2

Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.

Bu âyette yer alan, (.......) kelimesi, üstünlük tanıma bakımından bir şeyi güzellik ve iyilikle tanıtıp anlatmaktır. Bu kelime aynı zamanda mübteda/öznedir. Bu itibarla merfûdur (ötrelidir). Esasen bu kelimenin mensûb (üstünlü) olması gerekir. İhbar manasındaki fiiller yani bir iş, oluş, hareket ve eylem bildiren fiiller sebebiyle mensûb kılman masdar (kök) fiillerdendir. İşte bu bakımdan da fiilleri muzmer (gizli) kabul edilen ve bu şekilde okunması uygun görülen kelimelerdendir.

Meselâ; (.......) ve (.......) gibi ki, bu kelimeler, (.......) ve takdirindedirler. Manaları da şöyledir:

“Şükranlarınıı ifadeyle teşekkürde bulunuyorum.” ve “Nankörlük ederek inkâra kalkıştım.”

İşte, (.......) kelimesi de tıpkı bu örneklerdeki gibidir.

Yani bu da kök (masdar) kelimelerden olup, başlarında takdir olunan (var sayıları) yani muzmer olan bir fiil bulunan kelimelerdendir. Dolayısıyla bu kelime, (.......) takdirinde olup, Allah'ı överek O'na hamd ederiz” demektir.

Burada özellikle mensûbluk (üstünlülük) hâlinin bırakılıp yerine merfû' (ötreli) hâlinin almasının tek amacı sırf mananın sabitliliğini ve daim oluşunu göstermesi, istikrarı bildirmesi ve göstermesi, buna delâlet etmesi içindir.

Mübtedanın haberi (yüklemi) de, (.......) dir. (.......) deki cer edatı olan, (.......) harfi, mahzûf yani var sayıları ve fakat âyette yer almayan bir kelimeye taallûk etmektedir. Bu ifade de, “vaciptir-gereklidir, sabittir” kelimeleridir.

Yani; Allah için hamd etmek gereklidir, lâzımdır ve O'nun için sabit ve vardır.” demektir.

Bir diğer tefsire göre, “hamd” ve “medh” kelimelerinin her ikisi de aynı anlamdadırlar. Bu da; “İster nimet olsun ve daha başkaca şeyler olsun onları vereni bundan dolayı övmek, senada bulunmak ve güzelliklerini seslendirmektir, onlardan söz etmektir.” Nitekim; “adama yardımı ve ikramı için hamd ettim, onu övdüm. “, “Adamı cesareti ve asaleti, nesebi (soyu) sebebiyle övdüm, ona hamd ettim.” denilmesi gibi.

Halbuki şükür, yani teşekkürde bulunmak böyle değildir. Bu, yalnızca nimete karşı yapılabilir ve üç şekilde ifade olunabilir; kalb (gönül) ile, dil ve vücut organlarıyla olabilir. Şâir bunu şiirinde şöyle dile getiriyor:

İyiliklerinize üç şey ile karşılık veririm ben: Elim, dilim bir de size karşı sevgi dolu gönlüm.

Hamd etmek sadece dil ile ve konuşup söylemekle ifade olunur. Bu ise şükretme ya da teşekkürde bulunma yollarından sadece bir tanesidir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Şükrün (teşekkürde bulunmanın) başı Allah'a hamd etmektir. Allah'a hamd etmesini bilmeyen kimse O'na şükretmemiş olur.” Beyhaki; Şuabu'l-Îman, H. No. 4395. Deylemî, Müsnedu'l-Firdevs; H. No. 2784.

Dikkat edilirse, Allah'a hamd etmek” hadiste şükrün ya da teşekkürde bulunmanın başı olarak kabul edilmiştir. Çünkü nimetlerin karşılığını dil ile söylemek itikada ya da inanca göre çok daha yaygınlık kazanan bir durumdur. Hatta organların adabmdan da öndedir. Çünkü kalb ile yapılan ameller gizlidir, herkes onlara vakıf olamaz. Bir de organlar ile yapılan şeyler de daha ihtimalidir, farklı tefsirlere sebep olabilir.

Hamd etmenin zıddı yani karşıtı zemmetmek, yani yermek ve kötülemektir. Şükrün karşıtı da, küfrandır nimete karşı nankörlük etmektir.

Denilir ki; medih; herhangi bir kimsenin sahip olduğu kemal (üstünlük ve olgunluk sıfatları) özellikleri gereği onun övülmesidir. Meselâ; bâkî, kâdir, alim, ebedî ve ezeli olma vasıfları gibi.

Şükretmek ya da teşekkürde bulunmak ise; Bir kimseden gelen üstünlük ve başkaca özellikleri sebebiyle övülmesidir. Hamd ise, medih ve şükrün her ikisini de kapsam olarak içinde bulunduran bir kelimedir.

