CİNN SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Mekke'de indiği icma ime kabul edilmiştir. Yirmisekiz âyettir

1

De ki: "Bana şu vahyolundu: Cinlerden bir topluluk (beni) dinlediler ve dediler ki: Gerçekten biz, (dinleyeni) hayrete düşüren bir Kur'ân dinledik.

Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Peygamber Efendimizin Kur'ân Okumasını Dinleyen Cinler:

"De ki: Bana şu vahyolundu" âyeti şu demektir: Ey Muhammed! Ümmetine de ki: Allah, bana Cebrâîl vasıtası ile şunu vahyetti: Cinlerden bir topluluk beni dinlediler.

Yüce Allah, bu hususu vahiy ile kendisine bildirmeden önce Peygamber bunu bitmiyordu. İleride geleceği üzere İbn Abbâs ve başkalarının görüşü budur.

"Vahyolundu" anlamındaki lâfzı, İbn Ebi Able asla uygun olarak şeklinde okumuştur. Ona vahyetti" denilir. Burada "vav" hemzeye kalbedilmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Peygamberlerin belirli vakitleri geldiği zaman" (el-Mürselat, 77/11) âyeti da bu kabildendir. Bu tür okuyuşlar ötreli olan her "vav'da mutlak olarak câiz olan kalb ("vav"ı hemzeye dönüştürmek) türlerindendir. el-Mâzinî de kesrcli olanlarda bunu mutlak olarak böyle okumuştur. Kuşak ve yastık" (kelimelerinde "vav"ın hemzeye kalbedilmesi ile; "Kardeşinin yükü" (Yusuf, 12/76) ve benzer lâfızlarda olduğu gibi.

2- Peygamber Kur'ân'ı Dinleyen Cinleri Gördü mü ve Nüzul Sebebi:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu cinleri görüp görmediği hususunda görüş ayrılığı vardır. Kur'ân'ın zahiri onun kendilerini görmediğine delil teşkil etmektedir. Çünkü yüce Allah burada:

"Dinlediler" âyeti ile yine yüce Allah'ın:

"Hatırla ki cinlerden bir grubu Kur'ân'ı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik" (el-Ahkaf, 46/29) âyeti bunu gerektirmektedir.

Müslim'in Sahihinde ve Tirmizî'de yer alan rivâyete göre; İbn Abbâs şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) cinlere karşı Kur'ân okumadığı gibi, onları görmedi de. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından bir grub ile birlikte Ukâz panayırına doğru yola koyuldular. O sırada şeytanların semadan haber almaları engellenmiş, üzerlerine yalın alevli ateşler de gönderilmeye başlanmıştı. Bunun üzerine şeytanlar (herhangi bir haber alamamış olarak) kavimlerine geri döndüklerinde onlara: Bu durumunuz ne? diye sordular. Onlar semadan haber almamız engellendi, üzerimize yalın alevli ateşler salındı, dediler. Bu sefer: Bu, ancak meydana gelmiş bir olay sebebiyle olabilir. Haydi yeryüzünün doğularına, batılarına dağılınız, dolaşınız. Semadan haber almamıza engel teşkil eden bu olayın ne olduğuna bir bakınız.

Bunun üzerine, yeryüzünün doğularına, batılarına yayıldılar. Tihâme taraflarına doğru gitmiş olan topluluk -Peygamber Nahle taraflarında iken kaz panayırına doğru yöneldiler. O sırada Peygamber ashabı ile birlikte sabah namazını kılıyordu. Kur'ân sesini duyunca ona kulak verdiler ve: İşte semadan haber almamızı engelleyen budur, diyerek kavimlerine geri döndüler ve; Ey kavmimiz:

"Gerçekten bizi hayrete düşüren bir Kur'ân dinledik. O doğruya götürüyor. Bundan ötürü biz de ona Îman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla ortak tutmayacağız" dediler. Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a:

"De ki: Bana şu vahyolundu. Cinlerden bir topluluk beni dinlediler..." âyetlerini indirdi. Müslim, I, 331; Buhârî, IV, 1H73

Bu hadisi Tirmizi, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiş olup, İbn Abbâs: Cinlerin kendi kavimlerine:

"Allah'ın kulu, ona ibadet etmek için kalktığı zaman neredeyse etrafında bir keçe gibi olacaklardı" (el-Cin, 70/19) demeleri ile ilgili olarak şöyle demiştir: Onlar kendisinin namaz kıldığını, ashabının da ona uyarak namaz kıldıklarını, secdeye varırken onunla birlikte secdeye vardıklarını görünce, ashabının ona bu derece itaat etmelerinden hayret ettiler ve kavimlerine şöyle dediler: "Allah'ın kulu ona ibadet etmek için kalktığı zaman neredeyse etrafında bir keçe gibi olacaklardı." (Tirmizi) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir, Tirmizi, V, 426; Müsned, I, 270

Bu Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, cinleri görmediğine fakat onların huzurunda bulunduklarına, onun Kur’ân okumasını dinlediklerine delil vardır. Yine bu Hadîs-i şerîfte, yalın alevli ateşle, şeytanlara atış yapılması sebebiyle bu işin sebebini araştırmak üzere yola koyulduklarında, cinlerin de şeytanlarla birlikte olduklarına ve yalın alevli ateşle taşlananların cinlerden olduklarına delil vardır. Onlara şeytanlar denilmesi yüce Allah'ın:

"İns ve cin şeytanları..." (el-En'âm, 6/112) âyetine benzemektedir. Çünkü Allah'a itaatin dışına çıkan, O'nun emirlerine baş kaldırıp, isyankâr olan herkes "şeytandır.

Yine Tirmizi'de İbn Abbâs'tan şöyle dediği zikredilmektedir: Cinler vahyi dinlemek üzere semaya doğru yükselirlerdi. Bir söz duydular mı ona dokuz daha katıyorlardı. Duydukları tek kelime gerçek olarak ortaya çıkardı. Buna kattıkları diğer sözler ise bâtıl idi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Peygamber olarak gönderilince (semaya yakın) oturdukları yerlere ulaşmaları engellendi. Bu durumu İblis'e aktardılar. Bundan önce yıldızlar atış taneleri olarak kullanılmıyordu. İblis onlara: Bu iş ancak yeryüzünde meydana gelmiş önemli bir olay dolayısıyla olabilir, dedi. Bu sebepten askerlerini saldı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın iki dağın arasında -zannederim Mekke'deki (iki dağın arasında) dedi- namaz kılmakta olduğunu gördüler. İblise gidip onu durumdan haberdar ettiler, o da şöyle dedi: İşte yeryüzünde meydana gelmiş olan büyük olay budur. (Tirmizi) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizi, V, 427; Taberanî, el-Mu'cemu'l-Kebir, XII, 46

Bu hadis, şeytanların yıldızlarla taşlanıp, kovalandıkları gibi, cinlerin de taşlanıp, kovalandıklarına delil teşkil etmektedir.

es-Süddî'nin rivâyetinde denildiğine göre; onlar alevli ateşlerle taşlanıp, kovalanınca îblis'e varıp, onu başlarına gelen bu olaydan haberdar ettiler. İblis onlara şöyle dedi: Herbir taraftan bana bir avuç toprak getirin, onu koklayacağım. Ona toprak getirdiler, o da o toprağı kokladı ve: Sizin başınıza bu olayın gelmesine sebep teşkil eden şahıs Mekke'dedir, dedi. Bunun üzerine cinlerden bir topluluğu gönderdi. Bunların yedi kişi olduğu söylendiği gibi, dokuz kişi oldukları da söylenmiştir ki, bunlardan birisi de Zevbea adındaki cin idi.

Âsım'ın, Zir'den rivâyetine göre o şöyle demiştir: Zevbea ve arkadaşlarından oluşan kafile, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geldi... es-Sumâlî şöyle demiştir: Bana ulaştığına göre, bunlar Şeysabanoğullarından idiler. Bunlar da cinler arasında sayıca en kalabalık ve en güçlü olanlardır. Genel olarak İblisin askerleri de bunlardır. Yine Âsım'ın Zir'den rivâyet ettiğine göre, gelenler yedi kişi idi. Bunların üçü Harran ahalisinden, dördü ise Nasîbîn ahalisindendiler. Cuveybir de ed-Dahhak'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Bunlar -Irak'takinden ayrı Yemen'de bir kasaba olan- Nasîbîn ahalisinden dokuz kişi idiler.

Bir başka görüşe göre, Mekke'ye gelen cinler Nasîbinli idiler. Nahle'ye gelenler ise Ninova cinlerinden idi. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Ahkaf Sûresi'nde (46/29. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İklime dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın o sırada okumakta olduğu sûre

"Yaratan Rabbinin adıyla oku!" (el-Alak, 96/1) Sûresi idi.

el-Ahkaf Sûresi'nde (belirtilen yerde) cinlerden gelen toplulukların isimleri de geçmiş bulunmaktadır. Bunu tekrarlamanın anlamı yoktur.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in cin gecesi cinleri gördüğü de söylenmiştir ki, bu daha sağlamdır. Âmir en-Nehaî rivâyetle dedi ki: Ben Alkame'ye sordum: İbn Mes’ûd, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte cin gecesinde hazır bulunmuş muydu? Alkame şu cevabı verdi: Ben İbn Mes’ûd'a sunu sordum: Cin gecesi sizden herhangi bir kimse Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunmuş muydu? O: Hayır dedi. Fakat bizler Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunduğumuz bir gece onu aramızda bulamayıverdik. Vadilerde, dağ yollarında onu aradık. Cinler onu alıp götürdü ya da suikaste uğradı, dedik. Bir topluluk bir geceyi en kötü şekilde nasıl geçiriyorsa, biz de gecemizi öyle geçirdik. Sabah olunca ansızın onun Hira taraflarından gelmekte olduğunu gördük. Ey Allah'ın Rasûlü dedik, seni göremedik, seni arayıp durduk, fakat bulanındık. Bundan ötürü de bir topluluk bir geceyi en kötü şekilde nasıl geçiriyor ise, biz de gecemizi öyle geçirdik. Şöyle buyurdu: "Cinlerin davetçisi bana geldi. Ben de onunla birlikte gittim, onlara Kur'ân okudum," Sonra bizi alıp götürdü, bize onların izlerini ve ateşlerinin kalıntılarını gösterdi. Cinler ondan azık istemiştiler. Bunlar Cezire cinlerinden idi. Peygamber şöyle buyurdu: "Elinize geçireceğiniz, üzerinde Allah'ın ismi anılmış herbir kemik üzerinde olabilecek kadarıyla et ile sizin olacaktır. Herbir hayvan pisliği de sizin bineklerinizin yemi olacaktır. -Rasulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) (bize) buyurdu ki: Bundan dolayı bu ikisi ile istinca yapmayınız. Çünkü bunlar cinlerden kardeşlerinizin yiyeceğidir." Tirmizî, V, 3H2; Tayalisî, Müsned, 1, 37

İbnu’l-Arabî dedi ki: İbn Mes’ûd (bu hususu) İbn Abbâs'tan daha iyi bilir. Çünkü İbn Mes’ûd bu olaya şahit olmuş, İbn Abbâs ise bunu duymuştur. Elbetleki haber almak görmek gibi değildir.

Bir diğer görüşe göre; cinler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a iki defa gelmişlerdir. Birincisinde Mekke'de idi, bu da İbn Mes’ûd'un sözünü ettiği olaydır, İkincisi ise Natıle'de olmuştur ki, bu da İbn Abbâs'ın sözünü ettiği olaydır. el-Beyhaki dedi ki: Abdullah b. Abbas'ın naklettiği olay, cinlerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kur'ân okuyuşunu duydukları ve durumunu öğrendikleri ilk zamanlara rastlar. Bu sırada peygamber onlara Kur'ân okumadığı gibi -İbn Abbâs':n da anlattığı gibi- onları görmedi. Daha sonraki bir seferinde cinlerin davetlisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geldi -Abdullah b. Mesud'un anlattığı gibi- onunla birlikte gitti ve onlara Kur'ân okudu.

Beyhaki dedi ki: Sahih hadisler İbn Mes’ûd'un cin gecesinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte olmadığına ve onun Peygamber ile birlikte başkalarını da yanına alarak cinlerin ve ateşlerinin izlerini göstermek üzere gittiğine delâlet etmektedir. (Beyhaki) dedi ki: Bir başka yol da o gece İbn Mes’ûd'un onunla birlikte olduğu da rivâyet edilmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Ahkaf Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.

İbn Mes’ûd'dan rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bana cinlere Kur'ân-ı Kerîm okumam emrolundu. Benimle birlikte kim gelir?" Beraberindeki ashab seslerini çıkarmadı. İkinci defa, daha sonra üçüncü bir defa sözlerini tekrarladı. Sonra Abdullah b. Mesud dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Ben seninle birlikte gelirim. Abdullah b. Mesud, Peygamber ile birlikte yola koyuldu. Nihayet Ebû Dub geçidi yakınlarında el-Hacûn'a kadar geldiler. Peygamber bana bir çizgi çizdi ve: "Bu çizgiyi aşarak daha ileriye gitme!" dedi. Sonra el-Hacûn'a gitti. Orada ayaklarını yukardan aşağıya doğru taşların üzerine bırakan deve yavruları gibi birtakım varlıklar etrafında toplandı. Kadınların deflerine vurdukları gibi deflerine vurarak yürüyorlardı. Sonunda onu görmeme imkân kalmayacak şekilde etrafını sardılar. Ben ayağa kalktım, eliyle bana; otur diye işaret etti, Kur'ân okudu ve sesi gittikçe yükseldi. Onlar da yere yapıştılar, nihayet onları göremez oldum. Bana dönüp geldiğinde: "Bana gelmek mi istedin?" diye sordu. Ben: Evet ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Şöyle dedi: "Bunu yapamazdın (yapmamalıydın). Bunlar Kur'ân'ı dinlemek için gelmiş olan cinlerdir. Sonra da kavimlerine -uyarıp, korkutucular olarak- geri döndüler, benden azık istediler, ben onları kemik ve büyükbaş hayvan dışkıları ile azıklandırdım. Bundan dolayı sizden herhangi bir kimse kemik ya da dışkı ile taharetlenmesin, " Lafzen aynen olmamakla birlikte ayılı manada: Beyhakî, es-Sunenu'l-Kübrâ, f, 10

İkrime dedi ki: Bunlar Musul taraflarındaki Cezire'de onikibin kişi idiler.

