NESEFÎ TEFSİRİ:MEDÂRİKÜ’T-TENZÎLVEHAKÂİKÛ’T-TE’VÎLEbu’l-Berakât Abdullah ibn Ahmed ibn Mahmûd en-Nesefî Hanefî (ö. 710/1310) FATİHA SÛRESİ Mekke'de veya Medine'de nâzil olmuştur 7 ayetten müteşekkildir. Bu sûre Mekke'de veya Medine'de nâzil olmuştur. Ancak en doğru görüşe göre bu sûrenin hem Mekke ve hem Medine'de nâzil olduğudur. Namaz farz kılındığı zaman Mekke'de ve kıble Kudüs'deki Mescid-i Aksa'dan Mekke'deki Kâ'be'ye çevrildiğinde de Medine'de nâzil olmuştur. Fâtiha Sûresinin İsimleri. Ümmü'l-Kur'ân : Kur'ân'ın temeli, aslı, anası. Çünkü, bir hadiste Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlar: “Namazda Ümmül-Kur'ân'ı -Fâtiha Sûresini- okumayanın namazı yoktur.” Müslim, Salat, 394-36. Bu ismin verilmesi Kur'ân'ın içindeki tüm manaları kapsam olarak taşımasındandır. Nitekim, bu manada olmak üzere, “el-Vafiye - el-Kâfiye” isimleri de bu nedenle verilmiştir. El-Kenz: Bu sûreye bu adın verilmesi de Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yüce Allah'tan hikâye ettiği kudsî bir hadise dayanmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Fâtihatü'l-Kitâb (Fâtiha Sûresi), Arşımın hazinelerinden bir hazine/ kenzdir.” Feydul Kâdir, 4/420. İbn Rahuye rivâyet etmiştir. Eş-Şifa ve Eş-Şâfiye: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: “Ölüm dışında Fâtihatü'l-Kitâb her derde şifadır.” Ayrıca her namazda ve her namazın tüm rek'atlarında tekrarlanması sebebiyle de, “Sûretu'l-Müsenna” ismi verilmiştir. Yine yapılan rivâyetler çerçevesinde buna “Sûretü's-Salât” yani, namaz sûresi diye de isim verilmiştir. Çünkü, bunun namazda okunması kimilerine göre farz, kimilerine göre de vacip olduğu belirtilmiştir. Aynı zamanda Kur'ân'ın temeli olması ile de, “El-Esas” ve “Hamd Sûresi” olarak da isim verilmiştir. Fâtiha Sûresi (ittifakla) yedi âyetten ibârettir. Allah en iyisini bilir. 1“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle” Medine, Basra ve Şam kırâat imâmlarına ve fakihlerine göre Besmele ne Fâtiha'dan ve ne de başka sûrelerin herhangi birinden bir âyet değildir. Ancak ilk defa okumaya başlarken teberrük/bereketlenmek ve bir de sûrelerin arasını ayırmak için yazılmıştır. Bu İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe ile ona bağlı olanların -Allah hepsine de rahmet eylesin- görüşü budur. İşte bu açıdan bu mezhep bağlılarına göre Besmele namazlarda açıktan okunmaz. birinden Ancak Mekke ve Kûfe kırâat imâmlarına göre Besmele hem Fâtiha Sûresinden ve hem de diğer her bir sûreden bir âyettir. İmâm-ı Şâfiî ve arkadaşları -Allah hepsine rahmet eylesin- da bu görüştedirler. İşte onlar da bu açıdan namazlarda Besmeleyi açıktan okurlar. Namazlarda Besmele açıktan okunur diyenlerin görüşleri şöyledir: a - “Kur'ân'dan olmayan hiçbir şeyi Kur'ân'a asla yazmayın.” emrine rağmen selef, Besmele'yi Kur'ân'a yazmıştır. İşte onların Besmele'yi her sûrenin başına yazmış olmaları, bunun Kur'ân'ın her sûresinden bir âyet olduğunu gösterir. b - Nitekim Abdullah b. Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyete göre demiştir ki: “Kim sûrelerin başındaki besmeleyi terk ederse, Allah'ın Kitabından (.......) âyeti terk etmiş olur.” Ancak bu görüşlere karşı bizim delillerimiz şudur: Ebû Hureyre (radıyallahü anh) diyor ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den şöyle buyurduğunu işittim: “Yüce Allah şöyle buyurdu: ………. “Müslim, Salat, 38/395.Tirmizî, Fâtiha sûresi tefsiri, H. No. 2953. İbn Mâce, Edeb, H. No. 3784. Ebû Dâvud, Salat, H. No. 821. Bu kudsî hadisin, Fâtiha Sûresinin ilk âyeti olan, “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.” cümlesiyle başlaması, Besmele'nin Fâtiha'dan bir âyet olmadığının delilidir. Eğer Besmele, Fâtiha'dan bir âyet değilse, icma ile bu, diğer sûrelerden de bir âyet değildir. Nitekim yukarıda sunduğumuz hadis Ebû Muhammed Hüseyin b. Ferrâ' el-Beğavi’ nin, “Sahihu'l-Mesabih” ya da “Mesâbihu's-Sünne” adlı eserinde—ki içinde yaklaşık 4719 hadis bulunmaktadır- geçmektedir. Diğer taraftan aleyhimize delil olarak sundukları ve Besmele'nin her sûreden bir âyet olduğuna âit kanıtlar bizim için herhangi bir sakınca oluşturmaz. Çünkü, Besmele zaten Kur'ân'dan bir âyettir. Biz bunu inkâr etmiyoruz. Bize göre Besmele bir âyet olmasının yanında kendisiyle Kur’ân okumaya başlamak, bunun bereketinden yararlanmak ve bir de sûrelerin arasım birbirinden ayırmak içindir. Biz bu görüşteyiz. Muhaliflerin itirazı, biz onu Kur'ân'dan bir âyet kabul etmeseydik geçerli olabilirdi. Kaldı ki, Fahru'l-İslâm Ali b. Muhammed Pezdevi bunu, “Mebsut” adlı eserinde zikretmiştir. Diğer taraftan bu konuya ilişkin daha detay bilgiler, “el-Kâfi” adlı eserde izah olunmuştur. (.......) Cer edatı. Şimdi de Besmele'nin başında bulunan, (.......) harfi ile ilgili görüşleri ele alalım. Buradaki cer edatı olan (.......) harfi; mahzûf olan ve var sayıları bir fiile taallûk etmektedir. Bu ise şu şekilde var sayılmıştır: (.......) Yani, “Allah’ın ismiyle okurum.” veya “Allah'ın ismiyle tilâvet ederim.” demektir. Kısaca buraya, “Okurum. “veya “Tilâvet ederim.” fiillerinden biri âyette yer almamasına rağmen takdir olunur. İşte (.......) cer edatı da bu fiillere bağlanır, taallûkun manası budur. Çünkü herhangi bir şekilde Besmele çeken kimse -ki bu, okumak için olabileceği gibi, herhangi bir başka şey için de olabilir- eğer okumak amacıyla çekmiş ise, dolayısıyla bu, “Allah’ın ismiyle tilâvet ediyorum. “olur. Nitekim, herhangi bir kimse bir yolculuğa çıkarken yol güzergâhında bir mola yerine girerken ya da oradan ayrılırken, (.......) ve (.......) Bu şu demektir: “Ben Allah'ın ismi ve izniyle bu konaklama yerine giriyor ve yine Allah'ın ismiyle bu konaklama