FÎL SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile Mekke'de indiği hususunda görüş birliği vardır. Beş âyet-i kerimedir. 1Rabbinin Fil sahiblerine ne ettiğini görmedin mi? Bu âyete dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: "Görmedin mi" sana haber verilmedi mi, demektir. Bilmedin mi, diye de açıklanmıştır. İbn Abbâs: Duymadın mı, diye açıklamıştır. Lâfız soru şeklinde ulmakla birlikte takrir (söyletmek) anlamındadır. Hitab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'adır. Ancak umumidir. Benim Fil sahiblerine neler yaptığımı görmediniz mi demektir. Yani sizler bunu gördünüz, Benim size olan bu lütfumu da bildiniz. O halde size ne oluyor da îman etmiyorsunuz? " Ne (nasıl)" "Rabbinin... ettiğini" âyeti ile nasb mahallindedır. İstifham anlamı dolayısıyla (önceki) "görmedin mi" âyeti ile nasbedilmiş değildir. "Fil sahiblerine" âyetindeki Filin mahiyeti bilinmektedir. Çoğulu: şekillerinde gelir. İbnu's-Sikkîl; diye çoğul yapılmaz demistir. Dişisine; denilir. Filin sahibine (bakıcısına) da; denilir. Sîbeveyh dedi ki: "Fil" lâfzının aslının "fu'l" vezninde olması ve (ikinci harfi olan) "ye"den ötürü (birinci harfi) kesreli gelmiş, olması mümkündür. Nitekim: "Beyaz" ve: "Beyazlar" denilmesi de buna benzemektedir. el-Ahfeş dedi ki: Ancak böyle bir şekil tekilde sözkonusu olmaz. Bu ancak çoğulda sözkonusu olabilir, " Fil görüşlü adam" görüşü zayıf düşmektir. Çoğulu ...diye gelir. "Zayıf görüşlü, firaseti yanlış adam" demektir. "Görüşü zayıfladı, zayıflar, görüş zayıflığı"; "Onun görüşünü zayıf buldu, zayıf bulmak" demektir. Zayıf görüşlü olan kimseye de; denilir. Bu başlık, Fil sahibleri olayı hakkındadır. Olay şöyledir: Ebrehe, San'a'da el-Kulleys'i inşa etmişti. Bu kendi döneminde yeryüzünde benzeri görülmemiş bir kilise idi, Kendisi hristiyandi. Sonra Necaşî'ye şöyle bir mektub yazdı: "Ey Kral! Ben senden önce hiçbir kral için benzeri inşa edilmemiş bir kilise inşa ettim. Arap hacılarını buraya çevirinceye kadar da işin arkasını bırakmayacağım," Araplar Ebrehe'nin, Necaşî'ye yazdığı bu mektubu kendi aralarında söz konusu etmeye başlayınca, nesi' (Kameri senenin Güneş senesine uyum) uygulamasını yapanlardan (Fukaym b. Adiyoğullarından) bir adam, bu işe çok öfkelendi. Kalkıp, kilisenin bulunduğu yere gitti. Orada abdest bozdu, sonra da çıkıp kendi diyarına geri döndü. Bu durum Ebrehe'ye bildirilince, bu işi kim yaptı? diye sordu. Ona: Arapların Mekke'de hac için kendisine gittikleri bu Evin (Kabe'nin) çevresindeki halktan bir adam, senin "Arapların hacılarını buraya gelmeye mecbur edeceğim" şeklindeki sözünü işitince öfkelendi ve gelip burayı pisledi, diye cevab verildi. Bu da; senin bu kilisen bu işe layık değildir, anlamına gelir. Bunun üzerine Ebrehe öfkelendi ve Evin üzerine yürüyüp, onu yıkacağına yemin içti. Yanında bulunan bir adamı da Kinaneoğullarını bu kiliseyi hac etmeye davet etsin, diye gönderdi. Kinaneoğısllan -ki kilisenin içerisine pisleyen adamın da mensub olduğu kabiledir- gönderilen bu adamı öldürdü. Bu uygulama Ebrehe'nin öfkesini, kinini arttırdı. Daha sonra Habeşlılere verdiği emir üzerine Habeşliler savaş için hazırlandı, gereken şekilde teçhizatlandılar. Beraberinde Fil ile birlikte yola koyuldu. Araplar bunu işittiler. Bu işi büyük bir musibet olarak kabul ettiler ve dehşete kapıldılar. Ancak onun Allah'ın Beyt-i Haram'ı olan Kabe'yi yıkmak islediğini işitince, ona karşı cihad etmeyi de görev bildiler. Yemenlilerin eşrafından ve hükümdarlarından olan Zû Nefr diye bilinen bir adam, onun karşısına çıktı, kendi kavmini ve çağrısını kabul eden diğer Arapları Ebrehe ile savaşa, Allah'ın Beyt-i Haram'ını korumak ve Ebrehe'nin Kabe'yi yıkıp, tahrib etmek isteğine karçı cihada çağırdı. Onun bu çağrısını kabul edenler de oldu. Karşısına çıktı, onunla savaştı. Zû Nefr ve beraberindekiler yenik düştü, Zû Nefr yakalanıp, Ebrehe'nin huzuruna esir olarak götürüldü, Ebrehe, Zû Nefr'i öldürmek isleyince, Zû Nefr ona: Ey kral beni öldürme! Çünkü benim seninle birlikte kalışım senin için beni Öldürmekten hayırlı olabilir, dedi. Ebrehe onu öldürmekten vazgeçti, yakınında onu zincire vurup hapsetti. Ebrehe affedici ve tahammül kar birisi idi. Daha sonra Ebrehe Yemen'den çıkmasına sebep teşkil eden gayesini gerçekleştirmek üzere tekrar yola koyuldu, Has'amlıların topraklarına ulaşınca, karşısına Has'amlı Nufeyl b. Habih,'şehrân ve Nâhis kabileleri ve ona uyan diğer Arap kabileleri