BURÛC SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Mekke'de indiği ittifakla kabul edilmiştir. Yirmi iki âyet-i kerimedir.

1

Yemin olsun burçlara sahib göğe;

Bu, Allah'ın ettiği bir yemindir.

"Burçlar"ın mahiyeti hakkında dört görüş vardır:

1- Yıldızlar sahibi demektir. Bu açıklamayı el-Hasen, Katade, Mücahid ve ed-Dahhak yapmıştır.

2-Yüksek köşkler demektir. Bu açıklamayı İbn Abbâs, İkrime ve yine Mücahid yapmıştır. İkrime dedi ki: Burçlar, semadaki yüksek köşklerdir. Mücahid dedi ki; burçlarda bekçiler, koruyucular bulunur.

3- Güzel yaratılış sahibi demektir. Bu açıklamayı el-Minhâl b. Amr yapmıştır.

4- Konaklar sahibi demektir. Bu açıklamayı Ebû Ubeyde ve Yahya b. Sellâm yapmıştır.

Burçlar oniki tane olup gezegenlerin, güneş ve ayın konaklarıdır. Ay bunların herbirisinde iki tam gün ve üçte bir günlük bir süre ile yol alır. Böylece toplam yirmi sekiz gün eder. Daha sonra da iki gece görünmez. Güneş ise burçların herbirinde bir ay süre ile yol alır.

Bu burçlar koç, öküz, ikizler, yengeç, arslan, başak, terazi, akreb, yay, oğlak, kova. ve balık ismini alırlar.

Arapçada

"burûc; burçlar" yüksek köşkler demektir. Yüce Allah:

"...yüksek burçlar (kaleler) içinde olsanız bile" (en-Nisâ, 4/78) diye buyurmaktadır. Daha önceden (4/78. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

2

Vaad olunmuş o güne;

"Vaad olunmuş o güne" kendisi ile tehditte bulunulmuş o güne, demektir. Bu da bir başka yemindir. Bugünün kıyâmet günü olduğu hususunda, tevil bilginleri arasında görüş ayrılığı yoktur.

İbn Abbâs dedi ki: Semadakilerle yerdekilerin bugünde toplanıp, bir araya getirileceği vaad olunmuştur.

3

Şahidlik edene ve edilene.

"Şahidlik edene ve edilene" hakkında farklı görüşler vardır, Ali, İbn Abbâs, İbn Ömer ve Ebû Hüreyre (radıyallahü anhüm) şöyle demişlerdir: Şahitlik eden cuma günü, şahit olunan Arife günüdür. el-Hasen'in görüşü de budur. Ayrıca bunu Ebû Hüreyre (Peygambere) merfû' bir hadis olarak rivâyet etmiş olup. şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:

"Vaadolunan gün kıyâmet günüdür, şahid olunan gün de Arafe günüdür. Şahidlik eden de cuma günüdür..."

Bu hadisi Ebû Îsa et-Tirmizi Camii’nde (Sünen'inde) rivâyet etmiş olup şöyle demiştir: Bu hasen, garib bir hadistir. Biz bunu ancak Mûsa b. Ubeyde yoluyla gelen bir hadis olarak biliyoruz. Mûsa b. Ubeyde ise hadiste zayıf kabul edilir. Yahya b. Said ve başkaları onu zayıf kabul etmişlerdir. Bununla birlikte Şu'be, Süfyan es-Sevri ve İmâmlardan birden çok kimse ondan hadis rivâyet etmiştir Tirmizi, V, 436.

el-Kuşeyri dedi ki; Cuma günü amelde bulunan herkese, kendisinde ne ameller işlediğine dair şahitlik eder.

Derim ki: Diğer günler ve geceler de böyledir. O halde her gün bir şahittir, her gece de böyledir. Bunun delili, Hafız Ebû Nuaym'ın, Muaviye b. Kurre'den, onun Ma'kil b. Yesar'dan, onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, diye rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîftir:

"Kulun üzerinden geçip de kendisinde: Ey Âdem oğlu, ben yeni bir yaratıkım ve ben yapacağın ameller hususunda sana tanıklık edeceğim. O bakımdan bende hayırlı ameller işle ki, yarın bu hususta senin lehine şahitlik edeyim. Çünkü ben geçip gidecek olursam ebediyyen beni göremeyeceksin, diye seslenilmeyen bir gün yoktur. Gece de bunun benzerini söyler." Ebû Nuayın, Hilye, II, 203-204.

Bu, Muaviye yoluyla gelen garib bir hadistir. Zeyd el-Ammî bu hadisi ondan münferid olarak rivâyet etmiştir. Bu hadisin bu isnad dışında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar merfu olarak ulaştığa bir başka senedini bilmiyorum.

el-Kuşeyrî'nin, İbn Ömer ve İbn ez-Zübeyr'den naklettiğine göre, şahitlik eden, kurban bayramının birinci günüdür, Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Şahitlik eden terviye (zülhiccenin sekizinci günü, Arafeden bir önceki gün)dür. Şahit olunan ise Arafe günüdür.

İsrail, Ebû İshak'dan o el-Haris'den, o Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Şahitlik eden, Arafe günü, şahit olunan, kurban bayramı birinci günüdür. en-Nehaî de böyle demiştir.

Yine Ali (radıyallahü anh)'dan, şahit olunan Arafe günüdür, dediği nakledilmiştir. İbn Abbâs ve el-Hüseyn b. Ali (radıyallahü anhüma) dedi ki: Şahit olunan kıyâmet günüdür. Çünkü yüce Allah:

"O kendisinde bütün insanların toplanacakları bir gündür. O şahit olunacak bir gündür." (Hûd, 11/103) diye buyurmaktadır.

Derim ki: İşte buna binaen ilim adamlarının "şahitlik eden" hakkındaki görüşleri farklı farklıdır.

Şahitlik edenin yüce Allah olduğu söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbâs, el-Hasen ve Said b. Cübeyr'den nakledilmiştir. Bunun delili:

"Şahit olarak Allah yeter." (en-Nisa, 4/79) âyeti ile;

"De ki: Kimin şahitliği en büyüktür? De ki: Benim ve sizin aranızda Allah şahittir." (el-En'am, 6/19) âyetleridir.

Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu da söylenmiştir. Bu görüş, yine İbn Abbâs'tan ve el-Hüseyn b. Ali'den rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs yüce Allah'ın:

"Her ümmetten birer şahit getirip, bunlara karşı da seni şahit getireceğimiz zaman halleri nice olur?" (en-Nisa, 4/41) âyetini, el-Hüseyn de:

"Ey Peygamber, şüphe yok ki, Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak gönderdik." (el-Ahzab, 33/45) âyetini okumuştur.

Derim ki: Ben de yüce Allah'ın:

"Bu peygamber de size karşı şahit olsun diye." (el-Bakara, 2/143) âyetini okuyorum.

Peygamberlerin ümmetlerine karşı şahitlik edecekleri de söylenmiştir. Çünkü yüce Allah:

"Her ümmetten birer şahit getirip... zaman halleri nice olur?" (en-Nisâ, 4/41) diye buyurmaktadır.

Şahidin Âdem olduğu söylendiği gibi. Meryem oğlu Îsa olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ben, aralarında bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir şahit idim." (el-Mâide, 5/117) Hakkında şahit olunan ise onun ümmeti olacaktır

Yine İbn Abbâs ve Muhammed b. Ka'b'dan rivâyet edildiğine göre şahit; insandır. Delili de yüce Allah'ın:

"Bugün kendine karşı iyi hesablayıcı olarak kendin yetersin" (el-îsra. 17/14) âyetidir.

Mukâtil , (şahit) insanın azalardır, demiştir. Bunu açıklayan âyet da:

"O gün onların dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları her şeyi söyleyerek aleyhlerine şehadet edeceklerdir." (en-Nûr. 24/24) âyetidir.

el-Hüseyn b. el-Fadl dedi ki: Şahitlik eden bu ümmettir. Şahit olunan diğer ümmetlerdir. Bunu açıklayan da

"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şahitler olasınız" (el-Bakara, 2/143) âyetidir.