Bir rivâyette şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) benimle birlikte yola koyuldu. Nihayet Avfoğulları bahçesi yakınındaki mescide geldiğimizde bana bir çizgi çizdi. Onlardan birkaç kişi ona geldi, bizim arkadaşlarımız bunlar sanki Zut (hindlerinden) birtakım adamlar gibi idi. Yüzleri de tıpkı bir çeşit çanağı andırıyordu. Sen nesin? dediler. O: Ben Allah'ın peygamberiyim, diye, buyurdu. Peki buna dair sana kim tanıklık eder, diye sordular. Peygamber: "Bu ağaç" diye buyurdu. Sonra: "Ey ağaç" dedi. Ağaç köklerini sürükleyerek, ses çıkartarak geldi. Nihayet onun önünde dimdik durunca şöyle dedi: "Sen neye şahitlik edersin." Ağaç: Senin Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik ederim, dedi. Sonra da taşlar arasında ses çıkartarak, köklerini sürükleyerek geri döndü ve eski haline geldi. Yine rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) işini bitirince başını İbn Mes’ûd'un kucağına dayadı, uyudu, sonra uyandığında: "Abdest almak için su var mı?" diye sordu. İbn Mes’ûd; Hayır, ancak yanımda nebiz bulunan bir matara var, dedi. Peygamber; "Bu hurma ve sudan başka bir şey midir ki?" deyip, ondan abdest aldı. Muhtasar olarak: Müsned, I, 449, Beyhakî, es-Sunenu'l-Kübrâ, 1, 9

3- Su ve Kendisi İle îstincâ Yapılabilenler:

el-Hicr Sûresi'nde (15/22. âyetin tefsirinde) suya dair açıklamalar ile et-Tevbe Sûresi'nde (9/108. âyet, 4. başlıkta) ne ile istincâ yapılacağına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

4- Cinler Neden Yaratılmışlardır?

İlim ehli, cinlerin yaratıldıkları asılın ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler, İsmail'in rivâyetine göre, Hasan-ı Basri şöyle demiştir: Cinler İblis'in çocuklarıdır, insanlar ise Âdem'in çocuklarıdır. Bunlardan da, ötekilerinden de mü’min olanlar da vardır, kâfirler de vardır. İyilikleri karşılığında mükâfat, kötülükleri karşılığında ceza görecek olmaları ortak yanlarıdır. Her iki kesimden de mü’min olanlar, Allah'ın velisidirler. Her iki kesimden kâfir olan ise, şeytandır.

ed-Dahhak, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Cinler "el-cânn"ın çocuklarıdır. Bunlar îman edebilirler. Aralarından mü’min olan da vardır, kâfir olan da vardır. Şeytanlar ise İblisin çocuklarıdır. Bunlar ancak İblis ile birlikte ölürler.

Cinlerin mü’minlerinin cennete girecekleri hususunda, asıl yaratılışları ile ilgili görüş ayrılıklarına göre farklı görüşler vardır. Cinlerin İblisin soyundan değil de "el-cânn"ın soyundan geldiğini iddia edenler, cinler îmanları sebebiyle cennete girerler demişlerdir. Onlar İblisin soyundan gelirler, diyenler ise bu hususta iki ayrı görüş ileri sürmüşlerdir. Birinci görüş el-Hasen'in görüşü olup, buna göre cennete gireceklerdir. İkinci görüş ise Mücahid'in rivâyeti olup, bunlar cehenneme girmeyecek olsalar dahi cennete girmeyeceklerdir. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir, onların cennete gireceklerine dair açıklamalar er-Rahmân Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"O ikisinde de bunlardan evvel ne bir insanın, ne bir cinnin asla dokunmadığı, gözlerini yanlız eşlerine dikmiş huriler vardır" (er-Rahmân, 55/56) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

5- Cinlerin Görülmeleri ve Çeşitli Varlıklar Suretinde Ortaya Çıkmaları:

el-Beyhaki, rivâyetinde şöyle demektedir: Peygamberden azık istediler. Bunlar Cezire cinlerindendi. Peygamber: "Her kemik sizin için (azık)dır" demiştir. Bu onların yemek yediklerine bir delildir. Doktor (tabib) ve filozofların kâfir olanlarından bir grub, cinleri inkâr ederek şöyle demişlerdir: Bunlar basit varlıklardır, yemek yemeleri düşünülemez. Onlar bu sözleriyle Allah'a karşı cüretkârlık etmekte ve iftirada bulunmaktadırlar. Kur'ân ve sünnet onların bu kanaatlerini reddetmektedir. Yaratılmışlar arasında basit, mürekkeb ve müzdevec diye bir varlık yoktur. Bir ve tek sadece yüce Allah'tır. O'nun dışındaki bütün varlıklar ise mürekkeptir. Durumu ne olursa (O'ndan başka) olsun asla bir ve tek diye bir varlık yoktur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın melekleri gördüğü gibi, cinleri de asıl suretlerinde görmesi akla aykırı ve imkansız bir şey değildir. Cinler, bizlere çoğunlukla, yılan suretinde görünür. Muvatta’'daki rivâyete göre, yeni evlenmiş bir adam, gündüzün arta saatlerinde ailesinin yanına dönmek üzere Rasûlullah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) izin istedi.., diye bir hadis nakledilmektedir. Orada şöyle denilmektedir: Ansızın yatak üzerinde katlanmış büyükçe bir yılan gördü. Mızrağı ile üzerine atıldı ve mızrağını ona sapladı... deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Müslim, IV, 1756; İbn Hıbbân, Sahih, XII, 4S4; Muımtta, II, 976; Ebû Dâvûd, IV, 365

Sahih'te de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu zikredilmektedir: "Bu evlerde yaşayan mahlûklar vardır. Siz onlardan bir şey görecek olursanız üç defa onları sakındırınız. Eğer giderse mesele yok, aksi takdirde onu öldürünüz çünkü o kâfirdir, " Müslim, IV, 1756; Tayalist, Müsned, I, 297 Ayrıca Peygamber şöyle buyurdu: "Haydi gidin, arkadaşınızı gömün. " Müslim, IV, 1756

Bu anlamdaki açıklamalar ve ayrıca onları sakındırmaya dair bilgiler, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/36, âyet, 5. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Bazılarının kanaatine göre de bu Medine'ye ait özel bir durumdur. Çünkü Sahih'de Peygamberin şöyle buyurduğu zikredilmektedir: "Şüphesiz Medine'de İslama girmiş cinler vardır.” Muvatta’, II, 976 Bu da Medine'ye has bir lafızdır. O halde bu da Medine'ye ait özel bir hükümdür,

Deriz ki: Bu, ayrıca onun dışındaki evlerin de onun gibi olduğuna delildir. Çünkü bu hususa gerekçe olarak Medine'nin hürmeti (saygınlığı) gösterilmemiştir ki, bu hüküm Medine'ye has bir hüküm olsun. Buna gerekçe İslâm olarak gösterilmiştir. Bu da Medine'nin dışındaki şehirler hakkında da umumidir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) karşılaştığı cinlere dair haber verdiğinde: "Bunlar Cezire cinlerinden idiler." diye buyurmuştur. Bu da apaçık bir ifade olup "ve evlerde kalanların öldürülmesini yasakladı" âyeti da bunu desteklemektedir. Çünkü bu da umumi bir ifadedir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (belirtilen yerde) geçmiş bulunmaktadır, tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

"Dediler ki: Gerçekten bizi hayrete düşüren bir Kur'ân dinledik" ifadelerinin, fesahatinde (hayrete düşüren) demektir. Öğütlerinin belağatinde hayrete düşüren, diye açıklandığı gibi, bereketinin büyüklüğünde hayrete düşüren, benzersiz, aziz bir Kur'ân diye de açıklanmıştır.

"Hayrete düşüren" ile pek büyük demek istedikleri de söylenmiştir.

2

"O doğruya götürüyor. Bundan ötürü biz de ona îman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla ortak tutmayacağız.

"O doğruya götürüyor." Yani işlerin doğrusuna iletiyor. Yüce Allah'ı bilip, tanımaya iletiyor, diye de açıklanmıştır. Buradaki: Doğruya götürüyor" lâfzı sıfat konumundadır. Duğruya ileten" anlamındadır.

"Bundan ötürü biz de ona îman ettik." Yani biz de onunla hidâyet bulduk ve onun Allah tarafından gönderilmiş olduğunu tasdik ettik.

"Rabbimize hiçbir kimseyi asla ortak tutmayacağız." Asla İblise geri dönmeyecek, ona itaat etmeyeceğiz. Çünkü gerekli haberi kendisine getirsinler diye onları gönderen o idi. Sonra da cinler yalın alevli ateşlerle taşlanmaya ve kovalanmaya başlandı.

Şöyle de açıklanmıştır: Bizler, Allah ile birlikçe başka bir İlah edinmeyiz. Çünkü tek başına rububiyet yalnız O'nundur.

Bu âyetler ile, cinlerin Kur'ân üzerinde iyiden iyiye düşünmekle elde ettiklerini Kureyş müşriklerinin elde edemeyip, mahrum kalışları hususunda mü’minlerin hayret etmesi gerektiğine de işaret edilmektedir.

'Yüce Allah'ın: "Cinlerden bir topluluk (beni) dinlediler" âyeti da şu demektir: Onlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ı dinledi ve onun okuduğu sözün Allah'ın kelamı olduğunu öğrendi Dinlenilen şeyin sözkonusu edilmeyiş sebebi, durumun ne olduğuna açıktan açığa delâlet etmeninden dolayıdır.

"Nefer: Bir topluluk" ralıt (üç ile dokuz arasındaki kişi) demektir, el-Halil dedi ki: Üç ile on arası demektir.

Îsa es-Sakafî,

"o doğruya götürüyor" anlamındaki âyeti şeklinde "ra" ve "şın" harflerini üstün olarak okumuştur.

3

"Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir. O ne bir zevce edinmiştir, ne de bir evlâd."

"Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir" âyetinde ve sûrenin tamamında oniki yerde geçen; lâfzını Alkame, Yahya, el-A'meş, Hamza, el-Kisaî, İbn Âmir, Halef, Hafs ve es-Sülemî nasb ile ("hemze'yi üstün olarak) okuyorlardı, Sözkonusu bu lâfızların geçtiği âyetler şunlardır:

"Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir." (3. âyet),

"Doğrusu bizim beyinsizimiz... söylüyormuş." (4. âyet),

"Doğrusu biz... sanmıştık," (5. âyet),

"Gerçek şu ki... bazı kimseler..." (6. âyet),

"Ve gerçekten onlar... sanmışlar." (7. âyet),

"Gerçekten biz göğe doğru yükselmek istedik." (8. âyet),

"Halbuki gerçekten biz... oturuyor idik." (9. âyet),

"Doğrusu biz... bilmiyoruz."(10. âyet),

"Gerçekten biz kimimiz salih kimseleriz..." (11. âyet),

"Şunu da hiç şüphesiz bildik ki yeryüzünde Allah'ı asla aciz bırakamayız." (12. âyet),

"Gerçekten biz hidayeti işittiğimizde..." (13. âyet) ve

"Gerçekten kimimiz müslümanlarız." (14. âyet)

Bu âyetler başta geçen; "Cinlerden bir topluluk (beni) dinledi" (1. âyet) âyetine atfedilmiştir. Bu âyette da (hemzenin) üstün ile okunmasından başka türlüsü câiz değildir. Çünkü bu âyet

"vahyolundu" âyetinin fail olan ismidir. Ondan sonrası da ona atfedilmiştir.

"Biz de ona îman ettik" âyetindeki İıe" zamirine göre böyle okunduğu söylenmiştir. Bu da;

“Ve doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir" anlamındadır. Mecrur bir zamir olmakla birlikte bunun câiz oluş sebebi; ": Doğrusu" iiü birlikte kullanılması gereken cer harfinin çokluğundan ötürüdür.

"Biz Rabbimizin şanının çok yüce olduğunu da tasdik ettik" anlamında olduğu da söylenmiştir.

Diğerleri ise bütün bunları ("hemze"yi) kesreli okumuşlardır, doğrusu da budur, Ayrıca Ebû Ubeyd ile Ebû Hatim de yüce Allah'ın:

“Ve dediler ki gerçekten biz... dinledik" âyetine atıf ile bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Çünkü bütün bu sözler, cinlerin sözlerindendir. (Ve Arapçada söylenen sözlerin başına "elif, "nun" geldiği takdirde "hemze"si kesreli okunur.) Ebû Cafer ve Şeybe ise üç yerde üstün ile okumuşlardır. Bunlar da yüce Allah'ın:

"Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir." (3. âyet),

"Doğrusu... söylüyormuş" (4. âyet) ile

"Bir gerçek de şu ki; insanlardan bazı kimseler..." (6. âyet) âyetleridir. Derler ki: Bunları bu şekilde okuyuşumuzun sebebi, bunların vahyedilen şeylerden olmasıdır. Her ikisi geri kalan buyruklarda ise (hemzeyi) kesreli okumuşlardır. Çünkü bunlar da cinlerin söyledikleri sözlerdendir.

Yüce Allah'ın:

"Şu da bir gerçek ki Allah'ın kulu... kalktığı zaman" (19. âyet) âyetinde geçen; " Şu da bir gerçek ki" âyetini hepsi hemze'yi fetha ile okumuşlardır. Ancak Nâfi', Şeybe, Zir b. Hubeyş, Ebû Bekir ve Âsi m'dan el-Mufaddal bunu hep kesreli okumuşlardır.

"Bana şu vahyolundu. Cinlerden bir topluluk beni dinledi." (1. âyet),

"Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler." (16. âyet),

"Şüphesiz ki mescidlerde Allah'a mahsustur." (18. âyet) ile

"Gereği gibi tebliğ ettiklerini ortaya çıkarsın." (28. âyet) âyetinde yer alan hemzelerin fethah okunduğunda görüş ayrılığı olmadığı gibi; "kavi: demek, söylemek"den sonra gelmesi halinde kesreli okunduğunda da görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah'ın:

"Ve dediler ki: Gerçekten biz... dinledik." (1. âyet),

"Dedi ki: Ben ancak Rabbime İbadet ederim." (20. âyet),

"De ki: ...bilmiyorum." (25. âyet),

"De ki: Şüphesiz ben... sahib değilim." (21. âyet) âyetinde olduğu gibi. Hep kesreli okunacaklarında görüş ayrılığı bulunmamaktadır.

Yine ceza (şartın cevabının başına gelen) "fe'dun sonra gelenlerin de kesreli okunacağında görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah'ın:

"Hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır" (23. âyet) ile

"Çünkü O, onun Önünden ve ardından koruyucular gönderir" (27. âyet) âyetinde olduğu gibi. Çünkü bu gibi hallerde de mübtedâ durumundadır.

Yüce Allah'ın:

"Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir" âyetindeki; Şan" sözlükte azamet ve celâl demektir. Enes'in sözü olan: Kişi Bakara ve Al-i İmrân sûrelerini ezberledi mi, bizim gözümüzde büyür ve üstün görünürdü" sözlerinde de bu anlamda kullanılmıştır. Buna göre "Rabbimizin şanı" O'nun azamet ve celali demektir. Bu açıklamayı İkrime, Mücahid ve Katade yapmıştır. Yine Mücahid'den "O'nun zikri" diye açıkladığı da rivâyet edilmiştir.

Enes b. Malik, el-Hasen ve yine İkrime: O'nun muhtaç olmayışı (ganiliği) diye açıklamışlardır. O bakımdan kişinin sahib olduğu payı anlatmak üzere bu lâfzın kullanılması, buradan gelmektedir. Pek büyük pay sahibi adam" demektir. Hadiste de: Varlıklının sahib olduğu varlığının sana karşı bir Faydası olmaz" Buhârî, I, 2H9, V, 2332, VI, 2439, 2659; Müslim, 1, 343, 347, 414, 415; Tirmizî, II, 96; Dârimî, I, 344, 359; Ebû Dâvûd, I, 224; İbn Mâce, I, 2K4; Müsned, IV, 92, 93, 97, 101, 245. diye kullanılmıştır.

