MÜRSELÂT SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

el-Hasen, İkrime, Atâ ve Câbir'in görüşüne göre Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ve Katade ise bundan bir âyet müstesnadır, demişlerdir. Sözkonusu bu âyet-i kerîme de:

"Onlara: 'Rükû edin' denildiği zaman rükû etmezler." (48, âyet) âyetidir. Bu âyet Medine'de inmiştir.

İbn Mes’ûd dedi ki: "Yemin olsun ardarda gönderilenlere" sûresi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a cin gecesi, biz onunla birlikte yol alırken nazil olmuştur. Bizler Mina'da bir mağaraya sığındığımız bir sırada nazil oldu. Biz bu sûreyi ondan öğrenmekte iken ve henüz ağzı onunla yaş olup, kuramamış iken bir yılan ortaya atıldı. Biz de onu öldürmek üzere üzerine atıldık, çekip gitti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "O sizin vereceğiniz kötülükten korunduğu gibi siz de onun kötülüğünden korundunuz" diye buyurdu Buhârî, II. 650, III, 1205, IV, 1H79, 1S80; Müsned, 1, 377, 427, 42H.

İbn Abbâs'ın azatlısı Kureyb'den dedi ki: Ben: "Yemin olsun ardarda gönderilenlere" sûresini okudum. el-Abbas'ın hanımı Ummu’l-Fadl benim sesimi duydu, ağlayarak dedi ki: Allah'a yemin olsun ki yavrucuğum sen bu sûreyi okumakla bana şunu hatırlattın. Bu sûre, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın akşam namazında okuduğunu duyduğum son sûredir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Sûre elli âyet-i kerimedir.

1

Yemin olsun ardarda gönderilenlere,

"Yemin olsun ardarda gönderilenlere" âyetindeki

"gönderilenler", müfessirlerin Cumhûruna göre, rüzgarlardır. Mesrûk'un, Abdullah (b. Mesud)’dan rivâyetine göre, o şöyle demiştir; Bunlar yüce Allah'ın emir ve nehyi ile ha!te vahiylerinden olan maruf (güzel ve iyi) hususlarla gönderilmiş meleklerdir. Ebû Hüreyre, Mukâtil , Ebû Salih ve el-Kelbî'nin görüşü de budur.

Bunlar "lâ ilahe illallah" ile gönderilmiş peygamberlerdir, diye de açıklanmıştır. Bunu da İbn Abbâs söylemiştir.

Ebû Salih dedi ki: Bunlar kendileri vasıtası ile tanınacakları mucizelerle gönderilmiş rasûllerdir.

İbn Abbâs ve İbn Mes’ûd'dan: Bunlar rüzgarlardır, dedikleri nakledilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Biz rüzgarları... gönderdik." (el-Hicr, 15/22);

"Rüzgarları gönderen O'dur." (el-Ârâf, 7/57)

“Ardarda"; atın yelesi gibi biri diğerinin arkasından gelen demektir. Araplar, insanların bir kimseye çokça yönelmeleri halini anlatmak üzere: İnsanlar filan kimseye ardarda yöneldiler" derler. Bu lâfzın nasbedilmesi

"gönderilenler"den hal olması itibariyledir. Ardı arkasına gönderilen rüzgarlara yemin olsun demektir. Ardarda gelmek (gelin)" anlamında mastar olması da mümkün olduğu gibi; harf-i cer takdiri ile nasbedilmesi de mümkündür. Sanki; Yemin olsun ardarda gönderilenlere" denilmiş gibidir.

Maksat; melekler yahut hem melekler, hem rasûllerdir.

"Gönderilenler" ile bulutların kastedilmesi ihtimali de vardır. Çünkü bulutlarda hem bir nimet, hem de bir azâb vardır. Bu gibi bulutlar da içlerinde nelerin gönderildiğini ve kimlere gönderildiklerini bilerek gönderilirler.

Sözü edilenlerin, yasaklar ve öğütler olduğu da söylenmiştir. Bu tevile göre

"ardarda" lâfzı tıpkı atın yelesi gibi ardı arkasına gelen demek olur. Bu açıklamayı İbn Mes’ûd yapmıştır.

"Akanlar" anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmış olup, kalblerde akanlar... demek olur.

Akıllarda bilinenler, diye de açıklanmıştır.

2

Şiddetlice esenlere,

"Şiddetlice esenlere" âyetinde kastedilenlerin rüzgarlar olduğu hususunda, görüş ayrılığı yoktur. Bu açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır. İbn Mes’ûd'dan gelen rivâyete göre, bunlar, ekinin arta kalan yapraklarını ve çörçöpünü beraberinde taşıyan, şiddetli esen rüzgarlardır. Yüce Allah'ın;

"Üstünüze şiddetli bir fırtına yollamasından..." (el-İsra, 17/69) âyetinde olduğu gibi.

"Şiddetlice esenler"in rüzgarları şiddetlice estiren, rüzgarlarla görevli melekler, olduğu da söylenmiştir. Meleklerin kâfirin ruhunu şiddetlice sürüklemesi, diye de açıklanmıştır. Nitekim: O şeyi mahvetti, helâk etti" demektir, Sırtındaki binicisi ile rüzgar gibi koşup giden dişi deve" demektir. Bu deve hızlıca gidişiyle âdeta rüzgara benzer. Savaş, o insanları alıp götürdü" demektir.

Zelzeleler, yerin dibine birtakım toprak parçalarının geçmesi gibi insanları helâk edici ilâhî belgeler olma ihtimali vardır, diye de açıklanmıştır.

3

İyice yayanlara,

"İyice yayanlara" âyetinde kastedilenler, bulutlarla görevli olan meleklerin buluttan yaymasıdır. İbn Mes’ûd ve Mücahid dedi ki: Bunlar, yüce Allah'ın, rahmetinin önünden bulutları yaymak üzere gönderdiği rüzgarlardır. Yani, bu rüzgarlar, bulutları yağmur yağdırsın diye gökte yayar. Bu açıklama Ebû Salih'den de rivâyet edilmiştir. Yine ondan gelen rivâyete göre, maksat yağmurlardır. Çünkü yağmurlar bitkilerin yayılmasını sağlar. Burada "yaymak (neşr)" hayat vermek anlamındadır. Nitekim; Allah, ölüye hayat verdi" denilir. es-Süddi'nin, ondan rivâyetine göre de kastedilenler yüce Allah'ın kilablarını yayan meleklerdir.

ed-Dahhak, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bununla Âdemoğulları amellerinin ve kitablarının yayılmasını kastetmektedir. ed-Dahhak dedi ki: Bunlar, Allah'ın huzurunda açılacak olan kulların amellerinin yazılı olduğu, sahifelerdir.

er-Rabî dedi ki; Bundan maksat, ruhların yayılacağı (diriltileceği) kıyâmet için ölümden sonraki diriliştir. Yüce Allah'ın:

"iyice yayanlara" âyetinin başına "vav" harfinin getirilmesi yeni bir kasemin istinafı (başlangıcı) oluşundan dolayıdır.

4

Tam anlamı ile ayırdedenlere,

"Tam anlamı ile ayırdedenlere"; bunlar da hak ile batılı birbirinden ayırdedici hükümleri indiren meleklerdir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücahid, ed-Dahhak ve Ebû Salih yapmıştır. ed-Dahhak'ın İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o, şöyle demiştir: Maksat meleklerin ayırdığı gıdalar, rızıklar ve ecellerdir.

İbn Ebi Necin, Mücahid'den şöyle dediğini rivâyet etmiştir:

"Ayırdedenler" bulutların arasını ayırıp, onları dağıtan rüzgarlardır.

Said'den ve onun Katade'den rivâyetine göre, Katade şöyle demiştir:

"Tam anlamıyla" furkanı

"ayırdedenler" demektir. Allah bu furkanla hak ile batılı, haram ile helali birbirinden ayırdetmiştir. el-Hasen ve İbn Keysan da böyle açıklamışlardır.

