttiği gibi.

"Tavr" sözlükte defa demektir. Yani bunu yapan ve buna güç yeti reni tazim etmeniz herşeyden çok O'nun hak kındır.

"Tavr tavr" küçük çocuklar, sonra gençler, sonra yaşlılar ve zayıflar, sonra güçlü kimseler diye de açıklanmıştır.

"Tavr tavr" çeşit çeşit, sağlıklı ve hasta, gören görmeyen, zengin ve fakir diye cif açıklanmıştır. Bunun huy ve davranış itibariyle birbirlerinden farklı olmaları anlamına geldiği de söylenmiştir.

15

"Görmez misiniz Allah, yedi göğü nasıl tabaka tabaka yaratmış?

"Görmez misiniz Allah yedi göğü nasıl tabaka tabaka yaratmış?" âyeti ile yüce Allah, onlara bir başka delil zikretmektedir. Yani Allah'ın bunu takdir etmiş olduğunu bilmiyor musunuz? O halde kendisine ibadet olunacak olan da sadece O'dur.

"Tabaka tabaka" biri diğerinin üstünde anlamındadır. Herbir sema tıpkı kubbeler gibi diğerinin üstünde tabaka halinde kapatılmıştır. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve es-Süddî yapmıştır.

el-Hasen de şöyle demektedir: Allah, yedi semayı yedi yer üzerinde tabaka tabaka yaratmıştır. Herbır arz ile arz ve herbir sema ile sema arasında bir takım yaratıklar ve emirler vardır.

"Görmez misiniz" sorusu gözle görmek anlamında değil, haber vermek anlamındadır. Benim filan kimseye nasıl yaptığımı görmedin mi? demeye benzer.

"Tabaka tabaka" mastar olarak nasbedilmiştir ki; Tabaka tabaka mutabık bir şekilde" demektir. Yahutta; Tabakalı halde" anlamında haldir. Bu durumda; lâfzı hazfedilmiş ve "tabaka tabaka" (anlamı verilen) lâfız onun yerine getirilmiş bulunmaktadır.

16

"Onların arasında ay'ı bir nûr kılmış, güneşi de bir kandil yapmıştır?"

"Onların arasında" yani dünya semasında

"ay'ı bir nûr kılmış." Bu tabir "Temimoğulları bana geldi" yahut: "Ben Temimoğullarına gittim" demeye benzer. Halbuki maksat onların bir kısmıdır. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır,

İbn Keysan dedi ki: Ay bu semalardan birisinde ise onların hepsinde anlamındadır. Kutrub da şöyle demiştir:

"Onların arasında" âyeti "onlarla birlikte" demektir. el-Kelbî de böyle açıklamıştır. Yani yüce Allah, gökleri ve yeri yaratmakla birlikte güneşi ve ay'ı da yaratmıştır. Dilbilginlerinin büyük çoğunluğu İmruu'l-Kays'ın:

"Son dönemlerini teşkil eden otuz aylık zaman içerisinde

Üç ayrı halde bulunan kimse rahat olabilir mi?"

Sözündeki " İçerisinde" lâfzının: " Beraber" anlamında olduğunu söylemişlerdir.

en-Nehhâs dedi ki: Ben el-Hasen b. Keysan'a bu âyet-i kerimeye dair soru sordum, o da şöyle dedi: Nahivcilerin cevabına göre eğer yüce Allah onu (ay'ı) o semalardan birisinde yaratmış ise, onların hepsinde yaratmış demektir. (Onların hepsinde yarattığını belirten ifade kullanılabilir.) Senin: -Kumaşlardan birisine alâmet koymuş olsan dahi-: O alâmeti i kumaşları bana ver, demene benzer. Bir diğer cevab da şudur: Rivâyet olunduğuna göre ay'ın yüzü semaya doğru bakar. Eğer semanın içine doğru bakıyor ise o vakit semaya bitişik demektir.

"Bir nûr" âyeti yeryüzündekilere bir nûr anlamındadır. Atâ: Göklerde ve yerde bulunanlara bir nurdur, diye açıklamıştır.

İbn Abbâs ve İbn Ömer de: Onun yüzü yeryüzündekileri aydınlatır. Öbür yüzü ise semadakileri aydınlatır, demişlerdir.

"Güneşi de bir kandil yapmıştır." Geçimleri için gerekli iş ve tasarruflarda bulunabilsinler diye yeryüzündekilere bir kandil kılmıştır. Semadakileri aydınlatması hususunda da az önce geçen iki görüş sözkonusudur. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir.

el-Kuşeyrî'nin İbn Abbâs'tan naklettiğine göre güneşin yüzü göklerde, arkası ise yerdedir (dönüktür). Aksi de söylenmiştir. Abdullah b. Ömer'e: Güneşe ne oluyor ki bazen bizi kavuruyor, bazan da bize serin geliyor, diye sorulunca şu cevabı vermiş: Güneş yazın dördüncü semada, kışın ise yedinci semada Rahmânın Argının yakınındadır. Eğer dünya semasında olmuş olsaydı, hiçbir şey ona karşı dayanamazdı.

