NEBE SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Mekke'de inmiştir, "Amme Sûresi" diye de adlandırılır. Kırk veya kırkbir âyettir.

1

Birbirlerine neyi soruyorlar?

"Birbirlerine neyi soruyorlar?" âyetindeki:

“Neyi" bir soru lâfzıdır. Bandan dolayı: Ne"nin sonundaki "elif" haberin sorudan ayırdedilmesi İçin düşmüş bulunmaktadır. Soru edatı olarak kullanılmaları halinde: Niçin" ile Neden" edatlarında da böyledir. Onlar biribirlerine hangi şey hakkında soru soruyorlar? demektir.

ez-Zeccâc dedi ki:

“Neyi" lâfzının aslı: olup "nun" 'imim"tı idgam edilmiştir. Çünkü her ikisinde de "gunne" ortak özelliktir.

"Birbirlerine ... soruyorlar" lâfzındaki zamir de Kureyş'e aittir.

Ebû Salih'in, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o şöyle demiştir: Kur'ân, nazil olduğu sırada Kureyş oturuyor ve kendi aralarında konuşuyorlardı. Kimisi Kur'ân'ı tasdik ediyor, kimisi yalanlıyordu. Bunun üzerine

"birbirlerine neyi soruyorlar" âyeti nazil oldu.

“Neyi" âyetinin müşrikler, ne hakkında işi sıkı tutuyorlar ve tartışıyorlar?, anlamında olduğu da söylenmiştir.

"O büyük haberi" yani onlar

"o büyük haberi" birbirlerine soruyorlar. Buradaki tilavette okuduğumuz: Birbirlerine soruyorlar" fiiline taalluk etmemektedir. Çünkü o takdirde, başına soru edatının da girmesi gerekiyor idi ve bu durumda âyet: O büyük haberi mi!'" şeklinde (başına istifham edatı olarak hemze getirmek suretiyle) gelmesi gerekirdi Bizim: Senin malın kaçtır? Otuz mu, kırk mı?" dememize benzer. İşte sözünü ettiğimiz bu husus dolayısıyla, bunun tilavette okuduğumuz

"birbirlerine... soruyorlar" (anlamındaki) bu lâfza taalluk etmemesi, bunun yerine hazfedilmiş

"birbirlerine soruyorlar" fiiline taalluk,etmesi gerekmektedir. Bunun güzel kaçması da daha önceden;

"birbirlerine ... soruyorlar" âyetinin geçmiş olmasıdır. Bu açıklamayı el-Mehdevi yapmıştır.

Bazı ilim ehlinin belirttiklerine göre; Ne" âyetindeki soru tekrar edilmiştir, ancak bu tekrar hazfedilmiştir. Sanki: Birbirlerine neyi soruyorlar? Büyük haberi mi?" diye buyurulmuş gibidir. Bu durumda ikinci soru, birinci âyet-i kerimeye (anlam itibariyle) bitişik olmaktadır,

"O büyük haberi." Yani büyük habere dair biribirlerine soru soruyorlar.

2

Âyetin tefsiri için bak:3

3

Kendilerinin, hakkında anlaşmazlığa düştükleri o büyük haberi

"Kendilerinin, hakkında anlaşmazlığa düştükleri" bu hususla birbirlerine muhalefet ederek kimisi tasdik ederken, diğerinin yalanladığı

"o büyük haberi" demektir.

Ebû Salih'in kendisinden rivâyetine göre, İbn Abbâs şöyle demiştir: O Kur’ân’dır. Bunun delili de yüce Allah'ın:

"De ki: 'O büyük bir haberdir. Siz ise ondan yüz çevirenlersiniz.'" (Sad, 38/67-68) Kur'ân-ı Kerîm, geleceğe ve geçmişe dair haberler ve kıssalar ihtiva eder. O bakımdan o şanı çok büyük bir haberdir. Said'in rivâyetine göre, Katade şöyle demiştir: Bu büyük haber, ölümden sonraki diriliştir. İnsanlar bu hususta iki kısımdır. Kimisi onu tasdik eder. kimisi yalanlar.

4

Hayır, yakında bileceklerdir.

Bunun, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumu olduğu da söylenmiştir. ed-Dahhak'ın rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Yahudiler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a pek çok hususa dair soru sormuşlardı, Şanı yüce Allah da onların kendi aralarındaki ayrılıklarını ona haber verdi. Sonra onları tehdit ederek:

"Hayır, yakında bileceklerdir" diye buyurdu. Yani Kur'ân'ın akıbetini yakında bileceklerdir ya da yakında ölümden sonra diriliş gerçek midir, yoksa batıl midir? Bileceklerdir.

“Hayır!" Onların, ölümden sonra dirilişi inkar etmelerini veya Kur,'ân'ı yalanlamalarını reddetmektir. Bundan dolayı üzerinde vakıf yapılır. Bunun: "Gerçekten" anlamında olması ya da; Dikkat edin, haberiniz olsun ki ..." anlamında olması ve onunla süze (yeni bir cümle olarak) başlanılmamış olması da mümkündür. Daha kuvvetli olan, onların sorularının ancak ölümden sonra diriliş hakkında olduğudur. Kimi ilim adamımız şöyle demiştir; Buna delil de yüce Allah'ın:

"Şüphe yok ki hüküm verip, ayırdetme günü belirlenmiş bir vakittir" (17. âyet) âyetidir. Bu âyet, onların ölümden sonra diriliş hakkında, birbirlerine soru sorduklarını göstermektedir.

5

Sonra yine hayır! Onlar, İleride bileceklerdir.

"Sonra yine hayır! Onlar ileride bileceklerdir." Yani gerçekten onlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirdiği Kur'ân'ın doğruluğunu ve onun sözkonusu elliği ölümden sonra dirilişin gerçek olduğunu bileceklerdir.

ed-Dahhak da şöyle demiştir;

"Hayır! Yakında bileceklerdir" âyeti ile kâfirlerin yalanlamalarının akıbetleri kastedilmektedir.

"Sonra yine hayır, onlar İleride bileceklerdir" âyeti da mü’minler, tasdik etmelerinin akıbetini bileceklerdir, demektir. Bu âyetler bunun tam aksi olarak da açıklanmıştır,

el-Hasen dedi ki: Bu, tehditten sonra gelen bir başka tehdittir.

Bu iki âyette de fiiller genel olarak haber vermek anlamında "ye" ile okunmuştur. Çünkü daha önce geçen

"birbirlerine ... soruyorlar" âyeti ile

"kendilerinin hakkında anlaşmazlığa düştükleri ..." âyeti bunu gerektirmektedir. Ancak el-Hasen, Ebû'l-Aliye ve Malik b. Dinar her ikisinde de "te" İle (yani: "hayır ... bileceksiniz" anlamında) okumuşlardır.

6

Biz, yeri bir beşik yapmadık mı?

"Biz, yeri bir beşik yapmadık mı?" (diye başlayan kuyruklarıyla) yüce Allah, onlara ölümden sonra dirilişe kudretinin delillerini sıralamaktadır. Yani Bizim bu İşleri var etmeye kadir olmamız, ölümden sonra dirilişe kadir oluş kudretimizden daha büyüktür.

“Beşik": Yatak ve döşek demektir. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"O (radıyallahü anhbbiniz) ki yeryüzünü sizin için bir döşek yaptı," (el-Bakara, 2/22)

Bu lâfız: Beşik' diye de okunmuştur. Yani çocuk için beşik neyse, yer de insanlar için odur. Beşik çocuğun üzerinde uyutulduğu yerin adıdır.

7

Dağları da kazık?

"Dağları da" yer sükûnet bulsun, çalkalanmasın, üzerindekilerle birlikte başka :araflara meyletmesin diye

"bir kazık?"

8

Sizi çift çift yarattık.

"Sizi çift çift yarattık." Çeşitli türler, yani erkek ve dişi olarak yarattık. Çeşitli renkler diye açıklandığı gibi, bunun kapsamına güzel ve çirkin, uzun ve kısa uinjnck-n bütün çiftler girer. Böylelikle değişik durumlar ortaya çıksın ve gerekli ibret alınsın, kendisine fazlalık verilmiş kimse şükretsin, daha az verilmiş kimse sabretsin.

9

Uykunuzu bir dinlenme yaptık.

 

"Uykunuzu bir dinlenme yaptık" âyetindeki:

“Yaptık", kıldık anlamındadır. Bundan dolayı bu fiil iki mef'ûle geçiş yapmıştır. İkincisi

"dinlenme" (anlamındaki) lafızdır. Yani Biz, uykuyu bedenleriniz için rahat(latıcı) kıldık. "Sebt (cumartesi) günü" de bu kökten gelmektedir ki, dinlenme günü demektir. Yani İsrailoğullarına bugünde dinleniniz, hiçbir iş yapmayınız, denilmiştir.

İbnu'l-Enbari, bunu kabul etmeyip şöyle demiştir: Dinlenmeye "şubat" denilmez.

Bunun asıl anlamının uzanmak olduğu söylenmiştir. Nitekim kadın saçlarını çözüp, serbest bıraktığı vakit: Kadın saçlarını çözdü" denilir. O halde bu kelime "uzatmak" gibi bir anlam ifade eder. Yaratılışı uzatılmış (uzun, iri yan) adam" demektir. Kişi dinlenmek istedi mi uzanır. Bundan dolayı dinlenmeye "sebt" denilmiştir.

Bunun asıl anlamının kesmek olduğu da söylenmiştir. Nitekim: Saçlarını kesti, traş. etti" denilir. Sanki kişi uyuduğu vakit insanlarla ve işlerle ilgiyi kestiğinden böyle denilmiş gibidir. Buna göre "şubat: uyku" ölüme benzemektedir. Şu kadar var ki ruh kişiyi bırakıp, gitmez.

Kolay ve rahat bir yürüyüş" de denilir (ve bu kökten gelen lâfız kullanılır.) Şair de şöyle demiştir;

"Ve bölerleri zayıftır ... gündüzüne gelince o hızlıca yol alır

Geceleyin ise yumuşak yürür."

