ŞEMS SÛRESİRahmân Ve Rahîm Allah'ın ismi ile Mekke'de indiği ittifakla kabul edilmiştir. Onbeş ayettir. 1Yemin olsun güneşe ve aydınlığına; "Ve aydınlığına" âyetini Mücahid; ışığına ve parlayıp aydınlatmasına demektir, demiştir. Bu ikinci bir yemindir. Şanı yüce Allah, burada aydınlığı güneşin kendisine izafe etmiştir. Çünkü aydınlık, ancak güneşin yükselmesiyle gerçekleşir. Katade: Parlaklığı diye açıklamıştır. es-Süddî sıcağı demiştir. ed-Dahhâk'ın, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o; "Ve aydınlığına" âyeti hakkında şöyle demiştir: Yüce Allah, güneşte aydınlığı yaratmış ve onu sıcak olarak var etmiştir. el-Yezidî dedi ki: Bundan maksat (aydınlığının) etrafa yayılmasıdır. Onun sayesinde görünen ve açığa çıkan herbir yaratık, diye de açıklamıştır. Bu durumda hem güneşe hem de yeryüzündeki bütün yaratılmışlara yemin edilmiş olmaktadır. Bu açıklamayı el-Mâveıdî nakletmiştir. "Ed-duhâ" "Aydınlık" lâfzı müennestir. Nitekim: "İrtefeati’d-duhâ" "Güneşin aydınlığı (etrafı aydınlatmak vakti) yükseldi" denilir ki bu da; "Ed-dahv" ile anlatılandan daha ileri bir vakitte gerçekleşir. Bazan müzekker olarak da kullanılabilir. Bu lâfzı, müennes olarak kabul edenler, bunun; "Ed-dahvetu"nun çoğulu olduğu kanaatindedir. Müzekker olarak kabul edenler de "fual" vezninde "surad" "kuş, serçe" ve "nuğar" "kuş yavrusu" türünde isim olduğu kanaatindedir. Bu lâfız "seher" gibi mütemekkin olmayan bir zarftır. O bakımdan "Lekituhu duhân ve duhân" "Onunla kuşluk vakti karşılaştım" denilir. Eğer içinde bulunduğumuz günün kuşluk vaktini kastedecek olursak; "Duhâ diye tenvinsiz olarak kullanılır. el-Ferrâ'' dedi ki: "Ed-duhâ" "Gündüz" demektir. Katade de böyle demiştir. Ancak Araplarca bilinen, güneş doğup da bunun üzerinden kısa bir süre geçen vakti anlatmak için kullanıldığıdır. Eğer bu daha ileriye gidecek olursa med ile; "Ed-duhâu" denilir. Medsiz olarak bunun günün tamamı olduğunu söyleyenlerin bu görüşü, güneşin ışığının devamından ötürü böyle demişlerdir. Bu, güneşin ışığı yahut sıcağıdır, diyenlerin görüşüne gelince, güneşin aydınlığı ancak güneşin ışığı ile birlikte bulunduğundan dolayıdır. "Duha" güneşin sıcağı anlamındadır diyen kimseler, yüce Allah'ın: "Velâ tedhâ" "Güneş sıcağını da çekmezsin" (Tâ-Hâ, 20/119) âyetini delil gösterirler ki, sıcaklık seni rahatsız etmeyecektir, anlamındadır. el-Müberred dedi ki: Bu kelimenin aslı güneşin ışığı demek olan “Edduha” dan gelmektedir. Sonundaki "elif" ise ikinci "ha"dan kalbedilmiştir. "Ed-dahvetu"nun çoğulu; "Dehvâtun, Dehevâtun, Duhân" ...diye gelir. Tekilindeki "vav" harfi ikinci "ha"dan kalbedilmiştir. Buna karşılık; "Duhân" şeklindeki "elif ise "vav"dan kalbedilmiştir. Ebû'l-Heysem dedi ki: "Ed-duha" Gölge"nin zıddı olup yer üzerindeki güneşin ışığına denir. Bunun da aslı; “Ed-duhâ"dır. "Ha" sakin olmakla birlikte "ye" harfini kullanmayı ağır bulduklarından onu "elif"e kalbetmişlerdir. 