BELED SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah’ın İsmi ile Mekke'de indiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Yirmi âyettir. 1Yemin olsun bu beldeye. Bu âyette -daha önceden; "Hayır...kıyâmet gününe yemin ederim" (el-Kıyame, 75/1) âyetinde geçtiği üzere-; "Lâ" "Hayır" (anlamındaki olumsuzluk lâfzının) zâid olması mümkündür. (Mealde de olduğu gibi) Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır ki; (doğrudan): "Yemin ederim" demektir. Çünkü daha sonra; "Bu beldeye" diye buyurmuştur. Yine bu beldeye; "Ve şu emin beldeye ki;" (et-Tin, 75/3) âyetinde de yemin etmiş bulunmaktadır. Yüce Allah, bu beldeye (başka bir yerde) yemin etmiş iken, (burada) ona yemin etmesi nasıl reddedilebilir? Şair şöyle demiştir: "Leyla'yı hatırladım da bir özlem sardı beni Nerdeyse kalp ta özünden paramparça olacaktı." Görüldüğü gibi burada: “Lâ” lâfzı sıla (ulama edatı olarak fazladan) gelmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Mâ meneake ella tescude iz emertuke" "Ben sana emrettiğim halde seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (el-A'raf, 7/12) âyeti da bu kabildendir. Buna delil de yüce Allah'ın: "Mâ meneake en tescude" "Secdeden seni ne alıkoydu?" (Sad, 38/75) âyetidir. Aynı manayı ihtiva eden iki âyetten ilkinde zâid olduğu belirtilen "la" geldiği halde, ikincisinde gelmemiş olması zâid olduğunun delilidir el-Hasen, el-A'meş ve İbn Kesîr "lam"dan sonra "elif" olmaksızın olumlu ifade olarak; "Luksimu" "Elbette... yemin ederim" diye okumuşlardır. Yine el-Ahfeş buradaki bu lâfzın; "Elâ" "...mez...mi" (ya da: Dikkat edin!) anlamında olabileceğini de kabul etmiştir. Yemini nefyetmek için gelmediği de söylenmiştir. Aksine bu, Arapların: Hayır, Allah'a yemin ederim hayır. Ben bu işi yapmam. Hayır vallahi bu iş böyle olmadı. Hayır, Allah'a yemin ederim mutlaka bunu yapacağım, türünden sözlerine benzer. Bunun sahih bir nefy olduğu da söylenmiştir. Mana da şudur: Sen bu şehirden çıkıp gittikten sonra bu şehirde olmayacak olursan Ben de bu şehire yemin etmem. Bu açıklamayı da Mekkî nakletmiştir. Ayrıca bunu İbn Ebi Necih, Mücahid'den rivâyet etmiştir. Buna göre Mücahid şöyle demiştir: "Hayır" lâfzı onlara karşı bir reddir. İbnu’l-Arabi'nin tercih ettiği açıklama da budur. Çünkü o şöyle demiştir: "Bunun red için geldiğini söyleyenlere gelince, bu hiç de reddolunacak bir görüş değildir. Çünkü bu şekilde mana da sahih olmaktadır, lâfız da, maksat da yerli yerince oturmaktadır." Dolayısıyla bu nefy, ölümden sonra dirilişi inkar edenlerin sözlerini reddetmekte, sonra da yerine geçilmiş bulunmaktadır, el-Kuşeyrî dedi ki: Yüce Allah'ın: "Hayır" âyeti bu sûrede anılmış, dünyaya aldanmış insanın vehimlerini reddetmektedir. Yani durum, kimsenin kendisine güç yetiremeyeceği şeklindeki kanaati gibi değildir. Bundan sonra yemine geçilmiştir. "Bu belde"den kasıt Mekke'dir. Bu hususta (müfessirler) icmâ etmişlerdir. Yani Ben; senin Benim nezdimdeki üstün değerin ve Benim sana olan sevgim dolayısıyla içinde bulunduğun bu haram beldeye yemin ederim. el-Vâsitî dedi ki: Biz sen hayatta iken orada bulunmakla vefatından sonra da bereketinle müşerref kıldığın bu belde -ki Medine'yi kastetmektedir- adına sana yemin ederek diyorum... Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü bu sürenin Mekke'de indiği ittifakla kabul edilmiştir. 2Sen, bu beldede bulunmakta iken. Gelecekte (bulunacağın vakit) demektir. (Bu yönüyle) yüce Allah'ın: "Muhakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir." (ez-Zümer, 39/30) âyetine benzemektedir. Arap dilinde bunun benzerleri pek çoktur. Kendisine ikramda ve lutuflarda, bağışlarda bulunmayı vaadettiğin kimseye: Sen kendisine ikram olunan (olacak olan) ihsan olunan (ihsan edilecek olan)sın, denilir. Yüce Allah'ın kelamında da bunun benzerleri pek çoktur. Çünkü ona göre gelecekteki haller, hal-i hazırdaki görülen durumlar gibidir. Bu lâfzın geleceğe dair olduğuna ve o zaman için mevcut hal ile açıklanmasının imkansız olduğuna, sûrenin fetihten önce Mekke'de ittifakla indiğinin kabul edilmiş olması, kafi bir delil olarak yeterlidir. Mansur, Mücahid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Sen bu beldede bulunmakta iken" Sen bu beldede her ne yaparsan senin için helâldir, demektir. İbn Abbâs da böyle demiştir: Mekke'ye girdiği gün dilediği kimseyi öldürmek ona helâl kılınmıştı. Bundan dolayı o, İbn Hatal, Mıkyes b. Subabe ve başkalarını öldürtmüştür. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra Mekke'de birisini öldürmek hiçbir kimseye helâl kılınmamıştır. es-Süddî rivâyetle dedi ki: Seninle savaşan kimseleri senin de öldürmen senin için helâldir. Ebû Salih, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ona günün kısacık bir bölümünde helâl kılındı, sonra bu helâl oluş kaldırıldı, kıyâmet gününe kadar haram bir belde oldu. Bu da Mekke'nin fethi günü olmuştu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle buyurduğu sabittir: "Allah gökleri ve yeri yarattığı günü Mekke'yi haram kıldı. Kıyâmet gününe kadar o haramdır. Benden önce kimseye helâl kılınmadığı gibi, benden sonra kimseye de helâl kılınmayacaktır. Bana da ancak günün kısacık bir bölümünde helâl kılınmıştır." Buhârî, II, 651, 736, IV, 1567; Tirmizî, IV, 21; Müsned, I, 253. Bu hadis daha önceden el-Mâide Sûresinde geçmiş bulunmaktadır. İbn Zeyd dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dışında kimse helal değil idi. Sen bu beldede ikamet ediyor ve burası senin yerin iken... anlamında olduğu da söylenmiştir. Sen bu beldede ihsan edip, Ben de bu beldede senden razı iken diye de açıklanmıştır. Dilcilerin naklettiklerine göre "helâl (ihramsız) adam" anlamında: "Raculun hillun, helâlun, muhillun" denilir. "İhramlı ve ihramsız adam" "Raculun haramun, muhillun" ve "ihramlı adam" anlamında "Raculun haramun, muhrimun" denilir. Katade dedi ki: Sen bu beldede helâl iken, sen günah işlememiş halde iken anlamındadır. Bunun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a övgü olduğu da söylenmiştir. Yani sen, Allah'ı inkar suçunu işleyen müşrikler gibi olmayıp, bu Beytin hakkını bilip tanıyarak senin için işlenmesi haram olan şeyleri bu beldede işleyen birisi değilsin. Yani hürmetini (saygınlığını) bilip tanıdığın şu ta’zim olunan Beyte yemin ederim ki, sen bu Beytte ikamet etmekte, onu tazim etmekte ve sana haram olan herhangi bir şeyi burada işlememektesin. Şurahbil b. Sa'd dedi ki: "Sen bu beldede bulunmakta iken" helâl iken demektir, Bunun anlamı da şudur: Onlar, avını öldürmek, ağacını kesmek bakımından Mekke'yi haram bir belde olarak kabul ediyorlar, fakat aynı zamanda seni oradan çıkarmayı ve öldürmeyi helâl belliyorlar. 3Babaya ve doğana ki; Mücahid, Katade, ed-Dahhâk, el-Hasen ve Ebû Salih dedi ki: "Babaya" Âdem (aleyhisselâm)'a "ve doğana" onun soyundan gelen çocuklara demektir. Yüce Allah'ın onlara yemin etmesi, insanların, Allah'ın yeryüzünde yarattıklarının en hayret verici olanları oluşlarından dolayıdır. Çünkü onlar, maksatlarını açıklamak, konuşmak, işlerini çekip çevirmek gibi özelliklere sahip olmak, (hasletlerine sahiptirler) Peygamberler ve yüce Allah'ın yoluna davet edenler de onlar arasından çıkar. Âyetin; Âdem'e ve onun soyundan gelen salih kimselere bir yemin olduğu da söylenmiştir. Salih olmayan kimseler ise âdeta hayvan gibidirler. Babanın; İbrahim, doğanın ise onun zürriyeti olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Ebû İmrân el-Cevnî yapmıştır. Diğer taraftan bununla onun bütün zürriyetinin kastedilme ihtimali olduğu gibi, onun soyundan gelen sadece müslümanların kastedilme ihtimali de vardır. el-Ferrâ' dedi ki: Bu âyette insanlar hakkında: "Mâ" "an"in kullanılmasının elverişli olması: "Mâ tâbe lekum" "Size helâl olan kadınlardan..." (en-Nisâ, 4/4) âyeti ile: "Vemâ haleka’z-zekera ve’l-unsâ" "Erkeği de, dişiyi de yaratana ki" (el-Leyl, 92/3) buyruklarına benzemesindendir. Halbuki erkeği de, dişiyi de yaratan O'dur. (Bununla birlikte onun hakkında da bu edat kullanılmıştır). Bu lâfzın kendisinden sonraki lâfız ile birlikte mastar konumunda olduğu da söylenmiştir. Babaya ve onun doğurmasına demek olur. Bu da yüce Allah'ın: "Ve’s-semâi vemâ benâha" "Semaya ve onu bina edene" (eş-Şems, 91/5) âyetine benzemektedir. İkrime ve Said b. Cübeyr dedi ki: "Babaya" kendisinden evlad olana, "doğana" evladı olmayan kısıra demektir. İbn Abbâs da böyle demiştir. Bu durumda; "Mâ" edatı nefy anlamını ifade eder. Ancak bu anlamda olması uzak bir ihtimaldir. Mevsul bir isim takdir edilmedikçe yani; "Vâlid vellezi mâ veled" "Babaya ve çocuğu olmayana" takdirinde kabul etmedikçe doğru olamaz. Böyle bir takdir ise Basralılara göre câiz değildir. Âyetin; her baba ve her evlad hakkında genel olduğu da söylenmiştir. Bu da Atiyye el-Avfi'nin açıklamasıdır. Aynı anlamda bir açıklama yine İbn Abbâs'dan da rivâyet edilmiştir. Taberî'nin tercih ettiği de budur. el-Mâverdî dedi ki: Daha önce kendisinden sözedildiği için "baba"nın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olması "doğan"ın da onun ümmeti olması da ihtimal dahilindedir. Çünkü Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ben sizin için bir baba konumundayım, size ... öğretirim." Ebû Davud, I, 3. Böylece yüce Allah, Peygamberinin beldesine yemin ettikten sonra, onun şerefinin ileri derecesine işaret etmek için hem bizzat kendisine, hem de onun ümmetine yemin etmiş olmaktadır. 4Biz; insanı yemin olsun, bir zorluk içinde yarattık. Yemin buraya kadar devam ediyordu. Bu âyet da yeminin cevabıdır. Yarattıklarından -önceden de geçtiği gibi onları tazim etmek gayesiyle- dilediğine yemin etmek Allah'ın hakkıdır. Burada sözkonusu olan "insan" Âdemoğludur. "Bir zorluk içinde" dünya mücadelesinde, zorluk ve sıkıntı içinde demektir. "El-kebed" Çetinlik, şiddet, zorluk" demektir. "Tekebbede’l-leben" "Süt katılaştı, bozuldu, yoğurt haline dönüştü" tabiri de buradan geldiği gibi "karaciğer" anlamındaki; "El-kebidu" da buradan gelmektedir. Çünkü o (karaciğer) katılaşmış ve sertleşmiş bir kandır. "Kâbedtu haza’l-emru" Bu işin zorluk ve sıkıntılarına katlandım" denilir. Şair Lebid de şöyle demiştir: "Ey göz, Erbed için ağlamalı değil misin? Hani biz de, düşmanlar da zorluk ve şiddet içinde kalkmış idik." İbn Abbâs ve el-Hasen dedi ki: "Zorluk içinde", sıkıntı ve yorgunluk içinde demektir. Yine İbn Abbâs'tan, gebe kalınması, doğurulması, süt emzirilmesi, dişlerinin çıkması ve daha başka halleri gibi zorluk ve sıkıntı içindedir, diye açıkladığı rivâyet edilmiştir, İkrime'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Annesinin karnında dikine... demektir. Çünkü "El-Kebed" "Dikine ve dosdoğru olmak" demektir. Bu yüce Allah'ın yaratılış itibariyle ona olan lutfunu dile getirmektir. Şanı yüce Allah'ın, annesinin karnında yarattığı bütün canlılar, mutlaka yüzleri üstüdürler. Âdemoğlu bundan müstesnadır. O özel bir şekilde dikine durur. Aynı zamanda bu, en-Nehaî, Mücahid ve başkalarının da görüşüdür. İbn Keysan dedi ki: Annesinin karnında, başı yukarda demektir. Şanı yüce Allah annesinin karnından çıkması için ona izin verdiği vakit bu sefer, başı annesinin ayaklarına doğru döner, el-Hasen dedi ki; Dünyanın musibetlerine ve âhiretin şiddetlerine, zorluklarına göğüs gerer, demektir. Yine ondan şöyle açıkladığı rivâyet edilmiştir: O bolluk ve rahat zamanında