17

Ve Allah sizi yerden bir bitki gibi bitirmiştir.

Bu âyetle Âdem (aleyhisselâm)'ı yer yüzünün herbir tarafından (alınan toprakla) yaratmış olduğu kastedilmektedir. Bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır. Buna dair açıklamalar daha önce el-En'âm (6/2. âyetin tefsin) Sûresi ile el-Bakara (2/31. âyer, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Halid b. Mâdan dedi ki: İnsan çamurdan yaratılmıştır. O bakımdan kalpler kışın yumuşarlar.

" Bir bitki gibi" âyeti gelmesi gereken şekilden başka türlü mastar olarak gelmiştir. Çünkü bu mastar: "Bitirdi" fiilinden geldiğine göre: " Bitirmek" şeklinde gelmelidir. Bu bakımdan yüce Allah

"nebat" lâfzını mastar yerinde kullanmıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/37. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde (mesela, el-Mâide, 5/12. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Bunun manaya yorumlanan bir mastar olduğu da söylenmiştir. Çünkü: Sizi... bitirmiştir âyeti; Sizi bitki gibi bitecek halde yaratmıştır" anlamındadır. Bu açıklamayı da el-Halil ve ez-Zeccâc yapmıştır.

Âyetin: Yerden sizin için bitki bitirmiştir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre "nebat; bitki gibi" âyeti sarih mastar olarak nasbedilmiştir. Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir. İbn Cüreyc dedi ki: Yüce Allah, onları yeryüzünde küçüklükten sonra büyümek suretiyle, kısa iken uzamalarını sağlamak suretiyle (bitki gibi) bitirmiştir.

18

"Sonra sizi yine oraya iade edecek ve sizi bir defa daha çıkaracak."

"Sonra sizi" öldükten sonra defnedilmek suretiyle

"yine oraya iade edecek ve sizi bir defa daha" kıyâmet gününden sonra kabirlerinizden diriltip çıkartmak suretiyle

"çıkaracak."

19

"Allah yeri sizin için bir sergi kılmıştır.

20

"Ta ki Onun geniş yollarında gidesiniz."

"Allah, yeri sizin için bir sergi" gibi yayılmış halde

"kılmıştır. Ta ki O'nun geniş yollarında gidesiniz" âyetindeki: Yollar" demektir. ise demek olup bu da "geniş yol" anlamındadır. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır

lâfzının

"iki dağ arasındaki geçit" anlamına geldiği de söylenmiştir. Daha önce el-Enbiya (21/31. âyetin tefsiri) ile el-Hac (22/27. âyetin tefsirin)de geçmiş bulunmaktadır.

21

Nûh dedi ki: "Rabbim, gerçek şu ki; bunlar bana isyan ettiler. Malı ve evlâdı zararından başkasını arttırmayacak kimselere uydular."

Onları yüce Allah'a şikayet etti, kendisine isyan edip onlara emretmiş olduğu îman hususunda kendisine uymadıklarını belirtti.

Tefsir bilginleri şöyle demişlerdir: O aralarında 950 yıl kaldı ve bu süre boyunca onları davet elti. Onlar da küfürleri ve isyanları üzerinde direnip durdu.

İbn Abbâs dedi ki: Nûh babalarından sonra gelecek oğullarının îman edeceklerini ümit etti. O bakımdan yedi nesile ulaşıncaya kadar birinin evladından sonra Ötekine gidip durdu. Onlardan ümit kestikten sonra onlara beddua etti. Tufandan sonra insanlar çoğalıp, etrafa yayılıncaya kadar altmış yıl daha yaşadı.

el-Hasen dedi ki: Nûh kavmi bir ayda iki defa ekin ekiyorlardı. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir.

"Malı ve evlâdı zararından başkasını arttırmayacak kimselere uydular."

Yanı kâfirlikleri, malları, çoluk çocukları dünyada sapıklıktan, âhirette helake uğramaktan başka hiçbir şeylerini arttırmayan büyüklerine, zenginlerine uydular.

Medineliler, Şamlılar ve Âsım;

"Ve evlâdı" âyetinin "vav" ve "lâm" harflerini üstün olarak okumuşlar, diğerleri ise "vav" harfini ötreli, "lâm" harfini sakin olarak; diye okumuşlardır ki; bu da: Çocuk, evlad" kelimesinin bir söyleyişidir. Bununla birlikte çoğul olması da mümkündür. Tıpkı;: Gemi" kelimesinin hem tekil, hem çoğul olması gibi. Daha önceden el-Bakara (2/164. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

22

"Ve onlar büyük büyük hileler yaptılar, tuzaklar kurdular."

Çok büyük hile ve tuzaklar demektir.

