BAKARA SÛRESİ

Bu sûre Medine'de nâzil olmuştur, 286 âyetten müteşekkildir.

1

Elif. Lâm. Mîm.

(.......) İşte bu ve benzerin ifadeler müsemmâları (isimlendirmeleri) basit ve farklı farklı (dağınık) harflerden ibârettir ki, kelimeler bu basit yani farklı (yayılmış ya da dağınık) harflerden meydana gelirler. Meselâ; buradaki, (.......) harfi (.......) fiilinin harflerinden ortadaki harfi, (.......) harfi de aynı fiilin son harfini gösterir. İşte diğer benzerleri de böyle değerlendirilir. Bu harflerden oluşan söz konusu bu sembollerin isim olarak değerlendirilmelerine gelince, hepsinin kendi adlarına başlı başına birer mana taşımalarından dolayıdır. Bir de bu sembollerin üzerinde imâle, tefhim, tarif/mârifelik, tenkir/nekralık, cemi' ve tasgîrin (küçültme) isminin cereyan etmiş olması sebebiyledir.

Meselâ; (.......) harfini ele alalım. Bu harf (.......) şeklinde mârife, (.......) şeklinde nekra ve (.......) şeklinde küçültme ismi olabilir. Fazla bilgi için ilgili kaynaklara bakılabilir.

Bu murab yani değişebilirdir. Ancak tıpkı “Zeyd - “ve benzeri diğer isimlerin sakin kılınması gibi sakin kılınmıştır. İrabın gerektirdiği şeyleri kaybetmesi ya da taşımamaları sebebiyle bunlarda herhangi bir irab aranmaz.

Farklı bir görüşe göre de tıpkı kimi sesler gibi değerlendirildiklerinden ötürü bunlar mebni (yani değişikliğe uğramayan, değişmeyen) kelimelerdir. Meselâ; karga sesinin taklidi olan, “gak “sesi gibi. Ayrıca cumhurun görüşüne göre bu tür semboller bulundukları sûrelerin isimleridirler.

İbn Abbâs (radıyallahü anh), yüce Allah'ın bu harfler adına yemin ettiğini söylemektedir. İbn Mesud (radıyallahü anh) a göre de bunlar Allah'ın İsm-i A'zamidir (en yüce ismidir).

Yine farklı bir görüşe göre bunlar, müteşabihattan (anlamı açık olmayanlardan) olup tevilini (tefsirunu) Allah'tan başkası bilemez. Bir de mübhem (manaları anlaşılamaz) ve icamları sebebiyle muceme harfler diye adlarıdırılmışlardır. Bu isimlerin âdeta bir metodu izler gibi gelmiş olması şu sebeplerden dolayıdır: Kur'ân'a karşı meydan okuyanlara bir uyan, kendilerine okunan bu Kitabı dikkatle dinlemeleri noktasında bir tahrik (harekete geçirme) gibi nedenler... Fakat hepsi de tümüyle bundan âciz kaldılar, karşı koyamadılar. Halbuki bu da tıpkı onların kullarıageldikleri söz ve kelimelerden düzenlenmiş olmakla beraber hiçbirisi bir benzerini getirmeye kâdir olamadı. Böylece onların dikkatleri bu Kitaba çekiliyor.

Eğer bu meydan okuyanların Kur'ân karşısında güc ve kuvvetleri tükenmemiş ve uzun araştırmalar, çaba ve gayretler neticesinde âciz kalmamışlarsa -ki kendileri edebiyat ve şiir alanında bu işin otoriteleridirler- buyurup benzerini getirsinler. Ancak bunun bir beşer sözü olmaması sebebiyle asla bunu başaramayacaklar ve hep âciz kaldıkları gibi yine bu acizlikleri sürüp gidecektir. Çünkü bu, en güçlü ve her şeye kâdir olan tek yaratanın sözüdür. İşte bu söz daha gerçekçi ve daha çok kabule değer bir ifadedir.

Yine bir görüş olarak denilir ki; sûrelerin bu tür harfler ile başlaması, bir bakıma dikkat çekmek ve hiç alışmadıktan garip bir tarz ile karşı karşıya kaldıklarını duyup anlamak sebebiyledir. Bir de icaz yani (âciz bırakma) delillerinin bir Meselâi sunmak maksadıyladır. Kaldı ki; bizzat bu harflerin kendisiyle konuşmakta tüm Araplar aynı seviyededirler. Bu hususta okuma yazması olmayanlar olsun veya hatipler olsun aynı idiler.

Ancak harflerin adlarını bilip söyleyenler böyle değil. Çünkü bu, bizzat yazıp çizen, okuyan ve kitap ehliyle bir araya gelip oturanlara âit bir özellikti. Onlardan okuyup öğreniyorlardı. Bunlar ile ümmî olanlar aynı değildir. Çünkü ümmî olan bir kimsenin harfleri tanıması, okuyup yazması mümkün değildir.

Peki bütün bu gerçeklere rağmen ümmî olan bir zatın Kur'ân'da söz konusu edilen kıssalardan hiçbirisini kitap ehlinden iktibas etmediğine ve almadığına -ki, Kureyş ve benzerleri de söz konusu kıssalardan hiç birini bilmediklerine- göre buna nasıl bir hüküm ve karar verilir? Bu hususta nasıl bir yargıya varılabilir? İşte bütün bu bilgiler ona ancak vahiy yoluyla gelmiştir. Bunlar da onun peygamberliğinin sıhhatine, doğruluğuna şâhittir.

Bilinmesi gereken bir husus da şudur: Sûre başlarında yer alan harflerden bir kısmı mu'cem ismi verilen harflerin yansıdır, ki bunlar da şu harflerden oluşmaktadırlar:

Bu harfler aynı zamanda o sûrelerin adlarını da oluşturmaktadırlar. Yaklaşık 29 sûrede bu mu'cem harflerin sayısmcadırlar. Bunlar da sayıca yaklaşık olarak diğer kısımlarını kapsamaktadırlar.

Bunlardan yine yaklaşık yarısı mehmuse harflerinden oluşmaktadır. Bu harfler de şunlardır:

Yaklaşık olarak bu harflerin yarısı da mechure harflerindendir. Bu harfler de şunlardır:

(.......)

Yaklaşık yarısı da şiddet sıfatı taşıyan harflerdir. Şöyle ki:

(.......) harfleri bu sıfatı taşıyan harflerdir.

Bir kısmı da rihvet sıfatını taşıyan harflerdir ve şunlardır:

(.......)

Bir kısım harfler de itbak sıfatını taşıyanlardır ve şunlardır:

(.......)

Bunların bir kısmı da infitah sıfatını taşıyan harflerdir. Bunlar:

(.......)