10

Geceyi bir elbise yaptık.

"Geceyi bir elbise yaptık." Yani gecenin karanlığı sizi elbise gibi bürür ve örter. Bu açıklamayı et-Taberi yapmıştır. İbn Cübeyr ve es-Süddi: Sizin için bir rahat ve sükun demektir, diye açıklamışlardır.

11

Gündüzü de geçim zamanı kıldık.

"Gündüzü de geçim zamanı kıldık." âyetinde hazfedilmiş bir lâfız vardır ki Geçim zamanı" demektir. Yani geçiminizi elde etmek için gerekenleri yapacağınız bir zaman kıldık. Yiyecek, içecek gibi kendisi ile hayatta kalınan herbir şey"e denilir. Buna göre, ikinci lâfzın (takdir edilen zaman lâfzının) birincisinin aynısı olması için bu lâfız zaman ismi kabul edilmelidir.. Bununla birlikte muzafın hazfi takdirine binaen "yaşamak" anlamında mastar olması da mümkündür.

12

Üzerinizde sapasağlam yedi (gök) bina ettik.

"Üzerinizde sapasağlam yedi” yani sapasağlam yedi sema

"bina ettik." Yaratılışları sapasağlam, yapıları son derece güçlü demektir.

13

Ve (orada) parıldayan ve ısı yayan bir kandil yarattık.

"Ve parıldayan ve ısı yayan bir kandil yarattık." Bu da güneştir. Burada: "yarattı" anlamındadır. Çünkü bu fiil burada tek bir mef'ûle geçiş yapmıştır. Parlaması olan şey" demektir. Parıldadı, parıldar, parıldamak" denilir. Mücevher parıldadığı vakit: denilir. İbn Abbâs dedi ki: Parıldayan, ışık saçan demektir.

14

Ve sıkıştırılan (bulut)lardan şarıl şarıl bir su indirdik.

"Ve sıkıştırılan (bulut)lardan şarıl şarıl bir su indirdik." Mücahid ve Katade dedi ki: Sıkıştırıcılar, sıkanlar"dan kasıt rüzgarlardır. İbn Abbâs da böyle açıklamıştır. Rüzgarlar bulutları sıktığı için bu isim verilmiş gibidir. Yine İbn Abbâs'tan rivâyete göre, maksat bulutlardır. "Süfyan, er-Rabi', Ebû'l-Aliye ve ed-Dahhak şöyle demişlerdir: Su ile sıkılan ve henüz yağmur yağdırmamış olan bulutlara denilir. Ay hali olması zamanı gelmiş olmakla birlikte henüz ay hali olmamış ve "ef-mu'sır" denilen kadına benzetilmektedir. Şair Ebû’l-Necm şöyle demiştir:

"Yavaş yavaş yürüyor, başındaki örtüsü kaymış olarak

Sanki ay hali olmuş yahut ay hali olma zamanı yaklaşmış gibi."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Kendilerine karşı kendimi koruduğum kişilerle aramdaki kalkanım:

Üç kişi idi ki, ikisinin memeleri yeni tomurcuklanmış, diğeri ise ay hali olmaya yaklaşmış."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Hafif yağan yağmurlar ile öğleden sonra yağan yağmurların

Süslediği bir papatya gibi, dişleri arası aralıklı..."

Urdu bu isim verilmektedir. Rüzgar toz kaldırarak esti. eser" denilmektedir. Bu şekilde esen rüzgara da: denilir. Bulutlara da yağmur yağdırdıklarından ötürü denilmektedir.

Yine Katade şöyle demiştir: Bu sema demektir.

en-Nehhâs dedi ki: Bu açıklamalar doğru açıklamalardır. Yağmur getiren rüzgarlara bu isim verilir. Rüzgarlar, bulutları aşılar, yağmur olur. Yağmur da -buna göre- rüzgarlardan ötürü yağar. Bütün görüşlerin aynı olma ihtimali de vardır. O takdirde anlam şöyle olur: Biz, sıkıştırıcı rüzgarlara sahib olanlardan

"şarıl şarıl bir su" indirdik. En doğru açıklama bu lâfzın

"bulutlar" anlamına geldiğidir. Aynı şekilde bilindiği üzere yağmur da onlardan gelmektedir. Şayet âyet: Sıkıştırıcılar vasıtasıyla, sebebiyle" şeklinde olsaydı bunun "rüzgarlar" anlamına gelmesi daha uygun olurdu.

es-Sıhah'la. şöyle denilmektedir: "el-Mu'sirât': yağmur ile sıkıştırılan bulutlar demektir. O kavme yağmur yağdırıldı" anlamındadır. İşte bundan dolayı kimisi:

"Ve onda sıkacaklar" (Yusuf, 12/49) âyetini: Ve onda kendilerine yağmur yağdırılır" diye okumuşlardır. İlk yetişme çağında olup, yeni ayhali olan kız çocuğu" demektir. Sanki gençlik çağına girmiş ya da ona ulaşmışcasına bu durumdaki kıza; denilir. Recez vezninde de şair şöyle demiştir:

"Ve bir genç kız ki, Sefvan'dadır onun evi

Yavaş yavaş yürür, o başörtüsü, düşmüş olarak

Ya gençlik çağına erişmiş yahut ona yaklaşmış gibi."

Çoğulu: ...diye gelir,

Bunun, ay hali olması yaklaşmış kız, anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü kız çocuğu için erkek için murahiklik gibidir. Ben bunu Ebû'l-Gavs el-Arabi'den dinledim. Başkası da şöyle demiştir: Yağmur yağdırma zamanı gelmiş bulut" demektir. Mesela: Ekin yeri örtecek kadar gelişti" denilir. Böyle olan ekine: (........) denilir. Aynı şekilde bulut da yağmur yağdıracak noktaya gelince ona: denilir.

el-Müberred dedi ki: Su tutan ve ardı arkasına ondan suyun sıkıldığı (yağmurun yağdırıldığı) bulut" denilir. Kendisine sığınılan yere: denilmesi de buradan gelmektedir. "Ayn" harfi ötreli olarak: da

"sığınılan yer" demektir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce Yusuf Sûresi'nde (12/49. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.

Ebû Zebid şöyle demektedir:

"Susuz olarak kendisine yardım edilsin istedi de kimse yardımına gitmedi,

Halbuki o sıkıntıda kalanların bir sığınağı idi."

Buluğa yaklaşmış olan kız çocuğuna: denilmesi de buradan gelmektedir. Çünkü bu durumdaki kız evden dışarıya çıkarılmaz, bu durumda , ev de onun için: Bir barınak, sığınak olur.'

İbn Abbâs ve İkrime'nin kıraatinde: Sıkıcılarla indirdik" şeklindedir. Ancak mushaflarda yazılı olanı: Sıkıştırılanlardan (bulutlardan)" şeklindedir.

Ubey b. Ka'b, el-Hasen, İbn Cübeyr, Zeyd b. Eslem ve Mukâtil b. Havyan dedi ki:

"Sıkıştırılanlardan" sema vattan anlamındadır.

"Şarıl şarıl bir su" ardı arkasına akan ve dökülen su demektir Bu açıklama İbn Abbâs, Miicahid ve başkalarından nakledilmiştir. Kanını akıttım" denilir Kan aktı, akar, akmak" denilir, Su için de böyle kullanılır. O halde bu fiil hem kızım, hem de müteaddidir. Âyet-i kerimede "(çühdı): Şarıl şarıl akan"; dökülen demektir, ez-Zeccâc dedi ki: Kendisi dökülen anlamındadır. Bu durumda fiil müteaddidir, sanki o kendi kendisini dökmekte gibidir. Ubeyd b. el-Abras dedi ki:

"Üst tarafı döküldü, sonra altından, çalkalandı

Daha sonra da akıp giden suyu taşımaktan acze düştü.."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, mebrur (Allah tarafından kabule değer) hacca dair soru sorulduğunda o şöyle buyurmuştur; O acc ve seccdir," Tirmizi, III, 189, V, Ü5; İbn Mace, M, 967, 97S; [birimi. Sünen, II, 49; Darakutnî, Sünen, 11. 217. Soru: "Hangi hac daha faziletlidir?" seklinde.

Acc: Telbiye getirirken sesi yükseltmek, secc ise kan akıtmak ve hediyelik kurbanlıkları kesmek demektir.

İbn Zeyd dedi ki:

"Şarıl şarıl" pek çok demektir, anlam birdir.

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

Onunla tane, bitki ve birbirine sarmaş dolaş bahçeler çıkaralım diye.

"Onunla" o su ile

"tane" buğday, arpa ve benzerleri, davarların yedikleri ot türleri ve yonca gibi bitkileri

"birbirine sarmaş dolaş" dalları, pek çok olduğundan dolayı biri diğerine sarılmış

"bahçeler çıkaralım diye."

“Sarmaş dolaş" lâfzının tekili yoktur. Çeşidi topluluklar" ile: Anne bir kardeşler" gibi. Bunun tekilinin "lam" harfi kesreli olarak: ile ötreli olarak; olduğu da söylenmiştir. Bunu el-Kisaî sözkonusu etmiştir. Şu beyiti zikretmiştir:

"Dalları sarmaş dolaş bir bahçe ve bolluk içinde bir yaşayış ve hepsi de parlak beyaz (tenli) olan meclis arkadaşları."

Yine el-Kisaî ve Ebû Ubeyde'den şöyle dedikleri zikredilmiştir: (Tekili) kelimesidir. Tıpkı "şerifin çoğulunun "eşraf gelmesi gibi. Bunun cem'in cemi olduğu da söylenmiştir. Bunu da el-Kisai nakletmiştir. Nitekim: (Ağaçlarının dalları) sarmaş dolaş bir bahçe"; Sarmaş dolaş bir bitki" denilir. Bunun çoğulu "lam" harfi ötreli olarak: ...diye gelir. (Vezin itibariyle): Kırmızılar" gibi. Sonra bu: diye çoğul yapılır.

ez-Zemahşerî dedi ki: Eğer fazla harflerin hazfi takdiri ile bunun: 'in çoğulu olduğu söylenecek olursa bu da uygun bir açıklama olur. Nitekim Sarmaş dolaş bir ağaç"; Sarmaş dolaş ağaçlar" ve Bacağı kalın, eti sıkı kadın" denilir.

İfadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Biz, o yağmur ile birbirine sarmaş dolaş bahçeler çıkartırız. Bunun hazfedilis sebebi, ifadenin ona delalet etmesidir. Diğer taraftan bu sarmaş dolaş ve bir arada oluşun anlamı "şudur: O bahçelerdeki ağaçlar, birbirine yakın olacaktır. Buna göre, herbir ağacın dalı, güçlü oluşu sebebiyle birbirine yakın olacaktır.

17

Şüphe yok ki hüküm verip, ayırdetme günü belirlenmiş bir vakittir.

"Şüphe yok ki hüküm verip, ayırdetme günü belirlenmiş bir vakittir."

Yani, Allah'ın vaadetmiş olduğu ceza ve mükâfatın verilmesi için öncekilerle sonrakilere verilmiş bir söz, bir toplanma vakti ve zamanıdır. Ona

"yevmu’l-fasl; Ayırdetme günü" adının veriliş sebebi, yüce Allah'ın o günde yarattıkları arasında ayırdedici hükmünü verecek olmasındandır.

18

Sûr'a üfürülecek olan o günde, siz de hemen kısım kısım geleceksiniz.

"Sûra" ölümden sonra diriliş için

"üfürülecek olan o günde" (amellerinizin) arzedileceği yere

"siz de hemen kısım kısım" her ümmet kendi önderleriyle birlikte ümmetler halinde

"geleceksiniz." Çeşitli zümreler ve topluluklar halinde... diye de açıklanmıştır.

"Kısım kısım" (diye meali verilen "efvac") lâfzının tekili 'dir.

"O günde" anlamındaki lâfzın nasb ile gelmesi de bir önceki âyetteki aynı lâfzın bedeli oluşundan dolayıdır.

Muaz b. Cebel'in rivâyet ettiği hadiste, şöyle denilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Yüce Allah'ın:

"Sûra üfürülecek olan o günde, siz de hemen kısmı kısım geleceksiniz" âyeti hakkında ne dersin? Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Muaz b. Cebel, sen gerçekten çok büyük bir iş hakkında soru sordun." Sonra ağlamaya koyuldu ve arkasından şunları söyledi: "Ümmetimden yüce Allah'ın müslüman cemaatlerinden ayrı tutup, suretlerini değiştireceği on sınıf, ayrı grublar halinde haşredileceklir. Bunların bir bölümü maymun suretinde, bir bolümü domuz suretinde, bir bölümü de ayakları yukarıda ve yüzleri üstünde sürüklenecek şekilde başa sağı dönmüş, bir bölümü nereye gidip geleceğini bilemeyen kör, bir bölümü akledemeyecek şekilde sağır ve dilsiz, bir bölümü dillerini çiğneyecek şekilde ve dilleri göğüslerine kadar sarkmış, ağızlarından akan salya irin olarak akacak, orada toplanmış olan herkes kendilerinden tiksinecek, bir bölümü el ve ayakları kesilmiş olacak, bir bölümü cehennemden kütükler üzerinde haça gerilmiş olacak, bir bölümü leşlerden daha kötü bir şekilde kokmuş olacak, bir bölümü ise derilerine yapışmış ve onlara bütün vücutlarını örtecek şekilde katrandan elbiseler giydirilmiş olacaktır. Maymun suretinde haşredilecek olanlar insanlar arasında laf alıp götürenler olacaktır. Domuz suretinde haşredilecekler ise, haram yiyenler ve haksız vergi toplayanlardır. Başları ve ayakları ters yüz edilmiş olanlar, -faiz yiyicileridir. Körler, verdikleri hükümlerde zalimlik edenlerdir. Sağır ve dilsiz olanlar, amellerini beğenen ve onlara bel bağlayanlardır. Dillerini çiğneyenler, sözleri davranışlarına uymayan ilim adamları ile kıssa anlatıcılarıdır. El ve ayakları kesilmiş olanlar, komşularına eziyet verenlerdir. Ateşten kütükler üzerinde haça gerilmiş olacaklar, insanları yöneticilere ihbar edenlerdir. Leşlerden daha kötü kokacak olanlar, şehvet ve lezzetlerinin sefasını sürenler ve mallarındaki Allah'ın hakkını engelleyenlerdir. (Katrandan) elbiseler giyinecek olanlar, kibirliler, övünenler ve büyüklenenler olacaktır. " Suyuti, ed-Durru'l-Mensur, VII, 393.

19

Gök açılıp, kapı kapı olacak.

"Gök" meleklerin inmesi için

"açılıp kapı kapı olacak." Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ve o günde gökyüzü bulutla yarılacak, melekler ardı arkasına indirileceklerdir." (el-Furkan, 25/25)

Parça parça olacak; bu bakımdan kapılar gibi parçalar haline dönüşecek, diye de açıklanmıştır. Bu tevile göre buradaki "kapılar" anlamındaki lâfzın nasbedilmesi "kaf" harfinin hazfedilmesi sebebiyledir.

İfade:Kapıları olacaktır" takdirinde olduğu da söylenmiştir. Çünkü hepsi kapılar haline dönüşecektir.

Göğün kapılarının "yolları" olduğu da söylenmiştir, İçinde kapılar oluşuncaya kadar göğün çözüleceği ve dağılacağı da söylenmiştir.

Herbir kulun, semada birisi ameline, birisi de rızkına ait olmak üzere iki kapısı olduğu söylenmiştir. Kıyâmet kopacağı vakit, bu kapılar açılacaktır. İsra hadisinde de şöyle denilmektedir: "Sonra bizler semâya yükseltildik. Cebrâîl, kapının açılmasını istedi. Sen kimsin diye soruldu, o: Cebrâîl dedi. Beraberinde kim var, diye soruldu, Muhammed dedi. Ona peygamberlik verildi mi, diye soruldu, o: Ona peygamberlik verildi dedi. Bunun üzerine bize (kapı) açıldı." Buhârî, lir, 1411; Müslim, 1, 146; Müsned, III, 14H.

20

Dağlar da yürütülüp bir serap olacak.

"Dağlar da yürütülüp, bir serab olacak." Bir şey kalmayacak. Nasıl ki serabı gören bir kimse su olmadığı halde su zannediyorsa, dağlar da böyle olacak.

"Yürütülme"lerinin köklerinden koparılıp, savrulmaları olduğu da söylenmiştir, yerlerinden izale olunacaklar, diye de açıklanmıştır.

21

Şüphesiz ki cehennem bir pusudur.

"Şüphesiz ki cehennem bir pusudur" âyetindeki Pusu" lâfzı "önündeki her şey" demek olan; 'den "mif'âl" vezninde bir kelimedir.

el-Hasen dedi ki: Cehennem ateşinin üzerinde bir rasad vardır. Orayı geçmedikçe hiçbir kimse cennete giremeyecektir. Kim oradan geçebileceğine dair şeyler getirirse, oradan geçer, kim de geçebileceğine dair şeyler, getirmezse orada alıkonulur.

Süfyan (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Cehennem ateşinin üzerinde üç tane köprü vardır.

"Bir pusu" âyetinin nisbet bildirecek şekilde; Pusuları olan" anlamında olduğu, yani üzerinden geçenleri gözetleyen demek olduğu da söylenmiştir. Mukâtil : O bir hapsedilme yeridir, demiştir. Bunun bir yol ve bir geçiş yeri anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre, cehennem katedilmedikçe cennete gidecek yola çıkılamaz.

es-Sıhah'da şöyle denilmektedir: "Mirsâd" yol demektir.

el-Kuşeyrî'nin naklettiğine göre "mirsad" tek bir kimsenin düşmanı gözetlediği yerin adıdır. Tıpkı, atların zayıflalıldığı yere "el-midmar" denilmesi gibi. Yani cehennem, cehennemlikler için hazırlanmış olacaktır. Bu durumda "pusu" (anlamı verilen "el-mirsad") mekan anlamını ihtiva etmektedir. Melekler, cehenneme varıncaya kadar kafirleri gözetleyecektir, el-Maverdi'nin Ebû Sinan'dan naklettiğine göre bu, gözetleyici anlamındadır. Yani onları yaptıkları işler karşılığında cezalandıracaktır. es-Sıhah'tz şöyle denilmektedir: O şeyi gözetleyen" demektir.

O bakımdan: Onu gözetledi, gözetler, gözetlemek' denilir. "Tarassud" da gözetlemek demektir. "Marsad" gözetleme yeri anlamındadır.

el-Esmai dedi ki: Onu gözetledim"; Onun için hazırlık yaptım" demektir. el-Kisâî de buna benzer açıklamalarda bulunmuştur.

Derim ki: Cehennem hazırlanmış ve gözetlemekte olan (mutarassid) bir yerdir, Bu (mutarassid kelimesi) da: 'den gelen "mütefa'il" vezninde bir lafızdır ki; gözetlemek anlamındadır. Yani cehennem, gelecek olanları gözetlemekte ve beklemektedir. "Mirsâd" de mübalağa binalarından (vezinlerinden) "mifai" vezninde bir kelimedir. "Mi'târ, (hoş kokulu), miğyâr (çok gayretli, çok kıskanç)" kelimeleri gibi. Sanki cehennem, kâfirleri çokça gözetleyip, bekleyeceğinden (bu isim verilmiş gibidir.)

22

Azgınların dönüp varacakları bir yerdir.

"Azgınların dönüp varacakları bir yerdir" âyeti "pusu" anlamındaki lafızdan bedeldir.

" Dönüp varılacak yer"; Dönüş yeri demektir. Yani orası, onların dönecekleri bir yerdir. Döndü, döner, bir dönüş denilir. Katade: Sığınacak ve konaklanılacak bir yer, diye açıklamıştır.

