İNSAN SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Otuzbir âyet-i kerimedir. İbn Abbâs, Mukâtil ve el-Kelbi'nin görüşüne, göre Mekke'de inmiştir. Cumhûr (çoğunluk): Medine'de inmiştir, demiştir. Yüce Allah'ın: "Hiç şüphesiz ki Kur'ân'ı sana kısım kısım Biz indirdik" (el-İnsan, 76/23) âyetinden itibaren sûrenin sonuna kadar Mekki olduğu, bundan önceki âyetlerin ise Medeni olduğu da söylenmiştir. İbn Vehb şöyle demektedir: Ve bize İbn Zeyd anlattı dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "İnsan üzerinden öyle uzun süre geçti ki..." (1. âyet) âyetini okuyorken onun yanında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a soru soran siyah tenli bir adam da bulunuyordu. Ömer b. el-Hattâb ona: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı sıkma, dedi. Peygamber: "Bırak onu ey Hattab'ın oğlu" dedi. (İbn Zeyd) dedi ki: Bu sûre, o şahıs onun yanında iken Peygambere nazil oldu. Bu sûreyi ona okuyup da cennetin niteliklerinin anlatıldığı bölüme gelince, bir hırsla ile ruhunu teslim etti. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Cennete duyduğu şevk arkadaşınızın -ya da kardeşinizin- ruhunu teslim etmesine sebeb oldu." İbn Kesîr, Tefsir, IV, 453-454, senedinin mürsel olduğu kaydıyla. İbn Ömer'den de bundan farklı lâfızlarla rivâyet edilmiştir. İleride gelecektir, el-Kuşeyri dedi ki: Bu sûre Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) hakkında inmiştir. Bununla birlikte sûrenin maksadı geneldir. Nitekim, bu âyet şu şu sebebiyle inmiştir, denilen bütün âyetler hakkında kabul edilen de budur. 1İnsan üzerinden öyle uzun bir süre geçti ki; o anılmaya değer bir şey değildi. "İnsan üzerinden öyle uzun bir süre geçti ki o anılmaya değer bir şey değildi" âyetindeki: mi" lâfzı (muhakkaklık ve kesinlik anlamını ifade eden); anlamındadır. Bu açıklamayı el-Kisaî, el-Ferrâ' ve Ebû Ubeyde yapmıştır. Sîbeveyh'ten de bunun bu anlama geldiği nakledilmiştir. el-Ferrâ'' dedi ki; Bu edat inkar anlamını da ifade eder, haber anlamını da ifade eder. Burada haber türündendir, çünkü sen: Sana verdim mi" derken karşındakine, o kimseye o şeyi verdiğini söyletmek istersin. înkâr anlamı ise: Kimsenin böylesine gücü yeter mi?" gibi ifadelerde kullanılır. Bunun istifham (soru sormak) konumunda olduğu da söylenmiştir. "Geçti" anlamındadır. Burada "insan"dan kasıt Âdem (aleyhisselâm)'dır. Bu açıklamayı Katade, es-Sevri, İkrime ve es-Süddi yapmıştır. Bu açıklama İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. "Öyle uzun bir süre" âyeti hakkında, Ebû Salih'in rivâyetine göre, İbn Abbâs şöyle demiştir: Ona ruh üflenmeden önce ve o Mekke ile Taif arasında bırakılmış olduğu halde, üzerinden kırk yıl geçti. Yine İbn Abbâs'tan, ed-Dahhâk'ın rivâyetine göre, şöyle demiştir: Âdem çamurdan yaratıldı. Bu şekilde kırk yıl kaldı, sonra kokuşmuş bir balçık halinde kırk yıl kaldı. Sonra ses veren kurumuş çamur olarak kırk yıl kaldı. Böylelikle yüzyirmi yıl sonra onun hilkali tamamlanmış oldu. İbn Mes’ûd ek olarak şöyle demektedir: O kırk yıl süreyle toprak olarak kaldı. Yüzaltmış yıl sonra hilkati tamamlandı, sonra da ona ruh üflendi. Burada sözü edilen; Süre’nin miktarının bilinmediği de söylenmiştir. Yine bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiş olup, bunu el-Maverdi zikretmiştir. "Anılmaya değer bir şey değildi" âyeti hakkında ed-Dahhak, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yani semada da, yeryüzünde de (anılmaya değer değildi,) Bir diğer açıklamaya göre, o suret ve şekil verilmiş, toprak ve çamur halinde anılmaz, tanınmaz, ismi nedir, ondan maksat nedir, bilinmez bir ceset halinde idi. paha sonra ona ruh üflendi ve anılmaya değer bir şey oldu, Bu açıklamayı el-Ferrâ'', Kutrub ve Saleb yapmıştır. Yahya b. Sellam dedi ki: Her ne kadar Allah nezdinde anılan bir varlık idiyse de yaratıklar arasında anılan bir şey değildi. Buradaki "anmak'ın haber vermek anlamında olmadığı da söylenmiştir. Çünkü, Rabbin varlıklara dair haber vermesi kadimdir. Aksine burada "anma" değer, şeref, kadir ve kıymet anlamındadır. Mesela; "filan kişi anılan bir kimsedir" derken, onun şerefi, kadr u kıymeti varılır, demektir. Nitekim yüce Allah da: "Muhakkak o sana ve senin kavmine bir zikir (bir anış yani bir şeref)dir." (ez-Zuhruf, 43/44) diye buyurmaktadır. Buna göre âyet şu anlamdadır: İnsanın üzerinden yaratılmışlar nezdinde herhangi bir değeri, bir kıymeti bulunmayan bir zaman geçmiş bulunmaktadır. Daha sonra yüce Allah, meleklere Âdem'i halife olarak yaratacağım bildirip, ona göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten aciz kaldığı emaneti yükleyince, herkese üstün ve herkesten faziletli olduğu ortaya çıktı ve böylece anılmaya değer bir varlık oldu. el-Kuşeyri dedi ki: Özetle; o her ne kadar Allah için anılmaya değer bir varlık idi ise de, yaratılmışlar için anılmaya değer bir varlık değildi. Muhammed b. el-Cehm, el-Ferrâ'dan: "... bir şey değildi" âyeti hakkında: O, bir şey idi, -ama anılan (anılmaya değer) bir şey değildi, dediğini nakletmektedir. Bir takım kimseler de şöyle demiştir: Nefy, "şey" ile alakalıdır. Yani uzun birtakım süreler geçtiği halde Âdem yaratılmışlar arasında anılan bir şey değildi. Çünkü yüce Allah, yaratıkların türleri arasında en son olarak onu yaratmıştır. Olmayan bir varlık ise, üzerinden bir zaman geçinceye kadar hiçbir şey değildir. Âyetin anlamı da şudur: Onun üzerinden pek çok zamanlar geçtiği halde Âdem bir şey de değildi, yaratılmış da değildi. Yaratılmışlardan herhangi birisi tarafından anılan bir varlık da değildi. Katade ve Mukâtil 'in açıklamasının anlamı da budur. Katade şöyle demiştir: İnsan son olarak yaratıldı. Şanı yüce Allah'ın insandan sonra yarattığı bir tür olduğunu bilmiyoruz. Mukâtil de şöyle demiştir: İfadede takdim ve tehir vardır. İfadenin takdiri şöyledir: İnsanın anılmaya değer bir şey olmadığı bir süre geçti mi (geçmiştir). Çünkü yüce Allah, bütün canlılardan sonra onu yaratmış, ondan sonra herhangi bir canlı varlık yaratmış değildir. "İnsan üzerinden öyle uzun süre geçti ki" âyetindeki "insan" ile Âdem'in soyundan gelen insan türünün kastedildiği ve buradaki "süre"nin insanın, annesinin karnında hamilelik süresi olan dokuz aylık süre olduğu da söylenmiştir. İnsan "anılmaya değer bir şey değildi." Çünkü bu dönemde, kan emen bir sülük ve bir çiğnem et gibi idi. Çünkü insan bu haliyle önemi olmayan, cansız bir varlık gibidir. " Ebû Bekr (radıyallahü anh) bu âyeti okuyunca: Keşke bitmiş olsaydı da sınanmasaydık, demiştir. Yani keşke Âdem'in üzerinden geçen ve anılmaya değer olmayan süre bu haliyle bitip, gitmiş olsaydı da onun soyundan kimse gelmeseydi ve onun soyundan gelenler sınanmasaydı. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) bir adamı "İnsan üzerinden öyle uzun bir süre geçti ki o anılmaya değer bir şey değildi" âyetini okurken işitmiş ve: Keşke bu süre de bitmiş olsaydı, demiştir. 2Gerçekten Bir İnsanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu sınar dururuz. Bu nedenle onu İşiten ve gören yaptık. "Gerçekten Biz, insanı" -görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın- Âdem oğlunu "karışık bir nutfeden" damlayan bir sudan yani meniden... (yarattık). Belirli bir kabta bulunan az miktardaki herbir suya "nutfe" denilir. Nitekim Abdullah b. Revâha kendi kendisine sitem ederken şöyle demiştir: "Ne oluyor bana ki, (nefsim) senin cennetten hoşlanmadığını görüyorum Sen bir kırbadaki bir damla sudan başka bir şey misin?" Çoğulu: ile ...diye gelir. “Karışık" demek olup, bunun tekili: ile şeklinde gelir. "Dost" kelimesinin tekilinin; ile şekillerinde gelmesi gibi. Şair Ru'be de şöyle demektedir: "(O dişi develer) çabuk çıkartılan ve çok ses çıkartan herbir (yavruyu) dışarı atıyorlar Henüz deri giydirilmemiş, karışık bir kan içinde olduğu halde." Bunu buna karıştırdım" denilir. Bu şekilde karıştırılana: (.......) denilir. Tıpkı: Karışık, karışmış" gibidir. el-Müberred dedi ki: 'in tekili eredir. Karıştırdı, karıştırır" diye kullanılır. Burada nutfenin kana karışması kastedilmektedir. eş-Şemmâh dedi ki: "Etrafı kapalı karın boşluğu bir süreye kadar sakladı Süzülmesi oldukça hakir olan karışık (bir nutfe)yi." el-Ferrâ'' dedi ki; "Karışık"dan kasıt, erkeğin suyu ile kadının suyunun kan ve kan emici sülük gibi (alaka)nın karışımıdır. İşte bundan dolayı karıştırılan bir şeye: denilir. Bu da aynı anlamda: demek gibidir. Yine böyle bir şeye: denilir ki, bu da gibidir, İbn Abbâs (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Karışık" beyazdaki kırmızılık, kırmızılıktaki beyazlık demektir. Bu da dilcilerin pek çoğunun tercih ettiği bir açıklamadır. el-Hüzdı (ed-Üahil unvanlı Züheyr b. Haram) şöyle demektedir: "Sanki (ona attığım okun) tüyleri ve okun arkasında olup da yayın kirişine yerleşen kısmına Kan ve su karışımı bulaşmış gibi," Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmiştir: Erkeğin katı ve beyaz olan suyu, kadının sarı ve ince olan suyuna karışır ve her ikisinden çocuk yaratılır. Sinir, kemik ve güç türünden ne varsa o erkeğin suyundandır. Et, kan ve saç ise kadının suyundandır. Bu husus merfu olarak da rivâyet edilmiştir ki; bunu da el-Bezzâr zikretmiştir Yılkın bir rivâyet: İbn Hıhbân, Sahik, XIV, 63. İbn Mes’ûd'dan rivâyet edildiğine göre; nutfenin karışıklığı mudğa (bir çiğnem et)in damarları demektir. Yine ondan gelen rivâyete göre (bu) iki ayrı renkteki erkeğin suyu ile kadının suyu demektir. Mücahid dedi ki: Erkeğin nutfesi beyaz ve kırmızı, kadının nutfesi ise yeşil ve sarıdır. İbn Abbâs dedi ki; İnsan çeşitli renklerden (türlerden) yaratılmıştır. O (önce) topraktan yaratıldı, sonra fercin ve rahimin suyundan yaratıldı. Bu ise nutfedir, sonra alaka, sonra mudga (bir çiğnemlik et), sonra kemik, sonra da et olur. Katade de buna yakın bir açıklama yapmıştır: Bundan maksat yaratılışın merhaleleridir, bir merhaleden sonra alaka (sülük gibi kan emen bir kan parçası) aşaması, bir çiğnemlik et. ve kemik aşaması getir, sonra da kemiklere et giydirdi. Tıpkı el-Mu'minun Sûresi'nde buyurulduğu gibi: "Yemin olsun ki Biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık..." (el-Mu'minun, 23/12) İbnu's-Sikkit dedi ki: 'den kasıt "karışık şeyler"dir, çünkü nutfe çeşitli türlerin karışımıdır. İnsan o nutfeden farklı tabiatlara sahih olarak yaratılmıştır. Meani bilginleri de şöyle demiştir: Bu lâfız, çoğul olmakla birlikte, tekil anlamındadır. Çünkü "nutfe"nin sıfatıdır. Nitekim: Ondalık tencere ve eskimiş elbise" demek de bu kabildendir. Ebû Eyyüb el-Ensari'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Yahudilerden bir ilim adamı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip şöyle dedi: Bana erkeğin suyu ile kadının suyu hakkında haber ver. Peygamber şöyle buyurdu: "Erkeğin suyu beyaz ve katı, kadının suyu sarı ve incedir. Eğer kadının suyu üste çıkarsa kadın dişi doğurur, eğer erkeğin suyu üste çıkarsa kadın erkek doğurur." Bunun üzerine o ilim adamı: Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve senin Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik ederim, dedi. Sevban'dan akın bir rivâyet, Âîi İmrân, 3/6. ayet, birinci başlakta geçmiş bulunmaktadır. Müslim, I, 252-253. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde Bu hususa dair açıklamalar, Âl-i İmrân, i/6 ile eş-Şurâ, 42/49-50. ayetlerin tefsirinde geçmiş bulunmaktadır. geçmiş bulunmaktadır. "Onu sınar, dururuz." İmtihan ederiz. Biz, onda sınamayı, imtihan etmeyi takdir ederiz, diye de açıklanmıştır. Ne ile sınandığı hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre; Biz onu hayır ve şer ile sınar dururuz, demektir. Bu açıklamayı el-Kelbi yapmıştır. İkinci görüşe göre, Biz, onun rahatlık ve bolluk zamanında şükrünü, darlık ve sıkıntılı zamanlarında da sabrını sınarız. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır. "Onu sınar, dururuz." Onu mükellef kılarız diye de açıklanmıştır. Bunun da iki şekilde açıklaması vardır. Birincisine göre, yarattıktan sonra onu amel ile (sınarız) demektir. Bu açıklamayı Mukâtil yapmıştır. İkincisine göre ise; itaat ile emrolunup, maiyetlerin kendisine yasaklanması için din ile (sınanır). İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre; "onu sınar dururuz" hayır ve şer ile onu sınayalım diye ardı arkasına hilkatlerden, yaratılışlardan geçiririz, demektir. Muhammed b. el-Cehm, el-Ferrâ'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Anlamı Allahu a'lem şöyledir: "Biz, onu" sınayalım diye "işiten ve gören yaptık." O halde bu (sınama) anlam itibarı ile sonradan gelmekle birlikte, ifade olarak takdim edilmiştir. Derim ki: Çünkü sınama ancak yaratılışın tamamlanmasından sonra gerçekleşebilmektedir. "Bu nedenle onu işiten ve gören yaptık" âyeti Biz ona kendisi ile hidayeti işiteceği bir kulak, kendisi ile hidayeti göreceği bir göz verdik, demektir. 3Gerçekten Biz ona yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör olsun. "Gerçekten Biz ona yolu gösterdik." Ona hidayet ve sapıklık yollarını, hayrı ve şerri peygamberleri göndermek suretiyle açıkladık ve tanıttık, O bakımdan o îman etti ya da küfre saptı. Yüce Allah'ın: "Ve biz ona iki de yol gösterdik."