şükür, zorluk ve sıkıntı zamanlarında da sabır etmek için kendisini zorlar. Çünkü o, mutlaka bu iki halden birisi ile karşı karşıya bulunur. Bu açıklamayı İbn Ömer'den de rivâyet etmiştir. Yemân dedi ki: Âdem oğlunun karşı karşıya kaldığı ve göğüs gerdiği sıkıntılar kadar sıkıntı çeken bir başka varlık, yüce Allah yaratmış değildir. Bununla birlikte o yaratılmışların en güçsüzüdür. İlim adamlarımız şöyle demiştir: Onun karşılaştığı ilk zorluk göbek bağının kesilmesidir. Daha sonra kundağa sarılıp, bağlandığı vakit darlık ve sıkıntı ile karşılaşır, sonra süt emmek zorluğu ile karşılaşır. Eğer süt emmeyecek olursa telef olur, gider. Daha sonra dişleri biter, dili harekete başlar, arkasından tokat yemekten daha zor olan sütten kesilmek zorluğu ile karşılaşır. Sonra sünnet olmak sıkıntısıyla, ağrılarla, kederlerle karşılaşır. Daha sonra öğretmen ve onun baskısının zorluğu, mürebbi ve onun idaresi, hoca ve heybetinin zorluğu ile karşılaşır. Arkasından evlenmek ve bu hususta acele etmek meşgalesi ve sıkıntıları ile karşılaşır. Ondan sonra çocukların, hizmetçilerin ve diğer yardımcıların meşgaleleri ile karşılaşır. Daha sonra evler, köşkler inşa etmek sıkıntıları ile karşılaşır. Sonra yaşlanmak, kocamak, dizlerin ve ayakların zayıflaması ve sayımı dökümü çok olan, serdedilmeleri uzayıp gidecek musibetlerle karşı karşıya kalır. Başın ağrıması, dişlerin ağrıması, gözlerin çapaklanması, borcun sebeb olduğu keder, diş ağrıları, kulak ağrıları gelir... Malda, canda türlü mihnetlerle karşılaşır. Dövülmek, hapsedilmek gibi. Herhangi bir sıkıntıyla karşılaşmadığı, bir meşakkate göğüs germediği bir gün dahi geçmez. Bütün bunlardan sonra ölüm gelir. Sonra meleğin soru sorması, kabrin sıkıştırması ve karanlığı, arkasından ölümden sonra diriliş, amellerin Allah'ın huzurunda arzedilmesi ve nihayet ya cennet veya cehennemde karar kılacağı hale kadar devam eden sıkıntılar. İşte yüce Allah: "Biz, insanı yemin olsun bir zorluk içinde yarattık" diye buyurmaktadır. Eğer iş insana kalmış olsaydı, bu sıkıntıların hiçbirisini seçmez, tercih etmezdi. Bu onun işlerini çekip çeviren, bu halleri onun hakkında hükmedip takdir eden bir yaratıcısının olduğuna delildir. O halde insan bu yaratıcının emrine uymalıdır. İbn Zeyd dedi ki: Burada "insan"dan kasıt, Âdem'dir. "Bir zorluk içinde" âyeti da semanın ortasında demektir. el-Kelbi dedi ki: Bu âyet, Cumahoğullarından bir kişi hakkında inmiştir. Bu kişiye Ebû'l-Eşeddin denilirdi. O Ukyazlı deriyi alır, bunu ayaklarının altına koyar ve sonra: Beni bu derinin üzerinden uzaklaştırabilene şu kadar vermeyi vaadediyorum dermiş. On kişi o deriyi çeker, deri parçalanır ayakları yerinden oynamazdı. Bu kişi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in düşmanlarından idi. "O hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini mi sanır?" (5. âyet) âyeti onun hakkında inmiştir. Gücü sebebiyle (güç yetiremeyeceğini mi sanır) demektir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. (Buna göre), "Zorluk içinde", güçlü demek olur. Yaratılışı itibariyle güçlü demektir, Kureyşlilerin en güçlü adamlarından birisi idi. Abdu'l-Muttalib oğlu Haşım oğlu Rukane de böyle idi. O da güç ve kuvveti itibariyle parmakla gösterilir birisi idi. "Bir zorluk içinde" âyetinin yaratılışının zayıflığına, maddesinin hakirliğine rağmen, yürekli ve sağlam ciğerli (mütehammil) anlamında olduğu da söylenmiştir. İbn Atâ: Karanlık ve cehalet içinde, diye açıklamıştır. Tirmizî, kendisini ilgilendiren şeylerle ilgilenmez, ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olur, diye açıklamıştır. 5O, hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini mi sanır? "O, hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini mi sanır?" Yani Âdemoğlu yüce Allah'ın kendisini asla cezalandırmayacağını mı sanır? 6O: der ki: "Ben yığın yığın mal tükettim." "O, der ki: Ben yığın yığın" pek çok miktarda "mal tükettim" harcayıp, bitirdim. 7O, kimsenin kendisini asla görmediğini mi zanneder? "O, kimsenin kendisini asla görmediğini" gözetmediğini "mî zanneder.?" Bilakis yüce Allah, onun bu halini bilir. O bakımdan o, hiç de harcamadığı halde "ben yığın yığın mal tükettim" sözünde yalancıdır. Ebû Hüreyre rivâyetle dedi ki: Kul durdurulur. Ona: "Sana rızık olarak verdiğim malı nasıl kullandın?" diye sorulur. O: "O malı, infak ettim, onun zekatını verdim", der. "Sanki sen bu işi, bu kişi cömerttir, denilsin diye yapmış gibisin, böyle de denildi." Sonra da verilen emir üzerine cehennem ateşine atılır. Hadis, dünyada iken yüce Allah için ihlasla yapılması gereken Allah yolunda cihad ilim tahsili, infak gibi amelleri riyakârlık maksadıyla yapanların, mükâfat görmek yerine cehennemde azal) göreceklerini :anlatmakta Müslim, III, 1513;ibn Huzeyme. Sahih, IV, 116; İbn Hihban, Sahih, II, 137; Hâkim, Müstedrek, I, 189, 579, II. 120; Tirmizî, IV,591; Nesâî, VI, 29; Müsned, II, 321 Said’den rivâyete göre o, Katade'nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Sana malını nereden topladın ve onu nasıl harcadın? diye sorulacaktır. İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ebû’l-Eşeddin (veya el-Eşeddeyn) şöyle derdi: "Ben Muhammed'e düşmanlık uğrunda çok mal harcayıp, tükettim." Halbuki o, yalan söylüyordu. Mukâtil dedi ki: Bu âyet, el-Haris b. Amr b. Nevfel hakkında inmiştir. O, bir günah işledi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan fetva sordu. Peygamber ona keffârette bulunmasını emretti. Şöyle dedi: "Muhammed'in dinine girdiğimden beri malım, verdiğim keffaretlerle ve nafakalarla zaten bitip tükendi." Onun söylediği bu sözler, yapmış olduğu infaklar dolayısıyla bir çeşit haddini aşma