GÂŞİYE SÛRESİ

Rahmân Ve Rahîm Allah'ın ismi ile

Mekke'de indiği hususunda görüş birliği vardır. Yirmialtı âyettir.

1

Sana, örtüp bürüyenin haberi geldi ya!

"Hel" " ...mi" burada; "...ştir" anlamındadır. (Bundan dolayı biz mealde: "... ya!" anlamını verdik.) Yüce Allah'ın: "Hel etâ ale’l-insânu"

"İnsan üzerinden öyle uzun bir süre geçti ki..." (el-İnsan, 76/1) âyetinde olduğu gibidir. Bu açıklamayı Kutrub yapmıştır. Yani, ey Muhammed, örtüp bürüyenin haberi sana gelmiş bulunmaktadır. Bundan maksat da dehşet ve korkutucu halleriyle bütün mahlukatı kapsayan kıyâmettir. Müfessirlerin çoğu bu açıklamayı yapmıştır.

Said b. Cübeyr ve Muhammed b. Ka'b da şöyle demişlerdir:

"Örtüp bürüyen" kâfirlerin yüzünü örten cehennem ateşidir. Bu açıklamayı ayrıca Ebû Salih, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. Bunun delili de yüce Allah'ın:

"Yüzlerini de ateş kaplayacaktır" (İbrahim, 14/50) âyetidir.

Bütün yaratıkları örtüp bürüyen, diye de açıklanmıştır. Maksadın ölümden sonra diriliş için yapılacak olan ikinci üfürüş olduğu da söylenmiştir. Çünkü bu da bütün mahlukatı örtüp bürüyecektir,

"Örtüp bürüyen" cehennem ehlini örtüp bürüyen ateştir, diye de açıklanmıştır. Çünkü cehennemlikler oraya varacaklar ve ona atılacaklardır.

"Sana... geldi ya" âyetinin şu anlamda olduğu da söylenmiştir: Yani bu senin de, kavminin -de bildiği bir husus değildir.

İbn Abbâs dedi ki: Burada zikredilmiş olan tafsilatlı şekliyle daha önce bu hususta kendisine bilgi gelmemişti. (Bu açıklamaya göre: Geldi mi... anlamı tercih edilmiş olmaktadır.)

Âyetin, Allah'ın Rasûlüne soru sormak sadedinde olduğu da söylenmiştir. Yani eğer sana

"örtüp bürüyen"in haberi gelmemiş ise, işte gelmiş bulunmaktadır. el-Kelbi'nin açıklamasının anlamı da budur.

2

Yüzler vardır ki; o gün, korkulu ve zelildir.

İbn Abbâs dedi ki: Bu kimselere dair haber ona gelmediğinden ötürü yüce Allah ona bunlara dair haber vererek:

"Yüzler vardır ki; o gün", yani kıyâmet gününde

"korkulu ve zelildir" diye buyurmaktadır. Süfyan dedi ki: Azâb dolayısıyla zelildir, demektir.

Oldukça zayıf görünümlü ve hareketsiz olan kimseye "hâşi': korkulu ve zelil" denilir. Nitekim; Bir kimse zillet gösterip başını eğecek olursa "namazında huşu' gösterdi" denilir, "Haşea’s-savt" "Ses gizlendi" demektir. Yüce Allah da: "Vehaşeati’l-Esvâtu li’r-Rahmâni"

"Rahmân'ın huzurunda sesler kısılmış olacak" (Tâ-Hâ, 20/108) diye buyurmaktadır.

"Yüzler" ile kastedilen yüzlerin sahibi kimselerdir.

Katade ve İbn Zeyd: Ateş içerisinde

"korkulu ve zelildir", diye açıklamışlardır. Maksat, kâfirlerin tümünün yüzleridir. Bu açıklamayı Yahya b. Sellam yapmıştır.

Yahudi ve hrıstiyanların yüzlerinin kastedildiği de söylenmiştir ki, bu da İbn Abbâs'ın görüşüdür.

3

Amel etmişler, yorulmuşlardır.

Daha sonra yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

"Amel etmişler, yorulmuşlardır." Bu dünyada olanı bildirmektedir. Çünkü âhiret, amel yurdu değildir. O halde mana şöyledir: Yüzler vardır ki, dünya hayatında amel etmiş ve yorulmuşlardır, âhirette ise bunlar

"korkulu ve zelildir."

Dilciler şöyle demişlerdir: Bir kimse, eğer kesintisiz olarak yürüyüp devam edecek olursa: "Kad amile, ya’melu, amelen" "Amel etti, eder, amel etmek" diye ondan sözedilir. Bulut için; sürekli şimşek çakar durursa, yine (aynı fiil kullanılarak): "Amel etti, eder" denilir. "Zâ sehâb amile" "Bu çokça amel eden (çokça şimşek çakan) bir buluttur" denilir. Şair el-Hüzelî de şöyle demiştir:

"Nihayet gecenin bir vaktinde cılız bir şimşek onları önüne katıp sürükleyecek olursa,

O susamış inekler (şimşeğin olduğu yere) yürüyerek geceyi geçirirler

ve (o şimşek) gece boyunca da uyumaz, (durmaksızın çakar.)"

"Yorulmuşlardır", yorgun argın düşmüşlerdir, demektir. Bir kimse yorgun argın düştüğü zaman: "Nasibe, yensibu, nasaben" "Yoruldu, yorulur" denilir. Mastarı "Nasuben" diye de gelir. Bir kimseyi bir başkası yoracak olursa; "Ensabehu" "Onu yordu" denilir.

ed-Dahhâk'ın rivâyetine göre, İbn Abbâs şöyle demiştir: Bunlar dünya hayatında yüce Allah'a isyan etmek ve küfre sapmak hususunda kendilerini yoran kimselerdir. Puta tapanlar, kitab ehlinden olan ruhban ve benzeri kâfirler bunlara örnektir. Yüce Allah bunların, -kendisi için ihlâs ile yapılmış olanı müstesna- amellerini kabul etmeyecektir,

Said'in rivâyetine göre; Katade,

"amel etmişler, yorulmuşlardır" âyeti hakkında şöyle demektedir: Bunlar dünya hayatındayken yüce Allah'a itaat etmeyi büyüklüklerine yedirmedikleri için yüce Allah, ateşte ağır zincirleri sürüklemek, bukağıları taşımak, süresi ellibin yıl kadar olan bir günde Arasat denilen mevkide çıplak ve ayakkabısız olarak durmak sureti ile amel ettirmiş ve yormuş olacaktır.