ile birlikle karşı çıktı. Onunla çarpıştı, Ebrehe onu da yendi. Nufeyl de yakalanıp, Ebrehe'nin huzuruna esir olarak götürüldü. Ebrehe onu öldürmek isteyince, Nufeyl kendisine: Ey kral beni öldürme, ben sana Arap topraklarında kılavuzluk edeceğim, dedi. Bu ellerim senin lehine Has'amın iki kabilesi Şehran ve Nahıs üzerine hakim olacak, onların sana dinleyip, itaat etmelerini sağlayacaktır. Ebrehe onu da serbest bıraktı. Nufeyl onunla birlikte yola çıktı ve ona kılavuzluk etti. Taife gelince, Mesud b. Muattib, Sakiflilerden bir takım kimseler ile karşısına çıktı. Ona: Ey kral dediler. Bizler senin kullarınız. Senin sözlerini dinleyecek, emrine itaat edeceğiz. Bizim sana muhalefetimiz sözkonusu değildir. Fakat bizim bu Evimiz -Lat için yaptıkları evi kastediyorlar- senin yıkmak istediğin ev değildir, benin istediğin Mekke'deki Evdir. Bizler seninle birlikte sana oranın yolunu gösterecek birilerini göndereceğiz, dediler, Ebrehe de onları affetti, Ebrehe ile birlikte Ebû Riğal adında birisini gönderdiler. Ebû Riğal onu el-Muğammis'e kadar götürdü. el-Muğammis’te konaklayınca Ebû Riğal orada öldü, bu sebepten ötürü de Araplar onun kabrini taşlayıp durdular. İşte insanların el-Muğammis denilen yerde taşladıkları kabir onun kabridir. Bu hususta şair şöyle demiştir: "Ve ben her yıl onun kabrini taşa tutarım, İnsanlar Ebû Riğal'in kabrini taşladıkları gibi." Ebrehe, Muğammis denilen yerde konaklayınca Habeşliler arasından, el-Esved b. Maksud diye bilinen bir adamı atlılarından bir grubun başına komutan olarak gönderdi. Esved Mekke'ye varınca Kureyşlilerden Tihameliler ile diğerlerinin mallarını önüne katıp götürdü. Bu arada Abdu'l-Muttalib b. Haşim'e ait ikiyüz deve de almıştı. Abdu'l-Muttalib o sırada Küreydin büyüğü ve efendisi idi. Kureyş, Kinane, Huzeyl ve Harem bölgesinde bulunan diğerleri Ebrehe ile savaşmayı kararlaştırdı. Ancak daha sonra ona güç yetiremeyeceklerini anlayınca bu işten vazgeçtiler. Ebrehe, Himyerli Hunâta'yı Mekke'ye gönderdi ve una şunları söyledi: Bu şehrin efendisinin ve en şereflilerinin kim olduğunu sor. Sonra ona şöyle de: Kral diyor ki: Ben sizinle savaşmaya gelmedim. Ben bu Evi yıkmak için geldim, eğer siz bana karşı savaşmayacak olursanız benim sizin kanınızı dökmeye ihtiyacım yoktur. Eğer o şahıs benimle savaşmak istemiyor ise onu yanıma al, getir. Hunâta denilen şahıs Mekke'ye girince, Kureyş'in efendisinin ve şereflesinin kim olduğunu sordu? Ona: Haşim oğlu Abdu'l-Muttalib ismini verdiler, Abdu'l-Muttalib'in yanına varıp, Ebrehe'nin kendisine neleri emrettiğini ona söyledi. Abdu'l-Muttalib de şu cevabı verdi: Allah'a yemin olsun ki, biz onunla savaşmak istemiyoruz. Esasen bizim buna gücümüz de yetmez. İşte bu da Allah'ın haram olan Evi. Onun dostu İbrahim (aleyhisselâm)'ın Evi dedi; yahut buna benzer sözlerle ona cevab verdi. Eğer Allah bu Evi Ebrehe'den gelecek zarara karşı koruyacak olursa şüphesiz ki burası onun haremidir, onun Evidir. Şayet onu Evi ile başbaşa bırakacak olursa, Allah'a yemin ederim ki, bizim onu geri çevirecek gücümüz yoktur. Bunun üzerine Hunâta ona: Haydi onun yanına gidelim, dedi. Çünkü o bana seni kendisine götürmemi emretti. Abdu’l-Muttalib onunla birlikte beraberinde çocuklarından bir kaçını da alarak gitti. Nihayet karargaha vardılar. Zû Nefr'i sordu. Onun eski bir arkadaşı idi. Hapisle alıkonulduğu yerde onun yanına gitti ve ona: Ey Zû Nefr dedi. Başımıza gelen bu işte senin bize bir fayda sağlayabilme imkanın var mıdır? Zû Nefr ona dedi ki: Bir kralın dinde esir bulunan ve sabah akşam o kral tarafından öldürülmesini gözetleyen bir adamm ne faydası olabilir? Başına gelen bu musibete karşı sana hiçbir faydam olamaz. Şu kadar var ki Filin seyisi olan Uneys benim arkadaşımdır. Ben ona haber göndereyim ve seni ona tavsiye edeyim. Senin hakkına riayet etmesinin önemini ona anlatayım. Kralın huzuruna çıkman için sana izin istemesini söyleyeyim. O zaman sen de istediğin gibi kralla konuşursun. Eğer buna güç yetireeek olursa, o senin için kral nezdinde güzel bir şekilde iltimasta bulunur. Abdu'l-Muttalib: Bana bu kadarı yeter dedi. Zû Nefr, Uneys'e haber gönderdi ve ona Abdu'l-Muttalib, Kureyş'in efendisi, Mekke pınarının (Ayn u Mekke) sahibidir. Düz yerde insanlara, dağ başlarında yırtıcı hayvanlara yiyecek verir. Kral bunun ikiyüz devesini ele geçirmiş bulunuyor. Haydi sen onun huzuruna çıkması için izin iste ve elinden geldiği kadar kral nezdinde ona