olabilir. O takdirde bu, onun tuğyan ettiği anlamına gelir; yahutta yaptığı bu harcamalara üzüldüğünü ifade etmiş olabilir. O vakit, bu yaptıklarına pişmanlık duymuş demektir. Ebû Cafer "yığın yığın" anlamındaki; "Lubed" lâfzını "be" harfini üstün ve şeddeli olarak; "Lâbede"nin çoğulu diye okumuştur. "Râki’" "Rükû eden" lâfzının çoğulunun: "Ruke’" "Sâcid" "Secde eden"in çoğulunun "Suced" diye; "Şâhid"in çoğulunun "Şuhed" diye gelmesi ve benzerlerinde olduğu gibi. Mücahid ve Humeyd ise "be" ve "lam" harflerini ötreli ve şeddesiz olarak; "Lubud"un çoğulu diye okumuşlardır. Diğerleri ise, "lam" harfini ötreli ve kesreli, "be" harfini üstün ve şeddesiz olarak; “Lebdetun" ile "Libdetun"un çoğulu diye okumuşlardır ki bu da; "Telebbed" "Kat kat olup katlanan şey" demek olup, bununla çokluk kastedilir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Cin Sûresi'nde (72/19. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edildiğine göre "...mi sanır?" anlamındaki; "E yehsebu" âyetini her iki yerde de "sin" harfini ötreli "Eyahsubu" olarak okuduğu rivâyet edilmiştir. el-Hasen dedi ki: O diyor ki: Ben çok mal harcayıp tükettim. Bundan ötürü beni kim hesaba çekecektir? Beni bırak da ben onu hesaba çekeyim. Yüce Allah'ın, onu hesaba çekmeye kadir olduğunu, yüce Allah'ın onun yaptığı her şeyi gördüğünü bilmiyor mu? Daha sonra, üzerindeki nimetlerini sayıp dökerek şöyle buyurmaktadır: 8Biz, ona iki göz vermedik mi; Âyetin tefsiri için bak:9 9Bir de bir dil ve iki dudak? "Biz, ona" kendileriyle gördüğü "iki göz vermedik mi?" Kendisiyle konuştuğu "bir de dil" ve ağzını kendileri ile kapattığı "İki dudak" vermedik mi? Yani bunları yapan Bizleriz. O halde, onu öldükten sonra diriltmeye ve işlediklerini yayıp dökmeye, kadir olanlarız. Ebû Hazim dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yüce Allah buyurdu ki: "Ey Âdemoğlu! Sana haram kıldığım hususlar hakkında dilin seninle çekişmeye girişecek olursa, iki kapak ile Ben ona karşı sana yardım etmiş bulunuyorum, sen de o kapakları kapat. Sana haram kıldığım hususlarda şayet gözün seninle çekişecek olursa, sana onlara karşı iki kapak ile destek vermiş bulunuyorum. O kapakları kapat. Eğer sana haram kıldığım hususlarda fercin seninle çekişecek olursa, ona karşı sana iki kapak ile destek vermiş bulunuyorum, kapat." "Eş-şefetu" "Dudak" lâfzının aslı; "Eş-şefhetu" olup, bundan "he" hazfedilmiştir. Küçültme ismi: "Şufeyhe" şeklinde, çoğulu ise; "Şifâhun" ...diye gelir. "Şefehât" ile "Şefevât" diye de kullanılır. "He" ile çoğul yapılması kıyasa daha uygun, "vav" ile çoğul yapılması daha umumidir. Bu haliyle "seneler" anlamındaki; "Es-senevât"e benzetilmektedir. el-Ezherî şöyle demiştir: Vasl halinde; "Hâzihi şefeatun" "Bu bir dudaktır" denilir. "He" ile: "Veşefeh" diye de kullanılır. Katade dedi ki: Aslında Allah'ın nimetleri apaçıktır. Yüce Allah, şükredesin diye onları sana da saydırıp döktürmektedir. 10Ve Biz, ona iki de yol gösterdik. Hayır ve şer yollarını kastetmektedir. Yani göndermiş olduğumuz peygamberler ile bu iki yolu, o insana açıkladık. "En-necd" "Yukarı doğru giden yol" demektir, Bu, İbn Abbâs, İbn Mes’ûd ve başkalarının görüşüdür. Katade rivâyetle şöyle demektedir: Bize nakledildiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dermiş: "Ey insan! Hepsi iki yoldur. Hayır yolu ile şer yolu. Sen ne diye şer yolunu, hayır yolundan daha çok sevimli buluyorsun ki?” Taherî, Câmıu'l-Beyan, XXX, 200 (el-Hasen’den mürsel), XXX, 201 (Katade den); İshale b. Râhuye, Müsned, I, 403 (muttasıl bir senedle Ebû Hüreyre'den); İbn Hater, Fethu'l-Bâri, VIII, 704 (İbn Rahûye'nin Ebû Hüreyre'den kaydetliği rivâyete sahici olarak işaret ettikten sonra, el-Hasen'den gelen rivâyeti de zikretmektedir). İkrime'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Buradaki; "En-necdân" "İki meme" demektir. Aynı zamanda bu Said b. el-Müseyyeb ile ed-Dahhak'ın da görüşüdür. Bu İbn Abbâs ve Ali (radıyallahü anhüma)'dan da rivâyet edilmiştir. Çünkü bunlar çocuğun hayatı ve rızkı için iki yol gibidirler. Bu lâfız, "yükseklik" anlamına da gelir. Çoğulu; "Nucud"dur. Nec(i)d'e bu ismin veriliş şekli, Tihame düzlüğünde bir yükseklik teşkil ettiği içindir. O halde: "En-necdân" "İki yol" yüksekteki iki yol demektir. İmriu'l-Kays da şöyle demiştir: "(Onlar) iki gruptur, onlardan kimisi Batn-ı Nahle'yi kateder Onların bir diğeri ise Kebkeb tepesinin yukarı doğru çıkan yolunu kateder." 11Fakat o, sarp yokuşa saldıramadı. Yani, Muhammed'e düşmanlığı uğrunda harcadığını iddia ettiği o malını niçin o sarp yokuşu tırmanıp geçmek için harcamadı? Harcasaydı da güvenliğe erişseydi. "İktehame" "Saldırmak, tereddütsüz ve düşünmeden kişinin kendisini bir şeyin üzerine atması" demektir. "Kahame fi’l-emri kuhumen" "Düşünmeksizin derhal kendisini o işin içerisine alıverdi" tabiri de buradan gelmektedir. "Kahame’l-ferasu fârisehu tefhimen alâ vechihi" "At, binicisini yüzü üstüne attı" denilir. "Tefhimu’n-nefsi fi’ş-şey’i" "Canı bir şeye düşünmeksizin sokmak, atmak" demektir. "el-Kuhmetu" "Helâk edecek kadar büyük tehlike, zorlu kıtlık bir sene" demektir. Bedevi Araplar, bulundukları yerde kıtlık başgösterip, kırsal alanlara girecek olurlarsa; "Esâbeti’l-e’râbu’l-kuhmete" denilir. "El-Kuhme" "Yolun zor bölümleri" anlamındadır. el-Ferrâ'' ve ez-Zeccâc dedi ki: Burada: "Lâ" "Hayır ...meli değil mi?..." lâfzı tek bir defa zikredilmiştir. Fakat Araplar, benzer bir ifadede mazi fiil ile birlikte bu edatı bir başka sefer başka sözlerle birlikte tekrarlamadıkça sadece bir defa hemen hemen hiç kullanmazlar. Yüce Allah'ın: "O tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış(tı)." (el-Kıyame, 