"Büyük" anlamında; denilir. Tıpkı acayip anlamında: denilebildiği gibi. Hepsi aynı anlamdadır. Bunun bir benzeri de uzun anlamında; denilmesidir. Yine: Güzel bir adam" denilmesi de bu kabildendir. Kur'ân okuyana; ile güzel yüzlü olana; denilmesi (çoğul lâfzının kullanılması) da böyledir. İbnu's-Sikkît şu beyiti zikretmektedir:

"Beyaz tenlidir o; kalbleri avlar ve esir alır,

Güzellik(i) ile kurra (Kur'ân'ı bilen ve okuyan) müslümanın kalbini."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Kişinin sahib olduğu güzel ahlâk onu katar

Hayırlı ve cömert delikanlılar arasına; yüzü alımlı ve parlak olmadığı halde."

el-Müberred dedi ki: Büyük büyük" şeklindeki şeddeli kullanım mübalağa ifade etmek içindir.

İbn Muhaysın, Humeyd ve Mücahid ise şeddesiz olarak; diye okumuşlardır.

Tuzaklarının ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bunun ayak takımlarını Nûh (aleyhisselâm)'i öldürmek üzere kışkırtmaları olduğu söylendiği gibi, kendilerine verilen dünyalık ve evlat ile İnsanları aldatmak ve kandırmak olduğu da söylenmiştir. Öyle ki zayıf kimseler: Eğer bunlar hak üzere olmasaydı, onlara bunca nimet verilmezdi, diyecek oldular.

el-Kelbî dedi ki: Bu, onların Allah'a koştukları eş ve çocuklar demektir.

"Hile ve tuzak"larının onların kâfir olmaları olduğu da söylenmiştir. Mukâtil de şöyle demiştir: Bu ileri gelenlerinin kendilerine uyan kimselere söyledikleri:

"Tanrılarının sakın bırakmayın. Sakın Ved, Suvâ, Yeğûs, Yeük ve Nesri terketmeyin" demeleridir.

23

"Ve: Tanrılarınızı sakın bırakmayın! Sakın Ved, Suvâ', Yeğûs, Ye'ûk ve Nesr'i terketmeyin, dediler.

İbn Abbâs ve başkaları şüyte demişlerdir: Bunlar (sözü edilen varlıklar) birtakım heykeller ve suretler idi. Nûh kavmi bunlara ibadet ediyorlardı. Daha sonra Araplar da bunlara ibadet ettiler. Çoğunluğun (Cumhûrun) görüşü budur.

Bu putların Araplara ait olduğu ve onlardan başkalarının bunlara ibadet etmedikleri de söylenmiştir. Bu putların en büyükleri onlara göre bunlardı. Bundan dolayı yüce Allah'ın:

"Ve tanrılarınızı sakın bırakmayın" âyetinden sonra, özellikle onları da zikretmiş bulunuyor. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Nûh kavminin ileri gelenleri kendilerine uyanlara:

"Tanrılarınızı sakın bırakmayın" dedikleri gibi, Araplar da kendi çocuklarına ve kavimlerine: Sakın Ved'i, Suvâ'ı, Yeğûs, Yeûk ve Nesr'i terketmeyin dediler. Daha sonra tekrar Nûh (aleyhisselâm)'ın kavmi sözkonusu edilmiştir.

Birinci görüşe göre âyetin tamamı Nûh kavmi hakkındadır.

Urve b. ez-Zübeyr ve başkaları şöyle demişlerdir: Âdem (aleyhisselâm) yanında Ved, Suvâ', Yeğûs, Yeûk ve Nesr adındaki oğulları da bulunduğu bir sırada rahatsızlandı. Ved onların en büyükleri ve Âdem'e en çok itaat edenleri idi.

Muhammed b. Ka'b dedi ki: Âdem (aleyhisselâm)'ın beş oğlu vardı: Ved, Suvâ', Yeğûs, Ye'ûk ve Nesr. Bunlar çokça ibadet eden kimseler idi, Onlardan birisi öldü ve ona çokça üzüldüler. Şeytan: Ben size onun gibi bir suret yapacağım. Ona baktığınız takdirde onu hatırlayacaksınız, dedi. Onlar da: Yap dediler. O da onlardan ölen o kişinin suretini mescid içinde bakır ve kurşundan yaptı. Sonra bir diğeri öldü, onun da suretini yaptı. Nihayet hepsi öldü, hepsinin suretlerini yaptı. Günümüzde olduğu gibi eşyada gittikçe eksilmeler görüldü. Nihayet bir süre sonra yüce Allah'a ibadeti terkettiler. Şeytan onlara: Size ne oluyor da hiçbir şeye ibadet etmiyorsunuz, dedi. Onlar: Neye ibadet edelim deyince, o da kendilerine: Hem sizin, hem de atalarınızın ilâhlarına. Hiç namaz kıldığınız yeri görmüyor musunuz!? Bunun üzerine onlara Allah'tan başka ilâhlar olarak bunlara ibadet ettiler. Nihayet Allah Nûh (aleyhisselâm) peygamber gönderince bu sefer;

"Tanrılarınızı sakın bırakmayın. Sakın Ved, Suvâ'ı... terketmeyin" dediler.