Ebû Ubeyde ve el-Halil: Zenginlik sahibinin zenginliğinin sana karşı bir faydası olmaz. Ona ancak itaatinin faydası olur demektir, diye açıklamışlardır.

İbn Abbâs, bu lâfzı; O'nun kudreti diye açıklarken ed-Dahhak O'nun fiili diye açıklamıştır. el-Kurazî ve yine ed-Dahhak: Kulları üzerindeki lütuf ve nimetleri diye açıklamıştır. Ebû Ubeyde ve el-Ahfeş, mülkü, saltanat ve egemenliği, es-Süddî; O'nun emri diye açıklamışlardır.

Said b. Cübeyr: "Doğrusu Rabbimizin şanı ne yücedir!" âyeti Rabbimiz ne yücedir anlamındadır, demiştir.

Bir diğer açıklamaya göre, onlar bu sözleriyle babanın babası demek olan ceddi (dedeyi) kastetmişlerdir. O takdirde bu, cinlerin söyledikleri sözlerden, olur. Muhammed b. Ali b. el-Huseyn ile onun oğlu Cafer es-Sadık ve er-Rabi şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın asla ceddi olmaz. Cinler cahilliklerinden ötürü böyle demişlerdir. Bundan dolayı da bu sözleri sebebiyle sorgulanmamışlardır.

el-Kuşeyrî dedi ki; Yüce Allah hakkında "ced" lâfzının kullanılması caizdir. Çünkü câiz olmasaydı Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilmezdi. Şu kadar var ki, bu lâfız yanlış bir manayı da çağnştirabileeeğinden ondan uzak kalmak daha uygundur.

İkrime bu lâfzı şaka ve ciddiyetsizliğin zıt anlamı "cim" harfi kesreli olarak; diye okumuştur. Aynı şekilde Ebû Hayve ile Muhammed b. es-Semeyka da böyle okumuşlardır. Yine İbn es-Semeyka'dan ve Ebû'l-Eşheb'den; diye okudukları da rivâyet edilmiştir ki; bu da fayda vermek ve fayda sağlamak anlamındadır. (radıyallahü anhbbimizin verdiği fayda ne yücedir, demek olur). Yine İkrime tenvinti olarak; diye okumuş, "Rabbimiz" anlamındaki lâfzı da ile ref olmuş merfu olarak okumuştur. İse temyiz olarak nasbedilmiştir Bu okuyuşun anlamı şöyle olur: Gerçek şu ki Rabbimiz şan ve şeref itibariyle pek yücedir.

Yine İkrime'den; lâfzını tenvin ve meıfu olarak; Rabbimiz" lâfzını da; Rabbimizin şanı pek yücedir!" takdiri ile ref ile okumuştur. Burada ikinci "şan" anlamındaki kelime birincisinden bedeldir. Bu hazfedildikten sonra muzafu'n-ileyh onun yerine ikame edilmiş ve böylelikle merfu okunmuşudur.

Âyetin anlamı şudur: Rabbimiz, kendileriyle ünsiyet bulsun ve onlara ihtiyacından ötürü eş ve evlât edinmekten pek yücedir Çünkü gerçek Rab, eş ve benzeri bulunmaktan yüce ve münezzehtir.

4

"Doğrusu bizim beyinsizimiz, Allah'a karşı aşırı yalan söylüyormuş.

"Doğrusu bizim beyinsizimiz, Allah'a karşı aşırı yalan söylüyormuş" âyetinde yer alan:

"Doğrusu" âyetindeki "he" zamiri iş ya da söze aittir. (İşin doğrusu yahut sözün doğrusu şu ki, demek olur. " ...muş"un ismi de kendi bünyesinde olup, ondan sonraki ifadeler onun haberidir. Bununla birlikte bu lâfzın zâid (fazladan) gelmiş olması da mümkündür.

Burada sözü edilen

"beyinsiz (sefih)" Mücahid, İbn Cureyc ve Katade'nin görüşüne göre, İblistir. Ebû Burde b. Ebi Mûsa da bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Kastın, cinlerin müşrikleri olduğu da söylenmiştir. Katade dedi ki: İnsanların beyinsizleri, yüce Allah'a isyan ettikleri gibi, cinlerin de beyinsizleri O'na isyan etmişlerdir.

"Aşırılık: Küfürde aşırıya gitmek" demektir. Ebû Malik: Bundan kasıt zulüm ve haksızlıktır, demiştir. el-Kelbî: O yalandır, demiştir. Bunun asıl anlamı ise uzak oluştur. O baktmdan bu lâfız ile adaletten uzak oluşundan dolayı zalimlik, doğruluktan uzaklığından dolayı da yalan hakkında kullanılabilir. Şair şöyle demiştir:

"Senin hakkında hüküm vermek üzere hakem tayin ettiklerinde

Her durumda sana haksızlık etmişlerdir.

Bu ise ancak senin yaşlandığın bir zamanda olmuştur."

5

"Doğrusu biz, insanların da, cinlerin de Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık.

"Doğrusu biz, İnsanların da, cinlerin de Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık." Öyle kabul etmiştik, Bundan dolayı Allah'ın bir eşinin ve bir evladının olacağı hususunda onların doğru söylediklerini kabul etmiş ve bu durum Kur'ân'ı dinleyip de onun sayesinde hakkı açıkça gördüğümüz zamana kadar böylece sürüp gitmiştir.

Yakub, el-Cahderî ve İbn Ebî İshak

"söylemeyeceklerini" anlamındaki âyeti; "Yalan uydurup söylemeyeceklerini" diye okumuşlardır.

Denildiğine göre; burada, cinlerin söyledikleri belirtilen sözler, sona ermektedir. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

6

"Bir gerçek de şu ki: İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı.

"Bir gerçek de şu ki: İnsanlardan bazı kimseler..." âyetindeki: " Bir gerçek de şu ki" lâfzındaki hemzeyi üstün okuyarak bunları da cinlerin söyledikleri sözler arasında değerlendirenler, daha önce geçen: "Cinlerden bir topluluk beni dinlediler" âyetine atıf ile okumuşlardır. "Hemze"yi kesre ile okuyanlar ise, yüce Allah'ın yeni başlayan bir sözü olarak değerlendirmişlerdir.

Bununla anlatılmak istenen ise, bir vadiye konaklayan bir kimsenin: Ben bu vadinin efendisine, onun kavminin sefihlerinin (beyinsizlerinin) şerrinden sığınırım, şeklinde söylediği ve sabah oluncaya kadar o kimsenin himayesine girmiş olarak geceyi geçirmesi şeklindeki uygulamaları kastedilmektedir. Bu açıklamayı el-Hasen, İbn Zeyd ve başkaları yapmıştır.

Mukâtil dedi ki: Cinlere ilk sığınan kimseler Yemenlilerden bir kesim idi. Daha sonra Hanifeoğullarından bir kesim bu işi yaptı, sonra da bu, Araplar arasında yaygınlık kazandı. İslâm gelince Allah'a sığındılar ve cinlere sığınmayı terkettiler.

Kerdem b. Ebi's-Sâib dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ilk sözedildiği sıralarda, babam ile birlikte Medine'ye gittim. Gece olunca bir koyun çobanına gittim. Gece yarısında kurt gelerek koyunlardan bir kuzu alıp gitti. Çoban: Ey vadide bulunan kişi, ben senin himayendeyim, dedi. Bu sefer bir münadi: Ey kurt, onu serbest bırak, diye seslendi. Kuzu hızlıca koşarak geldi. Yüce Allah da Mekke'de iken Rasûlüne;

"Bir gerçek de şu ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı" âyetini indirmişti. Yani cinler, insanların

"azgınlıklarını" günahlarını ve hatalarını arttırmışlardı, Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücahid ve Katade yapmıştır.

"Azgınlık" anlamı verilen:- " Günah ve haramları işlemek" anlamındadır. Bu şekilde olan bir kimseye; denilir.

Yüce Allah'ın:

"Onları bir horluk kaplayacaktır" (Yûnus, 10/27) âyetinde de bu kökten gelen lâfız kullanılmıştır. Şair el-A'şâ da şöyle demiştir:

"Onu görmekten başkasının yok bana faydası,

Aşık bir günah işlemeden hiç şifa bulur mu?"

(Görüldüğü gibi şair burada bu lâfzı) günah anlamında kullanmıştır. Burada günahları arttırmanın cinlere izafe edilmesi, onların bu işe sebep olmalarından dolayıdır.

Yine Mücahid şöyle demiştir:

"Azgınlıklarını arttırırlardı" şu demektir: Yani insanlar, onlara sığınmak suretiyle, cinlerin azgınlıklarını arttırmışlardı. O kadar ki cinler: Biz insanların da, cinlerin de efendileri olduk, diyecek hale geldiler.

Yine Katade, Ebû'l-Âl-iye, er-Rabi' ve İbn Zeyd şöyle demişlerdir: İnsanlar bu yolla cinlerden daha çok korkmaya ve çekinmeye başladılar. Said b. Cübeyr de bunu küfürlerini (arttırmak) diye açıklamıştır.

Allah'a sığınmayarak, cinlere sığınmanın küfür ve şirk olduğu çok açık bir husustur.

"Rical; adamlar, erkekler (mealde; kimseler)" lâfzının cinler hakkında kullanılmayacağı da söylenmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: İnsanlardan birtakım kimseler, cinlerin şerlerinden yine insanlardan birtakım kimselere sığınırlardı. İnsanlardan olan kişi meselâ şöyle derdi: Ben bu vadinin cinlerinden, Huzeyfe b. Bedr'e sığınıyorum.

7

"Ve gerçekten onlar da sizin sandığınız gibi, Allah'ın hiçbir kimseyi asla diriltmeyeceğini sanmışlar."

el-Kuseyn ise şöyle demektedir: Bu açıklamada dayanaksız bir iddia sözkonusudur. Zira cinler hakkında da "rical" lâfzının kullanılması uzak bir ihtimal değildir:

"Ve gerçekten onlar da sizin sandığınız gibi Allah'ın hiçbir kimseyi asla diriltmeyeceğini sanmışlar" âyeti, yüce Allah'ın insanlara söyledikleri sözler arasındadır. Yani cinler de sizin zannettiğiniz gibi, Allah insanları asla öldükten sonra diriltmeyeceğini, zannettiler.

el-Kelbî 'dedi ki: Anlamı şudur: İnsanlar, Allah'ın kullarına karşı delil getirmek üzere bir rasûl göndermeyeceğini zannettikleri gibi, cinler de aynı zanna kapılmışlardır.

Bütün bunlar, Kureyş'e karşı getirilen delili pekiştirmek maksadına yöneliktir. Yani işte bu cinler, Muhammed'e îman ettiklerine göre, sizin ona îman etmeniz daha uygundur, hakka daha yakındır.

8

"Gerçekten biz göğe doğru yükselmek istedik de, onun güçlü bekçilerle ve alevli ateşlerle doldurulmuş olduğunu gördük.

"Gerçekten biz göğe doğru yükselmek istedik" buyrukları, cinlerin sözlerindendir. Yani adetimiz üzere, semadan haberler öğrenmek istedik

"de onun güçlü bekçilerle ve alevli ateşlerle doldurulmuş olduğunu, gördük." Bekçilerden kasıt meleklerdir.

" Bekçilerin tekili 'dir.

" Alevli ateşler" de: 'in çoğuludur. Hırsızlayarak söz dinlemek istedikleri için, yakıcı yıldızların üzerlerine düşmesi demektir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Hicr Sûresi (15/18. âyetin tefsin) ile es-Sâffât 37/10. âyetin tefsirinde gedmiş bulunmaktadır.

Gördü, buldu" fiilinin iki fiile geçiş yaptığı kabul edilebilir. Bu durumda birinci mef'ûl "onun" anlamındaki "he" ve "elifden ibaret zamirdir.

"Doldurulmuş olduğunu" anlamındaki lâfız da ikinci mef'ûlün yerindedir. Bunun tek bir mef'ûle geçiş yaptığı da kabul edilebilir. O takdirde

"doldurulmuş olduğu" anlamındaki lâfız; takdiri ile hal konumunda kabul edilir.

"Güçlü bekçiler" anlamındaki lâfız da

"doldurulmuş olduğu" anlamındaki fiilin ikinci mef'ûlü olarak nasbedilmiştir.

"Güçlü" anlamındaki lâfız

"bekçiler"in bir sıfatıdır. Yani orasının güçlü meleklerle doldurulmuş olduğunu bulduk, demektir. " Güçlü" lâfzının tekil gelmesi; " Bekçi(ler)" lâfzına göredir. Bu da ı;selef-i salih" derken (tekil olan "salih" lâfzının) "salihler" anlamında kullanılmasına benzemektedir. Ayrıca "selefin çoğulu "eslâf" şeklinde; "el-hares"in çoğulu da "ahrâs" ...diye gelir. Şair şöyle demiştir:

"Ben pek çok bekçiyi aşıp geçtim ve bir topluluğun dehşetli hallerini (geride bıraktım)."

Buradaki Bekçiler" lâfzının: Oranın çok güçlü bir şekilde korunmuş olduğunu (gördük)" anlamında mastar (mef'ûl-i mutlak) olması da mümkündür.

9

"Halbuki gerçekten biz, dinlemek için orada bir yer bulup oturuyor idik. Şimdi ise kim dinlese kendisini bekleyen alevli bir ateş bulur.

"Halbuki gerçekten biz, dinlemek İçin orada bir yer bulup oturuyor idik. Şimdi ise kim dinlese, kendisini bekleyen alevli bir ateş bulur" âyetindeki

"orada" lâfzı semada demektir.

Oturma yerleri" lâfzı, semâdan haber dinlemek maksadı ile oturulmaya uygun olan yerler, demektir. Âyetin anlamı şudur: Cinlerin azgın olanları, -daha önce açıklandığı üzere- cahillere telkin etmek maksadı ile semânın haberlerini meleklerden dinlemek için böyle bir şey yapıyorlardı. Yüce Allah, Rasûlü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)peygamber olarak gönderinee, yakıcı alevli ateşlerle semâyı korudu. İşte o vakit cinler de:

"Şimdi ise kim dinlese, kendisini bekleyen alevli bir ateş bulur" dediler. Buradaki

"alevli ateş (şihâb)"dan kasıt, yakıcı yıldız demektir ki, buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Şöyle de denilmektedir: Yıldızların düşmesi, ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak gönderilmesinden sonra görülmeye başlanmıştır. Bu da onun mucizelerinden birisidir. Selef, peygamberlikten önce şeytanlara bu şekilde alevli ateşler gönderilmediği yahutta bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesi dolayısıyla yeni ortaya çıkan bir durum olup olmadığı hususunda, farklı kanaatlere sahihtir.

el-Kelbî ve bir topluluğun dediğine göre; sema, Îsa ile Muhammed (ikisine de Allah'ın salât ve selâmlan olsun) arasındaki dönemi teşkil eden beşyüz yıllık bir süre içerisinde korunmuyordu. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber alarak gönderildiğinden dolayı bu koruma gerçekleşmişti. Yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)peygamber olarak gönderince, semâdan (haber almaları) bütünüyle engellendi ve sema meleklerle, alevli ateşlerle korunmaya başlandı.

