İNŞİKÂK SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Bütün müfessirlerrın görüşüne göre Mekke'de inmiştir. Yirmi beş âyet-i kerimedir. 1Gök yarılıp, çatladığı zaman "Gök yarılıp, çatladığı zaman." Çatlayıp, beyaz bulutları andıran bulutla yarıldığı zaman demektir. Ebû Salih, İbn Abbâs'tan böylece rivâyet etmiştir. Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Gök samanyolundan yarılıp çatlayacaktır. Yine o: Samanyolu göğün kapısıdır, demiştir. Bu olay, kıyâmetin şart ve alametlerindendir. 2Ve Rabbine itaatle boyun eğdiği zaman -ki zaten ona layık olan da budur-; "Ve Rabbine itaatle boyun eğdiği zaman -ki zaten ona layık olan da budur.-" Yani gök Rabbine kulak verdiği zaman. Zaten onun kulak verip (itaatle) dinlemesi ona layık olandır. Bu anlamdaki açıklama İbn Abbâs, Mücahid ve başkalarından da rivâyet edilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisi şerifinde de bu anlamda kullanılmıştır: “Allah Kur'ân'ı teğanni ile okuyan bir peygambere kulak verdiği gibi, hiçbir şeye kulak verip dinlemiş değildir.” Buhârî, VI, 2743; Müslim, I, 743; Ebû Davud, II, 75: Nesâî, II, İ8O; Müsned, 11, 271. Şair de şöyle demiştir: "Kendisi sebebiyle anıldığım bir hayır işitecek olurlarsa sağırdırlar, Şayet onların huzurunda benden kötülükle söz edilecek olursa o zaman kulak verirler." Yani dînlerler Ka’neb b. Ümmi Sahib de şöyle demiştir: "Eğer onlar şüpheyi gerektiren kötü bir şey işitecek olurlarsa, sevinçle onu uçururlar. Fakat onlar iyi bir şey işitecek olurlarsa, hemen onu gömerler." Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Allah, sema hakkında yarılıp çatlamak suretiyle kendi emrini dinlemeyi, gerçek bir hüküm olarak tesbit etmiştir. ed-Dahhak: “Hukkat” "Ona layık olan da budur." İtaat etti ve Rabbine itaat etmesi de O'na layık olandır, çünkü onu (semayı) yaratan O'dur, diye açıklamıştır. Nitekim “Fulânun mahkukun bikezâ” "Filana layık olan budur" denilir. Semanın itaat etmesi, Allah'ın kendisi hakkında irade buyurduğuna karşı çıkmaması demektir. İtaat edip, emrine uyacak şekilde semada hayatın yaratılacak olması da uzak bir ihtimal değildir. Katade dedi ki: Ona böyle yapmak yaraşır, demektir. Küseyyir'in şu beyitinde de bu anlamdadır: "Eğer hoşnutluk olursa, hoş geldi safa geldi. Zaten nezdimizde onun hoşnutluğu ona yakışır, hatta çok da azdır." 3Yer de alabildiğine uzatıldığı; "Yer de alabildiğine uzatıldığı" yani dümdüz edilip yayıldığı ve dağları düzeltildiği... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "(Yer) derinin uzatılması gibi uzatılır." Hakim, Müstedrek, II, 416, IV, 534, 588; İbn Mace, II, 1365; Müsned, I, 375. Çünkü deri uzatılacak olursa, ondaki her kıvrım ortadan kalkar ve dümdüz bir şekilde uzanır. İbn Abbâs ve İbn Mes’ûd dedi ki: Ayrıca onun düzlüğü arttırılır, genişliği şu kadar şu kadar olacaktır. Çünkü bütün yaratılmışlar hesab için onun üzerinde duracaktır. Öyle ki insanlardan herbirisinin ancak ayaklarını koyacak yer kadar, bir yeri olacaktır. Buna sebep ise üzerindeki yaratıklığın çokluğu olacaktır. Daha önce İbrahim Sûresi'nde (14/48. âyetin tefsirinde) yerin bir başkası ile değiştirileceğine ve yine İbn Abbâs'tan gelen ve daha önceden (en-Naziat, 79/14. âyetin tefsirinde) geçtiği gibi bu arzın ismi da es-Sahire olacaktır. 4İçinde ne varsa dışarıya bırakıp bütünüyle boşaldığı; "İçinde ne varsa dışarıya bırakıp bütünüyle boşaldığı"; ölülerini çıkartıp artık içinde onları barındırmadığı... İbn Cübeyr dedi ki: İçinde bulunan ölüleri dışarı çıkartıp bırakacak ve üzerinde bulunan canlılardan da büsbütün boşaltılacaktır. Bir diğer açıklamaya göre, içinde bulunan hazine ve madenleri çıkartıp, onları boşaltacaktır. Yani içi büsbütün boşalacak, içinde hiçbir şey kalmayacaktır. Bu da işin ne kadar büyük olacağını haber vermektedir. Tıpkı gebe kadının zorluk esnasında içindekini düşürmesi gibi. Bir başka açıklamaya göre, yer üzerinde bulunan dağlardan ve denizlerden ayrılmış olacaktır. Kendisine bırakılmış şeyleri bırakarak, koruması istenen şeyleri boşaltması diye de açıklanmıştır. Çünkü yüce Allah, diri ve ölü olsunlar kullarını yere emanet vermiş ve gerek ziraat, gerekse gıdaları itibariyle kendisine ait bu yurdun korunmasını ondan istemiştir. 5Rabbine itaatle boyun eğdiği zaman ki zaten ona layık olan da budur. "Rabbine" Ölüleri bırakmak hususunda "itaatle boyun eğdiği zaman -ki zaten Ona layık olan da budur.-" Yani ona yakışan, O'nun emrini dinleyip itaat etmektir. "İzâ" "...Zaman" lâfzının cevabının hangisi olduğu hususunda farklı görüşler vardır. el-Ferrâ'': "İtaatle boyun eğdiği zaman" âyeti onun cevabıdır ve başına gelen "vav" zaiddir, demiştir. Aynı şekilde; "Dışarıya bırakıp..." âyete da böyledir. İbnu'l-Enbari dedi ki: Kimi müfessirler "Gök yarılıp, çatladığı zaman" âyetinin cevabı "itaatle boyun eğdiği zaman" âyeti olup, 'Vav"ın fazladan geldiğini söylemiştir. Ancak bu bir yanlışlıktır. Çünkü Araplar bu şekilde "vav"ı ancak yüce Allah'ın: "Nihayet oraya gelip, kapıları açılacağında" (ez-Zümer, 39/73) âyetinde olduğu gibi "Nihayet ...dığı" ile ve yine yüce Allah'ın: "Böylece ikisi de teslim olup, onu alnı üzere yıkınca Biz, ona ... seslendik." (es-Saffat, 37/103-104) âyetinde olduğu gibi; "Lemmâ" "...dığında..." ile birlikte kullanılması halinde getirirler. "Vav" harfi ancak bu iki halde fazladan getirilir. Cevabın, (başına) "fe" getirilmiş mukadder bir ifade olduğu da söylenmiştir. Şöyle buyurmuş gibidir: “Gök yarılıp, çatladığı zaman” artık ey insan sen gerçekten ... durmadan çalışıp, çabalamaktasın" diye buyurmuş gibidir. Cevabın; "Sonunda ona kavuşacaksın" âyetinin delil teşkil ettiği ifade olduğu da söylenmiştir. Yani gök yarılıp çatlayacağı vakit, insan da çalışıp çabalaması ile karşılaşmış olacaktır. İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Yani: "Ey insan gerçekten sen Rabbine doğru durmadan çalışıp, çabalamaktasın. Sonunda Ona -gök yarılıp, çatladığı zaman- Ona kavuşacaksın." Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır. Yine ondan nakledildiğine göre, cevab: "Kitabı sağ eline verilecek kimseye gelince" âyetidir. el-Kisai"nin görüşü de budur. Yani gök yarılıp, çatladığı vakit kitabı sağ eline verilecek olan kimsenin durumu şu olacaktır, demektir. Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: Bu, bu hususta yapılmış en doğru ve en güzel açıklamadır. Âyetin, "gök yarılıp çatladığı zaman"ı hatırla! Anlamında olduğu da söylenmiştir. Muhataplar tarafından bilindiğinden ötürü cevabın hazfedildiği de söylenmiştir. Yani bu hususlar gerçekleşecek olursa, o zaman ölümden sonra dirilişi yalanlayan kimseler sapıklıklarını ve hüsranlarını da bilmiş olacaktır. Bir görüşe göre de önce onlar kıyâmetin ne zaman kopacağına dair soru sormuşlar, onlara: Şartları (alametleri) ortaya çıktı mı kıyâmet olur ve o vakit sizler de onu yalanlamanızın akibetini (cezasını) görmüş olacaksınız, diye cevab verildi. Esasen Kur'ân-ı Kerîm, bir bölümünün diğerine delaleti bakımından tek bir âyet gibidir. el-Hasen dedi ki: Yüce Allah'ın: "Gök yarılıp, çatladığı zaman" âyeti bir yemindir. Ancak Cumhûr (büyük çoğunluk) bunun bir kasem (yemin) olmayıp, haber olduğunu kabul ederek, onun görüşüne muhalefet etmiştir. 6Ey insan! Gerçekten sen Rabbine doğru durmadan çalışıp çabalayacaksın. Sonunda O'na kavuşacaksın. "Ey insan! Gerçekten sen Rabbine doğru durmadan çalışıp, çabalayacaksın." âyetinde "insan" ile kastedilen insan cinsidir. Ey Âdemoğlu, demektir. Said de Katade'den böylece rivâyet etmiştir; Ey Âdemoğlu, senin çalışman hiç şüphesiz çok zayıftır. O bakımdan her kim çalışıp çabalamasının Allah'a itaat yolunda olmasını istiyorsa, bunu yapıversin; fakat ancak Allah'tan aldığı kuvvet ile bunu yapabilir. "insan'ın" muayyen bir kimse olduğu da söylenmiştir. Mukâtil dedi ki: Bununla el-Esved b. Abdi'l-Esed'i kastetmektedir, Ubey b. Halefin kastedildiği de söylenir, bütün kâfirlerin kastedildiği de söylenir: Ey kâfir sen ... çalışıp, çabalamaktasın. Arap dilinde; “Kadh” Çalışıp, çabalamak"; amel etmek ve kazanmak demektir. İbn Mukbîl dedi ki: "Zaman ancak iki defadır, onlardan birisinde Ölürüm, diğerinde ise geçimimi arayarak çalışıp, çabalarım." Bir başka şair de şöyle demiştir: "Güzel herbir yaşantının güleryüzlülüğü geçip gitti, Ve ben hayat için çalışıp çabalamaya ve yorulup didinmeye kaldım." Burada; çalışmaya ... kaldım, demektir. ed-Dahhak, İbn Abbâs'tan şöylece açıkladığını rivâyet etmektedir: "Gerçekten sen Rabbine doğru durmadan çalışıp çabalamaktasın." Yani kesin ve kaçınılmaz olarak O'na döneceksin. "Sonunda O'na" yani Rabbine "kavuşacaksın." Amelin ile karşılaşacaksın, diye de açıklanmıştır. el-Kutebi de şöylece açıklamıştır: "Gerçekten sen... çalışıp çabalayacaksın." Yani Rabbine kavuşuncaya kadar geçimin için çalışacak, yorulacak, didineceksin. Burada; "El-mulâkihi; Karşılaşmak", kavuşmak anlamındadır. Sen amelinle Rabbinin huzuruna çıkacaksın. Amel defterin ile karşılaşacaksın, diye de açıklanmıştır. Çünkü amel olup bitmiş olandır. Bundan dolayı da: "Kitabı sağ eline verilecek kimseye gelince" diye buyurulmuştur. 7Kitabı sağ eline verilecek kimseye gelince; Âyetin tefsiri için bak:8 8O kolay bir hesab ile hesaba çekilecek, "Kitabı sağ eline verilecek kimse" mü’min olan kimsedir-, "...ye gelince; o kolay bir hesab ile hesaba çekilecek." Hesabında onunla münakaşa edilmeyecek. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Âişe (radıyallahü anha)'nın rivâyet ettiği hadiste de böyle buyurulmuştur. Dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kıyâmet gününde (sıkı sıkıya) hesaba çekilen kimseye azâb edilir." Ben: “Ey Allah'ın Rasûlü” dedim. “Yüce Allah: "Kitabı sağ eline verilecek kimseye gelince, o kolay bir hesab ile hesaba çekilecek" diye buyurmamış mıdır?” Peygamber şöyle buyurdu: "Bu hesab o değildir. O hesabın arzedilmesidir. Kıyâmet gününde hesaba inceden inceye çekilen bir kimse azaba uğratılır." Bu hadisi Buhârî, Müslim ve Tirmizi rivâyet etmiş olup. Tirmizi hasen, sahih bir hadistir demiştir. Buhârî, 1- 51, V, 2394; Müslim, IV- 2204, 2205; Tirmizi, IV, 617, V, 435; Ebû Davud, III- 184; Müsned, VI, 47, 48, 91, 108, 127, 185, 206. 9Ve o, ailesine sevinçli dönecektir. "Ve o ailesine sevinçli dönecektir." Cennette bulunan Huru'l-în'den eşlerine "sevinçli" gözü aydın ve gıbta edilmeye değer bir halde "dönecektir." Dünyadaki ailesine kurtuluşa erip, esenliğe kavuştuğuna dair onları haberdar etmek üzere dönecektir, diye de açıklanmıştır. Birincisi Katade'nin görüşüdür. Yani o, Allah'ın kendisi için cennette hazırlamış olduğu ailesîne dönecektir. Denildiğine göre; âyet-i kerîme Abdu’l-Esed oğlu Ebû Seleme hakkında inmiştir. O Mekke'den, Medine'ye hicret eden ilk kimsedir. 10Kitabı arkasından verilecek kimseye gelince; "Kitabı arkasından verilecek kimseye gelince" âyeti; Ebû Seleme'nin kardeşi Abdu’l-Esed oğlu Esved hakkında inmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Aynı zamanda bu âyet-i kerîme her mü’min ve kâfir hakkında umumidir. İbn Abbâs dedi ki: Kitabını almak üzere sağ elini uzatacak, melek onu öyle bir çekecek ki, sağ elini yerinden koparacak. Kitabını sırtının arkasından sol eliyle alacaktır. Katade ve Mukâtil de şöyle demişlerdir: Bu (çekiş ile) göğsünün kemiklerini ve (îman ) tahtasını sökecek, sonra eli girip sırtından çıkacak ve kitabını böylece alacaktır. 