2Arkasından geldiği zaman aya; Onun peşinden gittiği zaman, demektir. Yani güneş battığı zaman hilal görülür, "Televtu fulânen" "Filanın peşinden gittim" denilir. Katade dedi ki: Bu hilalin görüldüğü gecedir. Güneş battığı vakit hilal görülür. İbn Zeyd dedi ki: Kameri ayın ortasında güneş battığı vakit hemen arkasından ay doğuverir, ayın sonunda ise hemen arkasından batıverir. el-Ferrâ'' dedi ki: "Arkasından geldi" ondan aldı, demektir. O, bu açıklaması ile ayın (aydınlığını) güneşin ışığından aldığı kanaatini taşıyor gibidir. Bazıları da: "Arkasından geldiği zaman aya" tam olgunlaşıp, dolunay olduğu ve ışık ve aydınlığında onun gibi olduğu zaman demektir, demişlerdir, ez-Zeccâc da böyle açıklamıştır. 3Ona parlaklık verdiği zaman gündüze; Onu açığa çıkardığı zaman demektir. Kimileri -her ne kadar karanlıktan sözedilmediyse de- karanlığı aydınlattığı zaman, diye açıklamıştır. Nitekim "bizim sabahımız soğuktur" demek isterken, sadece "soğuk bir sabah oldu" demek istemek de böyledir. el-Ferrâ'', el-Kelbi ve diğerlerinin görüşü budur. Bazıları da; "ona parlaklık verdiği" lâfzındaki zamir, güneşe aittir, demiştir. Yani gündüzün ışığı ile güneşin cismi açığa çıkar, görülür. Kays b. el-Hatim'in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Bulut altındaki bir güneş gibi göründü bize Onun bir kaşı (kenarı) göründü ve diğer kaşı(nı) ise cimrilik ed(ip gösterme)di." Yer üzerinde bulunan canlılar, görünecek şekilde açığa çıktı, diye de açıklanmıştır. Çünkü bu canlılar geceleyin gizlenip saklanır, gündüzün etrafa yayılırlar. Dünyaya parlaklık vererek açığa çıkardığı zaman, diye de açıklanmıştır. -Her ne kadar kendisinden sözedilmemiş ise de- yeryüzünü aydınlatıp, açığa çıkardı, diye de açıklanmıştır. Bunun bir benzeri de -az önce geçtiği üzere- yüce Allah'ın: "Nihayet o perdenin arkasına girince" (Sad, 38/32) âyetidir. 4Onu örtüp kapladığı zaman geceye; Güneşi örtüp kapladığı ve battığı vakit onun ışığını alıp götürdüğü zaman "geceye" demektir. Bu açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır. Dünyayı karanlıklarla örtüp, bunun sonucunda her tarafı karanlık kaplar, diye de açıklanmıştır. Buna göre zamir, daha önce kendisinden sözedilmemiş bir isme raci olmaktadır. 5Semaya ve onu bina edene; Semanın bina edilmesine... demektir. Buna göre buradaki "Mâ" mastar anlamını veren "mastariye"dir. Yüce Allah'ın: "Bimâ ğaferali Rabbi" "Rabbimin bana mağfiret etmesini" (Yasin, 36/27) âyeti da böyledir, Bu açıklamayı Katade yapmış, el-Müberred de bunu tercih etmiştir. Anlamın, onu bina eden kimseye... şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu da el-Hasen ve Mücahid'in görüşüdür. Taberi'nin tercih ettiği açıklama da budur. Onu yaratan ve yükseltene... demek olur ki; bu da yüce Allah'tır. Hicazlılardan: "Subhâne mâ sebbehat lehu" ifadesi "Subhâne mâ sebbahtelehu" Kendisine tesbih ettiğin zatın şanı ne yücedir!" anlamında kullandıkları nakledilmiştir. 6Yere ve onu döşeyene; Döşenmesine, anlamındadır. Onu -az önce zikrettiğimiz gibi- döşeyen kimseye, yani onu yayan kimseye, anlamında olduğu da söylenmiştir. Genel olarak müfessirler bu lâfzı böylece açıklamıştır. Bu da: "Dehâhâ" "Onu döşedi" ile benzer bir anlam ihtiva eder. el-Hasen, Mücahid ve başkaları da:”Tahâhâ" ile "Dehâhâ" aynı anlamdadır ki; "her taraftan onu yaydı" demektir. "Et-tahv" "Yaymak" demek okıp, fiil: "Tahâ, yethu, tahven" ile "Tahâ, yethi, tahyen" şekillerinde kullanılır, (Yani son harfinin "vav" ya da "ye" oluşuna göre