el-Hasen ve Said b. Cübeyr şöyle demişlerdir: Dünyada iken bunlar, Allah için amel etmemişler, Onun için yorulmamışlardır. Bu bakımdan onları cehennemde amel ettirmiş ve yormuş olacaktır.

el-Kelbi dedi ki: Bunlar cehennem ateşinde yüzleri üzerinde (yüzüstü) çekileceklerdir. Yine ondan ve başkasından nakledildiğine göre onlar, cehennemde demirden bir dağı tırmanmakla yükümlü kılınacak ve en ileri derecede bu uğurda yorulacaklardır. Bu ise onların zincirlere, bukağılara vurulmuş olmaları, develerin çamurda battıkları gibi ateşe dalmaları, ateşten yüksek tepelere yükselmeleri, yine ateşten aşağı vadilere düşmeleri ve buna benzer ateşteki daha başka azaplara duçar olmalarıyla olacaktır. İbn Abbâs da böyle demiştir.

"Yorulmuşlardır" anlamındaki âyeti İbn Muhaysın, Îsa ve Humeyd hal olarak nasb ile; "Nâsibetu" "Yorulmuş oldukları halde..." diye okumuşlardır ki; bu kıraati aynı zamanda Ubeyd, Şibl'den, o da İbn Kesîr'den rivâyet etmiştir. Bunun onların yerilmesi maksadıyla nasb ile okunduğu da söylenmiştir. Diğerleri ise ya sıfat olarak yahutta bir mübteda takdiri ile ref ile okumuşlardır. Bu durumda "Hâşiatun" "Korkulu ve zelildir" üzerinde vakıf yapılır. Bu mananın âhirette gerçekleşeceğini kabul edenlerin kanaatine göre ise (ref ile okuyuş)

"yüzler vardır ki" hakkında haberden sonra gelen bir başka haber olabilir. Bu durumda

"korkulu ve zelildir" üzerinde vakıf yapılmaz.

"Amel etmişler, yorulmuşlardır" âyetinin, dünyada amel etmişler, âhirette yorulmuş olacaklardır, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamaya göre, âyetin şu anlama gelme ihtimali vardır: O gün dünya hayatında amel etmiş, âhirette yorgun düşmüş olan yüzler

"korkulu ve zelildir."

İkrime ve es-Süddî şöyle demişlerdir: Bunlar, dünya hayatında iken masiyetler işlemişlerdir.

Said b. Cübeyr ve Zeyd b. Eslem dedi ki: Bunlar, manastırlarda yaşayan rahiblerdir. İbn Abbâs da böyle açıklamıştır. ed-Dahhak'ın ondan naklettiği rivâyette bu açıklama şekli geçmiş bulunmaktadır.

el-Hasen'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) Şam topraklarına gelince; oldukça yaşlı, saçı başı birbirine karışmış, kir pas içinde, üzerinde siyah elbiseler bulunan bir rahib yanına geldi. Ömer onu görünce ağladı. Ona: "Ey mü’minlerin emiri, neden ağlıyorsun?" diye sorunca şu cevabı verdi: "Bu zavallı bir hedefe varmak istedi, onu tutturamadı. Bir şeyler ümid etti, umduğunu elde edemedi." Daha sonra yüce Allah'ın:

"Yüzler var ki, o gün korkulu ve zelildir, amel etmişler, yorulmuşlardır" âyetlerini okudu.

el-Kisâî dedi ki: Buradan itibaren merhum müfessir, rahibin kir pas içerisinde olduğunu ifade eden lâfızlarla tercüme ettiğimiz "mütekahhil" lâfzı ile ilgili birtakım açıklamaları dilbilginlerinden nakletmektedir. Gereksiz gördüğümüz için bu birkaç satırlık açıklamayı ayrıca tercüme etmedik. Ali (radıyallahü anh)'dan gelen rivâyete göre, burada sözü edilenler Haruralılardır. Yani Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendilerini sözkonusu ettiği ve haklarında şöyle buyurduğu Haricîlerdir: "Onların namazlarına kıyasla siz kendi namazlarınızı, oruçlarına kıyasla kendi oruçlarınızı, amellerine kıyasla kendi amellerinizi çok basit görürsünüz. Fakat okun hedefini delip geçtiği gibi onlar da dinden öylece çıkarlar... " Buhârî, III, 1321, IV, 1928, V, 2281, VI, 2540; Muvatta’, 1, 204; Müsned, III, 33, 56, 60, 65, 224.

4

Kızgın bir ateşe gireceklerdir.

Yani, o ateşin kavurucu sıcağı onlara isabet edecektir.

"Kızgın"; alabildiğine sıcak, demektir. Bu ateş alevlendirilmiş ve uzun bir süre kızdınlmış bir ateştir, "Hamiye’n-nehâru" "Gün ısındı" ifadesi ile; "Hamiye’t-tennur" "Tandır ısındı" tabirleri de buradan gelmektedir. Bu iki kullanım için mastar; "Hamyen" ...diye gelir ki "harareti, sıcağı ileri dereceye vardı" anlamını ifade eder. el-Kisai'nin naklettiğine göre; "İştedde hamyu’ş-şems" "Güneşin harareti arttı" şeklindeki kullanım ile; "Hamuhâ" "Onun harareti,.." kullanımları aynı anlamdadır.

Ebû Amr, Ebû Bekr ve Yakub;

"Gireceklerdir" anlamındaki âyetini; "Tuslâ" "Girdirileceklerdir" diye "te" harfini ötreli okumuşlardır. Diğerleri ise üstün okumuşlardır. Şeddeli olarak; "Tusellâ" "Girdirilecektir" diye de okunmuştur. Buna dair açıklamalar daha önceden: "Gök çatladığı zaman" (el-înşikak, 84/1) Sûresi açıklanırken (12. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

el-Maverdî dedi ki: Ateş, zaten hep kızgın ve sıcak olur. Kızgın ve sıcaklık da onun en asgari hali olmakla birlikte, o ateşi kızgınlık ve sıcaklıkla nitelendirmenin manası nedir? Böyle eksik bir mana ifade eden bu sıfat ile, bunu mübalağalı ifade etmek istemek nasıl açıklanabilir? diye sorulursa, şu cevabı veririz: Evvela burada

"kızgın"dan ne kastedildiği hususunda dört farklı görüş vardır:

1- Bundan kasıt, onun sürekli kızgın olacağıdır. O, sönmesi ile birlikte kızgınlığı sona eren dünya ateşi gibi olmayacaktır.