faydalı olmaya Uneys: Yaparım dedi. Uneys, Ebrehe ile konuştu, ona şöyle dedi: Ey Kral! İşte Kureyş'in efendisi senin kapında duruyor. Senin yanına girmek için izin istiyor. O Mekke pınarının (Aynu Mekke) sahibidir. Düz yerlerde insanlara, dağ başlarında yırtıcı hayvanlara yemek yedirir. Huzuruna girmesi için ona izin ver de ihtiyacı alan hususlarda seninle konuşabilsin. Ebrehe, Abdu'l-Muttalib'e huzuruna girsin diye izin verdi. Abdu'l-Muttalib, insanlar arasında oldukça gösterişli, azametli ve güzel simalı birisi idi. Ebrehe onu görünce ona saygı gösterdi, onu kendisinden daha aşağı bir mertebede oturtmak istemediğinden, Ebrehe tahtından indi, yaygısı üzerine oturdu ve Abdu'l-Muttalib'i de yaygısı üzerinde yanında oturttu. Sonra tercümanı vasıtası ile şöyle dedi: Ona ihtiyacın nedir? diye sor. Tercüman ona bunu sorunca, Abdu'l-Muttalib şöyle dedi: Benim ihtiyacım kralın (askerlerinin) ele geçirdiği, bana ait olan ikiyüz deveyi geri vermesidir. Abdu'l-Muttalib'in söylediklerini Ebrehe'ye aktaran tercümana Ebrehe şunları söyledi. Ona de ki: Seni gördüğümde sen beni etkilemiştin. Fakat benimle konuşunca gözümden düştün. Sana ait olup, ele geçirdiğim ikiyüz deve hakkında konuşuyorsun da senin ve atalarının dini olup, kendisini yıkmak üzere geldiğin Ev hakkında hiçbir şey söylemiyor, onunla ilgili benimle konuşmuyorsun. Abdu'l-Muttalib ona şu cevabı verdi: Ben develerin sahibiyim. O Evin ise bir sahibi (radıyallahü anhbbi) vardır, onu koruyacaktır. Ebrehe: Hayır, onu bana karşı koruyamayacaktır, dedi. Abdu'l-Mutulib haydi sen istediğini yapmaya giriş öyleyse, dedi. Ebrehe ona develerini geri verdi. Abdu'l-Muttalib, Kureyşlilere geri döndü ve onlara durumu bildirdi. -Ordu kendilerine zarar verir korkusuyla- Mekke'den dışarıya çıkıp, dağların tepelerinde ve dağların arasındaki geçitlerde korunmalarını emretti. Daha sonra Abdu'l-Muttalib kalkıp, Kabe'nin kapısının tokmağına yapıştı. Kureyşlilerden bir kaç kişi de onunla birlikte kalkıp Allah'a dua ettiler, Ebrehe'ye ve askerlerine karşı O'ndan yardım dilediler. Abdu'l-Muttalib Ka'be'nin kapısının tokmağını yakalamış olduğu halde şunları söyledi: "Allah'ım, şüphesiz ki kul, Kendi evini korur, Sen de Beyt-i Haram'ının etrafında konaklamış olanları koru! Galib gelmesin onların haçları Ve kuvvetleri haksızlıkla Senin gücüne! Onlar Haram beldeye girerlerse, Bu Senin bize daha önce yapmadığın bir iş olur," Ka'be kapısının tokmağını yakaladığı vakit şöyle söylediği de zikredilmiştir: "Ey Rab! Ben onlara karşı Senden başkasından ümit beslemiyorum Ey Rab! Sen onlara karşı Senin himayendeki yasak bölgeyi koru! Şüphesiz Beytin düşmanı Sana düşmanlık edenlerdir Şüphesiz onlar Senin güçlerini geriletemezler." İkrime b. Âmir b. Haşim b. Abd-i Menaf b. Abdi'd-Dar b. Kusay da şöyle demiştir: "Allah'ım, muaviye el-Esved b. Maksud'u Hediyelik olduklarına dair alametler taşıyan o pekçok deveyi yakalayanı. Hıra ile Sebîr dağları ile düzlükler arasında Onları alıkoymaktadır, onlar bu develeri kovalamaktadırlar O bu develeri siyahi gavurlara katmıştır Ki bunlar hiçbir mabud olmasın diye karar vermişlerdir Sağlam direkli Beyt-i Haram'ı yıkmak istediler hem iki Merve'yi (Safa ile Merve'yi) ve siyah Meşairleri (hac alâmetlerini) Rabbim, Sen ona ahdini gerçekleştirme fırsatını verme! Sen her türlü hamde layık olansın." İbn İshak dedi ki: Daha sonra Abdu'l-Muttalib Ka'be kapısının tokmağını bıraktı. O ve Kureyş'ten beraberinde olanlarla birlikte dağların tepelerine çekilip orada korunmaya çalıştılar. Ebrehe girdiği takdirde Mekke'ye neler yapacağını beklemeye koyuldular. Sabah olunca Ebrehe Mekke'ye girmek için hazırlandı. Filini de hazırlayıp orduyu teçhizatlandırdı. Filin ismi "Mahmud" idi. Ebrehe'nin kararı Beyti yıkmak, sonra da Yemen'e geri dönmekten ibaretti. Fili Mekke'ye yönlendirdiklerinde Nufeyl b. Habib gelip Filin yanında durdu. Daha sonra Filin kulağını yakalayarak: Ey Mahmud otur ve geldiğin yere selametle geri dön. Sen Allah'ın Haram beldesindesindesin, dedikten sonra kulağını bıraktı. Fil de çöküverdi, Nufeyl b. Habib de hızlıca koştu ve dağa tırmandı. Kalksın diye Fili dövdülerse de kalkmadı. Kalkması için bu sefer baltalarla başına vurmaya başladılar, yine kalkmadı. Bastonları kalksın diye karnına soktular, yine kalkmadı. Yemen'e dönmek üzere onu geri çevirdiler, kalkıp koşmaya başladı. Yolunu Şam'a çevirdiler aynı şekilde, doğuya çevirdiler aynı şekilde yaptı. Fakat Mekke'ye