kullanılır.) Ebû Amr'dan nakledildiğine göre; "Taheytu" "Yatıp, uzandım" demektir. İbn Abbâs'tan burada bu lâfzın "onu taksim etti" diye açıkladığı nakledilmiştir, onu yarattı anlamına geldiği de söylenmiştir. Şair de şöyle demiştir: "Cezime kendisini kimin yarattığını bilemez O pek yüksek Arş'ın üzerinde de kimin olduğunu." el-Maverdî dedi ki: Ondan (yerden) çıkan bitkiler, pınarlar ve hazineler anlamında olması ihtimali de vardır. Çünkü bütün bunlar, üzerinde yaratılmış olan varlıklar için hayat sebebidir. Arapların yemin ederken bazen "Lâ, ve’l-kameri’t-tahiye" diye yemin ettikleri nakledilmiştir. Bu da: "Hayır pek yüksek parıldayan ve yukarıdaki ay hakkı için" demektir. Ebû Amr dedi ki: Adam yerde yürüyüp gittiği vakit; “Taha’r-raculu" denilir. "Mâ edri eyne tahâ" "Nereye gittiğini bilemiyorum" ve: "Tahâ bihi kalbehu" "Hatırından herbir şey geçti" denilir. Alkame de şöyle demiştir: "Neşeli bir kalb, güzeller arasında alıp gitti seni Fakat gençlikten azıcık sonra, saçların ağarmaya başladığı bir zamanda." 7Herbir nefse ve onu düzenleyene; Onun düzenlenmesine, anlamında olduğu da söylenmiştir. Buradaki: "Mâ" da buna göre mastar anlamını verir. "Onu düzenleyen kimseye" anlamında olduğu da söylenmiştir ki, bu da yüce Allah'tır. "Nefs" hakkında iki görüş vardır. Birisine göre Âdem'dir, ikincisine göre ise canlı herbir nefistir. "Düzenledi" âyeti gereği gibi hazırladı, anlamındadır. Mücahid dedi ki: "Onu düzenledi" yaratılışını yerli yerince ve son derece mutedil olarak var etti, demektir. Bütün bu isimler, yemin olarak mecrûrdur. Şanı yüce Allah, zatının varlığına delil teşkil edecek harikulade sanatkârane özellikleri dolayısıyla yaratmış olduğu varlıklara yemin etmiş bulunmaktadır. 8Sonra da ona hem kötülüğü, hem de takvayı ilham edene ki... "Sonra da ona... İlham edene ki;" Ona tanıtana ki; demektir. İbn Ebi Necih, Mücahid'den böylece rivâyet etmiştir. Ona günahkârlık ve takva yolunu tanıtan demektir. İbn Abbâs da böyle açıklamıştır. Yine Mücahid'den, ona itaat ve masiyeti tanıtan, diye açıkladığı nakledilmiştir. Muhammed b. Ka'b'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Şanı yüce Allah, kulu hakkında hayır murad ettiği takdirde ona hayır işlemeyi ilham eder, o da hayır işler. Onun hakkında kötülük murad ettiği takdirde ona şerri ilham eder, o da şer işler. el-Ferrâ'' dedi ki: "Ona... ilham eden" ona hayır yolunu ve şer yolunu bildirip tanıtan demektir. Nitekim yüce Allah: "Ve Biz ona iki de yol gösterdik." (el-Beled, 90/10) diye buyurmuştur. ed-Dahhâk'ın rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: takva sahibi mü’mine takvâsmı, günahkâr olan kimseye de günahkârlığını ilham etmiştir. Said'den gelen rivâyete göre o, Katade'nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir: O herbir nefse kendisi için günah olanı da, takvâlı olanı da açıklamıştır. Anlamlar birbirlerine yakındır. Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sonra da hem kötülüğü, hem de takvayı ilham edene ki" âyetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Allah'ım, Sen benim nefsime takvasını ihsan buyur ve onu tertemiz edip arındır. Sen onu tertemiz edenlerin en hayırlısısın. Sen onun velisisin ve mevlâsısın." Ebû Abdullah el-Kudâî, Müsnedu'ş-Şihâb, II, 338; İbn Kesîr, Tefsir, IV, 517; Zeyd b. Erkam'dan, belirtilen ayeti okumaksızın, başka dua cümleleri ile birlikte olmak üzere: Müslim, IV, 2088; Nesâî, VIII, 260, 285; Müsned, IV, 371 Ayrıca bunu Cüveybir, ed-Dahhâk'tan, o İbn Abbâs’tan şöylece rivâyet etmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şu: "Sonra da ona hem kötülüğü, hem de takvayı ilham edene ki" âyetini okudu mu, sesini yükseltir ve şöyle derdi: "Allah'ım, sen benim nefsime takvasını ver. Sen hem onun velisi, hem mevlasısın. Sen onu tertemiz edip, arındıranın en hayırlısısın." Taberani, Kebir, XI, 106. Müslim'in Sahih'inde Ebû'l-Esved ed-Düeli'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İmrân b. Husayn bana şöyle dedi: "Sen bugün insanların neler yaptıklarını ve neyin uğrunda didinip durduklarını görüyor musun? Acaba bu geçmiş bir kader olarak haklarında hükme bağlanmış, geçip gitmiş bir şey midir? Yoksa peygamberlerinin kendilerine getirmiş olup haklarında delilin sabit olduğu şeyler türünden gelecekte yapacakları şeyler ile ilgili midir?" Ben: "Hayır, bu haklarında hükme bağlanmış ve geçip gitmiş bir şeydir", dedim. Şöyle dedi: "O zaman bir zülüm olmaz mı?" Ben bundan şiddetli bir şekilde dehşete kapıldım ve: "Herşeyi Allah yaratmış ve O'nun zatının mülküdür. Ona ne yaptığından dolayı soru sorulmaz, fakat onlara sorulur." Dedim. Bana şöyle dedi: "Allah sana rahmetini ihsan etsin. Sana yönelttiğim bu soru ile sadece senin aklını ölçmek istemiştim. Müzeyne'den iki adam Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek: "Ey Allah'ın Rasülü dediler. Bugün insanların yapıp işledikleri ve uğrunda çabalayıp durdukları şey hakkındaki görüşün nedir? O şeyler hakkında ezelî bir kader gereği olarak hükme bağlanmış ve geçip gitmiş bir şey midir? Yoksa peygamberlerinin kendilerine getirmiş ve kendilerine karşı delilin sabit olduğu, gelecekte karşı karşıya kalacakları hususlar mıdır?" diye sordular. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, aksine bu haklarında geçip gitmiş ve hükme bağlanmış bir şeydir. Yüce Allah'ın Kitabındaki: "Herbir nefise ve onu düzenleyene sonra da ona hem kötülüğü, hem de takvayı ilham edene ki..." âyeti bunu doğrulamaktadır." "Kötülük (fücur)" ile "takva" lâfızları mef'ûlün bih konumunda iki mastardır. 9Onu temizleyen, muhakkak felâh bulmuştur. Âyetin tefsiri için bak:10 10Onu örten ise, muhakkak ziyana uğramıştır. "Onu temizleyen muhakkak felâh bulmuştur" âyeti, yeminin cevabıdır, "Lekad efleha" "Yemin olsun ki... felâh bulmuştur" anlamındadır. ez-Zeccâc dedi ki: "Lâm"ın hazfedilmesi ifadenin uzaması dolayısı iledir. İfadenin uzamış olması "lâm"ın yerini tutmuş olmaktadır. Cevabın hazfedilmiş olduğu da söylenmiştir. Güneşe ... şuna ve şuna yemin olsun ki; siz mutlaka ölümden sonra diriltileceksinizdir, demektir. ez-Zemahşerî dedi ki: Cevabın takdiri: Semûd kavmi, Salih'i yalanladıkları için Allah, onlara azâb gönderdiği gibi, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı yalanladıklarından ötürü yemin olsun ki, Allah Mekkelilerin üzerine azabını gönderecektir, şeklindedir. "Onu temizleyen muhakkak felâh bulmuştur" âyeti; başına tabi bir