TÎN SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Çoğunluğun görüşüne göre Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs ve Katade Medine'de indiğini söylemişlerdir. Sekiz âyet-i kerimedir.

1

Yemin olsun incire ve zeytine

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Buradaki "İncir ve Zeytin"den Kasıt:

"Yemin olsun incire ve zeytine" âyeti hakkında İbn Abbâs, el-Hasen, Mücahid, İkrime, İbrahim en-Nehâî, Ala b. Ebi Rebâh, Câbir b. Zeyd, Mukâtil ve el-Kelbi şöyle demişlerdir: Bu sizin yemekte olduğunuz, incir ve yağım sıkıp çıkardığınız, bildiğiniz zeytindir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Ve Turu Sina'dan çıkan yağ veren ve yiyenlere katık olan bir ağaç da (yarattık)." (el-Mu'minun, 23/20)

Ebû Zerr dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir sepet incir hediye edildi, o: "Yeyiniz" diye buyurdu ve kendisi de ondan yedi. Sonra da şöyle buyurdu: "Eğer bir meyvenin cennetten inmiş olduğunu söyleyecek olsaydım, o budur diyecektim. Çünkü cennetin meyvelerinin çekirdeği yoktur. Siz bunu yiyiniz. Çünkü bu meyve basurları keser ve nükris (diye bilinen eklemdeki ağrılar demek olan gut) hastalığına karşı fayda sağlar." Deylemî, Firdevs, ııı, 243; ayrıca bk. Münavî, Feyzu'l-Radir, V, 43.

Muaz'dan rivâyet edildiğine göre o bir zeytin çubuğu ile dişlerini misvaklamış ve şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i şöyle buyururken dinledim: "Zeytin (ağacının çubuğu) ne güzel misvaktır! O mübarek bir ağaçtandır, ağıza hoş bir koku verir ve dişlerin sarılığını giderir. O benim de, benden önceki peygamberlerin de misvakıdır." Taberânî, Evsat, i, 210: Deylemî, Firdevs, IV, 260.

Yine İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre incir, Nûh (aleyhisselâm)'ın Cudi üzerinde inşa ettiği mescid, zeytin Beytu'l-Makdis mescididir, demiştir. ed-Dahhak da, incir Mescid-i Haram, zeytin Mescid-i Aksa'dır demiştir, İbn Zeyd'e göre incir Dimaşk mescidi, zeytin de Beytu'l-Makdis'in mescididir.

Katade: încir Şam'ın üzerinde inşa edildiği dağdır, zeytin Beytu'l-Makdis'in üzerinde bulunduğu dağdır, demiştir.

Muhammed b. Ka'b dedi ki: İncir Ashab-ı Kehfin mescidi, zeytin İlya mescidi demektir.

Ka'b el-Ahbar ve yine Katade ile İklime ve İbn Zeyd şöyle demişlerdir: İncir Dımaşk, zeytin Beytu'l-Makdis'tir. et-Taberi'nin tercih ettiği de budur.

el-Ferrâ' dedi ki: Ben Şam ahalisinden bir kişiyi şöyle derken dinledim: İncir llulvan'dan, Hemezan'a kadar olan bölge arasındaki dağlardır. Zeytin ise Şam dağlandır.

Bunların Şam'da iki dağ oldukları da söylenmiştir. Süryanice de bunlara Turu Zeytâ (zeytin dağı) ve Turu Tinâ (incir dayı) denilir. Bu dağlara bu isimlerin veriliş sebebi bu dağlarda bu meyvelerin yetişmesidir. Ebû Mekîn de İkrime'den böylece rivâyet etmiştir. Buna göre Ikrime, incir ile zeytin Şam diyarında iki dağsn adıdır, demiştir. en-Nabiğa da şöyle demiştir:

"O bulutlar yan taraftan Teyn denilen yere geldiler."

Burada (Teyn) bir yerin adıdır.

Muzafın hazfedilmiş olma ihtimali de vardır. Yani incir ve zeytinin bittiği yere yemin olsun, demek olabilir. Fakat Kur'ân'ın zahiri ifadelerinden buna dair bir delil olmadığı gibi; ona muhalefet etmenin câiz olmadığı zatın âyetinden da böyle bir delil bulunmamaktadır. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

2- Bu Görüşlerin Sahih Olanları:

Bu görüşlerin en sahih olanı birincisidir. Çünkü hakikat anlamı odur. Bir delil bulunmadıkça da hakikat anlamı bırakılıp, mecazî anlama geçilmez. Şanı yüce Allah'ın incire yemin etmesi, cennette Âdem (aleyhisselâm)'ın kendisi ile örtündüğü ağaç oluşundan dolayıdır, Çünkü yüce Allah:

"Ve üzerlerine cennet yapraklarından üstüste koyarak örtmeye başladılar." (el-A'raf, 7/22) diye buyurmuştur ki; bu koydukları şey de incir ağacının yaprağı idi.

