KIYÂME SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Mekke'de inmiştir. Kırk âyettir

1

Hayır... Kıyâmet gününe yemin ederim,

"Hayır... Kıyâmet gününe yemin ederim" âyetindeki:

"Hayır"ın sıla (Fazladan bir bağlaç) olduğu söylenmiştir. Sûrenin başına gelmesinin câiz oluşu Kur'ân-ı Kerîmin tümünün birbiriyle muttasıl olmasından ve buna bağlı olarak tek bir söz hükmünde oluşundan dolayıdır. İşte bundan dolayı bazan bir husus, herhangi bir sûrede, sözkonusu edilirken onun cevabı bir başka sûrede gelebilmektedir. Yüce Allah'ın:

"Dediler ki: Ey kendisine zikr (Kur’ân) indirilen kişi! Mutlaka sen bir delisin" (el-Hicr, 15/6) âyetinin cevabının bir başka sûrede:

"Sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli değilsin" (el-Kalem, 68/2) diye gelmesi gibi.

Bu âyet: Kıyâmet gününe yemin ederim, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs', İbn Cübeyr ve Ebû Ubeyde yapmıştır. Şairin şu beyiti de -bu yönüyle- buna benzemektedir:

"Leylâ'yı hatırladım, bu sebepten bir özlem gelip buldu beni

Bu sebepten kalbim ta içinden parçalanacak neredeyse,"

Ebû’l-Leys es-Semerkandî şunu nakletmektedir: Bütün müfessirlerr:

"Hayır... yemin ederim" âyetinin "yemin ederim" anlamında olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ancak Hayır"ın tefsiri hususunda farklı görüşleri vardır. Kimisine göre, bu süs için söze getirilmiş bir fazlalıktır. Arapcada bu edat fazladan getirilebilmektedir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede:

"Seni secdeden ne alıkoydu?" (Sâd, 38/75) diye buyurulmaktadır ki; bu da (secde etmemekten değil de mealde olduğu gibi) "secde etmekten" demektir.

Bazıları da:

"Hayır" anlamındaki lâfız, öldükten sonra dirilişi inkâr ettikleri için onların görüşlerini reddetmek üzere zikredilmiştir, derler. O bakımdan: Durum sizin ileri sürdüğünüz gibi değildir, diye buyurmuştur; demiştir.

Derim ki: Bu el-Ferrâ''nın görüşüdür. el-Ferrâ' dedi ki: Nahivcilerin bir çoğu

"hayır" anlamındaki lâfız sıladır, derler. Fakat inkâr ifade eden bir sözle başlayıp, sonra da onu sıla olarak kabul etmek câiz değildir. Çünkü durum böyle olsaydı, inkâr ihtiva eden haber ile inkâr ihtiva etmeyen haber birbirinden ayırd edilemezdi. Ancak Kur’ân-ı Kerîm öldükten sonra dirilişi, cenneti ve cehennemi inkâr eden kimselerin görüşlerini reddederek, ister mübtedâ olsun, isler olmasın (yeni bir başlangıç olsun veya olmasın) ifadelerinin bir çoğunda onları reddetmeyi ihtiva eden yeminler kullanmıştır. Bu da Arapların: "Hayır, Allah'a yemin ederim ki bu işi yapmam" demelerine benzer. Buradaki "hayır" daha önce geçmiş bir ifadeyi reddetmek içindir. Bu da bir kimsenin; Hayır, Allah'a yemin ederim ki şüphesiz kıyâmet bir gerçektir, demesine benzer ki; bu ifade ile kıyâmeti inkâr etmiş birtakım kimseleri yalanlamış gibi oluyoruz.

el-Ferrâ''nın dışındakiler İmruu'l-Kays'ın şu beyitini zikretmişlerdir:

"Hayır, ey Âmirî kızı, baban hakkı için

Onlar asla benim kaçtığımı iddia edemezler."

Ğuveyye b. Sülmâ da şöyle demektedir:

"Evet, Ümame buradan göçüleceğim ilan etti Beni üzsün diye.

Hayır, halbuki ben sana asla aldırmıyorum."

Faydası; red hususunda kasemi (yemini) pekiştirmektir.

el-Ferrâ' dedi ki: Bu yönü bilmeyenler "elif'siz olarak Kesinlikle yemin ederim" şeklinde okurlar, sanki yeminin başına gelmiş bir "tekid lamı" gibi değerlendiriyorlardı. Bu da doğrudur. Çünkü Araplar: Kesinlikle Allah adına yemin ederim ki..." derler. Bu, el-Hasen, İbn Kesîr, ez-Zührî ve İbn Hürmüz'ün kıraatidir.

"Kıyâmet gününe" yani insanların Rabblerinin huzuruna kalkacakları güne... Yüce Allah, dilediği şeye kasem etmek hakkına sahiptir.

2

Yine hayır, kendini kınayan nefse yemin ederim.

"Yine hayır, kendini kınayan nefse yemin ederim." Bu hususta kıraat âlimleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah, kıyâmet gününe o günün sanını tazim için yemin etmekte, fakat nefse yemin etmemektedir. İbn Kesifin kıraatine göre birincisi ile yemin ederken, ikincisi ile yemin etmemiştir.

Bir diğer açıklamaya göre;

"yine hayır, kendini kınayan nefse yemin ederim" âyeti bir başka red olup, kınayıcı nefse bir yeni yemindir. es-Sa'lebî dedi ki: Doğrusu her ikisi ile yemin ettiğidir.

"Kınayıcı nefis" ise hep kendi nefsini kınarken görülen mü’min kimsenin nefsidir. O hep: Ben bunu yapmakla neyi gerçekleştirmek istedim, der. Sürekli olarak sen onun kendi nefsini kınayıp, ona sitem ettiğini görürsün. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücahîd, el-Hasen ve başkaları yapmıştır.

el-Hasen dedi ki: Allah'a yemin olsun ki bu nefis mü’minin nefsidir. Mü’min ancak nefsini kınarken görülür. Bu sözümle neyi isledim, bunu yemekle neyi istedim, der. Günahkar kimse ise nefsini hesaba çekmez.

Mücahid dedi ki: Bu geçen şeylere kınayan, pişman olan ve böylelikle kötülük için niye yaptı diye kendisini kınayan, hayır için de niye onu daha fazla yapmadı diye kendisini kınayandır. Kınama özelliği bulunan nefis olduğu söylendiği gibi; başkasını ne için kınıyor ise kendisini de onun için kınayan nefistir, diye de açıklanmıştır.

Bu açıklama şekillerine göre İevvâme: çok kınayıcı" ile "laime: kınayan" aynı anlamdadır ve bir övgü sıfatıdır. Buna göre de böyle bir nefse yemin uygun ve güzel düşer.

Bazı tefsirlerde şöyle denilmektedir: Bundan kastedilen kişi Âdem'dir, O kendisi sebebiyle cennetten çıkartıldığı musibetten ötürü sürekli olarak kendisini kınayıp durdu.

"Levvâme: Çok kınayıcının kınanan ve yerilen anlamında olduğu da söylenmiştir ki -bu da yine İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir.- O halde bu bir yergi sıfatıdır, Bunun yemin olmasını kabul etmeyenlerin görüşü de budur. Zira isyankâr kimsenin kendisine yemin edilmesini gerektirecek hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü o çokça kınanandır.

Mukâtil dedi ki: Sözü edilen nefis, kâfirin nefsidir. O kıyâmet gününde kendisini kınayacak ve Allah'ın huzurunda kusurlu olarak gelmekten dulayı hasretler çekecektir.

el-Ferrâ'' dedi ki: İster iyilikte bulunan olsun, ister kötülük işlemiş olsun, Kendisini kınamayacak hiçbir nefis yoktur. İyilik yapmış olan kimse; keşke daha çok iyilik yapmış olsaydı diye kendisini kınayacak, kötülük yapan kimse ise; keşke kötülüklerinden uzak dursaydı, diye kendisini kınayacaktır.

3

İnsan, Biz onun kemiklerini asla toplayıp, bir araya getirmeyeceğimizi mi zanneder?

"İnsan, Biz onun kemiklerini asla toplayıp, biraraya getirmeyeceğimizi mi zanneder?" Dağılmış, toz toprak haline geldikten sonra, o kemikleri yeniden yaratmayacağımızı mı zanneder?

ez-Zeccâc dedi ki: Yüce Allah, öldükten sonra diriliş için kemikleri mutlaka biraraya getireceğine, kıyâmet gününe ve kınayıcı nefse yemin etti. İşte bu âyet, yeminin cevabıdır.

en-Nehhâs dedi ki: Yeminin cevabı hazfedilmiştir. Yemin olsun ki, siz diriltileceksiniz, demektir. Buna da yüce Allah'ın:

"İnsan, Biz onun kemiklerini" yeniden diriltmek ve hayat vermek için

"asla toplayıp, bir araya getirmeyeceğimizi mi zanneder" âyeti delil teşkil etmektedir. Burada "insan'dan kasıt, öldükten sonra dirilişi yalanlayan kâfir kimsedir.

Âyet-i kerîme, Adiy b. Rabia hakkında inmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle demiştir: Bana kıyâmet gününün ne zaman gerçekleşeceğini ve onun durumunun, halinin nasıl olacağını anlat! Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona bu durumu haber verince, şöyle dedi: Ey Muhammed! Bu söylediklerini bugün gözlerimle görecek olsam, senin sözünü doğrulamam ve ona îman etmem. Allah, gerçekten kemikleri bir araya mı getirecek? Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle derdi: "Allah'ım, benim kötü komşularını olan Adiy b. Rabia ile el-Ahnes b. Şerîk'in haklarından Sen gel" diye dua ederdi.

Bunun, Allah'ın düşmanı Ebû Cehil'in ölümden sonra dirilişi inkâr etmesi üzerine indiği de söylenmiştir.

"Kemikler"den süzedihnekle birlikte maksat kişinin bütün varlığıdır. Çünkü kemikler, insan hilkatinin kalıbını teşkil eder.

4

Evet, Biz parmak uçlarını bile toplayıp, düzenlemeye kadiriz.

“Evet" burada vakıf hasendir (durmak güzeldir). Daha sonra;

“kadiriz" diye okumaya devam edilir,

Sîbeveyh dedi ki: Âyet; Güç yelirenler olarak onları (kemikleri) biraraya getiririz, toplarız" anlamındadır. Buna göre "güç yetirenleriz, kadiriz" âyeti zikrettiğimiz takdire göre; hazfedilmiş fiildeki gizli failden hal olmaktadır. Anlamın; hayır, Biz kadirler olarak güç yetiririz, şeklinde olduğu da söylenmiştir.

el-Ferrâ' dedi ki:

"Kadiriz" anlamındaki lâfız,

"biraraya getirmeyeceğimizi" anlamındaki fiilin dışında bir fiilin anlamı gözönünde bulundurularak nasbedilmiştir. Yani: Biz kadirler olarak, bundan daha fazlasına güç yetirir ve kudret sahibiyiz.' Yine el-Ferrâ' şöyle demiştir: Bunun lâfzın tekrarı üzere nasbedilmesi de uygundur.

Yani: Evet, Bizim kadirler olduğumuzu bilsin" demektir. Hazfedilen ifadenin olduğu da söylenmiştir ki; bu: Biz işin başında buna kadirler, idik" demek olur. Müşrikler de esasen bunu kabul etmişlerdi. (O halde ölümden sonra diriltmeye de kadir olmamızı kabul etmelidirler.)

İbn Ebi Able ve İbn es-Semeyka ise; Evet... kadiriz" diye; Biz, kadiriz" gibi okumuşlardır.

"Parmak uçlarını bile toplayıp, düzenlemeye" âyetindeki; Arapçada "parmaklar" demektir. Tekili de: (........) ...diye gelir. en-Nâbiğa şöyle demiştir:

"Oldukça yumuşak tenli, kınalı (bir el) ile ki; sanki parmakları

Bu letafetten âdeta yeni tomurcuklanmış ince, yumuşak bir ağacın ince bir dalı gibidir."

Antere de şöyle demiştir:

"Ölüm sanki ellerimin emrine itaat eder

Parmak uçlarımı hündüvânîye (Hind kılıcına) ulaştırdığım vakit,"

Yüce Allah, "parmak uçları" ile diğer azalara dikkat çekmektedir. Aynı şekilde parmak uçları en küçük kemiklerdir. Bundan dolayı özellikle sözkonusu edilmişlerdir. el-Kutebi ve ez-Zeccâc şöyle demişlerdir; Onlar, yüce Allah'ın ölüleri diriltmeyeceğini ve kemikleri biraraya getirmeye kadir olmadığını iddia ettiler. Yüce Allah da şöyle buyurdu: Hayır, Bizler küçüklüklerine rağmen küçük kemikleri dahi tekrar dirilteceğiz, onları dümdüz ve mükemmel hale gelinceye kadar birbirleri ile kaynaştıracağız. Buna muktedir olan, elbette büyük olanlarını bir araya getirmeye de daha muktedirdir.