(el-Beled, 90/10) âyetine benzemektedir. Mücahid dedi ki: Yani biz ona bedbahtlığa ve mutluluğa giden yolu açıklayıp, gösterdik. ed-Dahhak, Ebû Salih ve es-Süddi şöyle demiştir: Burada "yol"dan kasıt, rahimden çıkmasıdır. Tabiatı gereği ve mükemmel aklı sayesinde görebildiği faydaları ve zararlarıdır, diye de açıklanmıştır. "İster şükredici olsun, ister nankör." Yani o bunlardan hangisini yaparsa yapsın, Biz, ona gerekli açıklamaları yapmış bulunuyoruz. Kufeli nahivciler dedi ki; (Âyette yer alan): ister" lâfzının bünyesindeki: burada ceza (şartın cevabı) hükmündedir. ise fazladan gelmiştir. Yani: Biz, ona yolu açıklamış bulunuyoruz. Eğer şükrederse (mükâfat görür) yahut nankörlük ederse (ceza görür)" demektir. el-Ferrâ'' da bu açıklamayı tercih etmiş olmakla birlikte Basralılar bunu kabul etmezler. Çünkü onlara göre şart edatı, daha sonrasında fiil takdir edilmedikçe isimlerin başına gelmez Kûfelilerin takdirinde fiilin başında kullanılmakla birlikle, âyetin nazmında böyle değildir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Biz, ona doğru yolu gösterdik. Yani bu hususa dair delilleri ortaya koymak suretiyle ona tevhid yolunu açıkladık. Sonra Biz, onun için hidayeti yaratacak olursak, o da hidayet bulur ve îman eder. Eğer onu tevfikimize mazhar kılmazsak kâfir olur. Bu da bir kimseye: Ben sana öğüt verdim, istersen kabul et, istersen terket" demeye benzer ki bu: İstersen" (derken başa fe harfi getirmek) anlamındadır fakat "fe" söylenmeyip hazfedilmektedir. "İster nankör olsun" âyeti da böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ona yolu gösterdim" denilebildiği gibi (harf-i cer kullanarak) de de denilebilir. Bu husus daha önceden el-Fâtiha Sûresi'nde (1/6. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde (mesela, el-Bakara, 2/2. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah, burada "şükredici (şâkir)" ile "nankör (kefûr)"u birlikte zikrettiği halde, her ikisinin de mübalağa anlamını ihtiva etmeleri açısından ortak vezinleri olan "şekur" ile "kefur" şekillerini bir arada zikretmemiştir. Buna sebep, şükürde mübalağanın (aşırılığın) sözkonusu olmayacağım, buna karşılık bunun küfürde sözkonusu olacağını anlatmaktır. Çünkü yüce Allah'a gereği gibi şükür sözkonusu değildir. Bundan dolayı şükürde mübalağa mevzu bahis olmaz; fakat küfürde (ve nankörlükte) mübalağa sözkonusudur. Bundan dolayı, insan üzerindeki nimetlerin çokluğu dolayısıyla onun şükrü azdır, ona yapılmış olan ihsanlarla birlikte az gibi görünse dahi, küfrü (ve nankörlüğü) Lse pek çoktur. Bu açıklamayı el-Maverdi nakletmiştir. 4Gerçekten Biz kâfirler için zincirler, tasmalar ve alevli bir ateş hazırlamışızdır. "Gerçekten Biz kâfirler İçin zincirler, tasmalar ve alevli bir ateş hazırlamışızdır" âyeti ile her iki kesimin halini açıklamaya başlamaktadır. Akıl sahiblerinin kendisine ibadet etmelerini istediğini, onları yükümlü kılıp, kendilerine verdiği emirleri yerine getirme imkanları ile donattığım açıklamaktadır. Bundan dolayı kim kâfir olursa, onun için ceza vardır. Kim de Allah'ı tevhid edip, O'na şükrederse onun için de mükâfat sözkonusudur. "es-Selasil: Zincirler" cehennemdeki zincirlerdir. Daha önce el-Hakka Sûresi'nde (69/32. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere herbirisinin uzunluğu yetmiş arşın olacaktır. Nafi, el-Kisai, Ebû Bekr'in rivâyetine göre Âsım ile Hişam'ın rivâyetine göre de İbn Amir "zincirler" anlamındaki lâfzı şeklinde tenvinli olarak, diğerleri ise tenvinsiz okumuşlardır. Kumbun, İbn Kesîr ve Hanıza vakıf halinde elif siz vakıf yapmışlar, diğerleri ise "elif" ile vakıf yapmışlardır. "Billur kablar" (15- âyet ile 16. âyetin ilk) kelimesine gelince, birincisini Nafi', İbn Kesîr. el-Kisâî, Ebû Bekr'in rivâyetine göre, Âsım tenvinli okumuşlardır. Diğerleri ise tenvinsiz okumuşlardır. Yakub ve Hamza ise burada "elif'siz vakıf yapmıştır, diğerleri ise "elif" ile vakıf yapmışlardır, İkincisine gelince yine Nafi, el-Kisâî ve Ebû Bekr bunu tenvinli okurlarken, diğerleri tenvinsiz okumuşlardır, Bu lâfzı tenvinli okuyanlar "elif" ile okurken, tenvinsiz okuyanlar ise "elifi düşürmüşlerdir. Ebû Ubeyd ise ("zincirler" anlamındaki lâfız dahil) her üçünde de tenvinli okuyuş ile "elif" ile vakıf yapmayı -mushafın hattına uyarak- tercih etmiş ve şöyle demiştir: Ben Osman'ın mushafında "zincirler" lâfzını "elif ile "billur kaplar" lâfzının îlkini "elif ile gördüm. İkincisi ise "elif" ile yazılı iken kazınmış olduğundan orada onun izini açıkça gürdüm. Bu lâfızları munsarıf (yani tenvin ile) okuyanların dört tane delili vardır. 1- Buradaki çoğullar, tekillere de benzemektedir. (Tekil gibi kabul edilerek) bu sebepten tekiller gibi (bir daha) çoğul yapılmışlardır. Bundan dolayı tekil hükmünde kabul edilerek munsarıf olmuşlardır el-Hemedânî diyor ki: "...Bunu munsarıf kabul «leııler, hu cemi1 şeklinin (bir bakıma) müfterilere benzemisini gözönünde bulundururlar. Çünkü (Araplar esasen çoğul olan): "Savâhib" kelimesini (tekrar) çoğul yaparak olurlarsa; "savâhibâr." derler. Bu gibi lâfızları munsarıf müfredler gibi çoğul yaptıklarından, bu hükümde değerlendirerek, munsarıf gibi kullanmışlardır." (el-Huseyn el-Hemedani, el-Ferid..,, IV, 5K5). 2- el-Ahfeş; Senden daha üstündür" kipi dışında bütün munsarıf olmayanların Araplar tarafından munsarıf olarak kullanıldıklarını nakletmiştir. el-Kisai ve el-Ferrâ'' da Ixiyle demişlerdir: Bu, Arapların; O senden daha zariftir" şeklindeki sözleri dışında bütün isimleri munsarıf gibi kullananların söyleyişine uygundur. Onlar sadece bu türdeki kullanımları munsarıf kullanmazlar. İbnu'l-Enbarî bu hususta Amr b. Külsûm'un şu beyitini zikretmektedir: "Sanki bizim ve onların (yaraları açan) kılıçlarımız Oyun oynayan (çocuk)ların ellerindeki tahta kılıçları andırıyordu." Lebîd de şöyle demektedir; "Ve kura yoluyla nice develerimi boğazlamak için (arkadaşlarımı) davet ettim (Hangisinin kesileceğini tesbit etmek için) biri diğerine benzeyen oklarla kura çektim." Yine Lebîd şöyle demektedir: "(Bütün bu sözü geçen iyilikleri) bir lütuf olarak (yaparız); kerem sahibi kimseler olup cömertlikle yardımcı olur(uz) Cömert(iz), güzel şeyleri kazanmayı ganimet bilir(iz)." Görüldüğü gibi burada munsarif olmaması gerektiği halde -herbir beyitte birer kelime olmak üzere lâfızları munsarıf olarak gelmiştir. 3- İlk olarak geçen "billur kablar" anlamındaki lâfız, âyet sonu olduğundan dolayı müennes kabul edilir. Burada ise âyet sonları nun (tenviri) ile bitmektedir. Yüce Allah'ın: "Anılmaya değer bir şey, işiten ve gören" buyrukları gibi. Bundan dolayı ilkini âyet sonları arasında vakıf yapmak üzere tenvinli okumuşlar, buna karşılık ikincisini de birincisine komşuluğu (hemen ondan sonra gelmesi) dolayısıyla tenvinli okumuşlardır. 4- Mushafa uymak. Çünkü bu iki kelime, Mekke, Medine ve Küfe mushaflarında tenvinlidirler. Bu lâfızları munsarıf kabul etmeyenler de şöylece delil göstermişlerdir: "Eliften sonra üç harf yahut iki harf ya da şeddeli bir harf gelen bütün çoğul isimler, ister marife, ister nekre olsunlar munsarıf olamazlar. "Eliften sonra üç harfi bulunan çoğullara Örnek: Kandiller, dinarlar, mendiller" kelimeleridir. "Eliften sonra iki harfi bulunan kelimelere örnek yüce Allah'ın: "Elbette manastırlar... yıkılırdı" (el-Hac, 22/40) âyetinde geçmektedir. Çünkü burada "eliften sonra iki harf yer almaktadır. Yüce Allah'ın: "Ve içlerinde Allah'ın adının çokça anıldığı mescidler" (el-Hac, 22/40) âyeti da bu şekildedir. "Eliften sonra şeddeli tek harfin bulunduğu kelimelere örnek de: Genç kızlar ve binekler, canlı hayvanlar" gibi. Halef dedi ki: Ben Yahya b. Âdem'i, İbn İdris'ten naklederek şöyle derken dinledim: İlk mushaflarda birinci kelime "elif lidir, ikincisi "elif sizdir. Bu Hamza'nın lehine bir delildir. Halef de şöyle demiştir: Ben İbn Mes’ûd'un kıraatine nisbet edilen bir mushafta birincisini "elifle, ikincisini "elifsiz gördüm. Senden daha üstün" veznine gelince, ister şiirlerinde olsun, ister başka tür sözlerinde olsun, Araplardan herhangi bir kimse bunu tenvinli olarak kullanmış değildir. Çünkü buradaki: izafet yerini tutmaktadır. Aynı kelimede hem tenviri, hem de izafet bir arada kullanılmaz. Zira bunların ikisi de ismin alametlerindendir, iki alamet de bir arada zikredilmez. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' ve başkaları yapmıştır. "Tasmalar" anlamındaki âyetin tekili: olup, bunlarla, elleri boyunlarına bağlanacaktır. Cubeyr b. Nufeyr'den onun da Ebû'd-Derda'dan rivâyetine göre, Ebû'd-Derda şöyle dermiş: Tasmalar ile bağlanmadan önce şu elleri şanı yüce Allah'a kaldırınız (dua ediniz.) el-Hasen dedi ki: "Tasmalar" cehennemliklerin boyunlarına şanı yüce Rabbimizi aciz bıraktıklarından dolayı konulmayacaktır. Onlar zefil kılınsın diye konulacaktır. "Ve alevli bir ateş" hakkında açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 5Şüphesiz ki İyiler, kâfur karıştırılmış bir kâseden içerler. "Şüphesiz ki iyiler... bir kaseden İçerler" âyetindeki: “İyiler": Sıdk ehli olan kimselerdir ki; tekili ...diye gelir. Bu da yüce Allah'ın emrine uyan kimseye denir. 'in "muvahhid kimse" anlamında olduğu 'in de 'in çoğulu olduğu söylenmiştir. Şahit" kelimesinin çoğulunun diye gelmesi gibi. Bunun 'in çoğulu olduğu da söylenmiştir. Irmak'ın çoğulunun: diye gelmesi gibi es-Sıkah'lz işe şöyle denilmektedir. 'in çoğulu, ...diye gelir, 'in çoğulu ise şeklinde gelir, Filan kişi yaratıcısına itaat eder", Ana evladına karşı şefkatli ve merhametlidir" demektir. İbn Ömer, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Şanı yüce Allah'ın onlara "ebrar (iyiler)" ismini vermesi onların hem babalarına, hem oğullarına iyi davranmalarından dolayıdır, Senin babanın senin üzerinde bir hakkı olduğu gibi, evladının da senin üzerinde bir hakkı vardır." Buhârî, el-Edebu'l-Müfred, s. 47. el-Hasen dedi ki: "Zürriyetinden gelenlere (küçüklerine) eziyet vermeyen kimse" demektir, Katade dedi ki; İyiler Allah'ın hakkını ve adakları eksiksiz yerine getirenlerdir. Hadiste de: "Ebrar (iyiler) hiç kimseye eziyet vermeyen kimselerdir" denilmektedir. "Kâfur karıştırılmış bir kaseden içerler." Kase içinde şarab (içki) bulunan kab demektir. İbn Abbâs dedi ki: Bununla şarabı kastetmektedir. Sözlükte ke's (kase) içinde garab bulunan kaba denilir. Eğer içinde şarab bulunmuyor ise ona kase denilmez. Amr b. Külsum dedi ki: "Ey Um Amr, kase (içi şarab dolu bardak) sağdan geliyorken Sen onu bizden öbür tarafa çevirdin." el-Esmaî dedi ki: (Şairin beyitte kullandığı fiil kullanılarak): Hediyeyi ya da iyilik kabilinden olan bir şeyi bizden alıkoydun, koyuyorsun, alıkoymak" denilir. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır. "Karıştırılmış" yani katılmış, eklenmiş demektir. Hassan dedi ki: "Sanki (Ürdün'de şarabıyla meşhur) Beyt-u Ra's'den bir şarab gibi Onun katkısı ise bal ve sudur." Kişinin bedeninde "mizaç" olarak (karışık olarak) bulunan safra, sevda, sıcaklık ve soğukluktan ibaret olan bedenin mizacı (bedenin tabiatında bulunan karışımlar) da buradan gelmektedir. Eski tıp ve tabiat bilginlerine göre bedeni oluşturan asitli karışımlar (ShliiOı anlatmak için kullanılan terimlerdir. Uk. M. Ali er-Tehânevî, Keşşûfu Istdâhâti'l-Fünûn, (Kalkütta 1862 baskısından tıpkı hasım: İstanbul 1404/1984), hararet (Sıcaklık): I, 292, Soğuk ,.rr,hetl: I. 530 vci.; Sevda 1, 647; Safra II, H39. "Kâfur" hakkında, İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu, cennetteki bir pınarın adıdır. Ona "aynu'l-kâfûr: kâfur pınarı" denilir. Yani o içkiye, kâfur ismi verilen bu pınarın suyundan da katılır. Said, Katade'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bu şarab onlara kâfur ile karıştırılır ve misk ile mühürlenir. Mücahid de böyle demiştir, İkrime ise: "Karışımı" onun tadı demektir, diye açıklamıştır. "Kâfûr"un onun kokusunda olduğu, tadında olmadığı da söylenmiştir. "Kâfûr"dan maksat, onun beyazlığı, hoş kokusu ve serinliğidir. Çünkü kâfur içilmez diye de açıklanmıştır. Bu da yüce Allah'ın: "Nihayet onu bir ateş haline getirince" (el-Kehf, 18/96) âyetindeki "ateş" lâfzının "ateş gibi" anlamına gelmesine benzemektedir. İbn Keysan dedi ki: O, içecek misk, kâfur ve zencebil ile daha da lezzetli bir hale getirilecektir. Mukâtil de: Buradaki kâfur, dünyadaki kâfur değildir; fakat yüce Allah nezdinde bulunan şeylere, kalpler bunları anlayabilsin diye sizin nezdinizdeki isimler ile ad vermiştir. Allah'ın: “Karıştırılmış" âyetindeki; fazladan gelmiştir. Bu: Kâfur karıştırılmış bir kaseden ..." demektir. 