75/31) âyeti ile: "Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir." (Yûnus, 10/62) âyetinde olduğu gibi. Bunu bir defa kullanmaları ancak sonraki ifadelerin onun manasına delalet etmesi halindedir. Bu sebeble "Bundan sonra da... olmasıdır" (17. âyet) âyeti, tekrarın yerini tutar. Şöyle buyurmuş gibidir: "O ne sarp yokuşa saldırabildi, ne de îman etti." Âyetin; O, ne kurtuldu, ne de esenliğe kavuştu, ifadesi gibi (bed)dua konumunda olduğu da söylenmiştir. "O sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin?" (12. âyet) Süfyan b. Uyeyne dedi ki: Yüce Allah'ın: "Vemâ edrâke" "Sana ne bildirdi (mealde: Sen nereden bileceksin)" diye buyurduğu herbir hususu haber vermiştir. Hakkında: "Vemâ yudrike" "Sen nereden bileceksin?" diye buyurduğu hususları ise kendisine haber vermemiştir. (Yine İbn Uyeyne) dedi ki: "Fakat o sarp yokuşa saldıramadı" âyeti, o sarp yokuşa saldırmadı, demektir. Züheyr'in şu beyitinde olduğu gibi: "Ve o, içinde bir niyeti gizleyip saklamıştı Bunu ne açığa vurdu, ne de öne çık(ar)dı." Yani o, niyetini açığa vurmadı, öne çıkarmadı. el-Müberred ve Ebû Ali de aynı şekilde buradaki: "Lâ" "... ma" olumsuzluk edatının (muzarinin başına gelip olumsuz mazi anlamını veren): "Lem" anlamındadır, demişlerdir, Buhârî bu görüşü Mücahid'den diye de zikretmiştir. Buhârî, IV, İK88 Yani o, dünya hayatında o sarp yokuşa saldırmadı, demektir. Bu durumda (yukarıda tekrarlanarak kullanıldığı belirtilen) olumsuzluk edatının tekrarına ihtiyaç kalmaz. Daha sonra (yüce Allah), akabeyi (sarp yokuşu) ve ona saldırmayı açıklayarak: "O kul azad etmektir" (13. âyet) ve şunu şunu yapmaktır, diye buyurdu. Yüce Allah'a yakınlaştırıcı, mali birtakım ibadet yollarını açıkladı. İbn Zeyd ve bir grub müfessir şöyle demişlerdir: İfade, inkâr anlamını ihtiva eden istifham (soru) demektir. İfadenin de takdiri şudur: O, ne diye sarp yokuşa saldırmadı? Yahut o, sarp yokuşa saldırmak değil miydi? Yani şöyle buyurmaktadır: O malını niçin kölelerin hürriyetlerine kavuşturulması, açsız kimselerin yemek yedirilmesi uğrunda -bu yolla sarp yokuşa aşması için- harcamadı? Böyle yapması malını Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a düşmanlık uğrunda harcamasından onun için daha hayırlı olurdu. Diğer bir açıklama da şöyle yapılmıştır: Burada akabeye tırmanmak, onu aşıp geçmek (sarp yokuşa saldırmak) bir örnektir. Yani o, Rabbine itaat etmek ve O'na îman etmek uğrunda malını harcamak suretiyle büyük sorumluluklara niye katlanmadı? Bu gibi sorumlulukların altına niye girmedi? Böyle bir açıklama; "Fakat o sarp yokuşa saldıramadı" âyetini (bed)dua anlamında yorumlayanların açıklamalarına uygundur. Yani, malını şu şu yollarda harcamayan kimse kurtulamasın, esenliğe kavuşamasın. Şöyle de açıklanmıştır: Bu âyet, günahların büyüklüğünü, ağırlığını ve onların çetinliğini bir akabeye (sarp yokuşa) benzetmektedir. Eğer kişi köle azad edip, salih amel işleyecek olursa, bu da sarp yokuşu saldırıp aşan kimsenin durumuna benzer. Bunlar ise kişinin kendisine zarar veren, onu rahatsız eden ve ona ağırlık teşkil eden günahlardır. İbn Ömer dedi ki: Buradaki akabe (sarp yokuş) cehennemdeki bir dağdır. Ebû Reca'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bize ulaştığına göre akabeyi (yokuşu) çıkıp aşmak, yedibin yıl, ondan aşağıya inmek de yedibin yıldır. el-Hasen ve Katade dedi ki: Bu köprüden önce, cehennemde çok zorlu bir yokuştur. Yüce Allah'a itaat ederek yokuşu aşmaya bakınız. Mücahid, ed-Dahhak ve el-Kelbî dedi ki: Bu cehennem üzerine konulacak kılıç gibi keskin, düzlüğü, yüksekliği ve inişi üçerbin yıllık mesafe olan Sıratın kendisidir. Bunu aşmak, mü’min için ikindi ile akşam namazı arasındaki süre kadar olacaktır. Mü’min için bu köprüyü aşmanın farz bir namazı kılmak kadar bir süre alacağı da söylenmiştir. Ebû'd-Derda'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Önümüzde bizi bekleyen bir akabe (sarp yokuş) vardır. Bu yokuştan insanlar arasında en rahat kurtulacak kimseler, yükleri en hafif olanlardır. Ateşin bizatihi kendisinin akabe ulduğu da söylenmiştir. Ebû Reca, el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bize ulaştığına göre, bir köle azad eden müslüman bir kimsenin azad ettiği o köle, mutlaka onun için cehennem ateşinden kurtuluş fidyesidir. Abdu'r-Rahmân b. Ömer'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kim bir köle azad ederse, yüce Allah da o kölenin herbir azası karşılığında onun bir azasını (cehennem ateşinden) azad eder. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim bir köleyi hürriyetine kavuşturursa, Allah da o kölenin her bir organı karşılığında onun bir organını cehennemden kurtarır. Hatta onun fercini, kölesinin ferci karşılığında (cehennemden) azad eder." Buhârî, VI, 2469; Müslim, 11, 1147; Müslim, IV, 114. Tirmizi'de, Ebû Umame ile diğer sahabilerden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Herhangi bir müslüman bir diğer müslümanı hürriyetine kavuşturacak olursa, bu, onun cehennem ateşinden kurtuluşunu sağlar. Onun herbir organı, öbürünün bir organının kurtulmasına karşılık olur. Herhangi bir müslüman kadın bir başka müslüman kadını hürriyetine kavuşturacak olursa, o da onun cehennem ateşinden kurtulmasına sebeb olur. Onun herbir organı karşılığında o kadının da bir organı (cehennemden) kurtulur." (Tirmizi) dedi ki: Bu hasen, sahih, garib bir hadistir. Tirmizî, IV, 117; Müsned, IV, 235. Akabe (sarp yokuş)un, kişinin amellerin arzedilmesinin dehşetinden kurtulması demek olduğu da söylenmiştir. Katade ile Ka'b: O, köprüden önceki bir ateştir, demişlerdir. el-Hasen de şöyle demiştir: O -Allah'a yemin ederim- çok zorlu bir yokuştur. İnsanın nefsine, hevasına ve düşmanı olan şeytana karşı mücadele ve mücahede etmesidir. Şairlerden birisi şöyle demiştir: "Ben, bana ok atıp duran ve aleyhime tuzaklar, ağlar kuran Dört musibet ile mübtelâ olmuşum: İblistir biri onların, dünya, nefsim ve hevâ da diğerleri. Bunlardan ben nasıl kurtuluş ümid edebilirim ki? Rabbim (Senden gelecek) bir af ile yardımcı ol bana Çünkü ben artık bunlara karşı Senden başkasının yardımını) ümid edemez haldeyim." 