Bazısı da, isti'la sıfatını taşıyan harflerdir. Bunlar da:

(.......) harfleridirler.

Bunların bir kısmı da inhifad sıfatını taşıyan harflerdir ve şunlardır:

(.......)

Bunların bir kısmı da kalkale harfleridirler ve şunlardır:

(.......)

Ancak burada sıfatlarından söz ettiğimiz harflerin tamamım tek tek ele almadık. Onları da burada saymaya kalkışsaydık mümkün olamazdı. Çünkü, her harf türünün dahil olduğu sıfatları saymaya kalkışırsak buradakinden daha fazla sayı ile karşı karşıya kalınz.

Artık sen de, bir şeyin en önemli noktalarını ele alıp anlatmanın, tamamım anlatmak manasında olduğunu öğrerımişsindir. âdeta yüce Allah Kitabında onların cümlelerini, konuşmalarının kelimelerini oluşturan lafızları (harfleri) saymakla daha önce işaret olunan susturulmaları ve azarlanmaları konusuna işaret ediyor gibidir. Bizzat hüccet ve delil getirilerek onların ilzam olunduklarını gösteriyor gibidir.

Ancak bu harflerin ayrı ayrı sûrelere serpiştirilerek getirilmesi ise, şunun içindir: Kendilerine karşı meydan okunan toplumun uyanlması konusundaki tekrarlar, amaca daha çabuk ulaştırması sebebiyledir, başka bir gaye ile değil. Çünkü, bu insanlar üzerinde bir tesir bırakır ve insanların buna ısınmalarını sağlar. Kaldı ki, Kur'ân'da varit olan her tekrar da bu manadadır. Bundan beklenen de, bunun insan nefsi (ruhu) üzerinde etki bırakması ve karar kılmasıdır.

Bu harflerin tamamı da hep aynı sayıda ve aynı tarzda gelmemiştir. Aksine bunların sayıları değişik değişiktir. Meselâ:

(Sâd), (Kâf), (Nun), (Ta Ha), (Ta Sin), (Ya Sin), (Ha-Mîm), (Elif-Lam-Mîm), (Elif-Lam-Ra), (Ta-Sin-Mim), (Elif-Lam-Mîm-Sad), (Elif-Lam-Mîm-Ra), (Keef-Ha-Ya-Ayrı-Sâd) ve (Ha-Mîm-Ayrı-Sîn-Kâf) gibi.

Görüldüp üzere bir harften başlayarak, iki, üç, dört ve beş harfe kadar varan ifadeler ki, bu, Arapların konuşmalarında gayet olağan ve normal olan bir tarzdır. Yabancı oldukları bir şey değildir. Çünkü, Arap dilinde de kelimeler bir tek harften başlayarak beş harfe kadar varan harflerden meydana gelmişlerdir. İşte kimi sûrelerin girişleri bu harflerle yapılmıştır.

Nitekim bunlardan, “Elif, Lâm, Mîm” (.......) bir âyet olarak geldiği gibi “Elif, Lâm, Mîm, Sâd” (.......) da bir âyet olarak irımiştir. Bununla birlikte, “Elif, Lâm, Mim, Ra” (.......) bir âyet olarak sayılmadığı gibi, aynı şekilde, “Elif, Lâm, Râ” (.......) da başmda bulunduğu beş sûrenin birer müstakil âyeti olarak sayılmamışlardır. Nitekim “Tâ, sin, Mim” (.......) başında yer aldıkları iki sûreden birer âyet sayılmıştır. Aynı şekilde, “Tâ-Hâ” (.......) ve “Yâ-Sîn” (.......) de bulundukları sûrenin birer müstakil ayetidir.

Bunun yanında, “Tâ-Sîn” (.......) bir âyet değildir. Ancak, “Hâ-Mîm” (.......) başında yer aldığı bütün sûrelerde birer âyettirler. Bu arada, “Hâ, Mim, Ayrı, Sin, Kaf” (.......) ise başmda bulunduğu sûreden iki ayrı âyet sayılmıştır. “Kâf, Ha, Ya, Ayrı, Sad” (.......) da bulunduğu sûreden bir âyettir. Ancak, “Sâd” , (.......) , “Nûn” , (.......) ve “Kaf, (.......) harfleri bulundukları sûre başlarında birer âyet sayılmamışlardır.

Aslında bu değerlendirme Kûfe okuluna göredir. Kûfe okulu dışında kalanlar ise sûre başlarında yer alan bu harflerden hiçbirisini birer âyet olarak değerlendirmemişlerdir.

Bu, tevkifi bir ilimdir. Bunun üzerinde görüş işleri sürülemez. Bunlar için herhangi bir kıyas olayı da burada geçerli değildir.

Yani, bunlar tamamen duymaya bağlı bilgilerdir. Nasıl duyulup öğrenilmiş ve bize kadar gelmişse aynen öyle kabul edilir. Herhangi bir kıyasa gidilemez.

Meselâ; sûrelerin bilinmesi yani sûre sonu nerede bitiyor, bunların öğrenilmesi gibi. Nitekim Übeyy (radıyallahü anh) den rivâyete göre demiştir ki:

“Biz herhangi bir sûrenin bittiğini ancak, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in, “Bismillahirrahmânirrahîm” yaz, diye söylemesiyle bittiğini öğrenmiş olurduk.” Bk. El-İklil, 1/32.

Ayrıca sûre başlarında yer alan bu harfler okunurken, bunların bağımsız manalar ifade ettiğine hamledilir ve kendisinden sonra gelene ihtiyaç duyulmaz ise hepsinde tam bir vakfe (duruş) ile vakfolunur. Bu ise, söz konusu edilen bu harflerin sûre isimleri olarak değerlendirilmemesi hâlinde olabilir.

Yani tıpkı diğer harflerin söylendiği gibi bunlarla da gereken mana seslendirilirse olabilir. Veya bunların hepsinin mahzûf birer mübtedanın haberleri kabul edilmeleri hâlinde olabilir.

Meselâ, ikinci sûre olan, Âli İmran sûresinin ilk âyetindeki, (.......) gibi. Bunun başına, sûre başmda yer almayan ve mahzûf (varsayıları) (.......) işaret ismi getirilir ve: (.......) işte bu, (.......) dir, denilir. Daha sonra da ikinci âyet olan, şu âyetle devam eder:

Bu harfleri sûrelerin isimleri olarak kabul edenlere göre bunların ayrıca i'rabtan mahalleri de vardır. Çünkü, bu görüşü ileri sürenler açısından bunlar da tıpkı diğer özel isimler gibidir. Dolayısıyla bunlar ya mübteda olarak merfû' kabul edilirler veya bunlarla yemin etmek (and içmek) sahih olduğundan ya mahallen mensûb ya da mecrûr olurlar. Çünkü bunlar sanki, Allah'a” (yemin olsun ki) ya da “Vallahi” demek gibidir (o anlamdadır).

