TÂRIK SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Mekke'de inmiştir, onyedi âyettir. 1Yemin olsun göğe ve Tarık'a; "Yemin olsun göğe ve Tarık'a"; âyetinde, iki şeye yemin edilmektedir. "Göğe" bir yemin, "Tarık'a" da bir diğer yemindir. 2Tarık'ın ne olduğunu ne bildirdi sana? Târik, yıldız demektir. Nitekim yüce Allah; "Tarık'ın ne olduğunu ne bildirdi sana? O, delip geçen yıldızdır." âyetiyle bunu açıklamaktadır. Hangi yıldız olduğu hususunda da görüş ayrılığı vardır. Bunun yedinci semada bulunan gezegen olan Zuhal (Satürn) olduğu söylenmiştir. Bunu Muhammed b. el-Hasen (b. Miksem, Ebû Bekir el-Attar) Tefsir'inde zikretmiş ve bu hususta birtakım haberler kaydetmiştir. Bunların ne kadar sahih olduğunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Zeyd: Bu yıldız Ülker yıldızıdır demiştir. Yine ondan, bu yıldızın Zuhal (Satürn) olduğu da nakledilmiştir, el-Ferrâ'' da böyle demiştir. 3O, delip geçen yıldızdır. İbn Abbâs: Bu oğlaktır demiştir. Yine ondan ve Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anhüma) ile el-Ferrâ'dan nakledildiğine göre "delip geçen yıldız" yedinci semadaki bir yıldızdır. Bu semada, o yıldızdan başka yıldız bulunmaz. Sair yıldızlar semada yerlerini aldıklarında bu yıldız da onların semasına iner ve onlarla birlikte bulunur. Sonra da yedinci semadaki yerine geri döner. Bu yıldız Zuhal (Satürn)dir. O bakımdan bu inerken de bir Tarık'tır, yerine çıkarken de bir Tarık'tır. el-Ferrâ', kuş yükseldiği vakit; "Sekabe’t-tâiru" denildiğini nakletmektedir. Ebû Salih, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Talib ile birlikte oturuyor idi. Bir yıldız düştü, yeryüzünün her tarafı aydınlandı. Ebû Talib bundan korktu ve: "Bu nedir?" dedi. Peygamber şöyle buyurdu: "Bu kendisi ile (şeytanların) taşlandığı bir yıldızdır, bu yüce Allah'ın âyetlerinden bir âyettir." Ebû Talib bu işe hayret etti ve: "Yemin olsun göğe ve Tarık'a" âyeti nazil oldu. el-Vâhidi, Esbâbu Nüzûli'l-Kur’ân, s. 476. Yine İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir: "Yemin olsun göğe ve Tarık'a" semaya ve onda yükselen şeylere demektir. Yine İbn Abbâs ve Atâ'dan: "Delip geçen" şeytanın kendisi ile taşlandığı yıldızdır, diye açıklamış oldukları rivâyet edilmiştir. Katade dedi ki: Bu âyet diğer yıldızlar hakkında da umumidir. Çünkü bu yıldızların hepsi geceleyin doğarlar. Geceleyin sana gelen herbir şeye; "Târik" denilir. Şair şöyle demiştir: "Senin gibi hamile ve süt emziren nice kadına geceleyin gittim de, Nazarlık taktığı yahut süt emzirdiği evladı ile ilgilenmekten alıkoydum onu." Yine bir başka şair şöyle demektedir: "Görmediniz mi beni, geceleyin (ona) gittiğim her seferinde Koku sürünmemiş olsa dahi, onda bir hoş koku gördüğümü?" Buna göre "Târik" yıldız için cins isimdir. Ona bu ismin veriliş sebebi geceleyin görülmesidir. Şu Hadîs-i şerîfte de (bu lâfız) bu anlamda kullanılmıştır: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kocası yanında bulunmayan hanım, (etek) traş(ı) olsun, saçı başı birbirine karışmış kadın taransın diye, yolculuktan dönenin hanımının yanına geceleyin (habersiz) girmesini yasaklamıştır." Bu manadaki hadisler için bk: Buhârî, V, 2008, 2009: Müslim, III, 1527; Müsned, III. 298, 355. Araplar geceleyin bir yere giden herkese "Târik" derler. Geceleyin gelen bir kimseye; "Taraka fulanun" "Filan geceleyin geldi" denir. Fiil; "Taraka, yetruku, turukan" "Geceleyin geldi gelir, geceleyin gelmek" ...diye gelir. Bu işi yapan kimseye de (ism-i fail): "Târık" denilir. İbnu'r-Rumî şöyle demiştir: "Ey başlangıcı vaktinde sevinip, geceleyin uyuyan kişi! Kötü musibetler bazan seher vakti gelebilirler. Baş tarafı hoş olan bir gece dolayısıyla sevinme sakın! Nice gece sonları ateşler körükler." es-Sıhah’ta şöyle denilmektedir: Târik, kendisine 'sabah yıldızı" denilen bir yıldızdır. Hind'in söylediği şu beyitte de bu anlamdadır: "Bizler, yani Tarık'ın