NÂZİAT SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Mekke'de indiği hususundu görüş birliği vardır. Kırkbeş ya da kırkaltı âyet-i kerimedir.

1

Yemin olsun şiddetle söküp çıkaranlara,

"Yemin olsun şiddetle söküp çıkaranlara" âyetinden itibaren yüce Allah, sözünü ettiği bu hususlarla kıyâmetin gerçek olduğuna yemin etmektedir.

"Söküp çıkaranlar", kâfirlerin ruhlarını şiddetle süküp çıkaran meleklerdir. Bu açıklamayı Ali (radıyallahü anh) yapmıştır. İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Mesrûk ve Mücahid de böyle demişlerdir: Bunlar Âdem oğullarının canlarını şiddetle söküp çıkartan meleklerdir.

İbn Mes’ûd dedi ki: Bu âyetle kâfirlerin canlarını kastetmektedir. Ölüm meleği, cesetlerinden herbir kılın altından, tırnakların altından, ayakların dibinden tıpkı bir demir çubuğunun nemli yünden çekilip çıkartılması gibi, kâfirlerin canlarını, cesetlerinden öylece çıkartır. Sonra bunu tekrar sokar, yani o canlarını bedenlerine geri döndürür, sonra tekrar söküp çıkarır. İşte kâfirlere yapacağı uygulama böyle olacaktır. İbn Abbâs da böyle açıklamıştır.

Said b. Cübeyr dedi ki: Önce ruhları alınır, sonra tekrar batınlır, sonra yakılır, sonra da cehennem ateşine atılır.

Şöyle de açıklanmıştır: Kâfir, kendi canını vücudundan sökülüp alınması halinde âdeta batı yormuş gibi görür.

es-Süddî dedi ki:

"Yemin olsun ... söküp çıkaranlara" âyeti ile kastedilen, göğüslerde boğulma zamanındaki canlar yani "nefisler"dir. Mücahid: Maksat canların çıkmasını sağlayan ölümdür.

el-Hasen ve Katade: Bunlar bir ufuktan öbür ufuğa giden yıldızlardır. Bu da Arapların: Ona gitti" tabirlerinden yahutta: Atlar koştu" ifadelerinden alınmıştır. Şiddetle" lâfzı da batar "kaybolur ve bir ufuktan öbür ufuğa gidip doğar" demektir, Ebû Ubeyde, İbn Keysân ve el-Ahfeş de böyle açıklamıştır.

"Söküp, çıkaranlar"ın ok atan yaylar olduğu da söylenmiştir ki; bu açıklamayı Atâ ve İkrime yapmıştır. "Şiddetlice" ise batırarak (yerleştirerek) anlamındadır. Okun yayda batırılması ise alabildiğine geriye doğru demir ucuna ulaşıncaya kadar gerilmesi demektir. (Oku) yayda batırdı" tabiri onu gerebildiği kadar gerdi, anlamındadır. Bu da yayın, okun yerleştirildiği kısmının, okun ucuna kadar ulaşması ile olur. (Aynı kökten gelen) "istiğrak" da bir şeyi tam anlamıyla kapatmak ve kuşatmak demektir. Yumurtanın içerdeki zarına da -aynı kökten gelmek üzere denilir.

Maksadın ok atan gaziler olduğu da söylenmiştir.

Derim ki: Bu ve bundan bir önceki görüş aynıdır. Çünkü yaylara yemin edildiği takdirde maksat, büyüklüklerine dikkat çekmek maksadı ile ok atanlardır. Bu da yüce Allah'ın:

"Yemin olsun harıl harıl koşan atlara" (el-Âdiyât, 100/1) âyetini andırmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Burada

"iğrâk: şiddetle söküp çıkarmak" ile çıkarmakta en ileri dereceye varmayı kastetmiştir ki; bu da bu lâfzın bütün tevil şekilleri hakkında uygun bir açıklamadır.

Kastedilenin otlaklardan uzaklaşıp, kaçan yabani hayvanlar olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Yahya b. Sellâm nakletmiştir. " Şiddetlice" lâfzı ise, uzaklaşmakta oldukça ileri gitmek demek olur.

2

Yumuşaklıkla çıkaranlara,

"Yumuşaklıkla çıkaranlara" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: Bununla mü’minin nefsini yumuşak bir şekilde; devenin ayağındaki bukağının çözülmesi gibi kolaylıkla alan melekleri kastetmektedir. Bu görüş; el-Ferrâ''dan da nakledilmiş olup, ayrıca şöyle demiştir: Benim Araplardan duyduğum onların: " Kolaylıkla serbest bırakıldı, çıkarıldı" ile: "Sanki bağı çözülmüş gibi oldu (radıyallahü anhhatladı)" diye tabirler kullanmaları şeklindedir, (Devenin) bağlanmasını anlatan "rabt" ile "neşt" aynı şeylerdir. "Rabıt" ile "nâşit" aynı anlamdadır. Devenin ön ayağının iple bağlanmasını anlatmak üzere; denilir. Bu işi yapan kimseye: denilir. Bu bağ çözülecek olursa; " O devenin bağını çözdüm" denilir, bu işi yapana da; denilir.

Yine, İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmiştir. Bunlar, ölüm esnasında (bedenden) dışarıya çıkmak için sevinen, mü’minlerin canlarıdır. Çünkü ölüm halinde olan herbir mü’mine ölmeden önce mutlaka cennet gösterilir. Orada, Allah'ın kendisi için hazırlamış olduğu eşlerini ve Huru'l-'înden zevcelerini görür. Hepsi de onu oraya davet ederler, O bakımdan canı çıkıp da onlara gitmek üzere şevk duyar.

Yine ondan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bununla okun üzerinde bağlanan özel sinirlerin (kirişin) şiddetle çekilmesi gibi çekilen, kâfirlerle münafıkların canlarını kastetmektedir, Yay kirişlerinin yapımında kullanılan sinire -harekeli olarak denilir. Bunun tekili: Aynı kökten olmak üzere: O, siniri okun ve yayın üzerine bağladı" denilir. Süratle, hızlıca çekmek" anlamındadır. Uçkur düğümü gibi çekilmesi halinde kolaylıkla çözülen düğüme: denilmesi buradan gelmektedir. Ebû Zeyd dedi ki; İpe düğüm attım, atıyorum" denilir. Onu çözdüm" demektir. Çözül ünccye kadar ipi uzattım" demektir.

el-Ferrâ'' şöyle demektedir: Düğüm çözüldü"; İpi ellerine bağladı" demektir.

el-Leys dedi ki: Onu bir ve iki düğüm ile sağlamlaştırdım, bağladım" demektir. Düğümünü çektim o da çözüldü" demektir. Yine o şöyle demiştir: 'nin, anlamında iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenir.

İşte buna binaen İbn Abbâs'ın ilk olarak zikredilen görüşü doğru bir açıklama olur. Yine ondan (İbn Abbâs'tan) gelen rivâyete göre;

"Yumuşaklıkla çıkaranlar (en-nâşiât)" nerede olursa olsun, Allah'ın emrini yerine getirmek üzere şevkle gidip gelen melekler demektir. Hem ondan hem Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Bunlar deri ile tırnaklar arasından kâfirlerin canlarını şiddetlice, hızlıca çekip alan meleklerdir ve sonunda onların canlarını iç taraflarından gam ve keder ile hızlıca çekerler, tıpkı yünün demir çubuktan kurtarılması gibi canları çıkarılır.

Bu lâfız da "şiddetlice çekmek" anlamında 'den gelir, " Kovayı çektim, çekiyorum" denilir, el-Esmai şöyle demiştir: "Dibi derin olmadığı için kovanın bir defa çekiş ile yukarı çıkarıldığı kuyu" demektir. Bir kaç defa çekilmedikçe kovası çıkarılmayan kuyuya da: denilir.

Mücahid dedi ki: Bu, insanın canını çekip çıkaran ölümdür. es-Süddî: Canların, ayaklardan çekilmeye başlamasıdır.

Bir diğer görüşe göre

"şiddetle söküp çıkaranlar," gazilerin elleri ya da onların canlarıdır. Bunlar okları yerlerine yerleştirmek suretiyle yaylarını çekerler (gererler). At ve develerin kaçmasın diye bağlandıkları iplerin çekilip çözülmeyini anlatmak için de bu isim (nâziât) kullanılır.

İkrime ve Atâ dedi ki; Bunlar okları geri doğru çeken iplerdir (yay kirişleridir). Yine Atâ, Katade, el-Hasen'den ve el-Ahfeş'den şöyle dedikleri nakledilmiştir: Bunlar bir ufuktan diğerine gidip gelen yıldızlardır. es-Sıhah'ta da böyle denilmiştir.

"Yumuşaklıkla çıkaranlara" bir beldeden diğerine giden bir öküz gibi, bir burçtan öbürüne geçen yıldızlar demektir. Kederler de kişiyi alıp götürürler. Himyân b. Kuhâfe de şöyle demiştir:

"Kederlerim artık beni bir beldeden bir diğerine alıp gidiyor

Kimi zaman beni Şam'a götürüyor, kimi zaman Vâsıt'a alıp gidiyor."

Ebû Ubeyde ve Atâ şöyle demişlerdir:

" Yumuşaklıkla çıkaranlar" bir beldeden diğerine geçen yabani hayvanlar demektir. Nitekim kederler de insanları bir beldeden diğerine alıp götürür. Daha sonra da Himyân'ın az önce geçen beytini zikretmektedir.

"Şiddetle söküp çıkaranlar" âyetinin kâfirler;

"yumuşaklıkla çıkaranlar" âyetinin mü’minler hakkında olduğu da söylenmiştir. Yani melekler mü’minin ruhunu yumuşak bir şekilde alır. "Nez'" şiddetle çekmek "neşt" de yumuşaklıkla çekmek demektir.

Her ikisinin de kâfirler hakkında olduğu ve bunlardan sonraki iki âyetin dünyadan ayrılış halinde mü’minler hakkında olduğu da söylenmiştir.