Derim ki: Bu görüşü Atiyye el-Avfî de İbn Abbâs'dan rivâyet etmiş olup, bunu el-Beyhakî zikretmiştir.

Abdullah b. Ömer dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a peygamberlik verildiği gün ile birlikte şeytanlar (semâdan) alıkonuldu ve onlara alevli ateşler alıldı.

Abdu'l-Melik b. Sâbûr dedi ki: Semâ, Îsa ile Muhammed (ikisine de sakıt ve selam olsun) arasındaki dönemde (şeytanlara karşı) korunmuyordu. Fakat Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderilince, sema korunmaya başlandı ve şeytanlara alevli ateşler atılmaya başlanarak semaya yaklaşmaları engellenmiş oldu.

Nâfi b. Cübeyr dedi ki: Fetret döneminde (Îsa ile Muhammed'in peygamberliği arasındaki dönemde) şeytanlar, semadan haber dinler, bununla birlikle onlara alevli ateşler atılmazdı. Fakat Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderilince, bu sefer şeytanlara alevli ateşler atılmaya başlandı.

Huna yakın bir görüş Ubeyy b. Ka'b'dan nakledilmiştir. O şöyle demektedir: Îsa'nın (göğe) kaldırıldığı günden Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a peygamberlik verildiği güne kadar hiçbir zaman yıldızlarla atış yapılmadı. Rasûlullaha peygamberlik verilince, bu sefer yıldızlarla atış yapıldı.

Bir diğer görüşe göre bu, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a peygamberlik verilmeden önce de vardı. Fakat Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olması ile birlikle onun bu durumu ile uyarılıp, korkutulmak maksadı ile daha da artmış oldu. İşte yüce Allah'ın:

"Doldurulmuş olduğunu gördük" âyetinin anlamı da budur ki: bu da korunmasının daha da arttırılmış olduğunu gördük demektir. Evs b. Hacer -ki cahili bir şairdir- şöyle demektedir:

"Senin âdeta bir halat zannettiğin, kaynayan bir suyun

Arkasından geldiği bir yıldız gibi akıverdi."

Çoğunluğun görüşü budur. Ancak Câhız, bu beyitin doğru olduğunu kabul etmeyerek şöyle demiştir: Bu anlamın rivâyet edildiği herbir şiir, sonradan uydurmadır. Peygamberin peygamberliğinden önce bu şekilde yıldızlar ile atış yapılmış değildir.

Ancak yıldızlarla atış yapıldığı görüşü daha doğrudur. Çünkü yüce Allah:

"Gerçekten biz, göğe doğru yükselmek İstedik de onun güçlü bekçilerle ve alevli ateşlerle doldurulmuş olduğunu gördük" diye buyurmaktadır. Bu ,ise cinlerin söylediklerine dair verilen bir haber olduğu gibi, yine burada semanın koruma ve himayesinin, hem koruyucularla, hem de cinlerle doluncaya kadar koruyucularının arttırıldığını bildirmektedir. Diğer bir gerekçe de İbn Abbâs'tan şöyle dediğine dair gelen rivâyettir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabından bir grub ile birlikte oturmakta iken bir yıldız kaydı. Bunun üzerine şöyle sordu: "Cahiliye döneminde iken bu gibi haller hakkında ne diyordunuz'?" Onlar: Bizler, ya büyük bir kimsenin öldüğünü ya da büyük bir kimsenin doğduğunu kabul ediyorduk. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bu yıldızlar, ne bir kimsenin ölümü, ne bir kimsenin dünyaya gelmesi dolayısıyla atılmaz. Fakat şanı yüce Rabbimiz semada bir emri hükme bağladığı takdirde Arşın taşıyıcıları, teşbih ederler. Daha sonra her semada bulunanlar teşbih ederler. Nihayet bu teşbih bu gördüğünüz semaya kadar ulaşır. Semada bulunanlar-Arşın taşıyıcılarına: Rabbiniz ne buyurdu, diye sorarak haber almak isterler. Onlar da onlara neyi buyurduğunu haber verirler. Herbir sema ehli -haber şu gördüğünüz semanıza ulaşıncaya kadar- diğerine haber verin. Cinler, bunu kapmaya çalışırken hemen onlara atış yapılır. İşte onların buradan getirdikleri haberler doğrudur, fakat ona bir şeyler ilave ediyorlar." Müslim, IV, 1750; İbn Hibbân, Sahih, XIII, 499; Tirmizî, V, 362; Müsned, I, 218.

İşte bu yıldızlarla kovalamanın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak gönderilmesinden önce de olan bir şey olduğuna delil teşkil etmektedir, ez-Zührî de buna yakın bir açıklamayı Ali b. el-Huseyn'den, o Ali b. Ebî Tâlib'den, o İbn Abbâs'tan diye rivâyet etmektedir. Bu rivâyetin sonunda ez-Zührî'ye şöyle sorulmaktadır: Peki, cahiliye döneminde atış yapılıyor muyduk O: Evet diye cevap vermiştir. Ben (ez-Zührî'den rivâyette bulunan ravi) dedim ki: Peki yüce Allah'ın:

"Halbuki gerçekten biz, dinlemek için orada bir yer bulup oturuyor idik. Şimdi ise kim dinlese, kendisini bekleyen alevli bir ateş bulur" âyeti hakkında ne dersin? diye sordum, şöyle dedi: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderilince bu iş daha da arttırıldı.

Buna benzer bir rivâyet el-Kutebîden de nakledilmiştir.

İbn Kuteybe dedi ki: Bu şekilde atış vardı, fakat Peygamberin gönderilişinden sonra bu koruma daha da arttırıldı. Bundan önce onlar birtakım sözleri çalıyor ve bazı hallerde onlara atışlar yapılıyordu. Fakat Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderildikten sonra, bu şekilde hırsızlama söz kapmaları, kesinlikle engellendi.

Buna dair açıklamalar daha önceden es-Sâffât Sûresi'nde

"...ve her taraftan sürülüp atılırlar; kovularak onlar için sürekli bir azâb da vardır" (es-Sâffât, 37/8-9) âyetinin tefsiri yapılırken geçmiş bulunmaktadır.

Hafız (kim olduğunu tesbit edemedik) dedi ki: Cinler bu durumun böyle olacağını öğrendikten sonra, herhangi bir haberi dinlemeye kalkışmaktan ötürti kendilerini yanmaya nasıl maruz bırakırlar, diye sorulacak olursa, şu şekilde cevab verilebilir:

Mihnetten daha bir artsın diye yüce Allah, onlara bu durumu unutturur. Tıpkı her zaman için İblise kendisinin ilâhî azaptan kurtulamayacağının unutturulması gibi, Nitekim yüce Allah ona:

"Hiç şüphesiz kıyâmet gününe kadar lanet senin üzerinedir" (el-Hicr, 15/35) diye buyurmuştur. Eğer bu böyle olmasaydı, tekiif de söz konusu olmazdı.

"Bekleyen" meleklerden olduğu söylenmiştir. Yani meleklerden (onları) bekleyen (bir bekçi bulur) demek olur.

Bekleyen: Bir şeyi koruyan gözetleyen demektir. Çoğulu: ...diye gelir. Başka bir yerde bu lâfzın tıpkı: Bekçiler" lâfzı gibi çoğul olması da mümkündür. Bunun tekili de: şeklindedir.

Burada

"bekleyen"in alevli ateş olduğu da söylenmiştir. Yani onun için ve kendisine atılsın diye, hazır olarak bekletilen bir alevli ateş, demek olur. O zaman bu "mef'ûl" anlamında "fe'al" vezninde bir lâfız olur. kelimeleri gibi.

10

"Doğrusu biz, yerde bulunanlar İçin şer mi murad edildi, yoksa Rabbleri onlar hakkında hayır mı murad etti bilmiyoruz?"

"Doğrusu biz, yerde bulunanlar İçin şer mi murad edildi, yoksa Rabbleri onlar hakkında hayır mı murad etti, bilmiyoruz?" âyeti ile kastedilen semanın kendileri ile korunmuş olduğu bu koruyucular, kastedilmiştir. Bu onlar hakkında hayır mı, bir başka şey mi murad edildiğini bilemiyoruz, demektir. İbn Zeyd dedi ki: İblis şöyle dedi: Allah, bu engelleme ile yeryüzünde bulunanlara bir azâb mı indirmek istemiştir, yoksa onlara bir rasûl mü göndermeyi murad etmiştir, bilemiyoruz, dedi.

Bir başka görüşe göre, bu sözler, cinlerin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kur'ân okumasını dinlemeden önce kendi aralarında söyledikleri, sözlerdendir. Yani Muhammed'in kendilerine peygamber olarak gönderilmesiyle yeryüzünde bulunan kimseler hakkında onu yalanlayacakları ve onu yalanladıkları için de daha önce yalanlamış ümmetlerin helâk edildiği gibi helâk edileceklerinden ötürü kötülük mü murad edilmiştir, yoksa îman ederek hidâyet bulmalarını mı dilemiştir? bilemiyoruz. Bu açıklamaya göre

"şer" ile

"hayır"dan kasıt şükür ve imandır. Yine bu açıklamaya göre, onlar bu sözleri söylediklerinde, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderildiğini biliyorlardı. Onun Kur'ân okuyuşunu dinleyince de vahyin korunması için semâdan haber almalarının engellendiğini öğrenmiş oldular.

Bir diğer görüşe göre, onların bu sözleri, kendi kavimlerine onları uyarıp korkulmak üzere geri döndükten sonra söyledikleri, bir sözdür. Yani kendileri îman edince, yeryüzünde bulunanların birçoğunun îman etmeyeceklerinden endişeye kapılarak şöyle dediler: Bizim îman ettiğimiz şeye yeryüzünde bulunanlar îman mı edecek, yoksa inkâr edip kâfir mi olacak, bilemiyoruz?

11

"Gerçekten biz, kimimiz salih kimseleriz, kimimiz bundan aşağıdadır. Biz, çeşit çeşit yollara ayrılmışız.

"Gerçekten biz, kimimiz salih kimseleriz, kimimiz bundan aşağıdadır" buyrukları, cinlerin söyledikleri sözlerdendir. Yani onlar arkadaşlarını Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etmeye çağırdıklarında, birbirlerine bu sözleri söylediler ve: Bizler Kur'ân'ı dinlemeden önce, kimimiz salih kimselerdik, kimimiz kâfir idik, dediler.

"Kimimiz bundan aşağıdadır" âyetinin kimimiz salah itibariyle salihlerden daha aşağı mertebededir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu lâfızların îman ve şirke yorumknmasındansa bu açıklama daha uygun görülmektedir.

"Biz, çeşit çeşit yollara" es-Süddî'nin açıklamasına göre fırkalara, ed-Dahhâk'a göre çeşitli dinlere, Katade'ye göre de birbirinden farklı mezheb ve görüşlere

"ayrılmışız." Şairin şu beyitinde de aynı kökten gelen lâfız kullanılmıştır:

"İnsanların fitne (ve karışıklık) zamanlarında hevâlan çeşitli fırkalara ayrıldığı vakit,

İtaatiyle hidâyete ileten, kabzeden ve bastedendir (O).”

Anlam şudur: Bütün cinler, kâfir değil idi. Bunların kimisi kâfir, kimisi salih mü’min kimseler, kimisi de salih olmayan mü’min kimseler olmak üzere farklı grublar halinde idiler.

el-Müseyyeb dedi ki: (Yani) biz müslüman, yahudi, hristiyan ve mecusî kimselerdik, demektir.

es-Süddî de yüce Allah'ın:

"Biz, çeşit çeşit yollara ayrılmışız" âyeti hakkında şunları söylemektedir: Cinler arasında da sizin gibi kaderiyye, mürcie, hariciler, rafıziler, şiiler ve Sünniler de vardır.

Bir kesim de şöyle demiştir: Bizler, Kur'ân'ı dinledikten sonra ayrı ayrı yollardayız. Kimimiz mü’mindir, kimimiz kâfirdir. Yani bizden kimileri salih, kimileri de salih olmakta ileriye gitmemiş, sade mü’minleriz.

Ancak birinci açıklama daha güzeldir. Çünkü cinler arasında Mûsa'ya ve Îsa'ya îman edenler de vardı. Yüce Allah, onlar hakkında bize haber vermiş ve onların:

"Biz Mûsa'dan sonra indirilmiş olup, kendinden öncekileri doğrulayan hakka ve dosdoğru yola ileten bir kitap dinledik" (el-Ahkaf, 46/30) dediklerini bildirmektedir. Bu, onlardan bir kesimin Tevrat'a îman etmiş olduklarını göstermektedir. Bu ifadeleri de onların îmana çağırdıkları kimselere yönelttikleri, bu çağrılarını daha ileriye götürmek için kullandıkları bir ifadedir. Aynı şekilde onların; biz şu andan itibaren kimimiz mü’min, kimimiz kâfir olmak üzere iki kısma ayrıldık, demiş olmalarının da bir faydası yoktur.

" Çeşit çeşit yollar" âyeti "tarikat'ın çoğulu olup, kişinin izlediği yol, demektir. Bizler çeşitli fırkalar halinde idik, anlamındadır, O topluluk farklı mezhebler üzeredir denilir.

"Çeşit çeşit" lâfzı da tıpkı

"yollar (tarâik)" anlamına yakındır ve bu onu te'kid etmektedir, tekili dir. Nitekim; Herbir yolun (ondan ayrılan) ayrı bir yolu vardır" denilir. Bunun aslı ise: Köseleden ince deri parçaları kesmek" tabirinden gelmektedir. Lebid, kardeşi Erbed'e söylediği mersiyesinde, şunları söylemektedir:

"Asil atların (alabildiğine koşturulduğundan ötürü) ince kesilmiş bir kösele parçasına döndüğü gecede

(Ne kadar ağlasada) göz hiçbir zaman arzusunu gerçekleştirecek noktaya erişmiş olamaz."

Bir başkası (ki bu da Lebîd'dir) da şöyle demektedir:

"Amr (oğullarının atları (hızlıca koşturulmaktan) ince kesilmiş bir kösele parçası gibi geri döndükleri günü

Ve Zeyd de üzerinde zırh ve miğfer yokken demiştim ki..."

"Kaf" harfi kesreli olarak; Tabaklanmamış deri parçasından kesilen ince bir parça"ya denilir, Deriden olsun, tahtadan olsun hiçbir kabı bulunmuyor" deyimi kullanılır.

12

"Şunu da hiç şüphesiz bildik ki, yeryüzünde Allah'ı asla âciz bırakamayız. Kaçmakla da O'nu asla acze düşüremeyiz."