2- "Kızgınlıktan kastedilen, onun yasakların işlenip, haramların çiğnenmesine karşı bir yasak bölge (himâ) oluşudur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz herbir hükümdarın bir yasak bölgesi vardır ve şüphesiz Allah'ın yasak bölgesi O'nun haramlarıdır. Yasak bölge etrafında dolaşan bir kimsenin o bölgeye düşme ihtimali uzak değildir." Buhârî, I, 2«; Müslim, III, 1219; Tirmizi, III, 511; İbn Mace, 11, 1318; Müsned, IV, 270

3- Bu ateş, el değme kudretine karşı yahut ona temas edilmesine karşı kendisini -arslanın kendi inini himaye ettiği gibi- himaye eder. en-Nabiğa'nın şu beyiti de bu türdendir:

"Kurtlar, köpeği olmayanın üzerine hücum eder;

Fakat arslan kesilen ve kendisini koruyanın savletinden de korunmaya çalışırlar."

4- Bu, kızgınlık ve öfkenin verdiği hararetten kızgın olduğu anlamındadır ki; bu da intikamın ileri derecesini anlatmak için kullanılan bir mübalağa ifadesidir. Yoksa burada maksat, muayyen olarak bir cismin hararetini kastetmiş değildir. Nitekim bir kimse intikam almak islediği vakit kızıp öfkelendiği zaman: "Filan kişi kızdı" denilir. Yüce Allah bu anlamı:

"Öfkesinden neredeyse çatlayacak gibi olur" (el-Mülk, 67/8) âyetinde dile getirmektedir.

5

Son derece sıcak bir çeşmeden içirileceklerdir.

"El-âniye"

"Harareti en ileri derecesine ulaşmış olan" demek olup, "ertelemek" anlamına gelen "El-inâu" dan gelmektedir. Merhum müfessirimizin bu lâfzın anlamı ile ilgili açıklaması doğru olmakla birlikte mastarı ve kökü ile ilgili açıklaması doğru değildir. Ayetteki lâfzın kökü E-N-Y(enâ)dır. Bu da hararetin ileri dereceye varması anlamındadır. (Bk. İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, XIV, 478; Rağıb el-İsfahanî, el-Müfredât, Mısır, 1381/1961. s. 29; Mecmaul-Luğati’l-Arabiyye, Mu'cemu Elfazi'l-Kur'âni'l-Kerîm, Tahran (ikinci baskıdan tıpkı basım), I, 65) Hemze’sinin medli kullanımı -müfessirimizin de belirttiği gibi- geç kalmak, gecikmek, geri kalmak gibi anlamlara gelir. (Bk. aynı yerler). Burada ise, ism-i fail olduğundan ötürü hemzesi medli gelmiştir. Nitekim tefsirin haskısını hazırlayanlar da düştükleri dipnotta bu hususa dikkat çekmişlerdir. (Hadisteki): "Hem geç kaldın, hem başkasına eziyet verdin" İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, I, 473; İmâm Mâlik, el-Müdevvene, I, 160; İmâm Şâfiî, el-Umm, I, 198; İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, XXIV, 441. tabiri de buradan gelmektedir. "Onu geciktirdi, alıkoydu, geç bıraktı" demektir. Yüce Allah'ın:

" Onlar bunun, ile son derece sıcak su arasında gidip gelecektir." (er-Rahmân, 55/44) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır.

Tefsirlerde:

"Son derece sıcak bir çeşmeden" yani, harareti en ileri dereceye kadar gelmiş olan çeşmeden, diye açıklanmıştır. Eğer bundan bir nokta dünyadaki dağlar üzerine düşecek olursa, bu dağlar hiç şüphesiz eriyecektir.

el-Hasen dedi ki;

"Son derece sıcak", harareti alabildiğine yüksek, demektir. Yaratıldığı günden beri cehennem, o pınarın üzerinde tutuşturulup, durmaktadır. Onlar, alabildiğine susamış halleriyle o pınara doğru itileceklerdir. İbn Ebi Necih'den nakledildiğine göre o, Mücahid'den şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Bu çeşme alabildiğine ısınmış ve içilecek zamanı gelmiş bir çeşme, demektir.

6

Onlar için "Darî'den başka bir yiyecek yoktur.

"Onlar", cehennemlikler

"için Dari’den başka bir yiyecek yoktur." Yüce Allah, onların İçeceklerini sözkonusu ettikten sonra yiyeceklerini söz konusu etmektedir.

İkrime ve Mücahid dedi ki: Darî'; yere bitişik dikenli bir bitki olup, taze olması halinde Kureyşliler buna şibrik derler. Kuruduğu vakit; darî' ismini alır. Hiçbir hayvan ve davar ona yaklaşıp, onu yemez. Öldürücü bir zehirdir. En kötü ve en berbat bir yiyecektir. Genel olarak bütün müfessirler bu kanaattedir.

Ancak ed-Dahhak, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bu, denizin attığı bir şeydir. Ona darî' denilir. İnsanların değil, hayvanların gıdalarındandır. Develer bunu yemeye koyulacak olurlarsa bir türlü doymazlar ve zayıflıklarından dolayı telef olur, giderler.

Ancak sahih olan, Cumhûrun dediği şekilde onun bir bitki olduğudur. Şair Ebû Zueyb şöyle demiştir:

"O taze şibrik otunu otladı, nihayet kuruyup zayıflayıp da

Artık darı' haline gelince, ondan gebe olmayan yabani dişi eşekler uzaklaştı."

el-Huzelî de meraları kötü birtakım develerden sözederken şöyle demiştir:

"Kırılıp parçalanmış darı' otu ile başbaşa kaldılar hepsi de

Sırtlan kamburlaşmış, önayakları kanamış, hemen hemen süt veremez olmuşlar."

el-Halil dedi ki: Dari' çok kötü kokan denizin attığı yeşil bir bitkidir, el-Valibi, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: O ateşten bir bitkidir. Eğer bu bitki dünyada olsaydı yeryüzünü ve üzerindeki herşeyi yakardı.

Saîd b. Cübeyr: O taştır, demiştir. İkrime de böyle demiştir.