3

Dalıp, yüzenlere,

"Dalıp yüzenlere" âyeti hakkında Ali Ua dedi ki: Bunlar, mü’minlerin eanlarını alıp yüzen meleklerdir. el-Kelbî dedi ki: Bunlar, kimi zaman suya gömülen, kimi zaman üstüne çıkan yüzücü kimse gibi mü’minlerin canlarını alan meleklerdir. Onların canlarını kolay bir şekilde ve incitmeksizin usul usul çekerler. Sonra dinleninceye kadar onu bırakırlar.

Mücahid ve Ebû Salih dedi ki: Bunlar, yüce Allah'ın emrini çabucak yerine getirmek için semadan inen meleklerdir. Nitekim hızlıca yürüyen asil ala, çabucak ve hızlıca koşacak olursa "sâbilı: yüzücü" denilir. Yine Mücahid'den şöyle dediği nakledilmiştir: Melekler inişlerinde ve yükselişlerinde yüzerler. Yine ondan nakledildiğine göre,

"yüzenler" Âdem oğullarının ruhlarında yüzen ölümdür. Bunların, gazilerin atları olduğu da söylenmiştir. Antere şöyle demiştir:

"Ve atlar bilirler, ölüm havuzlarında Alabildiğine yüzdüklerinde."

İmruu’l-Kays da şöyle demiştir:

"Hızlıca koşan atlar (yorgunluktan) yavaşça yürüyüp

Sert zeminlerde bile toz çıkardıklarında; benim bu atım hızlıca koşup gider."

Katade ve el-Hasen: Bunlar yörüngelerinde yüzen yıldızlar demektir, demiştir, Güneş ve ay da böyledir. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:

"Hepsi de birer yörüngede yüzerler" (Yâsîn, 36/40)

Atâ, sözü edilenler suda yüzen gemilerdir, demiştir. İbn Abbâs da şöyle demiştir:

"Yüzenler" çıktıkları vakit yüce Allah'a ve onun rahmetine kavuşmaya şevk duyarak yüzen mü’minlerin ruhlarıdır.

4

Alelacele koşanlara,

"Alelacele koşanlara" âyeti hakkında Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Bunlar, vahyi, peygamberlere şeytanlardan önce ulaştıran meleklerdir. Mesrûk ve Mücahid de böyle demişlerdir. Yine Mücahid ile Ebû Ravk'dan nakledildiğine göre; bunlar hayır ve salih amel işlemekte Âdem oğlunu geçen meleklerdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu melekler, Âdemoğlunu salih amel hususunda ileri geçerek hemen onu yazıverirler. Yine Mücahid'den insanı geçip geride bırakan ölümdür, dediği nakledilmiştir.

Mukâtil : Mü’minlerin canlarını alelacele cennete ulaştıran meleklerdir, demiştir. İbn Mes’ûd da şöyle demiştir: Bunlar, kendi ruhlarını kabzeden melekleri gördüklerinde, karşılaştıkları sevindirici haller sebebiyle yüce Allah'a ve Onun rahmetine kavuşmak şevki ile meleklere hızlıca koşuşan mü’minlerin canlarıdır. Benzer bir açıklama er-Rabi'den nakledilmiştir. O şöyle demiştir: Ölüm halinde çıkmakta acele eden canlardır.

Katade, el-Hasen ve Ma'mer de şöyle demiştir: Bunlar aldıkları yol itibariyle kimisi diğerini geçen yıldızlardır.

Atâ: Cihada çabucak koşan atlardır, diye açıklamıştır. Bir başka açıklama da şöyledir: "İleri geçenler"in cennete ya da cehenneme bedenlerden önce giden ruhlar olma ihtimali de vardır. Bu açıklamayı el-Maverdî yapmıştır.

el-Cürcânî de şöyle demiştir:

“Alelacele koşanlara" âyetinde getirilmesi ikinci kelimenin bir önceki kelime ile aynı köklen gelmesinden dolayıdır ki: Ve yüzüp alelacele gidip çabuk ulaşanlara" anlamındadır. Nitekim: Kalktı da gitti" denilir. Bu ifadede kalkmanın gidişin sebebi ulması gerekir. Eğer: Kalktı ve gitti" denilecek olursa kalkmak gidişe sebeb olmaz.

5

Herbir İsi yürütmekle görevlilere...

"Her İşi yürütmekle görevlilere" âyeti ile ilgili olarak el-Kuşeyri: Müfessirler kastedilenlerin melekler olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir, demektedir.

el-Maverdî dedi ki: Bu hususta iki görüş vardır. Birincisine göre, bunlar meleklerdir. Bu Cumhûrun (büyük çoğunluğun) görüşüdür. İkinci görüşe göre, bunlar yedi gezegendir. Bu görüşü de Halid b. Ma'dân. Muâz b. Cebel'den, nakletmektedir. Gezegenlerin işleri(nin) yürüt(ül)mesi (tedbiri) de iki şekilde açıklanmıştır. Bu açıklamanın birincisine göre, bunların doğuş ve batışlarının düzenlenmesidir. İkinci görüşe göre, bunların tedbiri, yüce Allah'ın onlar hakkında hükmettiği hallerin değişmesi, demektir.

Yine el-Kuşeyrî de bu görüşü Tefsir'inde nakletmiş ve yüce Allah'ın, âkmin işlerinin yürütülmesiyle ilgili pek çok hususu yıldızların hareketlerine bağlı olarak gerçekleştirdiğini, bundan dolayı iğlerin yürütülmesi (tedbiri) Allah'tan olsa bile, tedbir yıldızlara izafe edilmiştir. Tıpkı bir şeyin kendisine yakın olan bir diğer şeyin ismi ile adlandırılması gibi.

İşleri yürütenler'den maksadın melekler olduğu görüşüne göre, onların işleri yürütmesi, helal ve haram hükümleri ile bunlara dair açıklayıcı hükümleri indirmeleridir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Katade ve başkaları yapmıştır. Bu da, esası itibariyle yüce Allah'a ait bir iştir; fakat bu emirleri indirenler melekler olduğundan dolayı bu iş onlara izafe edilmiş bulunmaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onu Ruhu'l-emin indirdi." (eş-Şuarâ, 26/193) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak ki o, onu Allah'ın izniyle kalbine ... indirmiştir." (el-Bakara, 2/97) Bununla Cebrâîl (aleyhisselâm)'ı, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kalbine indirdiği kastedilmektedir. Onu indiren ise yüce Allah'tır.

Atâ, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir:

"Herbîr işi yürütmekle görevlilere" âyeti şu demektir: Melekler; rüzgarlar, yağmurlar ve daha başka yeryüzünün çeşitli hallerini yürütmekle görevlendirilmişlerdir. Abdu'r-Rahmân b. Sâbât dedi ki: Dünya işlerinin yürütülmesi dört meleğe verilmiştir. Cebrâîl, Mikail ve ismi Azrail olan "ölüm meleği" ile İsrafil'dir. Cebrâîl rüzgarlarla ve (yerin ve göklerin görünmeyen) orduları ile görevlidir. Mikâil yağmur ve bitki ile görevlidir. Ölüm meleği karada ve denizde canları almakla görevlidir. İsrafil ise onların üzerine gerekli emirleri indirir. Melekler arasında İsrafil'den daha yakın kimse yoktur. Onun ile Arş arasında beşyüz yıllık mesafe vardır.

Bir diğer görüşe göre, onlar Allah'ın kendilerine tarif ettiği birtakım işleri görmekle görevlendirilmişlerdir.

Sûrenin başından buraya kadar, yüce Allah'ın kendilerine yemin ettiği hususlar zikredilmektedir. Yüce Allah, yarattıklarından dilediğine yemin edebilir. Ancak bizim yüce Allah'ın adından başkası ile yemin etmek hakkımız yoktur.

Yeminin cevabı hazfedilmiştir. Sanki yüce Allah, şöyle buyurmuş gibidir: Yemin olsun şiddetle söküp çıkaranlara, şuna ve şuna ki, siz mutlaka öldükten sonra diriltilecek ve hesaba çekileceksinizdir. Bunun (yeminin cevabının) hazfedilmesinin sebebi ise, dinleyenlerin manayı bilmeleridir. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. Buna da yüce Allah'ın:

"Çürülmüş, dağılmış kemikler olduktan sonra mı" âyeti delil teşkil etmektedir. Bunun onların: "Çürümüş, dağılmış kemikler olduktan sonra mı" diriltileceğiz:-' sözlerine bir cevab gibi olduğu görünmüyor mu? Bundan dolayı yüce Allah "çürümüş, dağılmış kemikler olduktan sonra mı?" diye buyurmakla yetinmiştir.

Kimileri de şöyle demiştir: Yemin, yüce Allah'ın:

"Şüphe yok ki bunda korkan kimseler için elbette bir ibret vardır." (26. âyet) âyeti için yapılmıştır. Tirmizi b. Ali'nin tercih ettiği görüş budur. Yani Benim anlatmış olduğum kıyâmet günü ve Mûsa ve Fir'avun'un kıssasında "korkan kimseler için elbette bir ibret vardır" demektir.

Fakat İbnu'l-Enbârî'nin söylediklerine göre yeminin sûrede açık ve görünür bir şekilde anılmış bir hususa yapılması, daha önce kendisinden sözedilmemiş bir şeye yapılmasından daha uygundur. Çünkü bu, çirkin bir şekil olur, zira her ikisi arasında geçen ifadeler oldukça uzamış bulunmaktadır.

Yeminin cevabının:

"Mûsa'nın haberi geldi mi sana" (15. âyet) âyeti olduğu da söylenmiştir. Çünkü: ...gelmiş bulunmaktadır demektir.