Yani, iki şekildeki değerlendirmeden birine göre, cer edatının hazfi ile, mensûb olarak “Allah'a” denir ki, “Allah'a yemin ederim ki...” takdirindedir. Ya da cer edatının izmârı (gizlenmesi, söylenmemesi) ile mecrûrdur, “Vallahi” gibi. Bu harfleri bulundukları sûrelerin ismi olarak kabul etmeyenlere göre ise bunların i'rabtan bir mahallerinin olabileceği zaten düşünülemez. Tıpkı i'rabtan mahalli olmayan ve cümle (söz) başında yer alan cümleler ile sayı tarzında gelen kelimeler gibi.

2

İşte bu o Kitaptır ki, Allah tarafından gönderildiğinden asla şüphe yoktur. Emirlerine bağlılık gösterip yasaklarından kaçman takva sahipleri için bir yol gösterendir.

(.......) Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) İle Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) ın dilleriyle vaat olunan işte bu Kitap! Ya da, (.......) burada “Elif -Lam-Mim” sûresini, yani bu sûre ve âyeti işaret etmektedir.

Görüldüğü gibi işaret ismi olan, (.......) müzekker (eril) olarak gelmiş, Halbuki işaret ettiği şey (müşarun ileyh) ise müennes (dişi) bir kelime olan “Sûre” kelimesidir. Şayet “Kitap” bunun haberi (yüklemi) ise, bu da zaten aynı manaya gelmektedir. Dolayısıyla her ikisinin de müsemması (ad olarak aldıkları şey) aynıdır.

Bu itibarla bunun hükmü de müzekker (eril) olarak söz konusu kelime üzerinde icrası mümkündür. Şayet sıfat olarak gelmiş ise bu takdirde bu kelime ile Kitaba işaret olunduğu gayet açık olarak ortadadır. Çünkü işaret ismiyle, kendisi için sıfat olarak gelen bir kelimeye (cinse) işaret olunabilir.

Meselâ: “Hind, şu insan ha?” gibi. Halbuki “Hind” kadın ismi olmakla birlikte, (.......) ile işaret olunmuştur. Çünkü “İnsan” müzekkerdir. Bu itibarla o da bir insan olduğundan, (.......) nin getirilmesinde bir salarıca yoktur.

Bir başka örnek, “Şu şahıs şöyle yaptı.” gibi. Yine burada da, (.......) işaret ismi kullanılmıştır.

Şimdi, (.......) ile, (.......) in arasım nasıl bulacağız? Bunun ortası şöyle bulunabilir. Eğer, “Elif-Lam-Mim” ifâdesini sûrenin ismi olarak alır ve mübteda (özne) olarak değerlendirirsek, (.......) de ikinci bir mübtedâ olur. “Kitap” kelimesi de bunun haberi (yüklemi) olur.

Cümlenin tamamı ise, yani, (.......) ise bütünüyle ilk mübtedanın -ki bu “Elif-Lâm-Mim” idi- haberi olur. Bu bakımdan mana da şöyle olacaktır:

“Şüphesiz bu, bizzat O kamil ve mükemmel olan Kitaptır.”

İşte bu ifadeyle sanki onun dışındaki tüm kitaplar eksiktir, onlarda mükemmeliyet yoktur, manası anlaşılmaktadır. Meselâ bu, şu ifadeye benzer bir ifadedir: “O, adam gibi adamdır.”

Yani, erkeklikte kemal ve olgunluk derecesine erişen biridir, anlamı çıkar. Diğer insanlarda var olan tüm hoşa giden özellikleri ve güzel hasletleri kendisinde toplayan demektir. İşte burada, “Bu, o Kitaptır ki,” ifadesiyle anlatılmak istenen gerçek budur.

Ayrıca, (.......) in mahzûf (yani var sayıları) bir mübtedanın öznenin haberi (yüklemi) olarak değerlendirilmesi de uygundur. Bu da, (.......) takdirindedir. İşte mahzûf olan (yani var sayıları), (.......) burada mübtedâdır. Diğeri de onun haberidir. Buna göre, (.......) bir cümledir. (.......) da ikinci bir cümledir.

Eğer, (.......) i, bir sesleniş (savt) olarak değerlendirirsek, bu takdirde, (.......) mübteda (özne) olur. (.......) da bunu haberi (yani yüklemi) olur. Bu durumda mana şöyle olur.

“Şu indirilen Kitap var ya, işte şüphesiz kamil Kitap odur.”

Şüphe yoktur.” Bu kelime, (.......) kökünden masdar bir kelimedir.

Rayb: İnsanda herhangi bir kuşkunun, rahatsızlık veren bir şeyin meydana gelmesidir. Gerçekte ise bu, insanda ruh bozukluğu ve bundan doğan bir ısdıraptır. Nitekim, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüpheye düşürmeyeni al. Şüphesiz şek (şüphe) huzursuzluk doğurur. Doğruluk ise gönül huzurudur, tümüyle tatmin olmak, rahata kavuşmaktır.” Bk. Ahmed b. Hanbel, Musned; 1/200. Tirmizî, Kıyamet, 60 “2518” . Buhârî, Buyu', 3.

Hadiste vurguları nokta şudur; eğer bir şeyde şüphe ve şüphe bulunuyorsa, işkillendiriyorsa, ondan dolayı insan rahatsızlık duyar, manen huzur bulamaz, kendisinde istikrar ya da kararlılık bulunamaz. Eğer bir şey de sahih yani sağlıklı ve doğru ise, nefis (ruh) bunda huzur bulur, tatmin olur ve sükunet kazanır..

Nitekim, “Raybu'z-zaman” da bu manada olup, zamanın cilvesi, zaman içinde meydana gelen rahatsızlıklar anlamındadır ki, bu yüzden insanlar hep huzursuzluk ve rahatsızlık duyarlar. Durr ak bilmeyen olaylar sebebiyle şaşkın hâldedir.

Burada, (.......) kelimesi tümünü kapsamak manasında nefıy-olumsuz hâlde gelmiştir. Halbuki, şüphe ve kuşkularıanlar oldukça fazladır. Burada nefyedilen, yani kabul edilmeyen husus, bunun “rayb” taallûk etmesi olayıdır. Bunda bir şüphenin var edildiği zannıdır ki, red olunan budur. Zira bu, açık bir şekilde görülmektedir, delil (burhan) açısından bir kapalılık yok, netlik vardır. Öyle ki, herhangi bir kuşkucunun böyle bir şüphenin içine düşmesi, bundan işkillenmesi doğru değildir. Aynı zamanda bu, hiçbir kimsenin şüphe etmeyeceği manasında da değildir.