Ancak daha kuvvetli olan, bunun dünyadakine benzer dikenli bir bitki olduğudur. İbn Abbâs'tan, onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetine göre, Peygamber şöyle buyurmuştur: "Darı" dikene benzeyen sabır denilen bitkiden daha acı, leşten daha kötü kokan, ateşten daha sıcak, cehennem ateşinde bulunacak bir şeyin adıdır. Allah ona Darî' ismini vermiştir." Deylemî, Firdevs, II, 434.

Hâlid b. Ziyâd dedi ki: Ben el-Mütevekkil b. Hamdan'a şu:

"Onlar için Dari'den başka bir yiyecek yoktur." âyeti hakkında soru sorulduğunu ve sorana şu cevabı verdiğini duydum: Bana ulaştığına göre, Darî'; cehennem ateşinden bir bitkidir. Onun meyvesi irin ve kandır, sabırdan daha acıdır. Onların yiyecekleri bu olacaktır.

el-Hasen dedi ki: Bu, yüce Allah'ın mahiyetini saklı tuttuğu azaptandır.

İbn Keysan dedi ki: Bu önünde tazarruda bulunup, zelil kalacakları ve kendisinden ötürü, ondan kurtulmak maksadıyla, yüce Allah'a niyaz edecekleri bir yiyecektir. Bundan dolayı ona bu isim verilmiştir. Çünkü onu yiyen bir kimse onu yemekten muaf tutulmak için tazarruda bulunacaktır. Bu ise oldukça iğrenç ve son derece ağır ve kaba olduğundan dolayıdır. Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki; Bu tabirin zelil, yani yalvarıp yakaran halde bulunan "ed-dari'Men türemesi mümkündür. Yani böyle bir kimse karşı karşıya bulunduğu kötülükten dolayı oldukça zelildir ve bir tazarru (yalvarıp, yakarma hali) gelip onu bulur.

Yine el-Hasen'den bunun zakkum olduğunu söylediği nakledilmiştir. Cehennemdeki bir vadi olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah bir başka yerde:

"Artık bugün burada onun hiçbir yakın dostu yoktur. Ğıslinden başka hiçbir yiyeceği de yok." (el-Hakka, 69/35-36) diye buyurmakta iken, burada:

"Darî'den başka bir yiyecek yoktur" diye buyurmaktadır. Darı' ise el-Gıslinden başka bir şeydir, bu iki âyetin birlikte anlaşılması cem' … şöyle olur: Cehennem ateşi aşağı doğru basamaklar halindedir. Onlardan kimisinin yiyeceği zakkum, kimisinin yiyeceği ğıslin, kimisinin yiyeceği de darı' olacaktır. Kimilerinin içeceği kaynar su, kimilerinin içeceği de irin olacaktır.

el-Kelbi dedi ki: Darî'; kendisinden başka hiçbir yiyeceğin bulunmadığı bir derecede, zakkum ise bir başka derecede olacaktır. Her iki âyetin farklı iki hal ile ilgili olması ve böylece anlaşılması da mümkündür. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmuştur:

"Onlar bunun ile sıcak su arasında gidip geleceklerdir." (er-Rahmân, 55/44)

el-Kutebi şöyle demiştir: Darî'in ve zakkum ağacının ateşte biten iki bitki olması, yahutta ateşin yakıp bitirmesi sözkonusu olmayan bir cevher (öz)den meydana getirilecek olması da mümkündür. Aynı şekilde zincirler, bukağılar, oranın akrepleri ve yılanları da böyle olacaktır. Eğer bunlar bizim bildiğimiz şekilde olsalardı cehennem ateşinde kalmaları sözkonusu olmazdı. Ayrıca şöyle demiştir: Yüce Allah, hazır bulunanlar vasıtası ile kendi nezdinde gaib olanlara dair bize delili göstermiş bulunmaktadır. İsimler delaletleri bakımından uyum arzederken, manalar birbirlerinden farklıdır. Aynı şekilde cennette bulunan ağaçlar ve döşekler de böyledir.

el-Kuşeyri dedi ki: el-Kutebi'nin bu açıklamasından daha güzeli de bizim şöyle dememizdir: Azapları devam etsin diye cehennemde kâfirlerin kalmasını sağlayan yüce Allah, kâfirleri onlarla azaprandırsın diye, cehennem ateşinde zakkum ağacına vesair bitkilere kalıcılık verecektir.

Bazılarının iddia ettiklerine göre bizatihi Dari' ateşte yetişmez. Onlar bundan yemeyeceklerdir. O halde Dari’; davarların gıdalarındandır. insanların gıdaları arasında yer almaz. Develer bunu yemeye koyulacak olurlarsa, bir türlü doymazlar ve açlıktan ölür giderler. Bu kimseler kendilerini doyuracak şeyler yemek istediler. İşte dari' bu gibi kimselere misal olarak verilmiştir. Onlar, gıdası Darî' olan kimselerin azâb edileceği gibi, açlık ile azâb edilecektir.

el-Tirmizî el-Hakîm şöyle demiştir: Bu oldukça basit ve oldukça sıradan bir tevildir. Sanki onlar yüce Allah'ın kudreti hakkında hayrete düşmüş, bu toprakta, bu Darî' yetiştirenin cehennemin ateşinin yandığı yerde yetiştirmeye kadir olmadığını düşünmüş gibidirler. Halbuki yüce Allah, bu dünya hayatında yemyeşil ağaçtan bizim için ateş yaratmıştır. Fakat ne ateş ağacı yakar, ne de ağaçta bulunan suyun nemliliği ondaki ateşi söndürür. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O, sizin için yeşil ağaçtan ateş çıkarandır. Hemen ondan ateş yakıyorsunuz." (Yasin, 36/80) Aynı şekilde yüce Allah'ın:

"Biz onları kıyâmet günü ... yüzükoyun haşredeceğiz" (el-İsra. 17/97) âyeti nazil olunca ey Allah'ın Rasûlü diye soruldu, insanlar yüzleri üzere nasıl yürüyeceklerdir? Şöyle buyurdu: "Onları ayakları üzerinde yürüten kimse, yüzükoyun onları yürütmeye de kadirdir." Hâkim, Müstedrek, II, 437; Tirmizi, V, 305, Müsned, 11, 363. O halde bu gibi hususları ancak kalbi zayıf olan kimseler hayretle karşılar. Yüce Allah bizlere:

"Derileri piştikçe azâbı tatmaları için derilerini başka derilerle değiştireceğiz." (en-Nisa, 4/56);

"Gömlekleri katrandandır." (İbrahim, 14/50);

"Çünkü Bizim yanımızda, ağır bukağılar... var." Ve;

"Yakıcı bir ateş de var, boğazı tıkayıp kalan bir yiyecek... de yardır." (el-Müzzemmil, 73/12-13) diye buyurmuştur.