kızları Yastıklar (değerli yaygılar) üzerinde yürürüz." Yani bizim babamız, şeref itibariyle aydınlık saçan yıldız gibidir. el-Maverdî dedi ki: "Tark"ın asıl anlamı dövmektir. (Balyoza, büyük çekice) "mitraka" denilmesi de burdan gelmektedir. Geceleyin gelen kimseye "Târık" deniliş sebebi, yerine ulaşmak için (kapı ve benzerlerini) "çalmaya" ihtiyacı oluşundan dolayıdır. Bazıları da şöyle demiştir: Tark, gündüz de olabilir. Çünkü Araplar: "Eteytuke’l-yevme tarkateyni" "Bugün sana iki tarka (defa) geldim." derler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Euzu bike min şerri tavâriki‘l-leyli ve’n-nehâri illâ târikân yetruku bihayrin yâ Rahmân" "Geceleyin ve gündüzün gelenlerin şerlerinden -hayır ile gelip kapıyı çalan müstesna- Sana sığınırım, ey Rahmân!" Muvatta’, II, 950; Nesâî, es-Sünenu'l-Kübrâ, VI, 237; Taberânî, Evsat, I, 19, Kebir, IV, 114, XXV, 12 Şair Cerir bu fiili kullanarak şöyle demiştir "Kalbleri avlayan çaldı kapını; fakat bu vakit Ziyaret zamanı değildir "esenlikle geri dön" (dedim ona)." Daha sonra yüce Allah (Tarık'ı) açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Tarık'ın ne olduğunu ne bildirdi sana? O delip, geçen yıldızdır" âyetindeki: "Es-sâkib" "Delip, geçen;" aydınlatan, aydınlık saçan, demektir. "Şihâbun sâkibun" "Parlak, delici bir alev" (es-Saffat, 37/10) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır. "Sekabe, yeskubu, sukuben ve sikâbeten" "Aydınlattı, aydınlatır, aydınlatmak" ifadeleri aydınlatmayı anlatmak için kullanılır. (Buna göre) "delip geçmesi" onun aydınlatması, ışık saçması demektir. Araplar: "Ateşini aydınlat (alevlendir)" anlamında; "Eskib nârake" derler. Şair de şöyle demiştir: "İnsanlar onu (ününü) etrafa yaydılar, sanki o, Çalıçırpı ile yakılıp alevlendirilmiş yükseklerdeki bir ateş gibidir." Mücahid: Delip geçen: Alev ve hararet saçan demektir. el-Kuşeyri dedi ki: Çoğunluk "Târik" ve "Sâkıb'ın kendileriyle genel anlamın kastedildiği -Mücahid'den de zikrettiğimiz gibi- bir cins ismi olduğu kanaatindedir. "Tarık'ın ne olduğunu ne bildirdi sana?" âyeti da kendisine yemin içilen bu vatlıkların şanının büyüklüğüne işaret etmek içindir. Süfyan dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de: "Vemâ edrâke" "Sana ne bildirdi?" diye varid olmuş herbir hususu ona (Peygambere) haber vermiştir. "Vemâ yudrike" "Sen nerden bileceksin" diye soru sorulmuş herbir şey de ona (Peygambere) bildirilmemiştir. 4Üzerinde bir gözetleyicinin bulunmadığı hiçbir nefs yoktur. Katade dedi ki: Rızkını, amelini, ecelini tesbit ve muhafaza eden "hafaza" (melekleri kastedilmektedir.) Yine ondan şöyle dediği nakledilmiştir: Hayır ya da şer türünden amelini onun için tesbit edip, muhafaza eden, onunla birlikte bulunan melek demektir. Bu âyet, yeminin cevabıdır. Cevabın: "Şüphe yok ki O, onu döndürmeye elbette güç yetirendir" (8. âyet) âyeti olduğu da söylenmiştir ki, bu görüş et-Tirmizi Muhammed b. Ali'nin görüşüdür. "İn": Edat şeddelisinden hafifletilmiştir. "Mâ" da tekid içindir. Yani şüphesiz herbir nefsin üzerinde bir koruyucu vardır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Mutlaka herbir nefsin üzerinde onu kadere sağsalim teslim edinceye kadar, afetlere karşı koruyan bir koruyucu vardır. . el-Ferrâ' dedi ki: Koruyucu Allah tarafındandır. Onu takdirlere sağsalim teslim etsin diye onu korur. el-Kelbî de böyle demiştir. Ebû Ümâme dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Herbir mü’min ile birlikte -onun aleyhinde bir kader tayin edilmediği sürece- onu koruyan yüzaltmış melek vardır. Göz bunlar arasındadır. Sineklerin bal tabağına düşmeleri nasıl kollanıyorsa onu da yedi melek koruyup kollar. Eğer kul göz kırpacak bir süre kadar dahi kendisine bırakılacak olursa, şüphesiz şeytanlar onu kapar götürür." Heysemi, Mecma’, VII, 209. İbn Âmir. Âsım ve Hamza "Lemmâ" lâfzını "mim" harfini şeddeli okumuşlardır. "Mâ kullu nefsin illâ aleyhâ hâfiz" "Üzerinde kuruyucu olmayan hiçbir nefs yoktur" demektir. Bu Huzeylilerin lehçesidir. Mesela onlar: "Neşdetuke lemmâ kumte" "Mutlaka kalkasın diye sana yemin veriyorum" derler. Diğerleri ise -belirttiğimiz gibi- tekid edici zaid bir lâfız okrak şeddesiz okumuşlardır. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Onun önünden, arkasından kendisini Allah'ın emri ile gözetleyip, koruyan izleyicileri vardır." (er-Ra'd, 13/11) Önceden de geçtiği üzere. Koruyan'ın şanı yüce Allah'ın kendisi olduğu da söylenmiştir. Şayet O'nun bu varlıkları koruması olmasaydı bunlar kalamazlardı. Koruyan'ın aklı olduğu da söylenmiştir. Akıl insanı kendi menfaatine olan şeylere iletir ve kendisine zarar verecek şeylerden onu alıkoyar. Derim ki: Akıl ve benzerleri araçtır. Gerçekte koruyucu ise yüce Allah'tır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah en hayırlı koruyucudur." (Yusuf', 12/65) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "De ki: Gece ve gündüz Rahmâna karşı sizi kim koruyabilir?" (el-Enbiya, 21/42) ve benzeri başka âyetler. 5O halde, insan neden yaratılmış olduğuna bir bakıversin. "O halde, insan" Âdemoğlu "neden yaratılmış olduğuna bir bakıversin." Bu âyetin bundan önceki âyetlerle ilişkisi şudur. İnsana önce ilkin ne olduğuna ve ilkin hangi kanunlara tabi olarak yaratıldığına bakması tavsiye edilmektedir. Böylece onu yaratanın, kendisini yeniden yaratıp amellerinin karşılığını vermeye kadir olduğunu bilsin, bunun sonucunda da yeniden yaratılacağı ve amellerinin karşılığını göreceği gün için çalışsın. Kendisini korumakla görevli olan meleklere ancak nihayetinde kendisini sevindirecek şeyleri yazdırsın. "Mimmâ hulika" "Neden yaratılmış" lâfzı bir sorudur. "Hangi şeyden yaratılmış" demektir. 6O, atılıp, dökülen bir sudan yaratılmıştır. Daha sonra yüce Allah: "O atılıp, dökülen bir sudan yaratılmıştır" diye buyurmaktadır ki, bu da sorunun cevabıdır, "Atılıp, dökülen su" da menidir. "Ed-Dafiku" "Suyun dökülmesi" demektir. "Defaktu’l-mâe, edfukuhu, defkan" "Suyu döktüm, dökerim" denilir. Bu durumda olan suya; "Mâun dâfikun" "Dökülen su" denilir ki; (kipi ism-i fail olmakla birlikte ism-i mef'ûl olan): "Medfuk" "Dökülen" anlamındadır, Nitekim "gizlenen sır" anlamında: "Sırrun kâtimun" "Gizli sır" demeleri de bu kabildendir. Zira bu tabir meçhul fiil olarak "Dufika’l-mâu" "Su döküldü" ifadesinden gelmektedir. Buna karşılık -aynı anlamda- "Defeka’l-mâu" denilmez. Diğer taraftan: "Defeka’llahu ruhehu" "Allah onun canını alsın" denilerek bir kimse hakkında ölmesi için beddua edilebilir. el-Ferrâ'' ve el-Ahfeş: "Atılıp, dökülen bir sudan" rahime dökülen demektir, diye açıklamışlardar. ez-Zeccâc ise: Dökülme özelliği olan sudan, diye açıklamıştır. Zırhlı, oklu ve atlı kişi anlamında "Dâriu vefârisu vemâbilu" denilir. Bu aynı zamanda Sîbeveyh'in de görüşüdür. O halde: "Ed-Dâfiku: İleri derecedeki gücü ile atılan" demektir. Burada erkeğin ve kadının suyu olmak üzere her iki suyu da kastetmiştir. Çünkü insan bu ikisinden yaratılmıştır, fakat her ikisi birbirine karıştığından ötürü yüce Allah, onların ikisini de tek bir su kılmıştır. İkrime'nin İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o, "atılıp, dökülen" lâfzını cıvık ve yapışkan diye açıklamıştır. 7O su, omurga ile göğüs kemikleri arasından çıkar. "O su, omurga" yani sırt "ile göğüs kemikleri arasından çıkar." "Omurga" lâfzı dört şekilde kullanılır. “Sulb” ile “Sulub” şekillerinin her ikisi de kıraatte okunmuştur. Üçüncü şekil "lam" harfi üstün olarak; "Salebe" şeklinde, dördüncüsü ise "kaaleb" vezninde; "Saalebe" şeklindedir, el-Abbas'ın şu mısraında da bu şekilde kullanılmıştır: "Sen bir omurgadan (sulbden) rahime taşınıyordun." "Göğüs kemikleri" anlamındaki “Et-terâib”in tekili “Teribetun” şeklinde gelir. Bu da göğüse gerdanlık takılan yeri ifade eder. Şair şöyle demiştir: "Zayıf ve göbeksiz, beyaz