Dikkat edilirse âyette, “Yoktur bunda şüphe” demedi yani, “Cennette içilen şarapta bir sersemletme yoktur.” Saffât, 47.

âyetindeki gibi bir ifade taşimâmaktadır.

Burada, “rayb” kelimesine nefıy (olumsuzluk) edatının eklenmesi, Kur'ân'da herhangi bir işkillenme, kuşkulanma durumunun var olmadığını açıklamak içindir.

Bir de Kur'ân’ın, kâfirlerin ileri sürdükleri gibi bâtıl bir kitap değil Hak bir kitap olduğunu ispat etmek içindir. Şayet nefıy (olumsuzluk) edatı olan (.......) harfi (.......) kelimesiyle değil de, zarf olan, (.......) ile beraber, (.......) şeklinde gelmiş olsaydı maksadı anlatmaktan gerçekten uzak olacaktı. Bu da şöyle bir anlam ifade ederdi:

“Bunda değil ama bir başka kitapta şüphe var.”

Yani tıpkı, (.......) Saffât, 47. âyetindeki ifadeye benzer bir mana çıkardı.

Yani, “Cennette içilen içkide, dünyadakilerde olduğu gibi bir sersemletme yoktur.” Çünkü burada demek istenen şey zaten budur. Cennet şarabının ya da içkisinin dünyadaki içkilerden üstün olduğunu göstermektir. Çünkü biri akılları giderirken, sarhoş ederken, diğerinde böyle bir durum yoktur. Halbuki, (.......) ile belirtilmek istenen böyle bir şey değildir. İşte bu nokta gözden kaçırılmamalıdır.

Kırâat ilmine göre meşhur olan, (.......) üzerinde durmaktır (vakfetmektir). Ancak kırâat imâmlarından Nâfi' ile Âsım (.......) üzerinde vakfetmişlerdir.

Burada vakfeden (okurken duran) bir okurun mutlaka, içinden bir habere niyet etmesi, yani bunun için bir haber düşünmesi gerekir ve (.......) şeklinde değerlendirmelidir ve buraya, bir ikinci, (.......) takdir etmelidir. Nitekim biz de bunu burada gösterdik: “....onda asla şüphe yoktur.”

Hemen bunun ardından da şöyle devam ediyor “Onda hidâyet ve yol gösterme vardır.”

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, (.......) deki tüm (.......) harflerini, “İşba” ile okumuştur. Hafs ise, ona sadece, (.......) Furkân, 69. âyetinde muvafakat etmiştir ki, asıl olan da budur. “İşba” ile okumak demek, (.......) harfinden sonra hemen bir med (uzatma) harfi olan (.......) harfini getirerek okumaktır.

Yani, “fi hî” şeklinde uzatarak okumaktır.

Meselâ, (.......) ve (.......) gibi. Burada altı çizili olanlarda (.......) harfi işba ile yani bir (.......) harfi veya, (.......) da olduğu gibi bir (.......) harfi eklemek suretiyle okunur. (.......) harfi iyice belirtilmiş olur.

Ancak söz konusu harf belirtilmeksizin, kısa olarak, (.......) veya (.......) denemez. Böyle denmeyeceğine göre, kısaca, (.......) de denmemesi gereklidir.

Ancak İmâm-ı Sîbeveyh şöyle diyor: İbn Kesîr'in dediği şöyle bir duruma sebep olur. Ortada üç tane sakin harf bir arada toplanmış olur. Bunlardan ilki, (.......) harfinden önce okunmayan yani sessiz harf olan, (.......) harfi, hemen bundan sonra gelen ve yine sessiz bir harf olan, (.......) harfi. Çünkü harekeli (.......) harfi Mekkelilerin dilinde sakin (sessiz) harf hükmündedir. Çünkü (.......) harfinde gizlilik (sessizlik) vardır. Gizlilik yani sessizlik ise sakin olan harfe daha yakındır. Ve üçüncüsü de, (.......) harfinden sonra gelen sakin (.......) harfidir.”

(.......) kelimesi, tıpkı, “el-Büka/Büka” kelimesi gibidir ve fiil olarak masdar hâlinde gelmiştir. Bu da, “kişiyi istediğini elde etmeye ulaştıran, yol gösteren” demektir. Çünkü bu gerçeği, bunun karşıtı ya da zıddı olan “dalâlete düşmek” olduğunu şu âyetten anlayıp çıkarmaktayız. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

“İşte onlar, hidâyete karşı dalâleti satın alanlardır.” Bakara, 16.

Ancak burada şöyle denildi: “(Emirlerine bağlılık gösterip yasaklarından kaçman) takva sahipleri için bir hidâyettir (yol gösterendir).” Takva sahipleri demek, hidâyete erenler, istediklerine kavuşanlar, demektir. Bu âdeta değerli ve saygın bir kimse için kullanılan şu ifadeye benzer bir durum sergilemektedir:

(.......) yani, “Allah seni Azîz ve soylu (saygın) bir kimse kılarak ikramda bulunsun.” Böyle denmekle o kimse hakkında Allah'tan, onda var olan iyilik hâlinin sabit kalmasını ve devamını istemiş olmaktır. Tıpkı şu kavli (isteği ya da talebi) gibi:

“Bizi dosdoğru yola ulaştır.” Fâtiha, 5.

Çünkü yüce Allah'ın, muttaki olmayanları takva sahipleri olarak isimlendirmesi, onların takva giysisini giymek üzere olmaları sebebiyledir. Bu tıpkı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu hadisindeki ifadeye benzer:

“Kim ölmek durumunda olan birini öldürürse, üzerinde bulunan her şey öldürene âittir.” Müslim, Cihad; H. No. 1751/41. Buhârî, 3142.

Yani cihad ya da gazâ esnasında bir gazi herhangi bir düşmanı öldürürse üzerinde var olan şeyler gaziye âittir, onun hakkıdır.

Nitekim İbn Abbâs'ın -Allah her ikisinden de râzı olsun- :

“Herhangi biriniz haccetmek istediğinde acele etsin. Çünkü o hastayı hastalarıdırır.”

Hadiste, “maktûl” manasında “kâtil” ifadesi kullanılmış ki bu “ölmüş kimse” demektir. Halbuki ölmüş olan öldürülemez. Burada, ölmek durumunda olan, ölmeye kesin yaklaşmış olan, demektir.