ifadedir. Çünkü daha önce yüce Allah: "Sonra da ona hem kötülüğü, hem de takvayı ilham edene ki" (8. âyet) diye bir istidradda -ara bir konudan sözetmeye- geçmiş bulunmaktadır. Bunun yeminin cevabı ile bir ilgisi yoktur. İfadede hazf sözkonusu olmaksızın takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Yani: Onu temizleyen muhakkak felâh bulmuştur. Onu örten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır. Yemin olsun güneşe ve aydınlığına, demektir. "Onu temizleyen" yani yüce Allah'ın itaat ile nefsini arındırdığı kimse "muhakkak felâh bulmuştur. Onu örten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır." Yüce Allah'ın masiyet ile örttüğü nefis ziyana uğramıştır, demektir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Saptırdığı ve azdırdığı bir nefis hüsrana uğramıştır. Bir diğer açıklama da şöyledir: Allah'a itaat etmek ve salih ameller işlemek suretiyle kendisini (nefsini) arındıran kimse kurtuluşa ermiş, buna karşılık masiyetlerle nefsini örten kimse de hüsrana uğramıştır. Bu açıklamayı da Katade ve başkaları yapmıştır. Temizleme (zekat)ın asıl anlamı, artmak ve gelişip çoğalmak demektir. Verimi bol olan mahsûlü anlatmak üzere kullanılan: "Zekâ’z-zer’i" "Mahsûl bollaştı" ifadesi buradan geldiği gibi "hakimin şahidi tezkiyesi" ifadesi de buradan gelmektedir, Çünkü hakim adaletli olduğuna hükmetmekle ve ondan güzel bir şekilde sözetmekle şahidi yüceltmiş olur. Bu anlamdaki açıklamalar yeterli bir şekilde el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/43. âyet 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İyilik işleyen, iyi işler yapmak için elini çabuk tutan kimse, nefsini açığa çıkartmış ve yüceltmiş olur. Soylu Araplar başkasından bir şeyler alarak geçinen kimseler tarafından yerleri bilinsin diye yüksekçe yerlerde konaklar, geceleyin gidip gelenler için ateşler yakarlardı. Bayağı kimseler ise mağara ve kovuk gibi yerlerle vadilerin alt taraflarında yerleşirlerdi. Bundan maksatları ise kendilerinden bir şeyler isteyecekler tarafından yerlerinin bilinmemesi idi. İşte ötekiler kendi nefislerini yükseltmiş ve arındırmış oldular. Diğerleri ise kendi nefislerini gizleyip, üstünü kapatmış oldular. İşte günahkar da her zaman için öyledir. Mertliği azdır, kişiliği zayıftır masiyetler işlediğinden ötürü başı önünde eğiktir. "Onu örten"in onu azgınlığa götüren anlamında olduğu da söylenmiştir. Şair şöyle demiştir: "Amr kabilesini azgınlaştıran sensin, bundan ötürü onların Hanımları onlar tarafından yitirilmiş dullar oldular." Dilciler şöyle demişlerdir: Bu lâfzın aslı "tedsis"den gelmek üzere: "Dessehâ" şeklinde olup, bu da bir şeyi bir şeyin içinde gizleyip saklamak demektir. Buradaki "sin" harflerinin birisi "ye"ye dönüştürülmüştür. Nitekim: "Kasseytu ezfâri" "Tırnaklarımı kestim" denilmesi de buna benzemektedir. Oysa bunun aslı -"ye" yerine-: "Kasastu ezfâri" şeklinde "sad"dır. "Tekassasa" fiilini "Tekassâ" diye kullanmaları da buna benzemektedir. İbnu'l-A'rabî dedi ki: "Onu örten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır" âyeti, kendi nefsini -onlardan olmadığı halde- salihler arasına katan kimse (hüsrana uğramıştır), demektir. 