"O gün sarsan sarsacak" âyetinin: Elbetteki o gün sarsacak takdiri ile cevabı teşkil ettiği ve "lâm" harfinin hazfecliktiği de söylenmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre, buyruklarda takdim ve tehir vardır. İfade:

"O gün sarsan sarsacak, arkasından onu Râdife izleyecek. Yemin olsun şiddetle söküp çıkaranlara..." takdirindedir.

es-Sicistânî dedi ki: Bunun takdim ve tehir türünden olması mümkündür. Sanki: "Ansızın hepsi toprağın üzerinde dipdiri çıkıverirler. Yemin olsun şiddetle söküp çıkaranlara .., buyrulmuş gibidir.

İbnu'l-Enbari; Bu yanlıştır demiştir. Çünkü (14.) âyetin başına gelen "fe': harfi ile söze başlanılmaz. En uygunu birinci açıklama şeklidir.

6

O gün, sarsan, sarsacak,

Yine denildiğine göre, yemin, cehennemliklerin kalblerinin titremesi, gözlerinin zilletle bakmasınadır.

"O günde sarsan sarsacak" âyetindeki

"gün" lâfzı bu anlama binaen nasb ile gelmiştir. Ancak yemin bunun hakkında da değildir.

ez-Zeccâc dedi ki: Âyet, sarsanın sarsacağı günde titreyecek kalpler vardır demektir.

Bu "zikret" takdiri ile nasbedildiği de söylenmiştir.

"Sarsacak" âyeti 'sarsılan" demektir.

"Sarsan" da: Kendisi sarsılan" demektir. Bu açıklamayı Abdurrahman b. Zeyd yapmıştır ve şöyle demiştir: Bu da yeryüzüdür. "Râdife" de kıyâmettir.

Mücahid ise:

"Sarsan" (kıyâmet)in zelzelesi, sarsıntılıdır, demiştir.

7

Arkasından onu Râdife izleyecek.

"Arkasından onu Râdife İzleyecek"den kasıt da (birinci) üfürüktür. Yine ondan, İbn Abbâs, el-Hasen ve Katade'den bu ikisinin iki çığlık, yani iki üfürüktür, dedikleri nakledilmiştir. Birinci üfürükte, yüce Allah'ın izniyle herkes ölecek, ikincisinde ise yüce Allah'ın izniyle herkes dirikilecektir.

Hadisi şerifte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "İkisi arasında kırk yıl vardır" diye buyurduğu vârid olmuştur Buhârî, IV, IS13, 1HS1; Müslim, IV, 2270.

Yine Mücahid şöyle demiştir:

"Râdife" semanın çatlayacağı, yerin ve dağların kaldırılıp bir defa silkeleneceği zaman olacaktır ki; bu da zelzele (kıyâmet sarsıntisın)dan sonradır.

"Sarsan"ın yeryüzünü sarsacağı

"Râdife"nin ise bütün arzları yok edecek bir diğer sarsıntı olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Sûra üfürülmesine dair yeterli açıklamalar daha önceden en-Neml Sûresi'nde (27/87-90. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. .

"Sarsma, sarsılma"nın asıl anlamı hareket etmektir. Yüce Allah da

"O günde yer sarsılır." (el-Müzzemmil, 73/14) diye buyurmuştur. Ancak buradaki: "reefe: sarsıntı" sadece hareket etmek anlamından gelmemektedir. Bu, Arapların Gök gürledi, gürler, gürlemek" ifadelerinden gelmektedir ki, hem sesi, hem hareketi ortaya çıktı, anlamındadır. Sesler birbirine karıştıp insanlar dalıp gittikleri için asılsız ve uydurma haber ve dedikodulara; adının verilmesi de buradan gelmektedir. Şair de şöyle demiştir:

"Ey kınamanın oğlu, sen beni asılsız dedikodularla mı tehdit ediyorsun?

Ve zannederim asılsız dedikodularda bayağılık ve güçsüzlük saklıdır."

Ubey b. Ka'bdan rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) gecenin dörtte biri geçti mi kalkar, sonra şöyle buyururdu: "Ey insanlar! Allah'ı anınız. Çünkü o sarsan gelmiştir, arkasından onu Râdife izleyecektir. Ölüm, muhtevasındaki şeylerle birlikte gelmiş bulunmaktadır." Hakim, Müstedrek, II, 457, 55K; Tirmizi, IV. 636; Müsned, V, 136

8

O gün, titreyecek kalbler vardır;

Âyetin tefsiri için bak:9

9

Gözleri zilletle bakacaktır.

"O gün titreyecek" İbn Abbâs ve genel olarak bütün müfessirlere göre, korkan ve titreyen

"kalpler vardır." es-Süddi: Yerlerinden kopup gidecek kalpler, diye açıklamıştır. Bunun bir benzeri yüce Allah'ın;

"O vakit kalpler gam ve kederle dolu olarak gırtlaklara kadar gelip dayanacaktır." (el-Mu'min, 40/18) âyetidir.

el-Müerric: Huzursuz ve kararsız, yerinde durmayıp çalkanıp duran (kaltiler) diye açıklamıştır. el-Müberred, çalkanan, hareket edip duran diye açıklamıştır. Manalar birbirlerine yakındır. Maksat, kâfirlerin kalpleridir.

Kalb çalkalanıp durdu, çalkalanır" denilir. -Vezin ve anlam itibariyle demeye benzer. Koşmaları sırasında atın ve devenin hareketlerini (tarzlarını) anlatmak üzere kullanılan de buradan gelmektedir. ise "bineğin hızlıca yürümesini sağlamak" demektir. Şair de söyle demiştir:

"Önceleri geviş getiriyorlarken bu sefer hırıltıları çıkmaya başladı

Uzunca nefes alıyorlarken hızlıca yürümeye başladılar."

"Kalbler," mübtedâ olarak merfudur.

"Titreyecek" anlamındaki lâfız da onun sıfatıdır.

"Gözleri zilletle bakacaktır" ifadesi de onun haberidir. Yüce Allah'ın: "Mü’min bir köle elbette müşrik bir erkekten daha hayırlıdır." (el-Bakara, 2/221) âyetinde olduğu gibi,

"Zilletle bakacak" lâfzı göreceklerinin dehşetinden ötürü kırık ve zelil düşmüş olacaklar, demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Gözleri önlerine eğilmiş, kendilerini de bir zillet kaplamış olarak" (Nün, 68/43) âyetidir. Âyet; "o kimselerin gözleri' anlamında olup muzaf hazfedilmiştir,

10

"Biz, sahiden biz mi tekrar hayata döndürüleceğiz?" derler.

"Biz, sahiden biz mi tekrar hayata döndürüleceğiz? derler." Yani öldükten sonra dirilmeyi yalanlayıp, inkâr eden bu kimselere, sizler öldükten sonra diriltileceksiniz, denildiğinde inkâr ve hayret ile: Biz, öldükten sonra tekrar işin başına döndürülecek ve ölümden önceki halimiz gibi yeniden diriltilmiş mi olacağız? derler. Bu da onların söyleyecekleri belirtilen:

"... Biz mi yeniden yaratılıp, diriltileceğiz?" (el-İsrâ, 17/49) âyetine benzemektedir. denilir ki "geldiği yere geri döndü" demektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.

İbnu'l-A'râbî de şu beyiti zikretmektedir:

"Benim saçlarım dökülüp, ağardıktan sonra mı eski halime döneyim?

Böyle bir beyinsizlikten ve utançtan Allah'a sığınırım."

Şair şunu demek istiyor: Ben, saçlarım ağırdıktan ve döküldükten sonra, o gençlik dönemlerindeki kadınlar hakkında söylenmiş gazellere ve onlara meyletme haline mi geri dönecekmişim?

"Geldiği yola geri döndü" denilir. Arapların bir meselinde de; denilir ki; Yakub bunu "tenkit ilk söylenen söz ile birlikte getir" diye açıklamıştır. O kimseler, daha önceden ilk karşılaştıkları yerde birbirleriyle çarpıştılar" denilir. lâfzının, "dünya" anlamında olduğu da söylenmiştir. Bizler, tekrar dünyaya geri döndürülecek, önceden olduğu gibi hayat mı bulacağız? demek olur. Şair de şöyle demiştir:

"Bilin ki sizi unutmamaya yemin ettim ben,

Tekrar insanlar dünyaya geri döndürülmedikçe."

Bu lâfzın, insanların kabirlerinin kendisinde kazıldığı yer anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre bu lâfız: Kazılmış olan" anlamindadır. el-Hâfira, kip olarak ism-i fail (ve "kazıyıcı" demek) olmakla birlikte, ism-i mefûl anlamındadır. Benzer olarak göslerilen ayet-s kerimelerdeki "dâfik" ve "ralliye" lâfızları da aynı durumdadır. Nitekim yüce Allah'ın:

"Atılıp, dökülen bir sudan" (et-Tarık, 86/6) âyeti ile:

"Hoşnud olan bir yaşayış" (el-Karia. 101/7) âyetleri de bu türdendir. Yani bizler, kabirlerimize diri olarak mı geri döndürüleceğiz? Bu açıklamayı Mücahid, el-Halil ve el-Ferrâ' yapmıştır.

Yeryüzüne "el-hâfira" adının veriliş sebebinin "el-havâfir" (diye bilinen tırnaklıların) karargahı oluşundan dolayıdır. Tıpkı (ayak demek olan) "kadein"in, -yerin üzerinde olduğu için "arz" diye adlandırılması gibi. Bizler, ölümden sonra tekrar dünyaya geri dönüp ayaklarımız üzerinde, orada yürüyecek miyiz, demek olur.

İbn Zeyd: el-Hâfira cehennem ateşi demektir, demiş ve:

"Böyle ise bu ziyanlı bir dönüştür" âyetini okumuştur.

Mukâtil ve Zeyd b. Eslem de şöyle demişlerdir: Bu cehennem ateşinin isimlerindendir. İbn Abbâs dedi ki: el-Hâfira Arap dilinde 'dünya" demektir.