12O sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? İfadesinde hazfedilmiş lâfız vardır. Yani sarp yokuşa saldırmanın ne olduğunu sana ne bildirdi? Bu dinin emirlerine bağlı kalmanın ne kadar büyük bir iş olduğunu anlatmaktadır. Hitab -ona sarp yokuşu aşmayı öğretmek üzere- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yöneliktir. el-Kuşeyri dedi ki: Akabenin, cehennemdeki bir akabe (bir yokuş) diye yorumlanması uzak bir ihtimaldir. Çünkü dünyada olan bir kimse cehennemde olan bir sarp yokuşa saldıramaz. Ancak burada, âyetin şu maksatla yorumlanması hali müstesnadır Böyle bir kimse yarın cehennem yokuşunu aşıp geçme imkânını verecek şekilde nefsini ne diye hazırlamadı? Buhârî ise Mücahid'in: O dünyada iken akabeye (sarp yokuşa) saldırama şeklindeki açıklamasını tercih etmiştir. İbnu'l-Arabî dedi ki: "Benim bunu tercih etmemin sebebi, yüce Allah'ın bundan sonraki âyet-i kerimede: "O sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin?" diye buyurmasıdır. bundan sonra üçüncü âyeti kerimede: "O kul azad etmektir" (13. âyet) bundan sonraki âyet-i kerimede: "Yahut açlığın çok olduğu bir günde yemek yedirmektir" (14. âyet) daha sonraki beşinci âyet-i kerimede: "Akrabalığı olan bir yetime" (15. âyet) diye buyurması; Ondan sonra gelen altıncı âyet-i kerimede ise: "Yahut topraklara düşmüş bir yoksula" (16, âyet) diye buyurmuş olmasıdır. İşte bütün bu ameller ancak dünyada olur. O dünyada iken âhirette o sarp yokuşu geçmesini kendisine kolaylaştıracak işleri yapmadı, demektir." 13O, kul azad etmektir. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: "Kul âzad etmek"; kişiyi esirlikten kurtarmaktır. Kölelikten kurtarmak diye de açıklanmıştır. Hadîs-i şerîfte: "Kul âzad etmek, onun bedelini (yazışma bedelini) ödemesinde yardımcı olmandır." Tayalisî, Müsned, I, 100; Hâkim, Müstedrek, II, 236, Darakutni, II, 135 diye buyurulmuştur ki bu hadisi el-Bera (b. Azib) rivâyet etmiştir. Daha önce de bu hadis Berae (et-Tevbe) Süresi'nde (9/60. âyet, 17. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Fekk (çözmek); Bağı çözmek demektir. Kölelik de bir bağdır. Dolayısı ile köle edinilmiş olan kimseye "rakabe" denilmiştir. Çünkü kişi kölelik ile boynunda bağ bulunan esire benzer. Köleyi hürriyete kavuşturmaya çözmek (fekk) denilmesi esirin kendisini bağlayan esaret bağından çözülmesine (kurtarılmasına) benzetilmesinden ötürüdür. Hassan şöyle demiştir: "Nice esir vardır ki, biz onu bedelsiz olarak çözdük Ne perçemlerin kesilmesini (kurtardık) da onların (azad edici) mevlaları olduk." Ukbe b. Âmir el-Cühenî'nin rivâyet ettiğine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim mü’min bir köleyi hürriyetine kavuşturursa, bu onun cehennem ateşinden fidyesi (kurtulmalıkı) olur." Ebû Davud, 1, 30, Nesâî, VI, 26; Taberani, Kebîr, XVII, 333 el-Maverdi dedi ki: Bunun ikinci bir anlama gelme ihlimali vardır. Buna göre; o kişinin masiyetlerden uzak durmak, itaatleri de işlemek sureliyle kendi kendisini kurtarıp (cehennem ateşinden) boynunu âzad etmesini kastetmiş olabilir. Bu hususta rivâyet edilen haber (hadis) böyle bir tevili yapmaya engel değildir. Hatta bu (tevil şekli) doğruya daha yakındır. 2- Hürriyete Kavuşturulması Daha Faziletli Olan Köle: "Kul azad etmek" âyeti hakkında Asbağ şöyle demiştir: Pahalı, kâfir bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, değeri daha düşük, mü’min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktan daha faziletlidir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Hangi köle(yi azad etmek) daha faziletlidir, diye sorulduğunda "değer itibariyle daha pahalı, sahipleri nezdinde daha üstün ve nefis kabul edilenleri" diye cevab vermiştir. Buhârî, II, 891; Müsned, II, 388, V, 171 İbnu’l-Arabi dedi ki: Bu hadiste kastedilen ise "müslümanlar arasından (böyle olan)dır." Buna delil de Peygamber efendimizin: "Kim müslüman bir köle azad ederse..." ile; "Kim mü’min bir köle azad ederse..." diye buyurmuş olmasıdır. Asbağ'ın yaptığı bu açıklama ise bir yanılmadır. O sadece (köle azad etmek sonucunda) malın eksiltilmesini gözönünde bulundurmuştur. Fakat âzad edilenin sadece ibadet edecek hale gelmesini yalnızca tevhidin gereklerini yerine getirecek duruma getirilmesini gözönünde bulundurmak ise, elbette ki daha uygundur." 3- Köle Azad Edip, Sadaka Vermenin Fazileti: Köle âzad etmek ve sadaka vermek en faziletli amellerdendir. Ebû Hanife'den gelen rivâyete göre köle âzad etmek, sadaka vermekten daha faziletlidir. Onun iki arkadaşına (Ebû Yusuf ve Muhammed'e) göre ise, sadaka vermek daha faziletlidir. Âyet-i kerîme ise köle azad etmeyi sadaka vermekten önce sözkonusu ettiğinden ötürü, Ebû Hanife'nin görüşünün lehine daha kuvvetli bir delil teşkil etmektedir. en-Nehaî'den rivâyet edildiğine göre; yanında nafakasından artan malı bulunan bir kimsenin bu malı yakın akrabalarına harcamasının mı, yoksa onunla köle azad etmesinin mi daha faziletli olacağı sorulmuş. O: köle azad etmek daha faziletlidir, demiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir köleyi hürriyetine kavuşturursa, Allah da o kölenin herbir organı karşılığında (azad edenin) bir organını cehennem ateşinden kurtarır." Bu anlamdaki hadisler 