Bir görüşe göre bu, içinde diken bulunan yiyecektir. O halde azâb bu şeylerle çeşitlilik arzedecektir.

7

O, ne semirtir, ne de açlığa karşı fayda verir.

Yani Darî' yiyen bir kimse şişmanlamaz. Hem diken yiyen nasıl şişmanlayabilir ki?

Müfessirler şöyle demiştir: Bu (bir önceki) âyet-i kerîme nazil olunca, müşrikler şöyle dedi: Şüphesiz ki bizim develerimiz Darr ile semirmektedirler. Bunun üzerine;

"O, ne semirtir, ne de açlığa karşı fayda verir." âyeti nazil oldu. Hem onlar yalan söylemişlerdir. Çünkü develer onu henüz taze iken, kurumadan otlarlar. Bu ot kurudu mu onu yemezler. Bir görüşe göre onlar bu hususta tereddüde düşmüşlerdir. Bunu diğer faydalı bitkiler gibi sanmışlardır. Çünkü "müdâra'a" (dan' ile aynı kökten); birbirine benzemek anlamına gelir; fakat onlar bu otun semirtmediğini, açlığa karşı bir faydasının da olmadığını görmüş oldular, öğrendiler.

8

Yüzler de vardır ki o gün, nimetin eseri görülür onlarda.

"Yüzler de vardır ki o gün, nimetin eseri görülür onlarda." Nimel sahibidir onlar. Bu yüzler, mü’minlerin yüzleridir. Yaptıklarının akıbeti ve salih amellerinin karşılığı olarak kendilerine verilenleri görünce sevinmiş olacaklardır.

9

Amellerinden dolayı hoşnutturlar.

"Amellerinden dolayı." Dünyada iken işledikleri amellerinden ötürü, amellerinin karşılığında, kendilerine cennel verileceği vakit, âhirette

"hoşnutturlar." Yani bu kimseler, yaptıkları işlerin mükâfat sebebiyle hoşnut olacaklardır.

Ayetin başında hazfedilmiş bir "vav" vardır ki: ' Ve o günde öyle (başka) yüzler de vardır ki..." anlamındadır. Bu "vav" bu tür yüzler ile daha önce kendilerinden sözedilmiş yüzlerin arasındaki farkı belirtmek içindir. Buradaki

"yüzler" tabiri bizzat insanların kendilerini ifade eder.

10

Yüksek bir cennettedirler.

"Yüksek bir cennettedirler." Yüceltilmiş, yükseltilmiş bir cennettedirler. Çünkü bu cennet, önceden de geçtiği üzere semâların üstündedir. "Değeri yüksek" diye de açıklanmıştır. Çünkü o, cennetlerde canların çektiği ve gözlerin zevk duyacağı herşey vardır ve onlar o cennetlerde ebedi kalıcıdırlar.

11

Orada boş söz işitmezler.

Hoşlanılmayan, bayağı, aşağılık söz işitmezler demektir. Yüce Allah burada: "Lâğiyeh" "Boş söz" diye buyurmuştur. “El-lağv” “El-leğâ” ile “El-lâğiyeh” hep aynı anlamdadır. Şair de şöyle demiştir:

"Boş söz ve çirkin konuşmalardan..."

el-Ferrâ' ve el-Ahfeş dedi ki: Orada, boş, tek bir kelime dahi işitmezler. Bundan neyin kastedildiği hususunda altı görüş vardır.

1- Yalan, iftira ve yüce Allah'ın inkârı ve küfür sözler. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır.

2- Batıl ve günah işitmezler. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.

3- Kasıt sövmektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.

4- Masiyettir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır.

5- Orada herhangi bir kimsenin yalan yere yemin ettiği işitilmez. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. el-Kelbî dedi ki: İster doğru, ister yalan yere kimsenin yemin ettiği cennette işitilmeyecektir.

6- Onların konuşmaları arasında boş bir kelime dahi duyulmaz. Çünkü cennet ehli, ancak hikmet ile, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği sürekli nimetler dolayısıyla, Allah'a hamd ile konuşurlar. Bu açıklamayı da yine el-Ferrâ' yapmıştır. Bu, sözü geçen bütün görüşleri de kapsayacak genellikte olduğundan ötürü en güzelleridir.

Ebû Amr ve İbn Kesîr ("işitmezler" anlamındaki fiili) meçhul bir fiil olarak "ye" ile: "Yusmeu" "İşitilmez" diye okumuşlardır. Nafi de böyle okumuş olmakla birlikte "ye" yerine ötreli "te" ile okumuştur. Çünkü: "El-lâgiye" "Boş söz" müennes bir isimdir. Bundan dolayı fiili de müennes okumuştur.

"Ye" ile okuyanların bu şekilde okumalarının sebebi ise, isim ile fiil arasında cer harfi ve mecrurun geldiği bir hal oluşundan dolayıdır. Diğerleri ise üstün "te" ile okumuşlardır.

"Lâğiyeh" "Boş söz" şeklinde nasb ile okunması, bunun (yani boş söz işitmenin) yüzlere isnad edilmesi dolayısıyladır. Yani yüzler, orada boş söz işitmeyeceklerdir.

12

Orada akan bir pınar vardır.

"Orada" kaynayıp coşan su, yerin üstünde yatakları bulunmaksızın, lezzetli çeşitli içeceklerden

"akan bir pınar vardır." Daha önce el-İnsan Sûresi'nde (76/6. âyetin tefsirinde) orada birden çok pınarların bulunduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. O halde burada

"bir pınar" birçok pınarlar anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

13

Orada yüksek tahtlar vardır.

"Orada yüksek tahtlar vardır." Rivâyet olunduğuna göre bu tahtların yüksekliği, yüce Allah dostunun sahib olduğu, etrafındaki mülkü görmesi için sema ile arz arası kadar olacaktır.