İbn Abbâs da, “O hastayı hastalarıdırır.” demekle, haccm hastalık sebebi olduğunu değil, yolculuğun meşakkati açısından hastalık sebebi hac ifadesiyle zikredilmiştir ki, genelde insanlar yolculuklarda daha çok hastalarıabilirler, daha yakın ihtimal yolculuk olduğu gerçeğine dikkat çekiliyor. İşte buradaki âyette de buna benzer bu inceliğe dikkat çekiliyor. Çünkü, ölmek üzere olana “ölmüş” , hastalanma ihtimalinin kuvvetli olduğu yerde de, “hasta” ifadesini görüyoruz.

Bu âyette, “Takva sahiplerini hidâyete erdirir.” denildi ve fakat, olanları, “dalâlettekileri hidâyete erdirir.” denmedi.

Çünkü, dalâlet Erbâbı iki gruptur. Bu gruplardan birinin dalâlette kalacakları, birinin ise hidâyete, doğru yola yönelecekleri bilindiğinden dolayı denmemiştir. İşte takvaya en yakın olanlar bunlar olmaları sebebiyle, “müttakîler” ifadesi bunlar için zikredilmiştir. İşte anlattığımız üzere ifade bu açıdan böylece kısa ve öz tutulmuştur.

Burada süreye böylece başlamanın yanında, “Takva sahipleri için bir hidâyettir.” denilmesi -ki bu sûre Zehraveyn ismini taşıyan iki sûreden ilki olup, ikincisi de Âl-i İmran süresidir, Kur'ân'ın en üst noktası ismi da verilmiş olması- yüce Allah'ın sevgili kulları dediğimiz velileri hakkında bu sûrede oldukça çok söz edilmesindendir.

“Muttaki” kelimesi lügatte ism-i fâil (yani etken sıfat/fiil)dir. Kelime, (.......) kökünden alınmadır ve “İfiial” kalıbında, “İtteka” dır.

Bu kelimenin “Feal fiili” (yani ilk harfi) (.......) harfidir, “lamel fiili” (yani son harfi) ise (.......) harfidir. İşte bu kelime iftial kalıbında olması bakımından, kelimedeki (.......) harfi, (.......) harfine dönüştürülmüştür. Sonra da bu (.......) harf diğer (.......) harfinin içine katıştınlmış, idgam olunmuştur. Böylece, (.......) fiili elde edilmiştir.

Vikaye: Aşırı derecede korumak, himaye etmek, demektir. Şerî'at dilinde vikaye: Yapılmaması ya da işlenmemesi gereken bir şeyi yapmak ya da işlemek, yapılması veya işlenmesi gerekli olan bir şeyi de terk etmek sonucu gelebilecek cezâ ve azaptan kişinin kedisini istenilenleri yerine getirmek suretiyle korumasıdır.

(.......) kelimesi mahzûf bir mübtedanın (öznenin) haberi (yüklemi) olarak mahallen merfûdur. Ya da, hüden kelimesi, (.......) ile birlikte, işaret ismi olan, (.......) nin haberi olarak mahallen merfûdur. Yahut da, (.......) deki (.......) zamîrinden hâl olmak üzere mahallen mensûbtur.

Ancak dil, edebiyat ve belâgat bakımından söylenmesi gereken en uygun söz şudur:

“Elif - Lâm - Mim” başlı başına bağımsız bir cümledir veya yine kendi başına bağımsız bir takım mûcem (yani manaları pek anlaşılamayan, mübhem ve kapalı) harflerdir. Bu bir.

(.......) ise ikinci cümledir. Bu da iki. (.......) de üçüncü cümledir, bu da üç ve dördüncüsü olarak; (.......) de dördüncü cümledir. İşte söylenmesi gereken en doğru söz de budur.

İşte böyle bir tertip ile gerçek anlamda belâgat ölçülerine dikkat olunmuş olmaktadır. Çünkü; öyle bir cümle düzeni kurulmuştur ki, cümleler arasında herhangi bir bağlaç (bağ edatı) kullanılmadan birbiriyle ahenkli cümleler hâlindedirler. Çünkü görüldüğü üzere cümleler peş peşe ya da art arda, biri diğerini kucaklar hâlde gelmişlerdir. Kısaca cümleler hep iç içe olmuşlardır. Meselâ, ikinci cümle birinciyle müttahid (birleşmiş), onu kucaklamış bir hâldedir ve cümleler böyle devam edip gitmektedirler.

Yani üç iki ile, dördüncüsü de üçüncüsüyle iç içedirler.

Bunun böyle olmasının açıklaması ise şöyledir: Öncelikle ilk cümle ile, meydan okunmak üzere ortaya konan bu Kitap hakkında uyan ve ikazda bulunuluyor. Hemen bunun peşinden bu Kitabın en üst seviyede kemal derecesine ulaşan ve bu özelliği taşıyan bir Kitap olduğu gerçeği anlatılıyor, buna vurgu yapılıyor. Bu ise işin meydan okuma yönünü kesin olarak ortaya döküyor. Hemen bundan sonra da, bu kitapta bir şüpheye, işkillenmeye yer olmadığı hususu kesin bir dille anlatılıyor. Bu ise bu, Kitabın bu yönüne bir tanıklık ve onun kemal yönünü tescildir, onaylamadır. Çünkü, hak olan ve bunun hak olduğu gerçeği de yakin olarak bilinmesi açısından dolayısıyla bunların kemâl derecesinden daha üstün bir kemal gösterilmez, gösterilemez. Nitekim bâtıl ve şüpheye dayalı olan şeylerden de daha eksik ve kısır olanı yoktur ve olamaz.

Nitekim bir alime:

— “Neden haz alır ve hoşnut kalırsın?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

“İzah ve açıklamaya fırsat vermeyecek açıklık ve netlikteki susturucu bir hüccet (delil) ile insanı küçültüp rezil eden, aşağılayan bir şüphe...”

Sonra Rabbimiz bu Kitabın, “Takva sahipleri için bir hidâyet” olduğunu haber vermiştir. Böylece yakin denilecek bir kesinlikte bu Kitabın etrafında bir şüphenin yer almayacağım tescil etmiş ve “Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez.” 403 demekle de hak ve gerçek olduğunu belgelemiş olmaktadır.

Diğer taraftan bu cümlelerin bu kadar ince bir tertip ile ve tatlı bir nazım ve düzen ile sıralanmasının yanında bir takım nükteler ve göndermeler de vardır. Şöyle ki; ilk cümlede hem hazif var, hem de en güzel bir şekilde matluba (istenip arzularıana) da bir işaret vardır. İkincisinde ma'rife oluştaki azamet ve fehamet ifadesi bulunmaktadır. Üçüncüsünde ise, “rayb-şüphe, şüphe ve işkillenme” ifadesinin bir zarf olan, (.......) üzerine takdimi, bundan önce zikredilmesindeki incelik.