Yine Muhammed b. Ka'b ile Muhammed b. Kays şöyle demişlerdir: Bunlar Âdem ile Nûh arasında salih kimseler idiler. Bunların kendilerine uyan kimseleri de vardı. Bunlar ölünce İblis onlara, gayretlerini anımsasınlar, onların suretlerini görerek teselli bulsunlar diye onların suretlerini yapma işini güzel gösterdi. Onlar da bu kişilerin suretlerini yaptılar. Bu suretleri yapanlar ölüp başkaları gelince, bu sefer: Keşke atalarımızın bu suretlere neler yaptıklarını bir bilseydik. Şeytan onlara gelip: Atalarınız bunlara ibadet ediyorlar, bunlar da onlara merhamet ediyor, onlara yağmur yağdırıyorlardı, dedi. Bu sefer sonra gelenler bunlara ibadet ettiler, İşte o vakitten bu yana putlara ibadet edilmeye başlanmış oldu.

Derim ki; Müslim'in Sahih'inde yer alan Âişe (radıyallahü anha)'nın rivâyet ettiği hadis de bu anlamda açıklanmıştır: Buna göre Um Habibe ile Ummu Seleme Habeşistan'da gördükleri "Mâriye" adındaki ve içinde birtakım suretler bulunan bir kiliseden Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sözettiler. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Onlar öyle kimselerdi ki, aralarında salih bir adam öldü mü kabri üzerine bir mescid yapar ve (gördüğünüz) o suretleri yaparlardı. Onlar kıyâmet gününde Allah nezdinde yaratılmışların en kötüleridir." Müslim, I, 375; Butıârİ, I, 165, III, 1406; Nesâi, II, 11; Müsned, VI, 51

es-Sa'lebî'nin de zikrettiğine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu putlar Nûh kavminden salih birtakım kimselerin ismini taşıyorlardı. Bu salih kişiler öldükten sonra şeytan onların kavimlerine: Bunların oturup kalktıkları yerlere taşlar dikiniz ve bu taşlara kendilerini anacağınız şekilde onların isimlerini veriniz, diye telkinde bulundu. Onlar da bunu yaptılar. O taştan dikenler helâk olup bu husustaki bilgi silinip gidinceye kadar o taşlara ibadet edilmedi. Daha sonra Allah'tan başka onlara da ibadet edilir oldu.

Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği zikredilmiştir: Nûh (aleyhisselâm), Âdem (aleyhisselâm)'ın cesedini Hindistan'daki bir dağın üzerinde koruyordu. Kâfirlerin onun kabri etrafında tavaf etmelerine engel oluyordu. Şeytan onlara şu telkinde bulundu: Bunlar size karşı övünüyorlar ve sizi dışlayarak kendilerinin Âdem'in oğulları olduklarını iddia ediyorlar. O ise şu anda bir cesettir. Ben size onun gibi etrafında tavaf edeceğiniz bir suret yapacağım. Onlara işte bu beş putu yaptı ve bu putlara ibadet etmeye itti. Tufan olunca çamur, toprak ve su bu putların üzerini örttü. Şeytan Arap müşriklerine bunları ortaya çıkartıncaya kadar bu şekilde gömülü kalmaya devam ettiler.

el-Maverdî dedi ki: Ved, kendisine tapınılan ilk puttur. Ona Ved (sevgi) adının veriliş sebebi ona duydukları sevgidir. Nûh kavminden sonra Devmetu’l-Cendel denilen yerde Kelb kabilesine ait idi. İbn Abbâs, Atâ ve Mukâtil 'in görüşü budur, İşte şairleri onun hakkında şöyle demektedir:

"Merhaba sana ey Ved, bizim için helâl değildir,

Kadınlarla oyalanmak; çünkü din, azmi (üstün işleri) emretmiş (bulunmakta)dır."

Suvâ' -onların görüşlerine göre- deniz kıyısında Huzeyllilere ait bir put idi.

Yeğûs: Katade'nin görüşüne göre Sebe diyarının el-Cevf denilen yerinde Muratlıların Gutayf koluna ait idi.

el-Mehdevî: Önce Muradlıların idi, sonra da Gatafanlıların oldu. es-Salebi dedi ki: Taylılardan olan Alâ ve En'um ile Mezhiclilerden olan Curaşliler Yeğûs'u alıp onu Muradlılara götürdüler ve orada bir süre ona ibadet ettiler. Daha sonra Nadiye oğulları o putu Alâ ve En'umlulardan almak istediler. Bu sefer onu Huzaalılardan el-Haris b. Ka'b oğullarına mensub el-Husayn'a götürdüler.

Ebû Osman en-Nehdi dedi ki: Ben Yeğûs'u gördüm, kurşundandı. Bu putu bacaklarında hastalık bulunan bir devenin üzerinde taşıyorlardı. Onunla birlikte yol alıyor fakat kendisi çökmedikçe onu çöktürmüyorlardı. Deve çöktü mü onlar da inerler ve: Size burayı beğenmiş bulunuyor, diyerek onun üzerinde bir bina inşa ediyor ve etrafında konaklıyorlardı.