Ebû Hayve bu kelimeyi "elif'siz olarak diye 'ın medsizi olarak okumuştur. Bu şeklin, barındırdığı ölülerin cesetleri dolayısı ile kokuşmuş yer, anlamında olduğu söylenmiştir ki; bu da Arapların içten ve dıştan kir tabakası oluşmuş bir kimsenin dişleri hakkında kullanılan; tabirinden gelmektedir. Nitekim kökleri bozulmuş olan dişler hakkında kullanılan: Diş köklerinde çürüme vardır, çürümüştür, çürümektedir" denilir. Tıpkı gibidir. Esedoğulları da harekeli olarak; derler. Mazi fiil olarak: diye kullanırlar. Yoruldu, yorulmak" gibi. Ancak bu, iki söyleyişin kötü olanıdır. Bu açıklamayı (el-Cevherî) es-Sıkak'ta yapmıştır.

11

"Çürümüş, dağılmış kemikler olduktan sonra mı?"

"Çürümüş, dağılmış kemikler" çürüyüp gitmiş ve darmadağın olmuş kemikler

"olduktan sonra mı?"

Kemik çürüyüp, dağıldı" denilir. Çürüyüş, dağılmış kemikler" denilir. Medineli, Mekkeli, Şamlı ve Basralıların çoğunluğu da böyle okumuştur. Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Çünkü bizler

"kemîkler"in sözkonusu edildiği nakledilen rivâyetlere baktığımızda bunlarda bu lâfzın "elifsiz olarak kullanıldığını ve "elif"li olarak kullanılmadığını tesbit etmiş bulunuyoruz.

Ebû Amr ile oğlu Abdullah, İbn Abbâs, İbn Mes’ûd, İbn ez-Zübeyr, Hamza, el-Kisâi ve Ebû Bekr ise "elifli olarak; diye okumuşlardır. el-Ferrâ', et-Taberi, Ebû Muâz en-Nahvî -âyet sonlarına uygunluğu dolayısıyla- bu okuyuşu tercih etmişlerdir.

es-Sıhah'da şöyle denilmektedir: diye nitelendirilen kemikler, içine rüzgarın girip, sonra da çıktığı ve çıkarken de ses verdiği kemiklerdir. Orada hiçbir kimse yoktur" denilir. Bu açıklamayı Yakub, el-Bâhilî'den nakletmiştir. Ebû Amr b. el-Alâ dedi ki: Henüz çürümemiş ancak mutlaka çürüyecek olan kemikler" demektir. İçi boşaltılmış" anlamındadır.

Bunların aynı anlamda iki ayrı söyleyiş oldukları da söylenmiştir. Nitekim Araplar: O şeyin içi boşaldı" derler. "Onun içi boştur anlamında da; ile derler. Tıpkı: Tamah etti" deyip ile 'in "o tamahkârdır" anlamında olması ile; ve 'in "sakınan, tedbirli olan" anlamında ile "cimri" anlamında, ile 'in: "geniş, rahat" anlamında olması gibi. Şair de şöyle demiştir:

"Daha önce iri yarı olan yaşlı bir kimse orada

Çürümüş bacakları üzerinde yürümeye başlar."

Bazı açıklamalarda "elif'li: Çürümüş" İçinden rüzgarın geçtiği" anlamında -birincisinin tam aksine- olduğu da belirtilmektedir. Şair şöyle demiştir:

"Artık ben çürümüş kemikler haline geldikten sonra..."

Kimileri de şöyle demiştir: "Elif'li olarak: Etrafı yenilmiş (çürümüş) ve ortası kalmış olan kemikler"; Büsbütün telef olup gitmiş olanlar" demektir. Mücahid dedi ki: "Elif'siz Un ufak hale gelmiş" anlamındadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmakladır:

"Bir yığın kemik ve ufalanmış toprak..." (el-İsra, 17/49) diye buyurmaktadır. "Nun" harfi ötreli olarak; Rüzgarın şiddetle esmesi" demektir. Yine hem bu şekli, hem de hümeze gibi "atın, eşeğin ve domuzun burnunun ön tarafı" demektir. Burnu kırıldı" anlamındadır.

12

"Böyle ise bu, ziyanlı bir dönüştür" dediler.

"Böyle ise bu ziyanlı bir dönüştür." Hüsrana götüren yalan ve batıl bir dönüştür

"dediler." Yani böyle bir şey olmayacaktır. Bu açıklamayı el-Hasen ve başkaları yapmıştır. er-Rabî b. Enes: Onu yalanlayan kimseler aleyhine "ziyanladır diye açıklamıştır, bu bir hüsran dönüşüdür, diye de açıklanmıştır. Yani bu şekilde döndürülecekler, hüsranda olacaklardır. Nitekim "karlı bir ticaret" denildiği zaman, sahibi kâr etmiş;, ticaret demektir. Elbette sonunda cehennem ateşine dönmeyi gerektirecek bir dünüşden daha ziyanlı hiçbir şey olmaz. Katade ve Muhammed b. Ka'b dedi ki: Eğer bizler ölümden sonra tekrar diri olarak döndürülecek olursak, hiç şüphesiz cehennem ateşine götürülmek üzere toplanmış olacağız. Onların böyle demelerinin sebebi cehennem ateşi ile tehdit edilmiş olmalarıdır.

Geri dönüş" demektir. Onu geri döndürdü" denildiği gibi, O bizzat geri döndü" de denilir. Bu şekilde fiil hem müteaddidir, hem değildir. "Kerre" bir defa (dönmek) demektir ki; çoğulu da ...diye gelir.

13

Halbuki o, ancak bir tek haykırıştır.

"Halbuki o, ancak bir tek haykırıştır." Âyetinde yüce Allah, öldükten sonra diriltmenin kendisi için ne kadar kolay olduğunu sözkonusu ederek:

"Halbuki o, ancak bir tek haykırıştır" diye buyurmaktadır.

ed-Dahhak'ın kendisinden rivâyetine göre, İbn Abbâs: Tek bir üfürüştür, demiştir.

14

Ansızın hepsi toprağın üzerinde, dipdiri çıkıverirler.

"Ansızın hepsi" bütün yaratıklar

"toprağın" daha önce içinde oldukları halde yerin

"üzerinde dipdiri çıkıverirler."

el-Ferrâ'' dedi ki: Ona bu ismin (sâhire)nin veriliş sebebi, canlı varlıkların uyumalarının ve uykusuz kalmalarının orada olduğundan dolayıdır. Araplar geniş düzlüğü ve yeryüzünü "sâhire" diye; Uykusuz kalınma özelliğine sahib" anlamında kullanırlar. Çünkü orada, ondan korkularak uykusuz kalınır. Böylelikle sahib olduğu bir niteliği ile onu nitelendirmiş olmaktadırlar. İbn Abbâs ve diğer müfessirler, Ümeyye b. Ebi's-Salt'ın su beyitini delil göstermişlerdir:

"Orada uykusuz kalman (varlığın) eti ve bir de deniz vardır

Onların ağızlarını açıp söyledikleri herşey onlara ebediyyen verilecektir."

Bir başka şair de Zû kâr gününde atına şöyle seslenmiştir;

"Ey Mehâc ilerle! Nihayet onlar güzel ok atıcılarıdır

Sakın yerinden kopmuş bir ayak, seni korkuya düşürmesin.

Senin sonunda varacağın, geniş bir düzlüğün toprağıdır,

Ondan sonra ise gelecek olan'da ölümdür.

Ve sen çürümüş kemikler haline geldikten sonra."

es-Sıhâh'u şöyle denilmektedir: Denildi ki: Yerin gölgesi" demektir. Bu da yerin yüzü anlamındadır. Yüce Allah'ın:

"Ansızın hepsi, toprağın üzerinde dipdiri çıkıverirler" âyeti da bu kabildendir. Ebû Kebir el-Hüzelî dedi ki:

"Onlar öyle bir yer düzlüğüne dönerler ki; sanki onun henüz yeni bitmiş bitkileri de

Oldukça olgunlaşmış bitkileri de tıpkı karanlık gecenin karanlığı gibidir."

'in "tutulduğu zaman ayın içine girdiği kılıfı andıran bir şey" olduğu da söylenmiş ve Umeyye b. Ebi's-Salt'ın da şu mısraını zikretmişlerdir:

"Kimi zaman kınına sokulan, kimi zaman çekilen bir ay ve tutulduğu zaman içine girdiği kılıf..."

Bir başka şairin bir kadını nitelendiren şu beyitini de zikrederler:

"Sanki o bulmaya çalışanın yanındaki bir altın ve gümüş damarıdır,

Yahutta tutulması esnasında içinde bulunduğu kılıftan çıkan bir ay parçası gibidir."

in "beyaz bitkisiz yer" olduğu da söylenmiştir.

ed-Dahhak, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: O, üzerinde Allah'a asla isyan edilmemiş ve o sırada yaratacağı gümüşten bir yerdir. Bir diğer açıklamaya göre, yüce Allah'ın, kiyamet gününde, yeniden yaratacağı bir yerdir. Bunun yedinci arzın ismi olduğu da söylenmiştir. Kıyâmet gününde, yüce Allah, onu getirecek ve yaratıkları onun üzerinde hesaba çekecektir. Bu da yerin bir başka yere dönüştürüleceği zamandır,

es-Sevrî dedi ki: Bu Şam topraklarının adıdır. Vehb b. Münebbih: Beytu'l-Makdis'in dağıdır, demiştir. Osman b. Ebi'l-Âtike de şöyle demiştir: Bu Şam'da muayyen olan bir yerin mekân adıdır. Bu da Erîha dağı ile Hassan dağı arasındaki düzlük kayalıktır ki; Allah bunu dilediği şekilde uzatacaktır.

Katade dedi ki: Bu cehennemin adıdır. Yani bu kâfirler ansızın kendilerini cehennemin içerisinde bulacaklardır. Ona bu ismin veriliş sebebi, onların o vakit, onun üzerinde uyumayacaklarından dolayıdır.