Bununla, Allah'ın verdiği emirler ile O'nun yasaklarını birbirinden ayıran, vani bunları açıklayan rasûllerin kastedildiği de söylenmiştir.

Bunun, doğum yaptıktan sonra yeryüzünde başını alıp giden gebe deve anlamındaki; 'e benzetilerek yağmur yağdıran bulutlar, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu şekildeki dişi develere: ile denilir Diğer bulutlardan ayrı ve farklı olan böyle bir bulutu bu tür bir deveye benzetmiş olmaları da muhtemeldir. Şair Zu'r-Rimme şöyle demiştir:

"Yahut, üst taraflarını çakan şimşeklerin aydınlattığı

Son derece simsiyah karanlıklarda parıldayan apayrı bir buluttur."

5

Zikri getirip bırakanlara,

"Zikri getirip bırakanlara" âyetinde, kastın; melekler olduğu hususunda görüş birliği vardır. Yani melekler, aziz ve celil olan Allah'ın kitablarını peygamberlere bırakırlar. Bu açıklamayı el-Mehdevi yapmıştır. Bunun Cebrâîl olduğu ve ondan çoğul isim olarak sözedildiği de söylenmiştir. Çünkü bu kitablan indiren o idi.

Maksadın kendi ümmetlerine Allah'ın üzerlerine indirdiklerini bırakan (tebliğ eden) rasûller olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da Kutrub yapmıştır.

İbn Abbâs:

“Getirip bırakanlara" diye "kaf harfini üstün ve şeddeli okumuştur. Bu yönüyle yüce Allah'ın:

"Muhakkak sen Kur'ân'ı... almaktasın" (en-Neml, 27/6) âyetine benzemektedir.

6

Gerek bir mazeret, gerekse bir uyarı olmak üzere ki:

"Gerek bir mazeret, gerekse bir uyarı olmak üzere," Yani melekler, vahyi Allah tarafından bir mazeret kalmasın diye ya da azabından kullarım uyarıp korkutmak üzere, bırakırlar. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır.

Ebû Salih'ten de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bununla resulleri kastetmektedir. Onlar (kulların ileri sürebilecekleri) bir mazeret bırakmazlar ve uyarırlar.

Said'in Katade'den rivâyetine göre Bir mazeret olmak üzere" (diye okumuş ve ) şöyle demiştir: Yüce Allah'ın kullarına mazeret bırakmamak ve mü’minlere uyarı olmak üzere bırakılmıştır. Onlar, bununla faydalanırlar ve gereklerini yerine getirirler.

ed-Dahhak'ın İbn Abbâs’tan rivâyetine göre

"gerek bir mazeret... olmak üzere" âyeti ile kastedilen, yüce Allah'ın gerçek dostlarına bıraktığı mazeretlerdir, bu da tevbedir.

"Gerekse bir uyarı" düşmanlarını uyardığı bir uyarı "olmak üzere" demektir.

Ebû Amr, Hamza, el-Kisai ve Hafs: Gerekse bir uyarı olmak üzere" âyetindeki "zel" harfini sakın okumuşlardır. Bütün yedi kıraat İmâmları da: Gerek bir mazeret"in "zel" harfini sakin okumuşlardır. Ancak el-Cu'fi ile el-A'şa'nın Ebû Bekir'den, onun Âsım'dan rivâyeti bundan müstesnadır ki o, "zel" harfini ötreli okumuştur. Bu şekildeki kıraat, İbn Abbâs, el-Hasen ve başkalarından da rivâyet edilmiştir. İbrahim el-Teymi ve Kainde ise; Bir mazeret ve bir uyan olmak üzere' şeklinde "atıf vav"ı ile okumuş olup, "vav"dan önce "elif" olmaksızın (yani ve suretinde) okumuşlardır.

Bu iki kelime mef'ûlün leh olmak üzere nasbedilmişlerdir, Mazeret ve uyarı olsun diye... demektir. Mef'ûlün bih olarak nasbedildikleri söylendiği gibi; Zikr'" lâfzından bedel olduğu da söylenmiştir. Yani bir mazeret yahut bir uyarı getirip bırakanlara ... demek olur.

Ebû Ali dedi ki:

"Mazeret" ile

"uyarı" lâfızlarının: şeklinde "zel" harfleri ötrelî olarak: Mazur kılan, gören" ve "Uyaran'ın çoğulu olması da mümkündür.

Yüce Allah'ın:

"İşte bu da önceki uyarıp korkutanlardan bir uyarıp korkutandır." (en-Necm, 53/56) âyetine benzemektedir. Bu durumda "bırakanlar" lâfzından hal olarak nasbedilmiş olur. Yani bunlar, mazeret ve uyarmak hallerinde zikri bırakırlar. Yahutta "zikri" âyetinin mef'ûlü de olabilir. "Getirip bırakanlar bir mazeret ya da bir uyarı olmak üzere" öğüt getirirler demek olur.

Müberred dedi ki: Burada iki lafızda "zel" harfleri ütreli olup çoğuldurlar, bunların tekilleri ise; ile dır.

7

Şüphesiz tehdit olunduğunuz şey, elbette meydana gelecektir.

"Şüphesiz tehdit olunduğunuz şey, elbette meydana gelecektir" âyeti, daha önce geçen yeminin cevabıdır. Yani vaadolunduğunuz kıyâmet mutlaka gelip sizi bulacaktır ve başınıza gelecektir. Daha sonra, bunun gerçekleşeceği vakti açıklayarak şöyle buyurmaktadır:

8

Yıldızlar söndürüldüğü zaman,

"Yıldızlar söndürüldüğü zaman" ışıkları gidip aydınlıkları -kitabın silindiği gibi- silindiği zaman. Bir şeyin izi silinip gittiğinde ve yok olduğunda; denilir. Bu durumda olan şeye: Silinip gitmiş" denilir. Rüzgar geride kalan izleri silip götürür. Bu durumda rüzgar: Silip götüren" iz: İzi kalmayan" yani: Silinip götürülen, izi bırakılmayan" olur.

9

Gök yarıldfğı zaman,

"Gök varıldığı zaman" açılıp parçalandığı ve ayrıldığı zaman demektir. Yüce Allah'ın;

"Gök açılıp kapı kapı olacak" (en-Nebe, 78/19) âyeti da bu anlamdadır. ed-Dahhak'ın, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o: Katlanıp dürülmek üzere ayrıldığı zaman, diye açıklamıştır.

10

Dağlar savurulduğu zaman,

"Dağlar savurulduğu zaman" hepsi hızlıca alınıp götürüldüğü zaman, demektir. Hepsini hızlıca alıp götürdüm" denilir. İbn Abbâs ve el-Kelbi şöyle derdi: Yeryüzü dümdüz edildiği zaman demektir. Çünkü Araplar, ön ayakları ile yularını geride bırakan ata: derlerdi. Şair Bişr de şöyle demiştir

"Yularını dizleriyle ön ayaklarıyla geride bırakır..."

"Deve otu otladı" denilir el-Müberred; "Yerlerinden söküldü" demektir, diye açıklamıştır. Ayaklarını yerden kaldıran bir kimse hakkında; "Ayakları yerden kalktı" denilir. 'in rüzgar savursun diye parçalan birbirinden ayırmak anlamında olduğu da söylenmiştir. "Buğdayı savurdu" tabiri de buradan gelmektedir. Çünkü bu işi yapan bir kimse, rüzgar içindeki samanı alıp götürsün diye buğdayı altüst eder, karıştırır.

11

Peygamberlerin belirli vakti geldiği zaman,

"Peygamberlerin belirli vakti geldiği zaman..." Peygamberler kıyâmet gününde toplanacakları zaman demektir. Vakit kendisine ertelenen bir şeyin gerçekleştiği vade demektir. Buna göre anlam şöyle olmaktadır: Kendileri ile ümmetleri arasında ayırdedici, hükmün verilmesi için, belirli bir vakit tayin edilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah peygamberleri toplayacağı gün..." (el-Mâide, 5/109)

Şöyle de açıklanmıştır: Bu husus dünyada olacaktır. Yani peygamberler kendilerini yalanlayan kimseler hakkında -kâfirlere mühlet verilmek suretiyle- azâbın indirilmesi için onlara belirli bir süre tayin edilip, o sürede bir araya getirilecekleri zaman, demektir. Kıyâmet gününde ise bütün şüpheler ortadan kalkmış olacaktır.