11. ayetin tefsirinde geçti. Kaynakları için oraya bakabilirsiniz 14Yahut, açlığın çok olduğu bir günde yemek yedirmektir. "Yahut açlığın çok olduğu bir günde yemek yedirmektir" âyetindeki; "Mesğabetun" "Açlık" demektir. "Seğab" "Aç olmak"; "Sâğib" "Aç kişi" demektir. el-Hasen bu âyeti; "Ev it’âmun fi yevmin zâ mesğabetin" şeklinde ("Yahut bir gün çok aç olan bir kimseye yemek yedirmektir" anlamında) ve: "Zâ" lâfzını "elif" ile (yani ... olan kimseye) diye okumuştur. Ebû Ubeyde de şu beyiti zikretmektedir: "Ey Âsım oğlu Kays'ın oğlu, şayet ben senin komşun olsaydım (beni komşu bilseydin) Komşun açlık içinde kıvranırken sen geceni tok geçirmezdin." Yemek yedirmek büyük bir fazilettir. Hele açlığın sözkonusu olması halinde olursa daha da faziletlidir. en-Nehaî yüce Allah'ın: "Yahut açlığın çok olduğu bir günde yemek yedirmektir." âyeti hakkında: "Yemeğin çok bulunduğu bir günde (yemek yedirmektir, demektir)" diye açıklamıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "İlahi rahmeti celbeden hususlardan birisi de aç kalmış bir müslümana yemek yedirmektir." Hâkim, Müstedrek, II, 570; Beyhakî, Şuabu'l-Îman, III, 216, 217; Münziri, Terğib, II, 35. 15Akrabalığı olan bir yetime. "Akrabalığı" yakınlığı "olan bir yetime." "Fulânun zu karabeti ve zu mekrabeti" "Filan kişi benim akrabamdır, benimle akrabalığı vardır" denilir. Bu âyet, bize akrabaya verilen sadakanın akraba olmayana verilen sadakadan daha faziletli olduğunu öğretmektedir. Nitekim bakıcısı olmayan bir yetime verilecek olan sadaka, kendisine bakacak kimseleri bulunan bir yetime verilen sadakadan daha faziletlidir. Dilciler "yetime"e bu ismin veriliş sebebinin, onun güçsüzlüğü olduğunu söylerler. Çünkü kişi zayıf düşecek olursa: "Yetume’r-raculu yutmâ" "Adam zayıf düştü" denilir (ve "yetim" ile aynı kökten gelen fiil kullanılır.) Belirtildiğine göre; insanlar arasında "yetim" baba tarafından olur. Hayvanlar arasında ise anne tarafındandır. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (2/83. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bazı dilciler, ise yetim, anne-babası ölmüş kimsedir, demişlerdir. Kays b. el-Mülavvah da şöyle demiştir: "Yetim bir kimse annesiz, babasız kalışını yüce Allah'a nasıl şekva ediyorsa, Leyla'nın yokluğunu ben de yüce Allah'a öylece şekva ediyorum." 16Yahut, topraklara düşmüş bir yoksula. "Yahut topraklara düşmüş bir yoksula." Hiçbir şeyi olmadığından dolayı fakirlikten toprağa yapışıp durmuş, topraktan başka sığınacak, barınacak hiçbir şeyi olmayan kimseye ... demektir. İbn Abbâs dedi ki: O evi bulunmayan, sokağa atılmış kimse demektir. Mücahid dedi ki: Toprağa karşı elbise ya da başka bir şey türünden kendisini koruyacak hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Katade: Evlad u ıyali pekçok olan kimsedir, diye açıklamıştır. İkrime: Borç altına girmiş kimse, Ebû Sinan: Kötürüm kalmış kimsedir, diye açıklamışlardır. İbn Cübeyr: Kimsesi olmayan kişi diye açıklamıştır. İkrime'nin rivâyetine göre, İbn Abbâs şöyle açıklamıştır: "Toprağa bulanmış (zu metrabe)" toprağından uzak düşmüş yani vatanından uzaktaki yabancı kimse demektir. Ebû Hamid el-Harezenci de şöyle demiştir: Buradaki "metrebe" zorlu ve sıkıntılı hal demek olan "terib"den gelmektedir. Bir kimse fakr u zaruret içine düştüğü takdirde; "teribe" fiili kullanılır. el-Hüzeli şöyle demiştir: "Bizler, misafir gelip de bizim yurdumuza konakladığı vakit; Oldukça fakirlik halimizde bile develerin kanlarını akıtırdık." İbn Kesîr, Ebû Amr ve el-Kisaî ("kul azad etmek" anlamındaki lâfzı): Mazi bir fiil olarak "kef" harfini üstün ile: "Fekke" "Azad etti" diye "köle" anlamındaki lâfzı da mef'ûl olduğundan ötürü nasb ile; “Rakabetu" diye okumuşlardır. "Yahut yemek yedirmek" anlamındaki âyeti hemzeyi üstün ve "mim" harfini de nasb ile; " Ev et’ame" "Yahut yemek yedirdi" diye ("ayn" harfinden sonra) "elif" getirmeksizin yine mazi bir fiil olarak okumuşlardır. Çünkü yüce Allah: "Bundan sonra da îman edenlerden... olmasıdır" (17. âyet) diye buyurmuştur. Bunun böyle olması "köle azad et(me)di, yemek yedir(me)di" şeklindeki okuyuşa daha uygun düşmektedir. Diğerleri ise ref ile: "Fekku" "Azad etmekdir" diye; "Fekektu" "Çözdüm, azad ettim" fiilinin mastarı olarak okumuşlar; "köle" anlamındaki lâfzı da; "Rakabetin" şeklinde izafet dolayısıyla mecrur okumuşlardır Diğer taraftan: "Ev it’amun" "Yahut... yemek yedirmektir" lâfzındaki hemzeyi kesreli, ("ayn"dan sonra) "elif" ile "mim" harfini ötre ve aynı şekilde mastar olarak tenvinli okumuşlardır. Bu okuyuşu Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim tercih etmiştir. Çünkü bu yüce Allah'ın: "O sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin" (12. âyet) âyetini açıklamakta, daha sonra bunun ne olduğunu haber vererek: "O kul azad etmektir yahut... yemek yedirmektir" (12. âyet) diye buyurmaktadır. Anlam da şöyle olur: Sarp yokuşa saldırmak, köle azad etmek yahut yemek yedirmektir. Nasb ile okuyanların (İbn Kesîr, Ebû Amr ve el-Kisai'nin) okuyuşu ise manaya göre yorumlanan bir okuyuştur. Yani böyle bir kimse köle azad etmedi, açlığın yaygın olduğu bir günde yemek yedirmedi. Bu, o sarp yokuşu nasıl aşabilecektir? el-Hasen ve Ebû Recâ da (diğer okuyuşa göre) "gün" lâfzının sıfatı olan "yemek yedirmek" anlamındaki lâfzın mef'ûlü olarak nasb ile; "Zâ mesğabetin" "Aç olan bir kimseye" diye okumuşlardır. Yani onlar aç olan bir kimseye yemek yedirirler. "Bir yetim" lâfzı da ondan bedel olur. Diğerleri ise "gün"ün sıfatı olarak; "Zi mesğabetin" "Açlığın çok olduğu (bir gün)" diye okumuşlardır. Nasb ile okuyuşun ayrıca cer harfi ile mecrurun mahalline göre sıfat olması (dolayısı ile yine