Ye'ük, İkrime, Katade ve Atâ'nın görüşüne göre (Yemen'deki bir yer olan) Belha denilen yerde Hemdanlılara ait idi. Bunu el-Maverdî zikretmektedir.

es-Sa'lebî dedi ki: Yeük, Sebelilerden Kehkn adındaki birisine ait idi. Sonra oğulları biri diğerinden miras aldı. Büyüklük sırasına göre miras alına alına sonunda Hemdanlıların eline geçti. İşte Malik b. Nemat el-Hemedanî şu beyiti onun hakkında söylemiştir;

"Dünyada tüylendiren (palazlandıran) da Allah'tır, zayıflatan da O'dur,

Fakat Ye'ûk ne zayıflatabiliyor, ne de palazlandırabiliyor."

Nesr: -Katade'nin görüşüne göre- Himyerlilerden Zülkela'a ait idi. Mukâtil 'den de benzeri bir görüş nakledilmiştir.

el-Vâkidî dedi ki: Ved bir adam suretinde idi. Suvâ' kadın suretinde, Yeğûs arslan, Yeûk at, Nesr ise uçan kuşlardan kartal suretinde idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,

"Sakın Ved'i... terketmeyin" âyetinde geçen "Ved" lâfzını Nafi "vav" harfi ötreli olarak "vud" diye okumuştur. Diğerleri ise üstün (ved şeklinde) okumuşlardır.

el-Leys dedi ki: "Vav" harfi üstün olarak "ved" Nûh kavmine ait bir putun adıdır, "Vav" harfi ötreli olarak "vud" ise Kureyşlilerin bir putunun adıdır. Amr b. Vud'a bu isim oradan verilmiştir. es-Sıhah'la da şöyle denilmektedir: Üstün ile "ved" Neddlilerin kullanışında: (........): Kazık" demektir. Onlar önce "te" harfini sakin okuyup, sonradan "dal" harfine idgam etmiş gibidirler. İmruu'l-Kaysın şu beyitinde "Ved" kullanılmış bulunmaktadır:

"O (yağmur) kesildi mi (meskenlerin) kazıklarını dahi ortaya çıkartır (görülmelerini sağlar.)

Fakat şiddetle de yağdı mı bu. sefer, onların görülmesini önler."

İbn Dureyd dedi ki: Bu bir dağın adıdır. "Ved" ise Nûh (aleyhisselâm)'ın kavmine ait bir put idi. Sonra bu Kelblilerin eline geçti, Dumetu'l-Cendel'de idi. "Abd-i Vud" ismi da buradan gelmektedir. Yüce Allah:

"Tanrılarınızı sakın bırakmayın" diye buyurduktan sonra:

"Sakın Ved, Suva ,..ı terketmeyin" diye buyurmaktadır ve özellikle bunların ismini vermektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Hani Biz peygamberlerden, senden, Nûh'tan... ahidlerini almıştık" (el-Ahzab, 33/7) diye buyurmaktadır.

24

"Şüphesiz ki onlar birçok kimseyi saptırdılar. Zâlimlerin sapıklığından başka şeylerini arttırma!"

"Şüphesiz ki onlar bir çok kimseyi saptırdılar" sözleri Nûh (aleyhisselâm)'ın söyledikleri sözler arasındadır. Yani onların ileri gelenleri kendilerine uyan birçok kimseyi saptırdılar. O halde bu, yüce Allah'ın:

"Ve onlar büyük büyük hileler yaptılar, tuzaklar kurdular" âyetine atfedilmiştir.

"'Birçok kimseyi saptırdılar" âyeti ile kastedilenlerin putlar olduğu da söylenmiştir. Yani bunlardan ötürü pekçok kimse sapıtmıştır. İbrahim (aleyhisselâm)'ın söylediği belirtilen şu âyet da buna benzemektedir:

"Rabbim, çünkü onlar (putlar) insanlardan birçoğunu saptırdılar." (İbrahim, 1-1/36) Burada putlardan akıl sahibi varlıkların niteliklerine sahiplermiş gibi sözedilmektedir. Çünkü kâfirler, putlar hakkında böyle bir inanca sahiptirler.

"Zâlimlerin sapıklığından başka şeylerini arttırma" âyetindeki sapıklığı İbn Bahr "azablarını" diye açıklamış ve yüce Allah'ın:

"Muhakkak ki günahkârlar sapıklıkta ve çılgın ateş içindedirler." (el-Kamer, 54/47) âyetini delil göstermektedir. Bunun "hüsrandan başka şeylerin" anlamında olduğu söylendiği gibi; mal ve evlat fitnesine maruz kalmasından başka... diye de açıklanmıştır. Böyle bir anlama gelme ihtimali de vardır.

25

Onlar da günahlarından dolayı suda boğuldular. Ardından ateşe atıldılar da kendilerini Allah(ın azâbın )dan kurtaracak yardımcılar da bulamadılar.