Birinci açıklama daha güzeldir. Çünkü süre belirlenmesinin anlamı, kıyâmet gününde meydana gelecek bir şeydir. Bu da yıldızların söndürülmesi, dağların savurulması, semanın varılmasıdır. Dolayısıyla kıyâmet gününde, önce bunun için sürenin belirlenmesi uygun düşmez.

Ebû Ali dedi ki: Din ve ayırdetme günü, onun için vakit olarak cesbit edilmiştir, demektir.

Vakit tesbit edildi; Vaad olundu, süresi belirlendi" anlamında olduğu söylenmiştir. Bir diğer açıklamaya göre bu, yüce Allah'ın bildiği ve irade ettiği şekilde, bilinen vakitlerde peygamberler gönderildiği zaman demektir. Buradaki hemze "vav"den bedeldir. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' ve ez-Zeccâc yapmıştır. el-Ferrâ'' dedi ki: Ötreli olup, ötresi her zaman değişmeyen herbir "vav"ın yerine hemze getirmek caizdir. Mesela: Topluluk herbiri bir başına namaz kıldı" denildiği zaman son kelimenin hemzesi "vav'a dönüştürülerek; denilebilir. Yine: Bunlar, güzel yüzlerdir" derken "vav" yerine hemze ile: da denilebilir. Çünkü "vav"ın ötreli teiaffuzu ağırdır, fakat yüce Allah'ın:

"Aranızdaki fazileti unutmayınız." (el-Bakara, 2/237) âyetinde "vav"ın ötresi lazım (her zaman sabit) olmadığından ötürü "vav" yerine hemze telaffuzu câiz olmaz.

Ebû Amr, Humeyd, el-Hasen, Nasr ve Âsım'dan gelen bir rivâyet ile Mücahid "vav" ile "kaf' harfi de şeddesiz olarak asla uygun diye okumuşlardır. Ebû Amr dedi ki: Bunu; diye okuyanlar; Yüzler" lâfzının diye okunacağını kabul edenlerdir.

Ebû Cafer, Şeybe ve el-Arec ise "vav" harfi ile ve "kaf" harfi de şeddemiz olarak: diye okumuşlardır. Bu lâfız "vııkf'den 'fu'ilet" veznine nakledilmiş bir kelimedir,

"Vakitleri belli bir farz" (en-Nisa, 4/103) âyetinde de bu kökten gelmektedir.

Yine el-Hasen'den iki "vav'lı olarak: diye okuduğu rivâyet edilmiştir ki; bu da yine aynı şekilde "va'd"den "fu'ilet" vezninde Onunla ahidleşildi" demeye benzer. Eğer bu iki kıraate göre de "vav" "elife kalbedilecek (dönüştürülecek) olursa bu da câiz olur. Yahya, Eyyub, Halid b. İlyas ve Sellam ise hemzeli ve şeddesiz ularak; diye okumuşlardır. Çünkü bu kelime mushafta "elif ile yazılmıştır.

12

Hangi güne geciktirildiler?

Âyetin tefsiri için bak:13

13

Hüküm verip ayırdetme gününe.

"Hangi güne geciktirildiler" ertelendiler! Bu, o günün büyük ve azametli bir gün olduğunu anlatmak içindir, tazim maksadıyla sorulun bir sorudur. Yani

"hüküm verip, ayırdetme gününe" ertelenmişlerdir. Said'in Katade'den rivâyetine göre, o şöyle demiştir: O günde insanlar arasında amellerine göre ayırdedici hüküm verilir ve cennete, cehenneme (gönderilirler.) Hadiste de şöyle denilmektedir: “Kıyâmet gününde insanlar haşredileceklerinde kırk yıl güneş tepelerinde ve gözleri iri bir şekilde açılmış olarak semaya dikilmiş halde ayırdedici hükmün verilmesini bekleyeceklerdir." Bu manada farklı lâfızlarla ve kısmen daha tafsilatlı Muhammed b. Nasr el-Mervezii Tazıma Kadri's-Salâ, 1, 30,1 305.

14

Bu ayırdetme gününü sana ne bildirdi?

"Bu ayırdetme gününü sana ne bildirdi?" âyeti ile günün azameti belirtildikten sonra, ikinci bir defa bu azemete dikkat çekilmektedir, Yani ayırdetme gününün ne olduğunu sana bildiren nedir?

15

O günde yalanlayanların vay haline!

"O günde yalanlayanların vay haline!" Allah'ı, peygamberlerini, kitablarını, ayırdetme gününü yalanlayan kimselere azâb ve rüsvaylık vardır, demektir. O halde âyet bir tehdittir. Bu tehdit bu sûrede herbir âyetten sonra yalanlayan kimseler için tekrarlamıştır. Çünkü bunu yalanlamaları miktarına göre aralarında paylaştırmıştır. Herbir şeyi yalanlayan kimseye başka bir şeyi yalanlaması karşılığında çekeceği azaptan ayrı olarak bir azâb vardır ve yalanladığı o kadar çok şey var ki, bunlar başka şeyleri yalanlamasından suç olarak daha büyüktür. Çünkü o şeyi yalanlamak daha çirkindir, Allah'ın hük-iviüol: v hulusta reddetmek daha büyüktür. Bundan dolayı onun bu yalanlarının miktarına göre bu "veyl"den de ona bir pay verilir. Her yalanlama miktarına uygun bir ceza vardır. İşte yüce Allah'ın: "(Amellerine) uygun, bir karşılık olmak üzere" (en-Nebe’, 78/26) âyeti bunu anlatmaktadır.

en-Numan b. Bekir'den söyle dediği rivâyet edilmiştir: Veyl çetşitli azabların bulunduğu cehennemdeki bir vadidir. İbn Abbâs ve başkaları da böyle demiştir.

İbn Abbâs dedi ki: Cehennemin alevi söndüğü vakit, onun (Veyl'in) kor ateşinden alınarak üzerine bırakılır ve birbirini yemeye koyulur. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Bana cehennem gösterildi de ben orada "veyl"den daha büyük bir vadi görmedim."

Cehennemliklerin yaralarından çıkan irinlerin akıp toplandığı yerin orası olduğu da rivâyet edilmiştir. Akan bir şey, ancak yerin aşağı ve yarık yerlerine akar. Dünyada kullar şunu bilir ki, dünyanın en kötü yerleri pisliklerin, kirlerin, leş ve hamam sularının (kanalizasyonların) toplanıp, bataklık haline gelmiş olan yerlerdir. Denildiğine göre işte o vadi kâfir ve müşriklerin irinlerinin toplandığı bataklıktır, böylelikle akıl sahipleri ondan daha tiksinti verici, ondan daha kötü kokan bir şeyin olmadığını, ondan daha acı, ondan daha kapkara bir şeyin olmadığını bilsinler. Daha sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu vadinin ihtiva ettiği azapları nitelendirmekte, bunun cehennemdeki en büyük vadi olduğunu belirtmektedir. İşte yüce Allah "veyl"i (mealde: Vay haline!) bu sûrede tehditleri arasında sözkonusu etmektedir.

16

Biz öncekileri helâk etmedik mi?

"Biz öncekileri helâk etmedik mi?" âyeti ile Âdem (aleyhisselâm)'dan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar geçmiş ümmetlerin kâfirlerini helâk ettiğini haber vermektedir.

17

Sonrada arkadan gelenleri, onların arkasına takarız.

"Sonra da arkadan gelenleri onların arkasına takarız." Yani sonrakileri öncekilere katarız.

18

İşte Biz, günahkârlara böyle yaparız.

Âyetin tefsiri için bak:19

19

O günde, yalanlayanların vay haline!

"İşte Biz, günahkârlara böyle yaparız." Geçmişlere yaptığımızın bir benzerini Kureyş müşriklerine de, ya kılıçla ya da helâk etmek suretiyle uygularız.