İbn Abbâs ve genel olarak müfessirler şöyle demişlerdir:

"Biz parmak uçlarını bile toplayıp düzenlemeye kadiriz." Yani el ve ayak parmaklarını, devenin ayağı yahut eşşeğin toynağı ya da domuzun tırnağı gibi tek bir şeymiş gibi yapabiliriz. O vakit insan bunlarla hiçbir şey yapamaz. Fakat, Bizler parmaklarıyla istediğini alabilsin diye parmaklarını birbirinden ayırdık.

el-Hasen şöyle derdi: O sana parmak da yarattı. Sen onları açıyor, onlarla yakalıyorsun. Dileseydi onları biraraya getirir ve yerden ancak (parmaksız) ellerin ile kendini koruyacak halde olurdun.

Şöyle de açıklanmıştır: Biz, insanı hayvanlar şeklinde bile tekrar yaratmaya kadiriz. Dünyada iken sahib olduğu suret üzere yaratamayacak mıyız? Bu da yüce Allah'ın:

"Ve kimse engel olamaz Bize; yerinize benzerlerinizi getirip değiştirmek ve sizi bilemediğiniz bir şekilde yeniden yaratmak hususunda." (el -Vakıa, 56/60-61)

Derim ki: Birinci te'vil (açıklama) şekli, âyetin akışına daha uygun düşmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

5

Fakat insan önündekini yalanlamak ister.

"Fakat insan önündekini yalanlamak ister." İbn Abbâs dedi ki: Yani kâfir, önündeki öldükten sonra dirilişi ve hesabı yalanlıyor, Abdurrahman b. Zeyd de böyle demiştir. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Kıyâmet de ne Zamanmış diye sorar" âyetidir. Yani inkâr ve yalanlamak üzere; bu ne zaman olacaktır, diye sorar. Çünkü o, içinde bulunduğu yalanlama hali dolayısıyla bunlara bir türlü inanmaz. Fakat geleceği adına günah İşler.

Buradaki

"fücur" lâfzının

"yalanlamak" anlamına geldiğinin delili olan hususlardan birisi de el-Kutebî ve başkasının zikrettiği husustur. Bedevinin birisi Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'a gelerek develerinin böğürlerinin yaralarından, bunların uyuz olduklarından şikayet etti ve kendisine yük taşımak üzere başka develer vermesini istedi ise de Ömer (radıyallahü anh) ona istediğini vermedi. Bunun üzerine bedevi arab şöyle dedi:

"Hafs'ın babası Ömer Allah adına yemin etti

Bunların böğürlerinde ve başka yerlerinde yarası olmadığına

Allah'ım, eğer o fücur etmişse (yalan söylemişse) ona mağfiret buyur."

Bununla eğer ona zikrettiğin hususta beni yalanlamışsa... demek istemiştir.

Yine İbn Abbâs'tan, o masiyeti çarçabuk işler, fakat tevbeyi erteler, demektir. Bir hadisin bir bölümünde de: "O bir süre sonra tevbe edeceğim, der, fakat tevbe etmez. Bunun sonucunda o sözünde durmamış ve yalan söylemiş olur" denilmektedir.

Mücahid, el-Hasen, İkrime, es-Süddi ve Said b. Cübeyr'in görüşü de budur. Kişi: Sonra tevbe edeceğim, sonra tevbe edeceğim der. Nihayet en kötü halinde iken ölüm gelir, onu bulur.

ed-Dahhak dedi ki: Bu emeldir. Kişi yaşayacağım, dünyalık elde edeceğim der, fakat ölümü hatırlamaz.

Bir diğer açıklamaya göre; o her zaman için masiyet işleyeceğini kararlaştırır. İsterse, çok az bir süre yaşayacak olsa dahi.

Bu görüşlere göre ("önündeki" lâfzındaki) "he': zamiri insana aittir. "He"nin kıyâmet gününe ait olduğu da söylenmiştir. Anlam şöyle olur: Aksine insan kıyâmet gününün önünde (öncesinde) hakkı inkâr etmek ister,

6

"Kıyâmet günü de ne zamanmış?" diye sorar.

"Kıyâmet günü de ne zamanmış, diye sorar." Kıyâmet günü ne zaman gerçekleşecektir

"diye sorar" demektir.

7

Âyetin tefsiri için bak:9

8

Âyetin tefsiri için bak:9

9

Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman;

"Göz kamaştığı" âyetindeki: Kamaştı" lâfzını Nâfî ve Âsım'dan rivâyetle Ebân, "re" harfini üstün olarak okumuşlardır.

İleri derecede İrileşmiş olacağından, insanın gözü kamaşmış olacak ve o gözün kırpıldığı görülmeyecektir, demektir. Mücahid ve başkaları, bu durum ölüm halindedir, demişlerdir. el-Hasen ise bu, kıyâmet gününde olacaktır, demiştir. Ayrıca o şöyle der: Bu âyette insanın hakkında soru sorduğu hususun cevabını ihtiva eden bir mana vardır. "Göz kamaştığı, ay tutulduğu... zaman" işte o gün, kıyâmet günüdür, denilmiş gibidir.

Diğerleri, bu lâfzı "re" harfi kesreli olarak okumuşlardır. Şaşkınlığa düşüp, gözünü kırpmadı, demektir. Bu açıklamayı Ebû Amr, ez-Zeccâc ve başkaları yapmışlardır. Şair Zu'r-Rimme şöyle demiştir:

"Eğer Lukman-ı Hakîme, onan gözlerine Meyye

Yüzünü açmış olarak görünecek olsaydı, gözlerini iri iri açar, gözünü kırpmazdı."

el-Ferrâ' ile el-Halil "re" harfi kesreli olarak; "korktu, dehşete düştü, hayret etti" demektir, demişlerdir. Araplar da dehşete düşüp, hayret etmiş insan hakkında: derler. Bu durumda olan kimseye de; derler. el-Ferrâ' şu beyiti zikreder:

"Sen kendi nefsin için ağıt yak, benim için değil

Yaraları tedavi et de hayret ve dehşete düşme!"

Yani; aldığın yaraların fazlalığından dolayı korkma.

(Mazisinin "re" harfi) üstün olarak: Gözlerini açtı ve irileştirdi' demektir. Bu açıklamayı Ebû Ubeyde yapmış olup, el-Küllâbî'nin de şu beyitini zikretmektedir;

"İbn Umeyr umutla bana geldiği vakit

Ben ona kırmızıya çalan beyaz tüylü develer verdim de gözlerini iri iri açtı."

"Re" harfi hem kesreli hem üstünlü söylenişinin anlamdaki iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir.

"Ay tutulduğu" yani ışığı gittiği zaman ... Dünyada ay tutulursa, daha sonra yine ışığına kavuşur, Âhirette ise böyle değildir. Işığı bir daha geri gelmeyecektir. Âyetin, ay kaybolduğu zaman... anlamına gelme ihtimali de vardır. Nitekim yüce Allah'ın -aynı kökten gelen fiilin kullanıldığı-:

"Biz onu da, evini de yere geçirdik (yerde kaybettik)" (el-Kasas, 28/81) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır.

İbn Ebi İshak, Îsa ve el-A'rec "hı" harfi ötreli, "sin" harfi de kesreti olarak; diye okumuşlardır. Buna da yüce Allah'ın:

"Güneş ve ay bir araya getirildiği zaman" âyeti delil teşkil etmektedir.

Ebû Hatim Muhammed b. İdris dedi ki: Ay'ın bir kısmı kaybolduğu zaman küs Cif (kısmî ay tutulması), tamamı gittiği zaman husuf (tam ay tutulması) denilir.

"Güneş ve ay biraraya getirildiği zaman" ışıklarının söndürülmesi hususunda ikisi de aynı özellikte olduğu zaman, demektir. Ay'ın tutulmasından sonra ışığı kalmadığı gibi, güneşin de ışığı olmayacaktır. Bu açıklamayı el-Ferrâ' ve ez-Zeccâc yapmıştır. el-Ferrâ' dedi ki: Burada: Biraraya getirildi" denilmeyip (sonuna "te" harfi getirilmemesi) anlamın: İkisini biraraya getirdi" şeklinde oluşundan dolayıdır. Ebû Ubeyde ise: Bu müzekkerin tağlib edilmesi dolayısıyla böyle gelmiştir, demektedir. el-Kisaî ise: Manaya hamledildiği için böyle gelmiştir. Sanki: "İki ışık (söndürüldü)" buyurmuş gibidir. el-Müberred de: Müenneslîk hakiki değildir (onun için sonuna "te" getirilmemiştir), demiştir.

İbn Abbâs ve İbn Mes’ûd dedi ki: İkisi biraraya getirilmiş olacaktır. Her ikisi de batıdan kararmış, ışıkları alınmış, aydınlıkları gitmiş, kesilmeye hazır iki öküz gibi birbirine bağlanmış halde biraraya getirilmiş olacaklardır, demektir. Bu anlamdaki açıklamalar el-En'âm Sûresi'nin sonlarında (6/158. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Abdullah (b. Mesud)'ın kıraatinde

"Güneş ile ay ikisi biraraya getirildiği zaman" şeklindedir.

Atâ b. Yesar dedi ki; Kıyâmet gününde ikisi de bir araya getirilecek, sonra da denize atılacaklardır ve her ikisi Allah'ın büyük ateşi olacaklardır.

Ali ve İbn Abbâs dedi ki: Her ikisi de perdelerin nuru içerisinde bırakılacaklardır. Cehennem ateşinde de biraraya getirilecekleri ihtimali vardır. Çünkü her ikisine de Allah'ın dışında ibadet edilmiştir. Ateş onlar için azâb olmayacaktır. Çünkü her ikisi de cansızdır. Ancak onlara bu şekilde muamele edilmesi kâfirlerin azarlanması ve hasretlerinin daha da ileriye gitmesi için olacaktır. Ebû Davud et-Tayalisi'nin Müsned'inde, Yezid er-Rukaşi'den, onun Enes b. Malik'ten, Enesin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dayandırarak (ref ettiği) rivâyetine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki güneş ve ay cehennem ateşinde kesilmek için bir ayakları kesilmiş, kötürüm iki öküz gibi olacaklardır." Tayâlisî, Müsned, I, 281; Ebû Ya'lî, Müsned, VII, 148

Bu biraraya gelişin birbirlerinden ayrılmamak üzere biraraya getirilmeleri, insanlara oldukça yakınlaştırılmalan ve aşırı sıcaktan dolayı insanların terlemeleri anlamına geldiği de söylenmiştir. Sanki her ikisinin sıcaklığı da insanların üzerine toplanacakmış gibi bir mana vardır. Güneş ve ay biraraya getirilecek ve artık gece ile gündüzün ardı arkasına gelmesi sözkonusu olmayacaktır; diye de açıklanmıştır.

10

O günde insan: "Kaçış nereye?" der.

"O günde insan: Kaçış nereye? der." Âdemoğlu böyle söyler, demektir. Ebû Cehil böyle diyecek de denilmiştir. Kaçacak yer neresidir, demektir. Şair şöyle demiştir:

"Koçlar toslaşırken kaçış nereye?

Hangi koç oradan başka tarafa kayarsa rezil olur."

el-Maverdi dedi ki: Bunun iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisine göre, Allah'tan haya edileceği için ondan

"kaçış nereye?" demektir. İkincisine göre, cehennemden korkulup, sakınıldığı için; ondan

"kaçış nereye?" demektir.

Bu sözü söyleyecek olan insan ile ilgili iki ihtimal sözkonusudur. Birinci ihtimale göre, bu söz özel olarak kâfirin kıyâmet gününde cehenneme arzedilmesi esnasında söyleyeceği bir sözdür, mü’minin söyleyeceği bir söz değildir. Çünkü mü’min Rabbinin müjdesine güvenmektedir. İkinci görüşe göre, kıyâmetin kopacağı esnada görecekleri kıyâmet dehşetlerinden ötürü hem mü’minlerin, hem de kâfirlerin söyleyeceği bir sözdür.

"Kaçış, kaçmak" anlamındaki lâfız genel olarak "fe" harfi üstün; diye okunmuştur. Ebû Ubeyde ve Ebû Hatim bu okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü bu mastardır.

İbn Abbâs, Mücahid, el-Hasen ve Katade ise "mim" harfi üstün fakat "fe" harfini kesreli okumuşlardır. el-Kisai dedi ki: Bunlar iki ayrı söyleyiştir ile gibi.

ez-Zühri'den ise "mim" harfini kesreli, "fe" harfini de üstün okuduğu nakledilmiştir.

el-Mehdevî dedi ki: Kaçış" lâfzının "mim" harfim ve "fe" harfini üstün okuyanların okuyuşuna göre bu "firar; kaçmak, kaçış" anlamında bir mastardır. "Mim" harfini üstün, "fe" harfini kesreli okuyuş ise, kendisine kaçılacak yer anlamında olur, "mim" harfini kesreli, "fe" harfini üstün okuyuş ise iyice kaçabilen insan demek olur. Buna göre de âyet şu anlama gelir: Güzel, iyi kaçabilen insan nerede? Bununla birlikte o da asla kurtulamayacaktır.

Derim ki: İmruu'l-Kays'ın şu mısraı da bu anlamdadır:

"(Düşmana) güzel yönelir, güzel kaçar, güzel ileri atılır, güzel geri döner aynı zamanda."