Dördüncü cümlede ise hem hazf vardır. Bir de bir masdar kelime olan, “hüda” kelimesinin ism-i fâil yerinde ve o manada getirilmiş olması yani, “el-Hâdi” anlamında, “hidâyete erdiren, doğru yolu gösteren “manasında zikredilmiş bulunmasıdır.

Sanki burada âdeta; “O Kur'ân'ın kendisi bizzat hidâyettir, hidâyet kaynağıdır.” der gibi bir mana. Bir de, (.......) kelimesinin nekra (belirsiz) olarak gelmiş olması da şöyle bir manayı göstermek içindir:

“Bu öyle bir kitaptır ki, hiçbir kimse onun künhüne, detaylarına asla vakıf olamaz. Onu gerçek manasıyla ihata edemez.”

Daha önce geçtiği üzere müttakiler konusunda da icaz hususu var idi ki, az bir ifadeyle birçok manayı içermesi gibi.

3

O takva sahipleri görmedikleri gayba inanırlar, namazlarını gerektiği şekilde dosdoğru olarak kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz imkanlardan da Allah yolunda harcarlar.

Burada bir ilgi zamîri olan, (.......) kelimesi, bir (.......) zamîrinin takdiriyle medih (övgü) manası içermek üzere mahallen merfûdur. Ve cümle: (.......) takdirinde olmuş olur. Ya da bunun başına bir (.......) kelimesi eklenmek suretiyle yine medih manasım içermek üzere mahallen mensûbtur ve bu takdirde de cümle şöyle olmaktadır:

Veya bu, mübteda (öznedir). Bunun haberi de, (.......) dir. Bu durumda yine mahallen merfûdur. Ya da, (.......) kelimesinin sıfatı olarak mecrûrudur.

Yani bu takva sahiplerinin kimler olduğunu açıklamak ve onları göstermek için gelen bir sıfat olmuş olur. Meselâ:

“Zeyd, muhakkik (gerçekçi) ya da muhakkak (gerçek) bir fakih (ilim adamı)dır.” gibi.

Dolayısıyla bu âyet de, îman noktasından takva sahiplerinin durumlarının temel olarak üzerinde bina edilen şeyleri kapsadığından böyle denmiştir. Takva sahiplerinin temelini oluşturan da “îman” gerçeğidir ki, bu, diğer hasenelerin (yani iyilik ve güzelliklerin), namazın ve zekâtın temelidir.-Bütün bunlar îman temeli üzerine bina edilirler. Namaz ve zekât beden ve mal ile yapılan ibâdetlerin anası ve temelidirler. Diğer ibâdetler üzerinde asıl ölçü bu ikisidir.

Görmez misin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), namazı, “dinin direği” olarak adlarıdırmıştır.

Yine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İslâm ile küfür arasındaki belirleyici unsur olarak namazı zikretmiştir. Müslim, Îman; 134. E. Dâvud, Sünnet; 15. Tirmizî, Îman; 9. İbn Mâce, İkamet; 17. Dârimî, Salat; 29.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) malî bir ibâdet olan zekâtı da “İslâm'ın köprüsü” olarak isimlendirmiştir. Taberânî, “el-Kebir” kitabında, Beyhaki de, Ebû Derda'dan zayıf bir senetle merfû' olarak, “Şuabu'l-Îman” kitabında rivâyet etmiştir. El-İklil, 1/39.

İşte başta bu iki ibâdet olmak üzere diğerleri de onları izler. Bu iki ibâdeti zikretmekle, diğer taatleri tek tek saymaya ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü, bu iki ibâdet âdeta diğer taatleri öğrenmenin bir adresi, hedefi olarak gösterilerek hedefe ulaşılınca ya da adrese gidilince orada nelerin olduğunu zaten öğrenmiş olacaktır. Kaldı ki, bu iki ibâdetin belirtilmesiyle çok açık olarak ve net bir şekilde diğerlerini anlatımına artık gerek kalmamış oldu. Bir de bu iki ibâdetin eh faziletli ibâdetler- olduğunu da açık olarak dile getirmiş oldu.

Veya bu, takva sahipleriyle ilgili bir sıfat olarak ortaya konmanın yanında bunun dışında da birtakım faydalar taşımaktadır. Meselâ: “Fakih, mütekellim (kelâmcı) ve tabip (hekim) olan Zeyd gibi” .

Takva sahipleri yani muttakilerden murat, günah ve kötülüklerden sakınan, kaçınıp uzak duranlar demektir.

Îman ederler (inanırlar)Bu kelime ifal babındandır ve “emn” kökünden türemedir. Manası da: doğrularlar, tasdik ederler, onaylarlar, demektir. Nitekim, (.......) denir ki bu, “Onu tasdik etti, doğruluğunu onayladı.” manasındadır. Bunun gerçek ifadesi ise şöyledir:

“Onu yalanlamaktan ve ona karşı çıkmaktan uzak durarak ona güven ve teminat verdi.”

Bir de bu kelimenin ikrar etti, itirafta bulundu manasım içermesi için, cer edatı olan,(.......) harfiyle müteaddi (yani geçişlilik) kazanır.

Gayba, bilinemeyen ve görülemeyene” ifadesine gelince; insanların gözlerinden kaybolan, görülemeyen şey ve şeyler demektir.

Yani, peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından bildirilen öldükten sonra yeniden dirilme, mahşer alanında toplanma, hesap görülme ve benzeri hususlar demektir. Kelime bu manasıyla aynı zamanda kayıp olan şey manasını da içerir. Fakat burada görüldüğü gibi masdar olarak gelmiştir. Şayet bu kelimeyi, “îman” ifadesini sılası (yani ilgi cümleciği) olarak değerlendirirsen bu, kök olarak, (.......) dendir. Eğer kelimeyi hâl olarak değerlendirirsen bu takdirde mana, görünmeme ve gizlilik yani (.......) ve (.......) anlamında olmuş olur.

Yani:

“İnanılması gereken şeylerden uzakta ve onları görmeksizin îman ederler, inanırlar.” demektir. Kısaca, “gayb ile (yani görünemez ve bilinemez ile) karışık” demektir.

Sahih ve gerçekçi manadaki îman; dil ile ikrar ve kalp ile de tasdik olunan bir imandır. Amel ise îmana dahil ve îman çerçevesi içinde değerlendirilmemiştir.

Namazlarını gerektiği şekilde dosdoğru olarak kılarlar.” ibâresine gelince bu, “eda ederler” anlamındadır. Burada, “eda” yerine “İkame ederler” ifadesinin yer alması şundan ötürüdür: Kıyam ile namazın bazı rükünleri demektir. Nitekim, kıyam, “kunut” diye de ifade olunmaktadır ki bu da, “kıyam” manasındadır.