yerinden ayrılıyorum.” Hatta kurban veya bir hayvan kesen kimsenin bu kesim sırasında sadece, “Bismillah” demesi, şu manaya gelir: “Allah'ın ismiyle bu kurbanı ya da hayvanı kesiyorum” İşte çekilen Besmele yapılan işe göre değerlendirilir ve o anlamda bir mana yüklenmiş olur. Besmele ile herhangi bir işe başlayan bir kimse, yani fâil, aslında yapacağı şeyi belirten fiili, Besmele'yi çekerken söylemez. Zaten kendisi o fiili ya da işi gönlünde ve kafasında bulundurmakta ve böylece o fiil var sayılmaktadır. Fakat burada mahzûf olan, yani var sayıları fiilin mamulünden sonraya bırakılması yani müteahhir olması şundandır; fiil ve muteallikun bih (taallûk eden) açısından önemli olan mutallakun bihdir (kendisine taallûkta bulunulandır), bağlarııları ve alâka kurulan şeydir. Bilindiği gibi müşrikler herhangi bir işe başlarlarken o işi önemsemeleri sebebiyle ilâhlarının adlarını hep öne çıkarırlardı. Bunun için de şöyle derlerdi: “Lât adına” ve “Uzza adına.” İşte bu bakımdan tevhid ehli, yani Allah'ın birliği inancına bağlı bir kimsenin de özellikle azîz ve celîl olan yüce Allah'ın adma öncelik vermesi, en başta onu gaye edinmesi gerekir. Bunun sağlanması da ancak, en başta Allah'ın ismini anmak ve yapılması gereken işi de bundan sonra belirtmekle, yani fiilin ertelenmesiyle mümkün olur. Öyle ise, “Oku, Rabbinin ismiyle” Alak, 1. âyetinde fiil Allah adından önce zikredilmiştir. Şimdi buna ne diyeceksiniz? Burada bunun bu şekilde gelme sebebi, okuma işinin önemini belirtip anlatmak gerektiğinden ve bu manada bu sûre de bir kavle göre ilk inen sûre olduğu içindir. Gerçi bir mü'min için Allah'ın ismi her zaman her şeyden önce gelir ama, burada önemle üzerinde durulan ve dikkat çekilmesi istenen husus okumanın önemidir. Bunu emretme işidir. En önemli meselenin bu olması bakımından fiilin burada mamulüne takdimi, ondan önce gelmesi daha etkindir. Bir başka tefsire göre de, (.......) yani, “Oku” emrinin (fiilinin), “Okuma işini yap ve onu gerçekleştir.” Anlamında değerlendirilmesi de câizdir. Bu şekilde değerlendirilmesi, “Faları kimse hem verir, hem vermez.” ifadesine benzer bir ifadedir. Dolayısıyla mesele, Makruun bihe (okunması istenen şeyle) hiç ilişkilendirilmeksizin teaddi yapmadan yani müteaddi (geçişli) alınmaksızın değerlendirilmiş olabilir. Bu şekilde değerlendirilmesi durumunda, “Rabbinin ismiyle...” ifadesi, kendisinden sonra gelen, “Oku” fiilinin mef'ûlü (tümleci) olmuş olur. Bu itibarla da, “Allah'ın ismi” da kırâat yani okuma işine taallûk eder, onunla bağlarıtılarıdırılır. Bu âdeta: “Bu ağaç yağ bitirir (verir).” Mü’minun, 20. âyetinde geçtiği gibidir. Halbuki bitki misali yetiştirilen yağ değildir. Esasen yetişen ağacın bünyesinde ve onunla birlikte ondaki yağ ile beraber yetişir, manasındadır. Dolayısıyla bunun kırâate yani okumaya taallûk etmesi, onunla ilişkilendirilmesi tıpkı yağın ağaç ile bağlarıtılarıdırılması gibidir. İşte mesele bu açıdan değerlendirildiği zaman mana; “O'nun adından bereketlenmek ve faydalanmak için Allah’ın ismiyle okuyorum.” olur. Bir diğer husus ise, kulları, yüce Rablerinin adından nasıl yararlanacaklar, nasıl bir bereket ve sevap beklemeliler ve Allah'a karşı nasıl tazim-saygıda bulunmaları gerektiği gerçeği de burada ele alınmış ve öğretilmiş bulunuyor. (.......) harfi esre ile mebni/sonu değişmez kılman bir harftir. Bunun nedeni de, bu harfin hep harf olarak kalmış olması ve cer edatı oluşmadandır. Esre olmasının sebebi de, başında yer aldığı kelimenin “mamulünün” son harfinin harekesini esreli kılması bakımından ona benzerlik göstersin, ilişkilendirilmesi gibidir. (.......) Kelimesi Bu kelime tıpkı, (.......) ve (.......) kelimeleri gibi baş taraftan sükun üzere mebni (değişmez) olan kelimelerdendir. Eğer cümle ya da söz başlarında bu kelimeler ile başlamak gerekirse, ortaya bir okunmama mazereti doğacağından bu gibi kelimeleri okuyabilmek için başlarına bir hemze eklenmiştir. Fakat bu gibi kelimeler şayet söz arasında gelirlerse bu gibi durumlarda ayrıca bu ve benzeri harflerin başlarına bir hemze harfinin eklenmesine gerek yoktur. Ancak bazıları bu gibi kelimelerin başlarına bir hemze ilave etmeksizin sadece sakin yani baş tarafı harekesiz olan harfe bir hareke yani sesli harf vererek hemzeye gerek duymaksızın okumuşlardır. Bunların da gerekçeleri şöyledir: (.......) kelimesi, (.......) ve (.......) olarak harekeli okunur. Çünkü bu ve benzen kelimeler, sonları eksik (güdük) olan, (.......) ve (.......) kelimeleri gibi değerlendirilmelidir. Çünkü (.......) kelimesi aslında, (.......) ve (.......) kelimesi de, (.......) dur. Buna göre (.......) kelimesinin aslı, (.......) dur. Bunun da gerekçesi: Söz konusu (.......) kelimesinin, (.......) gibi çekimlerinin yapılır olmasıdır. Çünkü, (.......) çoğul, (.......) ismi tasgîr (küçültme) sıfatı ve (.......) de fiildir. Bu Basra okulunun görüşüdür. (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden türemedir. Bu yücelik mânâsındadır.'