11O hemen ölümü çağıracaktır. "O hemen ölümü çağıracaktır." Vaveyla ey ölüm! diyerek ölümün gelmesini isteyecektir. 12Ve alevli ateşi boylayacaktır. "Ve alevli ateşi boylayacaktır." Yani onun sıcağı ile kavruluncaya kadar ateşe girecektir. İki el-Haremi Kıraat kitaplarında Haremi b. Abdullah b. Mekki, Haremî b. Umare b. Ebi Hafsa ve Haremi b. Yûnus el-Müeddeb b. Habib olmak üzere üç tane Haremî adlı kıraat aliminden söz edilmektedir. (Bk. Şemsu'd-Din İbnu'l-Cezerî, Gayetu'n-Nihaye fi Tabakati'l Kurrâ, Mısır 1351/1932, I, 203) ile İbn Amir ve el-Kisai "ye" harfini ötreli, "sad"ı üstün ve "Lam"ı şeddeli olarak; “Veyusallâ” “Atılır” diye okumuşlardır. Yüce Allah'ın: “Summe’l-cahimu salluhu” "Sonra cehenneme ulaştırın onu." (el-Hakka, 69/31) âyeti ile; “Veteslibuhu cahim” “Ve cehenneme bir atılış (vardır)." (el-Vakıa, 56/94) âyetinde olduğu gibi. Diğerleri ise “sad” harfini üstün ve şeddesiz olarak; “Veyeslâ: Boylayacaktır" diye, geçişsiz (müteaddi olmayan), lazım bir fiil olarak okumuşlardır. Çünkü yüce Allah, şöyle buyurmuştur: “İllâ men huve sâli’l-cehimi” “Kendisi cehenneme girecek olan müstesna." (es-Saffat, 37/163); “Yeslâ’n-nâra’l-kubrâ” “O ki en büyük ateşe girecek." (el-A'lâ, 87/12): “Summe innehum lesâlu’l-cehim” “Sonra onlar hiç şüphesiz cehennemi boylayacaklardır." (el-Mutaffifin, 83/16) Eban'ın, Âsım ve Harice'den (onların), Nâfi' ve İsmail el-Mekki'den (onların) İbn Kesîr'den rivâyet ettikleri üçüncü bir kıraat daha vardır ki, bu da "ye" harfi ötreli, "sad" sakin ve "lam" harfi şeddesiz ve fethalı olarak; “Veyuslâ” “Girdirilir" şeklindedir. Nitekim; "... gireceklerdir" (en-Nisa, 4/10) anlamındaki âyette "ye" harfini ötreli olarak; “Veseyuslevne” diye okunduğu gibi. el-Ğaşiye Sûresinde de; "kızgın bir ateşe gireceklerdir" anlamındaki âyette -te harfi üstün değil de ötreli olarak-; “Tuslâ nâran” diye de okunmuştur. Bunlar “Saliye” ile “Eslâ” şeklinde iki ayrı söyleyiştir. “Nezele” “İndi” ile; “Enzele” “İndirdi” buyrukları gibi. 13Çünkü o, ailesi arasında şımarıktı. "Çünkü o" dünyada iken "ailesi arasında şımarıktı." İbn Zeyd dedi ki: Yüce Allah, cennetlikleri dünyada iken korkmak, üzülmek, ağlamak ve endişeli olmakla nitelendirmiştir. Sonunda bunların yerine âhirette onlara pek büyük nimetleri ve sevinci ihsan edecektir. Arkasından yüce Allah'ın: "Gerçekten biz daha önce ailelerimiz arasında (iken) korku içinde idik. Allah bize lütfetti de bizi semum (kavurucu ateş) azabından korudu." (et-Tur, 52/26-27) âyetini okudu (ve devamla) dedi ki: Cehennem ehlini ise, dünya hayatında iken sevinç, gülmek ve nimetlerden yararlanmakla nitelendirerek: "Çünkü o ailesi arasında şımarıktı" diye buyurdu. 14Çünkü o, asla dönmeyeceğini sanmıştı. "Çünkü o asla dönmeyeceğini sanmıştı." Asla ölümden sonra diriltilip, döndürüleceğini, hesaba çekileceğini, sonra sevab ya da ikab göreceğini zannetmiyordu. “Hâra-yehuru” “Döndü, döner” denilir. Şair Lebid de şöyle demiştir: "Kişi ancak kayan bir yıldızın alevi ve saçtığı ışık gibidir. Daha önce parlayan bir ışık iken, küle dönüşür." İkrime ile Davud b. Ebi Hind dedi ki: “Yehuru” Habeşçe bir kelime olup "döner" anlamındadır. Bununla birlikte her iki kelimenin (iki ayrı dilde) aynı şekilde uyum arzetmesi de mümkündür. Çünkü her iki (dilde bu) kelime türemiş kelimelerdendir. "El-hubzu’l-huvarâ" "Beyaz (has) undan yapılmış ekmek" tabiri de buradan gelmektedir. Çünkü rengi beyaza döner. İbn Abbâs dedi ki: Ben: "Yehuru" "Döner" lâfzının ne demek olduğunu bilmiyordum. Nihayet bedevi bir kadının kızını çağırırken: "Huri" dediğini duydum. "Bana dön!" demek istiyordu. Buna göre Arapçada: "El-havr" "Dönüş, dönmek" demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in söylediği şu sözlerde de bu anlamdadır: "Allahumme inni euzubike mine’l-havri ba’de’l-kevri" "Allah'ım fazlalıktan sonra eksikliğe dönüşten Sana sığınırım." İbn Huzeyme, Sahih, IV, 138; Tirmizi, V, 497; Dârimi, II- 373; Nesâî, VIII, 272, 273; İbn Mace, II, 1279; Müsned, V, 82, 83; Tirmizi rivâyeti kayd ettikten sonra bu ibareyi şöylece açıklamaktadır: "Maksat imandan küfre, itaatten masiyete dönüştür. Yani içinde bulunulan halden daha eksik (aşağı) bir hale intikal kastedilmiştir." Allah'ın üzerimdeki lütuflarının azalmasından sana sığınırım, demektir. "Ha" harfi ötreli olarak; "El-huru" da böyledir. Nitekim misalde: "Hurun fi mehâratin" "Eksiklik içinde eksiklik" denilmiştir. Bu da, bir kişinin işinde bir gerileme olduğunu anlatmak için kullanılan bir darb-ı meseldir. Şair de şöyle demiştir: "Çabuk çiğneyerek acele edip hemen yutuverdiler. Fakat yenen şeyler geçip giderken başkalarının yergisi kalıcıdır." "el-huru" aynı zamanda; "Tehaneti’t-tâhinetu femâ ehârat şey’en" "Öğütücü öğüttü fakat geriye un namına bir şey vermedi" sözünden isimdir. Bu kelime aynı zamanda helâk olmak, helâk oluş anlamına da gelir. Recez vezninde şair şöyle demiştir: "Helâk edici bir kuyuda yürüyüp gitti de farkına varmadı." Ebû Ubeyde dedi ki: Buradaki olumsuzluk edatı olan; “Lâ” fazladan gelmiş olup, "helâk edici kuyu" anlamındadır. (Hadîs-i şerîfin son iki kelimesi): "Ba’de’l-kevni" "Varlıktan sonra... " Müslim, II, 979; Tirmizi, V, 497. diye de rivâyet edilmiştir. İşin tamam olmasından sonra dağılmasından (Sana sığınırım) demek olur. Mamer'e; "El-havru ba’de’l-kevni" "Oluştan sonra helâk oluş" hakkında sorulmuş o da: o, el-Küntidir demiştir. Abdurrezzak kendisine el-künti ne demektir? diye sorunca, şu cevabı vermiştir: Kişi önceleri salih iken sonraları kötü bir adama dönüşür. Ebû Amr dedi ki: Kişi yaşlanacak olursa ona; "künti" denilir. Sanki bu ifade: "Kuntu fi şebâbi kezâ" "Ben gençliğimde şu idim" sözüne nisbet edilmiş gibidir. Şair şöyle demiştir: Ben artık küntî oldum ve âcin (hamur yoğurucu) oldum Kişinin en kötü özellikleri ise "küntü" ve "âcin'dir." Kişi yaşlılıktan dolayı yere dayanarak ayağa kalkacak olursa: "Acine’r-raculu" "Adam hamur yoğurdu" denilir. İbnu'l-Arabî dedi ki: el-küntî" ben: "Kuntu şâben vekuntu şucâan" "Genç idim, kahraman idim" diyen kimseye denilir. "Kâne li male ve kuntu ehabbe ve kâne li hayle vekuntu erkebe." "Benim malım vardı ve ben o malı bağışlıyor idim. Benim atlarım vardı, onlara biniyor idim" diyen kimseye "el-kânî" denilir. 