Bunun, cehennemin kıyısındaki dümdüz alan, anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani onlar, kıyâmet arzında durdurulacaklar ve işte o vakit uykusuzluk sürüp gidecektir. Dümdüz, beyaz yer, arz anlamında olduğu da söylenmiştir. Ona bu ismin veriliş sebebi, serabın böyle bir yerde akıp gitmesinden dolayıdır. Bu da akan pınar anlamına gelen: tabirlerinden alınmıştır. Bunun zıttı: Uyuyan ..." denilir. el-Eş'as b. Kays dedi ki:

"Ve dümdüz bir yer ki; ben oraya yüzümü örtmüş geldiğim,

Serabın da dört bir yanını bürüdüğü bir yer."

Yahut, böyle bir yerden yürüyen kimse, ölür gider, korkusu ile uyumadığından dolayı (böyle bir yere) bu isim verilmiş de olabilir.

15

Mûsa'nın haberi geldi mi sana?

Âyetin tefsiri için bak:16

16

Hani Rabbi, ona mukaddes "Tuvâ" vadisinde şöyle seslenmişti:

"Mûsa'nın haberi geldi mi sana? Hani Rabbi, ona mukaddes

"Tuvâ" vadisinde şöyle seslenmişti..." Yani

"Mûsa'nın haberi" sana gelip ulaştı mı?" Bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir tesellidir. Yani Fir'avun, senin çağdaşın olan kâfirlerden daha güçlü idi, ama Biz, onu da (azabımızla) yakaladık. Bunlar da böyle olacaklardır, Buradaki:...mi" edatının olumsuzluk bildiren: anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani sana Mûsa'nın haberi gelmedi, fakat bu haber sana verildi. Çünkü onun haberinde, korkan kimseler içine elbette bir ibret vardır.

Mûsa ve Fir'avun'un haberlerine dair yeteri kadar bilgiler, daha önceden birkaç yerde (el-A'raf, 7/104. âyet ve devamının tefsirinde; Ta-Ha, 20/43. âyet ve devamının tefsirinde; el-Kasas, 28/7, âyet ve devamının tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Tuvâ" kelimesi üç türlü okunmuştur. İbn Muhaysın, İbn Âmir ve Kûfeliler, tenvinli olarak okumuşlardır. İsmin hafif oluşu dolayısıyla Ebû übeyd de bu okuyuşu tercih etmiştir. Diğerleri ise tenvinsiz okumuşlardır. Çünkü bu kelime, "LJmer ve Kuşem" gibi adln lâfızlardandır. el-Ferrâ'’nın dediğine göre Tuvâ, Medine ile Mısır arasında bir vadidir.

el-Hasen ve İkrime ise "ti" harfini kesreli olarak "Tıvâ" diye okumuşlardır. Ebû Amr'dan da böyle okuduğu rivâyet edilmiştir ki ardı arkasına defalarca takdis edilmiş anlamına gelir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmış olup şu beyiti de zikretmiştir:

"Ey kınayıcı! Şüphesiz ki beni yersiz, boş yere kınayışın

Senin gidip gelen haksızlığından ötürü bana karşı tekrarlanıp durmaktadır."

"Ti" harfinin ötreli ve kesreli okunuşunun iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir. Bu hususa dair açıklamalar da daha önceden Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/12. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

17

"Fir'avun'a git, çünkü o pek azmıştır."

"Fir'avun'a git." Yani Rabbi ona böyle seslendi.

"Seslendi" âyeti hazfedilmiştir. Çünkü seslenmek (nida) da bir sözdür. Sanki: Rabbi ona:

"Fir'avun'a git" dedi, diye buyurulmuş gibidir.

"Çünkü o pek azmıştır." İsyan etmekte haddi aşmıştır. el-Hasen'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Fir'avun Hemdanlılardan bir kâfir idi. Mücahidden: Istahr ahalisindendi, yine el-Hasen'den: Asbahanlılardandı. Ona zu Zafer deniliyordu, boyu dört karış idi.

18

De ki: "Sen temizlenmek istiyor musun?

"De ki: Sen temizlenmek istiyor musun?" Teslim olarak günahlardan arınmak istiyor musun? ed-Dahhak'ın, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre, şöyle demiştir: Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik edecek misin?

19

"İster misin ki, sana Rabbine giden yolu göstereyim de korkasın?"

"İster misin ki sana Rabbine giden yolu göstereyim" Rabbine itaat yoluna ileteyim

"de korkasın?" O'ndan korkup, sakınasın, takvâlı olasın?

Nâfi' ve İbn Kesîr

"temizlenmek" anlamındaki âyeti şeklinde "te"nin "ze" harfine idgamı esası üzere :ze" harfini şeddeli okumuştur. Çünkü bunun aslı: Diğerleri ise "Lc" harfini okumaksızın "ze" harfini şeddesiz olarak: diye okumuşlardır

Ebû Amr dedi ki: "Ze" harfinin şeddeli okuyuşu, sadaka (zekat) veresin anlamında, şeddesiz okunuş ise, temiz bir mü’min olması anlamına gelir. O, Fir'avun'u ancak temiz bir mü’min olsun diye davet etmişti, işte bundan dolayı biz de şeddesiz okuyuşu tercih ettik,

Sahr b. Cüveyriye dedi ki: Yüce Allah, Mûsa'yı Fir'avun'a gönderince ona:

"Fir'avun'a git... Sana Rabbine giden yolu göstereyim de korkasın?"

demesini istedi; ancak o, bunları yapmayacaktır, diye buyurdu. Bunun üzerine Mûsa: Rabbim Sen onun bunu yapmayacağını biliyorken nasıl olur da ona gideyim, diye sordu. Yüce Allah ona: Git sana verdiğim emri yap, şüphesiz ki semada kader ilmini öğrenmek isteyen, fakat bir türlü ona ulaşamayıp, onu idrak etme imkanını bulamayan onikibin melek vardır.

20

Ona, o en büyük "âyefi gösterdi.

"Ona, o en büyük âyeti gösterdi." En büyük alâmeti, yani mucizeyi gösterdi. Bunun asa olduğu söylendiği gibi. güneş gibi parıldayan beyaz el olduğu da söylenmiştir. ed-Dahhakın İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o, en büyük âyet, asadır, demiştir. el-Hasen eli ve asasıdır demiştir. Denizi yarmak olduğu da söylenmiştir. "Âyetin onun, bütün âyetlerine (büyük alametlerine) ve mucizelerine işaret olduğu da söylenmiştir.

21

Fakat o, yalanlayıp, isyan etti.

"Fakat o" Allah'ın peygamberi

"Mûsa'yı yalanlayıp" yüce Rabbine

"isyan etti."

22

Sonra da yüz çevirip, gayretle koştu.

Âyetin tefsiri için bak:23

23

Arkasından toplayıp, bağırdı:

"Sonra da yüz çevirip gayretle koştu." Îmandan yüz çevirdi ve yeryüzünde fesad için gayretle çalıştı. Mûsa'yı cezalandırmaya çalıştı, diye de açıklanmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre:

"Sonra da" yılandan kaçarak

"yüz çevirip gayretle koştu. Arkasından" kendisini o yılandan korusunlar diye arkadaşlarını

"toplayıp, bağırdı."

Bir diğer açıklamaya göre; savaşmak için askerlerini, meydan okusunlar diye de sihirbazlarını topladı. İnsanları hazır bulunsunlar diye topladı, diye de açıklanmıştır. Onlara yüksek sesle şöyle dedi:

24

Ben sizin en yüce Rabbinizim" dedi.

"Ben sizin en yüce Rabbinizim" sizin, benim üzerimde (benden üstün) rabbiniz yoktur.

Rivâyet edildiğine göre İblis, Mısır'da bir hamamda Fir'avun'a insan suretinde göründü. Fir'avun onu tanımadı. İblis ona: Yazık sana beni tanımadın mı? diye sordu. Fir'avun: Hayır dedi. Nasıl olur beni yarattığın halde tanımazsın-. Sen, sizin en yüce Rabbiniz benim, diyen değil misin!' Bunu es-Sa'lebî "Kitabu'l-Arâis"adlı eserinde zikretmektedir.

Atâ, dedi ki: Fir'avun onlara küçük birtakım putlar yapmış ve o putlara ibadet etmelerini emretmiş, ayrıca: Bu putlarınızın rabbi de benim, demişti.

Onun, önder ve efendileri kastettiği de söylenmiştir. O bu önderlerin rabbi idi. Onlar da daha aşağı mertebede olanların rabbleri idiler.

İfadelerde bir takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir; Seslendi de, topladı demektir. Çünkü sesleniş toplamadan önce olur.

25

Bunun üzerine Allah, onu hem âhiret, hem de dünya azabıyla yakaladı.

"Bunun üzerine Allah, onu hem âhiret, hem de dünya azabıyla yakaladı." Yani yüce Allah, onu

"Sizin benden başka ilahınız olduğunu bilmiyorum" (el-Kasas, 28/38) şeklindeki sözleri ile daha sonra söylediği;

"Ben sizin en yüce rabbinizim" sözünün azâbı ile yakaladı, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücahid ve İkrime yapmıştır. Bu iki sözü arasında, kırk yıllık bir süre geçmiştir. Bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır. Yani yüce Allah, birinci sözü söyledikten sonra, ona mühlet vermiş, fakat ikinci sözü üzerine onu yakalayıp, bu iki sözü dolayısıyla birlikte ona azâb etmişti.

Birinci azabının onu suda boğması, diğerinin ise âhiretteki azâbı olduğu söylenmiştir. Katade ve başkaları da böyle demiştir. Mücahid dedi ki: Bu ömrünün ilk ve sonlarındaki azabıdır.

Sonraki sözünün onun

"ben sizin en yüce rabbinizim" sözü olduğu, birincisinin ise Mûsa'yı yalanlaması olduğu da söylenmiştir. Bu görüş, Katade'den de nakledilmiştir Burada mealde: :âhiret ve dünya'" imlamı verilen "el-âhire ile ~el-ûlâ" lâfızlarının aynı zamanda -sırasıyla- son ve ilk anlamlarına geldiğini de hatırlatalım. Açıklamalar bu lafzî manayı gözönünde bulundurarak yapılmıştır.