Çünkü isimlendirme bu manasıyla müsemmayı, yani o ismi alarıı zihinlerde yüceltmek, tazim de bulunmaktır ve her an onun üstünlüğünü haykınp yaymaktır. Besmele'nin yazımında (.......) harfinden sonra (.......) harfi yazımdan kaldırılmıştır. Halbuki Alak Sûresinin ilk âyetinde yer alan (.......) kelimesinin başında bulunan (.......) harfinden sonra (.......) yazılmıştır. Ancak Besmele'nin çok söylenen (okunan ve yazıları) bir cümle olması bakımından her ne kadar, (.......) harfi lâfız itibariyle yazıdan bu gerekçeyle kaldırılmış ise de, yine de (.......) harfi var sayılır. İşte bunun için Besmele yazılırken, (.......) harfinin hattı (çizgisi) uzatılarak yazıya böyle geçirilmiştir ki, kaldırılan (.......) harfinin yerini almış olsun. Nitekim halîfe Ömer b. AbdülAzîz, katibine Besmele'yi şöyle yazmasını buyurur: “(.......) harfinin çizgisini uzat, (.......) harfinin dişlerini göster ve (.......) harfini de yuvarlak yaz.” (.......) Allah Lâfza-i Celâli. (.......) lâfza-i Celâli, (.......) kelimesinden türemedir. Bu tıpkı, (.......) kelimesi gibidir. Çünkü, bu kelime de asıl yani kök bakımından, (.......) kelimesinden türetilmedir. (Burada söz konusu kelimelerin başında yer alan hemze hazfedilmiş (kaldırılmış), bunun yerine harfi tarif denilen ve Türkçede belirtme takısı olarak ifade olunan takı getirilmiştir). Kaldı ki, “İlâh “ismi, Arapçada cins isimlerdendir. Bu bakımdan ister hak, ister bâtıl olsun tüm tanrılara ad olarak verilen bir isimdir (kelimedir). Daha sonraları en çok Hak Mabud adına kullanılması sebebiyle yüce Allah için ve O'na özgü özel isim olarak kullanılagelmiştir. Nasıl ki, her gök cismine genel anlamıyla, “necm (yıldız) “deniliyorsa işte bu da öyledir. Ancak daha sonraları bu “necm” kelimesi yani yıldız ismi geçtiğinde “Süreyya” yıldızı akla gelir olmuş, çünkü ona özel isim olarak kabul görmüştür. Artık nerede, “necm” kelimesi geçerse bundan böyle akla gelen Süreyya yıldızı olmuştur. Ancak “Allah” Lâfza-i Celâl'i hemzenin hazfı yle bundan böyle sadece ve sadece Hak Mabud olan yüce Rabbimize âit bir isim olmuştur. Allah'tan başka diğer tanrı ya da ilâhlara ad olmamıştır. Bu isim, sıfat olmayan bir isimdir yani vasıf ya da niteleme değildir. Çünkü insanlar yüce Allah'ı bununla biliyor ve tanıyorlar. Ancak “Allah'ı” herhangi bir şeye vasıf kılarak bununla O'nu tanıtamazsın. Meselâ nasıl ki, “adam olan şey” diyemiyorsan, “İlâh olan şey” da diyemezsin. Fakat, “Bir tek (Vahid)” ya da “Samed” olan ilâh diye vasfederek tanıtabilirsin. Çünkü, yalnızca yüce Allah'a has olan sıfatlar, mutlaka o şey ile bağlı bulunan bir isim üzerinde cereyan etmesi gerekir. Eğer isim dahil olmak üzere hepsini sıfat olarak değerlendirir ve kabul edersen ortada hepsi de sıfat olan ve fakat o sıfatlarla nitelenen herhangi bir isim üzerinde cereyan etmemiş olan birtakım sıfatlar ortaya çıkmış olur ki, bu da câiz olmaz. Ayrıca Halîl b. Ahmed, Ebû İshak Zeccâc , Muhammed b. Hasen ve Hüseyin b. Fadl'a göre, “Allah” İsm-i Celil'i herhangi bir kelimeden türetilen bir isim değildir. “İştikak” kelimesinin manası için denilmiştir ki; iki siganın (kipin) ya da daha çok sigaların veya kiplerin bir tek manayı kapsamalarıdır. Meselâ; “İlâh” isminin ya da kelimesinin sigası (kipi) ile yine başkalannın (.......) kipleri değerlendirildiklerinde burada bir tahayyür (şaşkınlık), dehşet ve tereddüt manası belirir. Dolayısıyla bu gibi bir durumla karşı karşıya kalanların zihinleri bulanır, Hak Mabudu tanımada bir sıkıntı meydana getirir. Zeki ve uzak görüşlü olanlar ise bundan ötürü dehşete kapılırlar. Nitekim, sırf bu yüzden de sapıklık artar ve bâtıl da yaygınlık kazanır. İşin sonunda doğru bakış açısına sahip olanların da sayıları azalır. Farklı bir diğer görüş de şöyledir; denilmiştir ki bu kelime, (.......) den türetilmiştir. Bu ise ibâdet etmek anlamındadır. Bu durumda, “İlâh” kelimesi, “me'luh” yani ilâh edinilen manasında olmak üzere mabud anlamındadır. Nitekim, yüce Rabbimizin şu kavli buna bir örnektir: “İşte bunlar Allah'ın halkı, (mahlûku), yaratığıdırlar.” Lokman, 11. Şimdi bu âyette geçen, “Halk” kelimesi nasıl ki, “Mahlûk” manasında ise, “İlâh” kelimesi de “me'luh” yani mabud anlamındadır. “Allah” İsm-i Celîli'nin öncesindeki kelimenin ya da harfin harekesinin fetha (üstün) veya damme (ötre) olması durumlarında, Lâfza-i Celâl'in (.......) harfi kâim olarak okunur. Eğer öncesindeki kelimenin ya da harfin harekesi kesre (esre) ise, (.......) harfi ince okunur. Ancak kimi kırâat imâmları da önceki harekeler nasıl olursa olsunlar, üstün, esre ve “ötre olmalarına bakmaksızın her halükârda hep ince okumuşlardır. Kimisi de her durumda hep kâim olarak okumuşlardır. Fakat cumhur (çoğunluk) ilk görüşü benimsemiştir. (.......) ve (.......) İsimleri “rahmân” ismi, (.......) kalıbında olup, (.......) fiilinden türetilmiştir. Mana bakımından, “Rahmet ve merhameti, acıması ve şefkati her varlığı kuşatan” demektir. Tıpkı (.......) fiilinden alınan (.......) kelimesi gibi. Bunun da anlamı, “gazap ve öfke ile dopdolu” demektir. Nitekim, “rahîm” de böyledir. Ve bu da, (.......) kalıbında ya da ölçüsünde gelmiştir. Tıpkı, “hastalandı” kökünden alınan, “hasta” kelimesi gibi. Kısaca her ikisi de aynı vezin ya da kalıp ölçüsünde gelmişlerdir. “Rahmân” kelimesi mana ve kapsam bakımından, “rahîm” kelimesinin taşıdığı manadan çok daha geniş kapsamlı bir manayı içerir. Kısaca “rahmân” kelimesinin taşıdığı mana, “rahîm” kelimesinde yoktur. Çünkü “rahîm” kelimesinde bir tek ziyade (ek) var iken -ki bu, harfidir-, Halbuki “rahmân” kelimesinde iki ziyade (ek) harf vardır, -ki bunlar da, (.......) ve (.......) harfleridir-. Kelimenin bünyesinde yer alan ziyadelik aynı zamanda manayı da etkiler ve daha kapsamlı bir mana ifade eder. İşte bu bakımdan yapılan dualarda, “Ey dünyada rahmân sıfatıyla tecelli eden Rabbim!” diye dua edilir. Çünkü “rahmân” kelimesi inanan ve inanmayan herkesi kapsamaktadır, “rahîm” kelimesinde bu mana yoktur. Yüce Allah “rahmân” ismiyle ya da sıfatıyla yaratmış olduğu kulları arasında inanan ve inanmayan ayırımını bu dünyada yapmaksızın hepsine inam, ikram ve ihsanda bulunan Allah'ım! demektir. Ayrıca, “Ey yalnızca dünyada iken inanıp da bu îman üzere ölenlere âhiret hayatında cennet ve cemaliyle ikramda bulunacak olan Rabbim!” demektir. İşte bu “rahîm” isim/sıfatıyla Allah, kıyamet