15Hayır, şüphe yok ki Rabbi onu çok iyi görendi. "Hayır!" Durum onun zannettiği gibi değildir. Aksine, o bize dönecektir. "Şüphe yok ki Rabbi onu" kendisini yaratmadan önce "çok iyi görendir" kendisine döneceğini bilendi. Şöyle de açıklanmıştır: Hayır, yemin olsun o geri dönecektir. Sonra yeni bir ifade ile: "Şüphe yok ki Rabbi onu" yarattığı günden ölümden sonra dirilteceği güne kadar çok iyi görendir. Onun hakkında geçmişte takdir edilmiş bedbahtlığı ya da mutluluğu bilendir, diye de açıklanmıştır. 16O halde (durum) öyle değildir. Andederim şafağa, "O halde, öyle değildir" âyetindeki: "Lâ" "Değildir" lâfzı sıla (fazladan gelmiş ulama lâfzı)dır. "Andederim şafağa" güneşin batışı esnasında görülen ve yatsı namazı vakti girinceye kadar devam eden kırmızılığa... Abdullah b. el-Hakem, Yahya b. Yahya ve onların dışında pek çok sayıda bir kimse, Malik’ten şöyle dediğini nakletmektedir: Şafak batıdaki kırmızılıktır. Bu kırmızılık gittiği vakit, akşam namazının vakti çıkar ve yatsı namazı vacib olur. İbn Vehb, rivâyetle dedi ki: Bana birden çok kişi Ali b. Ebî Tâlib, Muaz b. Cebel, Ubâde b. es-Sâmit, Şeddâd b. Evs ve Ebû Hüreyre'den naklen şunu haber verdiler: Şafak kırmızılıktır. Malik b. Enes de böyle demiştir. İbn Vehb'den başkaları, ashab-ı kiramdan Ömer, İbn Ömer, İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Enes, Ebû Katade, Câbir b. Abdullah ve İbn ez-Zübeyri; Tabiînden Said b. Cübeyr, İbnu'l-Müseyyeb, Tavus, Abdullah b. Dinar ve ez-Zührî'yi de zikretmektedirler. Fukahâdan el-Evzai, Malik, Şâfiî. Ebû Yusuf, Ebû Sevr, Ebû Ubeyd, Ahmed ve İshak da böyle demişlerdir. Bir görüşe göre de bu, beyazlık demektir. Bu açıklama da İbn Abbâs, yine Ebû Hüreyre, Ömer b. Abdu’l-Aziz. el-Evzaî ve kendisinden gelmiş iki rivâyetten birisinde Ebû Hanife'den rivâyet edilmiştir. Esed b. Amr, Ebû Hanife'nin bu görüşten vazgeçtiğini rivâyet etmiştir. Yine İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre, şafaktan kasıt beyazlıktır. Ancak tercih edilen birinci görüştür. Çünkü ashabın, tabiînin ve fukahanın çoğunluğu bu görüştedirler. Diğer taraftan Arap dilinin şahitleri de iştikak ile sünnet de bu görüşün doğruluğuna şahitlik etmektedir. el-Ferrâ'' dedi ki: Araplardan birisinin üzerinde boyalı bir elbise hakkında; "bu sanki şafağı andırmaktadır" dediğini duydum. Bu elbise de kırmızı renkte idi. İşte bu, şafağın kırmızılık anlamına geldiğine bir delildir. Şair de şöyle demiştir: "Rengi kırmızı, tıpkı şafağın kırmızılığı gibidir." Bir başka şair ise şöyle demiştir "Kalk ey delikanlı, elin ayağına dolaşmadan yardım et bana, Zamana karşı; içi şafak (gibi kırmızı şarabla) dolmuş bir kase ile." Boyamak maksadıyla kullanılan kırmızı çamura (mağra'ya) da şafak denilir. es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: Şafak; gecenin başlangıcından, yatsı vaktine yaklaşıncaya kadar, güneş ışıklarının geriye kalanlarına ve kırmızılığına verilen isimdir. el-Halil dedi ki: Şafak; güneşin batınımdan yatsı vaktine kadar görülen kırmızılıktır. Bu kırmızılık kayboldu mu, şafak kayboldu, denilir. Diğer taraftan, kelimenin asıl anlamının, bir şeyin ince oluşu ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Mesela: "Şey’un şefiun" "İnceliği dolayısıyla birbirini tutmayan şey": denilir. "Eşfeka aleyhi" "Ona şefkat gösterdi" yani ona karşı kalbi inceldi, yumuşadı demektir. "Şefkat" de "işfak"den isim olup, kalb inceliği demektir. Şafak da aynı şekildedir. Şair de şöyle demiştir: "O benim hayatta kalmamı ister, bense şefkatim dolayısıyla ölümünü isterim. Çünkü ölüm mahremlere gelen en iyi misafirdir." O halde "şafak"; güneş ışığının geriye kalan kısımları ve kırmızılığıdır. Sanki bu incelik, güneş ışığından geliyor gibidir. Hukema beyazlığın asla kaybolmadığını (batmadığını) iddia ederler. el-Halil dedi ki: Ben İskenderiye minaresine çıktım. Beyazlığı gözetledim, onun bir ufuktan bir başka ufuğa gidip geldiğini görmekle birlikte battığını görmedim. İbn Ebi Üveys dedi ki: Ben, bu beyazlığın, tan yeri ağarıncaya kadar devam ettiğini gördüm. İlim adamlarımız dedi ki: Onun (beyazlığın) vakti sınırlandırılamadığından ötürü o nazar-ı itibara alınmaz. Ebû Davud'un Sünen'inde en-Numan b. Beşir'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Aranızda yatsı namazının vaktini en iyi bileniniz benim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu namazı, ayın üç günlükken batışı vaktinde kılardı. Ebû Davud, I, 114; İbn Hibban, Sahih, IV, 392; Hakim, Müstedrek, I, 30H; Tirmizi, I, 306; Nesâî, I, 364; Müsned, IV, 274; Tayalisi, Müsned, I, 108; Dârimi, I, 298; Darakutni, I, 269. İşte bu bir sınırlandırmadır, bunun hükmü de ismin kapsadığı vaktin ilkine taalluk eder. Sizin bu iddianız birinci fecir (fecr-i kazib) ile çürütülür, denilemez. Çünkü bizlere göre; birinci fecir ile namaz olsun, imsak (oruç başlaması) olsun herhangi bir hüküm taalluk etmez. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); fecri, hem sözü, hem de fiili ile açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Fecir böyle demen değildir" -ellerini yukarı doğru kaldırdı- "fakat fecir böyle demendir" -deyip ellerini yaydı. Az lafzi farklarla: Buhârî, VI, 2647; Müslim, 11, 768, 769, Ebû Davud, II, 303; Nesâî, IV. 148; İbn Mâce, 1541. Buna dair açıklamalar el-Bakara Süresi'nde oruç âyetinde (2/187. âyet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. O bakımdan tekrar etmenin anlamı yoktur. Mücahid dedi ki: Şafak gündüzün tamamıdır. Çünkü yüce Allah: "Geceye ve onun kaplayıp topladığı şeylere" diye buyurmuştur. İkrime; gündüzün geri kalan bölümüdür, demiştir. Yine şafak, bayağı şeylere verilen isimdir. Oldukça az bir bağış" denilir. el-Kümeyt şöyle demiştir: "O bütün krallardan işleri daha şerefli ve güzel bir kraldır, elleri; Dilenenler için az vermeksizin âdeta (sağılan süt gibi bağışlar) akıtmıştır." 17Geceye ve onun kaplayıp topladığı şeylere, "Geceye ve onun kaplayıp, topladığı şeylere!" Topladığı, içinde barındırıp, sardığı şeylere demektir. Asıl anlamı sultanın gazab etmesi, kızıp köpürmesi ile alakalıdır. Eğer yüce Allah rahmet ve lütfü ile kullarına bunu ihsan etmeseydi, kullar geceyi getiremezlerdi. Fakat o kullarına rahmeti ile tecelli ederek, o rahmeti ile onlara yumuşaklıkla davrandı, yaratıklar da bundan dolayı sükunet buldular, sonra da etrafa kaçışıp dağıldılar, sarılıp sarmalandılar ve içeri doğru çekildiler. Herkes kendi barınağına geri dönüp yalnızlık hissi ile onun dehşetinden sükunete erişti. İşte yüce Allah'ın şu âyeti -önceden de geçtiği üzere- bunu anlatmaktadır: "Geceyi ve gündüzü sizin için kendisinde" yani geceleyin "sükun bulasınız ve" gündüzün de "lütfundan arayasınız diye yaratmış olması onun rahmetindendir." (el-Kasas, 28/73) O halde gece, gündüzün işleri dolayısıyla etrafa yayılmış olanları bir araya getirir ve birbirine katar, barındırır. İşte İbn Abbâs, Mücahid, Mukâtil ve başkalarının açıklamalarının ifade ettiği anlam budur. Dabi b. el-Haris el-Burcumi de şöyle demiştir: "Ben ve sizler ve size duyulan özlem Parmak uçlarının yakalayamadığı bir suyu avuçlayıp, elini kapatan kimseye benzeriz." Şair şunu söylemek istiyor: Nasıl ki eline su alıp, avucunu kapatan kimsenin elinde su diye bir şey kalmıyorsa, bu hususta da benim elime bir şey geçmiyor. Gece; dağları, ağaçları, denizleri ve yeri örtüp bürüdüğü zaman, bütün bunlar onun için toplanıp bir araya gelmiş olacağından, onları kaplayıp, toplamış olur. "El-vesak" "Kaplayıp, toplamak bir şeyi bir şeye katmak" anlamındadır. "Vesaktuhu, usikuhu, veskan" "Onu topladım, toplarım" denilir. Bir araya getirilmiş çok miktardaki buğdaya "vesk" denilmesi de buradan gelmektedir ki; altmış sa'dır. "Taamu musekun" "Bir araya getirilmiş, toplanmış yiyecek (buğday)" demektir. "İbilu mustevsikatun: Bir araya gelip, toplanmış develer" anlamındadır. Recez vezninde şair şöyle demiştir: "Bizim; genç, güzel görünümlü, beş ve dört yaşında develerimiz vardır. Ve bunlar bir aradadırlar. Keşke onları güdecek birisi bulunsa!" İkrime dedi ki: "Onun kaplayıp, topladığı şeyler" barınacağı yere doğru önüne katıp, götürdüğü herbir şey demektir. O halde "vesk" önüne katıp, kovalamak demektir. O bakımdan kovulup, uzaklaştırılmış deve. koyun ve merkeblere "vesika" denilmesi buradan gelmektedir. Şair şöyle demiştir: "İz sürücünün davarların izlerini sürmesi gibi." İbn Abbâs'tan rivâyete göre; "kaplayıp, topladığı şeyler" örtüp, kapattığı şeyler; ondan gelen başka bir rivâyete göre; taşıdığı şeyler demektir. Taşınan herbir şey hakkında; "Vesaktuhu" "Onu taşıdım" denilir. Araplar: "Lâef’aluhu mâvesekat ıni’l-mâe” Gözüm su taşıdığı (gördüğü) sürece bu işi yapmam" derler. “Vesekati’n-nâkatu tusika veskan" "Dişi deve gebe kaldı ve rahmini suya karşı kapattı" denilir. Bu durumda olan deveye; "Nâkatun vâsikun" denilir. Çoğulu "Nuku visâk" ...diye gelir. "Nâim" "Uyuyan" lâfzının çoğulunun; "Niyâm" şeklinde; "Sâhib" "Arkadaş" lâfzının çoğulunun; "Sihâb" diye gelmesi gibi. Bişr b. Ebi Hazım dedi ki: "Onlara türkü çağırıp ayrılmadı yanlarından Gebe develer gebe olmayanlardan ayırdedilinceye kadar." Çoğulu aynı şekilde “Mevâsik” diye de gelir. "Evsaktu’l-baira" "Deveye yükünü yükledim" demektir. "Evsaktu’n-Nahle" "Hurma ağacının taşıdığı meyve yükü çok oldu" demektir. Yeman, ed-Dahhak ve Mukâtil b. Süleyman: Taşıdığı karanlık, diye açıklamışlardır, Mukâtil dedi ki: Ya da taşıdığı yıldızlar, anlamındadır. el-Kuşeyri dedi ki: "Taşımak"ın anlamı toplayıp, bir araya getirdiği şeyler demektir. Gece, karanlığı ile her şeyi örter. Bunları örtmesi halinde onları "vesk" etmiş olur. Böylece bu âyet, gece hepsini ihtiva etmiş olduğundan ötürü, bütün yaratılmışlara bir yemin olur. Yüce Allah'ın: "Hayır! Yemin ederim ki gördüğünüz şeylere, görmediğiniz şeylere de." (el-Hakka, 69/38-39) âyeti gibidir. İbn Cübeyr dedi ki: "Kaplayıp, topladığı şeyler," onda işlenen ameller demektir. Yani (mü’minlerin) teheccüd ve seher vakitlerinde mağfiret dilemelerdir. Şair dedi ki: "Bir gün bizi salih kimseler görürsün, kimi zaman da Sen bizi oldukça kararlı, amel eden bir kimse gibi de görürsün." 