Bir başka açıklamaya göre, incir ile yemin etmesi, bu meyvedeki pek büyük lütfü açıklaması içindir. O görünüşü itibariyle güzel, tadı hoş, kokusu hoş, toplanması kolay ve büyüklüğü de bir lokma kadardır. Bu hususta şu beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş:

"Kuşluk vaktinde dallardaki incire bak!

Derisi parçalanmış, boynunu yana yatırarak

Sanki elinden alınmış bir nimetin sahibi idi

De, elbisesi yeni iken. sonra eskidi

Tepelerdeki en küçük, onların en büyükleridir

Fakat yollarda onun için çağırılır."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"İncir bana göre her meyveden üstündür

Parlak dalında eğilip büküldüğü vakit

Yüzü tırmalanmış, balı akmış

Sanki Allah'a haşyetinden rükua eğilmiş."

Yüce Allah'ın zeytine yemin etmesi ise su âyetinde onu ibrahim (aleyhisselâm)'a benzetmesinden dolayıdır.

"Mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulan..,". (en-Nûr, 24/35) Şam ve Mağrib ahalisinin çoğunlukla kullandıkları katık odur. Onlar zeytini katık olarak kullandıkları gibi, pişirdikleri yemeklerde de (yağını) kullanıyorlar, onunla kandillerini tutuşturarak aydınlanıyorlar. Karın hastalıkları, çeşitli yaralar ve irinlerin tedavisinde kullanılır. Onda pekçok faydalar vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Siz zeytinyağını yiyiniz, onu vücudunuza sürünüz. Çünkü o hiç şüphesiz mübarek bir ağaçtandır." Hâkim, Müstedrek, II, --İ32, IV, 135; Tirmizi, IV, 2H5; İbn Mace, II, 1103: Müsned, III. 497.

Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Mu'minun Sûresinde (24/35. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

3- İncirde Zekât Var mıdır?

İbnu'l-Arabî dedi ki: Şanı yüce yaratıcının inciri yaratmak ile bize lütfunu hatırlattığı ve ondaki lütfün büyüklüğün gıda olarak kullanılıp, saklanabilme özelliği olması dolayısıyla biz incirde zekâtın sözkonusu olduğu görüşündeyiz. İncire zekâtın düştüğünü açıkça ifade etmekten birçok ilim adamının kaçınmasının sebebi ise, yöneticilerin zulmünden kaçınmak işlemdendir. Çünkü onlar zekata tabi olan mallar hususunda haddi aşar, ileri giderler. Çok doğru sözlü yüce Peygamberin (Allah'ın salat ve selâmı ona) haber verip, uyardığı şekilde, zekâtı ödenmesi gereken bir borçmuş gibi (zorbalıkla) tahsil etmeye kalkışırlar. Bundan dolayı ilim adamları yöneticilere haksızca ve zulümle başkalarının malına el uzatmaları için fırsat vermek istemediler. Şu kadar var ki; kişinin Rabbinin üzerindeki nimetin hakkını ödemek suretiyle üzerine düşen görevini yerine getirmesi gerekir. Şâfiî, bu ve benzeri illet (sebeb) dolayısıyla şöyle demiştir: Zeytinde zekat yoktur. Fakat sahih olan, her ikisinde de (incirde ve zeytinde de) zekatın vacib olduğudur,

2

Sina dağına

İbn Ebî Necîh, Müeahid'den

"dağına" (anlamına gelen: Tur lâfzını)

"dağ" diye,

"Sina (Sinin)" lâfzını da -Süryanicede- mübarek diye açıkladığını rivâyet etmiştir.

İkrime'den gelen rivâyete göre o, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Tur" dağ "Sînîn': ise güzel demektir. Katade dedi ki: Sînîn mübarek ve güzel demektir, demiştir.

