3

Rabbin seni terk de etmedi, sana darılmadı da.

"Rabbin seni terk de etmedi" âyeti yeminin cevabıdır.

Cebrâîl (aleyhisselâm)'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelmesi bir süre gecikince müşrikler: Allah, onu terketti ve ondan uzaklaştı, dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerîme(ler) nazil oldu.

İbn Cüreyc dedi ki: Oniki gün süreyle Peygambere vahiy gelmedi. İbn Abbâs onbeş gün demiştir. Yirmi beş gün geciktiği de söylenmiştir. Mukâtil kırk gün geciktiğini söylemiştir. Bunun üzerine müşrikler: Rabbi Muhammed'i terketti ve ona darıldı. Eğer onun bu işi Allah'tan gelmiş olsaydı, devam etmesi gerekirdi. Tıpkı ondan önceki peygamberlere yaptığı gibi (ona da yapardı).

Buhârî’de Cündeb b. Süfyan'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) rahatsızlandığı için iki ya da üç gece namaza kalkamadı. Bir kadın gelip: "Ey Muhammed" dedi. "Ben senin şeytanının seni terkettiğini zannediyorum. İki ya da üç geceden beri senin yakınlarına geldiğini görmüyorum. " Bunun üzerine yüce Allah:

"Yemin olsun kuşluk vaktine, örtüp bürüdügünde geceye ki Rabbin seni terk de etmedi, sana darılmadı da" âyetlerini indirdi. Buhârî, IV, 1892; Müslim, III, 1422; Müsned, IV, 312

Tirmizi'de, Cündeb el-Beceli'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bir mağarada idim, parmağı kanadı. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sen kanayan bir parmaktan başka bir şey misin ki? Esasen karşılaştığın (bu hal) Allah yolundadır" diye buyurdu. Cebrâîl'in ona gelmesi bir süre gecikince müşrikler: "Muhammed terkedildi", dediler. Bunun üzerine şanı yüce ve mübarek olan Allah:

"Rabbin seni terk de etmedi, sana darılmadı da" âyetini indirdi. Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizi, V, 442; Müslim, III, 1421; Humeydî, Müsned, II, 342: Taberânî, Kebir, II, 173

Tirmizi

"İki ya da üç gece namaza kalkmadı" ifadesini zikretmemiştir. Buhârî ise (yukarıda geçtiği gibi) bu ifadeyi zikretmiştir. Bu husustaki görüşlerin en sahihi budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

es-Salebi de bunu Cündeb b. Süfyan el-Beceli'den zikretmiş olup, buna göre Cündeb şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir taş atıldı ve parmağına isabet edip, kanadı, Peygamber: "Sen kanayan bir parmaktan başka bir şey misin ki? Esasen karşı karşıya kaldıkların da Allah yolundadır." dedi. Bu sebebten iki ya da üç gece namaza kalkamadı. Ebû Leheb'in karısı Um Cemil ona: "Gördüğüm kadarıyla şeytanın seni terketmiş bulunuyor. İki ya da üç geceden bu yana sana yaklaştığını görmedim", dedi. Bunun üzerine;

"Yemin olsun kuşluk vaktine..." buyrukları nazil oldu.

Ebû İmrân el-Cevni'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Cebrâîl'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelmesi bir süre gecikti. Öyle ki bu, Peygambere ağır geldi. Alnını Kabe'ye koymuş dua eder halde iken geldi ve omuzları arasına dokundu, ona:

"Rabbin seni terk de etmedi, sana darılmadı da" âyetlerini indirdi.

-Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hizmet eden- Havle dedi ki: Bir köpek eniği (peygamberin) evine girdi. Evdeki divanın altına girip orada öldü. Bu sebebten ötürü Allah'ın Peygamberine günlerce vahiy inmedi.

"Ey Havle! Benim evimde ne oldu? Cibril niye bana gelmiyor?" dedi. Havle dedi ki:

"Ben keşke evi düzenleyip, onu süpürsem", dedim. Elimdeki süpürgeyi divanın altına soktum, ölmüş bir köpek eniği ile karşılaştım. Onu alıp (dış) duvar(ın) arkasına attım. Allah'ın Peygamberi sakalları titreyerek geldi. -Ona vahiy nazil oldu mu öncesinden onu bir titreme alırdı.- Şöyle buyurdu:

"Ey Havle! Beni iyice ört." Bunun üzerine yüce Allah bu sûreyi indirdi.

Cebrâîl inince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun gecikmesinin sebebini sordu. O da şu cevabı verdi:

"Bizim, içinde bir köpek ya da bir suret bulunan bir eve girmediğimizi bilmiyor musun?"