14

Yerleştirilmiş sürahiler;

"Yerleştirilmiş sürahiler" yani ibrikler ve kablar vardır. İbrik; kulpu ve emziği olana denilir, Sürahi ise; kulpu ve emziği olmayan su kabına denilir. Buna dair açıklamalar daha önceden ez-Zuhruf Sûresi'nde (43/71. âyetin tefsiri, 2. başlık ve devamında) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

15

Dizilmiş yastıklar,

"Dizilmiş" biri diğerinin yanında

"yastıklar" vardır.

Bunun tekili "Numrukatun" dur. Şair şöyle demiştir:

"Ve bizler kâseleri çokça içenlerimiz ile

Ebû Kabus arasında, yastıklar üzerinde gezdirir dururuz."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Olgun yaşlılar ve yüzleri güzel gençler,

Dizilmiş tahtlar ve yastıklar üzerinde."

es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: "En-numreku" ile "En-numrekatu" "Küçük yastık" demektir. ("Nun" harfi) kesreli olarak; "En-nimrakatu" da bu anlamdadır ki; bu Yakub'un naklettiği bir söyleyiş tarzıdır. (Arapların) devenin eğeri üzerindeki küçük yastığa da bu ismi verdikleri olur. Bu açıklama Ebû Ubeyd'den nakledilmiştir.

16

Ve etrafa yayılmış, son derece kıymetli yaygılar vardır.

"Ve etrafa yayılmış, son derece kıymetli yaygılar vardır." Ebû Ubeyde dedi ki:

"Ez-Zerâbiyy"

"Yaygılar" demektir. İbn Abbâs dedi ki: "Ez-Zerâbiyy" "İnce kadifeleri bulunan küçük yastıklar" demektir. Bunun tekili, "Zurbiyetun" ...diye gelir, el-Kelbî ve el-Ferrâ' da böyle demişlerdir.

"El-Mebsuse"

"Etrafa yayılmış" yayılmış, serilmiş demektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.

Biri diğerinin üstünde diye de açıklanmıştır ki, bu da İkrime'nin görüşüdür. Pek çok diye de açıklanmıştır. Bu da el-Ferrâ'nın görüşüdür. Meclislerde etrafa dağılmış diye de açıklanmıştır. Bu açıklama da el-Kutebî'ye aittir.

Derim ki: Bu daha doğrudur. Çünkü bunlar (bu değerli yaygılar) pekçok ve etrafa yayılmış olacaktır. "Vebesse fihâ min kulli dâbbetin"

"Ve orada her çeşit canlıyı üretip yaymasında" (el-Bakara, 2/164) âyetinde de aynı kökten gelen lâfız kullanılmıştır.

Ebû Bekr el-Enbari dedi ki: Bize Ahmed b. el-Huseyn anlattı, dedi ki: Bize Huseyn b. Arafe anlattı, dedi ki: Bize Ammar b. Muhammed anlattı, dedi ki: Ben Mansur b. el-Mutemir'in arkasında namaz kıldım. O:

"Sana örtüp bürüyenin haberi geldi ya" (1. âyet) sûresini okudu. Bu sûrede:

"Ve etrafa yayılmış, son derece kıymetli yaygılar vardır." Orada nimetler içerisinde huzurla yaslanmış olacaklardır, diye okudu.

17

Artık onlar bakmazlar mı devenin nasıl yaratıldığına?

Müfessirler dedi ki: Yüce Allah, her iki yurdun sahiplerinin halini sözkonusu edince kâfirler bu işe hayret ettiler, yalanlayıp inkar ettiler. Yüce Allah da onlara, kendi sanat ve kudretini, herşeye güç yetiren, mutlak kadir olduğunu hatırlattı. Nitekim o canlıları yeri ve göğü yaratandır. Sonra öncelikli olarak deveyi sözkonusu etti. Çünkü deve Araplar arasında pek çoktur. Onlar filleri görmemişlerdi. Bundan dolayı şanı yüce Allah, pek büyük bir yaratığını küçük bir mahlukun emrine verdiğini hatırlatarak buna dikkatlerini çekti. Bu küçük varlık, bu büyük varlığı yularından çekip götürüyor, onu çoktürüyor, kaldırıyor. Deve yerinde çökmüş iken ona ağır yükleri yükletiyor ve bu ağır yüküyle yerinden kalkıyor. Bu özellik, onun dışında hiçbir hayvanda yoktur. Onlara, yarattığı büyük bir mahluku, yarattıklarından küçük bir varlığın emrine verdiğini gösterdi ve bununla; onlara, vahdaniyetinin ve büyük kudretinin delilini de göstermiş oldu.

Hikmet sahiblerinden birisinden nakledildiğine göre, o deveden ve harikulade yaratılışından sözetmiş. Ancak bu şahıs devenin bulunmadığı bir yerde yetişmişti. Bir süre düşündükten sonra şöyle dedi: Muhtemeldir ki bu develerin boynu uzun olmalıdır. Yüce Allah bu develerin karanın gemilerini olmasını murad ettiğinden ötürü onlara susuzluğa katlanabilme kabiliyetini verdi. Öyle ki; onlar on gün hatta daha fazla susuz kalabilmektedirler. Çöllerde ve tehlikeli geçiş yerlerinde bitip de diğer hayvanların otlamadığı herbir şeyi otlayacak şekilde yarattı.

Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah, onlara yüksek tahtları hatırlatınca onlar: Bunlara nasıl çıkacağız, dediler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi ve develerin üzerine yükler vurulsun diye çöktüklerini, sonra da ayağa kalktıklarını anlattı. İşte bu tahtlar da böyle olacaktır. Önce alçalacaklar, sonra yükseleceklerdir. Bu anlamdaki açıklamaları Katade, Mukâtil ve başkaları yapmıştır.

Burada sözü edilen develerin pek büyük bulut parçalan olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır. es-Sa'lebî dedi ki: Burada sözü geçen "develer"in bulutlar olduğu söylenmiş ise de, ben bunun İmâmlarımızın kitaplarında bir temelinin olduğunu göremedim.