"Azgınlar" ile kastedilenler, küfre sapmak sureliyle dininde yahutta zulüm yapmak suretiyle dünyasında haddi aşan, azgınlaşan kimse demektir.

23

Sonsuz devirler boyunca içinde kalacaklar.

"Sonsuz devirler boyunca içinde kalacaklar," Devirler devam ettiği sürece, onlar da cehennemde kalacaklardır. Bu devirlerin ardı arkası kesilmeyecektir. Herbir devir geçtikçe bir başkası gelecektir.

Zaman" demektir, Zamanlar" anlamındadır. şeklinde kesreli söyleyiş "yıl" olup, bunun çoğulu: ...diye gelir. Temimli Mütemmim b. Nuveyre şöyle demiştir:

"Bizler bir zamanlar (Hire hükümdarı) Cezîme (el-Abraş'ın) iki arkadaşı (Malik ve Akıl) gibi idik.

Öyle ki; bunlar asla ayrılmayacak, denildi.

Fakat bizler ayrılınca sanki ben ve Malik

Uzunca birlikte olmamıza rağmen, birlikte bir gece geçirmemiş gibi olduk."

("Kaf" harfi hem ötreli, hem sakin olmak Üzere): Seksen yıl" demektir. İleride geleceği üzere daha fazlası da söylenmiştir, daha azı da söylenmiştir. Çoğulu ...diye gelir.

Âyetteki anlamına gelince, onlar orada sonu gelmeyen âhiret ahkabı (sonsuz devirleri) boyunca kalacaklardır. İfadenin delaleti dolayısıyla âyette "âhiret" lâfzı hazfedilmiştir. Çünkü zaten anlatım âhiret ile ilgilidir. Buda "âhiret günleri" demeye benzer. Sonsuza kadar, ardı ardınca günler gelecek, demektir. Eğer beş ya da on ahkab denilseydi, ya da buna benzer bir ifade kullanılmış olsaydı, o vakit belirli bir zamana delalet ederdi. "Ahkab"ın sözkonusu ediliş sebebi, (tekili olan) "el-hukub"un onlar nazarında en uzun süreyi kapsadığından dolayıdır. Böylelikle onların anlayışlarının benimsediği ve bildikleri şekilde onlara hitab etmiş olmaktadır. Burada bu ifade ebedilikten kinayedir. Yani onlar orada ebediyyen kalacaklardır.

Burada "günler" yerine "ahkab" in sözkonusu edilmesinin sebebinin şu olduğu söylenmiştir: Çünkü "ahkab" ifadesi kalblere daha bir dehşet verir ve ebediliğe daha açık bir delil teşkil etmektedir. Anlamlar birbirine yakındır. (Cehennemde) bu ebedi kalış müşrikler hakkındadır. Ayet-i kerimenin cehennemden "ahkab" geçtikten sonra, çıkacak isyankarlar hakkında yorumlanması da mümkündür.

Şöyle de açıklanmıştır: "Ahkab" onların Hamim (kaynar su) ile gassak (cehennemliklerin irini) içme vakitleridir. Bu süre geçtiği takdirde onların bir başka ceza türleri sözkonusu olacaktır. Bundan dolayı yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

"Sonsuz devirler boyunca içinde kalacaklar. Orada bir serinlik de tatmazlar, içilecek bir şey de. Ancak kaynar bir su ve bir irin" içeceklerdir.

Kalacaklar" lâfzı: Kaldı" fiilinden İsm-i faildir. Bundan gelen mastarın sakin olarak diye gelmesi bunu güçlendirmektedir. İçmek" mastarı gibi.

Hamza ve el-Kisâî "elif'siz olarak: diye okumuşlardır. Ebû Hatim ve Ebû Ubeyd'in tercih ettiği de budur. Bunlar iki ayrı söyleyiştir. Nitekim; Kalan adam" denildiği gibi, da denilebilir. Tıpkı ile 'in "tamahkâr", 'in "geniş" anlamında olduğu gibi. o artık orada kalıcı bir kimsedir" denilir. Bu yönüyle insanda yaratılıştan beri var olan: "Tedbirli" ile; Korkak" vasıflarına benzetilmektedir. Çünkü; kalıbı çoğunlukla bir şeyde yaratılıştan beri var olan şeyler için kullanılır. Ancak: Kalan, kalıcı" ism-i faili bu şekilde değildir.

“Sonsuz devirler," İbn Ömer, İbn Muhaysın ve Ebû Hüreyre'nin görüşüne göre sekseri yılıdır. Bir sene üçyüzaltmış gündür ve oradaki bir gün dünya günlerinden bin yıl gibidir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. İbn Ömer, bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a merfu bir hadis olarak rivâyet etmiştir. Ebû Hüreyre dedi ki: Bir yıl üçyüzaltmış gündür. Herbirgün de dünya günleri gibi bir gün gibidir.

Yine İbn Ömer'den şöyle dediği zikredilmiştir: Sonsuz devir" Kırk yıl demektir. es-Süddi yetmiş yıldır demiştir. Bunun bin aylık süre olduğu da söylenmiştir. Bunu da Ebû Ümame merfu olarak (Hz. Peygamberden) rivâyet etmiştir. Beşir b. Ka'b üçyüz yıl demiştir. el-Hasen; Sonsuz devirler"'in ne kadar olduğunu kimse bilemez, fakat bunun yüz Sonsuz devir" olduğu, bunların herbirisinin de yetmişbin yıl olduğu, bunların bir gününün de sizin saydıklarınız türünden bin yıla tekabül ettiği söylenmiştir.

Yine Ebû Ümame'den, onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetine göre "bir tek hukub otuzbin yıldır" diye buyurmuştur: Bunu el-Mehdevi zikretmiştir. Birincisini zikreden el-Maverdi'dir.

Kutrub dedi ki: Bu sınırsız olmak üzere uzun zaman anlamındadır. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim, cehenneme giren hiçbir kimse orada "ahkab" süresi kalmadıkça çıkmayacaktır. Bir hukub ise seksen küsur yıldır, bir yıl üçyüzaltmış gündür. Herbirgün de sizin saydıklarınızdan bir yıldır. O bakımdan sizden kimse cehennemden çıkacağına bel bağlamasın." Bunu da es-Salebi zikretmiştir.

el-Kurazi dedi ki: Ahkab, kırküç hukubdur. Herbir hukub yetmiş harifdir. Herbir harif yediyüz yıldır. Herbir yıl üçyüzaltmış gündür ve herbir gün bin yıldır.

Derim ki: Bu görüşler birbirleriyle çatışmaktadır. Ayet-i kerimede ebediliğe dair bir sınırlandırma getirebilmek için, bu hususta mazereti ortadan kaldıracak nakli bir delile gerek duyulmaktadır. Bu ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sabit olmuş değildir. O halde anlam -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- ancak ilk olarak zikrettiğimizdir. Yani onlar orada pek uzun zamanlar ve devirler kalacaklardır. Bir zaman geçti mi arkasından bir başkası gelir, bir devir geçti mi bir diğeri gelir ve bu kesintisiz olarak ebediyyen Öylece sürüp gidecektir.

İbn Keysan dedi ki:

"Sonsuz devirler boyunca içinde kalacaklar" âyetinin anlamı, sonu gelmeyecek demektir. Sanki "ebediyyen" diye buyurmuş gibidir.

İbn Zeyd ve Mukâtil dedi ki: Bu âyet yüce Allah'ın:

"İşte tadın artık azaptan başka bir şeyinizi arttırmayacağız." âyeti ile nesholmuştur. Yani böylelikle sayı sözkonusu edilmez, ebedilik ise anlaşılan bir mana olarak ortaya çıkmıştır.

Derim ki: Böyle olması uzak bir ihtimaldir, çünkü bu haberdir. (Haberlerde ise nesh olmaz.) Yüce Allah da:

"Onlar deve iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler" (el-A'raf, 7/40) diye buyurmuştur. Daha önce (belirtilen âyetin tefsirinde) geçtiği gibi, İşte bu kâfirler hakkındadır. Ancak muvahhid ve günahkar kimseler için ebedilik olmaması doğrudur ve bu durumda nesh tahsis anlamında kabul edilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Sonsuz devirler boyunca içinde kalacaklar" âyetinde kastedilenin yer olduğu da söylenmiştir. Çünkü yerden daim önce sözedilmiştir ve bu durumda "orada bir serinlik de tatmazlar, içilecek bir şey de" âyetindeki zamir ise cehenneme ait olur.

"Ahkab"ın tekilinin hem hem de diye geldiği de söylenmiştir. Şair şöyle demiştir:

"Ondan bir süre (hıkbe) uzak kalıp karşılaşmasan onunla

Sen bu yeni yaptığınla denenmiş bir kimsesin."

el-Kümeyt de şöyle demiştir:

"Bir süre (hıkbe)den sonra onun üzerinden sureler (hikab) geçti."

24

Orada bir serinlik de tatmazlar, içilecek bir şey de.

"Orada" yani bu devirler boyunca bu süreler içerisinde

"bir serinlik de tatmazlar, içilecek bir şey de." Bu âyetteki

"serinlik”ten kasıt, Ebû Ubeyde ve başkalarının görüşüne göre uykudur. Şair şöyle demiştir:

"Eğer istersem sizin dışınızdaki bütün kadınları yasaklarım kendime,

Ve eğer istersem tatlı suyun da, uykunun (berd: serinlik) da tadına bakmam."

Mücahid, es-Süddî, el-Kisâî, el-Fadl b. Halid ve Ebû Muaz en-Nahvî de böyle demişler ve el-Kindî'nin şu beyitini zikretmişlerdir:

"Onun ıslak (dudak)ları üzerimde kurudu ve beni alıkoydu

Ondan ve onu öpmekten uyuklamam (el-berd: serinlik)."

Şair bununla uykuyu kastetmektedir. Araplar da: Soğuk soğuğu engelledi"; yani soğuk uykuyu kaçırdı, derler.