tenli, göbeği sarkmamış, Gerdanlığı ise ayna gibi parlak ve düzdür." "Omurga" ile erkekten, gelen, "göğüs kemikleri" ile de kadından gelen kast edilmiştir. İbn Abbâs dedi ki: "Göğüs kemikleri" gerdanlığın yeridir. Yine ondan, memeleri arasındaki yerdir, dediği nakledilmiştir. İkrime de böyle demiştir. Yine ondan rivâyet edildiğine göre "kadının teraibi" (mealde; göğüs kemikleri) elleri, ayakları ve gözleridir. ed-Dahhak da böyle demiştir. Said b. Cübeyr: Gerdandır, demiştir. Mücahid omuzlar ile göğüs arasındaki yerdir demiştir. Yine ondan göğüstür, diye açıkladığı rivâyet edildiği gibi köprücük kemikleri olduğunu söylediği de nakledilmiştir. İbn Cübeyr'in İbn Abbâs'tan naklettiğine göre "göğüs kemikleri" bu taraftan dört kaburga kemiğidir demiştir. ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre, göğüs kemikleri göğsün sağ tarafından dört kaburga kemiği, sol tarafından da dört kaburga kemiğidir. Mamer b. Ebi Habibe el-Medenî de şöyle demiştir: "Göğüs kemikleri" kalbin özüdür, çocuk da ondan meydana gelir. Arapça'da meşhur olan ise, bunların göğüs kemikleri ile göğsün boğaza yakın kemikleri olduğudur. Dureyd b. es-Simme şöyle demiştir: "Eğer geri döner kaçarsanız, peşinize takılır sizlerin sırtına bineriz Şayet üzerimize gelirseniz, bu sefer göğüslerinize bineriz." Bir başka şair de şöyle demiştir: "Sanki gerdanından görünen göğüs kemikleri bir elde bulunan ve uzun süre yanıp sönmeyen Arabistan kirazı ağacından alev alev parlayan kor ateşmiş gibi göründü." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ve zaferan göğüs kemikleri üzerindedir, Gerdanı ve göğsünün üst tarafı onunla dolup taşmıştır." İkrime'den "göğüs kemikleri"nin göğüs olduğunu söylediği nakledilmiş. Semra da şu mısraı zikretmiştir: "Onun göğüs (kemik)leri üzerinde inciden dizilmiş bir gerdanlık vardır." Zu'r-Rimme de şöyle demiştir; "Hür göğüsler üzerinden gömleklerini yırttılar." Burada (mısranın ilk kelimesi) "hı" harfi ile "Sarahne" diye de rivâyet edilir ki; bu da "attılar" anlamındadır. es-Sıhah’ta "teribetun" lâfzı "terâib"in tekili olup bu da köprücük kemiği ile göğüs arasında bulunan göğüs kemikleridir, denilmektedir. Şair şöyle demiştir; "İki memesi göğüs kemikleri üzerine yükseldi." El-Mûsakkib el-Abdi de şöyle demiştir: "Ve göğüs kemiği üzerinde parıldayan altın, Kırışıklığı bulunmayan fildişi rengi gibi." el-Cevherî'den başkaları da şöyle demiştir: Erkek için: “Eş-şedvetu” kadın için "meme" gibidir. el-Asmai: Memenin yuvasıdır demiştir. İbnu's-Sikkît: Memenin etrafında bulunan ettir, diye açıklamıştır. İlk harfini ötreli söylersek hemzeli kullanırız, üstün söylersek hemzesiz kullanırız. Tefsir'de şöyle denilmektedir: Erkeğin omurgasından çıkan sudan kemikler ve sinirler yaratılır. Kadının göğüs kemikleri arasından çıkan sudan da et ve kan yaratılır. Bu açıklamayı el-A'meş yapmıştır. Daha önce bu Al-i İmrân sûresinin baş taraflarında (3/6. âyet, 1. başlıkla) Peygamber efendimize merfû' bir rivâyet olarak da geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. el-Hucurat Süresi'nde de: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık" (el-Hucurat, 49/13) diye buyurulmaktadır. (Bu hususa dair açıklamalar) önceden (el-Hucurat, 49/13. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmakladır. Denildiğine göre; erkeğin suyu beyinden iner, sonra hayalarda bir araya gelir. Bu yüce Allah'ın: "Omurga... arasından çıkar" âyeti ile çelişmemektedir. Çünkü eğer beyinden iniyorsa elbette omurga ile göğüs kemikleri arasından geçer, Katade dedi ki: Yani (o su) erkeğin omurgasından ve kadının göğüs kemiklerinden çıkar, el-Ferrâ'dan nakledildiğine göre; arablardan bu kabilden ifadeler nakledilir. Buna göre; "omurga... arasından" lâfzı "omurgadan" demek olur. el-Hasen dedi ki: Yani o su, erkeğin omurgasından ve yine erkeğin göğüs kemiklerinden, kadının da omurgasından ve yine kadının göğüs kemiklerinden