“Azâb" kelimesi, ez-Zeccâc'ın görüşüne göre tekid edici mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasbedilmiştir. Çünkü "Allah onu aldı" ifadesi: Allah onu ibretli bir şekilde cezalandırdı" anlamındadır. Dolayısıyla burada lâfzı, bizzat fiilin lâfzından değil de manasından gelen mantar (mef'ûl-i mutlak) olarak kullanılmış olmaktadır.

Sıfat (cer) harfinin kaldırılması ile nasbedildiği de söylenmiştir. Allah, onu âhiret azabıyla yakaladı" demektir. Bu cer harfi kaldırılınca nasbedildi.

el-Ferrâ' da, şöyle demiştir: Allah, onu ibretle cezalandırmak için yakaladı" takdirindedir.

İbretli ceza"; başkasına ibret olarak yapılana verilen bir isimdir. Yani başkası ondan ibret alsın diye bir kimseye verilen cezaya denilir. Meselâ, birisine ileri derecede ceza verilecek olursa: Filan filanı ibretli bir şekilde cezalandırdı" denilir.

Kelimenin asıl anlamı, imtina etmek, yapmamaktan gelmektedir. Teklif edilen yemini kabul etmemek, yapmamak" tabiri de buradan gelmektedir, Bağ ve (ayağa vurulan) zincir" demektir. Daha önce el-Müzzemmil Sûresi'nde (73/12. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.

26

Şüphe yok ki bunda korkan kimseler için, elbette bir ibret vardır.

"Şüphe yok ki, bunda korkan" yüce Allah'tan korkan

"kimseler için, elbette bir ibret" öğüt ve ibret alınacak bir husus

"vardır."

27

Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa gök mü, ki onu bina etti?

"Sizi yaratmak mı daha zordur?" âyeti ile Mekke ahalisini kastetmektedir. Yani sizin kendi değerlendirmenize göre; ölümden sonra sizi diriltmek mi daha zordur;

"yoksa gök mü?" Sizi diriltmek, semayı yaratmaktan daha mı zordur? Göğü yaratmaya güç yeti'ren, sizi yeniden yaratmaya da güç yetirir. Bu da yüce Allah'ın:

"Göklerle yerin yaratılması, yemin olsun ki insanların yaratılışından daha büyüktür." (el-Mu'min, 40/57) âyeti ile:

"Göklerle yeri yaratan onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?" (Yasin. 36/81) buyruklarına benzemektedir. Buna göre âyet, azar ve sitem anlamını taşımaktadır.

Daha sonra yüce Allah, semayı nitelendirerek şöyle buyurmaktadır:

"Ki onu bina etti" yani onu üstünüzde bir tavan gibi yükseltti.

28

Onu alabildiğine yükseltip kusursuz yaptı.

"Onu alabildiğine yükseltti." Yani tavanını yukarı doğru yükseltti. "O şeyi yukarı doğru (havada) yükselttim" denilir. O şey yukarı doğru yükseldi, yükselmek" denilir. el-Ferrâ' dedi ki: Yapı ve buna benzer başka şeyleri üstünde taşıyan herbir şeye; denilir. Yüksek bir yapı"; Alabildiğine yüksek bir hörgüç" denilir. Semavâl" demektir, Derece ve mertebede yüksel!" denilir.

"Kusursuz yaptı" onu, tutarsızlığa bulunmayan, çatlağı ve yarığı olmayan bir şekilde, mükemmel olarak yarattı.

29

Gecesini kararttı, gündüzünü de açığa çıkarttı.

"Gecesini kararttı" karanlık yaptı.

Gece karardı" denildiği gibi" Allah, onu (geceyi) kararttı" da denilir. Nitekim; Gece karardı" ve: Allah onu kararttı" demeye benzer. Yine: Gece bizatihi karardı" denilebildiği gibi: Allah onu kararttı" da denilebilir. Tıpkı -aynı anlamda olmak üzere ile denildiği gibi.

ile "karanlık" demektir. Kör adam yahut ona benzer durumda olan kimse" demektir. -Fiil erkek hakkında diye kullanılır. Bu durumda olan kadın hakkında da; denilir. (Müennes olarak) Karanlık gece" denilir. Müzekker olarak da Karanlık gece" denilir. Yolu bulunamayan geniş düzlük" demektir. el-A'şâ şöyle demiştir:

"Ve geceleyin kendisinde yol bulunamayan o geniş düzlük; ki ona gitmeye de yol bulunmaz,

Orada erkek puhuların sesi beni teselli eder."

Yine el-A'şâ şöyle demiştir:

"Gece yarısında kestim, onlar için dişi devemi

Onları örten ise simsiyah, kapkaranlık bir gecedir."

Yüce Allah'ın burada geceyi semaya izafe etmesi, gecenin güneşin batışı ile ortaya çıkmasından dolayıdır. Güneş de semaya izafe edilmiştir. Nitekim yıldızlar, geceleyin çıktığından ötürü "gece yıldızları" denilir.

"Gündüzünü de açığa çıkardı." Gündüzünü, aydınlığını ve güneşini açığa çıkardı. Gündüzü de semaya -tıpkı geceyi ona izafe ettiği gibi- izafe etmiştir. Çünkü aydınlığın ve karanlığın sebebi semadadır. Bu da güneşin batışı ve doğuşudur.

30

Bundan sonra da yeri yayıp, döşedi.

"Bundan sonra da yeri yayıp, döşedi." Bu âyet yerin semadan sonra yaratıldığına işaret etmektedir. Bakara Sûresi'nin baş taraflarında yüce Allah'ın:

"Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönetip de onları yedi gök halinde düzenleyen O'dur." (el-Bakara, 2/29) âyeti açıklanırken el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/29. âyet, 6. başlıkta) bu hususta yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Araplar, bir şeyi yaymaları halinde: O şeyi yaydım, onu yayıyorum, yaymak" derler. Deve kuşunun yuvasına da yeryüzü üzerinde yayılması dolayısıyla denilir. Umeyye b. Ebi's-Salt da şöyle demiştir:

"Ve o orayı yayıp döşedikten sonra mahlukatı yaydı orada

Onlar kıyâmet gününe kadar oranın sakinleri olarak kalacaklardır"

el-Müberred de şu beyiti zikretmektedir:

"Yaydı onu, onun suyun üzerinde kurulduğunu görünce

Bu sefer üzerine dağları bıraktı."

(.........) nin, "orayı düzenledi" demek olan: anlamında olduğu da söylenmiştir. Zeyd b. Amr'ın şu sözlerinde de bu anlamdadır:

"Yüzümü teslim ettim, ağır kayalar taşıyan arzın Teslim olduğu o kimseye;

Orayı mükemmel düzenledi ve orası mükemmelleşince

Kudretiyle sağlamlaştırdı onu ve üzerlerine dağları bıraktı."

İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre, Allah Ka'be'yî yarattı ve dünyayı yaratmadan bin yıl önce dört temel üzerinde onu suyun üzerinde bıraktı. Sonra yer Beytin akından yayılıp, döşendi.

Kimi ilim adamlarının naklettiklerine göre burada: Sonra" âyeti: Birlikte, beraber" anlamındadır. Sanki: Bununla birlikte de yeri yayıp döşedi, diye buyurmuş gibidir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde: "Cahil ve kaba, bununla birlikte kulağı kesik" (el-Kalem, 68/13) diye buyurmuştur.

Arapların: “Sen ahmak bir kimsesin, bununla birlikte de huyu kütü birisisin" ifadeleri de bu kabildendir. Şair de şöyle demiştir:

"Ben ona: Benden uzak dur, dedim. Çünkü ben

Haram kimseyim (ihramlıyım) ve ayrıca bundan sonra (bununla birlikte) ben uyanık birisiyim."

Buradaki "sonra" lâfzının "önce" anlamında kullanıldığı da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki Biz, zikirden sonra Zebur'da... yazdık." (el-Enbiyâ, 21/105) âyetinde olduğu gibi: ki bu da Kur'ân'dan önce (Zebur'da) demektir. Ebû Hirâş el-Hüzelî de şöyle demiştir:

"Urve'den sonra, Hiraş kurtulduğu için, hamdettim ilâhıma

Ve elbetteki bazı kötülükler diğerlerinden ehvendir."

İddia edildiğine göre Hirâş, Urve'den önce kurtulmuştur. "Yeri yayıp, şedî" âyetinin; orayı ekti ve orayı yardı, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Bu lâfzın, gıdalar için orayı hazırladı, anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlamlar birbirine yakındır.

Yeri lâfzı genel olarak nasb ile okunmuştur. O yeri yaydı demektir. el-Hasen ile Amr b. Meymun ise (sonraki lafızda): "ona: he" zamiri raci olduğundan dolayı mübtedâ olarak merfu okumuştur.

Yayıp döşedi, döşer, yayıp döşemek" denilir. Arapların; Azgınlık etti, eder"; Sildi, siler" ile; Sopanın (veya dalın) üzerindeki kabuğunu soydu, soyar" diye kullandıkları gibidir. Bu fiili muzarisini: diye kullananlar mütekellim mazisinde; diye kullanırlar. diye kullananlar da aynı kipi diye kullanırlar.

31

Ondan suyunu ve otlağını çıkardı.

"Ondan" yerden

"suyunu" su ile kaynayan pınarları

"ve otlağını" otlanılan bitkileri

"çıkardı."

el-Kutebi dedi ki: Yüce Allah, bütün varlıklar için hem besin, hem de yararlanılacak şeyler olmak üzere yerden çıkartmış olduğu ağaç, cane, hurma, saman, odun, elbise, ateş ve tuz gibi herbir şeye, bu iki şeyi zikrederek delâlet etmektedir. Çünkü ateş odundan, tuz da sudan elde edilir.