"Şunu da hiç şüphesiz bildik ki; yeryüzünde Allah'ı asla âciz bırakamayız" Âyetindeki: Zannetmek" kesin olarak bilmek anlamındadır. Yüce Allah'ın:

"Doğrusu biz... söylemeyeceklerini sanmıştık." (5. âyet) ile

"ve gerçekten onlar... sanmışlar" (7. âyet) âyetinde kullanılan "zan"dan farklı bir mana ihtiva eder. Burada şu demektir: Biz istidâl ile ve Allah'ın âyetleri üzerinde düşünmek suretiyle, kesin olarak şunu bildik ki: Biz, hiç şüphesiz Allah'ın egemenlik ve mülkü içerisindeyiz. Kaçmak suretiyle veya başka bir yolla ondan kurtulamayız.

" Kaçmak" hal konumunda bir mastardır; bizler kaçarak (onu âciz düşüremeyiz), demektir.

13

"Gerçekten biz hidâyeti işittiğimizde ona îman ettik. Kim Rabbine Îman ederse o (ecrinin) eksiltilmesinden de korkmaz, kendisine zulmedilmesinden de.

"Gerçekten biz, hidâyeti" Kur'ân’ı

"işittiğimizde ona îman ettik." Allah'a inandık, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın risaletini tasdik ettik. Esasen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hem insanlara, hem cinlere peygamber ularak gönderilmiştir. el-Hasen dedi ki: Allah Muhammed'i hem insanlara, hem cinlere peygamber olarak göndermiştir. Ancak ne cinlerden, ne göçebelerden, ne de kadınlardan herhangi bir peygamber göndermiş değildir. Yüce Allah'ın:

"Senden önce gönderdiklerimiz de, kendilerine vahyettiğimiz şehirli erkeklerden başkaları değildi" (Yusuf, 12/109) âyeti da bunu anlatmaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden (Yusuf, 12/109. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Sahih hadiste de: "Ben kırmızı tenliye de, siyah tenliye de peygamber olarak gönderildim.” İbn Hibbân, Sahih, XIV, 375; Dârimî, II, 295; Müsned, i, 301, III, IV, 416, V, 145. Yani insanlara da, cinlere de peygamber olarak gönderildim, diye buyurulmaktadır.

"Kim Rabbine Îman ederse, o (ecrinin) eksiltilmesinden de korkmaz, kendisine zulmedilmesinden de" âyeti hakkında İbn Abbâs, şöyle demiştir: O kimse, iyiliklerinin eksiltilmesinden de korkmaz, kötülüklerinin arttırılmasından da korkmaz. Çünkü: Eksiltmek" "haddi aşmak, haksızlık yapmak ve haram olan şeyleri işlemek" demektir. el-Aşa şöyle demektedir:

"Onu görmenin dışında hiçbir şeyin bana faydası olmaz

Hiç âşık bir haram işlemeden şifâ bulabilir mi?"

Altıncı âyet-i kerimenin tefsiri sırasında da zikredilen bu beyitteki "rehak" kelimesine nisbeten farklı bir anlam verilmesi, merhum müfessirimizin bu lâfzı açıklarken ön plana çıkardığı anlamın gözönünde bulundurulmasındandır.

Bu buyruklarda zikredilen sözler, yüce Allah'ın cinlerden söylediklerini naklettiği sözlerdir. Buna sebeb ise imanlarının kuvveti ve müslümanlıklarının doğruluğudur.

"Korkmaz" anlamındaki âyet genel olarak; şeklinde; o korkmaz" takdiri ile ref ile okunmuştur. Ancak el-A'meş, Yahya ve İbrahim, şartın cevabı olarak meczûm ve "fe"nin zâid geldiğini kabul ederek; Korkmasın" diye okumuşlardır.

14

"Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz zâlimleriz. Müslüman olmuşlar, işte onlar doğru yolu aramış olanlardır.

"Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz zâlimleriz." Yani bizler Kur'ân'ı dinledikten sonra ayrılığa düştük. Bizden kimisi müslüman oldu, kimisi kâfir oldu.

" Zalim": Haksızlık yapan, zulmeden demektir. Çünkü böyle bir kimse haktan uzaklaşmış bir kimsedir. Buna karşılık: " Adaletli ve âdil kimse" demektir. Çünkü böyle bir kimse hakka yönelen kimse demektir. Nitekim; " Zulmetti" "Adalet yaptı" denilir. Şair de şöyle demektedir:

"Onlar Hind'in oğlu. Amr'ı zorla öldürmüş kimselerdir,

Ve hem onlar Numan'a karşı da zalimlik etmişlerdir."

"Müslüman olmuşlar, işte onlar, doğru yolu aramış olanlardır." Hak yola yönelmiş, onu bulmaya çalışarak araştırmış kimselerdir, "Kıblenin taharrî edilmesi; Doğru yönünün araştırılması" tabiri de buradan gelmektedir.

15

"Zalim olanlara gelince, onlar cehenneme odundurlar."

"Zalim olanlara" yani hak ve îman yolundan sapanlara

"gelince onlar, cehenneme odundurlar." Onun tutuşturucu yakıtıdırlar demektir.

" Odundurlar" lâfzı yüce Allah'ın ilminde onların durumları budur, demektir.

16

Ve eğer onlar, o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz onlara bol su içirirdik;

"Ve eğer onlar, o yol üzere dosdoğru gitseler..." bu âyet, yüce Allah'ın âyetindendır. Yani eğer bu kâfirler îman ederlerse, elbetteki biz dünya hayatında onlara bolluk veririz, rızıklarını genişletiriz.

Bu ifadeler, vahyolunanlar arasında bunlar da vardır, demektir. Bana şu da vahyolundu ki: Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler... demektir.

İbn Bahrin naklettiğine göre, bu sûrede yer alan "nun" harfi şeddeli, hemzesi kes reli her: Şüphesiz gerçekten" Kur'ân'ı dinleyen ve bunun üzerine kavimlerine onları uyarıp, korkutmak üzere geri dönen cinlerin sözlerini aktarır. Buna karşılık şeddesiz (ve hemzesi) üstün olan herbir; ise Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vahyedilen buyrukları ifade eder.

İbnu'l-Enbârî dedi ki: Diğerlerini kesreli okurken; Ve eğer onlar... dosdoğru gitseler" lâfzında "hemze"yi üstün okuyan tam bir yemin ifadesini takdir ederek okumuş olur ki; bu ifadenin açılmış hali; Allah'a yemin olsun ki eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler..." takdirindedir. Konuşma esnasında 'Allah'a yemin olsun ki eğer kalkarsan, elbette ben de kalkarım" anlamında; ile denilir. Şair de şöyle demektedir:

"Allah'a yemin ederim, eğer sen hür bir kimse olsa idin,

Ki esasen hür de değilsin, azad edilmiş birisi de değilsin."

(Bu) şeddesiz olanından öncekileri üstün olarak okuyanlar ise bunu -yani şeddesiz olanı "Bana şu vahyolundu ile; Ve eğer onlar... dosdoğru gitseler" âyetine ya da;

"Ona îman ettik" (13. âyet) âyetine nesak ile (atf İle) veya;

"Ve eğer onlar... dosdoğru gitseler" takdirinde okumuşlardır.

(16. âyetin başındaki) şeddesiz olan; kadarki bu edatların hepsini kesreli okuyan kimselerin bunu;

"Bana vahyolundu" âyetine yahutta;

"Ona îman ettik" (13- âyet)'e alf ile okumaları ve "yemin" takdirine ihtiyaç duymamaları da mümkündür.

"Eğer" lâfzının "vav" harfi arka arkaya iki sakinin gelmesi dolayısıyla genel olarak kesreli okunmuştur. İbn Vessâb ve el-A'meş ise "vav" harfini ötreli okumuşlardır.

"Bol su": "Pek geniş ve fazla su" demektir. Yedi yıl süreyle onlara yağmur yağdırılmamıştı. "Pınardan bol su kaynadı, kaynar" denilir. Bu şekilde suyu bol olan pınar da; diye nitelendirilir.

Maksadın bütün insanlar olduğu da söylenmiştir. Yani:

"Ve eğer onlar, o yol üzere, dosdoğru gitseler" hak, îman ve hidâyet yolu üzerinde dosdoğru yürüyüp, itaatkâr mü’minler olsalar

"elbette biz onlara bol" çok miktarda

"su İçirirdik. Onları bu konuda deneyelim diye." Yani bu nimetlere karşı bu yolla onların nasıl şükrettiklerini sınayalım diye.

Ömer (radıyallahü anh) bu ayeti kerîme hakkında şöyle demiştir: Su nerede olursa orada mal da olur, mal nerede bulunursa orada da fitne (denenme) olur. Buna göre:

"Onlara ... içirirdik" âyeti dünyalıklarını onlara bol bol verirdik, demektir. İşte çok miktarda su da buna örnek olarak verilmiştir Çünkü hayır ve rızkın tamamı yağmur ile gelir. Ondan dolayı yağmur onun yerine zikredilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Eğer o ülke halkı îman edip de sakınmış olsalardı üzerlerine gökten ve yerden nice bereketler açardık." (el-A'raf, 7/96);

"Ve eğer onları Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbleri katından kendilerine indirileni gereği gibi uygulasalardı, şüphesiz üstlerinden ve ayakları altından (rızıklarıni) yerlerdi." (el-Mâide, 5/66) Bu da yağmur sebebiyle (böyle olurdu) demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Said b. el-Müseyyeb, Atâ b. Ebi Rebâh, ed-Dahhak, Katade, Mukâtil , Atiyye, Ubeyd b. Umeyr ve el-Hasen şöyle demişlerdir: Allah'a yemin ederim ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı, sözü dinleyen ve itaatkâr kimselerdi. O bakımdan Kisra'nın, Kayser'in, Mukavkıs'ın ve Neeaşi'nin hazineleri fütuhat ile onlara verildi. Bunlarla fitneye maruz kaldılar ve İmâmlan üzerine atılarak onu öldürdüler. Bununla kastettikleri kişi Osman b. Affan (radıyallahü anh)'dır.

el-Kelbî ve başkaları ise şöyle demektedir:

"Ve eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler" yani gitmekte oldukları küfür yolunu sürdürecek olup da hepsi kâfir kalmaya devam etselerdi, Biz de onlara karşı bir tuzak olmak ve onları derece derece azaba yaklaştırmak üzere bu hususta fitneye düşsünler ve bu sebeble onları dünyada ve âhirette azaplandıralım diye azıklarını onlara genişletirdik. Bu, er-Rabi b. Enes, Zeyd b. Eslem, onun oğlu, el-Kelbî, es-Sümâlî, Yemân b. Rebab, İbn Keysan ve Ebû Miclez'in görüşüdür. Onlar buna delil olarak yüce Allah'ın şu âyetlerini göstermişlerdir:

"Onlar kendilerine hatırlatılan şeyi (öğüdü) unutunca, Biz de üzerlerine herşeyin kapılarını açtık." (el-En'âm, 6/44);

"Eğer insanlar tek bir ümmet olmayacak olsalardı, Rahmâna kâfir olanların evlerinin tavanlarını, üzerlerine çıkacakları merdivenleri, gümüşten yapardık." (ez-Zuhruf, 43-33)

Ancak birinci görüş doğruya daha yakın görülmektedir. Çünkü buradaki "tarikat (o yol)" "elif, lam" ile marife olarak gelmiştir. O halde bu yolun hidâyet yolu olması daha uygundur. Çünkü dosdoğru oluş (istikamet), ancak hidâyet ile birlikte sözkonusudur. Müslim'in Sahih'inde de Ebû Said el-Hudri (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizin için en korktuğum şey, Allah'ın sizin için çıkartacağı dünya hayatının süsüdür." Ashab; Dünya hayatının süsü ne demektir? diye sordu, Peygamber: "Yeryüzünün bereketleridir..." diye buyurdu, dedi ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Müstim. II, 728

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim ki sizin için fakirlikten korkmuyorum. Ben sizin adınıza sizden Öncekilere bollukla verildiği gibi dünyanın da size bollukla verileceğinden ve onlar bu hususta birbirleriyle yarıştıkları gibi, sizin de bu dünyalıkta birbirinizle yarışacağınızdan, onları helâk ettiği gibi (bu dünyalığın) sizi de helâk edeceğinden korkuyorum." Buhâri, V, 2361; Müslim, IV, 2273; Tirmizî, IV, 640; İbn Mâce, II, 1324; Müsned, IV İ 37, 327

17

Onları bu konuda deneyelim diye. Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse onu zorlu bir azaba sokar.

"Kim Rabbinin zikrinden" İbn Zeyd'in açıklamasına göre Kur'ân-ı Kerîm'den

"yüz çevirirse..."

Yüz çevirmek; iki şekilde açıklanmıştır. Birinci açıklama -kâfirler hakkında olduğu kabul edilirse- kabul etmekten yüz çevirirse... demektir. İkincisi ise; eğer mü’minler hakkında olduğu kabul edilirse, amel etmekten yüz çevirirse demektir.

"Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse" O'nun nimetine şükretmezse diye de açıklanmıştır.

"...Onu zorlu bir azaba sokar" âyetindeki; Onu sokar" lâfzını Kûfeliler ve Ebû Amr'dan Ayyaş "ye" ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Çünkü daha önceden "Allah'ın ismi anılarak: "Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse" diye buyurulmuştur. Diğerleri ise "nun" harfi ile Onu sokarız" diye okumuşlardır. Müslim b. Cundüb'den "nun" harfini ötreli, "lam" harfini kesreli oktıduğu rivâyet edilmiştir. Talha ve el-A'rec de böyle okumuşlardır. Bu iki okuyuş "nun" harfinin üstün, "lam"ın ötreli ile "nun" harfinin ötreli, "lam"ın kesreli okunuşları) iki ayrı söyleyiştir. ile; Onu soktu" anlamındadır. Buna göre; onu sokarız, demek olur.

"Zorlu bir azaba"; çok meşakkat verici ve çetin bir azaba demektir. İbn Abbâs dedi ki: Bu cehennemdeki bir dağdır. el-Hudrî dedi ki: Ellerini üzerlerine koydukları her seferinde elleri eriyecektir.

Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre, anlam şudur: Azaptan oldukça ileri derecedeki meşakkat demektir. Dilde bu, bilinen bir anlamdır. Çünkü; sözlükte; "meşakkat ve zorluk" demektir. Bir iş, bir kimseye zor ve ağır geldiğinde, o kimse; Bu iş bana çok zor ve ağır geldi" der. Ömer (radıyallahü anh)'ın şu sözleri de böyledir: Nikâh hutbesinde (evliliğe talib olmak maksadı ile yapılan konuşmada) zorlandığım kadar hiçbir şey beni zorlamış değildir."

"Çetin ve zorlu azâb" demektir. ‘ın mastarıdır. Bu fiilin mastarları; şekillerinde getir. Azâb bu mastarın anlamı ile nitelendirilmiş bulunmaktadır. Çünkü bu azâb, azâb gören kimsenin üstüne çıkar. Yani onun üstüne çıkar, onu yenik düşürür ve azâb edilen kişi buna tahammül edemez.