"Onlar da günahlarından dolayı" âyetindeki:

"...dan dolayı" lâfzındaki: tekid edici bir stladır.

"Günahlarından dolayı" anlamındadır. el-Ferrâ'' dedi ki: Âyet: Günahlarından dolayı, günahları sebebiyle" anlamındadır. Buna göre; lâfzı bu manayı vermektedir. (el-Ferrâ'' devamla) dedi ki: yapılan işe karşılık (mücazât) anlamına delâlet etmektedir.

Ebû Amr

"günahları" anlamındaki lâfzını kırık çoğul olmak üzere; diye okumuştur, Bunun tekili; ...diye gelir. Ancak bu çoğulun asıl (kaide)ye göre; şeklinde "feâil" vezninde gelmesi gerekirdi. İki hemze bir araya gelince ikincisi "ye"ye kalbedildi. Çünkü ondan öncesi kesrelidir. İkisi bir arada ağır geldiğinden ayrıca illetli harf de taşıdığından ötürü "ye" harfi "elif"e, ondan sonra da birinci hemze -iki elif arasında saklı bulunması dolayısıyla- "ye"ye kalbedilmiştir.

Diğerleri ise salim çoğul olarak; diye okumuşlardır.

Ebû Amr dedi ki: Bir kavim bin yıl boyunca kâfir oldular, onların günahlarından başka bir şeyleri olmadı.' O bu sözleriyle, lâfzının …..lâfzından daha çok miktarda "günahlar'i anlattığını söylemek istemektedir.

Kimileri de her iki şeklin aynı olduğunu, her ikisinin de hem çokluk, hem de azlık hakkında kullanılan iki çoğul olduklarını söylemişler ve buna delil de yüce Allah'ın:

"Yine de Allah'ın sözleri tükenmezdi" (Lukman, 31/27) âyeti ile şairin şu beytini delil göstermişlerdir:

"O parlak koca tencereler bizimdir; kuşluk vakti parıldar onlar

Kılıçlarımıza gelince, kahramanlıktan kan damlatırlar."

"Günahları" lâfzı hemze "ye "ye kalbedilip (ye'ye) idgam edilmek suretiyle; diye de okunmuştur. el-Cabderî, Amr b. Ubeyd, el-A'meş, Ebû Hayve ve Eşheb el-Ukaylî'nin ise ("günahları" lâfzını) tekil olarak; diye okudukları rivâyet edilmiştir. Maksat ise şirktir.

"Ardından" yani suda boğulmalarından sonra

"ateşe atıldılar." el-Kuşeyrî dedi ki: İşte bu, kabir azabına delil teşkil etmektedir. Onu inkâr edenler ise: Onlar ateşe girmeyi hakettiler yahutta onlara cehennem ateşindeki yerleri gösterildi, diye açıklarlar. Nitekim yüce Allah:

"Ateştir o, onlar sabah akşam ona arzolunurlar" (el-Mu'min, 40/46) diye buyurmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar bu sözleriyle haberde yer alan: "Deniz ateş içinde bir ateştir" sözüne işaret etmektedirler.

Ebû Ravk'ın rivâyetine göre ed-Dahhak, yüce Allah'ın:

"Suda boğuldular. Ardından ateşe atıldılar" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yani onlar dünya hayatında suda boğulmakla birlikte yine dünya hayatında aynı zamanda ateş ile de azaplandırıldılar. Onlar bir taraftan batıyorlar, öbür taraftan da ateşte yakılıyorlardı. Bunu es-Sa'lebî zikretmiş ve şöyle demiştir; Bize Ebû'l-Kasım el-Habibi şunu okudu: Dedi ki: Bize Ebû Said Ahmed b. Muhammed b. Eumeyh şunu okudu, dedi ki: Bana Ebû Bekr el-Enbârî şunları okudu:

"Yaratma kimi zaman bir arada olur, kimi zaman ayrıdır.

Olaylar ise çeşitli hallere sahib, türlü türlüdür.

Sakın bir araya geldiler diye zıtlara hayret etmeyesin,

Allah ateşi de, suyu da bir araya getirendir."

"Kendilerini Allah'tan kurtaracak" yani Allah'ın azabını kendilerinden uzaklaştıracak

"yardımcılar da bulamadılar."

26

Nûh dedi ki: "Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma!

27

"Çünkü eğer Sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar ve kötü kimseden, aşırı giden kâfirden başka evlât doğurmazlar."

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Nûh (aleyhisselâm) Kâfirlere Ne Zaman Beddua Etti:

Onların kendisine tabi olacaklarından ümidini kesince, onlara beddua etti.