Şair burada atının güzel döndüğünü ve güzel kaçtığını anlatmak İstemektedir.

11

Hayır, o gün sığınacak yer yoktur.

"Hayır" yani kaçacak yer ve kaçış yoktur. Buna göre:

“Hayır" bir reddir ve bu yüce Allah'ın (söyleyeceği) bir sözüdür. Daha sonra bu reddi açıklayarak şöyle buyurmaktadır;

"O gün sığınacak yer yoktur." Ateşten kurtulmak için sığınılacak bir yer yoktur. İbn Mes’ûd: "Bir kale, bir sığınak yoktur" diye açıklardı. el-Hasen de: "Bir dağ yoktur" derdi. İbn Abbâs: "Bir sığınak yoktur" diye açıklardı. İbn Cübeyr: Kaçıp kurtulacak ve sığınüacak bir korunak yoktur, diye açıklamıştır. Hepsinin anlamı birdir. Sözlükte; kendisine sığınılan kale, dağ ve benzeri şeylere denilir. Şair de şöyle demiştir:

"Ömrüm hakkı için gencin sığınacak bir yeri yoktur

Ölümden (kurtulmak için) ölüm de onu yetişir, yaşlanmak da."

es-Süddi dedi ki: Dünyada iken sığınacak bir yer aradıklarında dağlarla kendilerini korumaya çalışırlardı. Yüce Allah, onlara: Bu günde sizi benden koruyacak bir sığınak yoktur, diye buyurdu. Tarafe de şöyle demiştir:

"Bekr kesinlikle bilir ki bizler

Üstün görüş sahibiyiz ve korkmakta (korkan için) bir sığınak vardır."

Bu beyitin son kelimesi diye de rivâyet edilmektedir.

12

O gün, varıp durulacak yer, Rabbinin huzurudur.

"O gün varıp durulacak yer Rabbinin huzurudur." Katade; nihai olarak varılacak yer, diye açıklamıştır. Bunun bir benzeri de:

"Şüphesiz ki son gidişin Allah'a olacağını" (en-Necm, 53/42) âyetidir. İbn Mes’ûd: Dönülecek ve sonunda varılacak yer, Rabbinin huzuruna olacaktır, diye açıklamıştır.

Âhirette son olarak karar kılınacak yer, yüce Allah'ın teshil edeceği yerdir. Çünkü onlar arasında hüküm verecek olan O'dur.

"Hayır" sözünün, insanın kendisi için kaçıp kurtulacak yer olmadığını öğrenmesi üzerine kendisine söyleyeceği sözlerden birisi olduğu da söylenmiştir. İşte o vakit insan kendi kendisine:

"Hayır, bugün sığınacak yer yoktur. Bugün varıp durulacak yer Rabbinin huzurudur" diyecektir.

13

O günde İnsana önden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler haber verilir.

"O günde insana önden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler haber verilir." O gün Âdem oğluna iyi ya da günahkâr bir kimse olsun, iyi ya da kötü amel islemiş yahutta kendisinden sonra ona uygun iş yapılan iyi ya da kötü bir sünneti ardında bırakmış olsun... (bütün bunlar kendisine haber verilecektir.) Bu açıklamayı İbn Abbâs ve İbn Mes’ûd yapmıştır.

Mansurun rivâyetine göre de Mücahid şöyle demiştir: Ona amelinin başı daleyhisselâmonrası da haber verilir. en-Nehaî de böyle demiştir.

Yine İbn Abbâs şöyle demiştir: Yani önden gönderdiği masiyet ile geriye bıraktığı itaat ona haber verilir. Katade'nin görüşü de budur.

İbn Zeyd de şöyle demiştir: Mallarından kendisi için önden yolladıkları, mirasçıları İçin de geriye bıraktıkları demektir.

ed-Dahhak da şöyle demiştir: Önden gönderdiği farz ile geriye bıraktığı farzlar kendisine haber verilir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Bu haber verme, kıyâmet gününde amellerin tartılacağı zaman olacaktır. Ölüm sırasında olması ihtimali de vardır.

Derim ki: Birincisi daha güçlü bir açıklamadır. Çünkü İbn Mace, Sünen'inde ez-Zührî yoluyla şu hadisi rivâyet etmektedir: Bana Ebû Abdullah el-Ağar'ın, Ebû Hüreyre'den haber verdiğine göre, Ebû Hüreyre dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ölümünden sonra mü’min kişiye amelinden ve hasenatından yetişen hususlardan birisi de öğrettiği ve yaydığı bir ilim. geriye bıraktığı salih bir evlat, miras bıraktığı bir mushaf yahut inşa ettiği bir mescid yahut yolcular için yaptığı bir bina yahut akıttığı bir ırmak yahut sağlıklı iken ve hayatta iken malından çıkarıp verdiği bir sadakadır. (Bütün bunlar) ölümünden sonra kendisine (sevaplarıyla) yetişirler." İbn Mâce, I, HH; İbn Huzeyme, Sahih, IV, 121

Bu hadîsi, Hafız Ebû Nuaym, bu manada Katade'nin, Enes b. Malik'ten rivâyeti olarak kaydetmiş bulunmaktadır, Enes dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yedi husus vardır ki; bunların mükâfatı kula ölümünden sonra ve o kabrinde olduğu halde onun için yazılır: Bir ilim öğreten, bir ırmak akıtan, bir kuyu kazan, bir miktar hurma ağacı diken, bir mescid inşa eden, bir mushaf miras bırakan yahut ölümünden sonra kendisine mağfiret dileyecek bir evlat bırakan." Beyhaki, Şuabu'l-lmân, III, 248; el-Münzirî, et-Terğib, I, 53; Heysemi, Mecmâ, I, 167

Hadisteki "ölümünden sonra ve o kabrinde olduğu halde" ifadesi bu işin ölüm esnasında olmayacağına, kabrinde iken bu hususa dair kendisine müjde verilmekle birlikte, bütün bunların amellerinin tartılacağı esnada ona haber verileceğine dair açık bir nastır. Ayrıca buna yüce Allah'ın:

"Yemin olsun onlar hem kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de yükleneceklerdir" (el-Ankebut, 29/13) âyeti ile

"Bilgisizce saptırdıkları kimselerin yüklerinden bir kısmını da yükleneceklerdir" (en-Nahl, 16/25) âyeti bu hususa delil teşkil etmektedir. Bütün bunlar; ancak âhirette amellerin tartılmasından sonra olacaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Sahih'te de şöyle buyurulmaktadır: "Kim İslâm'da güzel bir yol açarsa onun mükâfatı ile ondan sonra onunla amel edenlerin mükâfatı ona verilir. Üstelik onlardan hiçbirisinin ecirlerinden de bir şey eksiltilmez. Kim de İslâm'da kötü bir yol açarsa, onun günahı ile ondan sonra onunla amel edenlerin günah) o kimseye yazılır. Üstelik onlardan herhangi birilerinin günahlarından da bir şey eksiltilmez. " Müslim, II, 705, IV, 2059: Dârimi. Sünen, I. 140, Hl;Nesâi, V, 76; İbn Mâce, 1, 74, 75; Müsned, IV. 357, 3îh, 361

14

Doğrusu şu ki; insan kendisine karşı bir şahittir.

"Doğrusu şu ki; insan kendisine karşı bir şahittir." el-Ahfeş dedi ki: Bir 'kimseye: "Sen kendine karşı bir delilsin" demek gibi, yüce Allah, insanın kendisini kendisine karşı bir şahit kılmıştır,

İbn Abbâs da "basîre" şahid demektir. Bu şahitlik te onun organlarının yani ellerinin yakaladıkları ile ayaklarının üzerlerine gittikleri ile gözlerinin gördükleri ile şahitlik etmeleridir, demiştir.

"Basîre" şahit demektir. el-Ferrâ' da şu beyitleri zikretmektedir:

"Sanki akıl sahibi üzerinde, gören (basîre: şahidlik eden) bir göz vardır,

Oturduğu yerden ya da onun gördüğü bir şeyden

Sakınır; öyle ki, insanların tümünün -Korkusundan-

kendi sırlarının onlara gizli kalmadıklarını zanneder."

Bu te'vilın Kur'ândan delili de yüce Allah’ın şu âyetidir:

"O gün onların dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları her şeyi söyleyerek aleyhlerine şehâdet edeceklerdir." (en-Nûr. 24/24)

Âyette "basiret: şahit'in müennes olarak gelmesinin sebebi, burada "insan" ile kastedilenin azaları oluşundan dolayıdır. Çünkü azalar bizzat insanın kendisine karşı şahitlik edeceklerdir. O bakımdan yüce Allah:

"Gerçek şu ki, azalar insanın kendisine karşı bir şahittir" buyurmuş gibidir. Bu anlamdaki açıklamayı el-Kutebî ve başkaları yapmıştır.

Bir takım kimseler de şöyle demiştir:

"Basiret" âyetindeki "he (müenneslik te'si)" i'rab bilginlerinin mübalağa "hc"si ismini verdikleri "he"dir. Mesela, Büyük musibet, çok âlim, çok büyük bir rivâyet bilgini' sözlerindeki "he (yuvarlak te)" gibidir. Ebû Ubeyd'in görüşü de budur.

Buradaki

"basiret; şahit" ile kastedilenlerin, insanın işlediği hayır ya da şer türünden olan işleri yazan iki yazıcı melek olduğu da söylenmiştir. Buna da yüce Allah'ın:

"Bütün mazeretlerini ortaya koysa bile" âyeti delil teşkil etmektedir ki; buradaki "mazeretleri 'perdeler" diye yorumlayanlara göre, bu âyet, bu açıklamanın delilidir. es-Süddi ve ed-Dahhak'ın görüşü budur.

Bazı tefsir bilginleri de şöyle demiştir: Mana şudur: Gerçek şu ki, insanın kendisinden insan üzerinde bir basiret yani şahit vardır. Burada; Üzerinde" harf-i cerri hazfedilmiştir.

"Basiret"in müennes bir ismin sıfatı olması da mümkündür. Bunun da takdiri şöyle olur: Gerçek şu ki, insanın kendisi üzerinde gören (şahit olan) bir göz vardır." el-Ferrâ'' şu mısraı zikretmektedir:

"Sanki akıl sahibi üzerinde gören bir göz vardır."

el-Hasen de yüce Allah'ın:

"Doğrusu şu ki; İnsan kendisine karşı bir şahittir" âyeti hakkında şunları söylemektedir: Yani insan, başkalarının kusurlarını çok iyi görür ama bizzat kendisinin kusurları hakkında bilgisizdir.

"Bütün mazeretlerini ortaya koysa bile." Bütün perdelerini üstüne kapatsa bile, demektir. Yemenlilerin lehçesinde perdeye (mazeretler lâfzı ile aynı kökten olmak üzere); denilmektedir. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. Şair de şöyle demiştir:

"Fakat o bir anlık konaklamamıza dahi razı olmadı

Ve üzerine perdeleri örttü."

ez-Zeccâc dedi ki: Perdeler" demek olup, tekili: 'dir. Perdelerini amelini gizlemek maksadıyla örtse bile, kendisi kendisine karşı bir şahittir, demektir.

Şöyle de açıklanmıştır: İsterse özür dileyip, ben hiçbir şey yapmadım desin, kendi nefsinden, organlarından kendisine karşı şahitlik edecek vardır. Kendisi özür beyan edip, kendisi hakkında tartışacak olsa bile onun özrünün yalan olduğunu ortaya koyacak, ona karşı bir şahit vardır. Bu açıklamayı Mücahid, Katade, Said b. Cübeyr, Abdurrahman b. Zeyd, Ebû'l-Âl-iye, Atâ, el-Ferrâ' ve yine es-Süddî ve Mukâtil yapmışlardır. Mukâtil dedi ki: İsterse bir mazeret yahut bir delil ortaya koymaya kalkışsın, bunun kendisine faydası olmayacaktır. Bunun benzerleri yüce Allah'ın:

"O günde özür dilemeleri zâlimlere fayda vermez." (el-Mu'min, 40/52);

"Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler" (el-Mürselat, 77/36) âyetleridir. Buna göre "mazeretler" özürden alınmıştır. Şair de şöyle demektedir:

"Gelişleri genişlediği halde, çıkışları senin aleyhine daralan

İşlerden alabildiğine sakınmalısın sen.

İnsan kendisini mazur görmekle birlikte;

Sair insanların onu mazur görmeyişi güzel değildir, bir bilsen,"

Bir adam, İbrahim en-Nehaî'ye özür beyan edince ona: Sen özür dilemeden de ben senin mazeretini kabul ettim. Çünkü mazeret ileri sürmek istenirken onlara yalan şaibesi karışır.

İbn Abbâs dedi ki:

"Bütün mazeretlerini ortaya koysa bile" âyeti, bütün elbiselerinden sıyrılsa bile demektir. Bu açıklamayı el-Maverdî nakletmiştir.

Derim ki; Ancak daha güçlü görülen bunun delil ortaya koymaya çalışmak ve günahtan dolayı mazeret beyan etmek anlamında olduğudur. en-Nâbiğa'nın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"İşte bu bir mazerettir, fayda vermese eğer

Şüphesiz bu mazeretin sahibi kötülüğe sebep olan o işe bir ortaktır."