"Sonra da ... onların arkasına takarız" âyeti, genel olarak mübledâ olmak üzere: okumuşlardır. Ancak el-A'rec:

"Öncekileri helâk etmedik mi?" âyetine atf ile cezm ederek; diye okumuştur. Sen beni ziyaret etmedin mi, sonra ben sana ikram et(me)dim mi?" demeye benzer.

Maksat, yüce Allah'ın peygamberleri değişik zamanlarda göndermiş olmakla birlikte, (yalanlayan) kavimleri ardarda helâk etmiş olduğudur.

Daha sonra;

"İşte Biz günahkârlara böyle yaparız" âyeti ile yeni bir cümle başlatmaktadır. Bununla sonradan helâk edilenleri kastetmiştir.

"Onların arkasına takarız" anlamındaki âyetin (ayn harfinin) sakin olarak okunması, arka arkaya harekelerin gelmesi sebebiyle de olabilir. Ondan tahfif dolayısıyla sakin okuduğu da rivâyet edilmiştir,

İbn Mes’ûd'un kıraatinde: Sonra da yakında onların arkasına takacağız" şeklindedir.

“Böyle" âyetindeki "kef" harfi nasb mahallindedir. Biz, bu helakin bir benzerini herbir müşrike uygularız, demektir. Diğer taraftan bunun, ibret olmak üzere, dünyada helâk edilişlerinin çok dehşetli bir şey olduğunu anlatmak anlamında olduğu da söylenmiştir.

Bununla âhiretteki hesaplarını haber verdiği de söylenmiştir.

20

Biz, sizi hakir bir sudan yaratmadık mı?

"Biz, sizi hakir bir sudan" zayıf ve değersiz bir su olan nutfeden

"yaratmadık mı?" Daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.

Bu âyet-i kerîme, ceninin yaratılması yalnızca erkeğin suyundandır, diyen kimseler için asıl bir dayanaktır. Bu hususa dair açıklamalar da daha önceden (el-Hac, 22/5- âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

21

Onu sağlam bir yerde tuttuk.

"Onu sağlam bir yerde." Sağlam korunan bir yer olan rahimde

"tuttuk."

22

Bilinen bir süreye kadar.

"Bilinen bir süreye kadar." Mücahid biz ona suret verinceye kadar, dîye açıklamıştır. Doğum vaktine kadar diye de açıklanmıştır.

23

Gücümüz yeter Bizim. Ne güzel güç yetirenleriz Biz!

Âyetin tefsiri için bak:24

24

Yalanlayanların o gün vay haline!

"Gücümüz yeter Bizim" anlamındaki: âyetini Nafi' ve el-Kisaî' Takdir ettik" şeklinde (dal harfi) şeddeli olarak, diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır. Her ikisi de ayns anlamda farklı söyleyişlerdir. Bu açıklamayı el-Kisai, el-Ferrâ'' ve el-Kutebi yapmıştır. el-Kutebi dedi ki: Şeddesiz söyleyiş, şeddeli söyleyiş ile aynı anlamdadır, Ben bunu takdir ettim" demek gibidir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın (radıyallahü anhmazan) hilâli hakkında: “Eğer hava bulutlu olursa bu sefer onun için takdir cihetine gidiniz." Buhârî, II, 672, 674; Müslim, 11, 759, 760; Ebû Davud, II, 297; Nesâî, IV, 134; İbn Mâce, I, 529, Muvatta’, t, 286; Müsned, II, 5, 13, 63, 145, ifadesinde de bu anlamda kullanılmıştır ki, onun konaklama yerlerini ve yol alışını takdir ediniz (hesab ediniz), demektir.

Muhammed b. el-Cehm el-Ferrâ'dan naklen şöyle demektedir: Şeddeli okuyuş Ali (radıyallahü anh)'dan nakledildiği gibi, şeddemiz okuyuş da ondan nakledilmiştir. Şeddeli ve şeddesiz okuyuşun da aynı anlamda olma ihtimali uzak değildir. Çünkü arablar: Onun hakkında ölümü takdir etti'" dedikleri gibi; de derler. Yüce Allah da;

"Aranızda ölümü biz takdir ettik" (el-Vâkıa, 56/60) diye buyurmuş ve "takdir ettik" anlamındaki âyet hem şeddeli, hem şeddesiz okunmuştur.

Rızkını daralttı" derken de; diye şeddeli de kullanılabilir. (el-Ferrâ' devamla) dedi ki: Şeddesiz okuyanlar, delil getirerek şöyle demişlerdir: Eğer bu şeddeli olsaydı bu sefer ondan sonrasının: Ne güzel güç yetirenleriz Biz!" denilmesi gerekirdi. el-Ferrâ' dedi ki: Ancak Araplar her iki söyleyişi de bir arada kullanabilirler. Yüce Allah, (aynı fiilin iki farklı söyleyişini bir arada zikrederek) şöyle buyurmaktadır:

"Bu nedenle o kâfirlere mühlet ver, onlara azıcık mühlet ver." (et-Tarık, 86/17) el-A'şâ da şöyle demiştir:

"Ve o beni tanımazlıktan geldi, halbuki onun önceden tanımadığı (bende görmediği)

Olaylar ancak, ağarmış saçlar ile saçlarımın dökülmesi idi."

Burada da şair aynı fiilin aynı anlamdaki iki ayrı söyleyişini ("enkera" ve- "nekira" kullanımlarını) birlikte zikretmiş bulunmaktadır.

İkrime'den Gücümüz yeter Bizim" şeklinde şeddesiz: "Kudret; güç yetirmek"den gelen bir fiil olarak okuduğu rivâyet edilmiştir. Ebû Ubeyd, Ebû Hatim ve el-Kisaî'nin tercih ettiği okuyuş da budur, Çünkü daha sonra: Ne güzel güç yetirenleriz Biz!" diye buyurulmaktadır. Şeddeli okuyanların okuyuşu ise "takdir etmek"den gelir. Bizler bedbaht olanı da, bahtiyar olanı da takdir ettik, Bizler ne güzel takdir edenleriz, demektir, Bunu da İbn Mes’ûd Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Manası: Biz, uzun ya da kısa oluşunu takdir ettik, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Buna yakın bir açıklama İbn Abbâs'tan gelmiştir; Takdir ettik, Biz, malik olduk demektir. el-Mehdevi dedi ki: Bu açıklama da şeddesiz okuyuşa daha uygun düşmektedir.

Derim ki: Bu doğrudur. Çünkü "gücümüz yeter Bizim" âyetini şeddesiz olarak okuyan İkrime'dir. O söyle demiştir: Bu Biz malik olduk, Biz ne güzel malikleriz, demektir. Böylelikle her iki kelime birbirinden farklı iki anlam ifade etmiş olur. Yani biz, doğum zamanını ve nutfenin lam bir insan oluncaya kadar bir halden, bir hale intikal etmesini yahut bahtiyar ile bedbahtı ya da uzun ve kısayı takdir ettik. Bütün bu açıklamalar şeddeli okunuşa göredir. Önceden de belirttiğimiz gibi her iki okuyuşun da aynı anlamda olduğu da söylenmiştir.

25

Biz, arzı toplanma yeri kılmadık mı?

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Toplanma Yeri Olarak Yaratılan Yer;

"Biz, arzı toplanma yeri kılmadık mı?" Yani dirileri üzerinde, ölüleri altında toplayan bir lupi-zv:^: kılmadık mı?

Bu ölünün üzerinin örtülüp defnedilmesinin vacib oluşuna aynı şekilde saçlarının ve kendisinden uzaklaştırdığı şeylerin de gömülmesine delil teşkil etmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"in: "Tırnaklarınızı kesiniz ve kestiğiniz tırnaklarınızı gömünüz" Tirmizi el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl, 1, 2H5: İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, X, 3.Wdt- senedinde meçhul bir ravi bulunduğu kaydıyla. âyeti da bunu gerektirmektedir. Bu hususa dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/124. âyet, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Bir şeyi bir araya getirip, toplamayı anlatmak üzere: O şeyi topladım bir araya gelirdim, coplarım bir araya getiririm' denilir. Toplayıp bir araya getirmek" demektir. Siheveyh şu beyiti zikretmektedir:

"Yılanlar kırağıdan dolayı

Yuvalarına çekildiklerinde kerimdirler onlar."