Aynı zamanda, rüku, secdeler ve teşbih (namaz) için bu ifade kullanılmış ve bütün bunlar da aynı manayı kapsamaktadırlar. Çünkü âyetlerde tüm bu ifade ve tabirler geçmektedir. Kısaca namazın içinde tüm bu sayılanlar var olduklarından dolayı bunlara da kıyam denmiştir.

Ya da, “namazın ikamesinden “murat, namaz ile ilgili ta'dil-i erkân olabilir. Bu da, direği dikmek, düzeltip sağlamlaştırmak manasındadır. Dolayısıyla namazları böyle bir dikkat ve titizlik, itina içerisinde kılmak ve yamukluk yapmamak gerekir. Veya bu ifadeden asıl gaye, namaza devamlılık ve onun hakkını koruma manası olabilir.

Meselâ: (.......), “Pazar kuruldu.” denildiği vakit, artık herkes oraya yöneliyor, pazar iyice revaç kazandı, demek gibi. Çünkü namaza devam olunması Ve hukukunun korunması hâlinde bu da tıpkı pazar misalde olduğu gibi revaç kazanır, insanların ona rağbeti de artar. Eğer bunun değeri kaybedilir ya da kaybettirilirse bu, artık kâr sağlamayan, rağbet olunmayan veya rağbet görmeyen bir şey durumunda olur.

“Salât” kelimesi, (.......) fiilinden, (.......) yani (.......) ölçüsünde bir kelimedir ki bu da tıpkı, (.......) kelimesinden alman, “zekât” kelimesi gibi. Bu kelimenin yazılışı ise (.......) harfiyle olup tefhim ile okumaktır.

“Salla” fiili aslında, “Kalçalarını hareket ettirmek” demektir. Çünkü namaz kıları bir kimse de rüku ve secdelere vardığında iki taraftan da kalçasını hareket ettirir. Nitekim dua eden kimseye de, “Musallî” denir ki, bu, rüku ve secde yapan kimseye huşu ve huzur yönlerinden benzediği için böyle denmiştir.

Rızık olarak verdiklerimizden.” (.......) burada, (.......) demek olup “verdik” anlamındadır. (.......) da burada, (.......) manasındadır.

Tasadduk ederler, harcarlar.” demektir.

Burada, “Bazı, bir kısmını...” manasında olan (.......) cer edatının getirilmesinin sebebi, yasaklarıan yerlere harcama yapılmaması ve haram yollarda harvurup harman savrulmaması açısından bir bakıma onları korumak için getirilmiştir. Bir de burada mef'ûl (yani tümleç) fiile takdim edilmiştir. Bunun da sebebi, onun önemini yani rızık ve imkan olarak sunulan şeylerin ehemmiyetini göstermek ve vurgulamak içindir. Bundan da anlatılmak ya da belirtilmek istenen şey, zekâttır. Çünkü namaza hem yakındır ve hem namazın ikiz kardeşidir yani zekâtsız namaz ve namazsız zekât düşünülemez.

Veya bununla hem zekât ve diğer yardım ve infak konulan denmek istenmiş olabilir. Çünkü, ifade mutlak olduğu için bütün hayır yollarını ve çeşitlerini kapsar. Bir de (.......)ile (.......) kelimeleri, (.......) ve (.......) kelimeleri anlam bakımından aynı manaları taşırlar.

Feal fiili (yani baş taraftaki harfleri) (.......) ve aynel fiili (kelimenin ortasındaki harfi) ikinci harfi (.......) harfi ise, bütün bu türden fiillerin manası, “Çıkmak (çıkış) ve gitmek (gidiş)anlamında olur.

Bu âyet, amellerin îmandan olmadığını da gösteriyor. Çünkü görüldüğü gibi namaz ve zekât ibâdetleri “îman” ifadesi üzerine atıf yapılarak anlatılmıştır. Halbuki atıf ise muğayereti (farklıliği) yani bunların îman ile aynı şey olmadıklarını, farklı şeyler olduğunu gösterir.

4

Onlar hem sana indirilen Kitaba ve hem de senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara îman ederler, âhiret gününe de kesinkes inanırlar.

O mü’minler” dan maksat, Ehl-i Kitap'tan Abdullah b. Selâm ve benzer îman edenlerdir. Bu gibileri Allah tarafından indirilen tüm vahye îman etmişlerdir. Kesin bir şekilde âhiret hayatına da şüphe duymayacaktan bir manada îman etmişler ve daha önceki inançları olan, “Cennete ancak Yahûdî veya Hırıstiyanlar girecektir, ancak sayılı günler onlara ateş dokunacaktır.” gibi sakat düşüncelerini de bir kenara atmışlardır.

Bir de eğer bu kısmı, “....gaybe inanırlar.” kısmına atfedecek olursan, bu da, “muttakiler” cümlesinden olmuş olur. Böyle değil de bunu, “muttakiler” üzerine atfedecek olursan bu takdirde o cümleden olamazlar. Bu takdirde de sanki şöyle denilir gibidir:

“Bu Kitap, takva sahipleri için bir hidâyet olduğu gibi, sana indirilenlere îman edenlere de bir hidâyettir.”

Veya bundan murat şu olabilir: “Birincileri vasfetmek, tanıtmaktır. “Bunun ardından da araya bir bağ edatı koymuş oldu. Bu tıpkı şu cümlede olduğu gibi nitelikler arasına bir bağ edatının getirilmesine benzeyen bir durumdur. Meselâ; “O, cesur ve cömerttir.” gibi. Nitekim şâirin şu ifadesi de buna benzer bir örnektir:

(.......) yani “Sana indirilene...”

Yani Kur'ân'a îman ederler. Bundan kasıt, onların zamanında indirilmiş olan Kur'ân'ın bir kısmına îman değil, henüz inmeyip ileride inecek olan vahyin tamamına îman etmektir. Çünkü vahyin ya da Kur'ân'ın tamamına îman etmek vaciptir (yani farzdır).

Âyette, “İndinlen “diye vahiyden geçmiş zaman ile söz edilmiştir. Halbuki bu ifade nâzil olduğu zaman henüz Kur'ân'ın bütünü inmiş değildi, ancak onların da vahyi ya da inzali bekleniyordu.

Bunun böyle ifade edilmesinin sebebi, elde var olanın henüz inmemiş olana oranla daha galebe çalmış olması, fazla olması sebebiyle tamamı elde imiş gibi bir ifadeye yer verilmiştir. Çünkü onların da vahyi kesindir. Kaldı ki, vahyin bir kısmı gelmiş ve bir kısminin da gelmesi bekleniyor ise bu, tamamı gelmiş ya da nâzil olmuş hükmündedir ve öyle değerlendirilip kabul edilir.