sıfatın, gün lâfzının sıfatı olması) da mümkündür. Çünkü yüce Allah'ın: "Bir günde" anlamındaki âyeti, mahalli itibariyle nasb konumunda olan bir zarftır. Bu durumda lafıza değil de manaya göre onun (yani günün) sıfatı olur. 17Bundan sonra da, îman edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye, merhameti tavsiye edenlerden olmasıdır. "Bundan sonra da, îman edenlerden... olmasıdır." Yani köle âzad eden yahut açlığın yaygın olduğu bir günde yemek yediren bir kimse, îman edenlerden yani tasdik edenlerden olmadıkça, o sarp yokuşu aşamaz. Çünkü itaatlerin kabul edilmesinin şartı Allah'a îman etmektir. Allah'a îman olmadıktan sonra infakta bulunmanın faydası yoktur. Aksine yapılan itaatlerin îman ile birlikle olması gerekir. Yüce Allah, münafıklar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Harcamalarının onlardan kabul edilmesini engelleyen sadece şudur: Onlar Allah'a ve Rasûlüne (inkar ile) kâfir olmuşlardır." (et-Tevbe, 9/54) Âişe (radıyallahü anhnhâ) dedi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! İbn Cüd'ân cahiliye döneminde akrabalık bağını gözetir, yemek yedirir, esiri kurtarır, köleyi özgürlüğüne kavuşturur, Allah için develeri üzerinde (karşılıksız) yolcuları taşırdı. Bunun ona hiç faydası olur mu?" Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, çünkü o bir gün olsun, Rabbim din (kıyâmet) gününde bana günahımı bağışla, demedi," Müslim, 1, 196; Müsned, VI, 93, 120; İbn Hibban, Sahih, II, 40. Şöyle de açıklanmıştır: "Bundan sonra da îman edenlerden... olmasıdır" buyrukları şu demektir: Yani o, bu işleri mü’min olarak yapmış olmalıdır ve vefat edinceye kadar da imanı üzere kalmalıdır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetleridir: "Muhakkak Ben tevbe eden, îman eden ve salih amel işleyip, hidayet üzere olana da çok çok mağfiret ediciyim." (Taha, 20/82) Bir diğer açıklamaya göre anlam şudur: Sonra bu işlerin, yüce Allah'ın nezdinde, kendilerine fayda sağlayacağına inanan, îman edenlerden olmasıdır. O, bu yakınlaştırıcı ibadetleri, Allah için yapıp, sonra da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman etmesidir. Hakim b. Hizam, müslüman olduktan sonra dedi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bizler cahiliye döneminde birtakım amellerle Allah'a ibadet edip ona yakınlaşmaya çalışıyorduk. Onların bize bir faydası olur mu?" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Geçmişinde işlediğin hayırlar (baki kalmak) üzere müslüman oldun." Buhârî, II, 521, 773, 896, V, 2233; Müslim, I, 113, 114; Müsned, III, 402 Buradaki; "Summe" "Sonra"nın "vav" "ve" anlamında olduğu da söylenmiştir. "...Ve köle azad eden ve açlığın yaygın olduğu bir günde yemek yediren bu kimse, îman edenlerden idi(dir)" demektir. "Birbirlerine" karşılıklı olarak "sabrı tavsiye" yaratılmışlara "merhameti tavsiye edenlerden olmasıdır." Onlar, bunu yaptıkları takdirde, yetime de, yoksula da merhametli olurlar, şefkat duyarlar. 18İşte bunlar, Meymenet sahibleridir. "İşte bunlar Meymene sahibleridir." Yani kitapları kendilerine sağ taraflarından verilecek olanlardır. Bu açıklamayı Muhammed b. Ka'b el-Kurazi ve başkaları yapmıştır. Yahya b. Sellam dedi ki: Çünkü onlar kendilerine karşı meymenetli (uğurlu) kimselerdir. İbn Zeyd dedi ki: Çünkü onlar (böyle hareket edenler) Âdem (aleyhisselâm)'ın yemin (sağ) tarafından alınmışlardır. Onların konumları sağda olacaktır, diye de açıklanmıştır ki bu açıklamayı da Meymun b. Mihran yapmıştır. 19Âyetlerimizi İnkâr edenler ise, onlar, Meş'eme sahiplerinin ta kendileridir. Âyetin tefsiri için bak:20 20Üzerlerinde de kapıları sımsıkı kapatılmış bir ateş vardır. "Âyetlerimizi" yani Kur'ân-ı Kerîm’i "inkâr edenler ise onlar Meş'eme sahiblerinin ta kendileridir." Yani kitaplarını sol taraflarından alacak olanlardır. Bu açıklamayı Muhammed b. Ka'b yapmıştır. Yahya b. Sellam dedi ki: "Çünkü bunlar bizzat kendilerine uğursuz kimselerdir. " İbn Zeyd dedi ki: "Çünkü bunlar Âdem (aleyhisselâm)'ın sol tarafından yaratılmışlardır." Meymun (b. Mihran) da, "çünkü onların bulunacakları yer sol taraftır", diye açıklamıştır. Derim ki: Bütün bu görüşleri şöyle bir açıklama bir arada kapsar: Meymene sahibleri cennetliklerdir, Meş’eme sahibleri de cehennemlik olanlardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ashabu'l-Yemin ne şerefli ashabu'l-Yemindir. Dikensiz Arabistan kirazı altında..." (el-Vakıa, 56/27-28) diye buyurduktan sonra: "Ashabu'ş-Şimal ne bedbaht ashahu'ş-Şimal'dir! Beyinlerine kadar işleyen bir sıcaklıkta (olacaklardır)" (el-Vâkıa, 56/41-42) diye buyurmaktadır. Benzeri diğer âyetler da (bunu açıklamaktadır). "Mu’sadetun" "Kapatılmış ve kilitlenmiş" demektir. Şair şöyle demiştir: "Devem Mekke'nin dağlarına özlem duyuyor, Fakat onun karşısında San'a kapıları kapalı ve kilitli bulunuyor." İçinde ne olduğu bilinmeyen, müphem, belirsiz, diye de açıklanmıştır. Dilciler: "Evsadtu’l-bâbe ve evsadtuhu" "Kapıyı kilitledim" derler (yani fiili ilk harfini "vav"lı ya da hemzeli olarak kullanırlar.) Bu fiili: "Evsadtu" "Kilitledim" diyerek kullananlara göre isim, "El-visâdu" gelir. Bunu "Âsedtuhu" diye kullananların kullanışına göre de isim "El-isâdu" ...diye gelir. Ebû Amr, Hafs, Hamza, Yakub, el-Kisai'den eş-Şeyzeri, burada ve "el-Hümeze" (104/8. âyeti kerîme)de "Mu’sadetun" şeklinde hemzeli, diğerleri ise hemzesiz okumuşlardır. Bu iki okuyuş da iki ayrı söyleyiştir. Ebû Bekr b. Ayyaştan şöyle dediği nakledilmiştir: Bizim (bu lâfzı) "hemzeli" olarak; "Mu’sadetu" diye okuyan bir İmâmımız vardır. Onun bu okuyuşunu duyduğum vakit kulaklarımı tıkamak istiyorum. (Beled Sûresi burada sona ermektedir. Allah'a hamd olsun). |
﴾ 0 ﴿