Şahitlik edenin Hafaza melekleri, hakkında şahitlik edilecek olanın Âdem oğulları olduğu söylendiği gibi. geceler ve gündüzler olduğu da söylenmiştir ki, bunu da az önce açıklamış bulunuyoruz.

Derim ki: Mal da sahibinin aleyhine, yer de üzerinde işlenen amellere dair şahitlik edecektir. Müslim'in Sahih'inde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Şüphesiz bu mal yeşil ve tatlıdır. O maldan yoksula, yetime ve yolcuya veren kimse için o (mal), müslümanın ne güzel arkadaşıdır." -Ya da Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın buyurduğu gibi-. "Şüphesiz ki o malı hak olmayan bir şekilde alan bir kimsenin durumu, yeyip de bir türlü doymayan bir kimsenin haline benzer. Kıyâmet gününde de onun aleyhine şahit olur. " Müslim, 11, 727; İbn Hibban, Sahih, VIII, 19, 20; İbn Mace, II, 1323; Müsned, 111, 21.

Tirmizî'de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"O gün yer bütün haberlerini anlatacaktır" (ez-Zilzal, 99/4) âyetini okudu ve:

"Haberlerinin ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Ashab:

"Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dediler. Peygamber şöyle buyurdu:

"Onun haberleri, erkek ya da kadın herbir kul hakkında, üzerinde neler işlediğine dair haber vermesidir. Filan gün şunu, şunu ve şunu işledi, diyecektir." (Peygamber devamla) buyurdu ki:

"İşte onun haberleri budur."

(Tirmizi) dedi ki: Bu hasen, garib,"sahih bir hadistir, Tirmizi, IV, 619, V, 446; Hakim, Müstedrek, II, 281; Nesâî, es-Sunenu'l-Kübra, VI, 520.

Bir diğer görüşe göre, şahit yaratıklardır. Onlar Allah'ın vahdaniyetine şahitlik etmişlerdir. Hakkında şahitlik olunan ise yüce Allah'ın tevhidi, vahdaniyetidir.

Şahit olunanın cuma günü olduğu da söylenmiştir. Nitekim Ebû'd-Derdâ yaptığı bir rivâyette Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir:

"Cuma gününde bana çokça salât (ve selam) getiriniz. Çünkü o gün meleklerin şahit olacağı, şahit olunan bir gündür" deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Bu hadisi İbn Mace ve başkaları rivâyet etmiştir. İbn Mace, 1, 524; Münziri, Terğib, II, 328 -senedinin ceyyid (sahiha yakın) olduğu kaydıyla-.

Buna göre Arafe günü meleklerin onda şahitlik etmeleri ve bugünde rahmetle inmeleri sebebiyle şahit olunan bir gündür, -İnşaallah- Kurban bayramının birinci günü de böyledir.

Ebû Bekr el-Attar dedi ki: Şahitlik eden, Hacer-i Esved'dir. O samimiyet, ihlâs ve yakın ile kendisine elini değdirenin lehine şahitlik edecektir. Şahit olunanlar ise hacılardır.

Şahitlik edenin peygamberler, hakkında şahitlik edilenin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu da söylenmiştir. Buna yüce Allah'ın:

"Hani Allah, peygamberlerden; size verdiğim kitab ve hikmetten sonra size beraberinizdekini doğrulayıcı bir peygamber gelince ... Öyleyse şahit olun ben de sizinle beraber şahitlik edenlerdenim, diye buyurmuştur" (Al-i İmrân, 3/81) âyeti açıklık getirmektedir.

4-5

Lanet olsun tutuşturulmuş ateş hendeklerinin sahiplerine!

"Lanet olsun... ateş hendeklerinin sahiblerine!" İbn Abbâs dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan her

"Kutile"

"Lanet olsun"; Lanet edildi demektir.

el-Ferrâ'nın görüşüne göre bu, yeminin cevabıdır. (Başına gelmesi gereken) "lam" ise mukadderdir. Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun. güneşe ve aydınlığına" (eş-Şems, 9/1) diye buyurduktan sonra;

"Onu temizleyen muhakkak felâh bulmuştur." (eş-Şems, 91/9) diye buyurmasına benzer. Bu da; "Yemin olsun... felâh bulmuştur" demektir.

İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Yani hendek sahibleri öldürüldü, burçlara sahib gök hakkı için. Bu açıklamayı Ebû Hatim es-Sicistani yapmıştır. İbnu'l-Enbari dedi ki: Bu yanlıştır. Çünkü herhangi bir kimsenin Zeyd kalktı Allah hakkı için, anlamında; "Allah'a yemin ederim ki Zeyd kalktı" demesi doğru değildir.

Bazıları yeminin cevabının: "Şüphe yok ki Rabbinin azabla yakalayıverişi pek çetindir" (12. âyet) olduğunu söylemişlerse de, bu güzel bir açıklama değildir. Çünkü her ikisi arasında ifadeler alabildiğine uzayıp gitmiş olmaktadır.

Cevabın:

"Şüphe yok ki mü’min erkeklerle, mü’min kadınlara işkence edip..." (10. âyet) âyeti olduğu da söylenmiştir.

Yeminin cevabı hazfedilmiştir. Yani yemin olsun burçlara sahib göğe. Elbette sizler ölümden sonra diriltileceksiniz, anlamındadır, diye de açıklanmıştır. İbnu'l-Enbari'nin tercih ettiği de budur.

"El-Uhdud"

"Hendekler"; Yerde uzunlamasına açılmış büyük yarık demektir. Çoğulu “Ehâdid” ...diye gelir. Gözyaşlarının aktığı yer için kullanılan "El-hadd" "Yanak" da buradan gelmektedir. "El-mehaddetu" "Yastık" da bu köktendir. Çünkü yanak, (aynı kökten gelen) onun üzerine konulur. Birtakım yaralardan dolayı kişinin yüzünde eğer uzunlamasına izler oluşursa: "Tehaddede vechu’r-raculu" "Adamın yüzünde (uzunlamasına) derin izler oluştu" denilir. Şair Tarafe şöyle demiştir:

"Ve bir yüz ki; sanki güneş onun üzerine örtüsünü, açmıştır

Rengi parlaktır, onda (parlaklığı veren) çizgileri yoktur."

"Tutuşturulmuş ateş" âyetindeki

"ateş" lâfzı, "hendekler"den bedel-i istimaldir.

“El-vekud"

"Tutuşturulmuş" lâfzı genel olarak "vav" harfi üstün olarak okunmuştur. Bu da odun demektir.

Katade, Ebû Recâ ve Nasr b. Âsım ise mastar olarak "vav"ı ötreli okumuşlardır. Alevli ve alev alarak yanan ateş demek olur. İnsanların bedenlerinde yanan, diye de açıklanmıştır.

Eşheb el-Ukaylî, Ebû's-Semmâl el-Adevî ve İbn es-Semeyka; “En-nâru zâtu” diye her iki kelimeyi de ötreli okumuşlardır ki; alevi bulunan o ateş, onları yaktı, demek olur.

6

O zaman onlar, o ateşin etrafında oturuyorlar;

"O zaman onlar, o ateşin etrafında oturuyorlar(di)." Yani o hendekleri açıp ateşin üzerinde oturanlar, mü’minleri o ateşe atıyorlardı. Bunlar Îsa ile Muhammed (ikisine de selam olsun) arasındaki fetret döneminde Necran denilen yerde idiler. Onlara dair hadisi rivâyet edenler, bazı farklılıklarla birlikte rivâyetlerinin anlamı birbirine yakındır.