18Nuru tamamlandığı zaman aya ki; "Nuru tamamlandığı zaman aya." Yani nuru kemale erip, en mükemmel hale geldiği zaman aya. el-Hasen dedi ki: Tam durgunlaşıp, nuru bir araya geldiği zaman demektir. İbn Abbâs: Tam kemale erdiği vakit, Katade: Tam yuvarlak olduğu vakit, diye açıklamışlardır. el-Ferrâ'' dedi ki: Ayın nurunun tamamlanması, dolunay olduğu gecelerdeki doluluğu ve mükemmelliği demektir. (Ayet-i kerimedeki lâfzıyla) bir araya gelip, toplanmak demek olan: “El-Vesk”den "iftial" veznindedir. "Vesektuhu fetteseka" "Ben onu toplayıp, bir araya getirdim, o da toplandı" denilir. Tıpkı: "Veseltuhu fe’t-tesele" "Ben onu bitiştirdim, ekledim, o da bitişti, eklendi" demek gibi. "Emera fulânun muttesikun" "Filanın işleri doğruluk ve iyilik üzere toplanmış ve böylece düzene girmiştir" demektir. Bir şey ardı arkasına geldiği takdirde; "İtteseka’ş-şey’u" denilir. 19Mutlaka sizler, biri diğerine mutabık halden hale geçeceksiniz. "Mutlaka sizler, biri diğerine mutabık halden hale geçeceksiniz." Ebû Amr, İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Ebû'l-Âl-iye, Mesrûk, Ebû Vâil, Mücahid, en-Nehaî, eş-Şa'bi, İbn Kesîr ve Hamza el-Kisai "mutlaka sizler... geçeceksiniz" anlamındaki âyeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitab olmak üzere; "Leterkebenne" "Mutlaka sen ... geçeceksin" diye okumuşlardır ki; mutlaka ey Muhammed sen, bir halden sonra bir diğer hale geçeceksin, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. en-Nehaî dedi ki: Ey Muhammed, sen mutlaka bir semadan sonra bir diğer semaya, bir dereceden sonra bir diğerine yüce Allah'a yakınlık bakımından bir mertebeden diğerine mutlaka geçeceksin. İbn Mes’ûd dedi ki: Şüphesiz ki sema bir halden sonra bir diğer hale geçecektir. Bununla yüce Allah'ın semaları nitelendirdiği, yarılıp çatlamak, katlayıp dürmek, kimi zaman erimiş bakır gibi, kimi zaman kırmızı bir sahtiyan gibi oluşu, şeklindeki hallerin birinden diğerine geçeceği kast edilmektedir. İbrahim'den onun da Abdu'l-Ala'dan rivâyetine göre; "halden hale" âyeti hakkında şöyle demiştir: Sema bir halden sonra bir diğer hale değiştirilir. Abdu'l-Ala dedi ki: Kırmızı sahtiyanı andıran bir gül gibi ve erimiş bir bakır gibi olur. Bir diğer açıklamaya göre; ey insan şüphesiz ki sen bir halden bir diğer hale geçeceksin. Nutfeden sonra alakaya, sonra bir çiğnem ete, sonra canlı bir varlık, sonra ölü zengin ve fakir olacaksın. O halde hitab; "Ey insan, gerçekten sen Rabbine doğru durmadan çalışıp çabalayacaksın" âyetinde sözü edilen insanadır. Bu da bir cins isimdir, manası insanların tümüdür. Diğerleri ise bütün insanlara hitab olmak üzere "be" harfini ötreli olarak: "Leterkebunne" "Mutlaka sizler ... geçeceksiniz" diye okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim bu kıraati tercih etmişlerdir. Ebû Hatim dedi ki: Çünkü buradaki anlamın insanlar ile ilgili olması Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ilgili olmasından daha uygundur. Zira bu âyet-i kerimeden önce kitabı sağ elinden verilecekler ile kitabı sol tarafından verilecek kimseler sözkonusu edilmiştir. Yani sizler kıyâmetin şiddetli hallerinden sonra bir başka hale mutlaka geçeceksiniz. Yahutta sizler peygamberlere muhalefet etmek ve onları yalanlamak hususunda, sizden öncekilerin izledikleri yoldan aynen geçeceksiniz, o yolu izleyeceksiniz, demektir. Derim ki: Bunların hepsi de kastedilmiştir. Bu hususta bir takım hadisler de gelmiş bulunmaktadır, (Bk, Kaf, 50/21. âyetin tefsiri) Hafız Ebû Nuaym, Cafer b. Muhammed b. Ali'den, o Cabir (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz ki Âdem oğlu yüce Allah'ın kendisini nasıl yarattığından yana gaflet içerisindedir. Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah onu yaratmak istediği vakit meleğe: Onun rızkını, eserini (ayak izlerini) ve ecelini yaz. Mutlu mu yoksa bedbaht mı olacağını yaz. Sonra bu melek yukarı çıkar, Allah bir başka melek gönderir. Olgunlaşıncaya kadar bu melek onu muhafaza eder. Sonra yüce Allah, onun iyilik ve kötülüklerini yazacak iki melek gönderir. Ölüm vakti geldi mi bu iki melek yükselirler. Sonra ona ölüm meleği (selam ona) gelir, ruhunu alır. Kabrine yerleştirildiği vakit tekrar ruh bedenine geri verilir. Sonra ölüm meleği yükselir. Ona kabir melekleri gelir, onu imtihan ederler. Sonra onlar da çıkarlar. Kıyâmet koptuğu vakit iyilik meleği ile kötülük meleği onun üzerine iner. Boynunda bağlı bulunan bir kitabı çözerler. Sonra da onunla birlikte gelirler, Birisi önden sürücü, diğeri ise şehittir." Sonra yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık, bugün gözün pek keskindir." (Kaf, 50/22) Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Mutlaka sizler biri diğerine mutabık, halden hale geçeceksiniz." âyetini okudu. (Peygamber) buyurdu ki: 'Bir halden sonra bir diğer hale (geçeceksiniz.)" Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki sizin önünüzde çok büyük bir iş vardır. O büyük olan Allah'tan yardım dileyiniz" Ebû Nuaym, Hilye, III, 190. Hadis daha önce Kaaf, 50/22. ayetin tefsiri yapılırken kayd edilmiş idi. Bu hadis yaratıldığı günden, ölümden sonra diriltileceği zamana kadar insanın karşı karşıya kalacağı bütün halleri kapsamaktadır. Bu hallerin hepsi de zorluktan sonra bir diğer zorluktur. Önce hayat, sonra ölüm, sonra ölümden sonra diriliş, sonra da amellerin karşılıklarının verilmesi. Bu hallerin her birisinde bir takım zorluklar vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Sizden öncekilerin izinden karış be karış, kulaç be kulak gideceksiniz. Hatta onlar bir keler deliğine girecek olsalar bile siz de şüphesiz ona gireceksiniz." "Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar yahudilerle, hristiyanlar mıdır?" diye sordular. Peygamber: "Başka kim olabilir ki?" diye buyurdu. Buhârî, III, 1274, VI, 