Buna delil yüce Allah'ın kâfirler hakkındaki:

"Rabbimız olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık" (el-En'âm, 6/23) âyeti ile münafıklar hakkındaki:

"Allah onların hepsini dirilteceği günde size yemin ettikleri gibi, Ona da yemin edecekler.."(el-Mücadele, 58/18) âyetleridir.

Sahih(-i Müslim)'de şöyle diyeceği belirtilmektedir: "Rabbim sana, kitabına ve rasûlüne îman ettim. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim (diyecek) ve elinden geldiği kadar hayır şeyler söyleyip öğünecektîr..." Müslim, IV, 2279; İbn Hibbân, Sakik, X, 500. HiıcIis ayrıca el-EıVâm, 6/23 Syetin tefsirinde de geçmiş bulunmaktadır.

Bu husus daha önceden Ha-Mim es-Secde (Fussilet, 41/19-21. âyetler)’in tefsirinde ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

ile"mazeret"in çoğuludur. Yaptıkları hususunda onu mazur gördüm, mazur görüyorum, özür" denilir. İsmi de; ile şeklinde gelir. Şair de şöyle demiştir:

"Ben (bana iyilik yapılması hususunda) engellendim;

esasen engellenmiş birisinin mazereti de (kabul) olmaz."

de aynı şekildedir. (Vezin itibariyle): Dizkapağı" ile; Oturuş" lâfızlarına benzemektedir. en-Nâbiğa da şöyle demiştir:

"İşte bu bir mazerettir, fayda vermese eğer

Bu mazeretin sahibi ülkede artık başıboş dolaşmaktadır. "

Bu beyit az önce, biraz daha farklı bir şekilde geçmişti. Kaynakların da belirttiği üzere daha doğru rivâyet az önce geçen ….şekildir. Mesela bk Lisanu'lArab, IV, 545

Bu âyet-i kerîme beş meseleyi ihtiva etmektedir. (Biz de bunları beş başlık halinde sunacağız.):

1- Kişinin Kendi Aleyhine İkrarda Bulunması;

Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabi yüce Allah'ın:

"Doğrusu şu ki insan kendisine karşı bir şahittir. Bütün mazeretlerini ortaya koysa bile" âyetinde kişinin kendi aleyhine yaptığı ikrarın kabul edileceğine dair bir delil bulunmaktadır. Çünkü bu kişinin kendisi tarafından kendi aleyhine yaptığı bir şahitliğidir. Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"O gün onların dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları her şeyi söyleyerek aleyhlerine şehadet edeceklerdir." (en-Nûr, 24/24) Bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bu kişinin herhangi bir itham altında bulunmasına imkân vermeyecek şekilde bir haber vermesidir. Çünkü akıl sahibi bir kimsenin kendi aleyhine yalan söylemesi sözkonusu değildir. Bu da bir sonraki başlığın konusudur.

2- Kişinin Aleyhine Dair İkrarları ve Hükümleri:

Yüce Allah, Kitab-ı Kerîm'inde şöyle buyurmaktadır:

"Hani Allah, peygamberlerden 'size verdiğim kitab ve hikmetten sonra size beraberinizdeki doğrulayıcı bir peygamber gelince ona mutlak îman edecek ve yardım edeceksiniz diye söz aldığı zaman: 'Kabul ettiniz mi ve bu ağır yükünü alıp yüklendiniz mi?' demişti. Onlar da: 'Kabul ettik' demişlerdi. 'Öyleyse şahit olun, ben de sizinle birlikte şehadet edenlerdenim'diye buyurmuştu." (Al-i İmrân, 3/81) Bir başka yerde yüce Allah, şöyle buyurmaktadır;

"Diğer bir kısım da günahlarını itiraf ettiler. Onlar salih ameli başka bir kötü amel ile karıştırmışlardır." (et-Tevbe, 9/102) Bu husus rivâyetlerde çokça sözkonusu edilmiştir.

(Mesela) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ey Üneys! Bunun karısının yanına git! Eğer itiraf ederse onu recmet." Buhârî, II, 813, 971, VI, 2502, 2515, 2650; Müslim, III, 1325; Tirmizî, IV, 39; Dârimî, Sünen, II, 232; Nesâî, VIII, 240, 241; İbn Mâce, II, 852; Müsned, IV, 115,

Bir kimsenin başkasının mirasçılığı veya bir alacağı olduğuna dair ikrarına gelince; bu hususta Malik şöyle demiştir; Bizim bildiğimize göre, üzerinde icma olunan husus şudur; Oğulları olmakla birlikte vefat etmiş bir adamın çocuklarından birisi: Benim babam filan kimsenin kendi oğlu olduğuna dair ikrarda bulunmuştur, diyecek olursa, bu neseb tek bir kişinin şahitliği ile sabit olmaz. Bu ikrarda bulunan kişinin ikrarı ancak kendisi aleyhinde babasının malından kendisine düşen payda sözkonusu olur. Onun lehine ikrarda bulunan kişi, elinde bulunan maldan o kimseye isabet edecek olan borç kadarını o kimseye verir. Malik dedi ki: Bunun açıklaması şöyledir; Kişi ölür de geriye iki oğul ve altıyüz dinar bırakacak olursa, sonra bu oğullarından birisi ölen babasının, filan kişinin kendi oğlu olduğuna dair ikrarda bulunduğu hususunda şahitlikte bulunacak olursa, lehine şahitlik ettiği kişi, yüz dinar alacaklı olur. Bu miktar, eğer İlhak edilecek olsaydı, nesebe ilhakı yapılacak kişinin mirasının yarısıdır. Eğer diğeri de onun lehine ikrarda bulunacak olursa, diğer yüz dinarı da alır, böylelikle hakkının tamamını almış olur ve nesebi de sabit olur. Babası yahutta kocası aleyhine borç ikrarında bulunup, mirasçıların böyle bir şeyi inkâr ettiği kadının durumu da böyledir. Böyle bir kadının, eğer bütün mirasçılar hakkında sabit olacak olsaydı, lehine ikrarda bulunduğu borcun kendisine isabet eden miktarını ödemek zorundadır. Eğer İkrarda bulunan, kocasından sekizde bir almış bir kadın ise, alacaklıya alacağının sekizde birini öder. Şayet mirasın yarısını almış kızı ise alacaklıya alacağının yarısını öder. İşte kadınlar tarafından lehine ikrarda bulunulan kimseye hakkı bu hesaba göre ödenir.

3- İkrarın Sıhhatinin Şartları:

İkrar, ancak mükellef bir kimse tarafından yapılırsa, sahih olur. Şu kadar var ki; bu mükellefin hacr altında bulunmaması şarttır. Çünkü hacr, kendisinin lehine bir hak ile İlgili olursa, onun sözünü hükümsüz kılar. Şayet -hasta gibi- başkasının lehine olursa, bu hak ondan sakıt olur, bir kısmı da câiz olur. Buna dair açıklamalar fıkıh meselelerindedir.

İkrar hususunda; kölenin, iki hali sözkonusudur. Bunların birincisi, ikrarın başındadır. Geçen şekil üzere bunda görüş ayrılığı yoktur.

İkincisi ise sona erişi halindedir. Bu da ikrarın müphem bırakılması türündendir. Bunun pek çok şekli vardır. Ana şekilleri altı tanedir.

Birinci şekil: Köle, onun bende alacak bir şeyleri vardır, der. Şafii der ki: Eğer bunu bir hurma tanesi yahut bir ekmek parçası diye açıklayacak olursa, bu açıklaması kabul edilir. Bizim benimsediğimiz usul kaideleri ise ancak belirli bir miktarı olan hususlarda kabul edilmesini gerektirir. Eğer bu şekilde bu "şey"i açıklayacak olursa, kabul edilir ve buna dair de yemin eder.

İkinci şekil: Bunu şarab yahut domuz ya da şeriatte mal olarak kabul edilmeyen bir şey ile açıklaması halidir. İttifakla onun bu ikrarı kabul edilmez, isterse lehine ikrarda bulunulan kişi bu hususta ona destek versin.

Üçüncü şekil: Bunu meytenin (leşin) postu yahut gübre veya köpek gibi. (Mal oluşu) hakkında görüş ayrılığı bulunan bir şekilde açıklamasıdır. Hakim onun hakkında, bu hususta uygun göreceği şekilde ikrarını red ya da geçerli kabul etmek şekillerinden birisi ile hüküm verir. Eğer hakim, onun bu ikrarını kabul etmeyip reddedecek olursa, bir başka hakim bu hususta herhangi bir şey ile hüküm vermez. Çünkü birinci hakimin bu ikrarı, iplal etmesi ile artık hükmü geçerlilik kazanmış olur.

Şafii mezhebine mensub kimi ilim adamı şarab ve domuz ödemekle yükümlü tutulur, demişlerse de bu batıl bir görüştür. Ebû Hanife ise şöyle demiştir: Eğer: Onun benim üzerimde bir şey alacağı vardır, diyecek olursa ancak ölçülen yahut tartılan bir şey ile bunu açıklarsa bu ikrarı kabul edilir. Çünkü kişinin zimmetinde bunların dışında hiçbir şey bizatihi sabit olmaz. Bu görüş ise zayıftır. Çünkü bunların dışındaki şeyler de, eğer vücub seviyesine ulaşacak olursa, zimmette sabit olacağı hususunda icmâ' vardır.

Dördüncü şekil: Eğer onun benim yanımda bir malı vardır, diyecek olursa, adeten mal sayılmayan bir ya da iki dirhem gibi ifadelerle bunu açıklaması kabul edilir. Elverir ki halin karinesi bundan daha fazlası ile onun aleyhine hüküm vermeyi gerektirmesin.

Beşinci şekil: Onun benim yanımda çok ya da büyük bir malı vardır, demesidir. Şafii, bir tane ile açıklaması dahi kabul edilir, demiştir. Ebû Hanife, ancak zekat nisabı hakkında bu açıklaması kabul edilir, demiştir. Bizim ilim adamlarımız ise, değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan birisi hırsızlık ve zekat nisabı ile diyettir. Bana göre bunun asgari miktarı hırsızlık nisabıdır. Çünkü müslümanın uzvu ancak büyük miktardaki bir mal dolayısı ile kopanlabilir. Hanefilerin çoğunluğu da bu görüşü benimsemişlerdir.

Ancak el-Leys b. Sa'd'ın görüşü gerçekten hayret edilecek bir görüştür: Ona göre yetmişikî dirhemden daha aşağısı ile açıklaması kabul edilmez. Ona: Sen bunu neye dayanarak söylüyorsun? denilince şu cevabı vermiş: Çünkü yüce Allah:

"Yemin olsun ki Allah bir çok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmiştir" (et-Tevbe, 9/25) diye buyurmaktadır. Peygamberin gazve ve seriyelerinin sayısı ise yetmişikidir. Ancak böyle bir açıklama sahih değildir. Çünkü yüce Allah, Huneyn'i bunların dışında ayrıca zikretmiştir, Dolayısı ile onun (Leys b. Sa'd'ın) yetmişbir dirhem şeklindeki açıklaması kabul edilir, demesi gerekirdi. Ayrıca yüce Allah söyle buyurmaktadır:

"Allah'ı çokça zikredin." (el-Ahzab, 33/41);

"Onların gizlice fısıldanmalarının bir çoğunda hayır yoktur." (en-Nisa, 4/114);

"Onlara çok büyük lanet et." (el-Ahzab, 33/68)

Altıncı şekil: Şayet onun bende on yahut yüz ya da bin alacağı vardır, diyecek olursa, istediği şekilde bunları açıklayabilir ve bu açıklaması kabul edilir. Eğer bin dirhem yahut yüz dirhem ve bir küle yahut yüz elli dirhem diye açıklayacak olursa, böylelikle o müphem olan bir şeyi açıklamış olur ve bu açıklaması kabul edilir. Şafii de böyle demiştir.

Ebû Hanife ise şöyle demiştir: Eğer müphem olan sayıya ölçülen ya da tartılan bir şey atfedecek olursa, bu atfı bir açıklama olur. Yüz ve elli dirhem demesi gibi. Çünkü burada "dirhem" ellinin açıklamasıdır. Elli de yüzü açıklamaktadır. Şafii mezhebine mensub âlimlerden İbn Hayran el-İstahri dedi ki: Yüz ve ellide "dirhem" lâfzı, ancak ellinin açıklaması olabilir. Yüzü ise kendisi istediği şekilde açıklayabilir.

15

Bütün mazeretlerini ortaya koysa bile.

4- İkrardan Dönmek:

Yüce Allah'ın:

"Bütün mazeretlerini ortaya koysa bile" âyetinin anlamı şudur: Eğer ikrardan sonra mazeret ortaya koyacak olursa, ondan kabul olunmaz.