Ebû Ubeyd, bunun "kaplar" anlamında olduğunu söylemiştir. İçinde sütü ihtiva ettiği ve bir arada tuttuğu için süt bulunan tuluma veya kırbaya: denilir. Şair de şöyle demiştir:

"Bu gün, sen. yerin üzerinde ayaktasın

Yarın ise o seni sağlam bir torbaya alacaktır."

eş-Şa'bi, bir cenaze ile birlikte gitmiş, kabristana bakmış, "bu ölülerin toplanma yeridir (konuldukları turbalarıdır)" dedikten sonra bu sefer evlere bakmış: "Bunlar da hayattakilenn toplanma yeridir" demiştir.

2- Kefen Soyuculuğu ve Yerin Toplayıcılığı;

Rabia'dan rivâyet edildiğine göre, o kefen suyucu hakkında: Eli kesilir, demiştir. Kendisine: Niye böyle bir görüş beyan ettin? diye sorulunca, şu cevabı vermiş: Yüce Allah:

"Biz arzı toplanma yeri kılmadık mı? Dirilere de, ölülere de" diye buyurmaktadır. Buna göre, yer bir hirz (korunması gereken şeyi koruyan)dır. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Mâide Sûresinde (5/38. âyet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Ashab döneminde (kabristan olan), Baki el-Ğarkad'e "Kefte" ismini veriyorlardı. Çünkü orası ölüleri toplayan bir kabristan idi, O halde yer canlıları evlerinde, ölüleri de kabirlerinde toplayıp bir araya getirendir. Aynı şekilde insanlar yerin üzerinde karar kılmışlardır. Yatıp dinlendikleri yer de, üzerinde bir araya gelmek suretiyle orasıdır.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Yer canlılar İçin bir toplanma yeridir. Yani İnsandan çıkan fazlalıklar yerde gömülür. Zira insanların üzerinde bulunmalarıyla bir araya gelip toplanmaları sözkonusu değildir. Çünkü toplanmak, bütün yönlerden bir araya gelmeye işaret eder.

el-Ahfeş, Ebû Ubeyde ve iki görüşünden birisinde Mücahid şöyle demişlerdir: Canlılar da, ölüler de yere racidirler. Yani yer, bitip yeşeren demek olan "canlı" ile bitip yeşermeyen demek olan ölü olmak üzere iki kısma ayrılır.

26

Dirilere de, ölülere de.

el-Ferrâ' dedi ki:

"Dirilere de, ölülere de" anlamındaki âyetlerin nasb ile gelmeleri; Toplanma yeri" lâfzının amel etmesi dolayısı iledir, Yani Biz, yeryüzünü dirilerin de, ölülerin de toplanma yeri kılmadık mı?" demektir. Bu lâfızlara tenvin verilecek olursa Muhtemelen izafet ıerkir*ı Nızuiarak âyet nazmında oklumu Sİlı> kullanılırsa... demek iMiyor. Kanıt olarak gösterdiği âyet, bu ihtimali pekiştirmektedir. nasb ile okunurlar. Yüce Allah'ın;

"Yahut açlığın çok olduğu bir günde yemek yedirmektir... bir yetime" (el-Beled, 90/14-15) âyetinde olduğu gibi.

"Yer" lâfzından hal olarak nasboldukları da söylenmiştir. Yani onun bitkisini böyledir, bir kısmı da böyledir demektir.

el-Ahfeş dedi ki: Toplanma yeri" lâfzı 'in çoğuludur. "Yer, arz" ile çoğul kastedilebildiğinden, çoğul ile nitelendirilmiştir.

el-Halil dedi ki: Bir şeyin üstünü altına ya da altını üstüne getirecek şekilde evirip çevirmek" demektir. İnsanlar ev-;en.-îc döndüler" denilir. Buna göre: Toplanma yeri" onların yerin inde gidip gelmeleri, tasarruflarda bulunmaları, tekrar ona dönmeleri ve oriıii aon-.uinıeleri demektir.

27

Orada sapasağlam ve yüksek dağlar kıldık. Sîze tatlı sular içirdik.

Âyetin tefsiri için bak:28

28

Yalanlayanların o gün vay haline!

Orada var. yerde

"sapasağlam ve yüksek dağlar kıldık."

“Sapasağlam": Yerlerinde sabit demektir.

“Yüksek" uzun demektir. Aynı kökten olmak üzere bir kimse kibirlenerek burnunu havaya kaldıracak olursa: Burnunu yukarı kaldırdı" denilir,

"Size tatlı sular içirdik." Yani size içecek sular yarattık. Tatlı" çîcn vt; kendisiyle ekinlerin sulandığı tatlı su demektir.

Yani bizler dağlan yarattık ve tadı suyu indirdik. Bu işler dirilişten daha hayret verici şeylerdir. Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Yeryüzünde cennetten Fırat, Dicle ve Ürdün nehri vardır. Müslim'in Sahih'inde ise; "Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat'ın hepsi de cennet nehirlerindendir" Müslim, iv, 21H3; Müsned, II, 261, 289 denilmektedir.

29

Haydi, yalan saymakta olduğunuz şeye kalkıp gidin!

"Haydi, yalan saymakta olduğunuz şeye kalkıp gidin." Yani kâfirlere: "Haydi, yalan saymakta olduğunuz" azaba yani cehennem ateşine "kalkıp gidin" denilecek. İşte siz bunu gözlerinizle görmektesiniz,

30

Haydi üç kola ayrılmış bir gölgeye gidin!

"Haydi üç kola ayrılmış bir gölgeye" yani dumana

"gidin." Kastedilen, yukarı doğru yükselen, sonra da üç kola ayrılan dumandır. Oldukça büyük dumanların hali böyledir, Yükseldi mi kollara ayrılır.

31

O gölgelendirici de değildir, alevlere karşı faydası da olmaz.

Daha sonra bu gölgeyi nitelendirerek şöyle buyurmaktadır:

"O gölgelendirici de değildir." Güneşin sıcağına karşı koruyan gölgeye benzemez.

"Alevlere karşı faydası da olmaz." Cehennem alevinden hiçbir şeyi önlemez,

“Alev": Alevli olarak yandığı vakit, ateşin üst tarafında görünen kırmızı, sarı ve yeşilimsi renkler alandır.

Sözü edilen

"üç kol"un Dari', Zakkum ve Gıslîn oldukları da söylenmiştir. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre de önce alev, sonra kıvılcım, sonra da dumandır. Çünkü bunlar üç ayrı haldir. Bu ise iyice yanıp, kızgınlaştığı zamanki ateşin en ileri nitelikleridir.

Bir diğer açıklamaya göre, cehennem ateşinden çıkıp, üç kola ayrılacak olan bir parçadır. Nûr (aydınlık) mü’minlerin başı üzerinde duracak, duman münafıkların başı üzerinde, katıksız alev ise kâfirlerin başı üzerinde duracaktır.

Bunun "es-Suradik (etrafı çeviren sur)" olduğu da söylenmiştir ki, bu da onların etraflarını çepeçevre kuşatacak olan ateşten bir dildir. Daha sonra, bundan üç kol çıkacaktır. Bu hesapları bitirilip, cehennem ateşine gidecekleri vakte kadar onları gölgelendirecektir. Bunun Yahmum (kapkara gölge)den meydana gelecek gölge olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Beyinlerine kadar işleyen bir sıcakta ve son derece kaynamış suda, kapkara bir gölgede(dirler.) O serin de değildir, faydası da yoktur." (el-Vakıa, 56/42-44) Önceden de (belirtilen âyetlerin tefsirinde) geçtiği gibi.