çıkar. Diğer taraftan biz şunu biliyoruz ki; nutfe bedenin bütün cüzlerindendir. Bundan dolayı kişi anne babasına çokça benzer. Meninin çıkışından dolayı, bedenin tümünün yıkanmasındaki hikmet de işte budur. Aynı şekilde çokça cima' eden bir kimse sırtında ve omurgasında ağrılar bulur. Bunun sebebi ise, daha önce onun sulbünde bulunan suyun boşalmasından başka bir şey değildir. İsmail, Mekkelilerden "omurga" anlamındaki lâfzı "lam" harfini ötreli olarak; “Sulub” diye okuduklarını rivâyet etmiştir. Bu okuyuş aynı şekilde Îsa es-Sakafî'den de rivâyet edilmiştir. el-Mehdevî bunu nakletmiş olup şöyle demiştir: Meninin erkeğin omurgası ile göğüs kemiklerinden çıktığını kabul edenlere göre "çıkar" lâfzındakİ zamir suya racidir. Erkeğin omurgası ile kadının göğüs kemikleri arasında çıktığını kabul edenlere göre ise, zamir insana ait olur. Bu kelime "sad" ve "lam" harfleri üstün olarak; “Saleb” diye de okunmuştur Bu lâfzın (önceden geçtiği üzere); “Sulb, sulub, salebe,saalebe” şeklinde döıt ayrı söyleyişi vardır. el-Accac dedi ki: "Yüklü bulut gibi bir omurgadan..." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın öğülmesi sadedinde de şöyle denilmiştir: "Bir sulbden (omurgadan) rahime taşınırdın." Bu husustaki beyitler meşhur olup bilinmektedir. 8Şüphe yok ki O, onu döndürmeye elbette güç yetirendir. "Şüphe yok ki; O", yani şanı yüce Allah "onu döndürmeye" yani suyu geldiği yere geri çevirmeye "elbette güç yetirendir." Mücahid ve ed-Dahhak böyle açıklamıştır. Yine onlardan gelen rivâyete göre anlam şudur: O suyu tekrar omurgaya geri çevirmeye güç yetirendir. İkrime de böyle açıklamıştır. Yine ed-Dahhak'tan anlamın şöyle olduğu rivâyet edilmiştir: O insanı önceden olduğu gibi tekrar suya döndürmeye güç yetirendir. Ondan gelen bir diğer rivâyete göre anlam şudur; O, insanı yaşlılıktan gençliğe, gençlikten yaşlılığa döndürmeye güç yetirendir. el-Mehdevî'de de böyledir. el-Maverdî ve es-Sa'lebî de: Gençliğe, gençlikten nutfeye (döndürmeye güç yetirendir) demektir. İbn Zeyd dedi ki: O, suyu çıkmamak üzere alıkoymaya güç yetirendir. İbn Abbâs, Katade, el-Hasen ve yine İkrime şöyle demişlerdir: O, ölümden sonra insanı tekrar geri döndürmeye (yaratmaya) güç yetirendir. Taberi’nin tercih ettiği açıklama da budur. es-Sa'lebî dedi ki: Daha güçlü olan açıklama da budur. Çünkü yüce Allah: "O gün, gizlilikler açığa çıkartılır" (9. âyet) diye buyurmaktadır. el-Maverdî dedi ki: Âhirette onu dirilttikten sonra tekrar dünyaya geri döndürmeye güç yetirendir, anlamına gelme ihtimali de vardır. Çünkü kâfirler, o halde yüce Allah'tan dünyaya geri döndürülmeyi isteyeceklerdir. 9O gün gizlilikler açığa çıkartılır. Gizliliklerin Açığa Çıkartılacağı Gün: Âyeti, o insanı yeniden diriltemeye güç yetirendir, anlamında kabul edenlerin görüşüne göre: "Yevm" "Gün" lâfzında âmil, yüce Allah'ın; "güç yetirendir" (8. âyet) âyetidir. Bunda "onu döndürmeye" (8. âyet) âyeti amel etmez. Çünkü bu durumda; "İnne" "Şüphe yok ki" (8. âyet) âyetinin haberine muttasıl olan ifade ile sıla birbirinden ayrılmış olur. "Şüphe yok ki O, onu döndürmeye elbette güç yetirendir" âyeti ile ilgili diğer görüşlere göre ise "o günde" âyetindeki amil gizli bir fiildir. Bunda "güç yetirendir" anlamındaki lâfız amel etmez. Çünkü bundan (onu döndürmeye güç yetirmekten) kasıt bunun dünyada olacağıdır. "Açığa çıkartılır" sınanır, imtihan edilir, demektir. Ebû’l-Ğûl et-Tuhavî şöyle demiştir: "Kahramanlıkları son bulmaz onların, velev ki onlar Ardı arkasına çeşitli zamanlarda savaş ateşine düşseler bile." Bu beyitin ilk kelimeleri; “Teblâ bâletuhum” diye de rivâyet edilir. Bunun "te" harfini ötreli olarak; “Tublâ” diye rivâyet edenler, bu lâfzı 'sınamak, denemek':ten gelen bir kelime olarak kabul ederler. Bu rivâyete göre -kahramanlık anlamı verilen kelime olan-: “el-bâletu” hoşlanmayın anlamına gelir. Sanki: Onların bu hususta yani savaş hususunda hoşlanmadıkları