İkrime'den şöyle dediği nakledilmiştir: (Sînîn, Sîna) şanı yüce Allah'ın kendisinden Mûsa (aleyhisselâm)'a seslendiği dağdır. Mukâtil ve el-Kelbî şöyle demişlerdir: "Sînîn (Sina)" kendisinde meyve veren ağaç bulunan herbir dağdır. Bu Sînîn ve Sina diye anılır, Nabat dilinde böyledir,

Amr b. Meymısn'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Mekke'de yatsı namazını Ömer b. el-Hattâb ile birlikte kıldım, o

"Yemin olsun İncire ve zeytine, Sînâ dağına ve şu emin beldeye ki" âyetlerini okudu.

"Sînâ dağına" anlamındaki âyeti; diye okudu. (Amr) dedi ki: Abdullah (b. Mesud)'ın kıraatinde de böyledir. Beyt'i tazim etmek için de sesini oldukça yükseltti. İkinci rekatte de

"Rabbinin Fil sahiblerine ne ettiğini görmedin mi?" (el-Fil, 105/1) ile

"Kureyş'in güvenlik ve esenliği için" (Kureyş, 106/1) sûrelerini arka arkaya okudu.

Bunu İbnu'l-Enbari zikretmiştir.

en-Nehhâs dedi ki: Abdullah (b. Mesud)'un kıraatinde "sin" harfi kesreli olarak; "Sina:' şeklindedir. Amr b. Meymun'un Ömer'den rivâyetine göre ise "sin" harfini üstün olarak okumuştur.

el-Ahfeş dedi ki: "Tür" bir dağdır, "Sînîn" de ağaç demektir. Tekili "sînîniye" ...diye gelir. Ebû Ali dedi ki: "Sînîn" lâfzı "fi'lil" vezninde olup "lam"a tekabül eden "nun" harfi bu lafızda tekrarlanmıştır. Kaygan yer olan "zihlîl"; bir parça kuru hurmayı anlatan "kirdide" ile uzun için kullanılan "hınzid" lâfızlarında tekrarlandığı gibi.

"Sina" lâfzı munsarıf olmadığı gibi "sînîn" lâfzı da munsarıf değildir. Çünkü burası bir bölgenin yahut bir yerin adıdır. Eğer bir mekanın yahut bir konaklama yerinin ismi kabul edilse ya da müzekker bir isim olarak değerlendirilse, munsarıf olur. Çünkü bu durumda müzekker olan bir varlığa, müzekker olan bir isim verilmiş olur.

Yüce Allah'ın bu dağa yemin etmesinin sebebi bunun Şam ve mukaddes arzda bulunmasıdır. Yüce Allah, bu ikisini de mübarek kılmıştır. Nitekim yüce Allah;

"çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya..." (el-İsra, 17/1) diye buyurmuştur.

3

Ve şu emin beldeye ki...

Bununla Mekke'yi kastetmektedir. Yüce Allah'ın burayı

"emin" diye adlandırması buranın güvenlikli olmasından dolayıdır. Nitekim bir başka yerde:

"Kendilerine güvenli, kutsal bir belde yaptığımızı..." (el-Ankebut, 29/67) diye buyurmaktadır. O halde burada "emin"; amin (güvenlik içerisinde olan) demektir. Bu açıklamayı el-Ferrâ' ve başkaları yapmıştır. Şair de şöyle demiştir:

"Ey Esma! Yazık sana bilmiyor musun ki ben,

Bana güvenen (emin) kimseye hainlik etmeyeceğime yemin ettiğimi?"

İşte yüce Allah,

"incir" ile Dımaşk'ı,

"zeytin" ile Beytu'l-Makdis'i kastetmiştir diyenler bunu delil gösterirler. Yüce Allah Îsa (aleyhisselâm)'ın barınağı olduğu için Dımaşk dağına, peygamberlerin ikametgahı olduğu için Beytu'l-Makdis dağına, İbrahim'in eseri ve Muhammed'in yurdu olduğu için Mekke'ye yemin etmiştir. -Allah'ın salât ve selâmı hepsine olsun.-

4

Yemin olsun Biz, İnsanı gerçekten ahsen-i takvimde yarattık.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Ahsen-i Takvîm'de Yaratılan İnsan:

"Yemin olsun ki Biz, insanı... yarattık" âyeti yeminin cevabıdır.

"İnsan" ile kastedilen kâfirdir. Bunun Velid b. el-Muğire olduğu söylendiği gibi, Kelede b. Esîd olduğu da söylenmiştir. Buna göre âyet, öldükten sonra dirilişi inkâr edenler hakkında inmiştir.