11Semûd kavmi, azgınlıkları sebebi ile yalanladı. "Semûd kavmi, azgınlıkları sebebi ile yalanladı." O kavmin azgınlığı, isyanda haddi aşmaları idi. Bu açıklamayı Mücahid, Katade ve başkaları yapmıştır. İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre; "Azgınlıkları sebebi ile" kendilerine vaadolunan azapları demektir. Çünkü o kavme vaadolunan azâbın ismi "Tağvâ" idi. Çünkü o azâb onların üzerine tuğyan etmişti (haddi aşarak onları kaplamıştı). Muhammed b. Ka'b: "Azgınlıkları sebebi ile" hepsi birlikte (yalanladılar), demektir. Bunun mastar olduğu ve bu şekilde kullanıldığı da söylenmiştir. Çünkü böylesi âyet sonlarına daha uygun düşmektedir. Aslın: "Bitağyahâ" şeklindedir, ancak "fa'la" veznindeki lâfızların sonu "ye" olduğu takdirde, isimde isim ile sıfat (isim)in birbirinden ayırdedilmesi için "ye"nin "vav'a dönüştürülür şeklinde de açıklanmıştır. Genelin kıraati "ti" harfi üstün şeklindedir. Ancak el-Hasen, el-Cahderi ve Hammâd b. Seleme mastar gibi "ti" harfini ötreli okumuştur. "Rüc'â, hüsnâ" ve buna benzer mastarlarda olduğu gibi. Bu iki şeklin iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir. 12Onların en bedbahtları kalkıp gittiği zaman. "Onların en bedbahtları" dişi deveyi kesmek üzere "kalkıp gittiği zaman." Bu şahsın ismi Kudâr b. Sâlif imiş. Buna dair açıklamalar ve tek kişi mi yoksa bir topluluk mu olduğuna dair bilgiler daha önce el-A'raf Sûresi'nde (7/17. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Buhârî’de Abdullah b. Zemea’dan gelen rivâyete göre o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı hutbe irad ederken dinlemiş. Bu sırada dişi deveyi ve onu keseni sözkonusu etmiş. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş: "Onların en bedbahtları güçlü, kuvvetli, zorba, fesad çıkartıcı, kabilesi arasında korunup kollanan bir kişi olan en bedbahtları -ki Ebû Zemea'ya benzerdi- kalkıp gittiği zaman..." diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu hadisi Müslim de rivâyet etmiştir. Müslim, IV, 2191; Tirmizi, V, 440; Müsned, IV, 17, ed-Dahhâk, Ali (radıyallahü anh)'dan rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Öncekilerin en bedbahtlarının kim olduğunu biliyor musun?" diye sordu, Ben: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedim. "Dişi deveyi kesendir" diye buyurdu. Sonra: "Sonrakilerin en bedbhatlarının kim olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Ben: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedim, "Seni öldürecek olan" diye buyurdu. İbn Sa'd. Tabakat, III, 35; Bezzar, Müsned, IV, 254; Ebû Yala, Müsned, I, 377; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VII, 74 -ayrıca, Bezzâr’ın senedinin ceyyid, Ebû Ya'lâ'nınkinin ise leyyin olduğuna işaret etmektedir-; Hatib Bağdadî, Tarihu Bağdad, I, 135. 