çevirdiklerinde yine çöktü. Allah üzerlerine Hatatif ve Belesan'ı andıran deniz tarafından kuşlar gönderdi. Herbir kuşun beraberinde üç taş bulunuyordu. Birisi gagasında, ikisi ayaklarında idi. Bu taşlar nohut ve mercimek taneleri gibi idi. Kime bunlardan isabet ederse mutlaka ölürdü. Taşları hepsine isabet etmedi. Kaçarak geldikleri yoldan geri dönmeye çalıştılar, Kendilerine Yemen’e gidecek yolu göstersin diye Nufeyl b. Habib'i sordular. Nufeyl b. Habib, Allah'ın onların başına indirdiği intikam azabını görünce şöyle dedi: "Kaçış nereye, arkadan takib eden o mutlak İlah ise? Eşram (Ebrehe) ise yenik düşendir, galib değildir." Yine Nufeyl şöyle demiştir: "Kuşları görünce hamdettim Allah'a Ve üzerimize atılan taşlardan da korktum Herkes Nufeyl'i sorup duruyordu, Sanki benim Habeşlilere borcum varmış gibi." Yolun her tarafında sağa sola düşüp yığılıyorlar ve her tepenin başında ölüp gidiyorlardı. Ebrehe de vücudundan isabet aldı. Onu alıp götürdüklerinde vücudu parmak ucu kadar küçük parçalar halinde dökülüyordu. Vücudundan birer parça döküldü mü hemen onun arkasından kan ve irin akıyordu. Nihayet onu San'a'ya alıp getirdiklerinde bir kuş yavrusu gibi kalmıştı. Anlatıldığına göre, kalbi çıkacak şekilde göğsü parçalanıncaya kadar ölmedi. el-Kelbi ve Mukâtil b. Süleyman -biri diğerine göre fazla ve eksik anlatarak- dedi ki: Fil olayının sebebi rivâyet edildiğine göre şudur: Kureyşlilerden birtakım gençler Necaşî'nin diyarına ticaret maksadı ile gitti. Deniz kıyısında Hristiyanlara ait bir kilisenin yanında konakladılar. Hristiyanlar bu kiliseye Heykel ismini veriyorlardı. Yemek pişirmek maksadıyla bir ateş yaktılar, sonra bu ateşi bırakıp gittiler. Esen şiddetli rüzgarlar ateşi kiliseye kadar ulaştırdı ve kilise yandı. Bu olayın haberi bir haberci tarafından Necaşî'ye ulaştırıldı. O da öfkeyle dolup taştı. Kindelilerden Ebrehe b. es-Sebbah, Hucr b. Şurahbil ile Ebû Yeksun adındaki kişiler ona gelerek Kabe'yi yakmayı ve Mekke'yi esir almayı taahhüt ettiler. Çünkü kral Necaşî'nin kendisi idi. Ebrehe ordu kumandanı, Ebû Yeksum hükümdarın yakın danışmanı idi, veziri olduğu da söylenmiştir. Hucr b. Şurahbil de onun kumandanlarından idi. Mücahid dedi ki: Ebû Yeksum, Ebrehe b. es-Sabbah'ın kendisidir. Beraberlerinde fil de olduğu halde yola koyuldular. Çoğunluk bu filin tek bir fil olduğu kanaatindedir. ed-Dahhak ise sekiz fil demiştir. Zu’l-Mecaz'e gelip konakladılar. Mekkelilerin atlayan davarlarını önlerine katıp götürdüler. Aralarında Abdu'l-Muttalib'in develeri de vardı. Çoban tehlikeyi haber vermek üzere geldi, Safa ya çıktı ve "(savaş ve tehlike zamanlarında bağırılması adet olan şekilde): Yâ sabahah (haberiniz olsun baskına uğradık) diye feryat etti. Sonra da insanlara ordunun ve Filin gelişini haber verdi. Abdu'l-Muttalib çıkıp Ebrehe'ye doğru gitti, ondan develerini istedi. Necaşî'nin onlarla birlikte olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Kimileri Necaşî de onlarla birlikte idi derken, çoğunluk Necaşî onlarla beraber değildi, demiştir. Mekkeliler deniz tarafından kuşların geldiğini görünce Abdu'l-Muttalib şöyle dedi: Bu kuşlar bizim topraklarımızda görünen kuşlardan değildir. Bunlar ne Necid'de bilinen, ne Tihame'de, ne de Hicaz'da görülen kuşlardır. Bu kuşlar bey arıları andırıyordu. Bunların gagalarında ve ayaklarında taş vardı. Bunlar ordunun üzerine gelince taşları üzerlerine bıraktılar ve sonunda helâk olup gittiler. Atâ b. Ebi Rebah dedi ki: Kuşlar akşam vakti geldi, geceyi geçirdikten sonra sabah erkenden onlara taşları attı. el-Kelbi dedi ki: Kuşların gagalarında küçük çakıl taşlarını andıran taşlar vardı. Herbir kuş grubunun önünde onlara önderlik eden bir kuş vardı. Bu kuşun gagası kırmızı, başı siyah, boynu uzundu. Ordunun askerleri gelip biraraya toplanınca kuşlar bunların üzerinden gagalarında bulunan taşlan boşalttılar. Herbir taşın üzerinde o taşla ölecek kişinin ismi yazılı idi. Her taşın üzerinde: "Allah'a itaat eden kurtulur, O'na isyan eden helâk olmuş olur" diye yazdığı da söylenmiştir. Daha sonra kuşlar geldikleri yerden geri döndüler. el-Avfî dedi ki: Ben bu kuşlar hakkında Ebû Said el-Hudrî'ye soru sordum da o: Mekke'nin güvercinleri onlardandır, diye cevab verdi. Denildiğine göre, taş; askerlerden birisinin miğferine düşüyor, onun miğferini deliyor, beynine gediyor. Üzerinde bulunduğu fili ve bineği delip geçiyordu. Şiddetli bir şekilde düştüğünden ötürü taş yerde