Katade dedi ki: Yüce Allah:

"Kavminden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla îman etmeyecektir" (Hud, 11/36) âyetini, ona vahy ile bildirdikten sonra, kavmine beddua etti. Allah da onun duasını kabul etti ve ümmetini suda boğdu. Bu da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini andırmaktadır: "Ey kitabı indiren, hesabı çarçabuk gören; birleşen orduları bozguna uğratan Allah'ım! Sen onları bozguna uğrat ve onları sarstıkça sars." Buhârî, III, 1072, IV, 1509, V, 234H; Müslim, III, 1353; Tirmizî, IV, 195; İbn Mâce, II, 935; Müsned, IV, 353, 355, 3K1

Denildiğine göre onlara beddua etmesinin sebebi şudur: Kavminden bir adam, kolunda küçük bir çocuk taşıyarak, Nûh (aleyhisselâm)'ın yanından geçerken: "Sen bundan sakın, çünkü o seni saptıracak" dedi. Bu sefer oğlu: Babacığım beni indir, dedi. Onu indirdi, ona bir taş attı ve başını yaraladı. İşte o vakit kızıp onlara beddua etti.

Muhammed b. Ka'b, Mukâtil , er-Rabî, Atiyye ve İbn Zeyd dedi ki: Bu yüce Allah'ın sulblerinde ve kadınlarının rahimlerinde ne kadar mü’min varsa hepsini çıkarttığı vakit olmuştu. Kadınların rahimlerini ve erkeklerin sulblerini de yetmiş yıl öncesinden kısırlaştırmıştı. Kırk yıl öncesinden de denilmiştir.

Katade dedi ki: Azâb geldiği vakit aralarında küçük çocuk yoktu.

el-Hasen ve Ebû'l-Âl-iye dedi ki: Şayet Allah, onlarla birlikte çocuklarını da helâk etmiş olsaydı, yine de bu Allah'ın onlara bir azâbı ve onlar hakkındaki adaletli bir uygulaması olurdu. Fakat yüce Allah, azâb göndermeksizin çocuklarını ve soylarından gelecek olanları helâk ettikten sonra, kendilerini azâb ile helâk etti. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Nûh kavmi peygamberleri yalanlayınca Biz de onları suda boğduk" (el-Furkan, 25/37) âyetidir.

2- Genel ve Özel Olarak Kâfirlere Beddua Etmenin Hükmü:

İbnu'l-Arabi dedi ki: Nûh (aleyhisselâm) bütün kâfirlere beddua etti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da mü’minler aleyhine birlik oluşturan ordulara ve onlara karşı düşmanları kışkırtanlara genel olarak beddua etmişti. İşte bu, genel olarak bütün kâfirlere beddua etmenin asıl bir dayanağıdır. Eğer beddua edilen kâfir muayyen bir kişi olup, onun ne şekilde öldüğü bilinmiyor ise, ona beddua edilmez. Çünkü bize göre onun akıbeti bilinmemektedir. Allah tarafından o akıbeti saadetle sonuçlanmış bir kişi de olabilir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın özel olarak Utbe, Şeybe ve arkadaşlarına beddua etmesinin sebebi ise, onların akıbetlerini bilmesi ve onların önülü halleri üzerindeki perdenin kendisine açılmış olması idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Bu mesele güzel açıklamaları ile birlikte daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/161-162. âyet, 1. ve 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.

3- Bedduadan Sonra Mağfiret Duası:

İbnu’l-Arabî dedi ki: Eğer: Nûh kavmine yaptığı bedduayı niçin âhirette Allah'tan bütün insanlar için şefaat talebinde bulunmamasına sebep olacaktır, denilecek olursa, şu cevabı veririz: İnsanların bu hususta iki görüşü vardır; Birincisine göre; onun o bedduası kızgınlık ve katılıktan ötürü idi. Şefaat ise hoşnutluk ve rikkatten kaynaklanır. Bundan dolayı o kendisine sitem edilmesinden ve: Dün kâfirlere beddua ettin, bugün de onlara şefaatçi olmaya kalkışıyorsun, denileceğinden korktu.

İkincisine göre o, nassız ve bu hususta açık bir izin olmaksızın kızgınlıkla beddua etti. Bundan dolayı kıyâmet gününde bu hususta sorumluluktan korktu. Nitekim Mûsa (aleyhisselâm) da: "Ben öldürmekle emrolunmadığım bir tanı öldürdüm" diyecektir. Buhârî, IV, 1746; Müslim, I, 1K5; Tirmizî, IV, 622; Müsned, I, 281, 295, 11, 435

(İbnu'l-Arabî) dedi ki; Ben de bu görüşteyim.

Derim ki: Eğer açık bir nass ile beddua etmesi kendisine emir olarak verilmemiş idiyse de ona:

"Kavminden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla îman etmeyecektir" (Hud, 11/36) denilmiş ve böylelikle kavminin akıbetleri kendisine bildirildiğinden o da helâk olmaları için onlara beddua etmişti. Nitekim Peygamberimiz de Şeybe, Utbe ve benzerlerine beddua ederek: "Allah'ım, onlara layık oldukları cezayı vermeyi Sana havale ediyorum" diye beddua etmişti ve bu bedduasını akıbetlerinin kendisine bildirilmesi üzerine yapmıştı. Buna göre bu âyette onlara beddua etme emri, anlamı da bulunabilmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

4- Kâfirlerin Diğer Kimselere Zararları:

"Kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma! Çünkü eğer Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar ve kötü kimseden, aşırı giden kâfirden başka evlât doğurmazlar."

es-Süddî'ye göre kâfirlerden bir yurtta, bir evde sakin kalan kimse bırakma demektir.