gününde sadece mü'minlere merhamette bulunacak, kâfirler ve inançsızlar içinse merhamet ve acıma söz konusu değildir. Yine farklı bir görüş olarak denir ki: “Rahmân” kelimesi isim olarak özel bir isimdir. Bu itibarla yüce Allah'tan başkasına bu kelime isim olarak verilemeyeceği gibi, O'ndan başkası bu isimle nitelenemez. Ancak yukarıda açıkladığımız gibi mana bakımından geneldir. Halbuki, “rahîm” kelimesi ya da ismi, “rahmân” isminin aksine, bir başka kimseye vasıf olarak verilebilir. Kısaca Allah'tan başkası da “rahîm” diye nitelendinlebilir ve bu, sadece mü'minlere has (özgü) bir isimdir. İşte bu bakımdan “rahmân” ismi her ne kadar taşımakta olduğu mana açısından “rahîm” isminden daha çok ve geniş kapsamlı ise de, yine de, “rahîm” kelimesinden önce zikredilmiştir. Rahmân ismi rahîm ismine takdim olunmuştur. Halbuki genel kural açısından bir şeyin asttan üste, azdan çoğa, aşağıdan yukarıya gidiş esas iken, burada buna dikkat edilmemiştir. Ancak bir başka açıdan ve gerekçeyle “rahmân” ismi, “rahîm” ismine takdim olunmuştur. Bu da, rahîm isminin Allah'tan başkasına isim olarak verildiği, bunun olabildiğidir. Halbuki “rahmân” ismi Allahtan başkasına ad olarak verilemez, doğru değildir. Nitekim “Faları kimse büyük bir bilgindir.” manasında, (.......) vezninde olmaması, yani bu şartı taşimâması sebebiyle, bu kelimeyi gayri munsarıf (cer ve tenvîn kabul etmeyen) bir kelime olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazıları da, asıl şart burada, (.......) ölçüsüdür, eğer bu vezin (ölçü) var olsaydı kelime munsarıf (cer ve tenvîn kabul eden bir kelime) olurdu. Halbuki “rahmân” kelimesinde bu, (.......) vezni ya da kalıbı geçerli değildir. Bu şart olmadığından kelimenin munsarıf bir kelime olması da düşünülemez, demişlerdir. Ancak burada doğru olan ilk görüştür. 2Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Bu âyette yer alan, (.......) kelimesi, üstünlük tanıma bakımından bir şeyi güzellik ve iyilikle tanıtıp anlatmaktır. Bu kelime aynı zamanda mübteda/öznedir. Bu itibarla merfûdur (ötrelidir). Esasen bu kelimenin mensûb (üstünlü) olması gerekir. İhbar manasındaki fiiller yani bir iş, oluş, hareket ve eylem bildiren fiiller sebebiyle mensûb kılman masdar (kök) fiillerdendir. İşte bu bakımdan da fiilleri muzmer (gizli) kabul edilen ve bu şekilde okunması uygun görülen kelimelerdendir. Meselâ; (.......) ve (.......) gibi ki, bu kelimeler, (.......) ve takdirindedirler. Manaları da şöyledir: “Şükranlarınıı ifadeyle teşekkürde bulunuyorum.” ve “Nankörlük ederek inkâra kalkıştım.” İşte, (.......) kelimesi de tıpkı bu örneklerdeki gibidir. Yani bu da kök (masdar) kelimelerden olup, başlarında takdir olunan (var sayıları) yani muzmer olan bir fiil bulunan kelimelerdendir. Dolayısıyla bu kelime, (.......) takdirinde olup, “Allah'ı överek O'na hamd ederiz” demektir. Burada özellikle mensûbluk (üstünlülük) hâlinin bırakılıp yerine merfû' (ötreli) hâlinin almasının tek amacı sırf mananın sabitliliğini ve daim oluşunu göstermesi, istikrarı bildirmesi ve göstermesi, buna delâlet etmesi içindir. Mübtedanın haberi (yüklemi) de, (.......) dir. (.......) deki cer edatı olan, (.......) harfi, mahzûf yani var sayıları ve fakat âyette yer almayan bir kelimeye taallûk etmektedir. Bu ifade de, “vaciptir-gereklidir, sabittir” kelimeleridir. Yani; “Allah için hamd etmek gereklidir, lâzımdır ve O'nun için sabit ve vardır.” demektir. Bir diğer tefsire göre, “hamd” ve “medh” kelimelerinin her ikisi de aynı anlamdadırlar. Bu da; “İster nimet olsun ve daha başkaca şeyler olsun onları vereni bundan dolayı övmek, senada bulunmak ve güzelliklerini seslendirmektir, onlardan söz etmektir.” Nitekim; “adama yardımı ve ikramı için hamd ettim, onu övdüm. “, “Adamı cesareti ve asaleti, nesebi (soyu) sebebiyle övdüm, ona hamd ettim.” denilmesi gibi. Halbuki şükür, yani teşekkürde bulunmak böyle değildir. Bu, yalnızca nimete karşı yapılabilir ve üç şekilde ifade olunabilir; kalb (gönül) ile, dil ve vücut organlarıyla olabilir. Şâir bunu şiirinde şöyle dile getiriyor: İyiliklerinize üç şey ile karşılık veririm ben: Elim, dilim bir de size karşı sevgi dolu gönlüm. Hamd etmek sadece dil ile ve konuşup söylemekle ifade olunur. Bu ise şükretme ya da teşekkürde bulunma yollarından sadece bir tanesidir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Şükrün (teşekkürde bulunmanın) başı Allah'a hamd etmektir. Allah'a hamd etmesini bilmeyen kimse O'na şükretmemiş olur.” Beyhaki; Şuabu'l-Îman, H. No. 4395. Deylemî, Müsnedu'l-Firdevs; H. No. 2784. Dikkat edilirse, “Allah'a hamd etmek” hadiste şükrün ya da teşekkürde bulunmanın başı olarak kabul edilmiştir. Çünkü nimetlerin karşılığını dil ile söylemek itikada ya da inanca göre çok daha yaygınlık kazanan bir durumdur. Hatta organların adabmdan da öndedir. Çünkü kalb ile yapılan ameller gizlidir, herkes onlara vakıf olamaz. Bir de organlar ile yapılan şeyler de daha ihtimalidir, farklı tefsirlere sebep olabilir. Hamd etmenin zıddı yani karşıtı zemmetmek, yani yermek ve kötülemektir. Şükrün karşıtı da, küfrandır nimete karşı nankörlük etmektir. Denilir ki; medih; herhangi bir kimsenin sahip olduğu kemal (üstünlük ve olgunluk sıfatları) özellikleri gereği onun övülmesidir. Meselâ; bâkî, kâdir, alim, ebedî ve ezeli olma vasıfları gibi. Şükretmek ya da teşekkürde bulunmak ise; Bir kimseden gelen üstünlük ve başkaca özellikleri sebebiyle övülmesidir. Hamd ise, medih ve şükrün her ikisini de kapsam olarak içinde bulunduran bir kelimedir. (.......) kelimesinin başındaki (.......) takısı yani “elif ve lâm” harfleri dediğimiz belirtme takıları yani harfi tarif Ehl-i sünnet görüşüne