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Güneş yaratılmışların başına oldukça yaklaşacaktır. O gün üzerlerinde elbise de olmayacaktır, kefenleri de bulunmayacaktır. Bundan dolayı güneş Sıcağıyla onları kavuracak ve onların nefes almalarını zorlaştıracaktır. Bugün alabildiğine uzatılacaktır. Sonra yüce Allah rahmetiyle dilediği kimseleri kendi gölgesinden bir gölgeye alarak kurtaracaktır. İşte o vakit onlar: "Allah bize lütfetti de bizi Semûm azabından korudu" (et-Tur, 52/27) diyecekler. Yalanlayanlara da: "Haydi yalan saymakta olduğunuz şeye" Allah'ın azabına ve cezasına "kalkıp gidin. Haydi üç kola ayrılmış bir gölgeye gidin" denilecektir. Yüce Allah'ın dostları arşının gölgesinde yahutta onun dilediği bir gölgenin altında bulunacaklar. Bu, hesab bitene kadar böyle olacak, sonra da herbir kesimin cennet ve cehennemdeki yerine bırakılması emredilecek."

32

Çünkü o, her biri saray kadar kıvılcımlar atar.

Daha sonra yüce Allah, ateşin niteliklerini belirterek:

"Çünkü o herbiri bir saray kadar kıvılcımlar atar." diye buyurmaktadır.

Kıvılcımların tekili: 'in tekili ise (Bu da: kıvılcım demektir). Kıvılcım ise, ateşin herbir tarafa uçuşan parçalarıdır. Bunun aslı (kökü): Kurusun diye kumaşı güneşe koymayı anlatan: Kumaşı, elbiseyi güneşte açtım (astım)"den gelmektedir.

“Saray", yüksekçe yapı demektir.

“Saray kadar" âyeti genel olarak 'sad' harfi sakin okunmuştur. Büyüklükleri itibariyle kaleler ve şehirler kadar demektir. Bu da: Saraylar" lâfzının tekilidir. Bu açıklamayı İbn Abbâs ve İbn Mes’ûd yapmıştır. Lâfız cins isim olması itibariyle çoğul anlamındadır. Bunu "sad" harfi sakin: 'in çoğulu olduğu söylenmiştir. Kor ateş" lâfzının çoğulunun şeklinde, Bir hurma tanesi" lâfzının çoğulunun da: şeklinde gelmesi gibidir. Bu lâfız kalın odun demetinden bir tek odun anlamındadır

Buhârî’de yine İbn Abbâs'tan:

"Herbîri saray kadar kıvılcımlar atar." âyeti hakkında şunları söylediği belirtilmektedir. Bizler üç zira ya da daha az boyda ahşabı (kış için) kaldırırdık. Buna da: O ismini verirdik. Buhârî, IV, 1879, 1HH0

Said b. Cübeyr ile ed-Dahhak şöyle demişlerdir: Bunlar, ağaçların ve büyük hurma ağaçlarının düştüğü ya da kesildikleri vakit geriye kalan kökleri idi. Bunların gövde kısımları oldukları da söylenmiştir.

İbn Abbâs, Mücahid, Humeyd ve es-Sülemî de "sad" harfini üstün olarak: diye okumuşlardır ki bu da hurma ağaçlarının gövdeleri demektir. Çoğulu ile ...diye gelir.

Katade, "develerin boyunları" diye açıklamıştır. Said b. Cübeyr "kaf" harfini esreli, "sad" harfini de üstün okumuştur ki; bu da aynı şekilde; "Ağacın gövdesi'nin çoğuludur. Para kesesî"nîn çoğulunun: şeklinde, Tencere" lâfzının çoğulunun: şeklinde, Demir halka" lâfzının çoğulunun: şeklinde gelmesi gibi.

Ebû Hatim dedi ki: Bu farklı bir söyleyiş de olabilir. Tıpkı "ihtiyaç" anlamında: ile demeleri gibi.

dağ demek olduğu da söylenmiştir.

33

Ve her biri sarı erkek develeri andırır.

Âyetin tefsiri için bak:34

34

Yalanlayanların o gün vay haline!

Bu âyette yüce Allah kıvılcımları miktarları itibariyle kasra (verilen anlamlara göre) benzettikten sonra, rengi itibariyle onu

"sarı develere" benzetmiştir. Bu sarı develerden kasıt ise siyah develerdir. Çünkü Araplar siyah develere

"sarı develer" derler, Şair de şöyle demiştir:

"İşte benim atlarım ondandır ve işte develerim de

Onlarsa sarıdır, yavruları da (siyah) kuru üzüm gibidir."

Develerinin siyah olduğunu anlatmak istemektedir.

Siyah develerin

"sarı" diye nitelendirilmesi onların siyahlıklarının bir miktar sarı ile karışık olmasından dolayıdır. Tıpkı beyaz ceylanlara beyazlıkları üzerinde bir çeşit bulanıklık olduğundan dolayı: Siyah ceylanlar" denilmesi de buna benzemektedir.

“Kıvılcım."; etrafa uçuşup yere düştüğü vakit onda ateşin bir miktar kalıntısı da vardır ki; bu haliyle siyah develere -onda bir miktar sarılık da bulunduğundan dolayı- çokça benzemektedir. İmrân b. Hittan el-Haricî'nin bir beyiti şöyledir;

"En yüksek sesiyle çağırdı onları ve attı onlara

Sarı develer gibi (kıvılcımları) ve yüzlerinin derilerini yüzücüdür o."

Ancak Tirmizî bu açıklamayı zayıf bularak şöyle demiştir: Sözlükte herhangi bir şeye az miktarda bir karışım bulunduğu için camamının bu az miktardaki karışıma nisbet edilmesi imkânsız bir şeydir. Bu şekilde açıklama yapanlara hayret edilir. Çünkü yüce Allah: Sarı halatlar" diye buyurmuştur. Bizler dilde bu türden bir şey bilmiyoruz.

Bize göre de açıklaması şöyledir: Nar (ateş) nurdan yaratılmıştır. O halde o ışık saçıcı bir ateştir. Allah, bir yer olan cehennemi yaratınca o yeri ateşle doldurdu ve ona egemenliğini ve gazabını saldı. Egemenliğinden ötürü simsiyah kesildi ve yakıcılığı daha da arttı. Normal ateşten ve hatta her şeyden daha simsiyah kesildi. Kıyâmet gününde cehennem insanların durdukları yere (Mevkıfe) getirileceğinde kıvılcımlarını orada bulunanların üzerine -Allah'ın gazabı dolayısıyla gazablanarak- atacaktır. Bu kıvılcımlar ise siyahtır, çünkü siyah bir ateşin kıvılcımlarıdır. Cehennem kıvılcımlarını düşmanlara atacaktır. Onlar da ateşin siyahlığından ötürü simsiyah kesileceklerdir; fakat bu tevhid ehline ulaşmayacaktır. Çünkü onlar, o Mevkıfte (hesab için durdukları yerde) etraflarını çepeçevre kuşatmış, rahmetten bir sur içerisinde olacaklardır. Bu da şanı yüce ve mübarek Rabbin, gelişinde görülecek olan buluttur; fakat mü’minler bu şekildeki kıvılcım atılışını gözleriyle göreceklerdir. Onlar bu kıvılcımları görecekleri vakit yüce Allah, o kıvılcımlar üzerindeki egemenlik ve gazabını onların görüşlerinde- kaldıracak ve böylelikle onları arı göreceklerdir. Bu yolla muvahhid kimseler Allah'ın egemenlik ve gazabı içerisinde değil de Allah'ın rahmetinde olduklarını bilmiş olacaklardır, İbn Abbâs şöyle diyordu: "Sarı halatlar" adamların kuşakları gibi oluncaya kadar birbiri üstüne katılıp, bir araya getirilecek olan gemi haladandır. Bunu da Buhârî zikretmiştir. Buhârî, IV, 1H«O

İbn Abbâs bu lâfzı "cim" harfini ötreli olarak: diye okurdu. Mücahid ve Humeyd de "cim" harfini ötreli olarak böylece okumuşlardır ki; kalın halatlara verilen addır. Aynı zamanda bunlar "gemi halatları" demektir. Gemi haladarına: da denilir, tekili: ...diye gelir.