“Dönüp dolaşan bir kimse" lâfzının asıl şekli; şeklinde "fey'âl" vezninde olup: Döndü, döner" fiilinden gelmektedir. Burada "vav," "ya"ya kalbedildikten sonra, birbirlerine idgaın edilmişlerdir. Ayakta tutan, ayakta duran" kelimesinin aslının; şeklinde olması gibi. Eğer bu kelimenin vezni "fe'âl" şeklinde olsaydı; diye gelmesi gerekirdi.

el-Kutebî dedi ki: Bu kelimenin aslı "dâr"den gelmekte olup, bir darda (diyarda, yurtta, evde) konaklayan kimse anlamındadır. Nitekim: diyarda (o evde) kimse yoktur" denilir. Bunun ev sahibi, yurt sahibi anlamında olduğu da söylenmiştir.

28

"Rabbim! Bana, anama, babama, mü’min olarak evime girene, erkek ve kadın mü’minlere mağfiret buyur! Zâlimlerin de helaklerinden başka şeylerini arttırma!"

"Rabbim! Bana, anama, babama... mağfiret buyur" sözleri ile kendisine ve anne, babasına dua etti. Anne, babası mü’min idiler. Babası Lâmek b. Müteveşjih, anası ise Şemha bint Enuş idi. Bunu el-Kuşeyri ve es-Sa'lebî zikretmişlerdir. el-Maverdî ise annesinin adının Mencel olduğunu zikretmektedir.

Said b. Cübeyr dedi ki: Ana babasıyla, babasını ve dedesini kastetmiştir. Said b. Cübeyr tekil olarak: "(........): Babama" diye okumuştur.

el-Kelbİ dedi ki: Nûh ile Âdem arasında hepsi de mü’min olan on tane ata geçmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Nûh'un kendisi ile Âdem arasında küfre sapmış tek bir atası dahi yoktur.

"Mü’min olarak evime girene" benim mescidime ve namazgahıma, Allah'ı tasdik ederek ve namaz kılarak girene... Peygamberlerin evlerine ancak îman eden kimseler girerdi. Bundan dolayı mescide girmeyi mağfiret ile dua etmeye sebep kılmıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "Sizden herhangi bir kimse namaz kıldığı yerinde kalmaya devam ettiği sürece -orada herhangi bir kötülük istemedikçe- melekler ona: Allah'ım! Ona mağfiret buyur, Allah'ım! Ona merhamet buyur, diye dua edip dururlar." Buhârî, I, 171, 181, 234, 11, 746; Müslim, 1, 460; Tirmizi, II, 150; Dârimi, I, 3^2; Ebû Dâvûd, 1, 127, 12H, 153; Nesâî, II, 55; İbn Mâce, I, 262, Müsned, II, 252, 261, 289, 3t2, 394... Bu hadis daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

İşte İbn Abbâs'ın görüşü de budur. O;

"evime" âyetini mescidime diye açıklamıştır. Bunu es-Sa'lebî nakletmiş olup ed-Dahhak da böyle demiştir Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Benim dinime girenlere... demektir. Burada

"ev" din anlamındadır. Bunu da el-Kuşeyri nakletmiş olup, Cuveybir de böyle demiştir.

Yine İbn Abbâs'tan: Benim evime giren benim arkadaşım demektir, diye açıkladığını, el-Maverdî nakletmektedir. Evini kastettiği söylendiği gibi, gemisini diye de söylenmiştir.

Ve genel olarak

"erkek ve kadın" bütün "mü’minlere" kıyâmet gününde (mağfiret buyur). Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır.

el-Kelbî de şöyle demektedir: Muhammed ümmetinden (mü’min erkek ve kadınlara) kavminden diye de açıklanmıştır. Birincisi daha açık anlaşılan (daha kuvvetli) bir görüştür.

"Zâlimlerin" kâfirlerin

"helaklerinden başka şeylerini arttırma!" Bu da bütün kâfir ve müşrikler hakkında genel bir duadır. Kendi kavminin müşriklerini kastettiği de söylenmiştir.

“Helâk olmak" demektir, hüsran anlamında olduğu da söylenmiştir. Her iki açıklamayı da es-Süddî nakletmiştir.

Yüce Allah'ın:

"Şüphesiz ki onların içinde bulundukları yok olmaya mahkûmdur" (el-A'râf, 7/139) âyetinde de bu anlamdadır. Bunun yıkılıp yok olmak anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlam birdir. Allah bunu en iyi bilendir, doğruya erişmek başarısını veren de O'dur.

(Nûh Sûresi burada sona ermektedir. Allah'a hamd olsun)

0 ﴿