Taberânî, Kebir, XXIV, 249; Ebû Bekr eş-Şeybânî, el-A'hâd ve'l-Mesâni, VI, 211; Heysemî, Mecma', VII, 138, -ravilerinden Um Hafs’ı tanımadığı kaydıyla-; ayrıca bk.: Müslim, III, 1664; İbn Hibban, Sahih, XIII, 167; Ebû. Davud, IV, 74; Nesâî, VII, 186, Müsned, VI, 142, 330.

Bir görüşe göre yahudiler; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a ruh, Zülkarneyn ve Kehf ashabına dair soru sorunca, o:

"Size yarın haber vereceğim" demiş fakat "inşaallah" dememişti. Bunun üzerine ona vahiy gelmez oldu, Nihayet Cebrâîl ona:

"Hiçbir şey hakkında sakın: 'Ben bunu mutlaka yarın yapacağım" deme, meğer ki Allah dilemiş ola (inşaallah yapacağım de.)" (el-Kehf, 18/23-24) Ve ona kendisine sorulan soruların durumunu haber verdi. Bu olay hakkında

"Rabbin seni terk de etmedi, sana darılmadı da" buyrukları indi.

Bir diğer açıklama da şöyledir; Müslümanlar

"ey Allah'ın Rasûlü! Ne diye sana vahiy inmiyor? " dediler. Peygamber:

"Sizler parmak boğumlarınızın arasını -bir diğer rivâyette parmakların üst tarafındaki boğumları- temizlemiyor, tırnaklarınızı kesmiyor, bıyıklarınızı kısaltmıyor olduğunuz halde nasıl olur da bana vahiy iner!" diye buyurdu. Bunun üzerine Cebrâîl bu sûreyi indirdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Gelişin o kadar gecikti ki seni özledim" diye buyurdu. Cebrâîl:

"Ben seni daha çok özledim, fakat ben bir emir kuluyum" dedi. Sonra ona:

"Biz ancak Rabbinin emri ile ineriz" (Meryem, 19/64) buyrukları nazil oldu.

"Mâ veddeake"

"Seni terketmedi" âyeti genel olarak (dal harfi) şeddeli "tevdi"'den gelen bir fiil olarak okunmuştur ki, bu da ayrılan kimsenin vedalaşması gibi (sana veda etmedi) demektir. İbn Abbâs ve İbn ez-Zübeyr'den rivâyet edildiğine göre onlar şeddesiz olarak; "Vedeake" "Seni terketmedi" diye okumuşlardır. Şair şöyle demiştir:

"Ve orada Amr ile Amir oğullarını terkettik

Siyah mızrakların uçlarının avları olarak."

Ancak bu şekildeki kullanım azdır. "Huve yedeu kezâ" "O, onu terkeder" denilir. el-Müberred Muhammed b. Yezid dedi ki: Araplar hemen hemen: "Vedea" ile "Vezera" demezler. Çünkü başa alınan "vav'ın telaffuzunda kuvvet yoktur. Bunların yerine (aynı anlamda): "Terake" "Terk etti" fiilini kullanırlar.

"Sana darılmadı da." Yani Rabbin seni sevdiğinden bu yana sana buğzetmedi. Sonda (sana anlamını veren) "kef" harfini getirmemiştir. Çünkü bu âyet sonudur.

"el-kalâ" "Buğzetmek" demektir. "Kaf" harfi üstün okunursa, (sonu) med'li okunur "Kalâe, yekli, kilâ ve kalâe" "Ona buğzetti, eder, buğzetmek" denilir. Tıpkı; "Karabtu’d-dayfe, ekrabehu, kırbâ, ve karâe" "Misafiri ağırladım, ağırlarım, misafiri ağırlamak" demek gibidir, "Yeklâe" "Ona buğzetti" şeklindeki kullanım ise Taylıların şivesidir. Saleb şu mısraı zikretmektedir:

"Um el-Ğamr ile geçirdiğimiz günlere buğzetmeyiz."

"Neklâ" "Buğzederiz" demektir. Şair şöyle demiştir:

"Sen bize ister kötülük yap, ister iyilik, tarafımızdan kınanmazsın

Sen -kendisi buğzetse bile- buğz da edilen olmazsın."

İmruu'l-Kays dedi ki:

"Ben, ne huyları buğzedilen bir kimseyim ne de buğzeden birisiyim,"

Âyetin tevili: "Mâ veddeake rabbuke vemâ kalâke" "Rabbin seni terk de etmedi, sana buğz da etmedi" şeklinde olup "sana" anlamını veren "kef" harfinin tekrar edilmemesi, âyet sonu oluşundan dolayıdır. Nitekim yüce Allah: "Ve’z-zâkirinallahe kesiran ve’z-zâkirâti"

"Allah'ı çokça anan erkeklerle, çokça anan kadınlar" (el-Ahzab, 33/35) âyetinin

"Allah'ı çokça anan kadınlar" takdirinde oluşu gibi.

3 ﴿