Ebû Ubeyde dedi ki: mastardır, yani bu, yüksekliği olan bir azâb, yükselen bir azâb anlamındadır. Yukarı doğru yürümek ise meşakkatli bir şeydir, Çok zorlu yokuş" anlamındadır.

İkrime dedi ki: Bu, azap görene, oraya çıkması emrolunacak cehennemdeki dümdüz bir kayadır. Onun tepesine vardığında yine tekrar cehenneme düşer.

el-Kelbî dedi ki: el-Velid b. El-Muğîre'ye dümdüz bir kayadan yapılmış cehennem ateşindeki bir dağa tırmanması emrolunacak, ününden zincirlerle çekilecek, arkasından ise ağır tokmaklarla vurulacak. Nihayet onun tepesine varacak. Kırk senede onun tepesine varamaz. Onun tepesine vardı mı, yine en dibine yuvarlanır. Tekrar ona tırmanmakla emrolunur, Ebediyyen bu halde devam edip gidecektir. İşte yüce Allah'ın:

"Ben onu sarp yokuşa sardıracağım" (el-Müddessir, 74/17) âyetinde anlatılan budur.

18

Şüphesiz ki mescidler, Allah'a mahsustur. Onun için Allah ile, birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin.

Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

1- Mescidler Allah'ındır:

"Şüphesiz ki mescidler, Allah'a mahsustur" âyetindeki: "(........): Şüphesiz ki" âyetinde hemze üstün ile okunacaktır. Bunun yüce Allah'ın:

"Bana şu vahyolundu..." (Cinn, 72/1) âyetine atıf olduğu söylenmiştir. De ki: Bana şüphesiz ki mescidler de Allah'a mahsustur (diye) vahyolundu, anlamındadır, el Halil dedi ki: Âyet: Ve çünkü şüphesiz, mescidler Allah'a mahsustur" anlamındadır, demiştir.

Bundan maksat, çeşitli din mensuplarının ibadet için bina ettikleri mabedlerdir. Said b. Cübeyr dedi ki: Cinler, bizler senden uzak bulunduğumuz halde nasıl olur da mescidlere gelip, seninle birlikte namazda hazır bulunabileceğiz? diye sorunca;

"Şüphesiz ki mescidler de Allah'a mahsustur" yani Allah'ı anmak ve Ona itaat etmek için bina edilmiştir, âyeti nazil oldu.

el-Hasen dedi ki: Bu âyetle yüce Allah, her yeri kastetmiştir. Çünkü yerin tamamı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için mesciddir. Çünkü o: "Her nerede olursanız, namaz kılınız."; "Nerede namaz kılarsanız, orası mesciddir" Ebû Avâne, Müsned, I, 327; Ahmed, Müsned, V, 156 diye buyurmuştur. Sahih hadiste de şöyle buyurmuştur: "Yeryüzü de bana hem mescid, hem de (teyemmüm ile) bir temizlenme aracı kılınmıştır." Buhârî, I, 12H, 168; Tirmizî, II, 131, IV, 123; Dârimî, I, 374, II, 295; İbn Mâce, I, 188; Müsned, I, 301, II, 411, V, 145.

Saîd b. el-Müseyyeb ile Talk b. Habib dedi ki: Burada

"mescidler" ile kulun üzerinde secde ettiği azalarını kastetmiştir. Bunlar da ayaklar, dizler, eller ve yüzdür, yani bu azalar Allah'ın sana nimet olarak ihsan ettikleridir. Bunlarla başkasına sakın secde etme, o takdirde Allah'ın nimetini inkâr etmiş olursun.

Atâ da şöyle demiştir: Sen mescidleri (üzerlerinde secdeye vardığın yerleri)ni, yani üzerlerinde secde etmekle emrolunduğun organlarını, onları yaratandan başkasının önünde alçaltma, demektir.

Sahih hadiste, İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum: Alın -eliyle burnuna da işaret etti-, iki el, iki diz ve parmak uçları." Buhârî, I, 2H0; Müslim, 1, 354 ("iki diz" lâfzı yerine 'iki ayak" lâfzıyla); Dârimî, I, 346; Nesâî, II, 209; İbn Mâce, I, 2K6; Müsned, I, 292, 305

el-Abbas dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kul, secdeye vardığı vakit onunla birlikte yedi azası da secde eder." Müslim, I, 355; Ebû Dâvûd, 1, 235; Tirmizi; II, 61; Nesâî, II, 210; İbn Mâce, I, 296, Afitsned. I, 206, 208

"Mescidler"in namazlar olduğu da söylenmiştir. ... Ve şüphesiz ki, secde Allah'a mahsustur, demek olur. el-Hasen de böyle açıklamıştır.

Eğer

"mescidler" secde edilen yerler olarak anlaşılırsa, o zaman bunun tekili "cim" harfi kesreli olarak "mescid" ...diye gelir. Üstün olarak da (mesced şeklinde) kullanılır. Bunu el-Ferrâ' nakletmektedir.

Eğer

"mescidler"den kasıt, organlar ise o vakit bunun tekili "cim" harfi üstün olarak "mesced" şeklinde gelir.

Bunun sücud anlamındaki "mesced"in çoğulu olduğu da söylenmiştir. Nitekim: Ben sücûd yaptım" denilir.

Tıpkı: Yeryüzünde yürüdüm, yol aldım, yürümek, yol almak" demek ve bunu asıl kökünün ikinci harfini -ki mescedde "cim"e tekabül eder üstün okumak gibidir ki; bu da rızık aramak maksadıyla yeryüzünde yürümeyi anlatmak üzere kullanılır.

İbn Abbâs dedi ki: Burada mescidlerden kasıt kıblenin kendisi olan Mekke'dir. Mekke'ye "mesâcid (mescidler)" denilmesinin sebebi, herkesin ona yönelerek secdeye varmasından dolayıdır. Allah'ın izniyle bu görüşler arasında en kuvvetli olanı birinci görüştür. Ayrıca bu görüş İbn Abbâs'tan -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- da rivâyet edilmiştir.

2- Mescidlerin Allah'a İzafe Edilmesinin Mahiyeti:

“Allah'a mahsustur" âyetindeki izafet bir şereflendirme ve bir tekrim izafetidir. Bütün mescidler arasında da özellikle el-Beytu’l-Atîk (eski ev, özgürlük evi olan Ka'be) özellikle sözkonusu edilerek:

"Ve Beyt'imi temizle!..." (el-Hac, 22/26) diye buyurmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Binekler ancak üç mescide koşulur." Nesâî, III, 114; Muoatta, I, 309 Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-İsrâ, 17/1, âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benim bu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram müstesna, onun dışındakilerde kılınan bin namazdan hayırlıdır. " Buhârî, I, 398; Müslim, II, 1012, 1013; Tirmizî, II, 147, V, 719; Muvatta’, I, 196; Müsned. I, 1H4, II, 256, 277, 27B, 466

İbnu'l-Arabî dedi ki: Pek sakıncalı görülmeyen bir yolla gelen bir rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benim bu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram müstesna onun dışındakilerde kılınan bin namazdan hayırlıdır.- Çünkü onda (Mescid-i Haram'da) kılınan bir namaz benim bu mescidimdeki bin namazdan hayırlıdır." Müsned, IV, 5 Eğer bu hadis sahih ise (bu hususta) açık bir nastır. Derim ki: Bu daha önce İbrahim Sûresi'nde (14/37. âyet, 6. başlıkta) açıkladığımız üzere adaletli ravilerin, adaletli kimselerden nakletmiş olması sebebiyle, sahih bir rivâyettir.

3- Mescidler Allah'tan Başkasına İzafe Edilebilir mi?

Mescidler, her ne kadar yüce Allah'ın mülkü ve O'nun tarafından şereflendirilmiş mekânlar ise de, bazen tanıtmak (urif) maksadı ile O'ndan başkasına nisbet edilerek: Filanın mescidi" denilebilir. Sahih hadiste rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) koşu için zayıflatılmış atları el-Hayfa'dan itibaren Seniyyetu'l-Vedâ'a kadar yarıştırmış, zayıflatılmamış olan atlar arasında ise Seniyye'den Züreykoğulları Mescidine kadar yarıştırmıştır. Buhârî, I, 162, III, 1052, 1053, VI, 2672; Müslim, III, 1491; Tirmizi, IV. 205, Dârımî, II, 279; Dûrakutnî, IV, 299, 300; Ebû Dâvûd, III, 29; Nesâî, VI, 225, 226; İbn Mâce, II, 960; Muvatta’, H, 467; Müsned, U, 5, 11

Bu durumda böyle bir izafet, mahallî izafet hükmündedir. Burası onların kıblesinde imiş gibi bir ifade anlaşılır. Onların (burayı mescid için) vakfetmiş olmaları sebebiyle de bu izafet yapılmış olabilir.

Mescidlerin, köprülerin ve kabristanların vakıf yapılabileceği hususunda ümmet arasında -başka şeylerin vakfı hususunda görüş ayrılığı bulunsa dahi- görüş ayrılığı yoktur.

4- Mescidlerde Yapılması Câiz Olan İşler;

Mescidler Allah'ın olmakla, orada Allah'tan başkası anılmamakla birlikte, oralarda malların taksim edilmesi de caizdir. Orada yoksullar arasında ortak olmak üzere, zekât olarak toplanan malların bulundurulması da caizdir. Her gelen de oradan yiyebilir. Borçlunun orada hapsedilmesi, esirin bağlanması, mescidlerde uyumak, hastaların orada kalması, komşu olanların oraya kapılarının açılması, batıldan uzak olması şartıyla oralarda şiir okunması da caizdir. Bütün bu hususlara dair yeterli açıklamalar et-Tevbe Sûresi'nde (9/28. âyetin tefsirinde) ve en-Nûr Sûresi'nde (24/56-38, âyetlerin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

5- Allah ile Birlikte Başkasına İbadet Edilemez:

"Onun için, Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua etmeyin" âyeti, Mescid-i Harâm'da Allah ile birlikte başkasına dua (ve ibadet) etmeleri dolayısıyla müşriklere bir azardır. Mücahid dedi ki: Yahudiler ve hristiyanlar kilise ve havralarına girdiklerinde Allah'a ortak koşuyorlardı. Yüce Allah, peygamberine ve mü’minlere bütün mescidlere girdikleri takdirde, sadece Allah'a ihlâsla dua (ve İbadet) etmelerini emretmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Bu sebebten dolayı o dua ve ibadete kendilerine tapınılmış put ya da başka herhangi bir şeyi ortak koşmayınız.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Mescidkri sadece Allah'ı anmaya tahsis ediniz. Oraları şakalaşılacak, ticaret yapılacak, oturulacak yerler, yollar edinmeyin. Mescidlerde Allah'tan başkasına bir pay ayırmayın. Sahih hadiste de şöyle denilmiştir: "Her kim mescidde bir şey kaybettiğini ilan edecek olursa, siz de: Allah onu sana geri çevirmesin. Mescidler bunun için bina edilmedi, deyiniz." Müslim, I, 397; Ebû Dâvûd, I, 12H; İbn Mâce, I, 252; Müsned, II,

en-Nûr Sûresi'nde (az önce belirtilen âyetlerin tefsirinde) mescidlerin ahkâmına dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.

6- Mescide Girip Çıkarken Yapılacak Dua:

ed-Dahhak'ın, İbn Abbâs'tan onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiğine göre Peygamber mescide girdiği vakit önce sağ ayağını atar ve şöyle dua ederdi: Şüphesiz ki mescidler Allah'a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin. Allah'ım, ben senin kulunum, senin ziyarelçinim. Ziyaret edilen herkesin üzerinde bir hak vardır, Sen ziyaret olunanların en hayırlısısın. Rahmetinle boynumu cehennem ateşinden kurtarmanı Senden diliyorum." Mescidden çıktı mı Önce sol ayağını atar ve şöyle dua ederdi:

"Allah'ım, üzerime sağnak sağnak hayır yağdır. Bana verdiğin iyi şeyleri benden asla alma. Benim geçimimi kâr sağlamayan bir yorgunluk kılma. Yeryüzünde bana, beni ihtiyaçtan kurtaracak kadar bir pay takdir buyur."

19

Şu da bir gerçek ki, Allah'ın kulu, Ona ibadet etmek için kalktığı zaman neredeyse etrafında bir keçe olacaklardı,

"Şu da bir gerçek ki, Allah'ın kulu, O'na ibadet etmek İçin kalktığı zaman..." âyetindeki: " Şu da bir gerçek ki" lâfzındaki "hemze'nin üstün okunması caizdir. " Yüce Allah ona şunu vahyetti": "Suda bir gerçek ki..." demektir. îstinâf Önceki cümlelere atfedilmeksizin yeni bir cümle) olarak kesre ile okunması da mümkündür.

Burada sözü edilen

"Allah'ın kulu" -sûrenin baş taraflarında geçtiği üzere- Batn-ı Nahle'de namaz kılıp, Kur'ân okuduğu zaman Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır.

" Ona ibadet etmek için..." demektir. İbn Cüreyc: Onları yüce Allah'a davet etmek için kalktığı zaman... diye açıklamıştır.

"Neredeyse etrafında bir keçe olacaklardı" âyeti hakkında; ez-Zübeyr İbnu'l-Avvâm dedi ki: Burada kastedilenler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Kur'ân dinledikleri vakit cinlerdir. Yani Kur'ân'ı dinlemek için duydukları aşın istek dolayısıyla kalabalık bir şekilde biri diğerinin üstüne çıkacak ve âdeta düşecek gibi olmuşlardı.

Aşırı istekleri sebebiyle neredeyse üstüne çıkacaklardı, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. İbn Abbâs: Zikri dinlemek arzusu ile ... diye açıklamıştır. Burd'un, Mekhûl'den rivâyetine göre cinler o gece Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bey'at ettiler. Yetmişbin kişi idiler. Ona yaptıkları bey'at, tan yerinin ağarması esnasında sona erdi.

Yine İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre, bu ifadeler kavimlerine döndükleri zaman, cinlerin söyledikleri sözlerdendir. Onlar kendi kavimlerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabının ona gösterdikleri itaatini, rükû ve sücûdda İmâm olarak ona nasıl uyduklarını böylece haber vermişlerdi.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Müşrikler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olan kızgınlık ve öfkelerinden dolayı nerdeyse biri diğerinin üstüne çıkacaktı.

el-Hasen, Katade ve İbn Zeyd dedi ki: "Allah'ın kulu... kalktığı zamandan kasıt, şudur: Muhammed, davet etmek maksadıyla ayağa kalktığı zaman, insanlar ve cinler onun bu davetini söndürmek için birbiri üstüne üşüştüler. Fakat Allah, ona yardımcı olup, zafere kavuşturmaktan ve nurunu tamamlamaktan başkasını kabul etmedi.

Taberî, anlamın şöyle olmasını tercih etmiştir: Araplar neredeyse Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın aleyhine bir araya gelecek ve getirdiği nuru söndürmek için birbirlerine yardımcı olacak noktaya gelmek üzere idiler.