Derim ki: Hadiste belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Cennetle uyku var mı, diye sorulunca şu cevabı vermiş: "Hayır, uyku ölümün kardeşidir. Cennette ise Ölüm yoktur." "Uyku ölümün kardeşidir. Cennetlikler ise ölmezler" anlamında: Taberânî, Evsat, 1, 282, VIII, 342; Ileysemî, Mecma', X, 415 İşte cehennem de böyledir. Yüce Allah da:

"Onlar hakkında hüküm, verilmez ki ölsünler" (Fatır, 35/36) diye buyurmaktadır.

İbn Abbâs dedi ki: Buradaki

"serinlik" içkinin verdiği serinliktir. Yine ondan nakledildiğine göre

"serinlik" uyku,

"içilecek şey" de sudur.

ez-Zeccâc dedi ki: Onlar orada rüzgarın da, gölgenin de, uykunun da serinliğinin tadını almayacaklardır. Bu açıklamasıyla o,

"serinlik": dinlendirici özelliği bulunan, herbir şeyin serinliği olarak kabul etmektedir. Bu ise kendilerine fayda vermeyecek bir serinliktir. Zemherire gelince, o kendisinden rahatsız olacakları bir soğuktur. Bunun onlara hiçbir faydası olmayacaktır. Ondan dolayı nasıl azâb göreceklerini ancak Allah bilir, el-Hasen, Atâ ve İbn Zeyd dedi ki:

"Serinlik" rahat ve huzur demektir. Şair şöyle demiştir:

"Ne kuşluk vakti serinliğinde gölgeye tahammül edebilir

Ne de öğleden sonraki vakitlerde gölgenin tadına bakar."

"Orada bir serinlik de tatmazlar, içilecek bir şey de" cümlesi "azgınlardan hal konumunda bir cümle yahutta "sonsuz devirler"in sıfatıdır. Bu durumda "sonsuz devirler" zaman zarfı olur. Bundaki amil de "kalacaklar" anlamındaki lâfız ya da "fail" vezninde geçişli kabul edilen -sözü geçen kıraate göre veya şeklidir.

25

Ancak kaynar bir su ve bir irin.

"Ancak kaynar bir su ve bir irin" âyeti "serinlik" anlamı verilen lâfzı "uyku" kabul edenlerin görüşüne göre, munkatı bir istisnadır. Bunu serinlik kabul edenlerin görüşüne göre, ondan bedeldir.

"Kaynar su": Oldukça sıcak su demektir. Bu açıklamayı Ebû Ubeyde yapmıştır. İbn Zeyd de: Gözlerinin yaşlandır demiştir. Bu yaşlan havuzlarda toplanır, sonra onlara içîrilir.

en-Nehhâs dedi ki: Bunun asıl anlamı sıcak su demektir. "HammânT de buradan türemiştir. "Humma" de buradan gelmektedir,

"Son derece kaynamış suda, kapkara bir gölgede" (el-Vakıa, 56/53) âyetinde de bu kökten gelmektedir. Bununla son derece sıcaklık kastedilir.

" İrin" Cehennemliklerin irini ve cerahatleridir. Zemherir olduğu da söylenmiştir. Hamza ve el-Kisâî "sin" harfini şeddeli okumuşlardır. Buna dair açıklamalar daha önceden Sad Sûresi'nde (38/57. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

26

Uygun bir karşılık olmak üzere.

 

"Uygun bir karşılık olmak üzere" âyeti amellerine uygun bir karşılık olmak üzere... demektir. Bu açıklama İbn Abbâs, Miicahid ve başkalarından nakledilmiştir. Buna göre Uygun" muvafık düşmek, uyuşmak anlamındadır. Mukatele (çarpışmak, vuruşmak) anlamında "kıtal"e benzemektedir.

"Bir karşılık olmak üzere" lâfzı da mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasbedilmiştir. Yani Biz, onları amellerine uygun bir ceza ile cezalandırdık. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' ve el-Ahfeş yapmıştır. Yine el-Ferrâ'' şöyle demiştir; Bu lâfız, 'in çoğuludur, ile aynı anlamdadır.

Mukâtil dedi ki: Sözü edilen azâb işlemiş olan günaha uygundur. Şirkten daha büyük bir günah olmayacağı gibi, ateşten daha büyük bir azâb da olmaz. el-Hasen ve İkrime şöyle demişlerdir: Onların amelleri kötü idi, Allah da onların hoşuna gitmeyecek şeyi verdi.

27

Çünkü onlar, hiçbir hesab ummuyorlardı.

"Çünkü onlar hiçbir hesab ummuyorlardı." Amelleri karşılığında hesaba çekileceklerinden korkmuyorlardı. Hesabın neticesinde mükâfar ummuyorlardı, anlamında olduğu da söylenmiştir. ez-Zeccâc dedi ki: Onlar ölümden sonra dirilişe îman etmiyörlards ki, hesaba çekileceklerini umsunlar.

28

Âyetlerimizi de yalanladıkça, yalanlıyorlardı.

"Âyetlerimizi" peygamberlerin getirdiklerini

"de yalanladıkça yalanlıyorlardı." İndirdiğimiz kitablan... diye de açıklanmıştır.

"Yalanladıkça..." lâfzı genel olarak "zel" harfi şeddeli, "kef" harfi kesreli olarak ve: " Yalanladı" fiilinden gelen (bir mef'ûl-i mutlak olarak) okumuşlardır. Çok büyük çapta yalanladılar" demektir.

el-Ferrâ' dedi ki; Bu, (Kullanım alanı) geniş bir Yemen söyleyişidir. Onlar: " Onu oldukça yalanladım"; Gömleği paramparça ettim" derler. veznindeki herbir fiilin mastarı da onların söyleyişlerinde şeddeli olarak diye kullanırlar. Kilâblılardan birisi şu beyiti nakletmektedir:

"Beni uzun zamandan beri arkadaşlarımdan uzak tuttu

Ve kendilerini görmek benim için şifa olacak bir takım ihtiyaçlarımı yerine getirmekten. "

Beytin metni, Taberi, XXX, 16'jra göre diiîeltikliği gibi, terceme buna göre yapılmıştır.

Ali (radıyallahü anh) şeddesiz olarak; diye okumuştur. Buna göre de mastardır. Ebû Ali dedi ki: Şeddeli okuyuş da, şeddesiz okuyuş da hep birlikte: Çokça yalanlamak, yalanlamakta birbirleriyle yarışırcasına ileriye gitmek" fiilinden mastardır. el-A'şa'nın şu beyttinde olduğu gibi:

"Ona doğru da söyledim, yalan da söyledim kişiye bazan yalan söylemesi fayda verir."

Ebû’l-Feth dedi ki: Her ikisi de aynı zamanda hem: 'nin, hem de; nin mastarıdırlar. ez-Zemahşerî dedi ki: şeddesiz okuyuşu, 'in mastarıdır ve buna da şairin şu beyiti delildir:

"Ona doğru da söyledim, yalan da söyledim

Kişiye bazan yalan söylemesi fayda verir,"

Bu da yüce Allah'ın:

"Ve Allah sizi yerden bir bitki gibi bitirmiştir" (Nûh, 71/17) âyetine benzemektedir. Yani: Onlar âyetlerimizi yalanladılar, âyetlerimizi birbirleriyle yarışırcasına mı yalanladılar-"1 Yahutta bu lâfız, "yalanlıyorlardı" âyeti ile nasb da edilebilir. Çünkü bu aynı zamanda şeddesiz olarak: Yalanladılar" anlamını da ihtiva etmektedir. Çünkü hakkı yalanlayan herbir kişi aynı zamanda yalancıdır. Çünkü onlar müslümanların değerlendirmesine göre, yalan söyleyen kimseler iseler, onlara göre de müslümanlar yalan söylüyor ise kendi aralarında karşılıklı bir yalanlama (mükazebe) sözkonusudur,

İbn Ömer "kef" harfi ötreli ve şeddeli; diye; Yalancı" lâfzının çoğulu olarak okumuştur. Bunu da Ebû Hatim söylemiştir. Zemahşerî'ye göre bunun nasb ile gelmesi hal olmasından dolayıdır.

şekli tek kişi için "ileri derecede yalan söyleyen" anlamında olabilir. Mesela: Çok yalancı bir adam" denilir. Bu da: Çok güzel" ile; Çok cimri" demeye benzer. Bu durumda lâfız; Yalanlıyorlardı" fiilinin mastarına sıfat kabul edilir. Yani onlar çok aşırı ve ileri derecede yalanladılar demek olur.

es-Sıhah'da şöyle denilmektedir; Yüce Allah'ın:

"Âyetlerimizi de yalanladıkça yalanlıyorlardı" âyeti şeddeli mastarlardan birisidir. Çünkü bunun mastarı "tefi!" vezninde "teklim: konuşturmak, konuşmak" gibi de gelir. "Fi'al" vezninde "kizzab" diye geldiği gibi "tavsiye" gibi "tef ile" vezninde de gelir, "rnufa'il" vezninde de gelebilir,

"Biz de onları... darmadağın ettik" (Sebe, 34/19 âyetinde olduğu gibi.)

29

Biz ise, herşeyi sayıp yazmışızdır.

"Biz ise, herşeyi sayıp yazmışızdır" âyetindeki:

“Herşeyi" lâfzı

"sayıp, yazmışızdır" fiilinin delalet ettiği mukadder bir fiil ile nasbedilmiştir. Bu da: biz herşeyi saymışızdır, o şeyi sayıp yazmışızdır" demektir.

Ebû’s-Semmal ise, mübtedâ ve merfu olmak üzere: Her şey" diye okumuştur. Yazmışızdır" âyetini da mastar (mef’ül-i mutlak) olarak nasb ile okumuştur. Çünkü: Saydık" fiili: Yazdık" anlamındadır. Bu da "Onu belirli bir şekilde yazdık" demek olur.