"insan" ile kastedilenin Âdem ve onun soyundun gelenler olduğu da söylenmiştir.

"Ahsen-i takvım'de" âyeti ile, onun mutedil ve dengeli yaratılışı ile gençliğinin olgunluğu kast edilmektedir. Genel olarak müfessirler böyle açıklamışlardır. O varlıkların en güzelidir. Çünkü herşey yüzüstü (yürüyecek şekilde) yaratılmış olduğu halde yüce Allah insanı dimdik yaratmıştır. Onun akıcı bir dili vardır, elleri vardır, kendileriyle yakaladığı parmakları vardır.

Ebû Bekr b. Tâhir dedi ki: O akıl ile süslü, ilâhi emri yerine getiren, ayırdedme gücü ile doğru yola iletilmiş olan ve boyu yukarı doğru uzayan, yediği herşeyi eliyle uzanıp alan bir varlık olarak yaratılmıştır.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Yüce Allah'ın insandan daha güzel bir yaratığı yoktur. Yüce Allah, onu canlı, bilgi sahibi, kudret sahibi, irade sahibi, konuşan, işiten, gören, işini çekip çeviren ve hikmetli bir şekilde davranan bir varlık olarak yaratmıştır. Bütün bunlar ise yüce Rabbin sıfatlarıdır. Bazı ilim adamları da bunları ifade etmişlerdir.

"Allah Âdem'i kendi sureti üzere yaratmıştır" Buhârî, V, 2299; Müstim, IV, 2017, 21K3; Müsned, 11, 244, 251. âyeti da bu hususu beyan etmektedir. Bundan maksat da az önce sözünü ettiğimiz sıfatlarına (kısmen) sahih olması demektir. Bir rivâyetle; "Rahmânın sureti üzere" Taberanî, Kebir, XII, 430; Heysem", Mecma, VIII, 106 denilmektedir. Rahmânın müşahhas bir sureti nasıl olabilir ki? O halde geriye sadece bunların mana olarak anlamlan kalmaktadır.

el-Mubarek b. Abdu'l-Cebbar el-Ezdi bize haber vererek dedi ki: Bize Kadı Ebû'l-Kasım Ali b. Ebi Ali el-Kadi el-Muhassin babasından haber vererek dedi ki: Îsa b. Mûsa el-Haşimi eşini pek çok severmiş. Bir gün ona: Eğer sen aydan daha güzel değilsen benden üç talâk ile boş ol, dedi. Hanımı kalkıp, ondan perde arkasına çekildi ve sen beni boşamış oldun, dedi. Çok zorlu bilgece geçirdi. Sabah olunca Mansur'un sarayına gitti, ona durumu haber verdi. Bu işe katlanamayacağını açıkladı. Bunun üzerine (Mansur) fakihleri huzuruna çağırdı, onlardan fetva isledi. Bütün hazır bulunanlar: Hanımı boş oldu, dedi. Ebû Hanife mezhebine mensub bir kişi müstesna, o susuyordu. Mansur ona: Sen ne diye konuşmuyorsun? dedi. Adam ona şu cevabı verdi: Rahmân ve rahim Allah'ın ismi ile;

"Yemin olsun incire ve zeytine, Sina dağına ve şu emin beldeye ki; yemin olsun Biz İnsanı gerçekten ahsen-i takvimde yarattık." Ey mü’minlerin emiri! O halde insan eşyanın en güzelidir, ondan daha güzel hiçbir şey yoktur. Bunun üzerine Mansur, Îsa b. Mûsa'ya; Durum bu adamın dediği gibidir. Haydi hanımın yanına git, dedi. Ebû Cafer el-Mansur adamın hanımına da: Kocana itaat et, ona isyan etme, o seni boşamış olmadı, diye haber gönderdi.

İşte bu insanın batınen, zahiren, görünüşünün güzelliği ve hilkatinin yapısı itibariyle Allah'ın yarattığı en güzel mahluk olduğunu göstermektedir: İçindekileriyle baş, birarada topladıklarıyla göğüs, ihtiva ettikleriyle karın, içinde sakladıklarıyla ferc, yakaladıklarıyla eller ve yüklenip taşıdıklarıyla ayaklar... Bundan dolayı filozoflar şöyle demişlerdir: Şüphesiz ki, insan küçük evrendir. Zira yaratılmışlarda bulunan her ne varsa onda toplanıp biraraya getirilmiştir.

5

Sonra onu aşağıların aşağısına döndürdük.