13Allah'ın Rasûlü onlara şöyle demişti: "Allah'ın devesinden ve su içmesini engellemekten sakının." "Allah'ın Rasûlü" Salih (aleyhisselâm) "onlara şöyle demişti: Allah'ın devesinden" âyetindeki; "Nâkatun" "Deve" lâfzı tahzir (sakındırmak) dolayısıyla nasbedilmiştir. (Sakının, demektir.) Bir kimsenin: "El-esed, el-esed, ve’s-sabiyy, es-sabiyy, ve’l-hizâr, el-hizâr" "Arslandan arslandan (sakm), çocuğa çocuğa (dikkat et). Dikkatli ol, dikkatli ol" demeye benzer. Allah'ın devesinden yani onu kesmekten sakının, demektir. Allah'ın devesini bırakın, ona ilişmeyin, anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "İşte size bir mucize olmak üzere Allah'ın dişi devesi! Onu bırakın, Allah'ın arzında otlasın. Ona kötülükle dokunmayın. Sonra sizi acıklı bir azâb yakalar." (el-Araf, 7/73) "Ve onun su içmesinden sakının!" Yani onun su içmesine ilişmeyin! Bırakın suyunu içsin. Buna dair açıklamalar da daha önce eş-Şuara Sûresi'nde (26/155-156 âyetlerinin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a harndolsun. Aynı şekilde "İktarabeti's-Saatu; kıyâmet yaklaştı" Sûresinde (el-Kamer, 54/27-32. âyetlerin tefsirinde) de geçmiş bulunmaktadır. 14Fakat onlar onu yalanladılar, sonra da onu (o deveyi) kestiler. Bunun üzerine Rabbleri günahları sebebiyle onlara azâb gönderiverdi ve hepsini bir yaptı. Semûd kavmi, mucize olarak dişi devenin kendilerine verilmesini teklif edince (yüce Allah da) onlar için o deveyi kayadan çıkartınca pınarlarından kendilerinin su içmesi için belli bir gün ve deve için de bir gün su içme günü olarak tahsis edildi. Fakat bu kendilerine ağır geldi. "Fakat onlar onu" Yani Salih (aleyhisselâm)'ı "yalanladılar." "Eğer sizler bu deveyi kesecek olursanız azaba uğratılacaksınız" şeklindeki sözlerinin yalan olduğunu söylediler. "Sonra da onu kestiler." Yani o deveyi en bedbaht olanları kesti. Kesme işi hepsine izafe edildi. Çünkü onlar da onun yaptığı işe razı olmuşlardı. Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre; küçükleri, büyükleri, erkekleri ve kadınları ile ona tabi olmadıkça o dişi deveyi kesmedi. el-Ferrâ'' dedi ki: O dişi deveyi iki kişi kesmişti. Araplar da: “Hazâni efdalu’n-nâsi ve hazâni hayru’n-nâsi ve hazihi’l-mer’etu eşka’l-kavm" "Bu iki kişi insanların en faziletlileri, bu ikisi insanların en hayırlıları, bu kadın kavmin en bedbahtıdır" derler (ve tesniye olarak kullanmaları gereken lâfızları müfred kullanırlar). Bundan dolayı; burada yüce Allah -tesniye olarak: "Eşkâhâ" diye buyurmamıştır. "Bunun üzerine Rabbleri günahları sebebiyle onlara azâb gönderiverdi." Küfür, yalanlamak ve deveyi kesmek şeklindeki günahları sebebiyle Allah onların üzerine azabını göndererek onları helâk etti. ed-Dahhâk'ın, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o şöyle demiştir: "Onlara azâb gönderiverdi." Rabbleri günahları, suçlan sebebi ile (yurtlarını) üzerlerine yıktı. el-Ferrâ'' dedi ki; "Demdeme" "Sarstı, zelzeleye uğrattı" demektir. "Ed-demdemetu"nun gerçek anlamı "azâbın kat kat edilmesi ve tekrarlanması"dır. "Dememtu ale’ş-şey’" "O şeyin üzerine abandım, kapandım" denilir. "Dememe ale’l-kabra" "Üzerine kapıyı örttü, kapattı" denilir. "Nâkatun medmumetun" "Çokça yağlanmış, yağ toplamış dişi deve" demektir. İşte harfler birbirlerine mutabık olarak tekrarlanacak olursa; "Demdemet" denilir, "Ed-demdemetu" "Kökten, toptan helâk edip, imha etmek" demektir. Bu açıklamayı el-Müerric yapmıştır. es-Sıhah'ta. şöyle denilmektedir: "Demdemtu’ş-şey’e" "O şeyi yere yapıştırdım, kırıp döktüm, ufaladım" demektir. "Demdemallahu aleyhim" "Allah onları helâk etti" anlamındadır. el-Kuşeyri dedi ki: "Demdemtu ale’l-meyyiti’t-turâbe" "Ölünün