Müslim'in Sahih'inde Suhayb'dan rivâyete göre, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Sizden öncekiler arasında bir kral vardı, Onun bir de sihirbazı vardı. Bu sihirbaz yaşlanınca krala dedi ki:

"Ben artık yaşlandım. Sen bana genç birisini gönder de ona büyüyü öğreteyim." Kral ona büyüyü öğretmek üzere bir genci gönderdi. Bu gencin gidip geldiği yolda bir rahib vardı. Onun yanına oturup sözlerini dinledi, hoşuna gitti. Bundan dolayı, büyücüye gidip geldiğinde rahibe de uğrar, onun yanında otururdu Büyücüye varınca, büyücü onu döverdi. Bu halini rahibe anlatıp şikâyette bulundu. Rahib ona:

"Büyücüden korkacak olursan "ailem beni geç gönderdi", dersin. Ailenden korkacak olursan, "büyücü benî alıkoydu", dersin." O bu halde iken, insanları bir yerde alıkoymuş pek büyük bir hayvan ile karşılaştı.

"Bugün büyücünün mü üstün, rahibin mi üstün olduğunu öğreneceğim gündür," dedi. Bir taş aldı ve:

"Allah'ım, eğer rahibin durumu Senin tarafından büyücünün durumundan daha çok sevilen bir hal ise, bu hayvanı öldür ki, insanlar yollarına devam edebilsinler" dedi ve taşı attı, O hayvanı öldürdü. İnsanlar da yollarına devam ettiler.

Rahibe giderek durumu bildirdi. Rahib ona:

"Evladım" dedi. "Bugün sen benden daha üstünsün. Sen gördüğüm şu hale ulaşmış bulunuyorsun. Şüphesiz pek yakında sen birtakım belalarla sınanacaksın. Eğer sınanacak olursan, sakın beni kimseye söyleme."

Delikanlı anadan doğma körü, abraşı iyileştiriyor, insanların diğer hastalıklarını tedavi ediyordu. Kral ile birlikte oturup kalkan kör birisi bu durumu işitti. Ona pek çok hediyeler götürerek dedi ki:

"Eğer bana şifa verecek olursan, buradakilerin hepsi senin olacaktır." Delikanlı:

"Ben kimseye şifa veremem" dedi. "Şifayı ancak Allah verir. Eğer sen Allah'a îman edecek olursan, ben de Allah'a dua eder, sana şifa verir." Bu şahıs Allah'a îman etti, Allah da ona şifa verdi.

Krala giderek önceden yanında oturduğu gibi oturdu. Kral ona:

"Senin yeniden görmeni sağlayan kimdir?" diye sordu, O:

"Rabbimdir", dedi. Kral:

"Senin benden başka bir rabbin de mi varmış?" deyince, arkadaşı:

"Benim de Rabbim, senin de Rabbin Allah'tır," dedi. Kral onu yakalattı ve delikanlıyı gösterinceye kadar ona işkence edip durdu. Delikanlı getirilince kral ona:

"Evladım" dedi senin büyücülüğün anadan doğma körü ve abraşı iyileştirecek noktaya, şunu şunu yapacak hale kadar da mı ulaştı?" dedi. Delikanlı:

"Ben hiç kimseye şifa veremem, şifayı ancak Allah verir", dedi.

Kral onu alıp yakalattı ve rahibin yerini gösterinceye kadar ona işkence edip durdu. Rahib getirildi, ona:

"Dininden dön" denildi. Ancak rahib bunu kabul etmedi. Kral testerenin getirilmesini istedi. Testere başının tepesine, saçlarını ayırdığı yere yerleştirildi ve iki parçası yere düşünceye kadar başını ortadan biçti.

Daha sonra kralın sohbet arkadaşı getirildi ona:

"Dininden dön", denildi, O da kabul etmeyince testere başının ortasına, saçlarını ayırdığı yere yerleştirildi ve iki tarafı da düşünceye kadar testere ile başını biçti. Daha sonra genç delikanlı getirildi, ona da:

"Dininden dön", denildi. Genç de bu teklifi kabul etmeyince kral onu arkadaşlarından birkaç kişiye teslim etti ve:

"Bunu alın, filan filan dağa götürün. Onu dağın tepesine çıkartın, zirvesine ulaştığınız vakit dininden dönerse mesele yok, aksi takdirde onu aşağıya atın," dedi. Delikanlıyı alıp gittiler ve onunla birlikte dağın tepesine çıktılar. Delikanlı:

"Allah'ım, ne ile dilersen onların kötülüklerine karşı beni koru!" dedi. Dağın üzerinde iken dağ sarsılmaya başladı, aşağı düştüler. Delikanlı kralın yanına yürüyerek geldi, kral ona:

"Seninle beraber gönderdiklerim ne yaptı?" diye sordu. Delikanlı:

"Allah, onlara karşı beni korudu", dedi.

Kral delikanlıyı arkadaşlarından bir diğer gruba teslim etti ve:

"Bunu alıp götürün, büyükçe bir gemiye bindirin, Denizin ortasına ulaştırın. Eğer dininden dönerse (mesele yok) aksi takdirde onu denize atın", dedi.

Delikanlıyı alıp gittiler. O da:

"Allah'ım, dilediğin şekilde onlara karşı beni koru!" diye dua etti. Onlar içinde oldukları halde gemi ters dönüp battı ve suda boğuldular. Delikanlı ise krala yürüyerek geri geldi. Kral ona:

"Beraberindekiler ne yaptı?" diye sordu. O da:

"Onlara karşı, Allah beni korudu", dedi. Delikanlı krala dedi ki:

"Benim söyleyeceklerimi yapmadığın sürece beni öldüremeyeceksin. " Kral;

"Peki o nedir?" diye sordu. Delikanlı dedi ki:

"Herkesi bir yerde toplayacaksın. Beni de bir ağacın üzerinde asacaksın. Sonra benim ok torbamdan bir ok al. Bu oku yaya yerleştir, sonra da: "Bu delikanlının Rabbi olan Allah adına", de ve bana oku at. Eğer sen böyle yapacak olursan, beni öldürebileceksin."

Kral halkı bir meydanda topladı. Delikanlıyı bir ağaca astı, sonra onun ok torbasından bir ok alıp oku yaya yerleştirdikten sonra: "Bu delikanlının Rabbi Allah adına!" deyip ona oku attı. Ok alnına isabet etti. Delikanlı elini okun düştüğü yerde alnına koydu ve vefat etti.

Ahali; "Delikanlının Rabbine îman ettik, delikanlının Rabbine îman ettik, delikanlının Rabbine îman ettik," dedi. Bu sefer krala gidilip, ona:

"Şimdi korktuğun şey başına geldi mi? Allah'a yemin olsun ki korktuğun şey başına geldi. İnsanlar îman etti", denildi. Bunun üzerine yolların başlarında hendekler kazılmasını emretti. Hendekler kazıldı, ateşler yakıldı ve şu emri verdi: "Kim dininden dönmeyecek olursa, o kimseyi o hendeklere atınız." Ya da ona: "Haydi buraya atla", denilsin (diye rivâyet edilmiştir.) Denileni yaptılar. Nihayet beraberinde bir yavrusu bulunan bir kadın geldi. Hendeğe atlamakta tereddüt etti. Yavrusu ona: "Anacığım sabret. Çünkü sen hak üzeresin, dedi." Müslim, IV, 2299-2300; İbn Hibban, Sahih, 111, 155-157; Taberani, Kebir, VIII, 43-44; Nesâî, es-Sünenu'l Kübra, VI, 510-511, Müsned, VI, 17.

Bu hadisi (Müslim'den başka) Tirmizi de bu manada rivâyet etmiştir. Tirmizi, V, 437.