2- Aşağıların Aşağısına İndirilen İnsan:

"Sonra onu aşağıların aşağısına" yani erzel-i ömre (ömrün en kölü, en fena çağına)

"döndürdük." Bu da gençlikten sonra ihtiyarlık, güçten sonra zayıflık halidir. Nihayet insan birinci halindeki çocuk gibi olur. Bu açıklamayı ed-Dahhak, el-Kelbi ve başkaları yapmıştır.

İbn Ebi Necih'in, Mücahid'den rivâyetine göre;

"sonra onu aşağıların aşağısına" cehennem ateşine

"döndürdük" diye açıklamıştır ki, maksat kâfirdir, Ebû'l-Aliye de böyle açıklamıştır.

Bir açıklama da şöyledir: Yüce Allah, insanı yapısının üzerinde kurulduğu o üstün niteliklerle nitelendirince, insan azdı ve üstünlük tasladı. Öyle ki;

"ben sizin yüce Rabbinizim" (en-Nâziât, 79/24) diyecek noktaya kadar geldi. Allah kulunun bu durumunu bildiğinden, ilâhî hükmünü kendisi verdiğinden, onu aşağıların aşağısına döndürdü. Bu da içini pislik ve necasetle doldurmak, kimi zaman istiyerek, kimi zaman da mecbur kalarak görülmedik bir şekilde bu pisliği dışına çıkartmak sureti ile bunu yaptı. Ta ki o, durumunun bu olduğunu görüp, gerçek değerinin ne olduğunu bilip haddini aşmasın.

Abdullah (b. Mesud) ("aşağıların aşağısına" anlamındaki âyeti): " Aşağılıkların aşağısına" diye okumuş ve; "Aşağıların aşağısı" çoğuldur, demiştir. Çünkü "insan" lâfzı da çoğul anlamındadır. Eğer: "Aşağının aşağısına" demiş olsaydı yine câiz olurdu. Çünkü "insan" lâfzı tekildir. "Bu ayakta duran en faziletli kişidir" denilir fakat -bu anlamda- denilemez. Çünkü tekil için zamir kullanılır: Eğer tekil için zamir kullanılmamış ise o zaman ona ait olarak kullanılan isim tekil de gelebilir, çoğul da gelebilir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Doğruyu getiren ve onu doğrulayan(lar) ise onlar sakınanların ta kendileridir." (ez-Zümer, 39/33);

"Muhakkak Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımızda bundan dolayı o sevinir. Şayet... onlara bir kötülük isabet etse..." (eş-Şura, 42/48)

"Sonra onu aşağıların aşağısına döndürdük" âyetinin, onu sapıklığa geri döndürdük, anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Gerçekten insan ziyandadır. Îman edip, salih ameller işleyen., der müstesna."(el-Asr, 103/2-3) Bu gibi kimseler müstesna. Onlar o hale geri döndürülemezler demek olur. "Aşağıların aşağısı" cehennem ateşidir, diyenlerin görüşlerine göre ise (bir sonraki âyetteki) istisna muttasıldır. Bundan maksat ihtiyarlıktır, diyenlerin görüşlerine göre ise munkatı'dır.

6

Îman edip, salih ameller işleyenler müstesna. Çünkü onlar için sonu gelmez bir mükâfat vardır.

"Îman edip, salih ameller işleyenler müstesna." Bunların yaptıkları iyilikleri yazılır, kötülükleri silinir. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. O şöyle demiştir: Bunlar (kötülükleri silinenler) ise oldukça yaşlı kimselerdir. Bunlar yaşlılıklarında yaptıklarından ötürü sorumlu tutulmazlar.

ed-Dahhak, ondan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Kul eğer gençliğinde çokça namaz kılan, çok oruç tutup sadaka veren bir kimse ise daha sonraları (yaşlanınca) gençliğinde işlediği amelleri işleyemeyecek kadar zayıf düşerse, yüce Allah gençken işlediği amelleri, mükâfatını (işlemiş gibi) yazar. Bir hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kul yolculuğa çıkar yahut hastalanırsa Allah, ona sağlıklı ve ikamet halinde iken yaptığı amellerin benzerini yazar. " Buhârî, 111, 1092; Müsned, IV, 410, 418.