Diğer taraftan bununla kastedilen şey ilimdir. Çünkü yazılan bir şeyin unu-îmrna :huıaü daha uzaktır. Şöyle de açıklanmıştır: Biz, onu melekler bil-mt dr-e Levh-i Mahfuzda yazmışızdır. Bununla kulların yaptıkları ve buna bağlı olarak yazılan amellerinin kastedildiği de söylenmiştir. Bu da yüce Allah'ın kendilerine yazma emrini vermiş olduğu ve kullar üzerinde görevli olan meleklerden aciır olan bir yazmadır. Bunun delili de yüce Allah'ın:

"Halbuki şüphe yok ki üzerinizde bekçiler, çok şerefli yazıcılar vardır," (el-İnfitar, 82 10-11) âyetidir.

30

"İşte tadın, artık azaptan başka bir şeyinizi arttırmayacağız."

"İşte tadın! Artık azabtan başka bir şeyinizi arttırmayacağız" âyeti hakkında. Ebû Herze dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Kur'ân'da en ağır âyet hangisidir, diye sordum, o şöyle buyurdu: Yüce Allah'ın:

"İşte tadın, artık azabtan başka bir şeyinizi arttırmayacağız" âyeti;

"Derileri piştikçe azâbı tatmaları için derilerini başka derilerle değiştireceğiz." (en-Nisa, 4/56)'ı ile

"Alevi yavaşladıkça Biz onlara alevini arttırırız, "(el-İsra, 17/97) âyetleridir dedi,

31

Şüphe yok ki, takva sahipleri için bir kurtuluş vardır.

"Şüphe yok ki, takva sahipleri için bir kurtuluş vardır" âyeti ile yüce Allah, Allah'ın emrine muhalefet etmekten sakınanların mükâfatını sözkonusu etmektedir.

"Kurtuluş" cehennem ehlinin içinde bulundukları halden (ve yerden) kurtulmak ve umduğunu elde etmek, demektir. Bundan dolayı suyu az, geniş araziye oradan kurtuluşa yormak amacıyla: Kurtuluş yeri" denilmiştir.

32

Bahçeler ve üzüm bağları da.

"Bahçeler ve üzüm bağları da" âyeti

"kurtuluş"un açıklamasıdır. Şöyle de açıklanmıştır:

"Şüphe yok ki takva sahipleri için bir kurtuluş vardır." Muhakkak takva sahibleri için: Bahçe"nin çoğulu; Bahçeler" vardır. Bu da etrafı çevrilmiş bahçeye verilen isimdir. Etrafını kuşattı" denilir. Üzümler" demek olup, C v'in çoğuludur. Bu da üzüm bağları demek olup, (bağlar anlamındaki lâfız) hazfedilmiştir.

33

Memeleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar.

"Memeleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar" âyetindeki: Memeleri tomurcuklanmış" lâfzı'in çoğuludur. Bu da memeleri yükselip, görünmeye başlanmış olan kız demektir. İle denildiği gibi, de denilir (ki hepsinin anlamı kızın memeleri tomurcuklandı, tomurcuklanır şeklindedir.)

ed-Dahhak dedi ki: Bakire genç kızların, yeni oluşan memeleri gibi (memeleri olacaktır) diye açıklamıştır. Kays b. Âsım'ın su beyitinde de bu anlamdadır:

"Nice iffetti ve şerefli kadını biz elimizde tuttuk

Ve memeleri tomurcuklanmış, ay hali çağına yaklaşmış, nice genç kızlar sefalet nedir bilmemiş."

"Yaşıtlar": Yaşları birbirine denk olanlar demektir. Bu husus daha önce el-Vakıa Sûresi'nde (56/37. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, tekili: 'dir.

34

Ve dolu dolu kadehler de vardır.

"Ve dolu dolu kadehler de vardır." el-Hasen, Katade, İbn Zeyd ve İbn Abbâs: İyice dolu kadehler demektir, diye açıklamışlardır, Kâseyi doldurdum" denilir. Dolu kâse" demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Dikkat et, bana katkısız içki doldur, saki bana içirdi

Onun suyundan; Senin dopdolu kâsen ile."

Hidâş b. Züheyr dedi ki:

"Âmir bize dengini bulur diye geldi

Biz de ona dopdolu bir kâse sunduk."

Said b. Cübeyr, İkrime, Mücahid ve yine İbn Abbâs: Peşpeşe gelen kaseler dîye açıklamışlardır. da buradan gelmekte olup, "taşların birbirine geçmesi ve birbirine ileri derecede kaynaşması" demektir. Buna göre, ardı arkasına gelen, birbirinin içine giren gibidir. Yine İkrime'den ve Zeyd b. Eslem'den saf ve katıksız anlamına açıkladıkları nakledilmiştir, Şair de şöyle demiştir;

"Şüphesiz ki sen kalbe daha da yakınsın

Susamış olanın katıksız dolu kaseye yakınlığından."

Bu lâfız 'in çoğuludur. Bacağın kendileriyle desteklendiği iki tahta parçasına denilir.

"Kadeh"den kasıt şaraptır. İfade: (Onlara) ardı arkasına katıksız şarab takdirindedir. Bu da o şarabın sıkıldıktan sonra arıtıldığı, tasfviye edildiği manasına gelir.- Bu açıklamayı el-Kuşeyri yapmıştır.

es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: Suyu hızlıca boşalttım" demektir. Ebû Amr dedi ki: Bir çeşit işkence" anlamındadır. Farsçada da buna "eşkence" denilir, el-Müberred dedi ki: Aralıksız olarak bütün işkence türleriyle işkence yapılan kimse" demektir. İbnu'l-Arabî dedi ki: O şeyi kırdım ve parçaladım" demektir. (.......) da aynı anlamdadır deyip, el-Hucr b. Halid'in şu beyitini nakletmektedir:

"İyilik ve cömertlik olsun diye paramparça ederiz etleri

Bazılarının ise yergilerle kaynar küçük tencereleri"

"Mim" harfi ziyadesiyle: de onun ile aynı anlamdadır. (O şeyi kırdım ve parçaladım demektir). el-Esmai dedi ki: Bu şekliyle hoş ve rahat yenilecek şeyler anlamındadır. Yumuşak ve rahat olan herşey hakkında da kullanılır. Ömer'in: Ben bana yumuşak ve güzel yemekler hazırlanmasını isteyecek olsaydım, elbetteki bunu yapardım" şeklindeki ifadeleri de bu kabildendir. (Ömer devamla dedi ki): Fakat yüce Allah birtakım kimseleri ayıplayarak şöyle buyurmuştur:

"Siz dünya hayatınızda hoşlandığınız herşeyinizi bitirdiniz ve onlardan yararlanıp durdunuz." (el-Ahkaf, 46/20)

35

Orada boş bir söz de işitmezler, yalan bir söz de.

"Orada" cennette

"boş bir söz de işitmezler, yalan bir söz de" âyetindeki: Boş"; batıl demektir. Bu da anlamsız alan ve bir kenara atılması gereken sözler demektir. Şu hadiste de bu anlamda kullanılmıştır: "Sen, cuma günü İmâm hutbe okurken arkadaşına: Dinle! diyecek olursan boş (bâtıl) bir söz söylemiş olursun." Buhârî, I, 316; Müslim, II, 5H3; Ebû Davud, I, 290; Nesâî, 111, 104, İMH; İbn Mace, 1. İM: Muvatta’, I, 103; Müsned, II, 272, 2H0, 3HS, 393, 396...

Çünkü cennet ehli dünyadakilerin aksine içki içecek olurlarsa, akılları değişmez ve bos (batıl) bir söz söylemezler.

"Yalan bir söz de" lâfzı daha önceden (28. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. Yani onlar birbirlerini yalanlamazlar ve yalan bir söz de işitmezler. el-Kisai bunu: şeklinde şeddesîz 'den gelen bir mastar olarak okumuştur. Yani onlar, cennette birbirlerine yalan söylemezler. Bu iki şeklin: 'in iki mastarı olduğu da söylenmiştir. Burada şeddesiz okuması ise, mastarını teşkil edecek bir fiil ile kayıtlı olmadığından (ayette belli bir şekilde okumayı gerektiren bir fiile ait bir mastar olmadığından) dolayıdır. Buna karşılık daha önceki;

"Âyetlerimizi de yalanladıkça yalanlıyorlardı" (28. âyet) âyetinde şeddeli okuması ise, fiilin mastarını ("zel" harfini) şeddeli olmakla kayıtladığından dolayıdır.

36

Rabbinden amellerine uygun bir mükâfat olmak üzere.

"Rabbinden amellerine uygun bir mükâfat olmak üzere" âyetindeki: Bir mükâfat" lâfzı maMar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasbedilmiştir. Çünkü: Yüce Allah, daha önce sözü edilen hususlarla onları mükâfatlandırmıştır, anlamındadır. Aynı şekilde; da böyledir. Çünkü "Onlara verdi" ile: Onları mükâfatlandırdı" aynı anlama gelir ki bu da; Onlara mükâfatlarını verdi" demektir.

 

"Uygun"; pek çok demektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. O kimseye artık bana bu kadarı yeter deyinceye kadar çokça verdim" anlamındadır. Şair şöyle demiştir:

"Kabilenin evladı eğer aç ise onu tercih ederiz kendimize ve eğer

Aç değilse ona; artık bu kadarı bana yeter, deyinceye kadar veririz."

el-Kutebî de şöyle demektedir: Bizim görüşümüze göre bunun aslı, bana bu kadarı artık yeter, deyinceye kadar ona bir şeyler vermektir." ez-Zeccâc dedi ki: Onlara yetecek kadar, anlamındadır. el-Ahfeş de böyle demiştir. Nitekim: Bu bana yetti" denilir.

el-Kelbî de şöyle demiştir: Onları hesaba çektikten sonra bir iyiliklerine on karşılık vermiş olacaktır.