Tirmizi'de su ifadeler de yer almaktadır: "Delikanlının yolu üzerinde manastırında ibadet eden bir rahib vardı." Ma'mer dedi ki: "Zannederim o günlerde manastırlarda bulunan kimseler müslüman idiler." Yine orada şöyle denilmektedir: İnsanları alıkoyan o hayvan bir arslan idi. Sözü edilen delikanlı defnedildi. -(Devamla) dedi ki-: "Nakledildiğine göre, Ömer b. el-Hattâb döneminde kabrinden çıkarıldığında, öldürüldüğü vakit koyduğu şekliyle parmağı alnı üzerinde duruyordu." Tirmizi dedi ki: Bu hasen, garib bir hadistir. Tirmizi, V, 437.

Bunu ed-Dahhak da, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Necran'da bir kral vardı. Onun ahalisi arasında kölesi bulunan bir adam vardı. O bu kölesine büyüyü öğretmek üzere bir büyücüye gönderdi. Kölenin yolu İncil okuyan bir rahibin yanından geçiyordu. Rahibten duydukları hoşuna gidiyordu. Rahibin dinine girdi. Döndüğü bir günde çok büyük bir yılanın insanların yolunu kestiğini gördü. Bir taş alıp; "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi olan Allah adına!" dedi (ve taşı attı) yılanı öldürdü,.. Sonra da az önce anlatılanlara yakın şeyleri zikretti... Kral ona ok atıp o köleyi öldürünce, kralın ülkesinin ahalisi:

"Abdullah b. Sâmir'in ilâhından başka hiçbir ilâh yoktur", dediler. Abdullah b. Sâmir o kölenin ismi idi. Kral bu işe çok kızdı ve emir verdi, hendekler kazıldı. Oraya odunlar toplandı, ateş yakıldı. Ülkesindeki ahaliyi ateşe sundu. Tevhidden vazgeçip dönenlere ilişmedi, dini üzerinde sebat edenleri ise ateşe attı. Süt emziren bir kadın getirildi, ona;

"Dininden dön, aksi takdirde seni çocuğunla birlikte (ateşe) atarız", denildi. Kadın çekindi ve içten içe dininden dönmek istedi. Süt emen bebek ona;

"Anacığım üzerinde bulunduğun inanç üzere sebat göster. Şüphesiz ki bu, bir göz açıp kapatacak kadar bir süredir", dedi. Kadını, çocuğu ile birlikte attılar.

Ebû Salih'in, İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre ateş, hendeklerden yukarılara çıktı. Kralın ve arkadaşlarının üzerinden kırk zira kadar yükseldi ve onları yaktı.

ed-Dahhâk dedi ki; Bunlar bir hristiyan topluluğu idiler. Yemen'de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak gönderilmesinden kırk yıl önce yaşamışlardı. Onları yakalayan Yusuf b. Şerâhil b. Tubba el-Himyerî idî. Bunlar otuz küsur adam idiler. Onlara hendek kazmış ve onları bu hendekte yakmıştı. Bunu el-Mâverdî nakletmiştir.

es-Sa'lebî'nın ondan (ed-Dahhak'tan) naklettiğine göre Ashab-ı Uhdud İsrailoğullarından idiler. Bunlar pek çok erkek ve kadın yakalamışlar ve onlara hendekler kazmışlardı. Sonra bu hendeklerde ateşler yaktılar, arkasından mü’minler bu hendeklerin başına getirildiler. Onlara: "Ya küfre döneceksiniz yahut ateşe atılacaksınız", dediler. İddia ettiklerine göre bu kimse Danyal ve arkadaşları idi. Bu açıklamayı Atiyye el-Avfi yapmıştır. Buna yakın bir rivâyet İbn Abbâs'tan da nakledilmiştir.

Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Bir kral sarhoş olup, kızkardeşi ile birlikte oldu. Bunu yönetimi altındakiler için bir kanun haline getirmek istedi. Fakat bunu kabul etmediler. Bu kadın ona; yüce Allah, kızkardeşleri nikâhlamayı helal kıldı, diye bir hutbe irad ettirmesi görüşünü işaret etti. Fakat onun bu dedikleri kabul edilmedi. Bu sefer ona onlar için hendekler kazmasını ve kendisine karşı gelen herkesi oraya atmasını telkin etti, o da bunu yaptı. İşte onlardan geri kalanlar kizkardeşleriyle evlenirler. Bunlar da mecusilerdir. Bunlar önceleri kitab ehli idiler.

Yine Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre Uhdud sahiblerinin (başına gelen olayların) sebebi şu idi. Yüce Allah, bir peygamberi Habeşlilere göndermişti, Ona birtakım insanlar tabi oldu. Ancak kavimleri bu îman edenlere hendekler kazdı. Peygambere uyan kimse bu hendeklere atılırdı. Süt emen bir bebeği bulunan bir kadın getirildi. Kadın bu işten korktu. Bebeği ona: "Anacığım devam et ve korkma", dedi.

Eyyûb'un rivâyetine göre İkrime dedi ki:

"Lanet olsun hendeklerin sahiblerine" âyeti hakkında dedi ki: Bunlar senin kavminden Sicistan'dan idiler.

el-Kelbî dedi ki: Bunlar Necran hristiyanları idi. Bu hendeklerin başına îman etmiş kimseleri yakalayıp getirdiler. Onlara yedi hendek kazdılar. Herbir hendeğin uzunluğu kırk zira, eni ise oniki zira idi. Daha sonra bu hendeğe naft (petrol) ve odun atıldı. Onlar da bu ateşe sunuldular. (Tekliflerini) kabul etmeyen kimseyi bu ateşe attılar.

Bu kimselerin Kostantin zamanında Konstantiniye'de bulunan hristiyan bir topluluk olduğu da söylenmiştir.

Mukâtil dedi ki: Uhdud sahibleri üç grubtur. Birisi Necran'da, diğeri Şam'da, diğeri ise Fars topraklarındadır. Şam'dakinin ismi Romalı Antıniyanus'dur. Fars diyarındakinin ismi Buht Nassar'dır. Arab topraklarındakinin ismi Yusuf b. Zû Nuvâs'dır. Allah Fars diyarı ile Şam diyarındaki hakkında Kur'ân'dan herhangi bir âyet indirmedi, fakat Necran'da bulunan kimse hakkında Kur'ân'dan âyetler indirdi. Şöyle ki; müslüman iki kişi vardı. Bunlardan birisi Tihame'de, diğeri Necran'da idi. Biri ücretle işçi oldu. Bir taraftan çalışıyor, diğer taraftan İncil okuyordu. Onu işçi tutanın kızı İncil'in okunuşundaki nuru gördü, babasına haber verdi, o da müslüman oldu. Îsa'nın yükseltilmesinden sonra erkek, kadın seksenyedi kişiye ulaştılar. Yusuf b. Zû Nuvâs b. Tubba el-Himyeri onlar için bir hendek kazdı ve o hendekte bir ateş yaktı. Onlara küfre dönmelerini teklif etti. Küfre dönmeyi kabul etmeyenleri ateşe attı ve: "Îsa'nın dininden dönen kimse ateşe atılmayacak", dedi. Bir kadının beraberinde henüz konuşmaya başlamamış küçük çocuğu vardı. Dininden geri dönecek oldu. Oğlu kendisine; "Anacağım" dedi. "Ben senin önünde asla sönmeyen bir ateş görüyorum." Her ikisi de kendilerini ateşe attı. Allah o kadını da, oğlunu da cennete koydu. Bir gün içinde o ateşe yetmişyedi kişi atıldı.

İbn İshak, Vehb b. Münebbih'den naklen dedi ki: Meryem oğlu Îsa (aleyhisselâm)'ın dinine mensub kimselerden geriye Kîmyûn adında bir kişi kalmıştı Bu kişi salih, çokça ibadet eden, dünyaya karşı zahid, duası kabul olunan bir zattı. Kasabalarda, kentlerde dolaşırdı. Bir yerde tanındı mı mutlaka oradan çekip giderdi. Yapı ustası idi, çamur yapardı.