32

Dağları ise sapasağlam dikti.

"Dağları ise sapasağlam dikti" âyetindeki

"dağlar" anlamındaki lâfız, genel olarak nasb ile; diye okunmuştur. O, dağları dikti, anlamındadır. Bu da dağlan yere, oranın sağlamlaştırıcı kazıkları olmak üzere sabitleştirdi, demektir.

el-Hasen, Amr b. Meymun, Amr b. Ubeyd ve Nasr b. Âsım ise mübtedâ olarak ref ile; (........) diye okumuşlardır.

“Çıkardı" âyetinin başına niçin atıf harfi getirmedi, diye sorulursa, o: takdiri ile haldir; diye cevab verilir. Şanı yüce Allah'ın:

"Göğüsleri daralarak..." (en-Nisa, 4/90) âyeti gibidir.

33

Size ve davarlarınıza fayda olmak üzere.

"Size ve" deve, inek ve koyun türünden

"davarlarınıza fayda olmak üzere" âyetinde

“Fayda olmak" lâfzı önceki fiilin kökünden olmaksızın mallar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasbedilmiştir. Çünkü âyet:

“Ondan suyunu ve otlağını çıkardı." Bununla (sizleri') faydalandırdı, demektir: Bununla faydalanmanız için" takdirinde sıtau harfi (cer harfi)nin düşürülmesiyle nasbedildiği de söylenmiştir

34

Fakat o, en büyük belâ geldiğinde;

"Fakat o, en büyük belâ" en büyük musibet

"geldiğinde..." Bu da ölümden sonra dirilişin kendisi ile birlikte gerçekleşeceği Sûr'a ikinci üfürüştür. Bu açıklamayı ed-Dahhak'ın kendisinden naklettiği bir rivâyete göre İbn Abbâs, yapmıştır, el-Hasen'in görüşü de budur. Yine İbn Abbâs ile ed-Dahhak'dan, sözü edilen kıyâmettir, dedikleri rivâyet edilmiştir. Herşeyi Örtüp, dehşetinin büyüklüğü dolayısıyla dışında kalan herbir şeyi kapsayıcından yani altüst edişinden dolayı ona bu isim verilmiştir. Arapların (haddi aşmaya dair) mesellerinden birisi şöyledir: Vadi(nin suları) aktı da yatağını doldurup, kıyılarından taştı,"

el-Müberred dedi ki:

"Büyük belâ" Araplara göre, güç yetirilemeyen musibet hakkında kullanılır. Zannederim bu tabir onların at, bütün gücü ile koştuğu vakit kullanılan tabir olan: At bütün gücü ile koştu" ifadelerinden ve su, nehir yatağının tamamını dolduracak olursa kullandıkları: Su yatağın tamamını doldurdu" ifadelerinden alınmıştır.

Başkası da şöyle demiştir: Bu ifade: Akan sel kuyuyu tamamıyla örttü" tabirinden alınmıştır. Çünkü; "(........): Gömmek ve üstüne çıkmak" demektir.

el-Kasım b. el-Velid el-Hemdanî dedi ki:

"En büyük belâ (et-tâmmetu'l-kübrâ)" cennetliklerin cennete götürülecekleri, cehennemliklerin de cehenneme sürülecekleri zamandır. Bu da Mücahid'in açıklaması ile aynı anlamı taşır. Süfyan da şöyle demiştir: Bu, cehennem ahalisinin Zebanilere teslim edileceği andır. Herşeyi örtüp kapatan ve alabildiğine büyük o bela. demektir. Şair de söyle demiştir:

"Şüphesiz bazı sevgiler kör ve sağır eder

Aynı şekilde nefret de; hatta o, daha büyük bir musibet ve daha baskındır."

35

O günde İnsan ne yaptığını iyice anlayacak.

"O günde İnsan ne yaptığını" hayır ya da şer türünden işlediklerini

"anlayacak."

36

Ve gören kimse için cehennem apaçık gösterilecek.

"Ve gören kimse İçin, cehennem apaçık gösterilecek" ortaya çıkacak, İbn Abbâs dedi ki: Cehennemin üzeri açılacak ve gören herkes onun alevlenmekte olduğunu görecektir. Burada kâfir kimselerin kastedildiği söylenmiştir. Çünkü cehennem ateşini içindeki çeşitli azâb türleriyle görecek olan odur. Şöyle de denilmiştir: Mü’min, cehennemi nimetin kadrini bilsin diye görecek, kâfir ise cehennem ateşini boylayacaktır.

"Fakat o en büyük belâ geldiğinde" âyetinin cevabı hazfedilmiştir. Yani o en büyük belâ geldiğinde, cehennemlikler cehenneme, cennetlikler de cennete gireceklerdir.

Malik b. Dinarı "Cehennem... gösterilecek" anlamındaki âyeti; Cehennem görünecek" diye okumuştur. İkrime ve başkaları;

"Gören kimse için" anlamındaki âyeti "te:' ile ıss O: Göreceği kimseler için" diye okumuşlardır ki; cehennemin göreceği kimseler için; ya. da ey Muhammed, senin göreceğin kimseler için, anlamına gelir. Burada hitab her ne kadar ona ise de, maksat insanlardır.

37

Âyetin tefsiri için bak:38

38

Haddi aşıp dünya hayatını tercih edene gelince;

"Haddi aşıp dünya hayatını tercih edene gelince" isyankârlıkta haddi aşıp... demektir.

Denildiğine göre, âyet, en-Nadr ile oğlu el-Hâris hakkında inmiştir. Bununla birlikte dünya hayatını âhirete tercih eden herbir kâfir hakkında da umumidir. Yahya b. Ebi Kesir'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Her kim aynı öğünde üç çeşit yemek koyarsa, o kimse haddi aşmış olur.

Cuveybir, ed-Dahhak'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Huzeyfe dedi ki: Bu ümmet için en çok korktuğum şey, gördükleri şeyleri, bildikleri şeylere tercih etmeleridir.

Rivâyet olunduğuna göre eski kitaplarda şu ifadeler görülmüştür: Yüce Allah, şöyle buyurmuştur: "Bir kulum eğer dünyasını âhiretine tercih edecek olursa, mutlaka ben de onun üzerine kederlerini salar ve onu zayi ederim. Sonra da bunların hangisine mübtelâ iken helâk olduğuna da aldırmam."

39

Hiç şüphe yok ki, cehennem, varılacak yerin ta kendisidir.

"Hiç şüphe yok ki cehennem" onun için

"varılacak yerin ta kendisidir." Bu âyette;

“Varılacak yer" lâfzındaki "elif-lâm" "o" anlamındaki "he" zamirinden bedeldir.

40

Rabbinin huzuruna varmaktan korkup, nefsini hevâdan alıkoyana gelince;

"Rabbînin huzuruna varmaktan korkup" Rabbinin huzurunda durmaktan sakınıp... er-Rahî dedi ki: O'nun huzurunda durmak kıyâmette hesab gününde olacaktır. Katade şöyle derdi: Yüce Allah'ın huzurunda durulacak öyle bir hal vardır ki, mü’minler, o halden korkarlar.

Mücahid dedi ki: Bundan kasıt, kişinin dünyada iken günah islemeye kalkışırken Allah'tan korkup o işten vazgeçmesidir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:

"Rabbinin huzurunda durmaktan korkana da iki cennet vardır." (er-Rahmân, 55/46) âyetidir.

"Nefsini hevadan" masiyetlerden ve haramları işlemekten

"alıkoyana" onlardan önleyene

"gelince"

Sehl dedi ki: Hevayı terketmek, cennetin anahtarıdır. Çünkü yüce Allah, şöyle buyurmuştur:

"Rabbinin huzuruna varmaktan korkup, nefsinî hevadan alıkoyana gelince..."

Abdullah b. Mesud dedi ki: Sizler hakkın hevayı peşine takıp, önünden gittiği bir zamanda yaşıyorsunuz. Pek yakında hevânın hakkın önünde yürüdüğü ve hakkı arkasından sürüklediği bir zaman gelecektir. Böyle bir zamandan yüce Allah'a sığınırız.

41

Hiç şüphe yok ki cennet, varılacak yerin ta kendisidir.

"Hiç şüphe yok ki cennet varılacak" kalınacak o

“yerin ta kendisidir."

Bu iki âyet-i kerîme (haddi aşıp... ile Rabbinin huzuruna varmaktan... diye buyuruları âyetler). Mus’ab b. Umeyr ile kardeşi Amir b. Umeyr hakkında inmiştir. ed-Dahhak"ın rivâyetine göre, İbn Abbâs şöyle demiştir: Haddi aşan Mus’ab b. Umeyr'in kardeşidir. Bedir günü esir alınmıştı. Ensar onu yakalamış, sen kimsin diye sormuşlar, o da: Ben Mûsa'b b. Umeyr'in kardeşiyim demişti. Bundan dolayı onu bağlamamışlar, ona ikramda bulunmuşlar ve kendi yanlarında uyutmuşlardı. Sabah olunca Mûsa'b b. Umeyr'e durumunu anlattılar. O: Hayır, o benim kardeşim değildir. Esirinizi iyice bağlayınız, onun anası, Bathâ (Mekke vadisi) ahalisinin malı ve ziynet eşyası en çok olan kadındır. Bunun üzerine annesi, onun kurtulmalık fidyesini gönderinceye kadar onu bağladılar.

"Rabbinin huzuruna varmaktan korkup..." âyetinde sözkonusu edilen de Mus'ab b. Umeyr'dir. O, Uhud günü insanlar, Rasûlullah'ın etrafından dağıldığında, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a canını siper etmiş, oklar vücudunun her tarafına saplanarak delik deşik olmuştu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu kanlarına bulanmış halde görünce: "Mükâfatını Allah'tan alacağını ümid ederim" diye buyurdu, arkadaşlarına da şöyle dedi: "Ben onu üzerinde kıymetinin ne kadar olduğunu bilemeyeceğiniz kadar birtakım elbise ile gördüm. Ayaklarının bağı ise altındandı."