göre, “İstiğrak - genel kapsamlılık” manasındadır. Ancak Mu'tezile mezhebi mensupları bunu kabul etmemektedirler. Mu'tezile açısından buradaki söz konusu belirtme takısı ahd içindir, yani zatın (kişinin) kendisini ilgilendirir. işte bundan dolayı da, (.......) kelimesi, “Allah” İsm-i Celâli'nin hemen yanında gelmiş oldu. Çünkü, “Allah” İsm-i Celâl'i “Zât” ismidir. İşte bu bakımdan tüm kemal (üstünlük) sıfatlarını kendi zatında toplamıştır. Nitekim, bu konuda yine Ehl-i sünnet mensuplarıyla Mu'tezile mezhebi mensupları arasında tartışmalı olan, “Halku'l-Ef'al” kulların kendi fiili ya da işlerinin yarattıkları konusundaki mesele ile ilişkilidir. Ancak ben bu meseleyi birçok yerde gerçekçi bir şekilde aktardım. Âyetin bu yerinde yer alan, (.......) kelimesi ya da ismi; “mâlik ve sahip” anlamındadır. Nitekim, Safvan b. Ümeyye'nin Ebû Süfyan'a söylediği ifadelerinde yer alan ve bu kökten gelen kelime de bu manada kullanılmıştır. Safvan Ebû Süfyan'a şöyle der: “Şüphesiz Hevazin kabilesine mensup bir liderin yönetiminde kalıp onun benim mâlikim ya da sâhibim olması yerine Kureyş kabilesinden bir liderin yönetiminde kalıp onların benim sâhibim ya da mâlikim olmaları benim için çok daha iyidir.” Nitekim (.......) diye de bu kelimenin çekimini yapabilirsiniz. Diğer taraftan sırf mübalâğa (aşırılık) manasında masdar bir vasıf, yani sıfatı müşebbehe olması da mümkündür, yani bu şekilde de değerlendinlebilir. Tıpkı bir kimsenin (.......) vasfıyla nitelenmesi gibi ki bu, mübalâğa anlamında oldukça adil, kimse, çok adaletli kimse manasındadır. Kısaca “adalet sâhibi adam” demek yerine “adl sâhibi kimse” denir ki, işte “rab” kelimesi de tıpkı bu şekilde mübalâğa içindir. Ancak “rab” ismi mutlak manada söylendiğinde yalnızca yüce Allah için söylenebilir. Eğer Allah'tan başkasına da bu sıfat verilecekse bu takdirde bir kayda bağlanması, bir ek ile beraber söylenmesi gerekir. Meselâ: “Senin kocan olan kişi benim Rabbim (efendim, sâhibim, mâlikim) dir. Bana karşı iyi davranıyor.” Yûsuf, 23. Bu âyete dikkat edilirse burada, Zeliha'nın kocası olan mısır Azîzi için Hazret-i Yûsuf (aleyhi’s-selâm), “O benim sâhibim, efendim ya da mâlikim. “manasında olmak üzere, “rab” kelimesini kullanmıştır. Demek ki, bu şekilde bir kayıtla bu kelimeyi kullar da kullarıabilmektedirler. Bu ise câizdir. Yine: “Yûsuf dedi ki: Rabbine (efendine, sâhibine) dön.” Yûsuf, 50. âyetinde de bunun aynını görmekteyiz. Vasıtî, Ebû Bekir Muhammed b. Mûsa diyor ki: “O (Allah) başlarıgıçta her şeyin ve varlığın yaratıcısı olması bakımından Halik, yarattığı varlıkları beslemesi, yetiştirmesi, eğitmesi bakımından mürebbi, sonunda da onları yaptıklarından dolayı bağışlaması sebebiyle de ğafir'dir. İşte o Allah'ın yüce ismi (İsm-i A'zam'ı) dır. “Âlem” kelimesi isim olsun, cevher olsun ya da araz olsun yaratıcının kendisiyle bilinip tanındığı her şey. Ya da yüce Allah dışında her şey. Bu şeylerin yüce Rabbimizin varlığının delilleri olması itibariyle ve onun âlemi, yani onun bilinip tanınmasına işaret ve sebep olmaları açısından böyle denmiştir. Kelimenin akıl sâhibi varlıkların niteliklerine özgü (.......) ve (.......) harfleriyle çoğul yapılmasına veya bu hükümde olan özel isimler mesabesinde sayılmasına gelince, kendisinde vasfîyet, yani böyle bir nitelik taşıması sebebiyledir. Bu vasfîyet ya da nitelik ise bunun, “İlme (bilme ve tanımaya) “delâlet etmiş olmasıdır. 3O Rahmândır, Rahîmdir. Bu iki kelimenin ya da ismin (sıfatın) tefsîr hakkındaki açıklama ve tefsirler daha önceki sayfalarda, Besmele'nin tefsiri konusunda (bak. âyet: 1) geçmişti. Bu iki ismin (sıfatın) burada tekrar edilmiş olması, Besmele'nin Fâtiha Sûresinden bir âyet olmadığının delilidir. Eğer Besmele Fâtiha sûresinden bir âyet olmuş olsaydı, bu iki isim burada yeniden tekrarlanmamış olurdu. Çünkü tekrardan bir yarar sağlanması düşünülemez. 4Din (cezâ ve hesap) gününün de sâhibidir. Kırâat imâmlarından İmâm Âsım ile İmâm Ali Kisâî (.......) kelimesini aynen olduğu gibi yani “mâlik” olarak, (.......) harfine, (.......) ekleyerek okumuşlardır. Ancak bu iki imâm dışındaki kırâat imâmları ise, bu kelimedeki (.......) harfine (.......) eklemeksizin, (.......) (melik) şeklinde kırâat etmişlerdir. Nitekim, bazılarına göre tercih olunan okuyuş bu kırâattir. Çünkü burada herhangi bir izafete ihtiyaç yoktur. Allah bundan müstağnidir. Kaldı ki, aşağıdaki âyet de buna delil olarak gösterilmiştir: “Bugün mülk kimindir?” Ğafir-Mü’min 16. İşte bu âyette görüldüğü gibi herhangi bir izafet yani tamlama yoktur. Halbuki tefsirini yaptığımız âyette ise, “din gününün sâhibi” diye bir tamlama yapılmıştır. Cenâb-ı Hak bundan münezzehtir. Zaten örnek gösterilen âyette de bu gerçek ortadadır. Bilindiği gibi her melik (kral) aynı zamanda mâliktir, emri altındakilerin sâhibi, mâliki ve efendisidir. Halbuki her mâlik, yani bir şeylere sahip olan her kimse melik (yani kral) ya da varlığın sâhibi ve efendisi değildir. Bu bakımdan melik yani hükümdar olan kimsenin mâlik yani bir şeylere sahip olan üzerinde hak sâhibi ve etkili olduğu hâlde, mâlik olan kimsenin ise melik üzerinde herhangi bir etkisi yoktur, böyle bir güce de sahip değildir. Kısaca birinin emri diğeri üzerinde geçerli ve etkin iken, ötekisinin hükmü beriki yani melik üzerinde geçerli ve etkin değildir. Bir tefsire göre (.......) olarak okumak, (.......) okumaktan daha çok sevaplıdır. Çünkü “mâlik” kelimesinin Arapçada harf sayısı, “melik” kelimesinden çoktur. Birinde “elif harfi var, birinde yoktur. Bu bakımdan harf sayısı fazla olanın sevabı da fazladır. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe ile Hasen-ı Basrî bu kelimeyi, fiil olarak, (.......) şeklinde kırâat etmişlerdir. “Eza, mükâfat ve hesap günü” Nitekim hadiste şöyle buyruluyor: “Ne işlersen (yaparsan) karşılığında onu bulursun.” Beyhâkî, “el-Esma ve'l-Sıfat” adlı eseri. Bu ise, genişletme yoluyla ism-i fâil (etken sıfat/fiil) yani “mâlik” kelimesinin genişletme yoluyla bir zarf olan, “yevmi'd-din” ifadesine izafetidir, tamlama yapılmasıdır. Bu, âdeta şu izafete yani tamlamaya benzer: “Ey ev halkının gecesini çaları” demek olup asıl mana böyle değildir. Çünkü gece çalınmaz. Geceleyin hırsızlık yapılır, çalma işi gecenin içerisinde cereyan eder. Bu tabirin burada bizim konumuzla ilgisi, “din günün mâlik ya da sâhibi” derken tıpkı burada olduğu gibi bunun da manası şöyle olmaktadır: “Ey din (cezâ ve hesap) gününde her şeyi elinde bulundurup hükümran olan mâliki!” Bu âyette özellikle “cezâ gününe” vurgu yapılmasının sebebi, o günde her şeyin ve hükmün bizzat yüce Allah'ın elinde olmasındandır. Her şey bizzat O'nun tarafından görülecektir.. Bir de ism-i fâilin (etken sıfat fiilin) izafeti (tamlaması), hakiki olmayan bir izafet (tamlama) olmasının yanında, bunun ma'rife (belirli) olana sıfat olması da mümkündür. Çünkü burada bununla murad olunan şey devamlılıktır. Bu durumda izafetin hakiki izafet olacağı gibi aynı zamanda ma'rife (belirli) olan kelimeye sıfat olması da mümkündür. İşte; rab olması, âlemlerin mâlik ve sâhibi bulunması, her çeşit nimeti vermesi, ödüllendirme ve cezâlarıdırma gününü her şeyinin mâliki olması gibi sıfatları kendisinde toplayan ve her şeyden yüce ve münezzeh olan ulu Allah hakkında tüm bu sıfatlar gerçekleşmiş olan zata, “Hamd Allah'a mahsustur.” ifadesinden sonra zikredilmiş olması, gerçekten ve ancak nitelik ve özellikleri bu olan bir varlığa hamd, övgü ve şükür tahsis olunabilir, bir başkasına ise asla! Çünkü, bu sıfatlar ya da nitelikler hamdolunmaya, övgüye ve senaya en değer olan zatın Allah olduğunun da delilidir. 5Rabbimiz! Ancak Sana kulluk (ibâdet) eder, yalnız senden medet (yardım) bekleriz. Bu âyetteki, (.......) kelimesi Halîl b. Ahmed ve İmâm-ı Sîbeveyh göre muzmer (zamîrleşmiş) bir isimdir. (.......) kef harfi ise İmâm-ı Sîbeveyh'e göre hitap (sesleniş) harfidir. İraptan mahalli yoktur. Halîl b. Ahmed'e göre bu, muzmer (zamîr) olan bir isimdir. Dolayısıyla (.......) kelimesi buna izafe kılınmıştır. Çünkü bu kelimenin fiil ve faile takaddüm etmesi (onlardan önce gelmiş olması) bakımından zamîrden çok zahir bir isme (gerçek isme), benzemektedir. Fakat Kufe nahiv (dil) okuluna göre, (.......) kelimesini bir bütün hâlinde isim olarak kabul etmektedirler. Bu takdirde mana şöyle olur: “Kulluk ve ibâdeti sadece Sana tahsis ederiz.” Bu ise kulluğun ve ibâdet etmenin Allah'ın önünde eğilme, Hûdu ve tezellülün, yani baş eğmenin ve küçülmenin en zirve noktasıdır. Yani “Senden başkasının önünde asla ve hiçbir zaman eğilmeyiz, aynı şekilde Senden dileriz yardımı, isteğimizi Sana tahsis ederiz, asla başkasından dilenmeyiz.” Bir de bu âyette kimi edebî sanatlara da yer verilmiştir. “Gâib” -ten, yani hazırda olmayandan hitaba (muhataba) iltifat yani dönüş yapılmıştır. Buna dikkat ve ilgi çekilmiştir. Bu kimi zaman gaibten hitaba, hitaptan gaibe ve gaibten mütekellime (birinci şahıslara) olabilir. Bu noktalara dikkat çekilebilir. Nitekim, yüce Rabbimizin şu kavillerinde (âyetlerinde) bunu görmekteyiz. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “....Hatta siz gemide iken de. Nitekim gemi tatlı bir rüzgârla içindekileri götürür.” Yûnus, 22. Dikkat edilince görülecektir ki bu âyette hitaptan (muhataptan) gaibe (o anda orada bulunmayanlara) yöneliş ve dikkat çekme vardır. Çünkü önce âyette, “siz” diye hitap ifadesine yer veriliyor, muhatap kipi kullanılıyor Sonra da, “İçindekileri” ifadesiyle gaib kipi kullanılıyor ve muhatap kipi bırakılıyor. Yâni burada, “sizi götürür” denilmiyor, “İçindekileri” denmekle sanki, “onları, gaib olanları, yanlarında hazır olmayanları” der gibi bir ifadeye yer veriliyor, yani iltifat sanatı gerçekleşmiş oluyor, kısaca dikkat çekiliyor. Bir diğer âyette de Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Rüzgârı gönderip de bulutu harekete geçiren Allah'tır. Böylece Biz onu ölü bir beldeye sevk ederiz...” Fâtır ,9. Dikkat edildiği takdirde bu âyette de gaibten hitaba geçiş vardır. Çünkü, “Rüzgarı gönderip de bulutu harekete geçiren Allah'tır.” diye buyurduktan sonra, yani gaib ifadesinden sonra, “Biz sevk ederiz.” Buyurmakla da hitaba geçiyor, yani iltifat yapılıyor, dikkatimiz buna çekiliyor. İşte câhiliye dönemi ünlü şairlerinden Imrulkays’ın da bu örnekte bir şiiri bulunuyor. İmrulkays bu şiirinde diyor ki: Esmüd mevkiinde senin gecen uzayıp durdu. Gamsız uyudu kaldı, gözlerin, hiç kapanmadı. Geceledi ama gecesi de geceledi Tıpkı sancıyan ağrılı gözlerle geceleyen gibt Bunun sebebi aldığım bir haber idi Bu, bana gelen babam Ebû'l-Esved'in ölüm haberi idt Şimdi burada sunulan bu üç beyitte iltifat sanatı vardır. Bunun ilki, “senin gecen” ifadesidir. Halbuki burada birinci tekil şahsın kullanılması gerekirdi. Yani, “Benim gecem” demesi gerekirken, bunu yerine hitabı seçiyor ve, “senin gecen “diyor. İşte bu, birinci iltifat sanatıdır. İkincisi de, “geceledi” ifadesidir. Halbuki burada da, “geceledin, geceyi geçirdin” denmeliydi. Bu da ikinci iltifattır. Burada da hitaptan gaibe geçiş olmuştur. Üçüncüsü de; “bana geldi (gelen)” ifadesidir. Halbuki burada söylenmesi gereken ifade, “Sana geldi” olmalıydı. Araplar bu türden sanatları oldukça fazla kullanırlar. Onlar açısından bu manada sanatlar kullanmanın, söz söylemenin, yani bir sözden diğerine geçmek, iltifat yapmak dinleyenler üzerinde daha etkindir. Dinleyenlerin