bilinmez, demek istemiş gibidir. “Tublâ” "Açığa çıkartılır" lâfzı da bilinir anlamına gelir. Bu durumda beyit: Onların -savaşa girseler dahi- savaştan hoşlanmadıkları bilinmez demek olur. Recez vezninde şair şöyle demiştir: "Bugünden önce sen beni küçümsüyordun Bugün de ben seni tanıyorum artık ve sen de beni tanıyorsun." Bir önceki beyitin ilk kelimelerini "te" harfini üstün olarak: “Teblâ” diye rivâyet edenlerin rivâyetine göre de anlam şöyle olur: "Savaş onların aleyhine zaman zaman tekrarlanacak olsa dahi, onlar savaşmaktan yana zaaf göstermezler." Çünkü zorlu işler insanın aleyhine tekrarlanacak olursa onu yıkar ve onu zayıf düşürür. "Gizlilikler açığa çıkartılır." Görünmeyen, saklı olan şeyleri dışarı çıkar ve görünür anlamında olduğu da söylenmiştir. Gizli olan ve saklı olan şeyler ise, insanın açığa vurmadığı hayır ya da şer türünden olup içinde saklayıp, dışa vurmadığı îman ya da küfür türünden herşeydir. Nitekim el-Ahvas şöyle demiştir: "Kalbin içinde ve ciğerimde onun için saklı kalacaktır. Gizli, saklı bir sevgi, gizliliklerin açığa çıkacağı günde." "Gizlilikler"in Mahiyeti İle İlgili Görüşler; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Yüce Allah, dört hususta kullarına güveni esas kılmıştır, bunlar namaz, oruç, zekât ve gusüldür. İşte yüce Allah'ın kıyâmet gününde sınayacağı gizlilikler bunlardır." Ebû Nuaym, Hilye, II, 193 Bu hadisi el-Mehdevî zikretmiştir. İbn Ömer dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurduki: "Üç husus vardır ki, kim onları gereği gibi korursa; o, gerçek anlamıyla Allah'ın dostudur. Kim de bunlara ihanet ederse o gerçek anlamda Allah'ın düşmanıdır. Namaz, oruç ve cünüblükten gusletmek." Heysemî, Mecmâ', I, 293. Bunu da es-Sa'lebî zikretmiştir. el-Maverdî, Zeyd b. Eslem'den şöyle dediğini zikretmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Emanet üç husustur. Namaz, oruç ve cünüblük. Yüce Allah Âdemoğluna namazı emanet etmiş ve bu hususta ona güveni esas kılmıştır. O, dilerse namaz kılmadığı halde, namaz kıldım diyebilir. Yine yüce Allah, Âdemoğluna orucu emanet etmiş ve bu hususta ona güvenilmesini esas kılmıştır. Dilerse oruç tutmadığı halde, oruç tuttum diyebilir. Yine yüce Allah, cünüblük hususunda Âdemoğluna güveni esas kılmıştır. O dilerse gusletmediği halde guslettim diyebilir. Arzu ederseniz "o günde gizlilikler açığa çıkartılır" âyetini okuyunuz." Maverdi, Nüket, VI, 248. Bu hadisi es-Sa'lebî de Atâ yoluyla zikretmiş bulunmaktadır. Eşheb'in rivâyetine göre; o şöyle demiştir: Ben Malik'e yüce Allah'ın: "O gün gizlilikler açığa çıkartılır" âyeti hakkında şöyle sordum: "Abdestin gizliliklerden olduğuna dair sana bir rivâyet ulaştı mı?" O şöyle dedi: "Bu husus bana insanların söylediği sözler arasında ulaşmış bulunmaktadır. Rivâyet edeceğim bir hadis olarak ise bana böyle bir şey ulaşmış değildir. Namaz gizliliklerdendir, oruç gizliliklerdendir. Kişi isterse namaz kılmadığı halde namaz kildim diyebilir. Kalblerde bulunan hususlar da gizliliklerdendir ve Allah kullarına bunların karşılıklarını verir." İbnu'l-Arabî dedi ki: İbn Mes’ûd dedi ki: Emanet dışında şehidin bütün günahları bağışlanır, Abdest emanettendir, namaz ve zekât emanettendir. Bir kimsenin yanında emanet olarak bırakılan mal emanettendir. Bunun en ağır olanı ise emanet olarak bırakılan maldır. Kıyâmet gününde bu kişiye aldığı günkü şekliyle müşahhas olarak gösterilir ve ona gösterilen bu emanet cehennemin dibine atılır. Ona: Onu çıkart denilir, o da onun arkasından gider ve onu alıp boynuna koyar. Nihayet onu dışarı çıkartacağını ümit edeceği bir noktaya gelince üzerinden kayar, geri düşer. O da onun arkasından gider. Zaman uzayıp gittikçe onun bu hali de devam edip gidecektir. Ubeyy b. Ka'b dedi ki: Ferci hususunda kadına güven duyulması emanettendir. Eşheb dedi ki: Süfyan bana dedi ki: Ay hali ve gebelik hususunda bu böyledir. Eğer: Ben ay hali olmadım ve ben hamileyim diyecek olursa, bu hususta kendisinin yalan söylediği bilinecek herhangi bir şey ortaya çıkmadığı sürece, onun dediği kabul edilir. Hadiste şöyle denilmiştir: "Cünüblükten gusletmek emanettendir." İbn Ömer dedi ki: Yüce Allah, kıyâmet gününde gizli olan herbir sırrı açığa çıkartır ve bu, yüzlerde ya bir güzellik ya da bir çirkinlik olarak görülür. Allah herşeyi bilendir. Fakat meleklerin ve mü’minlerin alâmetlerini açığa çıkartır (böylece başkaları da bu gizlilikleri öğrenmiş olur). 