6(O), Allah'ın (has) kullarının kendisinden içtikleri ve diledikleri gibi akıttıkları bir pınardır. "(O) Allah'ın (has) kullarının kendisinden içtikleri... bir pınardır." el-Ferrâ'' dedi ki: Kâfur cennetteki bir su pınarının adıdır. Dolayısıyla buradaki "bir pınar" daha önce geçen "kâfur"dan bedeldir. Bunun "bir kase" lâfzının mahallinden bedel olduğu (ve onun mahalline uygun olarak mansub geldiği) da söylenmiştir. Karıştırılmış" lâfzındaki zamirden hal olduğu da söylenmiştir. Övgü olmak üzere nasbedikliği de söylenmiştir. Tıpkı bir adamdan söz edilirken senin: deyip; Siz akıllı ve çok anlayışlı birisinden söz ediyorsunuz" anlamında kullanmak gibidir. O halde burada da bu âyet; Yani" takdiri ile nasbedilmiştir. Bunun; Bir pınardan içerler" anlamında olduğu da söylenmiştir. ez-Zeccâc da: Bir pınardan..,' demektir, diye açıklamıştır. "Kâfur" kelimesinin birinci harfi "kef" ile söylendiği gibi, "kaf" ile de söylenir. Kâfur, aynı zamanda hurma ağacı meyvesinin içinde bulunduğu kapçığa da denilir. "el-Kufurra" aynı şeydir. Bu açıklamayı el-Esmai yapmıştır. er-Râî'nin şu beyitine gelince: "Saçın ayrılma yerlerini ve boyunları güzel bir koku ile örter Adım adım kâfur yiyen (ceylanın) bağırsaklarından." Çünkü miskin kendilerinden alındığı ceylan türü hoş kokulu sümbül yer. Ondan dolayı şair burada ondan (misk'ten) kâfur diye sözetmektedir. "Kendisinden içtikleri" âyeti ile ilgili olarak el-Ferrâ'' şöyle demiştir; demek ile; demek (onu içerler, ondan içerler) arasında bir fark yoktur. Sanki ondan içerler, ondan içtikleriyle kanarlar ve iyice doyarlar. el-Ferrâ'' şu beyiti de zikretmektedir: "(O bulutlar) deniz suyunu içip sonra yükseldiler Hızla yükselen gürültülü yeşil dalgalar arasında." (Yine el-Ferrâ'') şöyle demiştir: "Filan kişi güzel söz söylüyor" anlamında: demek de, demek de buna benzemektedir. Manası: Onu (ondan) içerler" şeklinde olduğu ve "be" harfinin fazladan geldiği de söylenmiştir. Buradaki "be"nin:...den" yerine geldiği de söylenmiştir ki; ifade; Kendisinden içerler" takdirindedir. Bu açıklamayı da el-Kutebi yapmıştır. "Ve diledikleri gibi, akıttıkları bir pınardır." Denildiğine göre; onlardan bir kişi kendi köşkleri arasında yürür, saraylarında yukarılara çıkar ve elinde bulunan bir sopa ile suya işaret eder, su da evin neresinde olursa olsun kanal ve yatak olmaksızın yerin üzerinde evinin içerisinde akar ve sarayının en yüksek yerlerine kadar, nereye çıkarsa çıksın onun arkasından gider. İşte yüce Allah'ın: "(O), Allah'ın (has) kullarının kendisinden içtikleri ve diledikleri gibi akıttıkları bir pınardır" âyeti bunu anlatır. Yani kişi dilediği tarafta, şurada ve burada nasıl suya bir yatak açıyor ise aynı şekilde onlar da suları böylece akıtırlar. İbn Ebi Necih'den, onun Mücahid'den rivâyet ettiğine göre "Ve diledikleri gibi akıttıkları bir pınardır." O, suları diledikleri yere götürürler. Onlar nereye giderlerse arkalarından gider ve nereye dönerlerse sular da döner, diye açıklanmıştır. Ebû Mukâtil , Ebû Salil’den o Sad b. Ebi Sehi'den, o el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cennette dört pınar vardır. Bunların ikisi Arşın altından akar, Bu ikisinden birisi yüce Allah'ın "ve diledikleri gibi, akıttıkları bir pınardır" diye sözettiğidir. Diğeri Zencebildir. Diğer iki pınar ise Arşın üstünden fışkıran iki pınardır. Bunlardan birisi yüce Allah'ın sözünü ettiği ve kendisine "Sebebi!" ismi verilen pınardır, diğeri ise "Tesnimdir." Bunu et-Tirmizi el-Hakim, Nevadiru'l-Usul'de zikretmiş ve şöyle demiştir: Buna göre Tesnim; mukarreb olanlaradır Bk. el-Vâkıa, 56/11 vd. onlara has bir içecektir. Kâfur ebrara aittir, onların içeceği bir içecektir. Ebrarın içeceklerine de Tesnimden katılır. Zencebil ile Selsebilden ebrarın içeceklerine katkı yapılır. Yüce Allah, Kur'ân'da bunu böylece sözkonusu etmiş ve bunların kimlerin içecekleri olduğundan sözetmemiştir. Ebrarın içeceklerine katkı olarak verilen içecek mukarrabine katkısız verilir. Ebrara katkısız olarak verilen içecek, diğer cennet ehline katkı olarak verilir. Ebrar sadık olanlar, mukarrebler ise sıddıklardır, 7Onlar, adakları yerine getirirler ve kötülüğü yaygın bir günden korkarlar. "Onlar, adakları yerine getirirler." Adakta bulundukları vakit onu yerine getirmemezlik etmezler. Ma'mer, Katade'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Allah'ın kendilerine farz kılmış olduğu namaz, zekat, oruç, hat, umre ve diğer vacibleri (yerine getirirler). Mücahid ve İkrime de şöyle demişlerdir: Onlar adakta bulundukları vakit, yüce Allah'ın hakkım eksiksiz yerine getirirler. el-Ferrâ'' ve el-Cürcani şöyle demişlerdir: İfadede takdir edilmesi gereken lâfızlar vardır. Onlar dünyada iken adaklarını yerine getirirlerdi, demektir. Araplar: İdi" lâfzını kimi zaman fazladan getirirler, kimi zaman da (gelmesi gerektiği halde) hazf ederler. Adak(nezr)ın gerçek mahiyeti, mükellefin yaptığı bir şey türünden, kendisine vacib kıldığı şey demektir. Şöyle de tarif edilebilir: Nezr (adak) mükellefin eğer kendisi kendisine vacib kılmasa yapması gerekmeyecek olmakla birlikte, kendisine vacib kıldığı itaatlere denilir, el-Kelbi dedi ki: "Adakları yerine getirirler" yani onlar ahıtlerini tamamlarlar. Anlam aynıdır. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler." (el-Hac, 22/29) Hac için ihrama girmek suretiyle kendilerini yerine getirmekle yükümlü tuttukları ibadetlerinin amellerini yerine getirsinler, demektir. Bu da Katade'nin açıklamasını pekiştirmektedir. Kişinin Allah'ın emrine uymak gibi, imanı gereği yerine getirmeyi üstlenmiş olduğu hususlar da nezrin (adakın) kapsamına girer. Bu açıklamayı el-Kuşeyri yapmıştır. Eşheb, Malik'ten şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Onlar, adakları yerine getirirler." âyetinde kastedilen köle azad etmek, oruç tutmak ve namaz kılmak adaklarıdır. Ebû Bekr b. Abdu'l-Aziz'in ondan yaptığı rivâyete göre de Malik şöyle demiştir: "Onlar adakları yerine getirirler." âyetinde ki adaktan kasıt, yemindir. "Ve kötülüğü yaygın" yüksek, dehşetli ve çok yaygın olan "bir gün" olan kıyâmet günün "den korkarlar" sakınırlar, çekinirler. "Yaygın" kelimesi sözlükte uzayıp giden demektir. Araplar: "Şişenin ya da camın çatlağı uzayıp gitti" derler. Şair el-A'şâ da şöyle demiştir: "Ayrılığı dolayısıyla kalpte uzayıp giden bir çatlak Bırakmış olduğu halde ayrılıp gitti o." Yangın yayıldı" demektir, Tan yerinin ışığı etrafa yayıldı" demektir. Hassan da şöyle demektedir: "Lüeyoğullarının ileri gelenleri için. önem taşımadı (Nadiroğullarına ait) el-Buveyre'deki yaygın yangın." Katade şöyle derdi: Allah'a yemin olsun ki, o günün kötülüğü gökleri ve yeri dolduracak kadar yaygındır. Mukâtil dedi ki: O günün kötülüğü göklere yayılacak, o bakımdan gökler çatlayacak, yıldızlar etrafa dağılacak, melekler dehşete kapılacak. Yeryüzündeki dağlar savrulacak, sular yerin dibine çekilecek. 8Yemeğe olan sevgilerine rağmen, yoksula, yetime ve esire yemek yedirirler. "Yemeğe olan sevgilerine rağmen... yemek yedirirler." İbn Abbâs ve Mücahid dedi ki: Azlığına ve ona olan sevgilerine, arzularına rağmen demektir. ed-Darani: Allah'ı severek (yemek yedirirler), diye açıklamıştır. Fudayl b. İyad: Yemek yedirmeyi severek yedirirler, diye açıklamıştır. er-Rabi b. Haysem'e dilenci geldi mi: Siz ona şeker yediriniz, çünkü Rabi şekeri sever, dermiş. "Yoksula" yoksulluk sahibi kimseye demektir. Ebû Salih'in, İbn Abbâs'dan rivâyetine göre; o şöyle demiştir: Yoksul, dolaşıp duran ve senden, malından bir şeyler isteyen kimse demektir. "Yetime" yani müslümanların yetimlerine, Mansur, el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bir yetim İbn Ömer'in yemeğinde hazır bulunurdu. Bir gün yemeğinin getirilmesini istedi, yetimi de aradığı halde bulamadı. İbn Ömer yemeğini bitirdikten sonra o yetim geldi, yiyecek bir şey bulamadı. Bu sefer ona sevik ve bal getirilmesini istedi ve: Haydi bunu ye. Allah'a yemin ederim, sen aldanmamış oldun, dedi. el-Hasen de şöyle dedi: Allah ,a yemin olsun İbn Ömer de aldanmamış oldu, dedi. "Ve esire" esir alınıp, hapsedilen, alıkonulana... Ebû Salih'in, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre; o şöyle demiştir: Burada esir, ellerinde bulunan müşrik kimsedir. Katade de böyle açıklamıştır. İbn Ebi Necih, Mücahid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Esir hapsedilip, alıkonulan kimse demektir. Said b. Cübeyr ve Atâ da: Esir haklı olarak hapsedilen kimse demektir, demiştir, Said b. Cübeyr'den de Katade ve İbn Abbâsın açıklamaları gibi bir açıklama nakledilmiştir. Katade dedi ki: Yüce Allah, esirlere iyilik yapılmasını emretmektedir. O günlerde esirler müşrik kimseler idi. Müslüman kardeşine yemek yedirmen ise daha öncelikli bir haktır. İkrime, esir, köle ile aynı şeydir demiştir. Ebû Hamza es-Sumalî dedi ki: Esirden kasıt kadındır. Buna Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisi delil teşkil etmektedir: “Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz. Çünkü onlar sizin yanınızda esir (gibi)dirler." Tirmizi, III, 467, V, 273; Nesâî, es-Sünenu'l-Kübrâ, V, 372. (Not: Hadisin doğru bir şe kikle anlaşılabilmesi için gösterilen yerlerden birisinde lamamiyle okunmasını salık veririz.) "Esirlerdir" demektir. Ebû Said el-Hudri dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yemeğe olan sevgilerine rağmen yoksula, yetime ve esire yemek yedirirler" âyetini okudu ve şöyle buyurdu: "Yoksul fakir kimsedir. Yetim babası olmayan kimsedir. Esir ise köle olan ve hapiste alıkonulandır." Bunu es-Sa'lebi zikretmiştir. Yoksula yemek yedirmenin zekat âyetiyle, esire yemek yedirmenin kılıç (cihadı emreden) âyet; ile neshedildiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı Said b. Cübeyr yapmıştır. Başkası ise şöyle demiştir: Hayır, bunun hükmü sabittir. Yetim ile yoksula nafile olarak yemek yedirilir. Esire yemek yedirmek ise onun canını muhafaza etmek içindir. İmâmın onun hakkında başka bir hükmü tercih etmesi hali müstesna. el-Maverdi dedi ki: Esir ile kıt akıllıyı kastetme ihtimali vardır. Çünkü böyle bir kimse ahmaklığının ve deliliğinin esareti altındadır. Müşrikin esir alınması ise İmâmın bu husustaki görüşüne bağlı olarak yapılacak bir uygulama ile belli olur ve o uygulama bir intikamdır. Burada ise (yemek yedirmek) iyilik ve ihsandır. Atâ'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Esir kıble ehlinden ve başkalarından olur. Derim ki; Sanki bu görüş bütün görüşleri kapsayan genel bir görüştür. Buna göre müşrik esire yemek yedirmek Allah'a yakınlaştırıcı bir ibadet olabilir. Şu kadar ki, bu nafile sadakadan yapılır, farz olan sadakadan ona yemek yedirilmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yoksul (miskin), yetim ve esir ile ilgili açıklamaları bunların dildeki türedikleri köklere dair bilgiler daha önceden yeteri kadarıyla (el-Bakara, 2/83. âyet, 7. başlık ile 85-86. âyetler, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. 9"Biz size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne bir teşekkür İsteriz." "Biz, size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz." Yani yoksula, yetime ve esire dilleriyle biz Allah'ın azabından korkarak, mükâfatını ümit ederek, "ancak Allah'ın rızası için" yemek yediriyoruz derler. "Sizden ne bir karşılık" mükâfat “ne bir teşekkür isteriz." Bundan dolayı bizi övmenizi de beklemeyiz. İbn Abbâs dedi ki: Onlar dünyada iken yemek yedirdiklerinde niyetleri bu idi. Salim'den, onun da Mücahid'den rivâyetine göre Mücahid şöyle demiştir: Onlar bu sözleri söylememişlerdi. Fakat şanı yüce Allah, onların bu hallerini bildiğinden bunu zikrederek bu yolla onları övdü ki; bu hususta insanların arzulan uyanıp, harekete gelsin. Said b. Cübeyr de böyle demiştir. Onun bu açıklamasını da ondan el-Kuşeyri nakletmiştir. Bir görüşe göre de bu âyet-i kerîme ensardan olan Mut'im b. Verka hakkında inmiştir. O bir adakta bulunmuş, bu adağını yerine getirmişti. Bedir'de alınan esirleri (yemeklerini) tekeffül eden kimseler hakkında indiği de söylenmiştir. Bunlar muhacirlerden yedi kişi idi: Ebû Bekir, Ömer, Ali, ez-Zübeyr, Abdurrahman b. Avf, Sa'd ve Ebû Ubeyde (radıyallahü anhdıyallahu anhum) idiler. Bunu da el-Maverdi zikretmiştir. Mukâtil dedi ki: Âyet-i kerîme bir günde hem bir miskine (yoksula), hem bir yetime, hem de bir esire yemek yediren ensardan bir kişi hakkında inmiştir. Ebû Hamza es-Sumalî dedi ki: Bana ulaştığına göre, bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü, bana yemek yedir. Allah'a yemin olsun ki ben çok sıkıntı içerisindeyim, dedi. Peygamber şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki: benim yanımda sana verecek yiyecek bir şey yoktur. Fakat (git başkasından) iste" dedi. O da ensardan birisine -hanımıyla birlikte akşam yemeği yemekte iken- gidip, ondan yiyecek bir şeyler istedi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da söylediklerini ona bildirdi. Kadın: Ona yemek yedir ve içecek bir şey ver, dedi. Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına bir yetim gitti. O da: Ey Allah'ın Rasûlü, bana yiyecek bir şeyler ver, gerçekten zorluk içindeyim. Peygamber: "Yanımda sana verecek yiyecek bir şey yok, fakat git iste" diye buyurdu, Ensara mensub aynı kişilere gitti, yemek istedi, yine hanımı; Ona yemek yedir, içecek bir şeyler ver, dedi. Adam da ona yiyecek bir şeyler verdi. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir esir gitti. Ey Allah'ın Rasûlü dedi, bana yemek yedir. Ben gerçekten çok sıkıntı içindeyim. Peygamber: "Allah'a yemin olsun ki yanımda sana verecek yiyecek bir şey yok, fakat git iste!" dedi. Yine aynı şahsa gidip, ondan bir şeyler istedi, Yine hanımı: Ona yemek yedir ve içecek bir şeyler ver, dedi. Bunun üzerine: "Yemeğe olan sevgilerine rağmen yoksula, yetime ve esire yemek yedirirler." âyeti nazil oldu. Bunu da es-Salebi zikretmiştir. Tefsir âlimleri de bu âyet-i kerîme, Ali ile Fatıma ve ismi Fıdda olan bir cariye hakkında inmiştir, derler. Derim ki: Ancak doğru olan bunun bütün iyi kimseler ve güzel bir iş yapan herkes hakkında indiğidir. O halde âyet umumidir. en-Nekkkaş, es-Sa'lebi, el-Kuşeyri ve müfessirlerden birden çok kimse Ali, Fatıma ve cariyelerinin başından geçen olay ile ilgili olarak asla sahih olmayan ve sabit olmayan bir hadis rivâyet etmişlerdir. Bu hadisi (güya) Leys, Mücahid'den o İbn Abbâs'tan, yüce Allah'ın: "Onlar adakları yerine getirirler ve kötülüğü yaygın bir günden korkarlar. Yemeğe olan sevgilerine rağmen yoksula, yetime ve esire yemek yedirirler" âyeti hakkında şöyle demiş: el-Hasen ve el-Hüseyn hastalanmış. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları görmeye gitmişti. Bütün Araplar da onları ziyarete gitti ve: Ey Hasan'ın babası dediler. -Cabir el-Cu'fi de bunu Ali'nin azatlısı Kamber'den rivâyet etmiş. O şöyle demiştir: el-Hasen ve el-Huseyn hastalandı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı onları ziyarete geldi. Ebû Bekir (radıyallahü anh) dedi ki: "Ey Hasan'ın babası..." Buradan itibaren hadis tekrar Leys b. Ebi Süleym'in rivâyeti ile devam etmektedir: Keşke senin bu çocukların için bir adakta bulunsan. Yerine getirilmeyen herbir adak ise bir şey değildir. Bunun üzerine Ali (radıyallahü anh) şöyle dedi; Eğer iki çocuğum iyileşirse, Allah için şükür olmak üzere üç gün oruç tutacağım. Nubeli (Sudanlı) bir cariyeleri de şöyle dedi: Eğer benim bu efendilerim iyileşecek olursa, ben de şükür olmak üzere Allah için üç gün oruç tutacağım. Fatıma da aynı şeyi söyledi, el-Cûfi'nin rivâyet ettiği hadisde: el-Hasen ve el-Hüseyn de şöyle dedi: Biz de aynı adağı üzerimize şart koşuyoruz. Nihayet iki çocuk da iyileşti. Fakat Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanedanı yanında az olsun, çok olsun hiçbir şey yoktu. Ali, Hayberli Şem'un b. Hariya'ya gitti. Bu yahudi birisi idi. Ondan üç sa' arpa borç İstedi. Bunu alıp evin bir tarafına koydu. Fatıma kalkıp, onun bir sa'ını öğüttü ve ekmek yaptı. Ali de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte namaz kıldı. Sonra eve geldi, önüne yemek kondu. el-Cûfi'nin hadisinde şöyle denilmektedir: Cariye o -arpanın bir sa'ını beş parça ekmek halinde pişirdi. İlk gün oruçları bitince onlardan herbirisine bir ekmek olmak üzere beş ekmek ve, kalın tuz önlerine konuldu. Tam o sırada onların yanına bir yoksul geldi, kapıda durup: Ey Muhammed hanedanının ahalisi selam sizlere. -el-Cûfi'nin hadisinde şöyle denilmektedir:- Ben Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetmin yoksullarından bir yoksulum. Allah'a yemin ederim aç bir kimseyim. Bana yemek yedirin, Allah da sîzlere cennet sofralarından yedirsin. Ali (radıyallahü anh) onun bu sözlerini işitince hemen şu beyitleri söyledi: "Ey fazilet ve yakın sahibi Fatıma Ey bütün insanların en hayırlısının kızı Şu zavallı yoksulu görmez misin? Kapıda (yemeğe) şevkle bakıp duruyor Allah'a şekva edip, ona boyun eğiyor. İşte bize aç ve hüzünlü birisi şikâyet ediyor. Herkes kazandığı karşılığında bir rehindir, Hayırlı işler yapan açıkça bellidir. Buluşacağımız yer İlliyyîn cennetidir Allah onu cimrilere haram kılmıştır. Cimrinin hakirce bir duruşu olacaktır Ateş onu Sicçîne ulaştıracaktır İçeceği onun Hamım ve Ğıslîndir Fakat hayırlı işler yapan tok (kabirden) kalkacaktır Ve her ne vakit olursa olsun cennete girecektir." Fatıma (radıyallahü anha) da şu beyitleri söyleyiverdi: "Ey amcamın oğlu, senin emrine ben itaat ederim Ben ne bayağı bir kimseyim, ne de aşağılık bir kimseyim. Sabahleyin ekmek pişirmeye başladım İşte şimdi başkasına yediriyorum ve buna aldırış etmem. Umarım ki aç bir kimseyi doyurursam En hayırlı kimselere ve o iyi cemaate kavuşurum Ve cennete (başkalarına da şefaat ederek) girerim." Böylelikle ona o yemeği yedirdiler, o gün ve gecelerini sade tuzdan başka hiçbir şeyin tadına bakmamış olarak geçirdiler. İkinci günde kalkıp ikinci sa'ı öğüttü ve ekmek yaptı. Ali de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte namaz kıldı, sonra eve geldi. Önlerine yemek konuldu. Bu sefer kapıda bir yetim dikildi. Muhammed'in evinin hanedanı selam sizlere. Babam akabe gününde şehit düşmüş, muhacir çöcuklarından bir yetimim. Bana yiyecek bir şeyler verin. Allah sizleri cennet sofralarından yedirsin. Ali onun bu sözlerini işitince şu beyitleri söyleyiverdi: "Ey şerefli efendinin kızı Fatıma Soyu belirli olan o yüce Peygamberin kızı İşte Allah bize bu yetimi gönderdi Bugün kim merhamet ederse çok merhametli demektir. Ve cennete sağ salim girecektir Fakat adi ve bayağı kimselere ebedi nimetler haramdır Bu kimse sırat-ı müstakimi aşamayacaktır Cahime düşecek ve cehennem ateşine ayağı kayıp yıkılacaktır İçeceği de cehennemliklerin irini ve Hamim olacaktır." Fatıma (radıyallahü anha) da şunları söyleyiverdi: "Bugün ona yediririm ve hiç de aldırmam Allah'ın rızasını aile efradıma tercih ederim Aç olarak akşamı ettiler, o benim küçük yavrularım Onların küçükleri savaşta öldürülecektir Kerbelada, öldürülecek bir suikastle Vay onun katiline ve onun alacağı vebale Cehennem onu aşağılara yuvarlayacaktır Ellerinde zincirler ve boynunda tasmalarla Bağlanmış olarak ve kat kat bağlanmış haliyle." Nihayet ona da yemeklerini verdiler ve su ve tuzdan başka bir şeyin tadına bakmamış olarak iki gün, iki gece geçirmiş oldular. Üçüncü günü geri kalan bir sa'lık arpayı alıp onu öğüttü ve ekmek yaptı. Ali (radıyallahü anh) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte namaz kıldıktan sonra eve geldi. Önlerine yemek konuldu. Bu esnada bir esir gelerek kapıda durup, şöyle dedi: Ey Muhammed'in evinin hanedanı selam sizlere! Bizleri esir alıyorsunuz, bağlıyorsunuz ve bize yemek yedirmiyorsunuz. Haydi bana yemek yedirin, ben Muhammed'in esiriyim. Ali onun sözlerini işitince şu beyitleri söyleyiverdi: "Peygamber Ahmed'in kızı Fatıma! Efendiler efendisi o peygamberin kızı! Allah ona ismini verdi, ismi Muhammed'dir onun Allah onu pek büyük güzelliklerle süsledi, İşte bu hidayet rehberi peygamberin esiridir Zincirlere vurulmuş ve tasmalarıyla ağır bir yük yüklenmiştir Uzanıp serilmiş haliyle bize açlıktan şikayet ediyor Bugün yemek yediren yarın onu bulacaktır t O pek yüce bir ve tek ve tevhid olunanın nezdinde Ekin ekenin ektiği yakında biçilecektir Sen buna ver ve sakın bunu istediğini elde etmemiş olarak geri çevirme!" Fatıma (radıyallahü anha) hemen şu beyitleri söyleyiverdi: "O gelenden sadece bir sa’ kaldı Artık kolumla birlikte elim de gitti. iki oğlum -yemin olsun Allah'a- açtırlar, Rabbim Sen onları zayi etme Babaları çokça hayır işleyen birisidir Görülmemiş bir şekilde iyilik yapandır Kolları uzundur, bileği güçlüdür Üstelik benim başımı örtecek örtüm de yoktur Sadece ince deriden kesilmiş ve örülmüş bir örtüm dışında." Nihayet ona da yemeği verdiler ve böylelikle üç gün üç gece su ve tuz dışında hiçbir şeyin tadına bakmamış olarak geçirdiler. Dördüncü günde Allah için yaptıkları adaklarını da bitirmiş oldular. Ali sağ eline Hasan'ı, sol eline Hüseyin'i alıp Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına götürdü. Aşırı açlıktan kuş yavruları gibi titriyorlardı. Rasûlullah onları görünce şöyle dedi: "Ey Ebû'l-Hasen gördüğüm bu haliniz ne kadar da zor ve çetin. Haydi hep birlikte kızım Fatıma'ya gidelim." Onun yanına gittiklerinde namazgahına çekilmiş olduğunu gördüler. Karnı sırtına yapışmış, aşırı açlıktan gözleri içeriye çekilmişti. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu görüp yüzünden aç olduğunu anlayınca ağlayıp şöyle dedi: "Rabbim, ne olur imdadımıza yetiş! Muhammed'in hanedanı açlıktan ölüyor," Cebrâîl inip: Selam sana dedi. Ey Muhammed Rabbinin sana selamı var. Haydi sen bunu ehl-i beytin için al dedi. Peygamber: "Neyi alayım, ey Cebrâîl" deyince, ona şu buyrukları okudu: "İnsan üzerinden öyle uzun süre geçti ki... yemeğe olan sevgilerine rağmen yoksula, yetime ve esire yemek yedirirler. Biz, size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık, ne bir teşekkür isteriz" âyetlerini ona okuttu. Tirmizi el-Hakim Ebû Abdullah "Nevadiru'l-Usul" adlı eserinde şunları söylemektedir: Bu uydurma ve düzmece bir hadistir. Bunu uydurup, düzen o kadar aşırıya gitmiş ki; işitenler bu hususta şüpheye dahi düştüler. Bu hadisi bilmeyen bir kimse bu durumda olmadığından dolayı üzülerek dudaklarını ısırır. Halbuki bu işi yapan kimsenin yerilmiş olduğunu da bilmez. Çünkü yüce Allah Kitabı keriminde şöyle buyurmuştur: "Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan arta kalanını." (el-Bakara, 2/219) Bu ise; kişinin kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarından arta kalandır. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da: "En hayırlı sadaka zengin iken verilen sadakadır" Buhârî, II, 51», V, 204H; Müslim, II, 717, Ebû Davud, II, 129, Nesâî, V, (i2, 69; Müsned, II, 230, 27H, 394, 402, 434, 476. ile; "Önce kendinden başla, sonra geçindirmekle yükümlü olduklarından" Tirmizi el-Hakim, Nevadiru'l-Usûl, I, 246. dediği neredeyse mütevatiren sabit olarak gelmişlerdir. Yüce Allah da kocalarına hanımlarının ve çocuklarının nafakasını karşılamayı farz kılmıştır. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Kişinin temel ihtiyaçlarım karşılamakla yükümlü olduğu kimselere bakmaması ona günah olarak yeter." İbn Hihhan, Sahih, X, 51; Hakim, el-Müstedrek, I, 575, Ebû Davud, II, 132; Müsned, II, 160, 193, 194, 195. Acaba aklı başında bir kimse, Ali (radıyallahü anh)'ın bu işi bilmediğini ve bunun sonucunda da beş ya da altı yaşlarında küçük ve gencecik yavruları üç gün üç gece aç bırakabileceğini nasıl düşünebilir? Öyle ki açlıktan dolayı alabildiğine bitkinleşmişler, karınları bomboş olduğundan ötürü gözleri içeriye kaçmış... O kadar ki Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sıkıntılarından dolayı ağlamıştı. Farzedelim ki Ali (radıyallahü anh) bu dilencileri kendisine tercih etti. Hanımını bu işe zorlaması câiz olur muydu? Farzedelim ki hanımı Ali'nin bu davranışını hoş gördü, Peki çocuklarını geceli gündüzlü üç gün aç bırakması câiz miydi? Böyle bir şey ancak ahmak ve cahiller tarafından iltifat görür. Allah, uyanık kalplerin, Ali hakkında böyle bir zan beslemelerine imkan ve fırsat vermemiştir. Her gece Ali ile Fatıma'nın söyledikleri bu beyitleri, onlardan herbirisinin diğerine verdiği cevaplarını kimin ezberlediğini ve nihayet bu ravilerin bunu nasıl aktarabildiklerini bir bilebilsem. Bu ve benzeri hadisler görebildiğim kadarıyla hapiste kalanların uydurmalarıdır. Bana ulaştığına göre birtakım kimseler müebbet hapse mahkum edilirler, çaresiz kalınca gece sohbeti ve benzeri şeylere dair birtakım sözler yazarlar. Bu gibi hadisler de uydurmadır. Bunlar bu işin üstadlarının eline ulaştı mı onu, bir kenara atarlar ve uydurma olduklarını ortaya koyarlar. Bir afeti ve bir tuzağı olmayan hiçbir şey yoktur. Dindarlığın afeti ve tuzağı ise herşeyden çoktur. 10"Çünkü biz, Rabbimizden asık yüzlü, çatık kaşlı bir günden korkarız." "Çünkü biz, Rabbimizden asık yüzlü, çatık kaşlı bir günden korkarız" âyetindeki: “Asık yüzlü" Lâfzı, günün sıfatlarındandır. Yani dehşet ve şiddetinden yüzlerin asılacağı bir gün demektir. Buna göre anlam şöyle olur: Biz asık yüzlülüğün olduğu bir günden korkuyoruz. İbn Abbâs dedi ki: O günde kâfir yüzünü öyle bir asar ki, teri katran gibi akar. Yine İbn Abbâs'dan "asık yüzlü (el-abus)"un dar, "çatık kaşlı (el-kamtarir)" de uzun demektir. Şair de şöyle demiştir: "Çetin, abus ve kamtarîr..." "Kamtarîr" şiddetli anlamında olduğu da söylenmiştir. Araplar: Çok şiddetli ve çetin gün" derler. Ayn: anlamda olmak üzere: ile derler. el-Ferrâ' da şu beyiti zikretmektedir: "Ey amcamız çocukları, siz bizim üzerinize belâ gibi gelişimizi hatırlıyor musunuz? Çok şiddetli ve çetin gün idi (sizin İçin)." Burada görüldüğü gibi bu lâfız, "kaf" harfi ötreli olarak telaffuz edilmiştir. Şiddetli oldu, çetin oldu" demektir. el-Ahfeş dedi ki: Beia ve musibeti itibariyle en çetin ve en uzun gün"e denilir. Şair şöyle demiştir: "Savaşın tozu dumanı çıktığı vakit kaçınız Ve asık suratlı, çetin, belalı günde o savaş şiddetlendiğinde." el-Kisâî de şöyle demektedir: Gün çok zorlu ve çok çetin oldu" denilir. Bu şekilde olan güne; denilir. denildiği de olur. el-Huzelî şöyle demektedir; "Biz, savaşın, şiddetli ve çetin savaşın çocuklarıyız, (o) günler için emzirildik O gün kim bizimle karşılaşırsa kaçıp gidecektir." Mücahid dedi ki: "Asık yüzlü (el-Abûs)" (Kik), iki dudak ile olur. "Çatık kaşlı (el-kamtarîr)" (lık) ise alın ve kaşlarla olur. Yüce Allah, bunu o günün dehşetinden, değişen yüzün nitelikleri arasında zikretmektedir. İbnu’l-Arabî şu beyiti zikreder: "Avın üzerine gider ve kırılmış olarak döner Bir süre kaşlarını çatar ve yüzünü asar." Ebû Ubeyde dedi ki: Kaşlarını çatmış adam" denilir. ez-Zeccâc dedi ki: Dişi deve kuyruğunu kaldırıp, kalçalarını yaklaştırıp, burnunu uzatması halinde: denilir. Bu halde bu fiil; 'dan türetilip, fazladan "mim" ilave edilmiş olmaktadır. Esed b. Naisa dedi ki: "Her gün savaşların ateşiyle kavruldum Kötülüğü çok yoğun ve sabahı çatık kaşlı olan." 11Bundan dolayı Allah da bugünün şerrinden onları korur ve onlara bir güzellik, bir sevinç verir. "Bundan dolayı Allah da bu günün şerrinden" şiddetinden, azabından "onları korur" (azap ve şiddetini) onlardan uzaklaştırır "ve onlara bir güzellîk, bir sevinç verir." Onunla karşılaşacakları vakit, yani onu görecekleri vakit, bunları onlara ihsan eder. el-Hasen ve Mücahid dedi ki: Yüzlerinde "bir parlaklık" ve kalplerinde "bir sevinç" olacaktır. "Parlaklık" üç türlü açıklanmıştır. Birincisine göre, beyazlık ve temizliktir. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. İkincisine göre güzellik ve çekiciliktir. Bu açıklamayı da İbn Cübeyr yapmıştır. Üçüncüsüne göre ise, nimetin etkisidir. Bu açıklamayı da İbn Zeyd yapmıştır, 12Sabretmeleri sebebi ile de onları cennetle ve ipek ile mükâfatlandırır. "Sabretmeleri" fakirliğe, el-Kurazi'nin görüşüne göre oruca, Atâ'ya göre oruç tutmayı adadıkları günler olan üç gün aç kalmaya katlanmaları "sebebi ile de onları... mükâfatlandırır." Yüce Allah'a itaatleri, Allah'a masiyet ve onun haramlarını işlememek hususunda direnmeleri dolayısıyla mükâfatlandırılacakları da söylenmiştir. “Sabretmeleri sebebi ile" âyetindeki mastar anlamını verir. Bu açıklama, bu âyet-i kerimenin bütün iyi kimseler ve güzel iş işleyenler hakkında indiğinin kabul edilmesine göredir. İbn Ömer'in rivâyetine göre, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sabır hakkında soru sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: "Sabır dört türlüdür. Bunların ilki ilk sadme esnasında sabırdır. Farzları edaya karşı sabır, Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzak durmaya karşı sabır ve musibetler üzere sabır." Sadece: "Sabır ilk sadme sırasında gösterilendir" anlamım veren bölümüyle: Tirmizî 111, 314; İbn Mace, II, "Onları cennetle ve ipek ile mükâfatlandırır." Yani yüce Allah, onları cennete girdirmiş, onlara ipek giydirmiştir. Buna dünyadaki ipek ismi verilir. Âhirette de aynı şekilde ona bu isim verilmekle birlikte, yüce Allah'ın dilediği şekilde üstünlükleri vardır. Dünyada ipek giyinen kimsenin âhirette ipek giymeyeceğine, cennette bu ipeğin dünya hayatında Allah'ın dünyada giyilmesini haram kılmış olduğu elbiseleri giymekten kendilerini alıkoymaları karşılığında bir mükâfat olarak ipeğin onlara giydi rileceği ne dair açıklamalar daha önceden (el-Hac, 22/23. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 13Orada tahtlara yaslanırlar. Orada güneş de görmeyeceklerdir, soğuk da. "Orada" cennette "tahtlara" yani süslü çadırlar içerisindeki tahtlara -(el-Kehf, 18/30-31. âyetlerin tefsirinde) geçtiği üzere- "yaslanırlar." Bu âyetteki "(........): Yaslanırlar" lâfzının nasb ile gelmesi "onları... mükâfatlandırır" lâfzındaki zamirden hal olduğundan dolayıdır. Amili ise "mükâfatlandırır" fiilidir. "Sabretmeleri" fiili onda amel elmez. Çünkü sabır dünyada idi, yaslanmak ise âhirettedir. el-Ferrâ'' dedi ki: Arzu edildiği takdirde "yaslanırlar" anlamındaki lâfız tabi kabul edilebilir. Sanki: "(........); İçinde yaslanacakları bir cennet ile onları mükâfatlandırmıştır" denilmiş gibidir. Arapçada birtakım nitelikler ihtiva eden isimler vardır. Bunlardan birisi (bu âyet-i kerimede geçen): "erike: tahf'dır. Ancak bir çadır içerisinde ve yüksekçe bir yer üzerinde kurulur. Su ile dolu olan kovaya isim olan "es-secl" de bunlardan birisidir. Eğer içinde su bulunmayacak olursa ona bu isim verilmez. "Zenub (dolu kova)" da dolu olmadıkça bu ismi almaz. Şarab ile dolu olmayan kaba "ke's (kase)" denilmez. Üzerinde hediyenin gönderildiği tabağa "mihda" denilmesi de böyledir. Eğer bu tabak boş olursa ona "tabak" ya da "hivan" denilir. Şair Zu'r-Rimme şöyle demiştir: "Yolda cefa çekmiş böğürler ki nihayet bunlar (aşırı uykusuzluktan) Sert yere yaslandıkları vakit bile, tahtların yumuşaklığını hissederler." Bununla kastettiği tahtlar üzerindeki döşeklerdir. "Orada güneş de görmeyeceklerdir" yani cennette güneşin sıcağı gibi fazla sıcak görmeyecekleri gibi aşırı derecede "soğuk da" almayacaklardır, el-A'şâ şöyle demektedir; "Ne güneş görmüş, ne de aşırı soğuk Nimet içinde sıkıntı görmemiş bir yaban ineği gibidir." Ebû Salih'ten, o Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ateş, aziz ve celil olan Rabbine şikayet ederek dedi ki: Rabbim, benim bir kısmım diğer kısmımı yedi. Bunun üzerine yüce Allah ona kışın bir nefes, yazın bir nefes olmak üzere iki nefes hakkı tanıdı. İşte gördüğünüz o aşırı soğuk, zemheririndendir. Yazın duyduğunuz sıcak ise onun deri gözeneklerine işleyen semumundandır." Tirmizî, IV, 711; Ebû Avane, Müsned, I, 348; Ebû Yala, Müsned, VII, 280, X, 271 Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Güneşin havası Secsecdir. Ne sıcaktır, ne de soğuk." Abdullah b. Mesudun sözü olarak: İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, VII, 30; İbn Ebi Âsım Zühd, s. 213; İbnu'l-Mübarek, Zühd, s. 534; Darakutni, İM, V, 151. Secsec tan yerinin ağarması ile güneşin doğması arasında uzayıp giden gölge demektir. Murre el-Hemdani dedi ki: Zemherir, aşırı soğuk demektir. Mukâtil b. Hayyan dedi ki: O son derece soğuk olup, semadan inen iğne uçları gibi bir şeydir. İbn Abbâs dedi ki: O bir çeşit azaptır ve aşırı soğuk demektir. Öyle ki cehennemlikler bile ona atılacakları vakit, yüce Allah'dan kendilerinin ateş ile bir sene azaplandırmalarını isteyecekler ve bu onlar için Zemherirdeki bir günlük azapdan daha hafif gelecektir. Ebû Necm dedi ki: "Yahut bir rüzgar isem bir zemheririm." Sa'leb dedi ki: Zemherir, Taylıların lehçesinde ay demektir. Nitekim şairleri şöyle demiştir: "Ve bir gece ki; karanlıkları gittikçe koyulaştı Ve ben o geceyi geçtim, zemherir (ay) ise hiç parlamadı." Son kelime: Görünmedi" diye de rivâyet edilmiştir ki, ay doğmadı, demektir. O halde anlam şöyle olur: Onlar orada dünya güneşi gibi bir güneş, dünya ayı gibi bir ay görmeyeceklerdir. Yani onlar gecesi ve gündüzü olmayan, kesintisiz bir aydınlık içerisinde olacaklardır. Çünkü gündüzün aydınlığı güneş iledir, gecenin aydınlığı da ay iledir. Bu anlamdaki açıklamalar gayet güzel bir şekilde Meryem Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Onlara orada sabah ve akşam rızıkları verilecektir" (Meryem, 19/62) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs dedi ki: Cennet ehli cennette iken ansızın bir aydınlık görecekler ve bunu güneş zannedecekler. Gördükleri bu aydınlık da cenneti aydınlatmış olacak. Onlar: Rabbimiz: "Orada güneş de görmeyeceklerdir, soğuk da" diye buyurmuştur. Peki bu ışık, bu aydınlık nedir? diyeceklerdir. Rıdvan onlara şöyle diyecek: Bu ne güneştir, ne de ay. Bu aydınlık, gülen Fatıma ve Ali sebebiyledir. Cennetler onların gülmelerinden ötürü aydınlandı, Yüce Allah zaten: "İnsan üzerinden öyle uzun süre geçti ki..." (1. âyet) âyetini onlar hakkında indirmiştir. İbn Abbâs şu beyitleri de okudu. "Ben hakkında "hel etâ (... geçti mi)" âyetinin İndirildiği bir fetanın mevlasıyım (dostuyum) İşte o Aliyyu'l-Murtazadır, Mustafa'nın amcasının oğludur." 14Gölgeleri üzerlerine yakın olup, meyveleri ise alabildiğine boyun eğdirilmiş halde olacaktır. "Gölgeleri üzerlerine yakın olup..." Cennetteki ağaçların gölgeleri iyi kimselere pek yakın olacaktır. Her ne kadar orada güneş ve ay olmayacak ise de cennetliklerin nimetlerinin daha da arttırılması için bu ağaçlar onları gölgelendirecektir. Nitekim onların tarakları altın ve gümüşten olacaktır. Her ne kadar orada temizlenmeyi gerektirecek kir, pas olmasa dahi. Şöyle de denilmiştir: Cennette ağaçların yüksekliği yüz yıllık bir süre kadar olacaktır. Allah'ın dostu ağacın meyvesini arzu edecek olursa, eliyle o meyveyi alacak şekilde dalları ona yakınlaşır, "Yakın olup" lâfzı "yaslanırlar" lâfzına atıf olarak hal olmak üzere nasbedilmiştir. Bu da; "Abdullah evde yaslanmış olarak ve üzerine perdeler indirilmiş olarak bulunmaktadır" demeye benzer. Cennetin sıfatı olarak nasbedildiği de söylenmiştir. Yani yüce Allah, onları (dalları) yakınlaşmış cennet ile mükâfatlandıracaktır. Bu durumda bu, hazfedilmiş bir mevsufun sıfatıdır. "Orada güneş de görmeyeceklerdir, soğuk da" âyetinin mahalline göre nasbedildiği de söylenmiştir ve onlar orada ... dallarını yakın görürler demektir. Övgü olmak üzere nasbedildiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' yapmıştır. “Gölgeleri" lâfzı "yakın olup" anlamı verilen fiil ile red edilmiştir. Bununla birlikte; Yakın" lâfzı haber olarak; buna karşılık; Gölgeler" de mübteda olarak merfu' okunsaydı yine câiz olurdu. Bu durumda cümle: "Onları... mükâfatlandırır" âyetindeki "ondan" anlamındaki zamirden hal konumunda olur. Böyle de okunmuştur. Abdullah (b. Mesud)'un kıraatinde fiil önceden geçmiş olduğu için: diye de okunmuştur. Ubeyy b. Kab'ın kıraatinde ise yeni bir cümle başı olarak; şeklinde ref ile okunmuştur. "Meyveleri ise alabildiğine boyun eğdirilmiş halde olacaktır." Meyveleri onlara alabildiğine musahhar kılınmış olacaktır. Ayakta olan da, oturan da, yatan da onları alabilecektir. Uzaklıkları ya da dikenli oluşları dolayısıyla eller geri boş dönmeyecektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Mücahid de şöyle demiştir: Birisi kalkacak olsa meyve onun için yükselir, oturursa üzerine sarkar, yatarsa ona yaklaşır o da o meyveden yer. Yine ondan şöyle dediği nakledilmiştir. Cennetin zemini gümüştür, toprağı zaferandır, kokusu Ezfer miskidir, ağaçlarının gövdesi altın ve gümüş olacaktır, dalları inci, zeberced ve yakuttur, meyveler ise bütün bunların altında olacaktır, Bu meyvelerden ayakta yiyeni rahatsız etmeyeceği gibi, oturarak yiyen de, yatarak yiyen de rahatsız olmayacaktır. İbn Abbâs dedi ki: Meyvelerinden almak isteyecek olursa, hemen istediğini alabilecek şekilde, meyveler onun önüne sarkar. Mahsullerin, meyvelerin Önünde boyun eğdirilmesi onları alıp koparmanın kolaylaştırılması demektir. Meyveler" demektir, tekili "kaf" harfi kesreli olarak: şeklinde gelir. Ona bu ismin veriliş sebebi: Koparılmaları" dolayısıykdır. Nitekim toplanan mahsûle toplandığı için: denilmesi de buna benzemektedir. "Alabildiğine boyun eğdirilmiş" ifadesi daha önce nitelendirilen "boyun eğme"nin tekidini ifade eder. Yüce Allah'ın: "Biz onu kısım kısım indirdik." (el-İsra, 17/106); "Ve Allah, Mûsa ile de -özel bir şekilde- konuştu" (en-Nisa, 4/164) âyetinde olduğu gibi. el-Maverdî dedi ki; Mahsullerine boyun eğdirilmesinîn: Bu mahsûllerin kaplarından tomurcuk halinde çıkarılıp, onlara gösterilmesi ve çekirdeksiz olması, anlamında olma ihtimali de vardır. Derim ki: Bu uzak bir manadır. Çünkü İbnü'l-Mübarek rivâyetle şöyle demektedir: Bize Süfyan, Hammâd 'dan haber verdi. O Said b. Cübeyr'den, o İbn Abbâs'dan dedi ki; Cennet hurmalarının gövdeleri yeşil zümrütten, dalları kırmızı altından, yaprakları cennetlikler için giyecek olacaktır. Onların kesip giyinecekleri elbiseler ve hülleler onlardandır. Mahsûlleri ise testiler ve kovalar gibidir. Sütten daha beyaz, baldan daha tatlı, tereyağından daha yumuşak olacaktır, içinde de çekirdeği bulunmayacaktır. Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: Suyun zeSil kıldığı yani alabildiğine doyurduğu mahsûle de: denilir. Yumuşaklığı dolayısıyla en hafif bir rüzgarın eğdiği şeye de bu isim verilir, güzelce düzeltilen şeye de bu isim verilir. Çünkü Hicazlılar: Hurma ağaçlarını düzelt" derler. Aynı şekilde mahsûlünün alınması yüksekte olmadığı için kolay olana da bu isim verilir. Bu da onların: Yüksek olmayan duvar" tabirlerinden alınmıştır. Ebû Cafer dedi ki: Bizim naklettiğimiz bu görüşleri dil bilginleri de zikretmiş olup, İmruu'l-Kays'ın şu mısraı hakkında bu açıklamaları yapmışlardır: "Bacakları ise pek çok sulanmış ve yapraklarla korunmuş bir hurma fidanının boğumu gibidir." 15Etraflarında gümüşten kaplar ve billur sürahiler dolaştırılır. "Etraflarında gümüşten kaplar ve billur sürahiler dolaştırılır." Yani bu, iyilerin, etrafında içki içmek istediklerinde hizmetçileri: "gümüşten... kaplar" ile dolaşırlar. İbn Abbâs dedi ki: İsimler dışında dünyada bulunanlardan hiçbir şey cennette yoktur. Yani cennette bulunan şeyler daha şerefli, daha üstün ve daha arı ve temizdir. Diğer taraftan altın kap, kaçakların olmayacağı belirtilmemiştir. Ancak anlam onlara gümüş kaplarla içki sunulacağıdır. Altın kaplarla içki sunulacak olması da mümkündür. Çünkü yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Altından tabaklar ve testiler dolaştırılır onlara." (ez-Zuhruf, 43/71) Şöyle de açıklanmıştır: Gümüş sözkonusu edilmek suretiyle altına da dikkat çekilmiş olmaktadır. Yüce Allah'ın: "Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler" (en-Nahl, 16/81) âyetinin: "Ve soğuktan kuruyacak elbiseler..." anlamını da ihtiva ettiği gibi. Birincisini sözkonusu ederek ikincisine dikkat çekmiş olmaktadır. "Sürahiler: Kulpları ve emzikleri olmayan büyük testiler" demektir. Bunun tekili; ...diye gelir. Adiy de söyle demiştir: 'Taslanmış olduğu halde kapıları çalınır onun Köle onun yanına sürahi ile gelir." Daha önce ez-Zuhruf Sûresi'nde (43/71. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. "Billur sürahiler dolaştırılır (evet)... gümüşten billur (gibi) kaplar" Yani bu kaplar billur gibi şeffaf, gümüş gibi beyaz olacaktır. Bu kaplar gümüşten olduğu halde şeffaflıkları da cam gibi alacaktır. Şöyle de denilmiştir; Cennetin zemini gümüştendir. Kapları ise cennetin toprağından alınıp yapılacaktır. Bunu İbn Abbâs zikretmiş ve şöyle demiştir: Cennette her ne varsa mutlaka dünyada size onun benzeri verilmiştir. Bundan sadece gümüşten billur gibi kaplar müstesnadır. Yine şöyle demiştir: Eğer dünya gümüşünden bir parça alıp onu sinek kanadı gibi inceltinceye kadar dövecek olsan yine onun arkasında bulunan suyu göremezsin; fakat cennetteki billur kaplar, billur gibi arı ve şeffaf, gümüş gibi (beyaz) olacaktır. 16Miktarlarını kendilerinin tayin ettiği gümüşten billur kaplar. "Miktarlarını kendilerinin tayin ettiği" âyeti genel olarak "kaf" ve "dal" harfleri fethah okunmuştur. O kaplan etraflarında dolaştıran sakilerin kendilerine takdir ettiği.., demektir. İbn Abbâs, Mücahid ve başkaları da şöyle demiştir: Fazlalık ya da eksiklik sözkonusu olmaksızın, içmeye ihtiyaç duydukları kadarıyla miktarlarını tayin edeceklerdir. el-Kelbi dedi ki; Böylesi hem daha lezzetli, hem daha da çekicidir. Yani etraflarında bu içkileri dolaştıran melekler, bu miktarları takdir edecektir. Yine İbn Abbâs'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bunları avuç dolduracak kadar takdir edeceklerdir. Ne fazla, ne de eksik; ta ki ağırlığı ile yahutta az miktarı ile onları rahatsız etmesin. Bir diğer açıklamaya göre de; o içeceğin miktarını bizzat içeceklerin kendileri arzuladıkları şekilde takdir edecek ve miktarlarını öylece tesbit edeceklerdir. Ubeyd b. Umeyr, eş-Şa'bi ve İbn Sîrin ise "kaf" harfini ötreli, "dal" harfini de kesreli olarak; diye okumuşlardır ki, onların isteklerine göre istedikleri miktarda onlara sunulur demektir, el-Mehdevi bu kıraati Ali ve İbn Abbâs (Allah ikisinden de razı olsun)'dan zikretmekte ve şöyle demektedir. Bu şekilde okuyanların kıraatinin anlamı da diğer kıraatin anlamı çerçevesi içerisindedir. Sanki bunun asli: şeklinde olmakla birlikte, cer harfi hazfedilmiş gibidir. Mana da: Bu miktar onlar için takdir ve tesbit edilmiştir" şeklindedir. Sîbeveyh şu beyiti nakletmektedir: "Sen, Irak buğdayını ömür boyunca yemeyeceğim diye yemin ettin Halbuki o buğdayı o şehirde (Şam'da) böcekler yemektedir." Burada; Irak buğdayı hakkında anlamında olduğu kabul etmiştir. Şöyle de açıklanmıştır: Burada sözü edilen miktarların tayin edilmesi şu demektir: Kaseler uçar ve içenin arzusu kadarı ile içki ile dolar. İşte yüce Allah'ın: "Miktarlarını kendilerinin tayin ettiği" âyeti bunu anlatmaktadır. Bu miktar ne ihtiyaçtan fazladır, ne de eksiktir. Bardaklara canı çekenin arzu ettiği miktarı bilmesi, ilham yolu ile bildirilecek ve bardaklar da o mikcan dolduracaktır. Bu görüşü Tirmizi el-Hakim Nevâdiru'l-Usul adlı eserinde zikretmiş bulunmakladır. 17Onlara orada katkısı zencefil olan kadehle içirilir. "Onlara oradan katkısı zencefil olan kadehle içirilir." Buradaki kadh’den kasıt, kabın içerisindeki şaraptır, Olan' ise sıladır. Katkısı zencefildir" takdirindedir veya: Allah'ın hükmünde zencefil olan" takdirindedir. Araplar, kokusunun hoşluğu dolayısıyla zencefil katılan içkiden zevk ve lezzet alırlardı. Çünkü zencefil dilde hoş bir tat bırakır ve yiyeceğin hazmedilmesini kolaylaştırır. Nimetin ve güzelliğin en ileri derecesi olduğuna inandıkları hususlar sözkonusu edilerek, âhiretteki nimetlere arzulan böylece daha da arttırılmaktadır. el-Müseyyeb b. Ales kadının ağzından sözederken şöyle demektedir: "Sanki zencefil tadı ile en saf ve güzel şarabın tadı Vardır onda, tadına baktığın vakit." Bu beyitin "şarab" anlamına gelen son kelimesi "üzüm asması" anlamında: diye de rivâyet edilmektedir. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Sanki zencefilden bir tutam ile süzülmüş bir bal Ağzında geceyi geçirmiş gibidir." el-A'şâ'nın şu beyiti de buna benzemektedir; "Sanki karanfil ile zencefil bir de süzülmüş bir bal Ağzında geceyi geçirmiş gibidir." Mücahid dedi ki: Zencefil, iyilerin İçkilerine katılan pınarın adıdır. Katade de böyle demiştir: Zencefil mukarreb kimselerin kendisinden katıksız olarak içecekleri diğer cennet ehline ise katkı olarak içirilecek olan pınarın adıdır. Kendisinde zencefil tadı bulunan cennetteki bir pınar olduğu da söylenmiştir, Bunun zencefil katılmış içki anlamını taşıdığı da söylenmiştir ki, sanki o içkide zencefil vardır, demek olur. 18Orada "Selsebil" diye adlandırılan bir pınar vardır. "Orada" yani cennette "selsebil diye adlandırılan bir pınar vardır." Bu âyetteki: Bir pınar" lâfzı "kadeh" anlamındaki lafızdan bedeldir. Bununla birlikle bir fiil takdiri ile nasbedilmesi de mümkündür. Bu da bir pınardan içerler, içirilirler, demek olur. Ayrıca: Bir pınardan" anlamını veren cer harfinin düşürülmesi ile nasbedilmesi de mümkündür, "Allah'ın kullarının kendisinden içtikleri... bir pınardır" (6. âyet) âyetinde açıklandığı gibi. "selsebil" lezzet veren içki demektir. Bu da: 'den "fa'lelîl" veznine getirilmiş bir kelimedir. Araplar; ile şekillerini hep aynı anlamda kullanırlar ve; "bu tadı hoş ve lezzetli içecek, içki" demektir. es-Sıhah'da şöyle denilmektedir: Su boğazda aktı." Onu (boğaza) ben akıttım" demektir. Tatlı oluşu, "arı ve duru oluşu dolayısıyla boğazdan kolaylıkla geçen su" demektir. şeklindeki ötreli okuyuş da bu anlamdadır. ez-Zeccâc şöyle demektedir: Sözlükte "selsebil" son derece rahat, akıcı olan şeyin adıdır. Sanki o pınara, bu niteliği isim olarak verilmiş gibidir. Mücahid'den de şöyle dediği nakledilmiştir: Selsebil boğazlarında çok rahat akan, akışı kolay olan demektir. Buna benzer bir açıklama İbn Abbâs'dan nakledilmiştir: Bu çok rahat akan anlamındadır. Bu açıklamayı el-Maverdi zikretmiş bulunmaktadır. Hassan b. Sabit (radıyallahü anh)'ın şu beyitinde de bu anlamdadır: "Kendilerine gelen konuklara, Boğazdan rahat geçen, beyaz şarap katılmış Berada ırmağından içirirler." Ebû'l-Aliye ve Mukâtil dedi ki: O pınara "Selsebil" adının verilmesi yollarda ve meskenlerinde onların bulundukları yerden akmasıdır. Bu pınar Adn Cennetinden Arşın dibinden kaynar ve cennet ehlinin bulunduğu yerlerde akar. Katade dedi ki: Bu diledikleri tarafa akıtılabilen ve onlara itaat eden, her tarafta kolaylıkla akan bir sudur. Buna yakın bir açıklama İkrime'den de rivâyet edilmiştir. el-Kaffal dedi ki; Yani orası çok üstün ve şerefli bir pınardır. Sen oraya ulaşabilecek yolu soruştur ve bul! Bu açıklama Ali (radıyallahü anh)'dan da rivâyet edilmiştir. Yüce Allah'ın: "Adlandırılan" âyeti şu demektir: Bu pınar, meleklerin nezdinde de, iyi kimseler nezdinde de, cennet ehli nezdinde de bu isimle anılır, "Selsebil"İn munsarıf olarak kullanılması âyet sonu oluşundan dolayıdır. Yüce Allah'ın; "Türlü zanlar" (el-Ahzab, 33/10) ile; "Yoldan" (el-Ahzab, 33/67) buyruklarına benzemektedir. 19Etraflarında ölümsüz, yeni yetişmiş çocuklar da dolaşır. Onları gördüğün zaman, kendilerini saçılmış inci sanırsın. "Etraflarında ölümsüz, yeni yetişmiş çocuklar da dolaşır" âyeti ile kaplarla etraflarında kimlerin dolaşacağım açıklamaktadır. Yani onlara ebedi kılınmış, yeni yetişmiş çocuklar hizmet edecektir. Çünkü böyleleri hizmeti daha çabuk görürler. Daha sonra "ölümsüz" diye buyurmaktadır. Yani bunlar gençlikleri, tazelikleri, güzellikleri üzere kalacaklardır. Yaşlanmazlar, değişikliğe uğramazlar. Zaman ne kadar geçerse geçsin aynı yaşta kalırlar. "Ebedi kılınmışlar" ölmeyecekler, ölümsüz kimseler diye de açıklanmıştır. Bunlara bilezik giydirilmiş, küpeler takılmış, diye de açıklanmıştır. Yani bunlar süslenmiş olacaklardır. Çünkü: Süslemek" anlamındadır. Bu husus daha önceden (el Vakıa, 56/17. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Onları gördüğün zaman, kendilerim saçılmış İnci sanırsın." Güzellikleri, çoklukları ve renklerinin berraklığı, arı ve duruluğu dolayısıyla sen onları meclisin etrafında dağılmış inciler sanırsın. İnci, bir yaygı üzerinesaçıldığıvakit, bir ipe dizilmiş halinden daha güzel görünür. Memundan nakledildiğine göre el-Hasen b. Sehl'in kızı Buran ile gerdeğe girdiği gece altından dokunmuş bir halı üzerinde idi. Daru'l-Hilafe'nin kadınları da o hah üzerine inci saçmışlardı. İncinin bu halı üzerinde saçılmış halini görünce, bu manzaradan hoşlanmış ve şöyle demişti: Allah, Ebû Nuvas'ın iyiliğini versin. O şu beyiti söylerken sanki şu manzarayı görmüş gibidir: "Sanki onun (o şarabın) üstündeki küçük, büyük kabarcıklar Altından bir zemin üzerindeki küçük inci parçaları gibidir." Bir görüşe göre, "etrafa saçılmış înciler"e benzetilmeleri, hizmete çabu koşacak olmalarıdır. Huru'l-İn'in durumu ise farklıdır. Çünkü onlar, sarılmış sarmalanmış incilere benzetilmişlerdir. buna sebep ise onların hizmete koşturulmayarak değerlerinin yüksek tutulacak olmasıdır. 20Nereye bakarsan, orada pek çok nimetler ve büyük bir saltanat görürsün. "Nereye bakarsan orada pek çok nimetler ve büyük bir saltanat görürsün" âyetinde gecen; “Nereye" mekan zarfıdır. Orada cennette demektir. Bu zarftaki amil ise "görürsün" lâfzının ihtiva ettiği manadır. Sen gözünle nereyi görecek olursan... demektir. el-Ferrâ' dedi ki: İfadede hazfedilmiş: vardır, Sen orada her nereye bakarsan..." demek olur. Yüce Allah'ın; "Yemin olsun aranızdakiler kopmuş ..." (el-En'âm, 6/94) âyetinin: Aranızdaki şeyler (bağlar)..." anlamında olmasına benzemektedir. ez-Zeccâc dedi ki: Burada: edatı el-Ferrâ''nın belirttiği üzere: mevsuldur. Ancak mevsulun düşürülüp, sılasının bırakılması câiz değildir. Fakat: Bakarsan" fiili mana itibariyle: Orada" lâfzına leaddi etmekte (geçişli) olup anlam şöyledir: Sen gözünle oraya bakacak olursan... "ora'dan kasıt ise cennettir. el-Ferrâ' bunu da zikretmiş bulunmaktadır. "en-Naim: Pek çok nimetler"; nimet olarak kendisinden yararlanılan diğer bütün şeyler; "büyük bir saltanat" ise, meleklerin onların huzuruna girmek için izin istemeleridir. Bu açıklamayı es-Süddi ve başkaları yapmıştır. el-Kelbî de şöyle demiştir: Bu, Allah tarafından bir elçinin gelerek giyecek, yiyecek ve içkiler ile türlü hediyeleri konağında, Allah'ın dostuna getirmesi, huzuruna girmek için ondan izin istemesidir. İşte büyük saltanat (el-mulku’l-azim) budur. Mukalil b. Süleyman da böyle açıklamıştır. Büyük saltanatın cennetliklerden herbirisinin arka arkaya yetmiş tane teşrifatçısının olmasıdır. Allah'ın dostu lezzet ve sevinç içerisinde iken. Allah nezdinden gelen bir melek, huzuruna girmek için izin isteyecektir. Bu melek, âlemlerin Rabbi yüce Allah tarafından gönderilmiş bir mektub, bir hediye ve bir bağış ile gelecektir. Bunların hiçbirisini daha önce Allah'ın dostu cennette görmüş olmayacaktır. En dışarıdaki teşrifatçıya: Allah'ın dostunun huzuruna girmek için izin istiyorum. Benim yanımda âlemlerin Rabbinden getirdiğim bir mektub ve bir hediye vardır, diyecektir. Bu teşrifatçı kendisinden sonraki teşrifatçıya: Bu, âlemlerin Rabbinin elçisidir. beraberinde bir mektub ve bir hediye bulunmaktadır. Allah'ın dostunun huzuruna çıkmak için izin istiyor, diyecektir. O da aynı şekilde Allah'ın dostunun hemen yamadaki teşrifatçıya ulaşıncaya kadar böylece izin isteyecek. Ona: Ey Allah'ın dostu diyecek işte âlemlerin Rabbinin elçisi senin huzuruna girmek için izin istiyor. Beraberinde de âlemlerin Rabbinden getirdiği bir mektub ve bir hediye vardır. Ona izin veriliyor mu? Allah'ın dostu; Evet ona izin verin, diyecek, O teşrifatçı kendisinden sonrakine: Evet ona izin verin diyecek, o da diğerine aynı şeyi söyleyecek ve en baştaki teşrifatçıya ulaşıncaya kadar bu böyle gidecek, en dıştaki teşrifatçı meleğe; Evet ey melek sana izin verdi diyecek, huzuruna girip selam verecek ve sana es-Selam (olan Allah)'ın selamını getirdim. Bu âlemlerin Rabbinin sana gönderdiği hediyesi, bu da O'nun mektubudur, diyecek. Mektubun üzerinde: "Asla ölmeyen haydan, vaktiyle olmuş olan hayya" diye yazılı olduğu görülecektir. Mektubu açınca şunları görecek: 'Kuluma ve dostuma selam, rahmetim ve bereketlerim olsun. Ey dostum Rabbini görmek için arzu duyacağın zaman gelmedi mi?" Duyacağı şevk onu alelacele harekete geçirecek, buraka binecek, burak gaybleri bilenin ziyaretine şevk ile onu alıp uçuracak. Rabbi ona hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın kalbinden geçirmediği şeyleri verecek. Süfyan es-Sevri dedi ki: Bize ulaştığına göre "büyük saltanat" meleklerin onlara selam vermesidir. Bunun delili de yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Melekler de her kapıdan onların yanına girip sabrettiğiniz şeylere karşılık selam sizlere; Yurdun ne güzel sonucudur bu (derler)!" (er-Ra'd, 13/23-24) Büyük saltanat (mülk)ün herhangi bir hükümdarın başının üzerinde olduğu gibi başlarının üzerindeki taçlar olduğu da söylenmiştir. Tirmizi el-Hakim şöyle demektedir: Bundan maksat istediklerinin gerçekleşmesi anlamındaki ı:mülkü't-tekvin"dir. Bir şey istediler mi ona: ol diyeceklerdir. Ebû Bekr el-Verrak şöyle demiştir: Bu, arkasında yok olmanın gelmeyeceği bir mülktür. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen haberde de şöyle denilmektedir: "Büyük mülk (saltanat) şudur: Makam itibariyle onların en alt mertebede olanları mülküne bakar ve onun ikibin yıllık bir mesafe olduğunu görür. En yakın tarafını gördüğü gibi en uzak tarafını da görür." (Peygamber devamla) buyurdu ki: "Onların makam itibariyle en üstünleri ise günde iki defa Rabbinin yüzüne bakacaktır." Hâkim, Müstedrek, II. 553, Müsned, II, 13 Bunca nimetleri veren Allah'ın şanı ne yücedir. 21Üzerlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir ve Rabbleri onlara son derece temiz bir şarab içirmiştir. "Üzerlerinde İnce ve kalın İpekten yeşil elbiseler vardır" âyetindeki "üzerlerinde" anlamındaki lâfzı Nafi, Hamza ve İbn Muhaysın "ye" harfi sakin (med harfi) olarak: diye okumuşlardır. İbn Mes’ûd, İbn Vessab ve diğerlerinin: diye okumaları ile İbn Abbâs'ın; Sen bir adamın üzerindeki elbisenin üstünde ondan daha değerlisinin olduğunu bilmez misin? şeklindeki tefsirini de gözönünde bulundurarak Ebû Ubeyd de bu kıraati tercih etmiştir. el-Ferrâ'' dedi ki: Bu lâfız mübteda olarak merfudur. Haberi ise "ipekten... elbiseler vardır" âyetidir. İsm-i fail ile de (ki Ebû Ubeyd'in tercih ettiği kıraate işaret etmektedir) cem' (çoğul) kastedilir. el-Ahfeş'in görüşüne göre bunun mütekaddim ism-i fail olmak üzere tekil olması da mümkündür, "Elbiseler vardır" ibaresi, haberin yerini tutan ve onun sebebiyle merfu olmuş bir kelime olur. Bundaki (Ebû Ubeyd'in tercih ettiği şekliyle) izafet, tahsis olunmadığından ötürü, infisal (ayırma) takdiri halinde sözkonusudur. Bu lâfzın mübteda olması ise izafet sebebiyle tahsis edilmesinden dolayıdır. Diğerleri ise ("ye" harfini) nasb ile: diye okumuşlardır. el-Ferrâ'' dedi ki: Bu lâfız, bu bakımdan: Üstlerinde" demeye benzer. Araplar: Kavmin evin içindedir" diyerek "içinde" anlamındaki kelimeyi -mekan ismi olduğundan dolayı- zarf olarak nasb ile okurlar, ("âlîhim" şeklinde med harfi olarak) ez-Zeccâc ise bunu kabul etmeyerek şöyle der: Bu, bizim zarflar hakkında bilmediğimiz açıklama türlerinden birisidir. Eğer bu zarf olsaydı "ye" harfinin sakin okunması câiz olmazdı. Fakat hal olarak nasbedilmesi İki şekilde açıklanabilir. Birinci açıklamaya göre, yüce Allah'ın: "Etraflarında... dolaşır" âyetindeki zamir iyilerin etrafında "ölümsüz yeni yetişmiş çocuklar" iyi kimseler üzerinde ipekli elbiseler olduğu halde dolaşır demektir. Onlar, bu halde iken etraflarında dolaşırlar, anlamındadır. İkinci açıklamaya göre "çocuklar"dan hal olmasıdır; yani "onları gördüğün zaman kendilerini" elbiselerin bedenleri üzerinde olduğu halde "saçılmış İnci sanırsın." Ebû Ali dedi ki: Halde amil olan ya "onlara bir güzellik, bir sevinç verir." (11. âyet) âyetidir yahutta "sabretmeleri sebebi ile onları... mükâfatlandırır" (12. âyet) âyetidir. (Ebû Alî) detti ki: Zarf olması ve bundan dolayı munsarıf gelmiş olması da mümkündür. el-Mehdevi dedi ki: Zarf olarak ism-i fail olması da mümkündür. Bu da: evin bir ta rafında dir': demeye benzer. Ayrıca "üzerlerinde" lâfzı: Üstünde, üzerinde" anlamında olduğundan dolayı onun gibi değerlendirilerek zarf da kabul edilmiş olabilir. İbn Muhaysın, İbn Kesîr ve Âsım'dan rivâyetle Ebû Bekr "yeşil" anlamındaki lâfzı "ince ipek" anlamındaki lâfzın sıfatı olarak: diye cer ile; Kalın ipek" anlamındaki lâfzı da "elbiseler" İafzına atıf ile ref’ ile okumuştur. Âyet anlamı ise, onların üzerlerinde ince ipek elbiseler ile kalın ipek vardır demektir olur. İbn Amir, Ebû Amr ve Yakub "yeşil" anlamındaki lâfzı "elbiseler"in sıfatı olarak ref ile, "kalın ipek" anlamındaki lâfzı da "ince ipek" lâfzının sıfatı olarak cer ile okumuşlardır. Bu okuyuşu, anlamının güzelliği dolayısıyla Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim tercih etmişlerdir. Çünkü yeşil, elbiselerin en güzel sıfatı olduğundan dolayı merfu okunmuştur. Kalın ipeğin de ince ipeğe atfedilmesi, cinsin cinse atfı dolayısıyla güzeldir. Mana da şöyle olur: Onların üzerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Yani onların bu iki türden elbiseleri olacaktır. Nafı ve Hafs ise, her ikisini de ref ile okumuştur Bu okuyuşun anlamı da şöyle olur: Onların üzerinde ince ipekten yeşil elbiseler ve kalın ipek(ten elbiseler) vardır. Bu durumda "yeşil" anlamındaki lâfız "elbiseler" anlamındaki lâfzın sıfatı olur. Çünkü hepsi de çoğul lâfzı iledir. "Kalın ipek" anlamındaki lâfız da “elbiseler"e atf olur. el-Ameş, İbn Vessab, Hanıza ve el-Kisai de her ikisini (ince ve kalın ipek anlamındaki lâfızları) cer ile okumuşlardır. Bu durumda "yeşil" anlamındaki lâfız "ince ipek"in sıfatı olur. "İnce ipek" anlamındaki lâfız da cins ismi olur. el-Ahfeş de cins ismin -çirkin görmekle birlikte- çoğul isim ile nitelendirilmesini uygun bulmuştur. Mesela; şöyle denir: İnsanları sarı dinar ile beyaz dirhemler helâk etti." Ancak bunun dilde kullanılması (ve doğru olması) uzak bir ihtimaldir. Bu okuyuşa göre anlam şöyle olur: Onların üzerinde ince yeşil ipekten elbiseler ile kalın ipekten elbiseler vardır. İbn Muhaysın dışında hepsi: "Kalın ipek" anlamındaki lâfzı munsarıf okumuşlardır. O, bu lâfzı munsarıf kabul etmeyerek cer mahallinde nasb ile okunması gerektiğinden diye okumuştur. Çünkü bu kelime a'cemî (Arapça olmayan) bir kelimedir. Ancak bu yanlıştır, çünkü başına tarif harfi alan nekre bir kelimedir. Dolayısıyla denilebilir. Şu kadar var ki İbn Muhaysın eğer bu ismi bu tür elbiselerin özel ismi olduğunu iddia ederse (o takdirde gayr-ı munsarıf kabul edilebilir). Hemze vasl ile ve meftuh olarak: "Kalın ipek" diye de okunmuştur. Fetha ile okunuşu: 'den gelen "istefaT diye isim yapılmış olmasındandır. Ancak bu da doğru değildir, çünkü bu kelime Arapçalaştırılmış bir kelimedir ve bunun başka bir dilde Arapçalaştırıldığı da meşhurdur. Bunun aslının: olduğu bilinmektedir. Sündüs: ince ipek, istebrak ise kalın ipek demektir. Bu açıktama daha önceden (el-Kehf, 18/31. âyet) ile (er-Rahmân, 55/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir." âyeti daha önce geçen: "...dolaşır" âyetine atfedilmiştir. Fatır Sûresi'nde: "Orada altın bileziklerle ve incilerle süslenirler." (Fatır, 35/33); el-Hac Sûresi'nde de: "Onlar orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler" (el-Hac, 22/23) diye buyurulmaktadır. Denildiğine göre, erkekler gümüşle, kadınlar altın ile süsleneceklerdir. Bir diğer açıklamaya göre, kimi zaman altın takınacaklar, kimi zaman gümüş takınacaklar. Bir başka açıklama da şöyle yapılmıştır: Onlardan herhangi birisinin bileğinde altından iki bilezik, gümüşten iki bilezik, inciden iki bilezik bulunacaktır. Böylelikle cennetteki güzelliklerin hepsini bir arada takınmış olacaklardır. Bu açıklamayı Said b. el-Müseyyeb yapmıştır. Herbir kesime nefislerinin meylettiği şekilde bunlardan binleri verilecektir, diye de açıklanmıştır, "Ve Rabbleri onlara son derece temiz bir şarab içirmiştir" âyeti hakkında Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Cennet ehli cennete yöneldiklerinde altından iki pınar fışkıran bir ağacın yanından geçeceklerdir. Bu pınardan birisinden içecekler ve bu sefer nadratu'n-naim (cennet nimetlerinin parlaklığı) üzerlerine akacak. Bunun sonucunda tenleri asla değişmeyecek, saçları ebediyyen kirlenmeyecektir. Sonra ötekisinden içecekler, bu sefer karınlarında rahatsız edici ne varsa hepsi dışarı çıkacaktır. Daha sonra cennet bekçileri onları karşılayarak: "Selam olsun üzerinize! Tertemiz geldiniz, hemen oraya ebediler olarak girin" (ez-Zümer, 39/73) diyeceklerdir. en-Nehaî ve Ebû Kilabe dedi ki: Bu yediklerinden sonra içtikleri takdirde kendilerini tertemiz edecek olan bir şarabtır. Yiyip, içtikleri ise misk sızıntısı olacak ve karınları da şişmeksizin içeri doğru zayıflayacaktır. Mukâtil dedi ki: Bu içecek, cennetin kapısındaki bir pınardandır. Bu pınar bir ağacın dibinden kaynar. Ondan içen bir kimsenin kalbinde bulunan kin, aldatmak ve kıskançlıkları söküp çıkarır. Bu Ali (radıyallahü anh)'dan gelen rivâyetin manasını ifade eder. Şu kadar var ki, Mukâtil 'in açıklamasından tek bir pınar olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre buradaki "tahûr: son derece temiz" mübalağa anlamını ifade etmek için kullanılan "fe'ûl" vezninde bir kelime demektir. Bunun tahir (temiz) anlamında olduğu şeklinde Hanefi'nin lehine delil olacak bir taraf da olmaz. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Furkan Sûresi'nde (25/48. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. Tayyib el-Cemmal dedi ki: Sehl b. Abdullah'ın arkasında yatsı namazını kıldım. "Ve Rabbleri onlara son derece temiz bir şarab içirmiştir" âyetini okuyunca dudaklarını, ağzını sanki bir şey emiyormuş gibi hareket ettirmeye koyuldu. Namazını bitirince kendisine: Sen bir şeyler mi içiyorsun? Yoksa Kur'ân mı okuyorsun? denilince şu cevabı verdi; Allah'a yemin ederim, eğer bu âyeti okuduğum vakit ondan aldığım lezzet, onu ileceğim vakit ondan alacağım lezzet gibi olmasa bunu okumam. 22İşte bu, gerçekten sizin için bir mükâfattır. Yaptıklarınızın karşılığını da fazlası ile görmüşsünüzdür. "İşte bu gerçekten sizin için bir mükâfattır." Yani onlara; bu sizin için bir mükâfat yani sevaptır, denilecek. "Yaptıklarınızın karşılığını da fazlası ile görmüşsünüzdür." Allah, size amelinizin karşılığını fazlasıyla vermiş bulunmaktadır. Allah'ın kuluna "şükiir'ü yaptığı itaatini kabul etmesi, onu övmesi ve ona bu itaatinin mükâfatını vermesidir. Said'in rivâyetine göre, Katade şöyle demiştir: Günahlarını onlara bağışlamış, yaptıkları iyiliklerinin de mükâfatlarını onlara vermiş olacaktır. Mücahid de ş6yle demiştir: Yapılanın karşılığının verilmesi" amelin kabul edilmesi demektir. Anlamlar birbirine yakındır. Çünkü şanı yüce Allah, ameli kabul ederse, ona şükretmiş olur. Ona şükretti mi de karşılığında fazlasıyla mükâfat vermiş olur. Çünkü büyük lütuf sahibi olan O, yüce Rabbimizdir. İbn Ömer'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Habeşli bir adam, ey Allah'ın Rasûlü dedi. Sizler suretlerinizle, renklerinizle ve nübüvvetle bize üstün kılındınız. Eğer ben senin îman ettiğine îman edersem, senin amelin gibi amelde bulunursam, ben de seninle cennette olacak mıyım, diye sordu. Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, nefsim elinde olana yemin ederim ki, siyahi bir kimsenin cennetteki beyazlığı ve aydınlığı bin yıllık mesafeden görülür." Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim la ilahe illallah derse, bununla onun Allah nezdinde bir ahdi olur. Kim subhanallahi velhamdulillahi derse bunun karşılığında Allah nezdinde yüzyirmidöıtbin hasenesi olur." Bunun üzerine adam: Peki bütün bunlar böyleyken buna rağmen nasıl biz helâk oluruz? diye sordu. Peygamber şöyle buyurdu; "Kişi kıyâmet gününde öyle amellerle gelir ki, eğer onu bir dağın üzerine bırakacak olursa, o dağa bile ağır gelir. Bu sefer Allah'ın nimetlerinden bir nimet gelir, Allah rahmetiyle lütufta bulunması hali müstesna neredeyse o nimetin tamamını tüketecek gibi olur." (İbn Ömer) dedi ki; Daha sonra yüce Allah'ın: "İnsan üzerinden öyle uzun bir süre geçti ki..." (1. âyet) âyeti "Nereye bakarsan orada pek çok nimetler ve büyük bir saltanat görürsün" âyetine kadar nazil oldu. Habeşli o şahıs şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, benim gözlerim senin gözlerinin cennette göreceklerini görecek midir? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Evet." diye buyurdu. O Habeşli şahıs ağladı ve sonunda ruhunu teslim etti. İbn Ömer dedi ki: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın "İşte bu gerçekten sizin için bir mükâfattır. Yaptıklarınızın karşılığını da fazlasıyla görmüşsünüzdür" âyetini okuyarak onu mezarına indirdiğini gördü. Ey Allah'ın Rasûlü, bunun mahiyeti nedir? diye sorduk, şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim, Allah onu durdurdu, sonra da: Ey kulum! Yemin olsun ki senin yüzünü ağartacağım, bembeyaz edeceğim ve yemin olsun cennette nasıl istersen seni öylece yerleştireceğim. Güzel amelde bulunanların mükâfatı ne güzeldir diye buyurdu." Taberani, Kebir, XII, 436. 23Hiç şüphesiz ki; Kur'ân'ı sana kısım kısım Biz İndirdik, "Hiç şüphesiz ki, Kur'ân'ı sana kısım kısım Biz İndirdik." Müşriklerin ileri sürdükleri gibi bu Kurân'ı sen uydurmadın. Sen onu kendiliğinden uydurup, düzmedin. Bu âyet-i kerimenin bundan önceki âyetlerle ilişkisi şudur: Şanı yüce Allah, çeşitli vaad ve tehditleri sözkonusu ettikten sonra, bu Kitabın insanların muhtaç olduğu şeyleri ihtiva ettiğini açıklamaktadır. Bu kilab. o halde bir büyü değildir, bir kehanet Ürünü değildir, bir sür de değildir. Bu Kitab hakkın ta kendisidir. İbn Abbâs dedi ki: Kur'ân değişik bölümler halinde âyet be ayet indirildi, bir defada indirilmedi. Bundan dolayı yüce Allah, burada: "Kısım kısım, indirdik" diye buyurmuştur. Bu hususa dair etraflı açıklamalar, daha Önceden (el-Furkan, 25/32-33- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. 