İlim adamları, Allah'ın halis hakkı olan hadler hususunda ikrarda bulunduktan sonra, geri dönen kimse hakkında farklı görüşlere sahiptir. Aralarında Şafii ve Ebû Hanife'nin de bulunduğu çoğunluk ikrardan sonraki dönüşü kabul edilir, demişlerdir. İki görüşünden birisinde Malik de böyle demiştir, diğerinde ise ikrarından dönüşünün doğru bir açıklamasını sözkonusu etmedikçe kabul olunmaz. Doğru olan ise mutlak olarak ikrarından rucû'un câiz olduğudur. Çünkü aralarında Buhârî ve Müslim'in de bulunduğu hadis İmâmlarının rivâyet ettiklerine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zina ettiğini ikrar eden bir kimsenin dört defa yaptığı ikrarının her seferinde ondan yüz çevirmiştir. Kendi aleyhine dört defa şahitlikte bulununca da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu çağırmış ve: "Sende bir delilik var mıdır?" diye sormuş. Adam: Hayır deyince, Peygamber: "Sen muhsan mısın?" diye sorunca, adam: Evet diye cevab vermiştir Buhârî, VI, 2499, 2500, 2502; Müslim, III, lîltt; Tirmizi, IV, 36; Ebû Dâvûd, IV, 14H; Nesâî, IV, 82; Müsned, II, 453

Buhârî'nin rivâyet ettiği hadiste: "Herhalde sen öpmüş yahut çimdiklemiş ya da bakmış olmalısın' Buhârî, VI, 2502; Ebû Dâvûd, IV, 147; Müsned, 1, 270, 299 denilmektedir.

Nesâî ve Ebû Dâvûd da şöyle denilmektedir: Nihayet beşincisinde ona: "O kadınla cima ettin mi?" diye sormuş, o: Evet cevabını vermiştir. Peygamber: "Senin o şeyin onun o şeyinde kayboluncaya kadar (öyle mi)?" O: Evet demiş, Peygamber: "Milin sürmedanlıkta, halatın da kuyuda kaybolduğu gibi (mi)?" diye sormuş, adam yine: Evet deyince Peygamber: "Zinanın ne olduğunu biliyor musun?" diye sormuş, adam: Evet ben erkeğin hanımından helâl olarak elde ettiğinin bir benzerini ondan haram olarak elde ettim, diye cevab verince, Peygamber: "Peki benden ne istiyorsun?" diye sormuş. Adam: Beni temizlemeni istiyorum, diye cevap vermiş, (Sahabİ) dedi ki: Bunun üzerine Peygamber emir verdi ve o da recm edildi Ebû Dâvûd, IV, 148; Dârakutnî, III, 196; Nesâî, es -Sünenu'l-Kübrâ, IV, 276, 277.

Tirmizi ve Ebû Dâvûd dedi ki: Taşların kendisine isabet edip, acılarını duyması üzerine hızlıca koşmaya başladı. Bir adam deve çenesi ile ona bir darbe İndirdi, sair insanlar da ölünceye kadar onu vurdu. Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Niye onu bırakmadınız?" diye buyurdu Tirmizi, IV, 36; Ebû Dâvûd, IV, 145; Nesâî, es-Sunenu'l-Kübrâ, IV, 290; Müsned, III, 431, V, 216, 217 (5)

Ebû Dâvûd ve en-Nesâî dedi ki: (Peygamberin o kadar soru sorması) Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın işi sapasağlam tutması içindi. Bir haddi terketmek için asla Ebû Dâvûd, IV, 145; Nesâî, es-Sunenu'l-Kübrâ, IV, 291; Müsned, III, 3«1

İşte bütün bunlar, ikrardan dönüşün mümkün olduğunu ve kabul edileceğini açıkça ifade etmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Sen belki de öpmüş ya da çimdik atmış olabilirsin." ifadesi Malikin: Açıklanabilir bir şekil sözkonusu edecek olursa, ikrarından dönüşü kabul edilir, sözüne bir işarettir.

5- Kölenin Aleyhine İkrarda Bulunması:

Bu hükümler, kendi hürriyetine ve iradesine malik hür kimse hakkındadır. Köleye gelince; onun ikrarı iki kssımdan birisine dahildir. Ya kendi bedeni aleyhine ikrarda bulunur yahutta elinde ve zimmetinde bulunana dair ikrarda bulunur. Eğer öldürmek ve daha aşağısı cezayı gerektiren hususlar ' hakkında kendi bedeni aleyhinde ikrarda bulunacak olursa, bu ikrarın gereği ona uygulanır.

Muhammed b. el-Hasen dedi ki: Onun bu ikrarı kabul edilmez. Çünkü o kimsenin bedeninde efendisinin hakkı vardır, Yapacağı böyle bir ikrarda ise, efendisinin bedenindeki haklarını telef etmesi sözkonusudur.

Delilimiz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir: "Her kim bu pisliklerden herhangi bir şey işleyecek olursa, Allah'ın setretmesiyle o da kendisini setretsin. Eğer onlardan bizim için herhangi bir şey açığa çıkacak olursa o vakit biz de ona haddi uygularız. " Muratta, i- S25, ayrıca bk, İbn Hacer, Fethu'lBârî, X, 487 Yani cezanın uygulanacağı yer insanın asıl yaratılışıdır (varlığıdır).

Bu ise Âdem oğlunun sureti ve yapısıdır. Efendinin ise bunda bir hakkı yoktur. Onun hakkı ancak nitelik ve tabiiyyet hususlarındadır. Bu ise daha sonradan onun hakkında sözkonusu olan mal olma keyfiyetidir. Nitekim herhangi bir mal ikrarında bulunacak olursa kabul edilmez. Öyle ki Ebû Hanife şöyle demiştir: Şayet köle: Ben bu malı çaldım, diyecek olursa, onun eli kesilmez ve lehine ikrarda bulunulan kişi o malı alır.

İlim adamlarımız şöyle demiştir: O mal efendiye aittir. Köle azad edildiği takdirde köleden o malın kıymeti istenir. Çünkü kölenin elindeki malın efendiye ait olduğu icma ile kabul edilmiştir. Mala dair onun söyleyeceği söz ve aleyhteki ikrarı kabul edilmez. Özellikle de Ebû Hanife şöyle demektedir: Kölenin mülkiyet hakkı yoktur. Onun malik olması da, ona mülk verilmedi ce sahih değildir. Biz her ne kadar, onun mülk edinmesi sahih olur, diyorsak bile. her iki görüşe göre de icma ile onun elinde bulunanların hepsi efendisine aittir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

16

Onu (ezberlemeyi) çabuklaştırmak için dilini onunla kıpırdatma!

17

Çünkü onu (kalbinde) toplamak ve onu okutmak Bize düşer.

"Onu (ezberlemeyi) çabuklaştırmak için dilini onunla kıpırdatma!" âyeti ile ilgili olarak Tirmizî'de şu rivâyet kaydedilmektedir: Said b. Cübeyr'den, o İbn Abbâs'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın üzerine Kur'ân indi mi, o da Kur'ân'ı iyice bellemek isteği ile onunla dilini hareket ettiriyordu. Bunun üzerine yüce Allah:

"Onu (ezberlemeyi) çabuklaştırmak için dilini onunla kıpırdatma!" âyetini indirdi. (İbn Abbâs) dedi ki: Peygamber onunla dudaklarını kıpırdatıyordu, dedi ve Süfyan dudaklarını kıpırdattı. Ebû Îsa dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir Tirmizi, V, 430; ayrıca bk. Müslim, I. 330, Buhârî, IV, 1924

Müslim'in lâfzı ile rivâyet şöyledir: İbn Cübeyr'den, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a indirilen vahiy ona nisbeten ağır geliyordu. O bakımdan dudaklarını kıpırdatıyordu. İbn Abbâs bana dedi ki: Şimdi ben dudaklarımı Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) nasıl kıpırdatıyor idiyse öylece kıpırdatıyorum, Said de dedi ki: Ben de İbn Abbâs dudaklarını nasıl kıpırdatıyor idiyse öylece kıpırdatıyorum deyip, dudaklarını kıpırdattı. Bunun üzerine yüce Allah:

"Onu (ezberlemeyi) çabuklaştırmak için dilini onunla kıpırdatma. Çünkü onu toplamak ve onu okutmak Bize düşer." Dedi ki: Kalbinde onu toplamak (Bize düşer) sonra onu sen okuyacaksın.

18

Ohalde Biz, onu okuduğumuz zaman sen, onun okumasına uy!

"O halde Biz, onu okuduğumuz zaman sen onun okumasına uy!" Yani ona kulak ver, onu dinle! Daha sonra onu (sana) okutmak Bize düşer. (İbn Abbâs) dedi ki: Bundan dolayı Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan sonra Cebrâîl -ikisine de selâm olsun- kendisine geldi mi susup, dinlerdi, Cebrâîl (aleyhisselâm) gitti mi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine okuttuğu şekilde vahyi okurdu. Bunu aynı şekilde Buhârî de rivâyet etmiştir Buhâri, VI, 2736; Müslim, I, 336; Nesâî, II, 149; Müsned, I, 343

Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Sana onun vahyi tamamlanmadan önce Kur'ân'ı okumayı acele etme..,"(Tâ-Hâ, 20/114) âyetidir. Daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Âmir en-Nehaî dedi ki: Peygamberin kendisine nazil olduğunda Kur'ân'ı tekrarlamakta acele etmesi, ona olan sevgisi ve diliyle onu okurken ondan aldığı lezzetti. Vahiy tamamlanıp, kalbinde toplanmadan bu şekildeki hareketi ona yasaklandı. Çünkü Kur'ân'ın bir kısmı diğer kısmı ile irtibatlıdır.

Denildiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vahiy nazil oldu mu, unuturum korkusu ile vahyin nüzulü ile birlikte dilini de kıpırdatırdı. Bunun üzerine:

"Sana onun vahyi tamamlanmadan önce Kur'ân'ı okumayı acele etme!" (Ta-Ha, 20/114);

"Sana (Kur'ân'ı) okutacağız ve unutmayacaksın" (el-A'lâ, 87/6) buyrukları ile, "dilini onunla kıpırdatma" buyrukları nazil oldu. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

"Onun okuması" onun sana okuması demektir. el-Ferrâ'nın görüşüne göre "kıraet" ile "Kur'ân" lâfızlarının ikisi de mastardır.

Katade dedi ki:

"Sen onun okumasına uy!" Onun şeriatine ve ahkâmına uy, demektir.

19

Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz Bize aittir.

"Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz Bize düşer" âyeti da şu demektir: Onun muhtevasındaki hadleri, helâlleri ve haramları açıklamak (Bize aittir). Bu açıklamayı Katade yapmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bundan sonra onun muhtevasında yer alan vaadleri ve tehditleri açıklayıp, bunları gerçekleştirmek Bize aittir. Bir diğer açıklamaya göre: Senin dilinle onu açıklamak Bize düşer, demektir.

20

Hayır, hayır siz çabucak geçeni seversiniz;

"Hayır" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: Yani şüphesiz Ebû Cehil Kur’ân’ın açıklamasına ve beyanına Îman etmez. Şöyle de açıklanmıştır:

"Hayır" onlar namaz da kılmazlar, zekat da vermezler. Maksat da Mekke kâfirleridir.

"Hayır siz" ey Mekke kâfirleri

"çabuk geçeni" dünya yurdunu ve orada hayat sürmeyi

"seversiniz" tercih edersiniz.

21

Ve âhireti bırakırsınız.

"Ve âhireti" onun için amel etmeyi

"bırakırsınız" terketmezsiniz.

Kimi tefsirde âhiret cennettir, denilmiştir.

Medinelilerle Kûfeliler: Hayır siz... seversiniz" ile; Bırakırsınız" şeklinde hitab kipi ile, her ikisini de "te" ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd de bunu tercih ederek şöyle demiştir; Eğer bu kıraat âlimlerine muhalefet etmek hoşlanılmayan bir şey olmasaydı, ben bunu "ye" ile (severler, bırakırlar demek olur) okurdum. Çünkü bundan önce "insan"dan söz edilmektedir. Diğerleri ise haber anlamı ile "ye" ile okumuşlardır. Ebû Hatim'in tercihi budur. "Ye" ile okuyanların kıraati daha önce geçen

"o günde insana ... haber verilir" (13. âyet) âyetine itibar ederek böyle okumuştur ki; buradaki (tekil olan) "insan" (çoğul olarak): "en-nâs: insanlar" anlamındadır. "Te" ile okuyanların kıraati, hitabın doğrudan doğruya muhatapları azarladığı esasına göre açıklanır. Böylesi de maksadı daha beliğ bir şekilde ifade eder.

Bu âyetin bir benzeri de:

"Gerçekten bunlar o çarçabuk geçeni (dünyayı) severler. Ama çok ağır bir günü de arkalarına atarlar" (el-İnsan, 76/27) âyetidir.

22

O günde yüzler var ki; apaydınlıktır;

"O günde yüzler var ki; apaydınlıktır, Rabblerine bakıcıdırlar" âyetinde geçen:

“Apaydınlıktır" âyeti güzellik ve nimet anlamındaki: 'den gelmektedir.