10Onun ne bir gücü olur, ne de bir yardımcısı. "Onun" insanın ne "bir gücü" kendisini koruyacak ve kollayacak "bir gücü ne de" karşı karşıya bulunduğu bu hale karşı kendisine yardım edecek "bir yardımcısı" olur. İkrime'den rivâyet edildiğine göre o, "onun ne bir gücü olur, ne de bir yardımcısı" âyeti hakkında şöyle demiştir: Bunlar hükümdarlardır. Kıyâmet gününde onların ne bir gücü olacaktır, ne de bir yardımcıları. Süfyan dedi ki: Güçten kasıt aşiret, yardımcıdan kasıt ise antlaşmalıdır. Bir diğer açıklamaya göre "onun" bedeninde "ne bir gücü olur, ne de" Allah'a karşı kendisini koruyacak ve kendisi dışında "bir yardımcısı" olacaktır. Bu da Katade'nin açıklaması ile aynı anlamı ifade eder. 11Yemin olsun, dönüşlü olan semaya. "Yemin olsun dönüşlü olan" yani yağmuru olan "semaya." Çünkü her yıl semadan ardı arkasına yağmur yağar. Genel olarak müfessirler böyle demişlerdir. Dilciler de Er-Rac’" "Dönüş" yağmur demektir, demişler ve suya benzettiği bir kılıcı nitelendiren el-Mütenahhil'in şu beyitini zikretmişlerdir: "Su gibi beyazdır o, içerilere kadar işler Kalabalıklar arasında (birisinin vücuduna) battı mı o yapayalnız kalır (görülmez olur.)" el-Halil dedi ki: "Er-Rac’ " "Bizzat yağmur" demektir. Aynı zamanda bahar bitkisi anlamına da gelir. "Dönüşlü", faydalı anlamındadır diye de açıklanmıştır. Yağmura; "Evben" "Dönüş" denildiği gibi, bazan: "Rac’an" "Dönüş" de denilebilir. Şair şöyle demiştir: "O tepesine ancak bulutun sığındığı ve ancak yuvalarına dönen arılarla, Yağmur damlalarının düştüğü, çok yüksek bir kale (gibi)dir." Abdurrahman b. Zeyd dedi ki: Güneş, ay ve yıldızlar, semada (yerlerine) dönerler. Bir taraftan doğar, diğerinden batarlar. Melekli (semâ) diye de açıklanmıştır. Çünkü onlar, kulların amelleri ile birlikte oraya geri dönerler. Bu bir kasemdir. 12Yarılan yere ki; "Yarılan yere ki", âyeti da bir başka kasemdir. Bitki, ağaç, meyve ve ırmakları dışarı çıkartarak yarılır. Bunun bir benzeri yüce Allah'ın: "Sonra da yeri gereği gibi yararız" (Abese, 80/26) âyetidir. (Abese Sûresi'ndeki) bu âyette yer alan “Es-Sad’ “ "Yarılan" lâfzı "yarmak" anlamındadır. Çünkü bitki de yeri yararak çıkar ve yer o dışarı çıkınca yarılır. Sanki bitkisi olan yere (yemin olsun) buyurulmuş gibidir. Çünkü bitki yeri yararak çıkar. Mücahid de şöyle demiştir: Yürüyenlerin yardıkları yolları bulunan yer, demektir. Ekinli olan yer, diye de açıklanmıştır. Çünkü ekin için çift sürülürken yer yarılır. Ölüleri olan, diye de açıklanmıştır. Çünkü ölümden sonra dirilmeleri ve mahşere gelmeleri için yer, onların üzerinden yarılacaktır. 13Şüphesiz o, kesinlikle ayırdedici bir sözdür. "Şüphesiz o kesinlikle ayırdedici bir sözdür." İşte yemin bu husus hakkındadır. Yani şüphesiz ki Kur'ân, hak ile batılı birbirinden ayırdeder. Bu kitabın baş taraflarında el-Hâris'in, Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyet ettiği şu hadis de geçmiş bulunmaktadır: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bu öyle bir kitabtır ki, onda sizden öncekilerin haberi, sizden sonrakilerin hükmü vardır. O ayırdedici bir sözdür. O bir şaka değildir. Herhangi bir zorba (zorbalık ederek) onu terkedecek olursa, Allah onun belini kırar. Kim hidayeti ondan başka bir yerde arayacak olursa, Allah onu saptırır." "Ayırdedici söz"den kastın daha önce bu sûrede geçmiş bulunan: "Şüphe yok ki O, onu döndürmeye elbette güç yetirendir, O günde gizlilikler açığa çıkartılır" (8-9. âyeter) âyetindeki tehdit olduğu da söylenmiştir. 