"Îman edip, salih ameller işleyenler müstesna" âyetinin böylderi bunamazlar ve kocamazlar, alim olup ilmiyle amel eden kimsenin aklı başından gitmez, diye ele açıklanmıştır. Âsım el-Ahvel'den, onun İkrime'den rivâyetine göre İkrime şöyle demiştir: Kur'ân okuyan bir kimse erzel-i ömre (ihtiyarlığa, bunaklığa) döndürülmez. İbn Ömer'den: onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyetine göre Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ömrü uzayıp da ameli güzel olan kimseye no mutlu!" Hâkim, Müstedrek, I, 459; Tirmizi, IV, 565, 566; Müsned, IV, 190, V, 40, 43, 47.

Rivâyet olunduğuna göre; mü’min kul vefat ettiğinde Allah onun üzerinde görevli olan iki meleğe kıyâmet gününe kadar kabri başında ibadet etmelerini emreder ve bu İbadetleri onun için yazılır.

"Çünkü onlar için sonu gelmez bir mükâfat vardır." ed-Dahhak dedi ki: Amelsiz mükâfatları vardır. Bunun sonu kesilmeyen (mükâfat) demek olduğu daleyhisselâmöylenmiştir.

7

O halde bundan sonra din hususunda hangi şey seni yalanlayabilir?

Denildiğine göre burada hitab, azarlamak ve delili kabul etmek zorunda bırakmak için kâfirleredir. Yani ey insan! Sen Allah'ın seni ahsen-i takvimde yaratmış olduğunu, seni erzel-i Ömre geri döndüreceğini, seni bir halden bir diğer hale geçireceğini bildiğine göre, ölümden sonra dirilişi, amellerin karşılığının görüleceğini -üstelik Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunu sana haber vermişken- seni yalanlamaya iten nedir?

Hitabın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olduğu da söylenmiştir. Yani sana gelen Allah'ın buyrukları ile birlikte şuna da kesin olarak inan ki; O, hüküm verenlerin arasında hükmü en iyi ve en sağlam olandır. Bu anlamdaki açıklama Katade'den rivâyet edilmiştir. Yine Katade ve el-Ferrâ' şöyle demişlerdir: Yani bu açıklamadan sonra; ey Peygamber seni kim yalanlayabilir?

Bu açıklamayı Taberi de tercih etmiştir. Sanki şöyle buyurmuş gibidir: Buna kim güç yetirebilir ki? Yani insanı yaratmaya muktedir olduğumuza, amellerin karşılığının mükâfat ve cezanın tarafımızdan verileceğine dair kudretimiz açıkça ortaya çıktıktan sonra, mükâfat ve ceza hususunda seni kim yalanlayabilir? Şair de şöyle demiştir:

"Temimlilere (yaptıklarının) karşılığım verdik biz

Tıpkı bizim atalarımızın -geçmiş dönemde- onların önceki atalarına (yaptıklarının) karşılığını verdikleri gibi."

8

Allah hâkimlerin hâkimi değil mi?

Yani bütün yarattıklarında sanatı en sağlam olan hâkim değil mi? "Hakimlerin hakîml"nin hak ile hükmeden, yaratıklar arasında adalet yapan anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu âyet, kâfirler arasından ezelî yaratıcının varlığını kabul eden kimseler hakkında bir takdir vardır. İstifham hemzesi (mi anlamını veren soru edatı) eğer olumsuz ifadenin başına gelir ve söylenen sözde bilgi sahibi yapma anlamı da varsa, ifade olumlu anlam kazanır. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Sizler bineklere binenlerin en hayırlıları değil misiniz?"

"O halde bundan sonra din hususunda hangi şey seni yalanlayabilir? Allah hakimlerin hakimi değil mi?" âyetinin (cihâdı emreden) kılıç âyeti ile nesh olduğu da söylenmiştir. Her ikisi arasında bir aykırılık olmadığından ötürü, sabit (muhkem) olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbâs ve Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anhüma) yüce Allah'ın:

"Allah hâkimlerin hâkimi değil mi?" (mealindeki) âyetini okuduklarında: "Evet ve ben buna şahitlik edenlerdenim" derlerdi. O bakımdan böyle demek uygun görülen bir şeydir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Tirmizi bunu Ebû Hüreyre'den de rivâyet etmiştir. Buna göre şöyle demiştir: Her kim:

"Yemin olsun incire ve zeytine" (1. âyet) âyetini okuyup da; "Allah hâkimlerin hâkimi değil mi?" âyetini da okursa: "Evet ve ben buna tanıklık edenlerdenim" desin. Tirmizi, V, 443; Ebû Davud, I, 214. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

(Tin Sûresi burada sona ermektedir. Allah'a hamd olsun).

0 ﴿