Mücahid dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Bir keçe" âyeti, topluluklar halinde (biraraya geldiler), demektir. Bu ise bir "şeyin, bir şeyin üstüne keçe gibi toplanmasını anlatmak üzere kullanılan: tabirinden gelmektedir. Yününün üslüste preslenmesi dolayısıyla yere serilen: Keçe" de buradan gelmektedir. Bir şeyi alabildiğine sağlam bir şekilde bir başkasına yapıştırdığın herşey hakkında bu durumu anlatmak maksadı ile: Onu sıkı sıkı yapıştırdın" denilir, Keçe" lâfzının çoğulu ...diye gelir. Tıpkı "kırba"nın çoğulunun; diye gelmesi gibi. Arşlarım başında bulunan tüylere de: " Yele" denilir. Çoğulu: ...diye gelir. Şair Züheyr şöyle demektedir:

"Tam anlamıyla silahlarla donanmış ve atılgan

Tırnakları kesilmemiş, yelesi bulunan bir aralanın yanında."

Pek çok miktardaki çekirgelere de bu isim verilir. Bu kelime dört şekilde telaffuz edilmiş ve dört türlü okunmuştur. Genel olarak okunan şekil, "be" harfi üstün, "lam" harfi kesreli Gibed şeklinde, ikinci okuyuş "lam" harfi ötreli "be" harfi üstün olarak (lubed). Bu, Mücahid, İbn Muhaysın ve Şamlılardan naklen Hişam'ın kıraatidir. Bunun tekili de; ...diye gelir. (Üçüncü okuyuş) hem "lam" hem de "be" harflerinin ötreli okunuşudur (lubud). Bu da Ebû Hayve Muhammed b. es-Semeyka', Ebû'l-Eşheb el-Ukaylî ve el-Cahderî'nin okuyuşudur, tekili; şeklinde gelir. Tavan" kelimesinin çoğulunun: şeklinde; Rehn'in" çoğulunun; diye gelmesi gibi. 4. okuyuş); "lam" harfi ötreli, "be" harfi ise üstün ve şeddeli (iübbed) okuyuşudur. Bu da el-Hasen, Ebû'l-Aliye, el-A'rec ve yine el-Cahderî'nin okuyuşudur, tekili; şeklinde gelir. Rükû' eden"in çoğulunun: şeklinde Secde eden"in çoğulunun: şeklinde gelmesi gibi.

"Lam" harfi ötreli, "be" harfi de üstün olarak "lübed" şeklinin "devamlı olan şey" anlamında olduğu da söylenmiştir. Uzun süre kaldığı için Lukman'ın nesrine (kartalına) "Lubed" denilmesi de buradan gelmektedir. Rivâyete göre Lukman yaşayacağı süreyi teshil etmek için kendisine birtakım seçenekler sunulunca o da yedi kartalın hayatta kalacağı süre kadar yaşamayı tercih etmişti Bunun için henüz küçük bir yavru iken bir kartal alır ve onu ölünceye kadar beslerdi. Bunların sonuncusunun ismi da Lubed idi. Diğer kartallar arasında en uzun yaşayan o oldu. Lubed ikiyüz yıl yaşadı, Lukman da: Lubed'in yaşadığı süre bayağı uzun oldu, dedi. Dediklerine göre Lubed'in ölümü ile birlikte Lukman da ölmüş oldu. Mustafa el-Ğalâyînî, Ricâlu'l-Muallakati'l-Aşar, Ileyrut, 1331, s. 287

en-Nâbiğa dedi ki:

"Lubed'i mahveden onu da mahvetti."

el-Kuşeyrî dedi ki: Bu kelime "lam" ve "be" harfleri ötreti olarak "lubud" diye de okunmuştur ki; bu da "lebîd'in çoğuludur. Bu ise küçük torba demektir. es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: "(.........): Yığın yığın mal tükettim" (el-Beled, 90/6) âyetinde (ki lübed) pek çok, pek fazla anlamındadır. Yine şöyle denilmektedir: İnsanlar lübeddir" denildiği zaman biraraya gelip, toplanmışlardır demektir. Yine bu lâfız yolculuğa çıkmayıp, yerinden ayrılmayan kimse hakkında da kullanılır. Nitekim şair şöyle demektedir:

"Yerinden ayrılmayıp, yolculuğa çıkmayan güzel görüşlü kimsenin karşılayamadığı,

İhtiyacı bulunan oldukça cömert bir kimseden..."

Bundan sonra müellif beyitin ikinci mısraının ilk kelimesi ile ilgili bir satırlık açıklama ve bu açıklamaya dair ayrıca bir kanıt daha zikretmektedir ki; bu hem bazı yazma nüshalarda bulunmadığı için, hem de doğrudan konu ile ilgili olmadığı için ayrıca tercüme edilmemişin-.

Lubed; Lukman'ın kartallarının sonuncusudur. Munsarif bir kelimedir. Çünkü bu kelime madul değildir. Arapların inanışlarına göre Lukman, Âd kavminin yağmur yağmasını dilemek üzere Harem bölgesine gönderdiği heyet arasında bulunanlardan birisidir. Bunlar helâk edilince Lukman beyaza çalan ceylanlardan yedi tane pisliği yağmurun dokunmayacağı, geçit vermeyen bir dağda bırakıp bunların kalacağı süre kadar ile ardı arkasına ölen ve birileri öldükçe diğeri ölenin yerine geçecek yedi kartalın kalacağı süre kadar yaşamak arasında serbest bırakıldı. O da kartalların yaşayacağı kadar süreyi tercih etti. Bunların sonuncusunun ismi da Lubed idi. Şairler bunu sözkonusu etmişlerdir. Nâbiğa şöyle demektedir:

"Sabahı ıpıssız etti, kuşluk vaktinde de ahalisi yüklerini alıp gittiler

Lukman'ın son kartalı olan Lubed'i mahveden onu da imha etti."

Lebîd de küçük torba demektir. Nitekim: Kırbayı torba haline getirip, onu bir lebide (kırbaya) koydu" denilir. Yine Lebid, Âmir oğullarından bir şairin adıdır.

20

De ki: "Ben ancak Rabbime İbadet ederim. Hiçbir kimseyi de O'na ortak koşmam."

"De ki: Ben ancak Rabbime ibadet ederim." Yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben ancak Rabbime ibadet ederim" dedi.

"Hiç kimseyi de O’na ortak koşmam."

Kıraat âlimlerinin pek çoğu; Dedi ki" şeklinde onun dediğini haber veren bir kip olarak okumuşlardır. Ancak Hamza ve Âsım; De ki" diye emir kipi olarak okumuşlardır.

Âyetin nüzul sebebi de şudur: Kureyş kâfirleri ona şöyle demişti; Sen çok büyük bir iş getirdin. Bütün insanlara düşmanlık ediyorsun. Bu işten vazgeç, biz seni himaye ederiz. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

21

De ki: "Şüphesiz ben size bir zarar verme İmkânına da, bir hayır verme İmkânına da sahip değilim."

"De ki: Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına da sahip değilim." Yani ben size gelecek bir zararı önleyemeyeceğim gibi, size bir hayrın gelmesini de sağlıyamam.

Bir açıklamaya göre de

"size bir zarar verme" sizi küfre sürükleme

"imkânına da bir hayır" hidâyete iletme

"imkânına da sahib değilim." Yani bana düşen sadece tebliğ etmektir.

Zarar'ın azâb, hayır (reşâd)ın de nimet olduğu da söylenmiştir. Bu da ilk açıklamanın aynısıdır. Zararın ölüm, hayrın (reşâd)ın hayat olduğu da söylenmiştir.

22

De ki: "Gerçek şu ki beni (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz ve ben Ondan başka sığınacak kimse de asla bulamam.

"De ki: Gerçek şu ki beni (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz." Eğer bana gelen vahyi saklayıp, size açıklamayacak olursam, Allah'ın azabını benden kimse uzaklaştıramaz, demektir. Çünkü onlar kendisine: Sen vahye davet etmeyi bırak, biz seni himaye ederiz, demişlerdi.

Ebû'l-Cevzâ'nın, İbn Mes’ûd'dan rivâyetine göre, o şöyle demiştir; Cin gecesi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte gittim. Nihayet o el-Hacûn denilen yere varınca bana bir çizgi çizdi. Sonra onların yanlarına vardı, etrafında kalabalık oluşturup toplandılar! Verdân diye anılan efendileri şöyle dedi: Ben onları senin etrafından uzaklaştırırım. Peygamber şöyle buyurdu; "Gerçek şu ki, beni (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz." el-Maverdi, en-Nuket. VI. 121: Suvûtî. ed-Durru'l-Mensür, VIIJ, 308 Bunu el-Mâverdî zikretmektedir. (el-Maverdi) dedi ki: Bunun iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisine göre: Allah, beni himaye ettikten sonra, hiç kimse beni himaye edemez. İkinci anlamı ise: Allah'ın benim hakkımda takdir ettiği şeylere karşı kimse beni koruyamaz.

"Ve ben O'ndan başka sığınacak kimse de asla bulamam." Buradaki: Sığınacak kimse, sığınak" kelimesini Katade: Kendisine sığınacağım bir sığınak, diye açıklamıştır. Yine ondan gelen bir rivâyete göre o, bunu dost ve yardımcı diye açıklamıştır. es-Süddi: Korunak diye, el-Kelbî; Yeryüzünde serap gibi kendisine gireceğim (ve sığınacağım) yer, diye açıklamıştır. O'nun dışında bir veli (dost ve yardımcı) ve bir mevlâ (bulamam) diye de açıklanmıştır. Gidecek yer ve izleyeceğim bir yer, diye de açıklanmıştır. Bunu da İbn Şecere nakletmiştir, anlamlar bir(birine yakın)dir. Şairin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır;

"Ah benim canım ki, ahin bana hiçbir faydası yoktur,

Ve esasen Allah'ın hükmünden ebediyyen kurtuluş (bir sığınak) bulunamaz."

23

"Ancak Allah'tan gelenleri ve O'nun gönderdiklerini tebliğ etmek (imkânına sahibim). Kim Allah'a ve Rasûlüne isyan ederse, hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır."

"Ancak Allah'tan gelenleri ve O'nun gönderdiklerini tebliğ etmektir,"

Yalnız bunda eman ve kurtuluş vardır. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Katade de şöyle demiştir: "Ancak Allah'tan gelenleri tebliğdir." İşte benim Allah'ın bana vereceği başarı sayesinde yapabileceğim sadece budur. Küfür ve îmana gelince, ben bunlara sahip değilim. Bu açıklamaya göre âyet, yüce Allah'ın:

"De ki: Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir kayır verme imkânına da sahib değilim" (21. âyet) âyeti ile alakalıdır. Yani ben size tebliğde bulunmaktan başkasını yapamam.

Bunun daha önce geçen yüce Allah'ın:

"Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına da sahib değilim" (21. âyet) âyetinden munkatı' bir istisna olduğu da söylenmiştir. Yani benim elimde olan sadece size tebliğ etmektir. Bu da: Ancak ben size benimle gönderileni tebliğ edebilirim, demektir. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır.

ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: Bu yüce Allah'ın:

"Sığınacak kimse" âyetinden bedel olarak nasbedilmiştir. Bu da şu demektir: Ve ben ondan başka sığınacak kimse asla bulamam. Ancak Allah'tan bana gelenleri ve O'nun mesajlarını size tebliğ edebilirim. Yani benim elimde olan, bana tebliğ etmemi emrettiği, O'ndan gelenleri size tebliğ etmekten ibarettir. Yahutta: Ben , sadece Allah'tan gelenleri tebliğ eder ve gelenler gereğince amel ederim. Böylelikle başkasına emrettiklerimle, kendimi de yükümlü tutarım,

Bunun mastar (mef'ûl-i mutlak) olduğu da söylenmiştir, ise olumsuzluk edatı anlamındadır, de şart edatıdır. Ben O'ndan başka sığınacak kimse de asla bulamam" demektir. Yani: Eğer ken Rabbimin risaletlerini gereği gibi tebliğ etmeyecek olursam (O'ndan başka sığınacak kimse bulamam)" demek olur).

"Kim Allah'a ve Rasulüne" tevhid ve ibadet hususunda

"İsyan ederse, hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır" âyetindeki: Hiç şüphesiz" lâfzının hemzesinin kesreli gelmesi ceza (yani şart cümlesinin cevabının) başına gelen "fe"den sonrasının ibtidâ konumunda oluşundan dolayıdır. (İbtidâ halinde ise "elif nun"un hemzesi kesreli okunur.) Daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Onlar, orada ebediyyen kalacaklardır" âyetindeki: Kalıcılar olarak" lâfzı hal olarak nasbedilmiştir. Çoğul olarak gelmesi ise bu şekilde hareket eden herkesin bu durumda olacağından dolayıdır. O bakımdan (fiilin) ilkin tekil olarak gelmesi: Kim" lâfzından dolayıdır. Daha sonra da manadan ötürü "ebediyyen kalıcılar" lâfzı çoğul olarak gelmiştir.

"Ebediyyen" kelimesi burada "isyan"dan kastın şirk olduğunu göstermektedir. Şirkin dışındaki masiyetler diye de açıklanmıştır. O durumda:

"Onlar orada ebediyyen kalacaklardır" âyetinin anlamı şu olur: Affedilmeleri yahut şefaate nail olmaları hali müstesna. Dünyadan îman ile çıkmaları takdirinde ise affedilecekleri muhakkaktır. Bu anlamdaki açıklamalar, daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/93. âyet, 7. başlıkta) ve başka yerlerde yeteri kadarıyla geçmiş bulunmaktadır.

24

Nihayet onlar tehdit olundukları şeyi görecekleri zaman, kimin yardımcılarının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir.

"Nihayet onlar tehdit olundukları şeyi görecekleri zaman" âyetinde yer alan: Nihayet" burada bir başlangıç noktasıdır. Yani:

"Nihayet onlar" âhiret azabından ya da Bedir'de öldürülmeleri anlamındaki dünya azabından

"tehdit olundukları şeyi görecekleri zaman" işte o vakit

"kimin", onların mı yoksa mü’minlerin mi

"yardımcılarının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir."

25

De ki: "Tehdit olunduğunuz yakın mıdır? Yoksa Rabbim ona uzun bir zaman mı tayin etmiştir, bilmiyorum."

"De ki: Tehdit olunduğunuz" yani kıyâmetin kopması -dünya azâbı da denilmiştir-

"yakın mıdır yoksa Rabbim ona uzun bir zaman" bir süre ve bir ecel

"mı tayin etmiştir bitmiyorum?" Yani ben, bunu bilmiyorum. Bu da şu demektin Azâbın ne zaman İneceğini de, kıyâmetin ne zaman kopacağını da ancak Allah bilir. Bu, kendisine dair Allah'ın bana bildirdiklerinden başkasını asla bilemeyeceğim bir gaybdır.

“Tehdit olunduğunuz" âyetindeki 'nın fiil ile birlikte mastar anlamını vermesi sözkonusu olduğu gibi; ism-i mevsûlü anlamında olup, aid zamirin takdir edilmesi de sözkonusu olabilir.

"Yoksa Rabbim ona uzun bir zaman mı tayin etmiştir?" âyetindeki; " Rabbim" âyetindeki "ye" genel olarak sakin okunmuştur, İki el-Haremî ile Ebû Amr ise fethah okumuşlardır.