Derim ki: el-Asmaî Ebû Said Abdu'l-Melik b. Kurayb'ın naklettiğine göre Ebû Amr şöyle demiştir; Bu

"Artık onlar bakmazlar mı devenin nasıl yaratıldığına" âyetinde; “El-İbil” kelimesini şeddesiz olarak okuyanların bu okuyuşu ile maksat devedir. Çünkü deve dört ayaklılardandır. Yere çöker ve onun üzerine yük vurulur. Diğerleri ise dört ayaklı olmakla birlikte, yük onlara ayakta oldukları halde vurulur. Bu kelimeyi şeddeli olarak okuyanların okuyuşuna göre ise, bununla su ve yağmur taşıyan bulutlar kastedilmiş olur.

el-Maverdi dedi ki: Buradaki: “El-İbil” kelimesinde iki şekil sözkonusudur.

Daha kuvvetli ve meşhur olan birinci görüşe göre bundan kasıt, dört ayaklılardan olan develerdir. İkinci görüşe göre ise, maksat bulutlardır. Eğer bunlarla maksat bulutlar ise, bulutlardaki ilâhî kudrete delil teşkil eden belgeler ve bütün yaratıklarına fayda sağlayan genel menfaatlerden dolayı söz konusu edilmiştir. Eğer dört ayaklılardan olan develer kastedilmiş ise, diğer hayvanlara göre develerin daha çok faydalı oluşundan dolayıdır. Çünkü hayvanlar sağmal, binek, yiyecek ve yük hayvanları olmak üzere dört türlüdür. Develerde bu dört özellik de vardır. Dolayısıyla nimet olmak özellikleri daha geneldir, ilahi kudretin onlarda tecellisi daha mükemmeldir.

el-Hasen dedi ki: Yüce Allah'ın deveyi özellikle sözkonusu etmesi, hurma çekirdeklerini yemesi, ot otlaması ve bununla birlikte süt vermesi dolayısıyladır. Yine el-Hasen'e develer hakkında soru sorulmuş ve: Filin acaibliği bundan büyüktür, demişler. O da şu cevabı vermiş: Araplar ile filler arasında uzak bir mesafe vardır. Diğer taraftan fil eti yenmez bir çeşit domuzdur. Sırtına binilmez, sütü sağılmaz.

Şureyh şöyle derdi: Haydi hep birlikte (Kufe'de develerin geldiği çarşı olan) el-Künâse'ye çıkalım ve develerin nasıl yaratıldıklarına bir bakalım.

“El-İbil” "Deve" lâfzının aynı kökten tekili yoktur, müennes bir lafızdır, Çünkü kendi lâfzından tekili olmayan çoğul isimler, şayet insanların dışındaki varlıkların ismi ise müenneslik onların ayrılmaz bir özelliğidir. Bu lâfızların küçültme ismi yapıldığı takdirde sonlarına "he (yuvarlak te)" getirilir. O bakımdan: "İbiletun ve ğanimetun" "Devecik, koyuncuk" ve benzer şekilleri kullanılır. Devenin bu lâfzı bazan hafif olsun diye "be" harfi sakin olarak; "İbl" diye kullandıkları da olur. Çoğulu, "âbâl" ...diye gelir.

18

Göğün nasıl yükseltildiğine,

"Göğün nasıl" yerden direksiz olarak

"yükseltildiğine"; ona hiçbir şeyin erişemeyeceği kadar yükseltildiğine, diye de açıklanmıştır.

19

Dağların nasıl dikildiklerine,

"Dağların" yıkılıp, yok olmayacak şekilde yerin üzerinde

"nasıl dikildiklerine..."

Şöyle ki; yer yayılıp döşendiğinde çalkalandı, yüce Allah, dağlarla orayı sağlamlaştırdı. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

"Ve yer onları çalkalamasın diye onda sağlamlaştırıcı kazıklar yarattık." (el-Enbiya, 21/31)

20

Ve yerin nasıl yayılıp, döşendiğine?

"Ve yerin nasıl yayılıp döşendiğine" Yayılıp, uzatıldığına.

Enes dedi ki: Ali (radıyallahü anh)'ın arkasında namaz kıldım. O: "Keyfe halektu" "Nasıl yarattığıma" "Rafe’tu" "Yükselttiğime"; "Nesabtu" "Diktiğime" ve "Setahtu" "Yayıp döşediğime" diye "te" harflerini ötreli olarak zamiri yüce Allah'a izafe ederek okudu. Muhammed b. es-Semeyka' ve Ebû'l-Âl-iye de böyle okurdu. Bu okuyuşda mef'ûl mahzuf olmakta birlikte anlamı "Halektuhâ" "On (lar)ı... yarattığıma" şeklindedir. Diğerleri de bu şekilde açıklanır.

el-Hasen, Ebû Hayve ve Ebû Recâ' "yayılıp döşendiğine" anlamındaki lâfzı "ti" harfini şeddeli, "te" harfini de sakin olarak; "Suttihat" diye okumuşlardır. Çoğunluk da böyle okumuş olmakla birlikte, ancak onlar "ti" harfini şeddesiz okumuşlardır.

Yüce Allah, öncelikle deveyi sözkonusu etti. Başkasını da öncelikle sözkonusu etseydi yine değişen bir şey olmazdı.

el-Kuşeyri dedi ki: Bu böyle bir dizilişte bir çeşit hikmetin aranacağı türden anlatımlardan değildir.

Şöyle de denilmiştir: Deve Araplar açısından insanlara en yakın olan varlıktır. Çünkü deve, onların nezdinde çoktur ve onlar insanlar arasında develeri en iyi tanıyanlardır. Aynı şekilde develerin faydaları diğer hayvanların faydalarından daha fazladır. Develerin eti yenir, sütleri içilir, onlara hem yük vurulur, hem sırtlarına binilir. Üzerlerinde oldukça uzak mesafeler katedilir. Susuzluğa karşı dayanıklıdırlar, çok az yem isterler, çokça yük taşırlar. Arapların mallarının çoğunluğunu da develer teşkil etmektedir. Develer sırtında, insanlardan uzaklarda tek başlarına yol alır giderlerdi. Bu durumda olan kimselerin, elbette yanlarında bulunanlar üzerinde düşünmeleri tabiidir. O önce bindiği hayvana bakar, sonra gözünü semaya uzatır, sonra yere bakar. O bakımdan onlara da bu yaratıklar üzerinde dikkatle düşünmeleri emrolundu. İşte bunlar dilediğini yaratan ve herşeye güç yetiren mutlak yaratıcının, eşsiz sanatkârın varlığının en açık bir delilidir.

21

Artık sen hatırlat! Sen ancak bir hatırlatıcısın.

"Artık" ey Muhammed

"sen" onlara

"hatırlat" öğüt ver ve korkut!