Denildiğine göre Mûsa'b b. Umeyr, kardeşi Amir'i Bedir günü öldürmüştü.

Yine İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bu âyet-i kerîme, iki kişi hakkında inmiştir. Ebû Cehil b. Hizam el-Mahzumî ile Mûsa'b b. Umeyr el-Abclerî hakkında,

es-Süddî dedi ki: Şu:

"Rabbinin huzuruna varmaktan korkup..." âyeti, Ebû Bekir es-Sıddik hakkında inmiştir. Şöyle ki Ebû Bekir'in kendisine yemek getiren bir kölesi vardı. Ona: Bunu nereden getirdin, diye sorardı. Bir gün ona yemek getirdi, fakat bunu nereden getirdiğini sormaksızın yedi. Kölesi ona: Bugün ne diye bana sormuyorsun, diye sorunca, unuttum dedi. Sen bu yemeği nereden getirdin, diye sordu, bu sefer kölesi şöyle dedi: Cahiliye döneminde iken bazı kimselere kâhinlik etmiştim, onlar da bunu bana verdiler. Bunun üzerine derhal Ebû Bekir kendisini zorlayarak onu kustu ve şöyle dedi: Rabbim, damarlarımda kalanı ise Sen alıkoymuş bulunuyorsun. Bunun üzerine:

"Rabbinin huzuruna varmaktan korkup..." âyeti nazil oldu.

el-Kelbî dedi ki: Âyet-i kerîme bir masîyet işlemeyi içinden geçirip, kimsenin olmadığı bir yerde onu işleyebilecek güç ve imkânı bulduğu halde, Allah'tan korktuğundan dolayı, o günahı İşlemeyi terkeden kimse hakkında inmiştir. İbn Abbâs'tan da buna yakın bir açıklama gelmiştir. Masiyeti işlediği vakit Rabbinin huzurunda durmaktan korkan ve bu masiyeti işlemekten vazgeçen kimse... demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

42

Sana kıyâmet hakkında, onun ne zaman demir atacağını sorarlar.

“Sana kıyâmet hakkında, onun ne zaman demir atacağını, sorarlar" âyeti hakkında İbn Abbâs dedi ki: Mekke müşrikleri Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a alay olmak üzere: Kıyâmet ne zaman gerçekleşecektir? diye sordular, yüce Allah da bu âyeti indirdi.

Urve b. ez-Zübeyr, yüce Allah'ın:

"Sen nerede, ona dair bilgi vermek nerede" âyeti hakkında şunları söyledi: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kıyâmetin ne zaman kopacağına dair soru sorup duruyordu. Nihayet şu:

"Ona dair nihai bilgi ancak Rabbine aittir" âyeti nazil oldu.

"Demir atması" kopması anlamındadır. el-Ferrâ'' ded ki:

"Demir atması" geminin demirlemesi gibi, kopması demektir. Ebû Ubeyde: Onun nihai hali demektir. Geminin demir atacağı yer, vardığı son yerdir. Bu İbn Abbâs'ın da görüşüdür.

er-Rabî’ b. Enes: Ne zaman gerçekleşecektir" diye açıklamıştır. Anlamlar birbirine yakındır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/187. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

el-Hasen'den rivâyete göre, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet ancak Rabbinin gazablanacağı bir gazab dolayısıyla kopacaktır."

43

Sen nerede, ona dair bilgi vermek nerede?

"Sen nerede, ona dair bilgi vermek nerede?" Yani ey Muhammed, kıyâmetten söz etmek ve onun hakkında soru sormak ile senin ne ilgin var? Ona dair soru sormak senin işin değildir.

ez-Zühri'nin, Urve b. ez-Zübeyr'den yaptığı rivâyetin anlamı da budur. O, şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın:

"Sen nerede, ona dair bilgi vermek nerede? Ona dair nihai bilgi" yani onun bilgisinin varacağı son yer

"Rabbine aittir" âyeti inene kadar, kıyâmetin ne zaman kopacağını sorup duruyordu. Sanki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu hususta çokça soru sorulunca, o da Allah'tan buna dair kendisine bilgi vermesini istemiş de ona: Hayır, sorma! Çünkü bu hususta senin herhangi bir bilgin olamaz, denilmiş gibidir.

Müşriklerin peygambere bu hususta soru sormaları böylelikle reddedilmiş ve tepkiyle karşılanmış olması da mümkündür. Yani buna dair bilgi sahibi olmak senin, işin değildir ki; bunu açıklamanı sana sorsunlar ve sen bu bilgiyi bilen kimselerden değilsin. Bu anlamdaki açıklama, İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir.

“Bilgi vermek" burada zikretmek (anmak, hatırlatmak) anlamındadır.

44

Ona dair nihai bilgi, ancak Rabbine aittir.

"Ona dair nihaî bilgi" onun bilgisinin varacağı son yer, demek olur. Kıyâmete dair bilgi O'ndan başkasının yanında asla bulunmaz. Bu da yüce Allah'ın:

"De ki: Onun ilmi ancak Allah'ın nezdindedir." (el-A'raf, 7/187) âyeti ile;

"Saatin ilmi ancak Allah'ın indindedir." (Lukman, 31/34) buyruklarına benzemektedir.

45

Sen, ancak ondan korkacakları korkutursun.

"Sen ancak ondan korkanları korkutursun." Böylelerinin korkutucususun demektir. Burada korkutmanın (inzârın) "korkanlara (haşyet sahiblerine" tahsis edilmesi -herbir mükellefi uyarıp, korkutucu olmakla birlikte- bununla yararlananların onlar oluşundan dolayıdır. Bu da yüce Allah'ın: "Sen ancak zikre uyan ve gayb ile Rahmândan kalbinden saygı duyarak korkan kimseleri uyarırsın" (Yasin, 36/11) âyetini andırmaktadır.

"Korkutursun" anlamı verilen lâfız, genel olarak; şeklinde izafet ile ve daha hafif olması istendiğinden tenvinsiz olarak okunmuştur, yoksa bunun aslı tenvinli gelmesidir. Çünkü bu, gelecek anlamını ifade etmek içindir. Ancak mazi anlamını ifade edecekse tenvinli okunmaz.

el-Ferrâ'' dedi ki: Burada tenvin de caizdir, tenvinsiz gelmesi de caizdir. Yüce Allah'ın:

"...Emrini yerine getirendir" (et-Talâk, 65/3) âyetinin; şekillerinde;

"Kâfirlerin düzenini zayıflatandır" (el-Enfal, 8/18) âyetinin; ile şekillerinde okunması gibi. Bununla birlikte aslolan tenvinli gelmesidir. Ebû Cafer, Şeybe, el-A'rec, İbn Muhaysın, Humeyd ve Ebû Amrdan rivâyetle Ayyaş, tenvinli olarak; diye okumuşlardır ve bu durumda nasb mahallinde olur. Manası da: Senin uyarıp, korkutmandan, kıyâmetten korkan kimseler, ancak faydalanabilir, şeklindedir.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Burada izafetin maziye olması da mümkündür. Dün Zeyd'e vuran' gibi. Çünkü Peygamber, uyarıp korkutmayı gerçekleştirmiştir. Zira âyet-i kerîme, kıyâmet ve âhiret halleri maddi olarak hissedilen şeyler değildir. O haller ancak ruhun -maddi olanın dışında- rahat duyması ya da acı duymasıdır, diyen kimselerin kanaatlerini red etmekte ve onlara cevap vermektedir.

46

Onların onu görecekleri gün, (günün) bir akşamından veya kuşluğundan başka durmamışlar gibi gelecek onlara.

"Onların onu" kâfirlerin kıyâmeti

"görecekleri gün" dünyalarında

"bir" günün

"akşamından" bir akşam vakti kadarından "veya kuşluğundan" yahut o akşamdan sonra gelen bir kuşluk vakti kadarından

"başka durmamışlar gibi gelecek onlara." Âyetten maksat, dünya süresinin azlığına dikkat çekmektir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde:

"...sanki yalnızca bir gündüzün bir saati kadar kalmışlar gibi gelecek onlara" (el-Ahkaf, 46/35) diye buyurmaktadır.

ed-Dahhak, İbn Abbâs'dan şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Onlar kıyâmeti görecekleri gün, sadece bir gün kalmışlar gibi gelecek onlara.

Şöyle de açıklanmıştır: Kabirlerinde;

"bir akşamdan veya kuşluğundan başka durmamışlar gibi gelecek onlara." Çünkü onlar, görecekleri dehşetlerden ötürü kabirlerinde kaldıkları süreyi çok kısa bulacaklar.

" el-Ferrâ' dedi ki: Bir kimse: Akşamın kuşluğu olur mu, diye sorabilir. Çünkü kuşluk ancak gündüzün ilk vakitlerindedir. Fakat burada

"kuşluk" akşama izafe edilmiştir. Bu da Arapların adetinde bu vaktin içinde bulunduğu gün(e nisbet edilir.) Onlar şöyle derler: Ben sana sabah veya onun (o sabahın) akşamı geleceğim" ve: Sana akşam ya da onun (o akşamın) sabahı geleceğim" denir. Bu durumda "akşam" günün son bölümü anlamında; "sabah" da günün başı anlamındadır. (el-Ferrâ'') dedi ki: Ukayloğullarından birisi de bana şu mısraları okudu:

"Biz Âmir (oğulları)na sabahleyin yurtlarında baskın yaptık.

Çıplak atlarımızla günün iki tarafında koşarak

Ayın akşam vakti (doğması) ya da kaybolması zamanında"

Şair burada, hilalin akşam vakti doğması ya da akşam vakti gözükmemesi zamanlarını kastetmiştir. Bu tabir; Sana sabahleyin ya da onun akşamı geleceğim" ifadesinden daha doğrudur.

(en-Nâzîât Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. Allah'a hamd olsun).

0 ﴿