Mücahid dedi ki: İşledikleri dolayısıyla onları hesaba çekmiş olacaktır. Burada "hesab" saymak manasınadır. Yani yüce Rabbin vaadine göre, o kimseye verilmesi gereken miktarı ile sayılıp verilmiş olacaktır. Çünkü o bir haseneye karşılık on vermeyi vaadetmiştir. Kimilerine yediyüz kat vermeyi vaadettiği gibi, kimilerine sonsuz ve miktarsız olarak bir mükâfat vermeyi vaadetmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Sabredenlere de ecirleri hiç şüphesiz hesabsız verilir." (ez-Zümer, 39/10)

Ebû Haşim "ha" harfini üstün, "sin" harfini de şeddeli olarak; diye "fe'âl" vezninde yani, "yetecek kadarıyla verdi" diye okunmuştur. el-Esmaî de: Şeddeli olarak: Ben o adama ikram ettim" denilir demiş ve şairin şu mısraını zikretmiştir:

"Misafiri ona gelecek olursa, ona ikramda bulunur "

İbn Abbâs ise "nun" ile: Güzel bir şekilde" diye okumuştur.

37

"Göklerin, yerin ve onların arasında bulunanların Rabbi Rahmân'dan." Onun huzurunda söz söylemeye kimsenin gücü yetmez.

"Göklerin, yerin ve onların arasında bulunanların Rabbi Rahmândan" âyetindeki: " Rabbi" lâfzını İbn Mes’ûd, Nâfi, Ebû Amr, İbn Kesîr, Yakub'dan rivâyetle Zeyd, Âsım'dan rivâyetle el-Mufaddal, mübtedâ olarak ref ile: (........) diye; haberi de: Rahmân" olmak üzere okumuşlardır. Bu durumda anlamı şöyle olur: "Göklerin, yerin ve onların arasındakilerin Rabbi rahmandır". Yahutta O, göklerin Rabbidir... anlamında olur.

"Rahmân" da ikinci mübteda olur. Bu durumda da anlam şöyle olur: "O göklerin, yerin ve onların arasındakilerin Rabbidir. Rahmânın huzurunda söz söylemeye kimsenin gücü yetmez.'

İbn Âmir, Yakub ve İbn Muhaysın ise her iki lâfzı da (yani Rab ve Rahmân lâfızlarını) cer ile (kesreli) ve yüce Allah'ın:

"Rabbinden ..." âyetine sıfat olarak okumuşlardır. Bu göklerin ... Rabbi olan ve Rahmân olan senin Rabbinden ... bir mükâfat olmak üzere,., demek olur.

İbn Abbâs, Âsım, Hamza ve el-Kisaî de:

"Göklerin ... Rabbinden" diye sıfat olarak mecrur (kesreti) buna karşılık; Rahmân" lâfzını da mübtedâ olarak merfu okumuşlardır ki; o rahmandır demek olur Buna göre âyetlerin meali şöyle olur: Rabbinden ... göklerin, yerin ve onların arasında bulunanların rabbinden O rahmana gelince; onun huzurunda söz söylemeye kimsenin gücü yetmez. Bunu Ebû Ubeyd tercih etmiş olup şöyle demiştir: En uygun okuyuş şekli budur. "Rab" lâfzı daha önce geçen

"Rabbinden" lâfzına yakınlığı dolayısıyla cer ile okunur ve bu durumda ona sıfat olur.

"Rahmân" lâfzı ise ondan uzak olduğundan ötürü mübteda olarak ref ile okunur, onun haberi de

"onun huzurunda söz söylemeye kimsenin gücü yetmez" âyeti olur. Yani onlar O'na ancak kendilerine izin verdiği hususta soru sorabilirler.

el-Kisai dedi ki:

"O'nun huzurunda söz söylemeye" O'nun izni bulunmaksızın şefaatte bulunmaya

"kimsenin gücü yetmez."

"Söz söyleme (hitab)"ın söz anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani onlar O, izin vermeksizin yüce Rabbe hitab edemeyeceklerdir. Buna delil de:

"Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimse söz söyleyemez." (Hud, 11/105) âyetidir.

Yüce Allah'ın:

"O'nun huzurunda söz söylemeye kimsenin gücü yetmez"

âyeti ile kâfirleri kastettiği de söylenmiştir. Mü’minler ise şefaat edeceklerdir.

Derim ki: Onların şefaat etmeleri de Allah'ın kendilerine izin vermesinden sonra olacaktır. Çünkü yüce Allah:

"O'nun izni olmaksızın nezninde kim şefaat edebilir" (el-Bakara, 2/225) diye buyurduğu gibi; bir başka yerde de:

"O günde Rahmânın izin vereceği ve sözünden razı olacağı kimseninki müstesna, şefaatin hiçbir faydası olmayacaktır" (Ta-Ha, 20/109) diye buyurmaktadır.

38

O gün, Ruh ve melekler, saf olup ayakta duracaklar. Rahmân'in izin verdiği kimseden başkaları konuşmazlar ve doğru söylerler.

"O gün, Ruh ve melekler saf olup ayakta duracaklar" âyetindeki:

“O gün" lâfzı zarf olarak nasbedilmiştir. Yani O'nun huzurunda söz söylemeye kimsenin gücünün yetmeyeceği gün olan, o gün, Ruh ve melekler saf olup, ayakta duracaklar.

"Ruh”un mahiyeti hakkında sekiz ayrı görüş ileri sürülmüştür.

1- O, meleklerden bir melektir, İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah, Arştan sonra ondan daha büyük bir varlık yaratmış değildir. Kıyâmet gününde kendisi tek başına bir saf olarak duracak, diğer melekler de bir saf halinde duracaklardır. Onun yaratılışının azameti diğer meleklerin safları gibi olacaktır.

Buna yakın bir görüş de İbn Mes’ûd'dan nakledilmiştir. O, şöyle demiştir: Ruh; yedi semadan, yedi arzdan ve dağlardan daha büyük bir melektir. O dördüncii sema tarafındadır. Her gün, yüce Allah'ı onikibin defa tesbih etmektedir. Allah herbir teşbihten bir melek yaratır. Kıyâmet gününde kendisi tek başına bir saf olarak sair melekler ise bir diğer saf olarak, geleceklerdir.

2-

"Ruh", Cebrâîl (aleyhisselâm)'dır. Bunu eş-Şa'bi, ed-Dahhak ve Said b. Cübeyr ifade etmişlerdir. İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Arşın sağ tarafında nurdan bir nehir vardır. Yedi sema, yedi arz, yedi deniz gibidir. Cebrâîl, o ırmağa her gün seher vakti girip yıkanır, Nuruna nûr katılır, güzelliğine güzellik, azametine azamet. Sonra silkinir, Allah onun tüylerinden düşen herbir damladan yetmişbin melek yaratır. Her gün bunların yetmişbin tanesi de el-Beytu’l-Ma'mur'a, diğer yetmişbin tanesi de Ka'be'ye girer ve kıyâmet gününe kadar tekrar oralara geri dönmezler.

Vehb dedi ki: Cebrâîl (aleyhisselâm) bütün eklemleri titrer bir halde, Allah'ın huzurunda durmaktadır. Allah, herbir titreyişten yüzbtn melek yaratır. Bütün melekler, yüce Allah'ın huzurunda başlarını Öne eğmiş olarak saflar halindedir. Allah, onlara konuşma iznini verdiğinde: Senden başka hiçbir ilâh yoktur, derler. İşte yüce Allah'ın:

"O gün, Ruh ve melekler saf olup ayakta duracaklar. Rahmânın İzin verdiği kimseden başkaları konuşmazlar." âyeti bunu anlatmaktadır. İşte

"ve doğru söylerler" âyeti da "senden başka hiçbir ilâh yoktur" sözlerine işaret etmektedir.

3- İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ruh, bu âyet-i kerimede yüce Allah'ın ordularından bir ordudur. Bunlar melek değildirler, başları, elleri ve ayakları vardır, yerler ve içerler." Daha sonra:

"O gün, ruh ve melekler saf olup ayakta duracaklar" âyetini okudu. Benzeri rivâyetler için bk. Taberî, Tefsin XXX, 23; Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VIII, 399-400. İşte bunlar bir ordu, diğerleri de bir ordudur, Bu, Ebû Salih ve Mücahidin de görüşüdür. Buna göre, onlar insanlar gibi olmakla birlikte; insan olmayan Âdem oğulları suretinde bir tür yaratıktırlar.

4- Bunlar meleklerin en şereflileridir. Bu açıklamayı da Mukâtil b. Hayyan yapmıştır.

5- Bunlar meleklerin üzerindeki bekçilerdir. Bu açıklamayı da İbn Ebi Necih yapmıştır.

6- Bunlar Âdem oğullarıdır. el-Hasen ve Katade böyle demiştir. Buna göre âyet ruh sahibi varlıklar ... anlamında olur. el-Avfi ve el-Kurazi şöyle demişlerdir: Bu İbn Abbâs'ın gizleyip açıklamadığı hususlardandır. O dedi ki: Ruh, Allah'ın Âdemoğulları suretinde var ettiği yaratıklardandır. Semadan inen herbir melek ile birlikte, mutlaka o ruhtan birisi vardır.

7- Bunlar Âdem oğullarının ruhları olup, bu ruhlar bir saf olarak ayağa kalkaçaklar; melekler de bir saf olarak duracaklardır. Bu ise, ruhlar cesetlere geri döndürülmeden önce İki nefha (Sûra iki üfürüş) arasında olacaktır. Bu açıklamayı da Atiyye (el-Avfi) yapmıştır.

8- Ruh, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bu Zeyd b. Eslem'in görüşüdür. O (delil olmak üzere);

"Sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik." (eş-Şura, 42/52) âyetini okumuştur.

“Saf olup" âyeti bir mastardır, yani saflar halinde ayakta dikileceklerdir. Mastar da hem tekil, hem de çoğul için kullanılabilir. "Adi: adil ' kişi, adil kişiler" ile " savm: oruç tutan kişi, oruçlu kimseler" gibi. Ayrıca bayram gününe de "saf günü" denilir. Bir başka yerde de yüce Allah:

"Rabbin gelip meleklerle saf saf dizildiğinde" (el-Fecr, 89/22) diye buyurmaktadır ki; bu da safların bir değil, bir çok olacaklarına delildir. Bu amellerin arzedilip, hesaba çekilme zamanında olacaktır. Bu anlamdaki açıklamayı el-Kutebi ve başkası yapmıştır.