Yine İbn Abbadan gekn rivâyete göre, bunlar bakır parçalarıdır. Şu kadar var ki kalın halatın bilinen ismi "mim" harfi şeddeli olarak 'dir. Daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/40, âyetin tefsirinde) geçtiği gibi.

Develer" şeklinde "cim" harfi ötreli olarak kullanım, tekil olarak "cim" harfi kesreli olan; 'in çoğuludur. Bu da: Deve" lâfzının çoğulu gibidir. Taş" lâfzının çoğulunun; şeklinde, Zeker" lâfzının çoğulunun diye gelmesi gibi.

Yakub, İbn Ebi İshak, Îsa ve el-Cahderî ise "cim" harfini ötreli ve tekil olarak; diye okumuşlardır ki bu da "bir araya getirilmiş pek büyük şey" demektir.

Hafs, Hamza ve el-Kisaî; diye okurken, yedi kıraat İmâmlarının geri kalanları; diye okumuşlardır.

el-Ferrâ' dedi ki: Bu okuyuşun: 'in çoğulu olması mümkündür. Adam" lâfzının çoğulunun; ile diye gelmesi gibidir.

Onları "develerde benzetmesinin sebebi, hızlıca hareketi olduğu da söylenmiştir. Ardı arkasına geldiğinden dolayı, diye de açıklanmıştır. Saray" lâfzı 'in tekilidir. Karanlığın karışması" anlamındadır. Ona kasr vakti -yani akşam üzeri- gittim" denilir. O halde bu lâfız müşterek (birden çok mana hakkında ortak olarak kullanılan) bir lafızdır. Şair de şöyle demiştir:

"Sanki onlar akşam vakti bir rahibin kandilleri gibidir

Mevaen denilen yerdeki o rahib fitilini yağ ile beslemiştir."

Odun, Kömür vb. Şeyleri Saklamak:

Bu âyet-i kerimede -temel gıdalardan olmasa dahi- odun ve kömürün saklanmasının câiz olduğuna delil vardır. Bu da kişinin maslahatının gereklerinden, ihtiyaç duyacağı vakit kendisini ihtiyaçtan kurtaracak hususlardandır. Bunlar da aklın, ihtiyaç duymadan önce kazanılmalarını gerekli gördüğü hususlar arasındadır. Böylelikle daha ucuz bir yolla elde edilebilsin ve bulunabilme imkanının daha yüksek olduğu zamanlarda temini sözkonusu olsun. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da kendi kazancından ve malından olmak üzere, temel gıdalarını, genel olarak bulundukları zamanlarda alır ve saklardı. Herşey de buna göre açıklanır. İbn Abbâs da bu hususu şu sözleriyle açıklamıştır: Biz, bir keresteyi alır ve bunu üç zira boyunda yahut daha kısa olarak keser, kış için bunu saklardık ve biz buna "el-kasar" ismini verirdik Bk. Buhârî, IV, 1879, Bu hususla en sahih görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

35

Bu, onların konuşamayacakları bir gündür.

"Bu, onların konuşamayacakları bir gündür. Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler." Yani kıyâmet gününün çeşitli durumları, çeşitli konumları vardır. İşte bu konuşmalarına imkan verilmeyecek, özür dileyip kendilerini kurtarmaları için izin verilmeyecek bir konumdur. İkrime'nin, onun İbn Abbâs'tan rivâyetine göre, şöyle demiştir: İbnu'l-Ezrak ona yüce Allah'ın:

"Bu onların konuşamayacakları bir gündür" âyeti ile:

".. kıpırdanan dudakların fısıltısından başkasını duyamayacaksın." (Ta-Ha, 20/108) buyrukları hakkında soru sordu. Diğer taraftan yüce Allah'ın:

"Onlardan bir kısmı diğer bir kısmına yönelip, biri diğerine soru sorarlar." (es-Saffat, 37/27) diye buyurduğunu söyledi. İbn Abbâs ona şu cevabı verdi: Yüce Allah:

"Gerçek şu ki Rabbinin yanında bir gün sayacağınız bin yıl gibidir" (el-Hac, 22/47) diye buyurmaktadır. Bu miktardaki herbir günün farklı bir durumu olacaktır.

Fayda verecek bir delil ileri sürerek konuşmayacaklardır, diye de açıklanmıştır. Çünkü herhangi bir fayda sağlamayan sözler söyleyerek konuşan bir kimse, sanki hiç konuşmamış gibidir.

el-Hasen: Onlar konuşacak olsalar bile, bir delil ileri sürerek konuşmayacaklardır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu onların:

"Yıkılın içerisine! Bana da söz söylemeyin." (el-Mu'minun, 23/108) diye kendilerine cevab verileceği zamanda olacaktır. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden (belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ebû Osman dedi ki: Heybeti görmeleri ve günahlarından utanmaları, onları susturmuş olacaktır. Cüneyd dedi ki: Kendisine nimet verenden yüz çeviren, onu inkar eden, üzerindeki bunca nimete karşı nankörlük eden kimsenin ileri sürecek ne gibi bir mazereti olabilir ki!

“Gün" lâfzı genel olarak mübteda ve (verilen) haber olarak merfû' okunmuştur. Yani melekler; Bu, onların konuşamayacakları bir gündür, diyeceklerdir. Yüce Allah'ın:

"... kalkıp gidin" âyeti, meleklerin söyleyeceği sözlerden olması mümkündür. Daha sonra yüce Allah, dostlarına: İşte bu, kâfirlerin konuşamayacakları bir gündür, diyecektir. "Gün"ün anlamı saat ve zamandır.

Yahya b. Sultan, Ebû Bekr'den, o da Âsım'dan: diye nasb ile okuduğunu rivâyet etmiştir. Aynı zamanda bu İbn Hürmüz ve başkalarından da rivâyet edilmiştir. Bu durumda fiile izafe edilmesi dolayısıyla mebni olması câiz görülmüştür, ancak mahalli itibariyle refdir. Bu da Kûfelilerin mezhebidir. Bununla birlikte "günMen başkasına işaret edilmek üzere nasb konumunda olması da caizdir. Bu da Basralıların mezhebidir. Çünkü onlara göre, atncak bir mebniye izafe edilecek olursa "gün" tafzı bina edilir. Burada ise fiil (mebni değil) murebdir.

36

Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler.

Âyetin tefsiri için bak:37

37

Yalanlayanların o gün vay haline!

el-Ferrâ'' da yüce Allah'ın:

"Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler" âyeti hakkında şöyle demiştir. Buradaki "fe", "tein verilmeyecek" üzerine atıf edatıdır. Bunun câiz oluşu âyetlerin sonlarının "nun" ile bitmesidir. Eğer: denilmiş olsaydı o zaman âyetlerin sonuna uygun düşmezdi. Bir başka yerde ise:

"Onlar hakkında hüküm verilmez ki ölsünler." (Fatır, 35/36) diye nasb ile buyurmuştur. Hepsi de doğrudur. Yüce Allah'ın:

"Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir? Allah da o verdiğini ona pek çok arttıran" (el-Bakara, 2/245) diye burada kaydedilen ayeti son lâfzının sondan ikinci harfinin nasb ile de, ref ile de okunması buna benzemektedir.

38

Bu hüküm verip, ayırdetme günüdür. Sizi de, evvelkileri de toplamışızdır.

"Bu hüküm verip, ayırdetme günüdür." Yani onlara: İşte bugün, insanlar arasında hüküm verilecek ve böylelikle kimin haklı, kimin haksız olduğu açıkga ortaya çıkarılacak bir gündür.

"Sizi de, evvelkileri de toplamışladır" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı yalanlayanlar ile ondan önceki peygamberleri yalanlayanları bir araya getirmiş olacaktır. Bunu, İbn Abbâs'tan ed-Dahhak rivâyet etmiştir.

39

Eğer bir hileniz var ise, hemen Bana bu hileyi yapın.