24O halde; Rabbinin hükmüne sabret ve onlardan günahkâr veya nankör hiçbir kimseye itaat etme! "O halde Rabbinin hükmüne" kazasına, takdirine "sabret" ed-Dahhak, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Müşriklerin eziyetine sabret. Ben bu şekilde hüküm vermişimdir. Daha sonra bu âyet, kıtal (savaşı emreden) âyeti ile nesholdu. Şöyle de açıklanmıştır: Rabbinin, sana yerine getirmeni emretmiş olduğu itaatlere dair hükmünü, sabırla yerine getir, yahutta Allah'ın hükmünü gözetle! Çünkü O, sana, seni onlara karşı muzaffer kılacağına dair söz vermiştir. Bununla birlikte acele etme! Çünkü o kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir. "Ve onlardan günahkâr" günah işleyen "veya nankör hiçbir kimseye itaat etme!" Yani kâfirlere itaat etme! Ma'mer, Katade'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ebû Cehil: Şayet Muhammed'i namaz kılarken görecek olursam, onun boynuna basacağım dedi. Bunun üzerine yüce Allah: "Ve onlardan günahkâr veya nankör hiçbir kimseye itaat etme!" âyetini indirdi. Bu âyetlerin Utbe b. Rabia ile el-Velid b. el-Muğire hakkında indikleri de söylenmiştir. Bunlar, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek ona peygamberlikten söz etmeyi terketmesi karşılığında mal vermeyi ve onu evlendirmeyi teklif ettiler. İşte: "Ve onlardan günahkâr veya nankör hiçbir kimseye İtaat etme" âyeti bu ikisi hakkında inmiştir, Mukâtil dedi ki: Evlendirme teklifini ona yapan Utbe b. Rabia idi. Ona şöyle demişti: Benim kızlarım Kureyş, hanımlarının en güzellerindendir. Ben sana kızımı mehirsiz evlendireceğim. Sen de bu işten vazgeç, el-Velid de şöyle demişti: Şayet bu yaptıklarını mal elde etmek için yapıyor isen, ben, sana razı olacağın kadar mal vereceğim, buna karşılık bu işlen geri dön. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Ayrıca yüce Allah'ın: "Onlardan günahkâr veya nankör hiçbir kimseye itaat etme" âyetindeki: "(........): Veya"nın "vav-. ve"den daha vurgulu bir ifade olduğu da söylenmiştir. Çünkü "Sen Zeyd'e ve Amr'a itaat etme!" diyecek olursan, o kimse de onlardan birisine itaat ederse isyan etmiş olmaz. Çünkü ona verilen emir iki kişiye itaat etmemesi şeklindedir fakat: "Onlardan günahkar veya nankör hiçbir kimseye itaat etme" diye buyurduğundan buradaki "veya" onlardan herbirisine ayrı ayrı karşı gelinip, itaat edilmemesi gerektiğini göstermektedir. Nitekim: Sen, el-Hasen'e veya İbn Sîrin'e muhalefet etme! yahut: el-Hasen'e veya İbn Sîrin'e uy, diyecek olursak; Bu ikisi de uyulmaya değer kimselerdir. Onlardan herbirisi arkasından gidilmeye layık kimselerdir, demiş oluruz. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. el-Ferrâ'' da şöyle demiştir; Buradaki "veya" anlamındaki edat; olumsuzluk edatı konumundadır. Sanki: Ve nankör olan bir kimseye de..." demiş gibidir. Şair de şöyle demiştir: "Ne yavrusunu yitirmiş ananın kederi benzer, benim kederime Ne de yavrusunu kaybetmiş bir dişi devenin kederi Yahut hacıların Arafe'den ayrıldıkları gün Devesini kaybetmiş yaşlı bir adamın kederi." Burada şair; "Ve ... yaşlı bir kimsenin kederi" demek istemiştir. Buradaki "günahkâr"dan kastın münafık, "nankör"den kastın ise açıkça kâfir olduğunu ortaya koyan kâfir olduğu da söylenmiştir. Yani sen onların arasından günahkar bir kimseye de, nankör bir kimseye de itaat etme! Bu da el-Ferrâ'nın açıklamasına yakın bir açıklamadır. 25Sabah ve akşam da Rabbinin ismini zikret! "Sabah ve akşam da Rabbinin ismini zikret!" Günün başında ve sonunda Rabbin için namaz kıl! Başında sabah namazını, sonunda ise öğle ve akşam namazını kıl, demektir. "Gecenin bir kısmında da O'na secde et!" âyeti ile geceleyin nafile namazını kastetmektedir. Bu açıklamayı İbn Habib yapmıştır. İbn Abbâs ve Süfyan dediler ki; Kur'ân-ı Kerîm'de geçen her "teşbih" namaz demektir. İster namazda, ister namazın dışında mutlak olarak Allah'ı zikretmenin emredildiği de söylenmiştir. İbn Zeyd ve başkaları şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Gecenin uzun bir bölümünde de O'nu tesbih et!" âyeti beş vakit namaz ile nesholmuştur. Bunun mendub olduğu da söylenmiştir, bunun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a has bir emir olduğu da söylenmiştir. Buna benzer hususlara dair açıklamalar daha önceden el-Müzemmil Sûresi'nde (73/1-4. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İbn Habib'in açıklaması da güzel bir açıklamadır. Akşam"ın çoğulu ile ...diye gelir. Bu da (gemi demek olan "sefine"nin çoğulunun); İle şekillerinde gelmesine benzer. Şair de şöyle demiştir: "Ve akşam vakti geldiğinde, ondan daha güzeli de olmaz." Bir başka şair de, çoğulun çoğulu olan: 'i kullanarak şöyle der: "Ömrüm hakkı için sen, ahalisine ikramda bulunduğum evsin Ve akşam vakitlerinde gölgelerinde oturduğum." Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresinin sonların'da (7/205. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Zarf olan "gece" lâfzının başına: 'nin gelmesi kısmilik bildirmek içindir. (Mealde, "bir kısmında" anlamı verilerek karşılanmıştır.) Nitekim yüce Allah'ın: "Ta ki günahlarınızdan bir kısmını mağfiret buyursun." (Nûh, 71/4) âyetinde de mef'ûlün bağına gelmiş bulunmaktadır. 27Gerçekten bunlar, o çarçabuk geçeni severler, ama çok ağır bir günü de arkalarına atarlar. "Gerçekten bunlar, o çarçabuk geçeni severler" âyeti bir azar ve sitemdir. Kastedilenler Mekkelilerdir. "Çarçabuk geçen" dünyadır. "Ama çok ağır bir günü" yüce Allah'ın: "Göklerde ve yerde ağır basmıştır." (el-Araf, 7/187) âyetinde ("ağır basmıştır" lâfzı ile) işaret edildiği gibi zorlu ve çetin bir günü "de arkalarına atarlar." Ünlerinde gelecek olan bu günü terkederler. Yani kıyâmet gününe îman etmezler. Buradaki "arkalarına" âyetinin, gerilerine, anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani onlar âhireti arkalarına atarlar. Onun için amel etmezler. Denildiğine göre; bu âyet yahudilerin Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliklerini ve peygamberliğinin gerçekliğini gizlemeleri hakkında inmiştir. Onların çabucak geçen (dünya)ı sevmeleri ise, bu gizledikleri karşılığında aldıkları rüşvetlerdir. Bir diğer görüşe göre, münafıklar kastedilmiştir. Çünkü onlar küfrü gizleyerek dünyalığı elde etmek istemişlerdir. Bununla birlikte âyet-i kerimenin manası umumidir. "Ağır gün" kıyâmet günüdür. Ona "ağır" niteliğinin verilmesi zorlu, sıkıntılı ve dehşetli halleri dolayısıyladır. Allah'ın kulları, arasında hüküm vermesi dolayısıyla bu şekilde nitelendirildiği de söylenmiştir. 28Onları Biz yarattık ve yaratılışlarını Biz pekiştirdik. Dilediğimiz vakit de onlar gibilerini değiştiririz. "Onları" çamurdan "bîz yarattık ve yaratılışlarını Biz pekiştirdik." İbn Abbâs, Mücahid, Katade, Mukâtil ve başkaları: âyetini "yaratılışlarını" diye açıklamışlardır. da yaratılış demektir. Ebû Ubeyd dedi ki: Yaratılışı güçlü at" denilir. Yüce Allah, bir kimsenin hilkatini güçlü kılmışsa; Yüce Allah, onun yaratılışını güçlü kılmıştır" denilir. Şair Lebid de şöyle demiştir: "Yüzü zayıftır, fakat yaratılışı pek sağlamdır Omuzları yüksektir, sırtının kürek kemiklerinin birleştiği yer de çok sağlamdır," Bu beyitin birinci mısraı farklı ve müfessir tarafından Ebû Duada nisbet edilerek Kaaf 50/1-5 âyetlerinin tefsirinin son kısmında da geçmişti. Oraya da bakınız. el-Ahtal da şöyle demiştir: "Hilkati pek sağlam ve kendisine binilmeyip yanında yürünen Dizgine gelmesi pek kolay ve senin (güzel yürüyüşünden) kibirleniyor sandığın...." Ebû Hüreyre, el-Hasen ve er-Rabi' dedi ki: Bizler, onların eklem yerlerini ve birbirlerine bağlı olan kaslarını damarlarla, sinirlerle güçlendirdik, demektir. Mücahid Yaratılış"ın tefsiri hakkında şunları söylemektedir: Bundan kasıt küçük ya da büyük necasetin çıktığı yerdir. Yani büyük ya da küçük necaset çıktıktan sonra burası yine büzülür. İbn Zeyd: Güç, kuvvet demektir, demiştir. İbn Ahmer de bir atı nitelendirirken söyle demektedir: "Yaratılışı güçlü ve sağlam bileklerle yürüyor Toynaklarının uçları da çok serttir, sert araziden sakınmıyor." Bu lâfız; 'den türemiş olup, yüklerin kendisi ile bağlandığı ince deri parçalarına denilir. Mesela: Yükü bağladım" denilir. Aynı şekilde: Onun yükünü bağlaması ne kadar güzeldir!" denîlir, Arapların, o tamamıyla senindir, demek istedikleri vakit kullandıkları; tabirinde de bu kökten gelen lâfız kullanılmıştır. Sanki onlar bu ifadeyi onun bağlanması, çözülmeksizin ve ondan hiçbir şey eksilmeksizin hepsini kastetmiş olduklarından böyle kullanmış, gibidirler, "Esir" de buradan gelmektedir, çünkü esirin kolları; ince kesilmiş deri parçaları ile bağlanırdı." Burada ifade, masiyet ile karşılık vermeleri üzerine onlara yapılan nimet ve ihsanlar hatırlatılarak üzerlerindeki lütutlar dile getirilmek istenmiştir. Yani Ben senin yaratılışını mükemmel ve eksiksiz yaptım. Kuvvet ve güçle sapasağlamlaştırdım. Sonra sen kalkmış Beni inkar ediyorsun. "Dilediğimiz vakit de onlar gibilerini değiştiririz" âyeti hakkında İbn Abbâs, şöyle demiştir: Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: Eğer Bizler istesek elbette onları helâk ederiz ve onlardan daha çok Allah'a itaat eden kimseleri getiririz. Yine ondan şöyle dediği nakledilmiştir: Onların güzelliklerini değiştirir, en çirkin ve korkunç suretler veririz. ed-Dahhak da ondan böylece rivâyet etmiştir. Birincisini ise ondan Ebû Salih rivâyet etmiştir. 29Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık kim dilerse, Rabbine doğru bir yol alır. "Şüphesiz ki bu" sûre "bir öğüttür" bir hatırlatmadır. "Artık kim dilerse Rabbine doğru bir yol alır." O'nun itaatine ulaştıran ve rızasını gözeten bir yol izler. "Bir yol"un bir vesile (Allah'a yakınlaştırıcı bir ibadet) demek olduğu söylendiği gibi, cennete götüren bir istikamet ve bir yol diye de açıklanmıştır, Hepsinin anlamı birdir. 30Ama Allah, dilemedikçe de siz dileyemezsiniz. Çünkü Allah, en iyi bilendir. Tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. "Ama Allah, dilemedikçe" itaat etmenizi, dosdoğru yol üzere yürümenizi, Allah'a giden yolu tutmanızı İstemedikçe "siz dileyemezsiniz" âyeti ile emrin tümüyle Allah'a ait olduğunu, onlara ait olmadığını haber vermektedir. Kendisinin önceden bu husustaki meşieti (istemesi) olmadığı sürece, hiçbir kimsenin meşietinin gerçekleşemeyeceğini, öne geçemeyeceğini ifade etmektedir. İbn Kesîr ve Ebû Amr "siz dileyemezsiniz" anlamındaki âyeti, onların durumunu haber vermek anlamında "ye" ile! "(........): Onlar dileyemezler" diye okumuşlardır. Geri kalanları ise, Allah tarafından hitab kipi ile "te" ile "dileyemezsiniz" diye okumuşlardır. Birinci âyetin ikinci âyet ile nesholduğu da söylenmiştir. Ancak daha uygun görülen neshin olmadığıdır. Aksine bu, böyle bir şeyin ancak yüce Allah'ın meşieti ile olduğuna dair bir açıklamadır. el-Ferrâ'' şöyle demiştir: "Ama Allah dilemedikçe de sîz dileyemezsiniz" âyeti onun "artık kim dilerse Rabbine doğru bir yol alır" âyetine bir cevabtır. Daha sonra yüce Allah, emrin kendilerine ait olmadığını belirterek şöyle buyurmaktadır: "Ama" o yolu izlemenizi "Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz." "Çünkü Allah" amellerinizi "en iyi bilendir." Size verdiği emirleri ve yasakları hususunda "tam bir hüküm ve hikmet sahibidir," Bu husus daha önce bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır. 31Dilediğini rahmetine sokar. Zâlimlere gelince, onlar için çok acıklı bir azap hazırlamıştır. "Dilediğini rahmetine sokar." Yani, ona rahmet buyurarak cennetine koyar. "Zâlimlere gelince..." Yani zâlimleri azaplandırır. Bu durumda: Zâlimlere gelince" âyetini "azaplandırır" anlamındaki fiilin takdiri ile nasbetmiş oluyoruz, ez-Zeccâc dedi ki: "Zâlimler" lâfzının nasbedihnesi, ondan Öncesinin de mansub olmasından dolayıdır. O dilediği kimseleri rahmetine sokar, zâlimleri, yani müşrikleri azaplandırır, demektir. Bu durumda "onlar için... hazırlamıştır" âyeti da takdir edilen bu fiilin bir açıklaması olmaktadır. Nitekim şair şöyle demiştir: "Artık ben silah taşıyamaz oldum Kaçacak olursa devenin başını (dizginlerini) tutamıyorum. Kurttan dahi korkuyorum yanından geçecek olursam Yalnız başıma; rüzgarlardan da, yağmurdan da korkuyorum." Burada Kurttan korkuyorum, evet ondan korkuyorum'" demektir, ez-Zeccâc şöyle demiştir: Her ne kadar merfu olmanı câiz ise de bunun mansub okunması tercih edilmiştir. Nitekim: Zeyd'e verdim, Amr'a gelince ona iyilik vaadinde bulundum" denilerek (Amr kelimesinde) nasbedilmek tercih edilir. Bu da: Amr'a iyilik yaptım" ya da; Amr'a iyilik yapıyorum" demek olur. Yüce Allah'ın: "Ha, mim, ayn, sin, kaf" Sûresi'ndeki: "Dilediği kimseyi rahmetine girdirir, O zâlimlerin ise ..." (eş-Şura, 42/8) âyetinde bu lafızın merfu gelmesi, bundan sonra üzerinde ameli gerçekleşecek ve böylelikle mana itibariyle nasbolmasını sağlayacak bir fiilin gelmemiş olmasındandır. Dolayısıyla kendisinden önceki mansuba atfedilmesi câiz olmaz. Bundan dolayı mübtedâ olarak merfu gelmiştir, buradaki yüce Allah'ın: "Onlar için çok acıklı bir azâb hazırlamıştır" âyeti; Ve azâb eder'e delâlet ettiğinden dolayı nasbedilmesi câiz olmuştur. Bununla birlikte Ehan Osman mübtedâ olarak: Ve zâlimlere" diye merfu okumuştur. Haberi: Onlara ... hazırlamıştır" âyeti olur. "Çok acıklı bir azâb" can yakan ve acıtan bir azâb demektir. Bu husus daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/10. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmakladır. (İnsan Sûresi burada sona ermektedir). Yüce Allah'a hamdolsun. |
﴾ 0 ﴿