Muhammed b. Ka'b el-Kurazî dedi ki: Necranlılar müşrik kimseler olup, putlara taparlardı. Necran’a yakın bir kasabada büyücü bir kişi vardı. Bu da Necranlıların çocuklarına büyü öğretirdi. Kîmyûn buraya gelip yerleşince, Necran ile büyücünün bulunduğu o kasaba arasında bir çadır kurdu. Necranlılar çocuklarını o büyücüye gönderiyor, o da onlara büyü öğretiyordu. Sâmir ona Abdullah b. es-Sâmir'i gönderdi. Bu da Necranlıların çocukları ile birlikle idi. Abdullah bu çadırda duran kimsenin (Kîmyûn) yanından geçti mi onun namaz kılması ve ibadeti hoşuna giderdi. Onun yanında oturmaya ve onun sözlerini dinlemeye başladı. Nihayet İslam’a girdi. Allah'ı tevhid etti ve ona ibadet etti. Allah'ın ism-i a'zam'ı hakkında sormaya koyuldu. Rahib ona bildiklerini öğretiyor fakat bu ismi ondan gizleyip, "kardeşimin oğlu" dedi. "Sen onu taşıyamazsın, onu taşıyamayıp zaafa düşeceğinden korkarım" dedi. Ebû Sâmir ise oğlunun diğer çocuklar gibi büyücüye gidip geldiğini zannediyor, hatırına başka bir şey gelmiyordu. Abdullah, rahibin kendisine Allah'ın ism-i azamini öğretmek istemediğini görünce, ok yapımında kullanılan tahta parçalarını toplayıp, bir araya getirdi. Allah'ın bildiği ne kadar ismi varsa onu bir parça üzerine yazıyordu. Herbir isine bir ok ayırmış oldu. Nihayet bütün isimleri yazınca bir ateş yaktı. Okları tek tek bu ateşe atmaya koyuldu. Nihayet ism-i azama gelince, onu da ateşe attı. Bu ok harekete gelip, ateşten çıktı ve ateşin ona hiçbir zaran olmadı. Bu oku alıp adamının yanına gitti ve kendisine öğretmeyip, gizlediği Allah'ın ism-i a'zaınını öğrenmiş olduğunu ona haber verdi. Abid ona:

"O nedir? " diye sorunca, genç

"şu ve şudur" dedi. Abid:

"Peki nasıl öğrendin?" diye sorunca, ona yaptıklarını bildirdi. Abid ona:

"Kardeşimin oğlu onu isabet ettirdin, fakat kendini iyi kolla! Ancak kendini koruyacağını da zannetmiyorum." Abdullah b. Sâmir Necran'a girdi mi artık her kimde bir rahatsızlık görüyor ise mutlaka: "Ey Allah'ın kulu sen Allah'ı tevhid et, dinime gir, ben de senin için Allah'a dua edeyim, O da senin başına gelen bu beladan seni esenliğe kavuşturup afiyet verecek" diye teklif ediyor, o şahıs da: "Olur" deyip, Allah'ı tevhid edip müslüman oluyordu. Genç de onun için Allah'a dua ediyor, şifa buluyordu. Öyle ki Necran'da bir musibeti bulunan herkes onun yanına geldi ve onun dinine uydu, o da o kimseye dua etti ve iyileşti.

Nihayet onun bu durumu krallarına bildirildi. Kral onu çağırarak şöyle dedi;

"Sen benim ülke ahalimi, benim aleyhime ifsad etmiş oldun. Benim ve atalarımın dinine muhalefet ettin. Yemin olsun seni ibretli bir şekilde cezalandıracağım", dedi. Genç:

"Buna gücün yetmez", dedi. Kral onu birileriyle yüksekçe dağa gönderiyor, tepesi üzerine atılıyor, fakat hiçbir şey olmaksızın ayağa kalkıyordu. Onu Necran sularına atılmak üzeru gönderiyordu. Bu sulara düşen herşey mutlaka yok olur. giderdi. Bu sulara atılıyor, fakat ona hiçbir şey olmaksızın dışarı çıkıyordu. Nihayet onu aciz bırakınca Abdullah b. Sâmir ona dedi ki;

"Allah'ı tevhid etmedikçe benim îman ettiğime sen de inanmadıkça beni öldüremeyeceksin. Eğer sen bunu yaparsan o vakit bana musallat kılınır ve beni öldürebilirsin."

Bu kral Allah'ı tevhid etti ve onun getirdiği şekilde şehadet getirdi. Sonra ona bir sopa ile darbe indirdi. Başında pek büyük olmayan küçük bir yara açtı ve onu öldürdü. Kral da olduğu yerde öldü.

Necranlılar Abdullah b. Sâmir'in dinini hep birlikte kabul ettiler. O da Meryem oğlu Îsa'nın getirdiği İncil'e ve onun hükmüne bağlı idi. Daha sonra onların din mensuplarına isabet eden olaylar ve onların başlarına gelen musibetler, bunların da başına geldi. İşte Necran'da hristiyanlığın esası buraya dayanır.

Yahudi Zu Nuvaş, Himyer'den askerleriyle üzerlerine yürüdü. Onları yahudiliği kabul etmeye davet etti ve yahudi olmak ya da öldürülmekten birisini tercih etmelerini istedi. Onlar öldürülmeyi tercih ettiler. Onlar için hendekler açtı. Kimilerini ateşle yaktı, kimilerini kılıçla öldürdü. Kimilerinin de azalarını kesti. Nihayet onlardan yirmibin kişi öldürdü. Vehb b. Münebbih, oniki bin kişi dedi.

el-Kelbî dedi ki: Ashab-ı Uhdud yetmişbin kişi idiler.

Vehb dedi ki: Daha sonra Aryât, Yemen'i ele geçirince, Zû Nuvâs kaçarak çıkıp gitti. Atıyla denize yürüdü ve suda boğuldu.

İbn İshak dedi ki: Burada sözü edilen Zû Nuvâs'ın asıl ismi Zür'a b. Tubbân Es'ad el-Himyeri'dir. Aynı şekilde ona Yusuf da deniliyor idi. Bunun sallanan saç örükleri vardı. Bundan dolayı ona Zû Nuvâs (örüklü) ismi verildi. O bu işi Necranlılara yaptı, onlardan ismi Devs Zû Salebân olan birisi kurtuldu. Onlardan intikam almak üzere Habeşlileri, Necranlıların üzerine gitmeye teşvik etti. Onlar da Yemen'i ele geçirdiler ve Zû Nuvâs denizde kendisini denize atarak öldü. Amr b. Madîkerib onun hakkında şunları söylemektedir:

"Sanki sen en nimetli yaşayış süren Zû Ruayn

Yahut Zû Nuvâs'mışsın gibi, beni tehdit mi ediyorsun?

Fakat senden önce nice nimet görmüş kimse vardı,

İnsanlar arasında sapasağlam ve sabit mülk sahibi,

Eski dönemden taat döneminden beri süre gelen,

Büyük kahredici zorba ve katı kimseler.

Zaman onların mülklerini ortadan kaldırdı, sonunda

Bu kimilerinden, kimilerine aktarılır oldu."

(Burada sözü geçen) Zû Ruayn, Himyer krallarından bir kraldır. Ruayn onun bir kalesi idi. Bu kişi de el-Haris b. Amr b. Himyer b. Sebe' soyundandır.