26

O, gaybı bilendir. O, kendi gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Gayb Bilgisi Allah'a Mahsustur:

"O, gaybı bilendir" âyetindeki: Bilendir" lâfzı daha önce gecen "Rabbim" âyetinin sıfatı olarak merfû' gelmiştir. Bunun; (mealde olduğu gibi) gayb' bilendir" anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Gayb" kullar için gaib olan, görünmeyen demektir. Buna dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/3. âyet, 2, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,

"O, kendi gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki beğenip, seçtiği bir peygamber ola." Ona gaybından dilediği şeyleri bildirir. Çünkü peygamberler mucizelerle desteklenirler. Bu mucizelerden birisi de gayb olan bazı hususlan haber vermeleridir. Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmaktadır;

"Evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri size haber veririm." (Âl-i İmrân, 3/49)

27

Meğer ki beğenip, seçtiği bir peygamber ola. Çünkü O (Allah), onun önünden ve ardından koruyucular gönderendir.

İbn Cübeyr dedi ki;

"Meğer ki beğenip, seçtiği bir peygamber ola" âyetinde kastedilen rasûl (elçi, peygamber), Cebrâîl (aleyhisselâm)'dır. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Daha uygunu anlamın şöyle olmasıdır: O, beğenip, seçtiği yani peygamberlik için seçtiği kimselerden başkalarını gaybından haberdar etmez. Ancak bu gibi kimselere gaybından dilediği şeyleri bildirir ki, bu onun peygamberliğine delil teşkil etsin.

2- Falcılar ve Benzerleri Gaybı Bilemezler:

İlim adamları -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle demişlerdir: Şanı yüce Allah'ın gaybı bilip, ona dair bilgiyi sadece kendisine tahsis etmesi ile öğünmesi, O'ndan başka herhangi bir kimsenin gaybı bilmediğine delil teşkil etmektedir. Daha sonra yüce Allah, beğenip, seçtiği peygamberleri bundan istisna etmekte ve onlara verdiği vahiy yoluyla gaybından dilediği bilgileri tevdi ettiğini belirtmektedir. Bunu da onlar için bir mucize ve peygamberliklerine dair doğru bir delâlet olarak vermiştir. Müneccim ve ona benzer taşları kullanan, kitablara bakan, kuşları (gayba dair hüküm çıkarmak maksadıyla) uçurtan kimseler ise O'nun beğenip, seçtiği ve gaybından dilediği şeylere muttali ve haberdar kıldığı rasûller arasında sayılamazlar. Aksine böyleleri Allah'ı inkâr eden, sezgi, tahmin ve yalanlarıyla da Allah'a karşı iftirada bulunan birer kâfirdirler.

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Hallerinin farklılığı, rütbelerinin değişikliği, aralarında hükümdarların ve sıradan insanların, âlimlerin, cahillerin, zenginlerin, fakirlerin, küçüklerin, büyüklerin bulunmasına, doğdukları burçların farklılıklarına, doğuşlarının ayrılıklarına, yıldızların mertebelerinin değişik oluşuna rağmen Nûh'un gemisine binen kimseler hakkında müneccimlerin (yıldız falcılarının) neler söylediklerini keşke bilebilseydim? Nasıl oldu da bir anda hepsi de suda boğulma hükmüne mahkûm oldular.

Eğer müneccim (yıldız falcısı) -Allah müstehakkını veresice- onların gemiye bindikleri sırada yükselen burç onların boğulmalarını sağladı, diyecek olursa, o takdirde bu yükselen burç herbirilerinin doğumu esnasında farklı olan diğer yükselen burçların tümünü, hükümlerini ve o kimseye has olan yükselen burcun gereklerini çürütmüş, iptal etmiş olmaktadır. O halde ebedi olarak ve kesinlikle doğum halleri gereğince uygulama yapmanın hiçbir faydası olmayacağı gibi, bunların bir kimsenin mutluluk ya da bedbahtlığına delâlet olması da düşünülemez. Geriye sadece böylelerinin Kur'ân-ı Azim'e karşı bile bile inatlaşmalarından başka bir şey kalmamaktadır. Bu ifadeler ile böyle bir kimsenin, yıldız falcılığı dolayısıyla kanının helâl olduğu da anlaşılmaktadır. Şu sözleriyle şair bu hususu ne güzel dile getirmiştir;

"Müneccim hükmetti, benim doğumumun yükselen burcunun

Benim hakkımda suda boğularak öleceğime.

Söyle o yıldız falcısına: Tufan sabahı herkes,

Suda boğduran yıldızın doğuşunda mı dünyaya gelmişti?"

Mü’minlerin emiri Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'a Haricilerle karşılaşmak istediği sırada: Ay akreb burcunda iken mi onlarla karşılaşacaksın denilmiş, o da: Peki ya onların ayları nerede ki, diye sormuş ve bu ayın son günlerine rastgelmiş idi. Şimdi Ali (radıyallahü anh)'ın cevab olarak verdiği söze ve bu sözde yıldız falcılığına göre kanaat belirtenlerin bu kanaatlerinin ne ileri derecede reddedilmiş olduğuna, yıldızların hükümlerini gerçek kabul eden herbir cahili nasıl susturmuş olduğuna bir dikkat edelim.

Müsafir b. Avf ona dedi ki: Ey mü’minlerin emiri, sen şu anda yola koyulma! Günün üç saati geçtikten sonra yola çık ve yürü! Ali (radıyallahü anh) ona: Neden? diye sorunca, şu cevabı verdi: Sen şu anda yola koyulacak olursan, sana da, arkadaşlarına da çok büyük bir belâ ve ağır bir sıkıntı isabet eder. Eğer benim söylediğim saatte yola koyulacak olursan, muzaffer olursun, üstün gelirsin ve istediğini elde edersin. Ali (radıyallahü anh) şu cevabı verdi: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hiçbir müneccimi (yıldız falcısı) yoktu. Ondan sonra bizim de yıldız falcımız olmayacaktır. -Bu açıklamaları esnasında Ali (radıyallahü anh) Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok âyetlerini de delil gösterdiği uzunca sözler söyler.- Kim bu hususta söylediklerini doğru kabul ederse, o kimsenin Allah'tan başka bir eş ya da O'na zıt bir varlığı ilâh edinenler gibi olmayacağından emin değilim. Allah'ım uğur varsa eğer, sadece Senin uğurundur ve Senin hayrından başka hayır yoktur. Daha sonra konuşan şahsa şunları söyledi: Bizler sözlerini yalanlıyoruz, sana muhalefet ediyoruz ve gitmeyin, dediğin saatte yola koyuluyoruz. Daha sonra diğer insanlara yönelerek şunları söyledi: Ey insanlar! Sakın yıldızlara dair kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulabileceğiniz kadarından fazlasını öğrenmeye kalkışmayınız. Şüphesiz ki müneccim (yıldız falcısı) sihirbaz gibidir. Sihirbaz da kâfir gibidir. Kâfir ise cehennemdedir. Allah'a yemin ederim, eğer senin yıldızlara baktığına ve onlardan çıkardığın sonuçlar gereğince amel ettiğine dair bir bilgi bana ulaşacak olursa, sen hayatta kaldığın ve ben hayatta kaldığım sürece ebediyyen seni hapiste bırakacağım ve ben emiru'l-mü’minin kaldığım sürece sana verilmesi gereken bağışlardan seni mahrum edeceğim.

Daha sonra Müsafir b. Avf'ın çıkmamasını emrettiği saatte yola koyuldu. Haricilerle karşılaştı ve Müslim'in Sahih'inde sabit olan Nehrevân vakasında da onları mağlûb etti. Arkasından şunları söyledi: Eğer bizler onun bize emretmiş olduğu saatte yola koyulmuş ve zafer kazanıp, üstünlük sağlamış olsaydık, bazı kimseler: Müneccimin onlara emretmiş olduğu saatte yola çıktılar. (Onun için zafer kazandılar), diyecekti. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hiçbir müneccimi yoktu, Ondan sonra bizim de olmayacaktır. Allah bize Kisra'nın ve Kayser'in yurtlarını fethetmeyi ve diğer ülkeler fethetmeyi nasib etti. Sonra şunları söyledi: Ey insanlar! Allah'a tevekkül edin ve O'na güvenin. Çünkü O, başkalarına ihtiyaç bırakmaz.

"Çünkü O (Allah), onun önünden ve ardından koruyucular gönderir." Yani onu kendisine bir şeytanın yaklaşmasına karşı kendisini koruyacak melekler gönderir. Bu yolla vahyi şeytanların çalmasından ve bunu kâhinlerin bildirmesine karşı korur.

ed-Dahhak dedi ki: Allah gönderdiği herbir peygamber ile birlikte mutlaka onu şeytanların melek suretine benzeyerek kendisine görünmesine karşı koruyacak melekler de göndermiştir. Şeytan, ona melek suretinde geldiği takdirde: Bu bir şeytandır, ondan korun, derler. Eğer melek ona gelecek olursa: Bu senin Rabbinin elçisidir, derler.

İbn Abbâs ve İbn Zeyd dedi ki:

"Koruyucular" âyeti, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı önünden ve arkasından, cinlerden ve şeytanlardan koruyan koruyucular demektir.

Katade ve Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Bunlar meleklerden olan dört koruyucu melektir.

el-Ferrâ' dedi ki: Maksat Cebrâîl'dir. O, Allah'tan bir risalet getirerek indiği vakit, onunla birlikte cinlerin vahyi dinleyip, kâhinlerine ulaştırıp, elçiden daha önce bunu kâhinlerine ulaştırmalarına karşı korunan melekler de onunla birlikte inerdi.

es-Süddî dedi ki:

"Koruyucular" vahyi koruyan koruyucular demektir. Allah tarafından gelen için: Bu Allah'tandır, derler. Şeytanın yaptığı telkinler için de: Bu şeytandandır, derlerdi,

“Koruyucular" lâfzı mef'ûl(-i mutlak) olarak nasbedilmiştir. es-Sıhah'ta belirtildiğine göre bu, bekçiler gibi gözetleyip, koruyan topluluk hakkında kullanılır. Tekil, çoğul, müzekker ve müennes için aynı şekli kullanılır. Bazen; diye kullandıkları da olur. Bir şeyi gözetleyen" demektir. Onu gözetledi, gözetler, gözetlemek" denilir. Kollayıp, gözetlemek" Gözetleme yeri" demektir.

28

Ta ki o (peygamberlerin) Rabblerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini ortaya çıkarsın. O, onların yanında olan herşeyi kuşatmıştır. Herşeyi de sayısı ile saymıştır.

“ortaya çıkarsın" âyeti hakkında, Katade ve Mukâtil şöyle demişlerdir: Ta ki Muhammed, kendisinden önceki rasûllerin bizzat kendisi risaletini tebliğ ettiği gibi, risaletlerini tebliğ ettiklerini bilsin, demektir, Burada İam"ın kendisine taalluk ettiği, hazfedilmiş bir lâfız vardır. Yani biz O'na vahyi koruduğumuzu haber verdik ki, kendisinden önceki rasûllerin de hakkı ve doğruyu tebliğ etmek hali gibi bir hal üzere bulunduklarını bilsin diye.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Ta ki Muhammed, Cebrâîl'in ve onunla birlikte bulunanların kendisine Rabbinin risaletini tebliğ ettiklerini bilsin. Bu açıklamayı İbn Cübeyr yapmıştır. O dedi ki: Vahiy ile birlikte, mutlaka meleklerden dört koruyucu inerdi.

Şöyle de açıklanmıştır: Ta ki rasûller meleklerin Rabblerinin mesajlarını tebliğ ettiğini, bilsinler diye. Bir diğer açıklama da şöyledir: Hangi peygamber olursa olsun, kendisinin dışındaki diğer bütün peygamberlerin tebliğ ettiklerini bilsin diye, anlamındadır.

Bir diğer açıklamaya göre: Ta ki İblis, rasûllerin Rabblerinin risaletini onun karıştırmalarından ve adamlarının bir şeyler çalmalarına karşı korunmuş olarak tebliğ ettiklerini bilsin diye, demektir,

İbn Kuteybe dedi ki: Yani, ta ki cinler, rasûllerin kendilerine indirilenleri tebliğ ettiklerini, cinlerin kendilerinin ise, vahiyden bir şeyler çalarak kendilerinin tebliğ ediciler olmadıklarını bilsinler diye.

Mücahid dedi ki: Ta ki, rasûlleri yalanlayan kimseler, rasûllerin Rabblerinin risaletini tebliğ ettiklerini bilsinler diye.

“Ta ki o... ortaya çıkarsın" âyetin cemaat, "ye" harfi üstün olarak okumuşlardır. Açıklaması da zikrettiği iniz şekildedir. İbn Abbâs, Mücahid, Humeyd ve Yakub ise "ye" harfini ötreli, okumuşlardır. Rasûllerin tebliğ ettiklerini insanlara bildirsinler diye, anlamındadır.

ez-Zeccâc dedi ki: Ta ki Allah, rasûllerinin risaletlerini (onlara gönderdiklerini) hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin (ortaya çıkarsın) diye, demektir. Bu da "ye" harfinin üstün okunuşuna göre yapılmış bir açıklamadır. Yüce Allah'ın şu âyetine benzemektedir:

"Allah, içinizden cihad edenlerle, sabredenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?" (Al-i İmrân, 3/142)

Anlam: Ta ki Allah, bunu gayb iken bildiği gibi, müşahade ilmi ile de bilsin diye, demektir.

"O, onların yanında olan herşeyi kuşatmıştır." O'nun ilmi yanlarında bulunan herşeyi kuşatmıştır. Bu da gerek rasûllerin, gerek meleklerin yanında bulunan herşeyi... demektir. İbn Cübeyr dedi ki: Yani ta ki rasûller Rabblerinin ilminin kendilerinde bulunanı kuşatmış olduğunu bilsinler ve böylelikle O'nun kendilerine bildirdiklerini tebliğ etsinler diye... anlamındadır.

"Herşeyi de sayısı ile saymıştır." Herşeyi sayısıyla bilip kuşatmış, onlardan hiçbir şey O'na gizli kalmamıştır.

“Sayısı ile" lâfzı, hal olarak nasbedilmiştir. Yani O, herşeyi sayılması halinde sayısı ile bilmiştir. Mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasbedildiğini de kabul edebiliriz. Bu da O, herşeyi sayısıyla tam olarak sayıp bilmiştir, demek olur. Bu durumda hazfedilmiş fiilin mastarı (mef'ûl-i mutlakı) olur. Şanı yüce Allah, herşeyi sayısıyla bilen (el-Muhsî), herşeyi bilgisiyle kuşatan (el-Muhît), herşeyi bilen (el-Alîm) ve herşeyi tek tek tesbit eden, koruyan (el-Hafîz)dır. Bütün bunlara dair açıklamaları "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmâillahi'l-Hüsnû" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz.

Cin Sûresi burada sona ermektedir. Hamd, yalnızca bir ve tek olan Allah'adır,

0 ﴿