(.......) kelimesinin başındaki (.......) takısı yani “elif ve lâm” harfleri dediğimiz belirtme takıları yani harfi tarif Ehl-i sünnet görüşüne göre, “İstiğrak - genel kapsamlılık” manasındadır. Ancak Mu'tezile mezhebi mensupları bunu kabul etmemektedirler. Mu'tezile açısından buradaki söz konusu belirtme takısı ahd içindir, yani zatın (kişinin) kendisini ilgilendirir.

işte bundan dolayı da, (.......) kelimesi, Allahİsm-i Celâli'nin hemen yanında gelmiş oldu. Çünkü, Allahİsm-i Celâl'i “Zât” ismidir. İşte bu bakımdan tüm kemal (üstünlük) sıfatlarını kendi zatında toplamıştır. Nitekim, bu konuda yine Ehl-i sünnet mensuplarıyla Mu'tezile mezhebi mensupları arasında tartışmalı olan, “Halku'l-Ef'al” kulların kendi fiili ya da işlerinin yarattıkları konusundaki mesele ile ilişkilidir. Ancak ben bu meseleyi birçok yerde gerçekçi bir şekilde aktardım.

 Âyetin bu yerinde yer alan, (.......) kelimesi ya da ismi; “mâlik ve sahip” anlamındadır. Nitekim, Safvan b. Ümeyye'nin Ebû Süfyan'a söylediği ifadelerinde yer alan ve bu kökten gelen kelime de bu manada kullanılmıştır. Safvan Ebû Süfyan'a şöyle der:

“Şüphesiz Hevazin kabilesine mensup bir liderin yönetiminde kalıp onun benim mâlikim ya da sâhibim olması yerine Kureyş kabilesinden bir liderin yönetiminde kalıp onların benim sâhibim ya da mâlikim olmaları benim için çok daha iyidir.”

Nitekim (.......) diye de bu kelimenin çekimini yapabilirsiniz.

Diğer taraftan sırf mübalâğa (aşırılık) manasında masdar bir vasıf, yani sıfatı müşebbehe olması da mümkündür, yani bu şekilde de değerlendinlebilir. Tıpkı bir kimsenin (.......) vasfıyla nitelenmesi gibi ki bu, mübalâğa anlamında oldukça adil, kimse, çok adaletli kimse manasındadır. Kısaca “adalet sâhibi adam” demek yerine “adl sâhibi kimse” denir ki, işte “rab” kelimesi de tıpkı bu şekilde mübalâğa içindir. Ancak “rab” ismi mutlak manada söylendiğinde yalnızca yüce Allah için söylenebilir.

Eğer Allah'tan başkasına da bu sıfat verilecekse bu takdirde bir kayda bağlanması, bir ek ile beraber söylenmesi gerekir. Meselâ:

“Senin kocan olan kişi benim Rabbim (efendim, sâhibim, mâlikim) dir. Bana karşı iyi davranıyor.” Yûsuf, 23.

Bu âyete dikkat edilirse burada, Zeliha'nın kocası olan mısır Azîzi için Hazret-i Yûsuf (aleyhi’s-selâm), “O benim sâhibim, efendim ya da mâlikim. “manasında olmak üzere, “rab” kelimesini kullanmıştır. Demek ki, bu şekilde bir kayıtla bu kelimeyi kullar da kullarıabilmektedirler. Bu ise câizdir. Yine:

“Yûsuf dedi ki: Rabbine (efendine, sâhibine) dön.” Yûsuf, 50. âyetinde de bunun aynını görmekteyiz.

Vasıtî, Ebû Bekir Muhammed b. Mûsa diyor ki:

“O (Allah) başlarıgıçta her şeyin ve varlığın yaratıcısı olması bakımından Halik, yarattığı varlıkları beslemesi, yetiştirmesi, eğitmesi bakımından mürebbi, sonunda da onları yaptıklarından dolayı bağışlaması sebebiyle de ğafir'dir. İşte o Allah'ın yüce ismi (İsm-i A'zam'ı) dır.

“Âlem” kelimesi isim olsun, cevher olsun ya da araz olsun yaratıcının kendisiyle bilinip tanındığı her şey. Ya da yüce Allah dışında her şey. Bu şeylerin yüce Rabbimizin varlığının delilleri olması itibariyle ve onun âlemi, yani onun bilinip tanınmasına işaret ve sebep olmaları açısından böyle denmiştir. Kelimenin akıl sâhibi varlıkların niteliklerine özgü (.......) ve (.......) harfleriyle çoğul yapılmasına veya bu hükümde olan özel isimler mesabesinde sayılmasına gelince, kendisinde vasfîyet, yani böyle bir nitelik taşıması sebebiyledir. Bu vasfîyet ya da nitelik ise bunun, “İlme (bilme ve tanımaya)delâlet etmiş olmasıdır.

2 ﴿