İnanç Dolayısıyla Karşı Karşıya Kalınan Mihnetler ve Bunlara Karşı İnananların Takınmaları Gereken Tutum:

İlim adamlarımız dedi ki: Yüce Allah, bu âyet-i kerimede, bu ümmetin îman edenlerine kendilerinden önce Allah'ı tevhid edenlerin karşı karşıya kaldıkları zorlukları bildirmekte ve bu yolla onları teselli etmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da onlara karşılaştıkları işkence ve acılara, fiilen yaşadıkları meşakkatlere sabır göstersinler diye onlara bu delikanlının kıssasını anlattı ki; onlar da bu delikanlının sabır, haktaki sebat ve ona sımsıkı sarılması, davasının güçlenerek ortaya çıkması için kendisini feda etmesi, yaşının küçüklüğüne rağmen insanların dinîne girmesi ve sabrının büyüklüğü hususunda, bu delikanlının gösterdiği örneklere uysunlar. Rahib de aynı şekilde sımsıkı hakka sarılarak sabretmiş ve sonunda testere ile ikiye bölünmüştür. Aynı şekilde birçok insan da yüce Allah'a îman edip, îman onların kalplerine yerleşince, kök salınca, ateşe atılmaya dahi sabrettiler ve dinlerinden geri dönmediler.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Daha önce en-Nahl Sûresi'nde (6/106. âyet, 2. başlık ve devamında) geçtiği üzere- bu, bize göre mensuhtur.

Derim ki: Bize göre mensuh değildir. Nefsi güçlü olan ve dininde sebat gösteren kimseler için, bu gibi hususlar üzerinde sabretmek daha uygundur. Yüce Allah Lukman'dan haber vererek şöyle buyurmaktadır:

"Oğulcuğum namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, münkerden alıkoy. Sana isabet edene de sabret. Çünkü bunlar kesin olarak emredilen işlerdendir." (Lukman, 31/17)

Ebû Said el-Hudrî'nin rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki zalim bir hükümdar huzurunda söylenecek adaletli (hak) bir söz, en büyük cihad türündendir,"

Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş olup, "hasen, garib bir hadistir" demiştir. Tirmizi, IV, 471; Ebû Davud, IV, 124; Nesâî, VII, 161; İbn Mace, II. 1329, 1330; Müsned, III, 19, 61, IV, 315

İbn Sencer (Muhammed b. Sencer) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın azadlılarından Umeyme'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın abdest almasına yardım ediyordum. Ona bir adam geldi ve: Bana tavsiyede bulun, dedi. Peygamber: "Parça parça edilsen yahut ateşte yakılsan dahi Allah'a hiçbir şeyi ortak koşma..." diye buyurdu.' Hakim, Müstedrek, IV, 44; Ebû Bekr eş-Şeybânî, el-Âhâd ve'l-Mesâni, VI, 315; ayrıca bk. İbn Mâce, 11, 1339; Taberânî, Kebir, IV, 81

İlim adamlarımız dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in ashabından pek çok kimse öldürülmek, asılmak ve ağır işkencelere tabi tutulmakla mihnete uğratıldı. Onlarsa sabrettiler ve hiç bu kabilden şeylere (ruhsatlara) iltifat etmediler. Bu hususta Âsım, Hubeyb ve arkadaşlarının kıssası ile onların karşı karşıya kaldıkları savaşlar, mihnetler, ölüm, esirlik, yakılmak ve daha benzer hususlar örnek olarak yeter. Nahl Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) bu hususta gücü yeten ve tahammül gösteren kimseler hakkında bu tutumun icma' ile kabul edilmiş olduğuna dair açıklama geçmiş bulunmaktadır. Bu açıklamayı oradan takib edebilirsiniz.

"Lanet olsun... hendeklerin sahiblerine." Bu, o kâfirlere yüce Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmaları için yapılan bir bedduadır.

O mü’minlerin öldürüldüğüne dair haber vermek anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani onlar ateşte yakılarak öldürüldüler, fakat sabrettiler.

Bir başka açıklamaya göre bu, sözü edilen o zâlimler hakkında haber veren bir âyettir. Çünkü rivâyet edildiğine göre yüce Allah, hendeklere atılan kimselerin ruhlarını ateşe ulaşmadan önce kabzetmiştir. Hendeklerden bir ateş çıkıp, ateşin başında oturan o kimseleri yakmıştır.

Bir diğer görüşe göre; mü’minler kurtuldu ve ateş orada oturan kimseleri yaktı. Bunu en-Nehhâs zikretmiştir.

"Aleyhâ"

"Etrafında" lâfzı; "Indehâ"

"Yanında" demektir. Burada: "Alâ" "Üzerinde" lâfzı; "Inde" "Yanında" demektir.

"Etrafında" âyetinin hendeklerin kıyılarında, ona yakın olan yerlerde, anlamında olduğu da söylenmiştir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Ve bol bağışlarda, basit şeylerde ateşin üzerinde (yakınında) kaldı."

"İz" "O zaman" lâfzındaki âmil, "Kutile" "lanet olsun" anlamındaki âyettir ki; o vakitte onlara lanet olundu, demektir.

7

Ve onlar mü’minlere yaptıkları şeyleri görüyorlardı.

"Ve onlar, mü’minlere yaptıkları şeyleri görüyorlardı." Yani kâfirler, orada hazır bulunuyorlardı. Onlar mü’minlere küfrü teklif ediyorlar. Tekliflerini kabul etmeyeni ateşe atıyorlardı. Bu ifadeler onları önce katı yüreklilikle, diğer taraftan da bu hususta gayretli olmakla nitelendirilmektedirler.

"Alâ" burada; "Mea" "Beraber" anlamındadır. Yani onlar mü’minlere yaptıklarına aynı zamanda şahit idiler.

8

Onların bunlardan İntikam almalarının tek sebebi, Aziz ve Hamid olan Allah'a îman etmiş olmaları idi.

"Onların bunlardan intikam almalarının tek sebebi" âyetindeki:

"Nekamu"

"intikam almaları" lâfzını Ebû Hayve kesreli olarak; "Nekimu" diye okumuştur. Ancak fasih olan "kaf" harfinin üstün okunmasıdır. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/74, âyet,. 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Yani o kral ve arkadaşlarının ateşte yaktıkları kimselerden intikam almalarının tek sebebi,

"Aziz", kendisine zarar verilemeleyen mutlak galib

"ve Hamid", her durumda kendisine hamdedilen

"Allah'a îman etmiş" tasdik etmiş

"olmaları idi."

9

O, göklerin ve yerin mülkü yalnız kendisinin olandır. Allah herşeyi çok iyi görür.

"O, göklerin ve yerin mülkü yalnız kendisinin olandır." Onun bunlarda hiçbir ortağı, eşi ve benzeri voktur.

"Allah herşeyi çok iyi görür." Yani yarattıklarının amellerini çok iyi bilir ve hiçbir şey O"na gizii kalmaz

10

Şüphe yok ki mü’min erkeklerle, mü’min kadınlara işkence edip, sonra da tevbe etmeyenler için, (evet) onlar için cehennem azâbı ve onlar için bir de yanma azâbı vardır.

"Şüphe yok ki mü’min erkeklerle, mü’min kadınlara işkence edip" yani onları ateşte yakıp...

Araplar bir kimse dirhemin ya da dinarın kalitesini anlamak maksadıyla ateş ocağına sokacak olursa (burada işkence anlamı verilen "fitne" kökünden gelen fiili kullanarak; "Fetene fulânun eddirheme ved-dinâra" "Filan kişi dirhemi ve dinarı ateşe arzetti" derler. "Dinârun meftunun" "Fitneye maruz kalmış dinar" "ateşe arzedilmiş dinar" demektir. O bakımdan kuyumcuya "el-Fettân" ismi verilir. Şeytana da bu isim verilir. "Verikun fetinun" "Ateşte yanmış gümüş" demektir. Çürümüş siyah taşlan bulunan (el-Harre diye bilinen) yere de "Fetin" denilir. Taşları ateşte yakılmış gibi yer, demek olur. Böyle denilmesi ise siyahlığından ötürüdür.

"Sonra da tevbe etmeyenler" yani o delikanlı vasıtası ile Allah'ın bu zorba ve zalim hükümdar ile onun kavmine göstermiş olduğu bunca âyet ve belgelere rağmen, yaptıkları çirkin işten tevbe etmeyenler

"için", (evet)

"onlar İçin" küfürleri sebebiyle, "cehennem azâbı ve onlar için" mü’minleri ateşte yaktıkları için dünyada da

"bir de yanma azâbı vardır." Bu (dünyada yanışları) daha önce İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiş idi.