"Sen ancak bir hatırlatıcısın." Bir öğüt verensin

22

Üzerlerine musallat olan bir zorba değilsin.

"Üzerlerine musallat olan bir zorba değilsin." Yani onlara musallat kılınmış birisi değilsin ki, onları öldüresin. Daha sonra bu âyet-i kerimeyi kılıç âyeti (cihadı emreden âyet) neshetmiştir.

Harun el-A'ver,

"bir zorba" anlamındaki lâfzı "ti" harfini üstün olarak; “Bimusaytar" diye okumuştur. "El-musaytarun"

"Egemen, olanlar" (et-Tur, 52/37) âyetinde de böyle okumuştur. Bu Temimlilerin söyleyişidir.

es-Sıhah'ta şöyle denilmektedir: "El-musaytır (sin ile)" ile "El-musaytır" Bir şey üzerinde onu kontrol etmek, durumlarını görüp gözetlemek, amelini yazmak üzere musallat olan" demektir. Bunun asıl kökü "Satır"dan gelmektedir. Çünkü satır’ın ihtiva ettiği anlamlardan birisi de belirli bir sınırı aşmamasıdır. Buna göre kitab da "satır satır yazılmış" (anlamında): "Mustar"dır. Bu işi yapan kimse; "Mustar" ile "Mûsaytır" anılır. "Seytarte aleynâ" "Bizim üzerimizde egemen oldun, musallat oldun" denilir. Yüce Allah da: "Leste aleyhim bimusaytır"

"Üzerlerine musallat olan bir zorba değilsin" diye buyurmaktadır. "Setarahu" "Onu yere yıktı" anlamındadır.

23

Fakat kim yüz çevirip, inkâr ederse,

"Fakat kim yüz çevirip, inkâr ederse" âyeti munkatı' bir istisna olup; ama verilen öğüt ve yapılan hatırlatmalardan yüz çevirenlere gelince... demektir.

24

Allah, onu en büyük azâb ile azablandırır.

"Allah, onu en büyük azâb ile azablandırır." Bu da azâbı sürekli olan cehennemdir. Yüce Allah'ın:

"En büyük" dîye buyurması onların dünya hayatında iken açlık, kıtlık, esir edilmek ve öldürülmekle azâb edilmiş olmalarından dolayıdır. Bu tevilin (yorumun) delili İbn Mes’ûd'un: "İllâ men tevellâ vekefera finnehu yuazzibuhullahu" "Fakat kim yüz çevirip inkâr ederse, şüphesiz ki Allah onu azablandıracaktır" şeklindeki okuyuşudur.

Bu istisnanın muttasıl olduğu da söylenmiştir. Yani, sen yüz çevirip, inkâr eden kimseler dışındakilere musallat değilsin. Bunlara ise cihad ile musallat kılınmışsın. Bundan sonra da Allah onu en büyük azâb ile azaplandıracaktır. Bu takdire göre âyet-i kerimede nesh sözkonusu değildir.

Rivâyet edildiğine göre, Ali (radıyallahü anh)'a irtidad etmiş bir adam getirildi. Üç gün süreyle tevbe etmesini istedi, fakat tekrar İslama dönmedi. Onun boynunu vurdu ve:

"Fakat kim yüz çevirip inkar ederse" âyetini okudu. (Bu durumda Ali (radıyallahü anh) da istisnanın muttasıl olduğunu ifade etmiş olmaktadır.)

İbn Abbâs ve Katade (istisna edatını) şeddesiz olarak başlangıç ve uyarı edatı olmak üzere; "Elâ" "Dikkat edin..." diye okumuşlardır. Îmruu'l-Kays'ın şu mısraında olduğu gibi:

"Evet, dikkat et senin onlardan (muradını aldığın) nice güzel günlerin geçmiştir."

Bu açıklamaya göre buradaki: "Men" "Kim" lâfzı şart içindir. Cevabı ise "Allah onu... azablandırır" âyetidir, "Fe"den sonraki mübtedâ ise gizlidir. İfade: "Feyuazzibuhullahu" "Allah onu azaplandırır" takdirindedir. "Kim" anlamındaki lâfzın şart için kabul edilmesi halinde âyet; "Kim yüzçevirip nankörlük ederse, Allah da onu en büyük azâb ile azaplandırır" diye meâllendirilir Çünkü eğer "fe"den sonra gelen fiil ile cevab verilmek istenmiş olsaydı o takdirde; "İllâ men tevellâ vekefera yuazzibuhullahu" "Ancak yüz çevirip kâfir olanı Allah azaplandırır" şeklinde gelmesi gerekirdi.

25

Şüphe yok ki dönüşleri yalnız Bizedir.

Âyetin tefsiri için bak:26

26

Sonra da hesaplarını görmek de şüphesiz yalnız Bize aittir.

"Şüphe yok ki" ölümden sonra

"dönüşleri bizedir."

"Âbe, yuibu" "Döndü, döner" denilir. Ubeyd şöyle demiştir:

"Her ayrılan mutlaka geri döner.

Fakat ölüm ile ayrılan asla geri dönmez."

Ebû Cafer,

"dönüşleri" anlamındaki lâfzı şeddeli olarak: "İyyâbehum" diye okumuştur. Ebû Hatim ise: Şeddeli okuyuş câiz değildir. Eğer böyle bir okuyuş câiz olsaydı, aynı şeyin; "Siyam" (oruç) ile "Kıyam" lâfızlarında da câiz olmalıydı. Aynı anlamda iki ayrı söyleyiş oldukları da söylenmiştir.

ez-Zemahşerî dedi ki: Ebû Cafer el-Medenî "dönüşleri" anlamındaki lâfzı ("ye" harfi) şeddeli olarak okumuştur. Bunun açıklaması ise "fîal" vezninde "”Eyb" in mastarı olmasıdır. Bunun "El-iyâb" den geldiği de söylenmiştir yahutta onun aslı "fi'al" vezninde: "İv’âb" şeklinde; "Evb" den gelmesi de sözkonusu olabilir. Diğer taraftan; "İvvâben" in "divvân" lâfzının "divan" diye kullanılmasına benzer, diye de açıklanmıştır. Daha sonra "seyyid" ve benzeri kelimelerin aslına yapılan uygulama, bu kelimeye de yapılmıştır.

(Ğaşiye Sûresi burada sona ermektedir. Allah'a hamd olsun).

0 ﴿