pür dikkat kesilmelerini sağlar, insanların kulak kesilmelerine neden olur. Aslında bunun birçok yararları, etkileri ve güzellikleri bulunmaktadır. Ancak bu işin Erbâbı ve gerçek ustası olanlar, bu alarıda otorite olan ilim adamları bilebilirler ve bu sanatı kullarıabilirler. Bunların sayıları da oldukça azdır. Burada konumuzla alâkalı olan husus şudur: Gerçek manada hamd olunmaya, sena ve övgüye değer olan Allah'tır. O tümüyle bu sayıları üstün niteliklerin yegâne sâhibidir. Şam yüce olan Rabbimizin bu yönünün bilinmesini ilim gerekli kılmaktadır. Senaya, yani övgüye, önünde eğilmeye, secdeye kapanmaya, her işte O'ndan yardım beklemeye gerçek anlamda lâyık olan O'dur. Mademki bu böyledir, işte bu bakımdan söz konusu niteliklere sahip olan ve onlarla seçkinliği bulunan ve bilinen bu vasıflarla seslenildi ve dendi ki: “Ey bütün bu ismi geçen özelliklerin ve vasıfların sâhibi olan Allah'ım! Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz. Senden başkasından ise asla değil.” Âyette, “kulluk” ifadesi, “yardım dileme, isteme” ifadesine takdim olunmuştur, buna öncelik verilmiştir. Bu, şundan dolayıdır; eğer bir kimse birinden herhangi bir istek ya da talepte bulunacaksa her şeyden önce bir vesileye, vasıtaya yani aracıya öncelik verilir. Böyle bir aracı olmasının ihtiyacı karşılamada büyük ve olumlu tesiri vardır. İşte bu bakımdan önce kulluk hatırlarııp öne sürülüyor ve ardından da istekte bulunuluyor. Veya bu takdim-tehir (yani öncelik ve sonralık) durumu, âyetlerin nazmı, yani düzen ve dizimi bakımından olmuş olabilir. Tıpkı, “rahmân” isminin “rahîm” isminden önce gelmesi ya da takdimi gibi. Halbuki mübalağa manası taşıyan bir kelimenin takdimi değil tehiri (sonraya bırakılması) daha uygun iken burada da bu hususiyetler nazım-dizim gereği böyle olmuştur. İstianenin (yardım talebinin) ifade olarak mutlak gelmiş olması, istenen yardımın her çeşidini kapsasm diyedir. Allah'tan yardım istenmesinin asıl amacı, yüce Allah'ın kullarını kendisine karşı ibâdet ve kulluk görevlerini yerine getirmeye muvaffak kılması anlamında değerlendirilmesi de mümkündür. Dolayısıyla, bundan sonra gelecek olan âyette, “bizi yönelt” ifadesi de söz konusu istenen yardımın bununla alâkalı bulunduğunu açıklamak için de olabilir. Sanki âyetin içinde şöyle gizü bir soru var gibi: “Size nasıl yardım edeyim? Söyler misiniz?” İşte Rabbimizin bu sorusuna karşı kulların da cevabı şöyle oluyor: 6Bizi dosdoğru yola ulaştır. “Bizi apaçık yolda sabit kıl.” Bu ifade tıpkı ayakta bulunan bir kimseye, (.......) demeye benzer ki, yani, “Bekle, sana dönene kadar buradan ayrılma, bekle “gibi bir anlam taşır. Yani konumunu ve yerini belirle ve oradan aynlma demek olur. Ya da bunun anlamı şöyle de tefsirlerıabilir: “Şu anda bizi doğru yola ilettiğin gibi, gelecekte de bizi hidâyette kıl, doğru yola yönelt. Hep o yolda sabit kıl.” (.......) fiili, bizzat kendi başına bir mef'ûl yani nesne alabilir. Nitekim, bu âyette kendi adına müteaddi (geçişli) olup mef'ûl aldığı gibi birden fazla mef'ûl alabilmesi, geçişli olması ise, (.......) ve (.......) cer edatlarıyla olabilir. Nitekim, Rabbimizin şu âyetleri buna örnektir: “Bizi buna yönelterek kavuşturan Allah'a hamd olsun.” A'raf,43. Bu âyette, (.......) derken, buradaki (.......) cer edalıyla, (.......) fiili müteaddi (geçişli) hale gelmiş, böylece mef'ûl almıştır. Diğer örnek de şöyledir: “Rabbim beni doğru yola iletti.” En'am, 161. Bu âyette ise, (.......) fiili, (.......) cer edatıyla müteaddi (geçişli) kılınmış, böylece mef'ûl almıştır. (.......) harfiyle, (.......) kelimesi, cadde, orta ve doğru yol anlamındadır. Nitekim, herhangi bir mesafenin alınması ya da bir yolun kat edilmesi manasında olmak üzere, (.......) denir ki bu, onu yuttu, uzun mesafeyi kat etti, yol aldı, anlamlarındadır. Sanki yolcular herhangi bir yola girdiklerinde o yolu âdeta yutuyorlar gibi hızlıca geçiyorlar, anlamım taşır. Aslında harfiyle (.......) kelimesi, (.......) harfinin (.......) harfine dönüştürülmesiyle elde olunan bir kelimedir. Çünkü, bu harf “İtbak” harflerindendir. Aynı kategorideki harflerle uyum sağlarısın diye bazen kimi işlemler yapılmaktadır. Bu harfin, (.......) harfiyle mahreç (çıkış yerleri) noktasından benzerlikleri bulunmaktadır. Bu harfler dört tane olup, (.......) harflerinden oluşmaktadırlar. Bu harfler dilin üst damağa yapıştırılmasıyla ortaya çıkar. Bazen de, (.......) harfi, (.......) harfinin sesini koklatır, yani yaklaşık bir ses benzerliği gösterilerek okunur. Çünkü (.......) harfi, (.......) harfine daha yakındır. Her iki harf de mechure harflerindendir. Bunlar hakkında fazla bilgi kırâat (tecvid) kitaplarında ele alınmış olup, isteyen oralara bakabilir. Bu şekildeki bir kırâat, kırâat imâmlarından Ebû Ammare İmâm Hamza b. Habib’in kırâatidir (okuyuşudur). Kur'ân’ın tamamında bu kelimeyi, (.......) harfiyle okumak ise İmâm-ı ibn Kesîr'in kırâatidir. Kaldı ki, kelimede asl olan da, bunun (.......) harfiyle okunmasıdır. Bu iki imâmın dışında kalan diğer kırâat imâmları ise bu kelimeyi halis (.......) harfiyle okumaktadırlar. Bu şekildeki okuma tarzı ise, Kureyş kabilesine âit konuştukları lehçe göz önünde tutularak devam ettirilen bir okuyuştur. Nitekim, “İmâm “ismi verilen asıl “Mushaf nüshasında da bu okuyuş ölçü olarak kabul edilmiştir. Bu “sırat” kelimesi de tıpkı, “tarik” ve “sebil” kelimeleri gibi müzekker ve müennes yani eril ve dişi kalıplarına girmektedir. Burada bu ifadeden asıl murat olunan şey, “Hak yol” demek olup bu da, “İslâm Dini” manasındadır. 7Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna ilet, gazâba uğramışların ve sapmışların yoluna değil! Bu âyette geçen, “sırat” kelimesi, bir önceki âyette geçen “sırat” kelimesinden bedeldir. Bu ise, amilin tekrarı hükmündedir. Bunun yararına gelince; “sırat-ı müstakim” denilen “doğru yoldan” kasıt, bu yolun Müslümanlara âit bir yol olduğunu açıklayıp bildirmek ve bu gerçeği ortaya koymak, bunu pekiştirmek içindir. Böylece en açık ve en kesin bir ifadeyle, Müslümanların yolunun bu olduğuna doğrulukla tanıklık etmektir. Bu yoldakiler de mü'minlerdir veya peygamberlerdir. Yani genelde mü'minler ve özelde de peygamberlerdir (salât ve selâm onlara olsun). Ya da henüz asıl durumları değişmeden ve asıl olması gereken hâlde bulunan Hazret-i Mûsa'nın kavmi olabilir.. “gazâba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.” Bu âyet de, bir önceki âyette geçen, (.......) cümlesinin bedelidir. Yani, “Kendilerine nimet verilip ikramda bulunulanlar, yüce Allah'ın gazâbından ve bir de sapıtmaktan, sapıklıktan kurtulanlardır.” demektir. Ya da bu, (.......) nin sıfatıdır. Bu da şu demektir: “Bu kimseler mutlak manadaki nimet (ki bu îman nimetidir) ile, Allah'ın gazâbından ve sapıklıktan kurtuluş nimetidir.” Bunun (.......) ye sıfat olarak gelmesi câiz görülmüştür. Çünkü bu, ma'rife (yani belirli) bir kelimedir. Halbuki (.......) kelimesi, izafet yoluyla ma'rifelik kazanmaz. Ancak bu kelime birbiriyle zıt manada bulunan iki kelime arasında gelir ve bu her iki kelime de ma'rife yani belirli olurlarsa, işte böyle bir durumda bu kelime ma'rifelik kazanır. Meselâ: (.......) Yani “Sakinliğin (hareketsizliğin) dışında hareketliliğe şaşırdım.” Bu ibârede bizim için önemli olan mana değil, burada yer alan, (.......) kelimesinin durumudur. Burada dikkat edilirse, birbirine zıt iki kelime yer alıyor. Bunlarda biri, “hareket” diğeri de, “sükun” yani hareketsizliktir. Her iki kelime de, (.......) ve (.......) şeklinde ma'rife (yani belirli) olarak gelmişlerdir. İşte, (.......) da bu ikisi arasında yer almıştır. Şimdi buna göre bu âyeti ele alalım: a - “Kendilerine nimet verilenler” b - “Gazâba uğrayanlar ve sapmış olanlar” Dikkat edilirse bunun her ikisi de birbirine zıttırlar. Fakat böyle olmakla birlikte bizzat herhangi bir toplum yani şu toplum, diye işaret olunmamıştır. İşte her ikisi de bu yönleri sebebiyle nekraya (yani belirsizliğe) daha yakındır. Halbuki, (.......) cümlesi ise ma'rifeliğe yani (belirliliğe) daha yakındır. Çünkü, izafet yani tamlama yoluyla kendisinde bir tahsis ortaya çıkmış bulunmaktadır. Dolayısıyla bunun her ikisi de bir yönleriyle yani mana bakımından mübhem (kapalı), anlaşılamaz durumda, diğer bir yönüyle de yani ilgi zamîrinin lâfzına ve “gayr” kelimesinin de muzaaf (tamlarıan) oluşuna baktığımızda ihtisas (yani ma'rifelik) kazanmış oluyor ki, bu şekliyle de her ikisi de eşitlenmiş duruma gelmiş oluyorlar. Buna göre ilk, (.......) zamîri mef'ûl olarak mahallen mensûbtur. İkincisi ise, fâil olarak mahallen merfûdur. “Allah'ın gazâbı” demek; “Allah'ın kendisine, hükümlerine ve peygamberlerine” karşı gelerek onları yalanlayanlardan yüce Allah'ın intikam almayı murad etmesi, onları cezâlarıdırmayı dilemesidir. Tıpkı her kralın ya da hükümdarın hükümranlığı altında bulunanlara kızıp haklarında gerekeni yaptığı gibi yüce Allah'ın da kendi emir ve hükümleri karşısında böyle davranan kullarını cezâlarıdırmasıdır. Bir görüşe göre, “gazâba uğramış olanlar” , Yahûdîlerdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah'ın larıetlediği ve gazap ettiği...” Mâide, 60. Sapıtanlar yani (.......) maksat ise Hıristiyanlardır, denmiştir. Çünkü Kur'ân'da şöyle buyurulmuştur: “Daha önceden sapan... “Mâide, 77. (.......) Bu kelimenin başında yer alan, (.......) harfi, Basra okuluna göre manayı pekiştirmek için gelen zâid bir harftir. Ancak Kûfe okuluna göre bu harf, (.......) kelimesi manasındadır. “Amin” . Bu, bir sesleniştir ki, bunun için bir fiil (kelime) uygun bulunup meydana getirilmiştir. Bu kelime de, “icabet eyle, kabul buyur” manasındaki, (.......) kelimesidir. Nitekim (.......) kelimesi de tıpkı bunun gibidir. Bu da, “Bekle, yavaş ol, süre tanı” kelimesi yerine kullanılan isim/kelimedir. Abdullah b. Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki; “Rasûlulah (sallallahü aleyhi ve sellem) den, “âmin” kelimesinin manasını sordum. O da şu cevabı verdi: Bu, (.......) yani, “yap/eyle” manasındadır. Kurtubî, Tefsîr; 1/128. Bu, Kelbî tarafından rivâyet olunmuştur “Âmin” kelimesi mebni (yani sonu değişmeyen) bir kelimedir. Bu kelime iki şekilde okunmuştur: 1- İlk okuyuşa göre baştaki hemze harfi uzatılarak okunmuştur. 2- Bu ikincisinde de baştaki hemze harfi uzatılmaksızm olan okuyuştur. Yani, hemze harfinin kısa tutulmasıyla olan bir okuyuş. Asıl olması gereken de budur. Yani, “Emîîîn” gibi. Eğer med ile yani uzatarak okunursa, mutlaka hemzenin tok bir ses ile gür bir şekilde uzatılarak gösterilmesi gerekir. Yani, “Aaaamiiin” gibi. Şâir şöyle seslenir: Rabbim! O sevgilinin sevgisini alma benden Allah rahmet etsin buna “ââmiin” diyen kuldan İşte bu şiirde “aaaamiiin” uzatılmış ve bu şiir buna örnek getirilmiştir. Başka bir şâir de şöyle diyor: Futhul uzaklaştı benden istedim devesini diye Emiiin, Allah onu benden uzak kılsın istemem deve. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Fâtihatul-Kitabı (Fâtiha Sûresini) okumam esnasında, sonunda “Âmin” dememi Cebrâîl bana telkin etti.” Beyhâkî ve başkalan tarafından rivâyet olunmuştur. Bir başka rivâyette de Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Amin demek, tıpkı mektuba (yazıya) mühür başınak gibidir.” “Amin” kelimesinin mushaflara yazılmamış olması, bunun Kur'ân’dan olmadığının bir delili olarak kabul edilmiştir. |
﴾ 0 ﴿