Bir diğer açıklamaya göre;

"ve onlar için bir de yanma azâbı vardır" yani âhirette, onlar için mü’minleri yaktıklarından ötürü, kâfirliklerinin azabından ayrı olarak bir azâb daha olacaktır.

Bir diğer açıklamaya göre, onlar için bir azâb vardır ve ayrıca yanma azâbı olan cehennem azâbı vardır.

"Yanma" "el-harik" cehennemin "es-Sâir" ismi gibi isimlerinden bir isimdir. Cehennem ateşinin bir çok derekesi, türleri vardır ve çeşitli isimleri bulunmaktadır. Sanki onlar cehennemde zemherîr ile azâb edilecekler, sonra da yanma azâbı ile azâb edileceklerdir. Birincisi cehennemin soğuğu ile azabtır, ikincisi ise sıcağı ile bir azabtır.

11

Muhakkak îman edip, salih amel işleyenler için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur.

"Muhakkak" Allah'a

"îman edip" yani O'nu ve rasûllerini tasdik edip

"salih amel işleyen" bu kimse

"ler için altlarından (zemininden)" kokmayan sudan, tadı değişmeyen sütten, içenlere bir lezzet veren şaraptan "ırmaklar akan" ve süzülmüş baldan ırmaklar akan "cennetler" bahçeler

"vardır. İşte büyük" yani hiçbir kurtuluşun kendisine benzemediği

"kurtuluş budur."

12

Şüphe yok ki; Rabbinin azabla yakalayıverişi pek çetindir.

"Şüphe yok ki; Rabbinin" zorbaları ve zâlimleri

"azabla yakalayıverişi pek çetindir." Bu âyet, yüce Allah'ın:

"Rabbin zulüm yapan ülkeleri yakaladığında işte böyle yakalar. Şüphesiz O'nun yakalayışı pek acıklı, pek şiddetlidir." (Hud, 11/102) âyeti gibidir. Daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

el-Müberred dedi ki:

"Şüphe yok ki; Rabbinin azabla yakalayıverişi" âyeti yeminin cevabıdır. Yani yemin olsun burçlara sahih göğe ki, şüphesiz Rabbinin azapla yakalayıverişi... demektir Aradaki ifadeler ise mutariz (ara cümlesi) olup, yemini tekid etmektedir. et-Tirmizî el-Hakîm de Nevâdiru'l Usul adlı eserinde böyle demiştir Yemin "pek çetin" olmakla nitelendirilmiş olan şey hakkındadır.

13

Çünkü ilkin var eden de, diriltecek olan da yalnız O'dur.

"Çünkü ilkin var eden de, diriltecek olan da yalnız O'dur." İlim adamlarının çoğunluğundan gelen rivavetlere göre kasıt, yaratılmışlardır. İlk olarak onları, O, var ettiği gibi, ölümden sonra diriliş halinde de tekrar onları yaratacak olan O'dur. İkrime rivâyetle dedi ki Kâfirler şanı yüce Allah'ın, Ölüleri dirilteceğine hayret etmişlerdir. İbn Abbâs dedi ki: Dünya hayatında iken yanma azabını onlar için ilk olarak var edeceği gibi. âhırette de bu azâbı onlar için tekrar yaratacaktır. Taberî'nin tercih ettiği açıklama da budur.

14

O, çok mağfiret eden, pek sevendir.

"O, çok mağfiret eden" mü’min kullarının günahlarını çokça örtüp, günahları sebebiyle onları rezil ve rüsvay etmeyen, gerçek dostlarını "pek sevendir."

ed-Dahhâk, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eder: (Vedûd) tıpkı sizden bir kimsenin kardeşine müjde ve sevgi vermeyi istemesi gibi (sever)

Yine ondan rivâyete göre

"el-Vedüd: pek seven" gerçek dostlarının günahlarını bağışlayarak onlara sevgi gösterendir. Mücahid: Gerçek dostlarına çokça sevgi gösteren demek olup, burada "feûl" veznindeki lâfız "fail" anlamındadır.

İbn Zeyd: Rahîm (pek merhametli) demektir diye açıklamıştır. el-Müberred, İsmail b. İshak'dan naklettiğine göre Vedûd, çocuğu olmayan demektir, demiş ve şairin şu beyitini zikretmiştir:

"Ve ben, korku ve dehşet zamanlarımda (savaşta) çıplak (eğersiz)

Binilmesi kolay, dizgine vurulmamış ve vedûd (bir ata) binerim."

Kendisine şefkat duyacak tayı olmayan at demektir.

Buna göre, âyetin anlamı şöyle olur: O kullarına mağfiret buyurur, oysa O'nun kendisi sebebiyle onlara mağfirette bulunacağı bir evladı da yoktur. Böylelikle onlara karşılıksız mağfiret etmekle lütufta bulunmuş olur.

"Vedûd"un mevdûd (pek sevilen) anlamında olduğu da söylenmiştir. "Rekub"un binilen "helûb"un da süt veren anlamında olduğu gibi. Salih kulları onu pek sever, demek olur.

15

Arş'ın sahibidir, Mecîd'dir.

"Arş'ın sahibidir, Mecîddir." Âsım dışında kalan Kûfeliler:

"Mecîd"

"Arş’ın sahibi" şeklinde kesreli ve

"Arş"ın sıfatı diye okumuşlardır. "Rabbinin" lâfzının sıfatı diye de açıklanmıştır. Yani senin Mecid olan Rabbinin azâb ile yakalayışı pek çetindir. Burada arada başka ifadelerin girmesi (ona sıfat olmasına) engel değildir. Çünkü bunlar da şiddeti açıklamak bakımından sıfat hükmündedirler.

Diğerleri ise; "Zu" "Sahib" lâfzının sıfatı olarak ref ile okumuşlardır ki bu da yüce Allah'dır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Çünkü Mecd, kerem ve lütuftaki en ileri dereceyi ifade eder. Şanı yüce Allah da bununla muttasıftır. Bununla birlikte el-Mü’minün Sûresinin sonlarında (23/116. âyet-i kerimede) yüce Allah'ın arşı "el-Kerîm" olmakla nitelendirilmiş bulunmaktadır.

Araplar der ki: "Fi kulli şecerin nârun, ve estemcede’l-merhu ve’l-afâru" "Her ağaçta ateş vardır fakat bu bilhassa merh ve afar denilen ağaçlarda çok daha fazladır." Yani bunlardaki ateş en ileri derecededir ki, bunlardan kolaylıkla (birbirlerine sürtmek suretiyle) ateş alınır.

"Arş'ın sahibi" mutlak mülk ve saltanatın sahibi demektir. Nitekim "filan kişi mülkünün tahtı üzerindedir" denilir, isterse o fiilen tahtın üzerinde olmasın. "tulle arşuhu" "Saltanat ve egemenliği gitti" de denilir. Bu hususa dair açıklamalar daha önce el-A'raf Sûresinde. (7/54. âyetin tefsirinde) ve özellikle de "Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde geçmiş bulunmaktadır.

16

Ne dilerse yapandır.

"Ne dilerse yapandır." Dilediği hiçbir şeyi engelleyecek kimse yoktur.

ez-Zemahşerî dedi ki:

"...yapandır" âyeti hazfedilmiş bir mübtedânın haberidir Burada; "Fa’âlun"

"Yapandır" şeklinde gelmesi, O'nun dileyip, yaptığı şeylerin son derece çok oluşundan dolayıdır.

el-Ferrâ'' dedi ki; Bu âyet tekrar ve isti'nâf olmak üzere merfu gelmiştir. Çunku katıksız hır nekredir.

Taberî de şöyle demiştir

"Yapandır" anlamındaki lâfzın katıksız bir nekre olmakla birlikte ref ile gelmesi.