üzerine toprağı yığıp, düzelttim" anlamındadır, denilmiştir. Buna göre, yüce Allah'ın: "Onlara azâb gönderiverdi" onları helâk edip, onları toprak altında bıraktı, demektir. "Ve hepsini bir yaptı." Yeri üzerlerine dümdüz etti. Birinci açıklamaya göre "hepsini bir yaptı." Yani onların helakini eşit kıldı (hepsi eşit olarak helâk edildi.) Çünkü gelen çığlık onları helâk etmiş, küçükleriyle büyükleriyle onları mahvetmişti. İbnu’l-Enbari dedi ki: "Demdeme" "Gazab etti" demektir. "Ed-demdemetu" "Kişiyi rahatsız eden, dehşete düşüren söz" demektir. Bazı dilcilerin dediklerine göre; "Ed-demdemetu" "Devamlı kılmak" demektir. Araplar: "Nâkatun medmemetun" "Oldukça semiz dişi deve" derler. Bir açıklamaya göre; "Ve hepsini bir yaptı" üzerlerine azâbı indirmek bakımından küçükleriyle büyükleriyle, zayıflarıyla güçlüleriyle, erkekleriyle dişileriyle birbirine eşit ve müsavi kıldı, demektir. İbnu'z-Zübeyr bu lâfzı; diye okumuştur. Bunlar iki ayrı söyleyiştir, denildiği gibi. 15Ve O, bunun sonucundan korkmaz. Yani yüce Allah; herhangi bir kimsenin helâk edilişinin sorumluluğu, gelir kendisini bulur diye, korkmaksızın onlara bu işi yaptı. Bu açıklamayı İbn Abbâs, el-Hasen, Katade ve Mücahid yapmıştır.
"Ukbâhâ" "Bunun sonucu" lâfzındaki "he" "bu" zamiri yapılan işe racidir. Peygamber efendimizin: "Men iğtesele yevme’l-cumuati fihâ veni’met" "Kim cuma günü gusledecek olursa, o ne güzel ve ne iyi bir iş yapmış olur." "Gusledecek" yerine "abdest alacak" lâfzıyla: Tirmizî, II, 369; Dârimi, I, 434; Ebû Davud, I, 97; Nesâî, III, 94; İbn Mace, I, 347; Müsned, V, 8, 11, 16, 22; Tayalisi, Müsned, I, 192. demesindeki "zamir"in yapılan işe raci olması gibidir, es-Süddi, ed-Dahhâk ve el-Kelbî şöyle demişlerdir; Zamir deveyi kesene racidir. Yani o deveyi kesen kişi yaptığı işin akibetinden korkmadı. Bu açıklamayı da İbn Abbâs yapmıştır. İfadede takdim ve tehir vardır ki bunun anlamı şudur: Onların en bedbahtları onun akıbetinden korkmaksızın kalkıp gittiğinde... Şöyle de açıklanmıştır: Allah'ın Rasûlü Salih, kavminin helâk edilmesinin akıbetinden korkmadı, onların azabından kendisine birtakım zararların geleceğinden çekinmedi. Çünkü o kendilerini korkutup uyarmıştı. Yüce Allah da kavmini helâk edince onu kurtarmıştı: Nâfi' ve İbn Amir "korkmaz" âyetinin başındaki olumsuzluk lâfzını "fe" ile; "Felâ" diye okumuştur. Daha güzel olan şekil budur. Çünkü bu, birinci anlam ile alakalıdır. Yani yüce Allah, onların helâk ediliş akıbetinden korkmaz. Diğerleri ise "vav" ile okumuşlardır. Bu da ikinci anlama daha uygun düşmektedir. Kâfir yaptığı işin akıbetinden korkmaksızın (bu işi yaptı), demektir. İbn Vehb ve İbnu'l-Kasım, Mâlik'ten naklen şöyle dediler: Malik bize dedesine ait bir mushaf çıkardı. Osman b. Affan'ın halifeliği döneminde sair mushafları yazdığı vakit, kendisinin de bu mushafı yazmış olduğunu söyledi. Orada; "Ve o... korkmaz" âyetini "vav" ile; "Velâ yehâfu" diye yazılı olduğunu gördü. Mekkelilerin ve Iraklıların mushaflarında bu böylece "vav" iledir. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de onların mushaflarına uyarak bu şekli tercih etmişlerdir. (Şems Sûresi burada sona ermektedir". Allah'a hamd olsun). |
﴾ 0 ﴿