kayboluyordu. Fil sahibleri altmışbin kişi idiler. Onlardan emirleri müstesna, kimse geri dönmedi. Onunla birlikte de çok küçük bir topluluk geri dönebilmişti. Onlar da gördüklerini haber verip, bildirince helâk oldular. el-Vâkıdî dedi ki: Ebrehe Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemindeki Necaşî'nin dedesidir. Ebrehe ile el-Eşrem aynı kişidir. Ona bu unvanın veriliş sebebi ise Eryat ile görüş ayrılığına düşmesi idi. Öyle ki, biri diğerinin üzerine yürüdü, sonra teke tek birbirleriyle döğüşmek kararında ittifak ettiler. Kim galib gelirse yönetimi o ele alacaktı. Birbirleriyle teketek çarpıştılar. Eryat cüsseli, iri yarı birisi idi. Elinde bir harbe bulunuyordu. Buna karşılık Ebrehe ise kısa boylu, tıknaz birisi idi, Hristiyan olarak dindar ve affetmeyi seven birisi idi. Ebrehe ile birlikte İtvede diye bilinen bir veziri vardı. Eryat yaklaşınca Eryat elindeki harbeyi Ebrehe'nin başına indirdi. Bu harbe Ebrehe'nin kafasına düştü, gözünü, burnunu, alnını ve dudağını yardı. Bundan dolayı ona "el-Eşrem" ismi verildi. İtvede Eryat'ın üzerine hamle yapıp, onu öldürdü. Böylelikle Habeşistanlılar Ebrehe'nin emri altında birleşmiş oldu. Necaşl bu işe kızdı ve Ebrehe'nin perçemini keseceğine, onun topraklarını çiğneyip geçeceğine yemin etti. Bunun üzerine Ebrehe kendi perçemini kesti ve bir kaba kendi arazisinin topraklarını doldurup, bunları Necaşî'ye gönderdi ve şöyle dedi: O senin kulundu, ben de senin kulunum. Ben Habeşlilerin işlerini daha güzel yok koyarım. Perçemimi kestim ve sana kendi arazimin topraklarını gönderdim. Onları çiğnemeni ve böylelikle yeminini yerine getirmeni istedim. Bunun üzerine Necaşî ondan hoşnut oldu. Daha sonra Ebrehe -önceden de geçtiği üzere- Arapların hacılarının oraya gelmesini sağlamak amacıyla San'a'da bir kilise inşa etti. Mukâtil dedi ki: Fil yılı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın doğumundan kırk sene önce idi. el-Kelbi ile Ubeyd b. Umeyr dedi ki: Fil olayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın doğumundan 23 sene önce olmuştu. Ancak sahih olan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen şöyle dediğine dair rivâyettir: "Ben Fil olayının olduğu sene dünyada geldim." Ondan: "Fil günü" dediği de rivâyet edilmiştir ki Maverdî, Nuket, VI, 338; İbn Hihban, es-Sikal, IV, i2?üe; el-Mizzî, Tehzibu'l-Kemal, XII, 266, 26H'de belirtildiğine göıe; 'Suveyd b. ĞaFelc: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yaşıtım Ben Fil yılında doğmuşum..." derdi. bunu el-Maverdî Tefsir'inde nakletmiştir. A'lâmu'n-Nubuvve adlı eserde de şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) rebiu'l-evvel ayının 22. günü dünyaya geldi ve bu Filden elli yıl sonra idi. Rumların takviminde ise bu Hürmüz b. Enu Şirvan'ın hükümdarlığa geçiş tarihinden itibaren onikinci yılın 20 şubatına denk geliyordu. Ebû Cafer et-Taberi'nin naklettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Enu Şirvan'ın krallığının 42. yılında doğmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a annesi Amine'nin muharremin onuncu (aşure) günü gebe kaldığı, ramazan ayının onikinci günü pazartesi dünyaya geldiği ve böylelikle hamilelik süresinin tam sekiz ay ve dokuzuncu aydan da iki gün ile tamamlandığı da söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre Peygamber muharrem ayının onuncu (aşure) günü dünyaya gelmiştir. Bunu İbn Şahin Ebû Hafs "Fedail-u Yevm-i Aşura" adlı eserinde nakletmiştir. İbnu'l-Arabi dedi ki: İbn Vehb, Malik'ten şöyle dediğini nakletmiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Fil yılı dünyaya gelmiştir. Kays b. Malikine dedi ki: Ben ve Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Fil senesi dünyaya geldik. İnsanlar Malik'ten şöyle dediğini rivâyet etmişlerdir: Kişinin kendi yaşını haber vermemesi onun mertliğindendir. Çünkü eğer yaşı küçükse onu küçük görürler, büyükse onu kocamış, ihtiyar kabul ederler. Ancak bu zayıf bir görüştür. Çünkü Malik ilim adamları arasında ona en çok uyan birisi olarak Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yaşını haber verirken kendi yaşını gizleyecek değildi. Dolayısıyla küçük olsun, büyük olsun kişinin kendi yaşını bildirmesinde bir sakınca yoktur. Abdu'l-Melik b. Mervan, Attab b. Esid'e: "Sen mi (yaşça) daha büyüksün yoksa Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mı?" diye sordu. Attab şöyle dedi: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) benden daha büyüktür, fakat ben ondan daha yaşlıyım. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Fil senesi dünyaya geldi, ben ise o Filin seyisini ve onu çekeni insanlardan kendilerine yiyecek bir şeyler vermesini isteyen kör ve kötürüm olarak gördüm. Hakimlerden birisine: Kaç yaşındasın diye sorulmuş, o da: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Attab b. Esid'i Mekke valiliğine tayin ettiği zamanki yaştayım, demiş. O vakit onun yaşı yirmiden aşağı idi. 5- Fil Olayı Peygamberin Mucizelerindendir: İlim adamlarımız der ki: Daha sonraları Fil olayı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mucizelerinden birisi olmuştur. Bu olay, peygamberden ve onun peygamberliğinin doğruluğu hususunda meydan okumasından önce olmuş olsa dahi böyledir. Çünkü Fil olayı Peygamber efendimizin durumunu pekiştirici ve onun halini hazırlayıcı bir özellik taşır. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara bu sûreyi okuduğunda Mekke'de bu olayı görmüş çok sayıda kimse vardı. Bundan dolayı; "Görmedin mi" diye buyurmaktadır. Mekke'de olup da Fil'i çeken ve onu arkadan yeden şahısları insanlardan dilenen kör kimseler olarak görmemiş hiçbir kimse yoktu. Âişe (radıyallahü anh) yaşının küçüklüğüne rağmen şöyle demiştir: Ben Fili çeken ile onu yedeni kör, insanlardan yiyecek bir şeyler dilenen dilenciler olarak gördüm. Ebû Salih dedi ki: Ebû Talib'in kızı Um Hani'nin evinde o taşlardan yaklaşık iki kafiz Bir kafiz, 12 sa', kadarını gördüm. Bu taşlar siyah olup, üzerlerinde kırmızı çizgiler vardı. 2Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı? "Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı?" Boşa çıkarıp, işe yaramaz hale getirmedi mi? Çünkü onlar öldürmek, esir almak suretiyle Kureyşlilere Beytullah'ı tahrib ve yıkmak suretiyle de Beyt'e karsı düzen kurmak istemişlerdi. Nakledildiğine göre Ebû Talib oğlu Abdullah'ı kendisinin bir atı üzerinde bu kuşlardan neler gördüklerini gözetlemek üzere göndermişti. Abdullah bu gelenlerin hepsinin başlarının yaralanmış olduğunu gördü. Atını hızlıca koşturarak, baldırının da üstünü açmış olarak geri döndü. Babası onun bu durumunu görünce, şüphesiz benim bu oğlum Arapların en ferasetli olanıdır, dedi. Çünkü baldırını ancak müjde getiren yahut korkutup uyarıcı bir haber getiren kimse açmıştır. Abdullah, seslerini işitecek şekilde onların meclislerine yaklaşınca: Ne haber diye sordular. O: Hep birlikte helâk oldular, diye cevab verdi. Bunun üzerine Abdu'l-Muttalib ve arkadaşları çıkıp gittiler ve kendilerine ait olan mallarını geri aldılar. Abdul-Muttaliboğullarının malları da o malların bir kısmını teşkil ediyordu. Bu olay sonucunda Abdu'l-Muttalib'in başkanlığı da en mükemmel halini bulmuş oldu. Çünkü o dilediği kadar sarı ve beyaz (altın ve gümüş) yüklenip döndü. Ondan sonra Mekkeliler çıkıp gittiler ve talanlarını yaptılar. Denildiğine göre, Abdu'l-Muttalib iki çukur kazdı ve bu çukurları altın ve mücevherat ile doldurdu. Daha sonra arkadaşı olan Ebû Mesud es-Sakafi'ye: Bu ikisinden dilediğin birini seç dedi. Arkasından insanlar Fil ashabının mallarından alabildikleri kadar aldılar. Bunun üzerine Abdu'l-Muttalib şunları söyledi: "Habeşlileri ve filleri Sensin engelleyen Halbuki onlar Mekke'de, dağlarda (hayvanlarını) otlatmışlardı. Biz onların (bizimle) savaşacaklarından korkmuştuk Onların herbir işinin çözümü oldukça zordu. Ey celâl sahibi! Sana şükürler ve hamdler olsun." İbn İshak dedi ki: Allah Habeşlileri Mekke'ye girmekten alıkoyunca Araplar Kureyşlileri daha bir tazim ettiler ve: Bunlar Allah'ın ehlidirler. Allah onların yerine savaştı ve düşmanlarının sıkıntılarına karşılık o onlara yetti, dediler. Abdullah b. Amr b. Mahzum da Fil ashabı hakkında şunları söylemiştir: "Rabbimiz, celil olan (ve Haremi) kirletmeyen Sensin Fil'i el-Muğammis'de engelleyen de Sensin Halbuki bundan önce birçok günahkâr kötülük yapmak istemişti de Sen onu baş aşağı çevirip bir kenara atılmış bir halde alıkoydun Onların kurtulmaları hatta nefes almaları mümkün olmadı." 3Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Said b. Cübeyr dedi ki: Bunlar semadan gelmiş kuşlardı. Daha öncesinde de, sonrasında da onlar gibisi görülmedi. Cüveybir'in, ed-Dahhak'tan onun İbn Abbâs'tan rivâyetine göre, İbn Abbâs şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Onlar (Ebabil) sema ile arz arasında pençeleri yuva yapan ve yavrulayan bir kuş çeşididir." Alûsî, Ruhu’l-Meânl, XXX, 237'de Hayatu't-Hayevan adlı eserden naklen; ed-Demirî, Hayatu't-Hayevan, Mısır I, 15te Saki b. Cübeyr'den naklen. İbn Abbâs'tan dedi ki: Bu kuşların diğer kuşlar gibi gagaları, köpeklerin pençeleri gibi pençeleri vardı, İkrime dedi ki: Bunlar denizden çıkmış yeşil kuşlardı. Başları yırtıcı hayvanların başlarına benziyordu. Bundan önce de bu kuşlar görülmemişti, daha sonra da görülmedi. Âişe (radıyallahü anha) dedi ki: Bunlar en çok kırlangıç denilen kuşlara benzerler. Aksine bunların kırmızı ve siyah olmak üzere Vatvât'a Vatvât: Arapça'da kırlangıç kuşuna da, yarasaya da verilen bir isimdir, (Bk. Ahterî Kebir). benzedikleri de söylenmiştir. Yine Said b. Cübeyr'den şöyle dediği nakledilmiştir: Bunlar sarı gagalan olan yeşil kuşlardı. Beyaz oldukları da söylenmiştir. Muhammed b. Ka'b dedi ki: Bunlar siyah deniz kuşlarıydı. Gagalarında ve pençelerinde taşlar vardı. Bunların misallerde örnek verilen oldukça garib Anka kuşları olduğu da söylenmiştir. İkrime dedi ki: "Ebâbîl" toplu ve birarada demektir. Bunların biri diğerinin ardından gelen, birbirini takip edenler anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da İbn Abbâs ve Mücahid yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre bunlar birbirlerinden farklı ve dağınık idi, Şuradan, buradan, her yönden geliyorlardı. Bu açıklamayı da İbn Mes’ûd, İbn Zeyd ve el-Ahfeş yapmıştır. en-Nehhâs dedi ki: Bütün bu görüşler birbirleriyle uyum halindedir. Dile getirdikleri gerçek, gelen bu kuşların çok büyük kalabalıklar halinde olduklarıdır. Mesela; "(............): Filan Filana göre daha büyük ve daha çoktur" denilir. Bu lâfız; (........)'den türemiştir. "Ebabil"in tekili hususunda farklı görüşler vardır, el-Cevherî dedi ki: el-Ahfeş dedi ki: "(..................): Senin develerin Ebabil halinde -yani fırkalar halinde- geldi" denilir. "Ebabil kuşları (yani grub grub kuşlar)" da denilir. (el-Ahfeş) dedi ki: Bu, çokluk anlamında kullanılır ve tekili olmayan çoğullar kabilindendir. Kimisi de şöyle demiştir: Bunun tekili (........)'dir, (.........) gibi. Kimisi de -ki el-Müberred'dir-bunun tekili; (.......)'dir, "(........): Bıçak" gibi demiştir. (el-Cevherî) -es-Sıfıah'dan başka bir yerde- dedi ki: Ben Arapların bunun tekilini bildiklerini tesbit edemedim. Bunun tekilinin: (........) olduğu da söylenmiştir. Ru'be b. el-Accac çoğulu kullanarak şöyle demiştir; "Ebabil (halindeki) kuşlar oynadı onlarla Onlar yenilmiş ekin yaprağı gibi edildiler." el-A'şâ şöyle demiştir: "Uzun bir hurma ağacı ile gövdesi taze ve yeşil, yeni boy atan bir hurma fidanı; Üzerinde ötüşen sürü sürü kuşlar var." Bir başka şair de şöyle demiştir: "Bineğim neredeyse seslerden yıkılıverilecekti, Yer ebabil (büyük fırkalar) halinde hepsi de atlı kimselerle (ırmak gibi) aktığında." Bir başka şair de şöyle demiştir: "Onların davetçiye süratlice koştuklarını görürsün, sanki onlar Müsahhar bir bulut altında kuş ebabilleri (kalabalıkları) imiş gibi." Beyitin mn kelimesinin "müsahhar" olma ihtimalini ilaha yüksek bulan, Arapça baskıyı hazırlayanların düştükleri notu gözönünde bulundurularak böyle terceme ettik. el-Ferrâ' dedi ki: Bunun kendi lâfzından tekili yoktur. er-Ruâsî -ki güvenilir birisi idi-'nin iddiasına göre o, bu kelimenin tekilinin (be harfi) şeddeli olarak "ibbâle" şeklinde kullanıldığını işitmiştir. el-Ferrâ'' ise şeddesiz olarak "ibâle" kullanımını nakletmiş ve şöyle demiştir; Ben Araplardan birisinin: "Bir demet odun üzerinde yaşı kurusuna karışmış bir demet ot" dediğini duydum ki o; bulluk üzerine bolluk demek istemiştir. el-Ferrâ'' dedi ki: Şayet bir kimse (tekilinin): şeklinde kullanıldığını söyleyecek olursa bu da doğrudur. "Dinar" kelimesinin çoğulunun "denânir" gelmesi gibi. İshak b. Abdullah b. el-Haris b. Nevfd dedi ki: Ebabil lâfzı: " Bölük bölük olmuş develer" tabirinden alınmıştır. 