"O, çok mağfiret eden, pek sevendir" anlamındaki âyetin irabına tabi kılmak suretiyledir.

Ebû's-Sefer'den şöyle dediği nakledilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bir grub, Ebû Bekir (radıyallahü anh)'ın hastalığında onu ziyaret etmek üzere girdiler ve:

"Sana bir doktor getirelim mi?" dediler, O:

"Doktor beni gördü" dedi.

"Sana ne dedi?" diye sordular:

"Ben dilediğimi yapanım, dedi" diye cevab verdi.

17

Geldi ya sana! O orduların haberi,

"Geldi ya sana! O orduların haberi!" Yani ey Muhammed, o kâfir ve peygamberlerini yalanlayan toplulukların haberi sana gelmiş bulunmaktadır.

Bu âyet ile ona (Peygambere) ünsiyet vermekte ve onu teselli etmektedir.

18

Fir'avun ile Semûd'un.

Sonra bunların kim olduklarını açıklayarak: "Fir'avun ile Semûd'un" diye buyurmaktadır. Burada bu iki lâfız da

"ordular" anlamındaki lafızdan bedel olarak cer konumundadırlar. Yani, şüphesiz ki sen, bunların peygamber ve rasulllerini yalanlamaları üzerine Allah'ın onlara neler yaptığını bilmiş bulunuyorsun.

19

Hayır! Bu kâfir olanlar yalanlamaktadırlar.

"Hayır!" Şu sana îman etmeyen,

"bu kâfir olanlar" kendilerinden öncekilerin yaptıkları şekilde seni

"yalanlamaktadırlar."

Özellikle Fir'avun ve Semûd'u sözkonusu etmesi, Semûd'un Arap topraklarında yaşamış olmaları, onların kıssalarının Araplarca -eski dönemlerde yaşamış olanlardan olmakla birlikte- meşhur olmasıdır. Fir'avun'un durumu da kitab ehli ve diğerleri nezdinde meşhur idi, O da son dönemlerde helâk edilenlerdendi, Böylelikle bu ikisinin sözkonusu edilmesi, helâk hususunda kendileri gibi olanların da helâk edileceğine delil olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

20

Halbuki Allah, onları arkalarından kuşatandır.

"Halbuki Allah, onları arkalarından kuşatandır." Yani Fir'avun’un başına indirdiği belaların benzerini bunların başına indirmeye kadirdir. Etrafı kuşatılan kimse tıpkı muhasara altına alınmış bir kimse gibidir. Allah, onları çok iyi bilendir. O bakımdan Allah, onları cezalandıracaktır, demek olduğu da söylenmiştir.

21

Daha doğrusu o, çok şerefli bir Kur'ândır.

"Daha doğrusu o, çok şerefli bir Kur'ândır." Şerefi, cömertliği, bereketi sonsuzdur. O insanların ihtiyaç duydukları din ve dünya ahkamına dair bir açıklamadır. Müşriklerin iddia ettikleri gibi değildir.

"Mecid: Çok şerefli" yaratılmamış anlamındadır, diye de açıklanmıştır.

22

Levh-i Mahfuz’dadır.

"Levh-i Mahfuzdadır." Yani, yüce Allah tarafından şeytanların kendisine ulaşmasından yana koruma altında bulunan bir Levh'de yazılıdır. Bunun Ümmü’l-Kitab olduğu da söylenmiştir. Kur'ân-ı Kerîm ve sair kitablar ondan intinsah edilmiştir.

ed-Dahhak, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Levh, kırmızı bir yakuttandır. Üst tarafı Arş'a bağlanmıştır, alt tarafı ise Mâtiryûn diye anılan bir meleğin kucağındadır. Onun yazısı da nurdur, kalemi de nurdur. Yüce Allah, her gün ona üçyüzaltmış defa bakar. Mutlaka bunların herbirisinde dilediğini yapar. Düşük durumda olanı yükseltir, yüksek durumda olanı alçaltır. Fakir bir kimseyi zengin kılar, zengini fakir kılar. Öldürür, diriltir, dilediği herşeyi yapar. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.

Enes b. Malik ve Mücahid dedi ki: Yüce Allah'ın sözkonusu ettiği Levh-i Mahfuz İsrafil'in alnındadır.

Mukâtil dedi ki: Levh-i Mahfuz Arşın sağ tarafındadır.

Yaratıkların, yaratılmışların çeşitlerinin durumlarının açıklamasının bulunduğu, ecellerinin, azıklarının ve amellerinin sözkonusu edildiği, haklarında uygulanacak olan hüküm ve kazalar, işlerinin akibetlerinin belirtildiği Levh-i mahfuz ile Ummu'l-Kitab aynı şeylerdir,

İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah'ın Levh-i Mahfuz'a yazdığı ilk şey şudur: "Şüphesiz ki Ben Allah'ım, Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Muhammed Benim Rasûlümdür. Her kim Benim kazama teslimiyet gösterir, belalarıma sabreder, nimetlerime şükredecek olursa, Ben onu sıddîk olarak yazarım, sıddiklarla birlikte onu diriltirim. Kim kazama teslimiyet göstermez, belâma karşı sabretmez, nimetlerime şükretmezse Benden başka bir ilâh edinsin."

el-Haccac, Muhammed b. el-Hanefiyye (radıyallahü anh)'a bir mektub yazarak onu tehdit etmişti. Muhammed İbnu'l-Hanefiyye ona şunları yazdı: "Bana ulaştığına göre yüce Allah her gün Levh-i mahfuza üçyüzaltmış defa nazar eder. Kimisini aziz, kimisini zelil eder. Kimisini belaya maruz bırakır, kimisini sevindirir, dilediği herşeyi yapar. Belki bu nazarlarından birisi seni bizzat kendinle meşgul eder, sen onunla uğraşır ve (bana zarar verecek) vakit bulamazsın."

Müfessirlerden kimisi şöyle demiştir: Levh, meleklere parıldayan ve onların da kendisini okudukları bir şeydir.

İbnu's-Semeyka' ve Ebû Hayve: "Kur'ân’un mecidun" "Mecid (çok şerefli) olanın Kur'ân’ı" diye izafet olarak okumuşlardır ki, Mecid (çok şerefli) bir Rabbin Kurân'ı demek olur.

"Levh-i mahfuzdadır" anlamındaki âyeti da Nafi: "Fi levhin mahfuzun" "Bir levhtedir, korunmuştur" şeklinde, Kur'ân'ın sıfatı olmak üzere merfu okumuştur. Yani daha doğrusu o çok şerefli ve bir levhte korunmuş Kur'ân'dır, anlamındadır. Diğerleri ise (mahfuz lâfzını) cer ile "levh'in sıfatı diye okumuşlardır.

"Levh" lâfzının "lam" harfinin fethalı okunacağında kıraat âlimlerinin ittifakı vardır. Bundan tek istisna Yahya b. Ya'mer'den gelen rivâyettir. O "lam" harfini ötreli olarak "luvhin" diye okumuştur ki, "o parıldar" demek olur. O, nurlu, yüce ve şereflidir.

ez-Zemahşerî dedi ki: "El-luh" "Hava" demektir. Yani "lûh" içinde Levh'in bulunduğu yedinci semanın üstündedir. es-Sıhah ta da şöyle denilmektedir: "Lâhe’ş-şey’u, yeluhu, levhan" "O şey göründü, görünür" demektir. "Lâhehu’s-sefer" "Yolculuk onu değiştirdi"; "Lâhe, levhan ve levâhen" "Susadı, susamak" demektir, "El-lâhu" da aynı onun gibidir. "El-levh" "Kürek kemiği ve enîi olan herbir kemik" demektir. "El-levh" "Üzerinde yazı yazılan (tahta)"dır. Ötreli olarak; "El-luh" "Sema ile arz arasındaki hava (boşluğu)" demektir.

Yüce Allah'a hamdolsun.

0 ﴿