2669; Müslim, IV, 2054; Müsned, II, 327, 511. III, 84, 89 Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Müfessirlerin görüşlerine gelince; İkrime: Bir halden sonra bir diğer hale geçeceksiniz. Önceleri süt emerken sütten kesilecek, önceleri gençken yaşlı olacaksınız. Şair şöyle demiştir: "İşte insan böyledir, eceli belli vakte kadar geciktirilecek olursa; O bir hale geçer, ondan sonra da bir başka hal gelir." Mekhul'den şöyle dediği nakledilmiştir: Her yirmi senede bir daha önce olmadığınız bir hal ile karşılaşırsınız. el-Hasen dedi ki; Bir durumdan sonra bir başka durum ile karşı karşıya kalırsınız. Sıkıntıdan sonra bolluk, bolluktan sonra sıkıntı, fakirlikten sonra zenginlik, zenginlikten sonra fakirlik, hastalıktan sonra sağlık, sağlıktan sonra hastalık.,, Said b. Cübeyr dedi ki: Bir mevkiden sonra bir diğer mevkiye geçeceksiniz. Bir takım insanlar dünyada iken aşağı mertebelerde idiler, âhirette yükseleceklerdir. Birtakım kimseler dünyada yüksek mertebede idiler, âhirette alçalacaklardır. Bir diğer açıklamaya göre, bir mevkiden bir diğer mevkiye, bir halden bir diğer hale geçeceksiniz. Şöyle ki, doğru yol üzere salih olan bir kimsenin bu hali kendisini daha ileri derecede salih olmaya iter. Bozuk yolda olan bir kimsenin bu hali de onu daha ileri derecede fesada götürür. Çünkü herşey kendi şekli üzere cereyan eder, gider. İbn Zeyd dedi ki: Sizler dünya halinden, âhiret haline geçeceksiniz İbn Abbâs dedi ki: Zorlu ve dehşetli haller kastedilmiştir. Ölüm, sonra diriliş, sonra amellerin sunulması (arz.) Araplar oldukça zorlu ve sıkıntılı bir duruma düşen kimse hakkında: "Vekaa’ fi benâti tabaka, veihdâ benâti tabaka." derler. Pek büyük ve zorlu musibet ve sıkıntıya; "Em tabak, veihdâ benâti tabaka." denilir. Bunun aslı ise bir tür yılandır. Çünkü yılana yuvarlanması dolayısıyla; "Em tabak" Tabak gibi" denilir. Sözlükte "tabak" açıkladığımız gibi hal demektir. el-Akra b. Habis et-Temimi dedi ki: "Ben zamanın iyi kötü her türlü halini denemiş bir kimseyim. Onun bir hali beni bir başkasına sürüklemiştir." Bu durum alemin, hadis (sonradan yaratılmış) olduğuna ve yaratıcının varlığının isbatına dair en açık bir delildir. Hükema şöyle demiştir: Bugün bir halde, yarın bir başka halde olan bir varlığın tedbiri (işlerinin çekilip çevrilmesi)nin başkasına ait olduğu, bilinmelidir. Ebû Bekr el-Verrak'a şöyle soruldu: Bu alemin bir yaratıcısının olduğunun delili nedir? O: Hallerin birinden diğerine geçirilmesidir. Kuvvetin azlığı, bünyenin zayıflığı, niyetin gerçekleştirilememesi, kararlılığın ortadan kaldırılmasıdır, diye cevap verdi. "Etenâ tabak mine’n-nâsi ve tabak mine’l-cerâdi" "Bize insanlardan bir topluluk ve çekirgelerden bir topluluk geldi" denilir. el-Abbas'ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı överken söylediği: "Sen sulbden rahime intikal edersin Bir alem geçip gitti mi bir tabak (topluluk) ortaya çıkar." Beyitinde insanlardan bir nesli kastetmektedir. Buna göre yeryüzünün "tıbâk"ı onun dolu olması demek olur. "Tabak" aynı zamanda iki omuru birbirinden ayıran ince bir kemiktir. "Medâ tabak mine’lleyli, vetabaka mine’n-nehâri" "Gecenin büyük bir bölümü ve gündüzün büyük bir bölümü geçti" denilir. "Tabak" lâfzı "atbak"ın çoğuludur. O halde bu lâfız müşterektir. "Mutlaka sizler... geçeceksiniz" anlamındaki lâfız, nefse hitab olmak üzere, "be" harfi kesreli olarak: "Leterkebinne" " (Ey nefs) mutlaka sen... geçeceksin" diye okunduğu gibi, diye "ye': harfi ile de okunmuştur. “Leyerkebine” "Mutlaka insan... geçecektir" demek olur. "An tabakin" Bir halden" lâfzı: "Tabakan" "Bir hale" lâfzının sıfatı olarak, nasb mahallindedir. Bu da: "Tabakan mucavezen litabak" Bir hali aşıp, bir diğer hale (geçeceksiniz) demektir. Yahutta: "Leterkebunne" "Mutlaka sizler... geçeceksiniz" lâfzındaki zamirinden hal (olarak nasbedilmiştir.) Yani onlar bir hali aşarak, bir diğer hale geçeceklerdir. Ya da insan yahut nefis -kıraatlere göre- bir hali geçip, bir diğer hale geçecektir, demek olur. 20O halde, onlara ne oluyor; neden Îman etmezler; "O halde onlara ne oluyor, neden îman etmezler." Belgeler onlar için tam anlamıyla açıklık kazanmışken, deliller ortaya konulmuşken, onları îman etmekten alıkoyan şey nedir? Bu, inkârı bir istifhamdır, taaccub ifade ettiği de söylenmiştir. Yani bunca âyet ve belgelere rağmen imanı terketmeleri dolayısıyla onların bu haline hayret ediniz. 21Onlara karşı Kur'ân okunduğunda secde etmezler? "Onlara karşı Kur'ân okunduğunda secde etmezler?" Namaz kılmazlar, demektir. Sahih-i Müslim'de şöyle buyurulmaktadır: Ebû Hüreyre: "Gök yarılıp çatladığı zaman" (sûresin)i okudu ve onda secde yaptı. Bitirdikten sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın burada secde ettiğini onlara bildirdi. Müslim, I, 406; Dârimi, I, 408; Nesâî, II, 161; Muvatta’, I, 205; Müsned, II, 434, 456, 466, 487; Tayalisi, Müsned, I, 307 Malik dedi ki: Bu mutlaka gerekli secdelerden değildir. Çünkü âyet; onlar amellerini gereği gibi yerine getirmeye kulak asmazlar ve itaat etmezler, demektir. İbnu’l-Arabî dedi ki: Sahih olan ise, bunun yapılması gerekli secdelerden olduğudur. Medineli Maliki âlimlerin İmâm Mâlik'ten yaptığı rivâyet de bu şekildedir. Dolayısıyla Kur'ân ve sünnet bu hususta birbirini desteklemektedir. İbnu’l-Arabî dedi ki: Ben insanlara İmâmlık yapmaya başlayınca onu okumayı terkettim. Çünkü secde yapacak olursam buna tepki gösterirlerdi, secde etmeyecek olursam bu da benim kusurlu bir davranışım olurdu. Bundan dolayı yalnız başıma namaz kıldığım vakitler müstesna (namazda) onu okumaktan uzak durdum. O doğru sözlünün dediği gibi "marufun münker, münkerin maruf görüleceği bir zaman.,." şeklindeki sözünün tahakkukudur bu. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Âişe (radıyallahü anha)'ya şöyle demişti: "Eğer senin kavminin küfrü bırakması üzerinden az bir zaman geçmemiş olsaydı, beyti yıkar ve onu İbrahim'in temelleri üzerine yeniden bina ederdim" Buhârî, 11, 574; Müslim, II, 969, Nesâî, V, 216; Müsned, VI, 239 (İbnu'l-Arabi devamla dedi ki:) Hocamız Ebû Bekr el-Fihri, rükua giderken ve rükûdan kalkarken ellerini kaldırırdı. Malik'in ve Şafii'nin görüşü bu olduğu gibi, şia da böyle yapar. Bir gün ders verdiğim yer olan Suğur'deki İbn eş-Şevva karargahında öğle namazında yanıma geldi. İsmi anılan karargahtan mescide girdi. Saffın ön taraflarına geçti, ben ise arka taraflarda denize bakan pencerelerde oturuyordum, aşırı sıcaktan dolayı esen rüzgarı teneffüs etmeye çalışıyordum. Benimle birlikte aynı safta bahriye kumandanı Ebû Simne arkadaşlarından bir grub ile birlikte oturmuş namaz vaktini bekliyorlardı. Limanda gidip gelen gemilere bakıyordu. Hocamız rukûa giderken ve rukûdan başını kaldırırken ellerini kaldırınca Ebû Simne ve arkadaşları: "Şu meşrıkli kimseyi görmüyor musunuz? Bakın mescide nasıl girmiş? Haydi kalkın onu öldürün ve denize atın, kimse sizi görmüyor." Aklım başımdan gitti ve; "Subhanallah! Bu zamanın fakihi et-Turtuşi'dir." dedim. Bana: "Peki niye ellerini kaldırıyor", diye sordular. Ben: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da böyle yapıyordu. Medinelilerin ondan yaptığı rivâyete göre Malik'in görüşü de budur." dedim. Onları teskin etmeye ve susturmaya koyuldum. Nihayet namazını bitirdi. Karargahtan onunla birlikte kalkıp, eve gittim. Benim yüzümün değiştiğini görünce tepki gösterdi ve sebebini sordu. Ben de ona durumu bildirdim. Gülerek: "Ben nerede, bir sünneti uyguladığım için öldürülmek nerede?" dedi. Ben ona: "Fakat böyle bir iş yapmak senin için helal değildir. Çünkü sen öyle bir topluluk arasında bulunuyorsun ki, böyle bir sünneti yerine getirecek olursan, senin başına üşüşürler ve belki de kanın boşu boşuna dökülür gider", dedim. Bana: "Sen bu sözleri bırak da başka bir konuya geç", dedi. 22Aksine o inkâr edenler yalanlarlar. "Aksine o inkâr edenler" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ve onun getirdiklerini "yalanlarlar." Mukâtil dedi ki: Ayet Amr b. Umeyroğulları hakkında inmiştir. Bunlar dört kişi idi. Onların ikisi müslüman oldu. Bütün kâfirler hakkında olduğu da söylenmiştir. 23Halbuki Allah, içlerinde neyi gizlemekte olduklarını en iyi bilendir. "Halbuki Allah, içlerinde neyi gizlemekte olduklarını en iyi bilendir." İçlerinde gizledikleri yalanlamayı en iyi bilendir. ed-Dahhak da İbn Abbâs'tan böylece rivâyet etmiştir. Mücahid dedi ki: Gizledikleri davranışlarını (en iyi bilendir). İbn Zeyd: Hem salih, hem de kötü amelleri bir arada işlediklerini (en iyi bilendir). (Buradaki "gizlemekte oldukları" anlamı verilen fiil) içinde bir şeylerin toplandığı kab demek olan; “El-viâu”den alınmıştır. Azığı ve eşyayı bir kaba koyduğumuz zaman: “Ev’aytu’z-zâde ve’l-menâi” deriz. Şair de şöyle demiştir: "Aradan uzun zaman geçse dahi, hayır daha bir kalıcıdır Kötülük ise senin kaba doldurduğun en kötü azıktır." "Veâe" "Onu belledi" demektir. "Veaytu’l-hadise eıhi va’yen" "Sözü belledim, bellerim" denilir. "Uzunu vâiyetun" "İyice belleyen, kulak" demektir Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Hakka, 69/12. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 24Artık sen, onlara çok acıklı bir azâbı müjdele! "Artık sen onlara" yalanlamalarına karşılık cehennemde "çok acıklı" can yakıcı, acılıcı "bir azâbı müjdele!" Yani bunu onlara müjde yerine bildir. 25Ancak îman edip, salih ameller İşleyenler müstesnadır. Onlar için eksilmez ve kesilmez bir mükâfat vardır. "Ancak îman edip, salih ameller işleyenler müstesnadır." Bu istisna munkatı' bir istisnadır. Şöyle buyurmuş gibidir: Ama Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna dair şehadeti doğru kabul edip, tasdik edenler ve salih amel işleyenler, yani onlara farz olan emirleri eksiksiz yerine getirenler, "onlar için eksilmez ve kesilmez bir mükâfat," bir sevab "vardır." "Menentu’l-hable" "Halatı kestim" denilir. Daha önceden (Fussilet. 41/8. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Nâfi' b. el-Ezrak, İbn Abbâs'a yüce Allah'ın: "Onlar için eksilmez ve kesilmez bir mükâfat vardır" âyeti hakkında sormuş, o da: Kesintisiz demektir, diye açıklamıştır. Peki Araplar bu anlamı biliyorlar mı, diye sormuş, İbn Abbâs, şöyle demiş: Evet, Yeşkurlulardan olan şair şu beyiti ile bu anlamda olduğunu bilmiş ve zikretmiş bulunmaktadır: "Sen arkalarında süratle yürüyüşünden ötürü Âdeta etrafa yayılmış ince bir toz gibi görürsün." el-Müberred dedi ki: "El-menin" "Toz" demektir. Çünkü (atlar) o tozu arkalarından kesmektedir (arkalarında bırakmaktadır). Zayıf olan herbir şeye de: "Menin" ile "Memnun" denilir. "Ğayru memnun" "Kesilmez ve eksilmez"in, kendisi sebebiyle onlara minnet olunmaz, anlamına geldiği de söylenmiştir. İlim ehlinden birtakım kimselerin zikrettiklerine göre, yüce Allah'ın: "Ancak îman edip, salih ameller işleyenler müstesnadır" âyeti bir istisna değildir. Burada (istisna) "vav: ve" anlamındadır. Sanki; îman edip ... gelince" diye buyurmuş gibidir. el-Bakara Sûresi'nde (2/150. âyetin tefsirinde) bu hususta açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. el-İnşikak Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. Allah'a hamdolsun. |
﴾ 0 ﴿