4Onlara ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar atıyorlardı. es-Sıhah'da şöyle denilmektedir: "Ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar"ı: Cehennem ateşinde pişirilmiş, üzerinde sahiblerinin isimlen yazılı bulunan çamurdan taşlar, diye açıklamışlardır. Çünkü yüce Allah: "Üzerlerine işaretlenmiş olan çamurdan taşlar atalım diye" (ez-Zariyat, 33/34) diye buyurmuştur. Abdurrahman b. Ebzâ dedi ki: "Pişirilmiş çamurdan" semadan demektir. Bu taşlar, Lut kavmi üzerine yağdırılmış taşlardır. Cehennemden oldukları da söylenmiştir. "Pişirilmiş" (anlamındaki) "siccil" lâfzının aslınd şeklinde "nun" harfi ile) olduğu, daha sonradan "lam" harfinin yerine "nun" getirildiği de söylenmiştir. Tıpkı; " Akşam vakitleri" lâfzını, diye kullanmaları gibi. İbn Mukbil şöyle demiştir: "Kahramanların birbirlerine tavsiye ettikleri Siccinden darbeler ile" Aslında bu (beyitin son kelimesi): şeklindedir. ez-Zeccâc şöyle demiştir: "Pişmiş çamurdan" kendisi ile azablandırılmaları üzerlerine yazılmış olan (çamur)dan demektir ki bu da; den türetilmiştir. "Siccîl" lâfzı ile ilgili yeterli açıklamalar daha önceden Hûd Sûresi 'nde (bk. Hûd, 11/82. ayetin tefsirinde) de geçmiş bulunmaktadır. İkrime dedi ki: Bu kuşlar onlara beraberlerinde bulunan taşları atıyordu. O şahıslardan birisine bu taşlardan birisi isabet etti mi o günden önce hiç görülmemiş şekilde onda bir çiçek hastalığı görülürdü. Herbir taş nohut tanesi gibi ve mercimekten büyük idi. İbn Abbâs dedi ki: Taş onlardan birisinin üzerine düştü mü derisi kabarıveriyordu. İşte bu ilk çiçek hastalığıdır. ("Onlara... atıyorlardı" anlamındaki lâfız) genel olarak te ile: "Onlara... atıyorlardı" şeklinde okumuşlardır. Buna sebeb ise "kuşlar topluluğu"nun müennes olarak değerlendirilmesidir. el-Arec ve Talha ise "ye" harfi ile "Allah onlara alıyordu" anlamında: diye okumuşlardır. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Ama ancak Allah attı" (el-Enfal, 8/17) âyetidir. Bununla birlikte, bu fiilin de kuşlara raci olması da mümkündür. Çünkü onların müenneslik alameti sözkonusu değildir. Ayrıca "kuşlar" anlamındaki lâfzın müenneslîği hakiki değildir. 5Sonunda onları yenmiş ekin yaprağı gibi yapıverdi. Yani yüce Allah, Fil sahiblerini hayvanların yiyip, aşağıdan attıkları vakil ortaya çıkan ekin yaprakları gibi yaptı. Onların eklemlerinin birbirinden kopmasını, bu yaprakların parçalanıp darmadağın olmasına benzetmektedir. Bu anlamdaki açıklama İbn Zeyd ve başkalarından rivâyet edilmiştir. "Ekin yaprağı"na dair açıklamalar daha önceden er-Rahmân Sûresî'nde (er-Rahmân, 55/12. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bunun "ekin yaprağı" olduğunun delillerinden birisi de Alkame'nin şu beyitidir: "Yaprakların toplanmış olduğu suyun aktığı yerleri sular Onun yan tarafları ise, su yatağının getirdikleri sularla dolup taşmaktadır." Ru'be b. el-Accâc da şöyle demiştir: "Fil ashabına isabet eden isabet etti onlara Onlara Siccîl'den (pişmiş çamurdan) taş atıyordu. Ebabil diye bilinen kuşlar oynadı onlarla O bakımdan yenmiş ekin yaprağı gibi edildi onlar." "Ekin yaprağı" çoğuldur, tekili: şekillerinde gelir. "Ekin yaprağı" lâfzının başına getirilen "kef" harfi: "Gibi" ile birlikte benzetme için kullanılır. Yüce Allah'ın şu âyetinde görüldüğü gibi (her ikisi birlikte kullanılmıştır.): "Onun benzeri hiçbir şey yoktur."(eş-Şura, 42/11) "Yenmiş" âyeti tanesi yenmiş demektir. Filan kişi güzeldir, sözünün yüzü güzeldir, anlamında kullanılması gibi. İbn Abbâs dedi ki: "Sonunda onları yenmiş ekin yaprağı gibi yapıverdi" âyetinde kastedilen, buğdayın kabuğudur. Yani buğday tanesinin içinde bulunduğu kılıf kastedilmektedir. Rivâyet edildiğine göre; taş onlardan birisinin üzerine düşer, karnında ne varsa hepsini dışarı çıkartır ve tane çıkartıldıktan sonra geriye kalan buğday kabuğu gibi kalıverîrdi. İbn Mes’ûd dedi ki: Kuşlar, taşları atınca; yüce Allah'ın gönderdiği bir rüzgar, bu taşların hızını daha da arttırdı, O bakımdan bu taşlar birisinin üzerine düştü mü mutlaka o kişi helâk olurdu. Onlardan sadece Kinde'den bir kişi kurtulabilmiş ve şöyle demişti; "Şüphesiz ki eğer sen onu görseydin -ki onu görmedin- el-Muğammis'in yanında o karşılaştığımız şeyleri Allah'tan korktum, etrafa kuşları yaydığı vakit Ve üzerimizden geçen bulutun gölgesinden. Hepsi bir hakkını isteyip durdu, Sanki Haberliler üzerinde alacağı borcu varmış gibi." Bu taşların, hepsine isabet etmediği, aralarından Allah'ın dilediği kimselere isabet ettiği de rivâyet edilmektedir. Hükümdarlarının (Ebrehe'nin) beraberinde az miktardaki şahıs ile birlikte geri döndüklerine, gördüklerini haber verdiklerinde helâk olduklarına dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn İshak dedi ki: Allah, Haberlileri Mekke'den geri çevirip alıkoyunca Araplar Kureyşlileri tazim ettiler ve bunlar Allah'ın ehlidir, onların yerine savaştı ve düşmanlarının kendilerine vereceği sıkıntılara karşılık o onlara el verdi, dediler. O bakımdan bü, Allah'ın onlar üzerindeki bir nimeti oldu. |
﴾ 0 ﴿