Ruhun tek bir saf, meleklerin de tek bir saf olarak ayağa kalkacakları da söylenmiştir. Buna göre iki saf olacaklardır. Hepsinin bir tek saf olarak ayakta duracakları da söylenmiştir.

"Rahmân'ın" şefaat hususunda

"İzin verdiği kimselerden başkaları konuşmazlar" şefaat etmeye kalkışmazlar

"ve doğru söylerler" hakkı söylerler. Bu açıklamayı ed-Dahhak ve Mücahid yapmıştır. Ebû Salih: La ilahe illallah derler, demiştir. ed-Dahhak, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Onlar, la ilahe illallah demiş, kimselere şefaat edeceklerdir.

"Savab: doğru'ın asıl anlamı doğru olan söz ve davranıştır. Bu: isabet etti, eder, İsabet etmek"ten gelmektedir ki; "cevab"ın; " Cevab verdi, verir, cevab vermek"e benzemektedir.

"Konuşmazlar" ile kastedilenlerin; saf halinde duran melekler ile ruh olduğu da söylenmiştir. Bunlar, yüce Allah'ın heybetinden ve O'nun celal ve azametinden dolayı konuşmayacaklardır. Sadece

"Rahmânın" şefaat hususunda

"izin verdiği kimseler" konuşacaktır. Bunlar da doğru söyleyecekler, Allah'ı tevhid ve teşbih edeceklerdir.

el-Hasen. şöyle demiştir: Ruh, kıyâmet gününde şöyle diyecektir: Hiç kimse Allah'ın rahmetine mazhar olmadan cennete giremeyecektir ve hiç kimse de (gerektirici) ameli olmaksızın cehennem ateşine girmeyecektir. İşte yüce Allah'ın:

"Ve doğru söylerler" âyetinin anlamı budur.

39

İşte bu, o hak gündür. O halde dileyen Rabbine bir dönüş yolu edinsin.

"İşte bu" olan ve meydana gelen

"o hak gündür. O halde dileyen Rabbine bir dönüş yolu" salih amel ile bir dönüş

"edinsin." Kişi sanki hayırlı bir amel işleyecek olursa, bu onu Allah'a geri çevirecek, kötü bir iş yaparsa ondan uzaklaştıracak gibi (bir anlam) taşımaktadır. Bu anlamın bir benzeri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetinde dile getirilmiştir: "Hayır tümüyle Senin ellerindedir, şer ise Sana nisbet edilmez." Müslim, I, 535: Tirmizî, V, 76, Ebû Davud, i, 201, 202. Nesâî, II, 130; Müsned, 1, 102.

Katade dedi ki:

"Bir dönüş yolu” bir yol demektir.

40

Çünkü gerçekten Biz, sîzi yakın bir azâb ile uyarıp korkuttuk. O günde kişi iki elinin önden yolladığına bakacak ve kâfir: "Ah! Keşke ben de toprak olsaydım" diyecek.

"Çünkü gerçekten Biz, sizi yakın bir azâb ile uyarıp, korkuttuk" âyeti ile yüce Allah, Kureyş kâfirlerine ve Arap müşriklerine hitab etmektedir. Çünkü onlar; biz diriltilmeyeceğiz, diyorlardı. Azabtan kasıt da âhiretteki azaptır. Esasen gelecek olan herbir şey yakın demektir. Yüce Allah da:

"Onların onu görecekleri gün (günün) bir akşamından veya kuşluğundan başka durmamışlar gibi gelecek onlara" (en-Nâziât, 79/46) diye buyurmaktadır. Bu anlamdaki açıklamayı el-Kelbi ve başkaları yapmıştır.

Katade şöyle demiştir: Bundan kasıt dünyada verilecek cezadır. Çünkü bu iki azaptan en yakın olanıdır. Mukâtil : Bu Kureyş'in (ileri gelenlerinin) Bedir'de öldürüleceğini belirtmektedir.

Ancak daha kuvvetü görülen bunun, âhiret azâbı olduğudur, bu da ölüm ve kıyâmettir. Çünkü kim ölürse, onun da kıyâmeti kopmuş demektir. Eğer cennet ehlinden ise cennette kalacağı yeri görür, eğer cehennemliklerden ise, o da horluk ve hakirlik görür. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O günde kişi İki elinin önden yolladığına bakacak" âyeti, bu azâbın zamanını açıklamaktadır. Yani Biz, sizi o günde gerçekleşecek yakın bir azâb ile uyarıp, korkuttuk. Bu da kişinin ellerinin önden gönderdiklerine bakacağı bir gündür. Yani o gün derdiklerini görecektir.

Âyetin;

“Önden gönderdiğine bakacaktır" takdirinde olup, edatının hazfedildiği de söylenmiştir.

Burada

"kişi"den kasıt, el-Hasen'in açıklamasına göre mü’mindir. Yani o kendisinin bir amel işlemiş olduğunu görecektir. Kâfir ise kendisinin hiçbir ameli olduğunu görmeyecektir. Bundan dolayı toprak olmayı temenni edecektir.

Yüce Allah:

"Ve kâfir ... diyecek" âyetinden da,

"kişi"den kasıt mü’min olduğu anlaşılmaktadır.

Buradaki

"kişi" ile Ubey'b. Halef ve Ukbe b. Ebi Muayl'ın kastedildiği de söylenmiştir.

"Ve kâfir ... diyecek" ile kasıt da Ebû Cehil'dir.

Âyetin, o günde yaptıklarının karşılığını görecek olan her kişi ve insan hakkında umumi olduğu da söylenmiştir. Mukâtil dedi ki: Yüce Allah'ın:

"O gün kişi, iki elinin önden yolladığına bakacak" âyeti Ebû Seleme b. Abdi’l-Esed el-Mahzumi hakkında

"ve kâfir: Ah keşke ben de toprak olsaydım, diyecek" âyeti da kardeşi el-Esved b. Abdi’l-Esed hakkında inmiştir.

es-Salebi dedi ki: Ben Ebû’l-Kasım b. Habib's şöyle derken dinledim: Burada

"kâfîr"den kasıt İblis'tir. Çünkü o, Âdem'i topraktan yaratıldı diye ayıplamış, buna karşılık kendisinin ateşten yaratıldığını belirterek üğünmüştü. Kıyâmet gününü görüp de Âdem'in ve Âdem oğullarının içinde bulundukları mükâfat ve hak ve rahmeti göreceğinde, kendisinin ise içinde bulunduğu sıkıntı ve azâbı göreceğinde Âdem'in yerinde olmayı temenni edecek ve "ah keşke ben de toprak(tan yaratılmış) olsaydım, diyecek'dir.

(es-Salebi devamla) dedi ki: Ben bu açıklamayı el-Kuşeyri Ebû Nasra ait tefsir açıklamaları arasında gürdüm.

Şöyle de açıklanmıştır: İblis, keşke topraktan yaratılmış olsaydım da ben Âdem'den hayırlıyım dememiş olsaydım, diyecektir. İbn Ömer'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kıyâmet günü oldu mu yeryüzü bir kösele gibi uzatılıp, yayılacak, hayvanlar, davarlar ve yırtıcı hayvanlar hep haşredilip bir araya getirilecek, sonra hayvanlar arasında kısas uygulamasına geçilecek. Öyle ki, boynuzsuz olan koyunun lehine, boynuzlu olandan boynuz vurmasının kısası dahi uygulanacaktır. Aralarında kısas bitirileceği vakit onlara; toprak olun! denilecektir. İşte o zaman kâfir:

"Ah keşke ben de toprak olsaydım" diyecektir.

Buna yakın bir rivâyet, Ebû Hüreyre ile Abdullah b. Amr b. el-As (r. anhum)'dan rivâyet edilmiştir. Biz bunu "et-Tezkire bi Ahvâli'l-Mevtâ ve Umuri'l-Ahira" adlı eserimizde güzel bir şekilde kaydetmiş bulunuyoruz. Allah'a hamdolsun,

Ebû Cafer en-Nehhâs, şunu zikretmektedir: Bize Ahmed b. Muhammed b. Nâfi' anlattı dedi ki: Bize Seleme b. Şebib anlattı dedi ki: Bize Abdu'r-Rezzak anlattı dedi ki: Bize Ma'mer anlattı dedi ki: Bana Cafer b. Berkan el-Cezeri haber verdi. O, Yezid b. el-Asam'dan, o Ebû Hüreyre'den rivâyetle dedi ki: Yüce Allah hayvan, kuş ve insan türünden bütün mahlukatı haşredecek, sonra da hayvanlara, kuşlara: Toprak olun! denilecek. İşte o vakit:

"Kâfir: Ah keşke ben de toprak olsaydım, diyecek"

Bir takım kimseler de şöyle demiştir:

"Ah keşke toprak olsaydım" diriltilmeseydim demektir. Bu da yüce Allah'ın:

"Keşke kitabım verilmeseydi" (el-Hakka, 69/55) âyetine benzemektedir.

Ebû'z-Zinâd dedi ki: İnsanlar arasında hüküm verilip, cennetliklerin cennete, cehennemliklerin de cehenneme götürülmesi emrolunacağı vakit diğer yaratıklar ile mü’min cinlere: Toprak olunuz denilecek, onlar da toprak olacaklar. İşte bu halde onları gören kâfir kimseler:

"Ah keşke ben de toprak olsaydım" diyeceklerdir,

Leys b. Ebi Süleym dedi ki: Mü’min cinler tekrar toprak olacaklardır.

Ömer b. Abdu’l-Aziz, ez-Zührî, el-Kelbî ve Mücahid şöyle demişlerdir: Mü’min cinler, bir düzlük ve genişçe bir yerde cennetin etrafında bulunacaklar, fakat içinde olmayacaklardır. Bu daha sahihtir. Daha önce buna dair açıklamalar er-Rahmân Sûresi'nde (55/31-36. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Onların mükellef oldukları mükâfat ve ceza görecekleri belirtilmiştir. O halde onlar Âdem oğulları gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,

(Nebe' Sûresi burada sona ermektedir. Allah'a hamdolsun).

0 ﴿