14O, bir şaka değildir. "O" Kur'ân-ı Kerîm "bir şaka" batıl ve oyuncak "değildir." "Hezl: Şaka" ciddiyetin zıttıdır. "Hezele, yehzilu" "Şaka yaptı, yapar" denilir. Şair el-Kumeyt şöyle demiştir: "Hergünde bize karşı ciddi davranılır, biz ise şaka ile geçiştiriyoruz." 15Gerçekten onlar oldukça hile yapıyorlar. "Gerçekten onlar" Allah'ın düşmanları "oldukça hile yapıyorlar." Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve ashabına hile ve tuzaklar kuruyorlar. 16Ben de bir hile yaparım. "Ben de bir hile yaparım." Yani onların hile ve tuzak kurmalarının karşılığı olan ceza ile onları cezalandırırım. Bedir günü, onların öldürülmeleri ve kimilerinin esir alınmaları şeklindeki musibetin kastedildiği söylenmiştir. Bir görüşe göre de "Allah'ın hilesi" onların bilmedikleri bir yerden derece derece azaba yakınlaştırılmaları demektir. Bu anlamdaki açıklamalar yüce Allah'ın: "Asıl, Allah onlarla alay eder." (el-Bakara, 2/15) âyeti açıklanırken Bakara Sûresi'nin baştaraflarında yeteri kadarıyla geçmiş bulunmaktadır. 17Bu nedenle o kâfirlere mühlet ver, onlara azıcık mühlet ver! "Bu nedenle, o kâfirlere mühlet ver, onlara azıcık mühlet ver!" Yani onları ertele. Allah'tan onların çabucak helâk edilmelerini isteme ve onların işleri hakkındaki tedbirine razı ol. Daha sonra yüce Allah'ın: "Kılıç âyeti" diye bilinen; "Artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün" (et-Tevbe, 9/5) âyeti ile nesh oldu. "Onlara ... mühlet ver" lâfzı bir tekiddir. (Âyet-i kerimedeki şekilleriyle): “Mehhil” ile “Emhil” aynı anlamdadır. Tıpkı: “Nezzil” ile “Enzil” şekillerinin "indir" anlamında olduğu gibi. "Emhelehu" "Ona mühlet verdi" demektir. de "Mehelehu" da aynı anlamdadır, mastarı “Temhilân” diye; ismi de: "mühlet'dir. "El-İstimhâl" "Mühlet istemek, süre tanımak" demektir. "Temehhele fi emrihi" "İşinde ağır davrandı" anlamındadır. "Etmehelu’l-mehulâlen" "Ayağa kalktı, dikildi" anlamındadır. Yine; "El-Tumhilâl" "Durgunluk ve hareketsizlik" demektir, "Mehlen yâ fulân" "Yavaş ol, yumuşak ol" demektir. "Azıcık"; İbn Abbâs'tan rivâyete göre; yakın bir zamana kadar, demektir. Katade "biraz" diye açıklamıştır. İfade: Onlara az bir mühlet ver, takdirindedir. Arapçada; "Ruveydan" lâfzı “Ruvd”un küçültme ismidir. Ebû Ubeyd bunu böyle açıklamış ve şu mısraı zikretmiştir: "Sanki o ağır ağır yürüyen bir sarhoş (ya da; uyku sersemi) gibidir." "Ruveydan" "Yavaş ve ağır" demektir. "Ruveydeke" "Mühlet ver, süre ver" anlamındadır. Sondaki "kef" eğer: "Ef’ıl" "Yap" emir anlamını veriyor ise gelir, başka anlamlarda getirilmez. "Dal" harfinin harekelenmesi ise iki sakinin arka arkaya gelmesinden ötürüdür. Bundan dolayı mastarlar gibi nasbedilmiştir. Bu ise emir anlamında küçültme lâfzıdır. Zira bu küçültme; "İrvâd"den yapılan terhimden bir küçültmedir ve bu; "Evrade, yuvridu"nun mastarıdır. Bunun dört şekli sözkonusudur. Fiil isim, sıfat, hal ve mastar. İsim: "Ruveyd amran" "Amr'a süre tanı" kabilîndendir. Sıfat hali: "Sâru siren ruveydân" "Yavaşça yol aldılar" gibi ifadelerde kullanılır. "Sâra’l-kavmu ruveydan" "O adamlar yavaş olarak yürüdüler" kabilindeki ifadeler de haldir. Çünkü bu lâfız, marife ile bitişik geldiğinden o marife ismin hali olmuştur. Mastar olarak kullanımı da: "Ruveyde amru" şeklinde izafetli kullanımdır. Yüce Allah'ın; "Fedarbe’r-rikâb" "Boyunlarını vurun" (Muhammed, 47/4) âyetinde olduğu gibi. Bütün bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır. Âyet-i kerimedeki şekil ise bunlardan bir mastara sıfat olması şeklidir ki; "İmhâlen ruveyden" "Onlara az bir mühlet (ver)" demek olur. Bununla birlikte hal olması da mümkündür. Azaplarının çabuk gelmesini istemeksizin onlara mühlet ver, süre tanı, demek olur. Târik Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. Allah'a hamd olsun. |
﴾ 0 ﴿