“Bakıcıdır" lâfzı ise: Bakmak, nazar etmek"ten gelmektedir. Yani mü’minlerin yüzü apaydınlık, güzel ve parlak olacaktır. Allah onlara rahatlık, güzellik, parlaklık verdi, verir" denilir. Bu da aydınlık (radıyallahü anhhat) yaşayış ve zenginlik manasınadır. Benim söylediğim sözü işitip, onu belleyen kimsenin... Allah yüzünü ak etsin" Tirmizî, V, 34; Dârimî, I, B6; İbn Mâce, I, H6; Müsned, IV, 30, K2; aynı anlamda, yakın lâfızlarla: Tirmizî, V, 33; Dârimî, 1, H7; Ebû Dâvûd, III, 322; İbn Mâce, I, M, S5, II, 1015. hadisinde de bu kökten gelen kelime kullanılmıştır.

23

Rabblerine bakıcıdırlar.

"Rabblerine" yaratıcılarına, mutlak maliklerine

"bakıcıdırlar." Yani Rablerine bakarlar. İlim adamlarının Cumhûru bu görüştedir. Bu hususta Suhayb'in rivâyet ettiği, Müslim'in de kitabında zikrettiği bir Hadîs-i şerîf vardır ki; daha önceden Yûnus Süresi'nde yer alan:

"İhsanda bulunanlara daha güzeli ve daha da fazlası vardır" (Yûnus, 10/26) âyetini tefsir ederken geçmiş bulunmaktadır. İbn Ömer şöyle derdi: Cennet ehli arasında Allah için en kerim ve değerli olanlar O'nun yüzüne sabah ve akşam bakanlar olacaktır. Daha sonra şu: "O günde yüzler var ki apaydınlıktır, Rabblerine bakıcıdırlar" , âyetini okudu. Biraz sonra da uzunca zikredilecek olup kaynakları için oraya bakılabilir.

Yezid en-Nahvî, İkrime'den: "Özel bir şekilde Rabbine bakacaktır" dediğini rivâyet etmektedir. el-Hasen de şöyle derdi: Onların yüzleri apaydınlık olacak ve Rabblerine bakacaklardır.

Denildi ki: Buradaki "nazar"dan kasıt, Rabblerinin nezdinde bulunup, kendilerine verilecek olan mükâfatı beklemeleridir. Bu açıklama İbn Ömer ve Mücahid'den de rivâyet edilmiştir. İkrime ise Rabbinin emrini gözetler diye açıklamıştır. Bunu el-Maverdi, İbn Ömer'den ve yine İkrime'den rivâyet etmiştir. Ancak bu açıklama sadece Mücahid'in açıklaması olarak bilinmektedir. Bu açıklamayı yapanlar yüce Allah'ın:

"Gözler O'na erişemez. O ise bütün gözleri kuşatmıştır" (el-En'âm, 6/103) âyetini delil göstermişlerdir.

Ancak bu görüş oldukça zayıftır, âyetin zahirinin ve haberlerin ifade ettiği anlamın muktezasmın dışında kalmaktadır.

Tirmizi'de, İbn Ömer'den şöyle dediği zikredilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Şüphesiz cennet ehlinin en aşağı mertebesinde olanları bin yıllık mesafeyi kaplayan bahçelerine, eşlerine, hizmetçilerine ve tahtlarına bakan kimsedir. Allah nezdinde en değerlileri ise sabah ve akşam O'nun yüzüne bakacak olanlardır." Daha sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "O günde yüzler var ki apaydınlıktır. Rabblerine bakıcıdırlar" âyetlerini okudu, (Tirmizi) dedi ki: Bu garib bir hadistir. Bu rivâyet sadece İbn Ömer'in sözü olarak da rivâyet edilmiş olup, Peygambere ref (isnad) edilmemiştir Tirmizi, IV, 6ö8, V, 431; Müsned, 11, M

Müslim'in Sahih'inde Ebû Bekr b. Abdullah b. Kays'dan onun babasından, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetine göre, Peygamber şöyle buyurmuştur: "Cennetlerin ikisi kaplan da, içindekiler de gümüştendir. İkisi de, kaplan da, içindekiler de altındandır. Oradakiler ile aziz ve celil olan Rabblerine bakmaları arasındaki tek bir engel İse, Adn cennetinde O'nun yüzü üzerindeki kibriyâ ridâsıdır." Müslim, 1, İ63; Buhârî, VI, 2710

Cerir b. Abdullah da şöyle demektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda oturuyorduk. Ondördünde aya baktı ve şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki sizler şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi açık seçik bir şekilde göreceksiniz. O'nu görmek için bu hususta birbirinizi rahatsız etmeyecek, engellemeyeceksiniz. O bakımdan eğer güneş doğmadan ve güneş batmadan önce bir vakit namazı kaçırmamak imkânınız varsa bunu yapınız." Daha sonra:

"Güneşin doğmasından önce de, batışından önce de Rabbini hamd ile tesbih et" (Kaf, 50/39) âyetini okudu. Hadis Buhârî ve Müslim tarafından ittifakla rivâyet edilmiştir. Buhârî, I, 203, 209, IV, 1836; Tirmizî, IV, 687; Ebû Dâvûd, IV, 233, İbn Mâce, I, 60; Müsned, IV, 362, 365 C2)

Hadisi ayrıca Ebû Dâvûd ve Tirmizi de rivâyet etmiş olup (Tirmizi): Hasen, sahih bir hadistir, demiştir Bir önceki nota bakınız.

Ebû Dâvûd, Ebû Rezin el-Ukaylî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! Hepimiz Rabbimizi görecek miyiz? dedim. İbn Muâz dedi ki: Yani kıyâmet gününde onunla başbaşa kalacak mı? Peygamber "Evet ey Ebû Rezin" dedi. Peki O'nun yarattıkları arasında buna delil olacak (örnek teşkil edecek) ne olabilir? dedi. Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Ebû Rezin hepiniz ayı görmüyor musunuz?" İbn Muaz: Yani ondordünde ve herkes kendi başına (demektir), dedi. Bizler; Evet dedik. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah bundan daha da büyüktür." İbn Muaz dedi ki: "Şüphesiz ki o -yani ay- Allah'ın yarattıklarından bir yaratıktır, Allah ise daha celil ve daha azametlidir.' Ebû Dâvûd, IV, 234; İbn Mâce, I, 64; Müsned, IV, 11, 12; Tayalisi, Müsned, I, 147

Nesâî'nin Kitabında Suhayb'den şöyle dediği kaydedilmektedir: "... Hicabını açar ve O'na bakarlar. Allah'a yemin olsun ki, onlara bu bakıştan daha çok sevecekleri ve onlar için daha çok gözlerini aydınlatacak bir şeyi vermiş olmayacaktır." Nesâî, es-Sunenu'l-Kübrâ, VI, 361; İbn Mâce, I, 67

Ebû İshak es-Sa'lebî'nin Tefsirinde ez-Zübeyr'den, onun da Cabir'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Aziz ve celil olan Rabbimiz, onun yüzüne baksınlar diye tecelli edecek, onlar da O'na secdeye kapanacaklar. Başlarınızı kaldırın diyecek, çünkü bugün ibadet günü değildir." Deylemî. Firdevs, V, 2öH

es-Sa'lebî dedi ki: Mücahid'in âyet-i kerîme herkes Rabbinin mükâfatını bekleyecektir, O'nun yarattıklarından hiçbir şey O'nu görmeyecektir, anlamında olduğunu söylemesi dayanaksız bir tevildir. Çünkü Araplar "nazar" ile "intizar (beklemek)"ı kastedecek olurlarsa (fiilin geçişini sağlamak için herhangi bir edat kullanmaksızın): Onu bekledim" derler. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

"Onlar... saatin (kıyâmetin) ... gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?" (ez-Zuhruf, 43/66);

"Onlar zamanı gelince bildirdiklerinin gerçekleşmesinden başkasını mı bekliyorlar?" (el-Araf, 7/53);

"Onlar... bir tek çığlıktan başkasını beklemiyorlar." (Yasin, 36/49)

Eğer bu kök ile tefekkür ve tedebbür, (düşünmeyi) kastedecek olurlarsa o zaman: Bu iş üzerinde düşündüm" derler. Şayet "nazar" fiili ile kastedilen "görmek" olursa o vakit; ile birlikte kullanılır.

"Vech;yüz" de ayrıca zikredilmiş olduğuna göre o takdirde burada bu fiilin açıktan açığa görmekten başka hiçbir anlamı olamaz.

el-Ezheri dedi ki: Mücahid'in söylediği: Rabbinin sevabına intizar eder (bekler) şeklindeki açıklaması, yanlıştır. Çünkü intizar (beklemek) anlamında: denilmez. Buna göre bir kimsenin: Filana baktım" demesi ancak göz ile görmek anlamında kullanılır. Araplar böyle derler, çünkü onSar gözle görmeyi kastettiklerinde: Ona baktım" derler. Eğer "intizar"ı kastedecek olurlarsa; derler. Şair de şöyle demiştir:

"Çünkü gerçek şu ki, sizler eğer bir an dahi beni beklerseniz,

Um Cundub'un nezdinde bunun bana faydası olur."

Şair burada "intizâr; bekleme"yi kastettiğinden: Beni beklerseniz" demiş, buna karşılık; dememiştir.

Araplar, gözle görmeyi kastettiklerinde: Ona baktım" derler. Şair de şöyle demiştir;

"Ben ona baktım ve o sırada yıldızlar sanki,

Yolculuklarından dönen kimselere yollarım aydınlatan rahiblerin kandilleri gibiydi."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Minâ’nın el-Muhassab mevkiinde ona bir baktım ki,

Günahtan korkmasaydım benim ısrarlı bir bakışım vardı."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Şüphesiz ki ben senin bana vaadettiğini gözetlemekteyim

Tıpkı fakirin, varlıklı, zengin, bir kimseye baktığı gibi."

Ben, sana zilletle bakıyorum, demektir. Çünkü zilletle ve boyun eğerek bakmak kendisinden bir şeyler istenen kimsenin kalbini daha bir yumuşatıcıdır.

Bu kanaattekilerin delil diye gösterdikleri Yüce Allah’ın:

"Gözler O'na erişemez. O ise bütün gözleri kuşatmıştır" (el-En'âm, 6/103) âyetine gelince, bu dünya hayatı hakkında söz konusudur. Buna dair yeterli açıklamalar yerinde geçmiş bulunmaktadır.

Atiyye el-Avfi dedi ki: Onlar Allah'a bakacaklardır, ancak gözleri azameti dolayısıyla O'nu kuşatamayacaktır. Şu kadar var ki O'nun nazarı onları kuşatır, Buna yüce Allah'ın:

"Gözler O'na erişemez. O ise, bütün gözleri kuşatmıştır" (el-En'am, 6/103) âyeti delil teşkil etmektedir.

el-Kuşeyrî Ebû Nasr dedi ki: 'in; "nimetler" demek olan: lâfzının tekili olduğu söylenmiştir. Yani O'nun nimetleri beklenir, gözetlenir. Bu açıklama da batıldır. Çünkü "nimetler"in tekili "ye" ile değil, "elif" ile yazılır. Diğer taraftan bu kelime (kendileriyle bir belâ) savuları nimetler demektir. Halbuki onlar, üzerlerindeki bir bela veya bir sıkıntıyı savmayı gözetlemeleri sözkonusu olmamak üzere, cennetle olacaklardır. Esasen bir şeyin gerçekleşmesini bekleyip, gözetleyen bir kimsenin yaşantısında da bir çeşit rahatsızlık, tatsızlık var demektir. Cennetlikler bununla nitelendirilemezler.

Denildiğine göre, buradaki "nazar; bakma"nın "yüz"e izafe edilmesi yüce Allah'ın;

"Altından ırmaklar akar" (el-Mâide, 5/119) âyeti gibidir. Oysa akan ırmağın yatağındaki sudur, ırmağın yatağının kendisi değildir. Diğer taraftan "vech"in "ayn: göz" anlamında kullanıldığı da olmuştur. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

"Şu gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne sürün" (Yusuf, 12/93) gözlerine sürün demektir. Diğer taraftan yarın (kıyâmet gününde) alışılmışın ters yüz edileceği de uzak bir ihtimal değildir. Öyle ki; yüce Allah, görmeyi ve bakmayı yüzde yaratabilir. Bu da yüce Allah'ın:

"Acaba durmadan yüzüstü düşerek yürüyen kimse mi daha çok hidayettedir" (el-Mülk, 67/22) âyetine benzemektedir. Bunun üzerine: Ey Allah'ın Rasûlü cehennemde yüzleri üzerinde nasıl yürüyeceklerdir? diye sorulunca, Peygamber: "Onları ayakları üzerinde yürüten, yüzleri üzerinde yürütmeye de kadirdir" diye cevap vermiştir Tirmizî, V, 305; Nesâî, es-Sunenul'l-Kübrâ, VI, 420; Müsned, II, 354, 363, III, 167.

24

Ve o günde asık nice suratlar vardır.

"Ve o günde asık nice suratlar vardır." Yani kıyâmet gününde, kâfirlerin yüzleri gerilmiş, çekilmiş ve asılmış olacaktır. es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: dişi devenin isteği olmaksızın erkek deve dişi deve ile ilişki kurdu" denilir, Adam yüzünü ekşitti, astı" demektir. Yüzünü astı, ekşitti" denilir.

es-Süddî:

"Asık surat" şekli değişikliğe uğramış surat demektir, diye açıklamıştır. Anlamlar aynıdır.