Âyetin tefsiri için bak:40

40

Yalanlayanların o gün vay haline!

"Eğer bir hileniz var ise" helâk edilmekten kurtuluş çareniz varsa

"hemen Bana bu hileyi yapın." Kendi lehinize bu hileyi (çareyi) uygulayın ve Bana karşı güç sahibi olun. Fakat buna asla imkanı bulamayacaksınız.

Şöyle de açıklanmıştır:

"Eğer bir hileniz var ise" savaşabilecek gücünüz varsa

"hemen Bana bu hileyi yapın" Benimle savaşın. ed-Dahhak, İbn Abbâs'tan böyle rivâyet etmiştir. Dedi ki: Sizler dünyada iken Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı savaşarak Bana karşı da savaş veriyordunuz. Haydi bugün Bana karşı savaşınız.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Sizler dünyada iken isyanlar ediyordunuz. Şimdi ise onları yapamayacak duruma düştünüz, kendinizi savunamayacak hale geldiniz.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in söylediği bir sözdür. O takdirde bu Hud (aleyhisselâm)'ın:

"Artık hepiniz bana tuzak kurun. Bundan sonra bana bir mühlet de vermeyin" (Hud, 11/55) şeklindeki sözlerine benzer.

41

Şüphesiz ki takva sahipleri gölgelerde, pınar başlarındadır.

"Şüphesiz ki takva sahipleri gölgelerde, pınar başlarındadır" âyeti lie yjı:= Allah, yarın takva sahiplerinin ulaşacakları hali haber vermektedir.

"Gölgeler"den kasıt, (kâfirlerin) üç kola ayrılmış

"gölgeleri"nin yerine ağaçların ve sjravUnnın gölgeleridir. Yâsîn Sûresinde de:

"Onlar ve eşleri gölgelerde, tahtlar üstünde yaslanacaklar" (Yasin, 36/56) diye buyurulmakladır.

42

Arzu ettiklerinden meyveler arasındadırlar.

"Arzu ettiklerinden" temenni edeceklerinden

"meyveler arasındadırlar."

"Gölgelerde" anlamındaki lâfız genet olarak: diye okunmuştur. Ancak el-A'rec, ez-Zühri ve Talha diye, 'in çoğulu olarak okumuşlardır ki bu da cennette gölge yapacak şeyler altındadırlar, demek olur.

43

İşlediğiniz sebebi ile afiyetle yiyin, İçin.

"İşlediğiniz sebebi ile afiyetle yiyin, İçin." Yani, kıyâmet gününde müşriklere:

"Eğer bir hileniz var ise hemen bana bu hileyi yapın" (39- âyet) yerine bu sözler söylenecektir. Buna göre

"yiyin, için" âyeti

"gölgelerde" diye ifade edilen zarfta (mahalde) bulunan

"takva sahibleri"ndeki zamirden hal konumundadır, Onlar

"gölgelerde" karar kılmış olacaklar ve bu sözler onlara söylenecektir, demek olur.

44

Çünkü Biz, ihsan edicileri, böyle mükâfatlandırırız.

Âyetin tefsiri için bak:45

45

Yalanlayanların o gün vay haline!

"Çünkü Biz, ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız." Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı tasdik edişlerinde ve dünyadaki amelleri itibariyle ihsanda bulunan kimseleri, bu şekilde mükâfatlandırırız.

46

Az bir süre yiyin, faydalanın. Çünkü siz günahkârlarsınız.

Âyetin tefsiri için bak:47

47

Yalanlayanların o gün vay haline!

"Az bir süre yiyin, faydalanın." buyrukları

"takva sahibleri"nden önce gecenler hakkındadır. Bu bir tehdit olup "yalanlayanlardan haldir. Yani

"az bir süre yiyin, faydalanın" diye kendilerine söyleneceği halde, veyl onlar hakkında sabittir.

"Çünkü siz günahkarlarsınız." Kâfir kimselersiniz. Âhirette size zarar verecek türden olan şirk ve masiyet gibi bir takım fiiller kazanmış kimselersiniz, diye de açıklanmıştır.

48

Onlara: "Rükû edin" denildiği zaman rükû etmezler.

Âyetin tefsiri için bak:49

49

Yalanlayanların o gün vay haline!

"Onlara: 'Rükû edin' denildiği zaman rükû etmezler." Bu müşriklere:

"Rükû edin" yani namaz kılın denilecek olursa, onlar

"rükû etmezler" namaz kılmazlar. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.

Mukâtil de şöyle demiştir: Bu âyet Sakifliler hakkında inmiştir. Onlar namaz kılmak istemeyince bu âyet da haklarında nazil oldu. Mukâtil dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara "İslâm'a girin" deyip onlara namaz kılmalarını emredince onlar: Bizler eğilmeyiz. Çünkü bu bizim aleyhimize bir tenkit sebebi olur, dediler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Rükû ve sucudu bulunmayan bir dinde hayır yoktur."

Nakledildiğine göre Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ikindi namazından sonra mescide girdi. Onun görüşüne göre ikindiden sonra rükû (namaz) kılınmaz. O bakımdan namaz kılmadan oturdu. Bir çocuk ona: Ey yaşlı adam kalk ve namaz kıl, dedi. Malik kalkıp namaz kıldı ve kendisinin benimsediği görüşü ileri sürerek onunla tartışmadı. Bu husus ona sorulunca şöyle dedi: Ben "Onlara: Rükû edin, denildiği zaman rükû etmezler" diye kendilerinden sözedilen kimselerden olurum diye korktum.

İbn Abbâs dedi ki: Ahirette secde etmeye çağırılıp da secde edemeyecekleri vakit, onlara bu söz söylenecektir.

Katade dedi ki: Bu husus dünyada olan bir şeydir.

İbnu'l-Arabî dedi ki; Bu âyet-i kerîme, rükû'un vucubuna ve onun namazda bir rükün olduğuna dair bir delildir. Zaten bu hususta icma da gerçekleşmiştir, bazıları bu işin kıyâmet gününde olacağını sanmıştır. Oysa kıyâmet günü bir mükellefiyet yurdu değildir. Bu sebeple orada yerine getirilmediği takdirde, veyl ve cezanın sözkonusu olacağı bir emir verilmesi de sözkonusu olmaz. Onlar (kıyâmette) sadece dünyada insanların halinin açığa çıkarılması için secde etmeye davet edilecekler. Dünyada Allah'a secde eden kimse, secde etmek imkanını bulacaktır. Riyakarlık yaparak ondan başkasına secde eden kimsenin ise sırtı dümdüz, tek bir parça haline getirilecektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani onlara, hakka boyun eğin, denildiğinde onlar boyun eğmezlerdi. O vakit bu âyet hem namaz hakkında, hem de başka hususlar hakkında umumi olur. Namazın sözkonusu edilmesi ise tevhidden sonra bütün şer'î hükümlerinin esası oluşundan dolayıdır.

Bununla, imanın emredildiği de söylenmiştir. Çünkü namaz imansız sahih olmaz.

50

Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar?

"Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar?" Yani mucize olan, Allah Rasülünun doğruluğunun kesin delili olan Kur'ân'ı tasdik etmezlerse neyi tasdik edecekler. neyi doğrulayacaklardır!

Sûrede

"yalanlayanların o gün vay haline!" âyetinin tekrarlanması. korkutmanın ve tehdidin tekrarlanması içindir. Bunun tekrar olmadığı da söylenmiştir. Çünkü bu âyetin zikredildiği her seferinde diğerlerinde kastedilen manadan başkası kastedilmiştir. Sanki bir hususu zikredip: "Bunu yalanlayanın vay haline!" demiş, sonra bir başka husus zikrederek: "Bunu yalanlayanın vay haline!" diye buyurmuş, sonra bir başka hususu sözkonusu ederek: "Bunu yalanlayanın vay haline!" diye buyurmuş ve bu böylece sona kadar devam edip gitmiştir,

el-Mürselât Sûresi'(nin tefsiri) yüce Allah'a hamd olsun ki (burada) sona ermektedir.

0 ﴿