25

Kendilerine bel kemiklerini kıran çok belâlı işler yapılacağını anlarlar.

"Kendilerine, bel kemikleri kıran, çok belâlı işler yapılacağını anlarlar." Kesinlikle buna inanır ve bunu iyiden iyiye bilirler, demektir.

Büyük iş ve musibet" anlamındadır. Sırtmın omurgasını kırdı" demektir. Bu anlamdaki açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır. Katade ise: Şer ve kötülük" demektir, der.

es-Süddi; helâk olmak, İbn Abbâs ve İbn Zeyd, cehenneme girmek, diye açıklamıştır. Anlamlar birbirine yakındır. Bu kelimenin asıl anlamı devenin burnuna bir demir yahutta ateş ile kemiğe ulaşıncaya kadar işaret yapıp dağlamaktır. Bu açıklamayı el-Esmaî yapmıştır.

O bakımdan devenin burnunu bir demirle delip, sonra da delinen yere deriden yapılmış bir ip geçirip, onun üzerine de bükülmüş bir halat geçirmeyi anlatmak üzere: Devenin burnunu delip, ondan halat geçirdim" denilir.

Arapların: O'na fâkira (musibet, belâ veya az önce deve için sözkonusu edilen uygulamanın benzeri) yapıldı" denilir. en-Nâbiğa da şöyle demiştir:

"Hiçbir kabir beni kabul etmedi; hâlâ önümde duruyor

Ve başımın tepesine inecek kırıcı bir balta darbesi."

(Burada bu kelime) "kırıcı" anlamında kullanılmıştır.

26

Vazgeçin bu işten... (Çünkü can) köprücük kemiğine gelip dayandığında;

"Vazgeçin bu işten... (Çünkü can) köprücük kemiğine gelip dayandığında" âyetindeki:

“Vazgeçin bu işten" lâfzı bir azar ve bu işten vazgeçmeyi bir emirdir. Yani kâfir, bir kimsenin kıyâmet gününe îman etmesi, uzak bir ihtimaldir. Daha sonra yeni bir ifade ile yüce Allah:

"Köprücük kemiğine gelip dayandığında" diye, buyurmaktadır ki, nefis yahutta can köprücük kemiğine gelip dayandığında, demektir. Bu âyetle daha önce kendisinden sözedilmemiş bir hususa dair haber vermektedir. Çünkü muhatab bunu bilmektedir. Daha önce geçen:

"Nihayet o perdenin arkasına girince" (Sâd, 38/32) âyeti ile;

"hele (o can) bir boğ aza gelince" (el-Vâkıa, 56/83) buyruklarına (bu itibarla) benzemektedir ki daha önceden (bu hususa dair açıklamalar orada) geçmiş bulunmaktadır.

Burada bu edatın "gerçekten" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani: "(Can) köprücük kemiğine gelip dayandığında" yani can oraya ulaştığında sürünüp, götürülecek yer, Allah'ın huzuru olacaktır. İbn Abbâs şöyle derdi: (Yani) kâfirin canı köprücük kemiğine ulaştığında, demektir.

"Köprücük kemikleri" lâfzı; 'in çoğulu olup, göğsün üst tarafında, canın hırıltılı bir şekilde verildiği (gargara) yerde bulunan ve göğüs çukurunda birbirine girmiş kemikler demektir. Dureyd b. es-Sımme şöyle demiştin

"Ve nice büyük iş var ki sen onları savundun

Canlarının köprücük kemiklerine ulaştığı bir zamanda."

Ölmek üzere, olma halini anlatmak üzere bazan "can köprücük kemiğine ulaştı" tabiri kullanılır.

Bu âyetten maksat ise, ölümün gelişi esnasındaki halin çok zor ve sıkıntılı olduğunu onlara hatırlatmaktır.

27

"Var mı bir tedavi edecek?" denildiğinde;

"Var mı bir tedavi edecek denildiğinde" âyeti hakkında, farklı görüşler vardır. Buradaki: Tedavi eden" lâfzının: Tedavi etmekten geldiği söylenmiştir. Bu açıklama İbn Abbâs, İkrime ve başkalarından rivâyet edilmiştir. Simak'ın, İkrime'den rivâyetine göre o: Tedavi edecek bir tedavi edici... Yani şifa verecek bir kimse (var mı?) diye açıkladığını rivâyet etmiştir. Meymun b. Mihran da, İbn Abbâs’tan: Ona şifa verecek bir doktor var mı? diye açıkladığını rivâyet etmektedir. Ebû Kilâbe ve Katade de böyle demiştir. Şair de şöyle demiştir:

"Zamanın musibetlerine karşı genç delikanlıyı koruyacak var mıdır?

Yahut mukadder ölüme karşı onu tedavi edip, şifa verecek birisi var mıdır?"

Bu ifade, böyle bir şeyin uzak bir ihtimal olduğunu, bundan ümit kesilmesi gerektiğini anlatmak içindir. Yani ölüme karşı kim tedavi edip, şifa verecek kudreti bulabilir?

Yine İbn Abbâs'tan ve Ebû'l-Cevzâ'dan rivâyete göre, bu: Yukarı doğru çıktı, yükseldi, yükselir" fiilinden gelmektedir. Mana da: Onun ruhunu alıp, semaya yükselecekler kimlerdir? Rahmet melekleri mi, yoksa azâb melekleri mi?

Bir diğer açıklama da şöyledir: Ölüm meleği, bunu alıp çıkartacak kimse var mıdır? diye sorar. Yani bu canı kim alıp (semaya) çıkartır? Çünkü melekler kâfir nefse yaklaşmaktan tiksinirler. Bunun üzerine ölüm meleği: Ey filan bunu al, yukarı çıkart! der.

Âsım ile bir grub yüce Allah'ın;

"Var mı bir tedavi edecek" âyetindeki "nun" harfini;

"Aksine, örtmüştür" (el-Mutaffifin, 83/14) âyetindeki "lam"ı izhar edip, okumuşlardır. (Birincisi) tabaklanmış deri satıcısı olan: ikincisi de buğdayın tesniyesi olan; ile karışmaması için böyle okumuşlardır. Sahih olan ise izharı terkedip; lâfzında "kaf" harfinin kesreli, de ise "nun" harfinin üstün ile okunmasıdır. Bu karışıklığın önlenmesi için de bu kadarı yeterlidir.

Sözedilen bu okuyuştan daha güzeli ise; Kimse" lâfzı ile; Hayır, bilakis" lâfzının izhar ile okunmastdır. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî yapmıştır.

28

Artık bunun gerçekten bir ayrılış olduğunu anlayacak.

"Artık bunun gerçekten" dünyadan, hanımdan, maldan ve çocuklardan

"bir ayrılış olduğunu anlayacak" insan buna kesinlikle inanacak. Bu melekleri göreceği vakit olacaktır. Şair de şöyle demiştir:

"Bir ayrılış ki hiçbir ayrılık ona benzemez

Artık ondan sonra kavuşma ümidi de kesilmiş olacaktır."

29

Bacaklar birbirine dolaşacak.

"Bacaklar birbirine dolaşacak." Yani şiddet ve sıkıntı, ardı arkası kesilmeden gelecek. Dünyanın sonunun sıkıntısı ile âhiretin başının sıkıntısı birbirine bitişmiş olacaktır. Bu açıklamayı İbn Abbâs, el-Hasen ve başkaları yapmıştır.

en-Nehaî ve başkaları şöyle demiştir: Ölüm esnasında aşırı zorluk ve sıkıntıdan ötürü insanın bacakları birbirine dolaşacaktır.

Katade şöyle demiştir: Ölüm yaklaştığı vakit, ayaklarından birisini ötekinin üzerine vurduğunu hiç görmedin mi?

Said b. el-Müseyyeb ve yine el-Hasen şöyle demişlerdir: Bunlar kefende insanın bacaklarının sarılması halini anlatmaktadır. Zeyd b. Eslem dedi ki: Kefenin bacağı (alt tarafı) insanın bacağına dolaşmış olacaktır. Yine el-Hasen: Ayakları ölmüş, bacakları kurumuş ve artık kendisini taşımaz olmuşlardır. Halbuki o, bunlar üzerinde dolaşıp, gidip geliyordu.

en-Nehhâs dedi ki: Birinci açıklama bunların en güzelidir.

Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs'tan;

"Bacaklar birbirine dolaşacak" âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Dünyanın son günü ile âhiretin ilk günü -Allah'ın rahmetiyle rahmet ettiği müstesna- şiddet ve sıkıntı ik bitişmiş olacaktır. Yani ölümün şiddetli hali görüleceklerin dehşetli şiddetine eklenecektir. Bu görüşün delili de yüce Allah'ın:

"İşte o günde sürünüp götürülmek yalnız Rabbinin huzuruna olacak" âyetidir.

Mücahid de şöyle demiştir: Belâ belâya bulaşmış olacaktır. Yani zorluklar, sıkıntılar biri diğerinin arkasından gelecektir. ed-Dahhak ve İbn Zeyd de şöyle demiştir: Ona karşı oldukça zorlu ve sıkıntılı iki iş, bir araya gelmiş olacaktır: İnsanlar onun bedeninin techiziyle uğraşırken, melekler onun ruhunu teçhiz etmiş olacaklardır.

Araplar "sak: bacak'ı ancak büyük zorluk ve mihnetler hakkında kullanılarlar. Nitekim: Dünya ayağa kalktı" ifadeleriyle; " Savaş ayağa kalktı, koptu'r ifadelerinde hep bu lâfız kullanılmıştır, Şair de şöyle demiştir:

"Ve savaş bizimle bacakları üzerinde durdu."

Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden:

"Nün, kaleme yemin olsun ki..." Sûresi'nin sonlarında (el-Kalem, 68/42. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Kimileri de şöyle demiştir: Kâfirin canı çıkarken ruhu azâb görür. Bu birinci "bacak"dır. Bundan sonra ise ölümden sonra diriliğin bacağı ve şiddetleri görülecektir.

30

İşte o günde sürülüp, götürülmek yalnız Rabbinin huzuruna olacak.

"İşte o günde" kıyâmet gününde

"sürülüp, götürülmek" yani döndürülmek

"Rabbinin huzuruna" yaratıcının huzuruna

"olacak." Bazı tefsirlerde şöyle denilmektedir: Onun kötülüklerini tesbit eden meleği onu sürecektir.

Sür(ül)mek" Sürdü, sürer" Fiilinden mastardır. Söz söylemek" lâfzının: Söz söyledi, söz söyler" fiilinin mastarı oluşu gibi.

31

O, tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış,

"O, tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış." Yani Ebû Cehil, tasdik de etmedi, namaz da kılmadı.

Bunun, sûrenin baş taraflarında sözü edilen

"insan" (10. âyet) hakkında olduğu da söylenmiştir. Çünkü oradaki "insan" cins isimdir. Birincisi İbn Abbâs'ın görüşüdür. Yani o risaleti tasdik etmediği gibi "namazdakılmamış" Rabbine dua etmemiş, Rasûlüne de salât ve selâm getirmemiştir.

Katade dedi ki: Allah'ın Kitabını tasdik etmediği gibi, Allah için namaz da kılmadı. Şöyle de açıklanmıştır: O, Allah nezdinde kendisi için biriken bir azık olsun diye malını tasadduk etmediği gibi, Allah'ın kendisine emrettiği namazları da kalmamıştır.

Kalbiyle îman etmemiş, bedeniyle amel etmemiştir, diye de açıklanmıştır.

el-Kisaî dedi ki: ...ma" olumsuzluk edatı; ...madı" anlamındadır. Şu kadar var ki bu (birinci) olumsuzluk edatı, benzeri ile bir defa daha tekrarlanır. Mesela; Araplar: Ne Abdullah çıkıyor, ne de filan" derler. Buna karşılık; denilmez. Ancak ona: de eklenir. (Bu durumda: Ben ihsan edici de olmayan, iyilik de yapmayan bir adama uğradım, demek olur.) Yüce Allah'ın:

"Fakat o sarp yokuşa saldıramadı" (el-Beled, 90/11) âyeti ise, bu kabilden değildir. Çünkü bu; tabiri, Niye o sarp yokuşa saldırmadı, o sarp yokuşa saldırmalı değil miydi?" anlamındadır, istifham edatı olan hemze hazfedilmiştir.

el-Ahfeş de şöyle demektedir:

"O tasdik etmemiş" âyeti; Tasdik etmedi" demektir. Yüce Allah'ın:

"O saldırmadı" âyetinin; anlamında olması gibidir. O bakımdan bunun arkasından başka bir şeye (yani olumsuzluk edatının tekrarlanmasına) gerek yoktur. Nitekim Araplar: Gitmedi" tabirini; anlamında kullanırlar. Burada nefy (olumsuzluk) edatı, muzari fiili nefyettiği gibi, mazi fiili de nefyetmektedir. Züheyr'in şu mısraında da bu kabildendir:

"O, onu ne açıkladı, ne de öne geçti."

Şairin burada bu farklı nefy edatlarını, -el-Ahfeş'in dediği gibi- fiilin hasına gelen olumsuzluk edatları olarak ve aynı manada kullandığına işaret etmektedir

32

Fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti.

"Fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti." Kur'ân-ı Kerîm'i yalanlamış, îman etmekten yüz çevirmişti.

33

Sonra da gerine gerine taraftarlarının yanına gitmişti.

"Sonra da gerine gerine" çalım satarak ve bu işiyle öğünüp böbürlenerek

"taraftarlarının yanına gitmişti." Bu şekildeki açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır. Mücahid dedi ki: Kastedilen Ebû Cehil'dir.

" Gerine gerine” lâfzının, "sırt, binek" anlamındaki: den geldiği de söylenmiştir. Yani o sırtını eğerek, bükerek... demek olur. Aslı ise tembellikten ve ağırlıktan dolayı gerinmek fiilini ifade eden: 'dir.

O halde, bu kimse, hakka davet edene karşı ağır ağır hareket ederdi, demek olur. Bu lafızda aynı harfin tekrarı hoş olmadığından dolayı "ye" harfinin yerine "ti" harfi kullanılmış olmaktadır. "Gerinmek" aldırış edilmediğinin göstergesidir ki, bu da uzanmak, gerinmek anlamındadır. Sanki o büyüklendiğinden ötürü sırtını uzatıyor (geriniyor) ve başka tarafa döndürüyor gibidir. Havuzun dibindeki tortusu" demektir. Havuzun dibine yayıldığı için bu isim verilmiştir.

Haberde: Ümmetim gerine gerine yürüyüp, İranlılarla, Bizanslılar onların hizmetkârlığını yapacak olurlarsa, o vakit biribirlerine düşeceklerdir" denilmektedir Aynı anlamda az lafzî farkla: İbn Hibbân Sahih, XV, 112; Taberânî, Evsat, 1, 48; Heysemî, Mecmâ', I, 48, "Taberâni'deki rivâyetlerin hasen olduğu kaydıyla."

-Hadiste geçen-: Gerine gerine" lâfzı çalımlı yürümek ve yürürken elleri uzatmak demektir.

34

Sana layıktır, evet sana layıktır.

35

Sonra yine sana layıktır, tekrar tekrar sana layıktır.

"Sana layıktır, evet sana layıktır. Sonra yine sana layıktır. Tekrar tekrar sana layıktır." Tehdit ardına tehdit, arka arkaya tehditlerdir. Yani bu dört şeye karşılık, dört ayrı tehdittir. Nitekim rivâyet olunduğuna göre, bu Rabbi hakkında cahil olan Ebû Cehil hakkında inmiştir. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

"O tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti." Yani ne Allah'ın Rasûlünü tasdik etmiş, ne Allah'ın huzurunda durup namaz kılmıştır; fakat Benim Rasûlümü yalanlamış, Benim huzurumda boyun eğmekten yüz çevirmiştir. Buna göre tasdiki terketmek bir özellik, yalanlamak bir özellik, namazı terketmek bir özellik, Allah'ın emrinden yüz çevirmek bir başka özelliktir, Bundan dolayı bu dört özellik terk edilmesi karşılığında ona dön tane tehditte bulunulmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın:

"Sonra da gerine gerine taraftarlarının yanına gitmişti" âyetinde, beşinci bir özellik sözkonusu edilmektedir, denilemez, O zaman biz de şöyle deriz: Bu onun yalanlamadan ve yüz çevirmekten önceki adeti idi. Onun bu halini haber vermektedir. Bu da biraz sonra zikredeceğimiz üzere Katade'nin açıklamasından açıkça anlaşılmaktadır,

Denildiğine göre; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün mescidden çıkarken Ebû Cehil mescidin kapısında Mahzumoğulları kapısının yanında onunla karşilaşmıştı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun elini tuttu, bir ya da iki defa salladıktan sonra ona: "Sana daha layıktır, sana daha layıktır" demiş, Ebû Cehil ona: Sen beni tehdit mi ediyorsun? Allah'a yemin ederim ki ben bu vadideki insanların en güçlüsü ve en şereflisiyim, diye cevab vermişti. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Ebû Cehil'e dediği şekilde âyet nazil oldu. Evet bu, bir tehdit sözüdür. Şair de şöyle demiştir:

"Daha layıktır sonra daha layıktır hem daha layıktır

Hiç sağıldıktan sonra (süt) memeye geri döner mi?"

Katade dedi ki: Ebû Cehil b. Hişam, böbürlene böbürlene geldi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) elinden tutup: "Sana daha layıktır, evet sana layıktır. Sonra yine sana layıktır, tekrar tekrar sana layıktır." diye buyurdu. Ebû Cehil şöyle dedi: Sen de, Rabbin de bana bir şey yapamazsınız. Çünkü ben buranın iki dağı arasındakilerin en güelüsüyüm. Bedir günü müslümanları görünce bugünden sonra Allah'a ebediyyen bir daha ibadet edilmeyecektir, dedi. Allah onun boynunu vurdurdu ve en kötü bir şekilde onu Öldürdü. Âyetin: Vay sana! anlamında olduğu da söylenmiştir. el-Hansâ'nın şu beyitlerinde bu anlamdadır:

"Ben içimden bütün düşünceleri geçirdim

Nefsime daha layıktır, evet ona daha layıktır,

Ben kendimi belli bir hale mecbur edeceğim,

Ya onun aleyhine ya da lehine olsun,"

Buradaki: Hal" demek olduğu gibi aynı şekilde ölünün üzerinde taşındığı tahtaya da denilir. Bu yoruma göre; şöyle denilmiştir: Bu lâfız kalbedilmiş lâfızlardandır. Sanki; (........) iken daha sonra illetli harf (olan ye) sonraya bırakılmış gibidir. (Böylelikle evlâ olmuştur).

Yani sen, hayatta iken de sana veyl olsun, ölüm halinde de sana veyl olsun, dirileceğin gün de sana veyl olsun, cehenneme gireceğin gün de sana veyl olsun. Bu şekildeki tekrarlama da şairin şu mısraına benzemektedir:

"Veyller olsun sana! Sen beni yayan yürümek zorunda bıraktın."

Yani veyl olsun sana, sonra yine veyl olsun, sonra yine veyl olsun, demektir. Bu açıklama zayıf kabul edilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Âyet; bunu terkettiğin için yerilmen senin için daha uygundur, demektir. Ancak kelimelerin çokluğundan ötürü diğerleri hazfedilmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Bu azâb sana daha uygun ve sana daha layıktır.

Ebû'l-Abbas, Ahmed b. Yahya dedi ki: el-Esmaî dedi ki: "Daha layık, daha uygun" lâfzının Arap dilindeki anlamı "helâk oluşa yakın olmak"tır. Sanki: Sen helâk olmanın kertesine geldin, helâk olmaya çok yaklaştın" denilmiş gibidir ki; bunun geldiği kok "yakınlık" anlamındaki dir. Yüce Allah da (bu kok kullanılarak) şöyle buyurmaktadır:

"Ey îman edenler, kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın." (et-Tevbe, 9/123) el-Esmai şu mısraı zikretmektedir:

"Ona velânın. verilmesine çok yaklaştı."

Yine şu mısraı zikretmektedir:

"O kimin için yükselirse, kedere çok yaklaşmış olur."

Yani böyle bir şeye sahib olan kedere oldukça yaklaşmış demektir. Ebû'l-Abbas, Saleb, el-Esmat'nin açıklamalarını güzel buluyor ve: el-Esmaî'nin açıklaması gibi açıklayan kimse yoktur, diyordu.

en-Nehhâs dedi ki: Araplar: derler ki "az kalsın helâk oluyordun, sonra kurtuldun" demektir. İfadenin takdiri sanki; Helâk olmaya sen çok yaklaştın" gibidir.

el-Mehdevî dedi ki: şeklinde bir ism-i tafdil olması sözkonusu değildir. Bu hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olarak gelir. Sanki: Tehdit, başkasına göre kendisine daha bir yakışır" denilmiş gibidir. Çünkü Ebû Zeyd'i tehdit ettikleri vakit Arapların: dediklerini nakletmektedir. Bu lâfzın sonuna tenis alameti "(yuvarlak te)"nin gelmesi durumun böyle olmadığının (fiil olmadığının) delilidir.

Sana" lâfzı "daha layıktır" anlamındaki lâfzın hakkında bir haberdir. Lâyıktır" lâfzının munsarıf olmayışı, tehdidin alemi (özel ismi) haline gelişinden dolayıdır. Tıpkı bir adama "Ahmed" adının verilmesine benzer.

Âyetteki tekrarlamanın, sen kötü olan ilk ameline, sonra ikincisine, sonra üçüncüsüne, sonra dördüncüsüne devam et! anlamında olduğu da söylenmiştir. Az önce geçtiği gibi.

36

Yoksa İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?

"Yoksa insan" Âdem oğlu

"başıboş bırakılacağını mı sanır?" Ona hiç ilişilmeksizin öylece terkedilip, ona emir ve yasak verilmeyeceğini mi zanneder? Bu açıklamayı İbn Zeyd ve Mücahid yapmıştır. Çobansız otlayan develere; Başıboş develer" denilmesi de buradan gelmektedir.

Manası: İnsanın kabrinde bu şekilde ebediyyen bırakılıp, terkedileceğini ve asla diriltilmeyeceğini mi sanır? şeklinde olduğu da söylenmiştir. Şair de şöyle demiştir:

"Ben olanca yemin ile Allah adına yemin ediyorum ki;

Allah hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştır."

37

O dökülen meniden bir damla değil miydi?

"O dökülen meniden bir damla değil miydi?" Yani o, rahime dökülen bir damla su değil miydi? (Kurbanlıkların) kanlarının akıtılması dolayısıyla "Minâ"ya bu ismin veriliş sebebi de budur. Bu açıklama daha önceden (en-Necm, 53/46. âyetin ve el Vâkıa, 56/58 âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Nutfe: Bir damla

": Çok az suya denilir. Suyun damlamasını anlatmak üzere: Su damladı" denilir. Âyet şu demektir: Yani o, erkeğin sulbünde ve kadının göğüs kemiklerinde azıcık bir sudan ibaret değil miydi?

"Dökülen meniden" anlamındaki âyeti Hafs; şeklinde "ye" İle okumuştur. Aynı zamanda bu İbn Muhaysın, Mücahid, Yakub, Ayyaş yoluyla Ebû Amr'ın da kıraatidir. "Meni" lâfzı dolayısıyla Ebû Ubeyd de bu okuyuşu tercih etmiştir. Diğerleri ise "nutfe"den ötürü "te" ile okumuşlardır. Ebû Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir.

38

Sonra o bir sülük gibi yapışan bir kan pıhtısı olmuş, sonra (Allah onu) yaratmış, düzenlemiştir.

"Sonra o bir sülük gibi" yani nutfeden sonra bir kan demektir. Yüce Allah, değerinin önemsizliğine rağmen bütün bunlarla onu mertebe mertebe var etmiş, yaratmıştır.

Daha sonra yüce Allah:

"Sonra yaratmış" yani takdir etmiş; ona ruh vermek suretiyle mükemmel bir şekilde

"düzenlemiştir" diye buyurmaktadır.

39

Ondan erkek ve dişi iki sınıf yaratmıştır.

"Ondan erkek ve dişi iki sınıf yaratmıştır." O, insandan -bir görüşe göre meniden- erkeği ve kadını yaratmıştır. Hunsâ (erkeklik ve dişilik organı bulunmayan kimse)nin (mirastan) payının düşürüleceği görüşünü benimseyenler bunu delil göstermişlerdir. Fakat bundan önce eş-Şûrâ Sûresi'nde (42/51. âyetin tefsirinde) bu âyetin ve benzerinin çoğunlukla görülen ile ilgili olduğu belirtilmiş bulunmaktadır. en-Nisâ Sûresi'nin baş taraflarında da (4/1. âyet, 1. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş ve miras âyetinde de hunsânın hükmünü zikretmiş bulunduğumuzdan, bunu ayrıca tekrarlamanın anlamı yoktur.

40

Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?

"Bunları yapanın" yani bu canlı varlığı bir damla sudan yaratmaya kadir olanın

"ölüleri diriltmeye gücü yetmez mî?" Bu cisimleri çürümelerinden sonra, öldükten sonra, önceki halleriyle tekrar yaratmaya gücü yetmez mi:' Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edildiğine göre o bu âyeti okudu mu: Allah'ım, Seni tenzih ederim, elbette kadirsin" dermiş.

İbn Abbâs dedi ki: Her kim:

"O en yüce Rabbinin ismini tesbih et" (el-A'lâ. 87/1) âyetini okursa, İster İmâm olsun, isterse de başka bir durumda olsun subhane rabbiyel alâ (en yüce Rabbimi tenzih ederim)" desin. Kim de: "Hayır... kıyâmet gününe yemin ederim" âyetini sonuna kadar okursa, ister İmâm olsun, İster başka bir durumda olsun; "seni tenzih ederim, evet (kadirsin)" desin. Bunu es-Sa'lebî, Ebû İshak es-Sebî'înîn Said b. Cübeyr'den. onun İbn Abbâs’dan rivâyeti olarak zikretmektedir.

el-Kıyame Sûresi burada sona ermektedir, Hamd Allah'a mahsustur.

0 ﴿