Ve hem de senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara” . Dikkat edilirse burada da, daha önce geçmiş olan peygamberlere -Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun- indirilen başkaca kitaplara, demek istiyor.

Burada (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin müennesi (yani dişi kelimesidir ki, “son” anlamında olması bakımından, “İlkin” ya da “birincinin” zıttıdır ve bu bir sıfattır. Mevsûfu (yani niteleneni) de mahzûftur. Bu mahzûf yani asılda olmayan ve fakat olduğu var sayıları kelime, “ev, yurt” kelimesidir.

Bunu da bir başka âyette geçen ifadeden öğreniyoruz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

İşte âhiret yurdu” Kasas, 83. Bu kelime, sıfatı galibeden yani öteki dünya için en çok kullanılan bir sıfattır. Nitekim bu dünya için de, “dünya” kelimesi sıfat-ı galibedir. Böyle denildiğinde içinde yaşadığımız dünyadan başka bir dünya akla gelmez, öncelikli olarak aklımıza gelen bu dünya olur. İşte bu türden kullanılan sıfatlara sıfat-ı galibe denir.

Kırâat imâmlarından Nâfi' bu kelimedeki (.......) harfini hazfetmek (çıkarmak) ve bunu harekesini de (.......) harfine nakletmek suretiyle hafifleterek okumuştur.

Yani, (.......) yerine, (.......) olarak kırâat etmiştir.

El-İykan: Şekke, şüphe ve şüpheye, işkillenmeye yer vermeksizin kesin bilgi ve ilim manasındadır.

5

İşte bu özelliklere sahip olanlar Rablerinden gelen bir hidâyet üzerindedirler; onlar gerçekten kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

(.......) şayet, (.......) mübteda olarak kabul edilirse, (.......) de mahallen merfû' olur. Eğer böyle kabul edilmezse i'rabtan mahalli olmaz. Aynı zamanda ilk ilgi zamîrinin, (.......) üzerinde takdiri, geçerli kılınması ve ikincisinin de mübteda olarak merfû' kabul edilmesi de mümkündür. Bu takdir de, (.......) de bunun haberi olur.

Hidâyetin ve felahın (yani kurtuluşun) bunlara tahsisi, kitap ehline tarizde bulunmaktır. Çünkü kitap ehli (yani Yahûdî ve Hnstiyanlar) Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğine îman etmezler. Buna rağmen kendilerinin hidâyet üzere olduklarını zannederler. Böylece de yarın Allah katında felaha ereceklerini umarlar.

(.......) ifadesinde yer alan, (.......) cer harfindeki isti'lâ manası sadece bir temsildir ve takva sahiplerinin hidâyet noktasındaki kararlılıklarını gösterir.

Yani cer edat olan, (.......) bir şeyin üzerine çıkmak, demektir. Buradaki mana takva sahiplerinin hidâyetin üzerine çıkmaları değil, temsili bir mana olarak, bundaki kararlılıkları belirtiliyor. Buna sağlam bir şekilde bağlılıklarına değiniliyor. Böylece bunların durumları âdeta bir şeyin üzerine çıkıp binen manasında temsili bir anlatımdır. Nitekim bunun bir benzer ifadesi de, “Hak üzerinde, bâtıl üzerinde” ibâresinde de geçmektedir. Kaldı ki şu ifade de bunu açık olarak ortaya koymaktadır. Meselâ:

“Günahı binek edinmiş” , “Cehaleti, bilgisizliği yularını bırakmıyor” , “Rüzgarın esişine göre yön değiştirir” gibi.

Allah katından verilen bir hidâyet üzere” Burada, (.......) kelimesinin nekra olarak getirilmiş olması, kimsenin künhüne, incelik ve detayına ulaşamayacağı bir tür hidâyet, anlamındadır. Sanki, “Hangi hidâyet üzerindedirler?” denilir gibi bir ifade. Bunun benzer bir ifadesi şu cümledir: Bir etin üzerine düştüler. Bu şu demektir: Büyük ve tarifsiz bir et ziyafetine konuk oldular. İşte âyetteki ifade de böyle bir ifadedir.

İstediklerini elde ettiler, kaçtıkları şeylerden kurtuldular.”

Felah: İstediğine ulaşmak, ona kavuşmak, demektir. Müflih: İstediğini kazanan, arzuladığını elde eden, manasındadır.

Yani âdeta kendileri için çeşitli zafer yolları açılmış olan, demektir.

Bu terkip yani kelime, yarmak ve açmak gibi manalara gelir. Nitekim buna benzer kelimeler de yani, Feal fiili (ilk harfi) (.......) ve aynel fiili (ikinci harfi) de (.......) olan kelimeler hep bu manadadırlar.

Meselâ (.......), gibi. Bu âyette bir başka sûrede geçtiğinin aksine (.......) arasında atıf edatı ile gelmiştir. Halbuki şu âyette söz konusu işaret isimleri arasında atıf edatı yoktur. İşte âyet, Rabbimiz buyuruyor ki:

“İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” A'râf, 179

Çünkü önceki âyette, aralarında atfın olmasını gerektiren bir durum vardır. O da, iki farklı haberin Bakara Sûresinin 5. Âyetinde yer almasıdır. İki haber arasında tam bir ittisal ya da beraberliğin var olması yanında, yine ikisi arasında tam bir inkita (kesiklik) bulunmaktadır. Bunlardan biri hidâyet, diğeri de felahtır (kurtuluştur). Çünkü ikisi arasında akıl ve varlık açısından bir temayüz bulunmaktadır. Hidâyet bu dünya ile alâkalıdır. Halbuki felah âhiret ile alâkalıdır. İşte bu bakımdan aralarında atıf (bağ) edatı yer almıştır.

Halbuki yukarıdaki âyette geçen (A'râf, 179), “hayvanlar” tabiri ile, “gafiller ifadesi” sonuçta aynı şeydir, bu açıdan da aralarında bir bağlaç geçmesine yer verilmemiştir. Kısaca birinde gaflet olayı ile hayvanlara benzetme yer almıştır -ki bu A'râf Sûresinde böyledir- dolayısıyla ikinci ifade ilk ifadeyi teyid etmekte ve desteklemektedir, ikrar etmektedir. Bunun için de burada atfa ihtiyaç duyulmamıştır.

(.......) zamîri ise, fasl zamîridir. Bunun da üç yaran bulunmaktadır. Bunlardan ilki; kendisinden sonra gelen kelimenin sıfat değil, haber olduğunu göstermektir. İkincisi de te'kid etmektir. Üçüncüsü de müsnedin, müsnedi ileyhe hasndır. Bu arada, müsnedin başka şey için değil, müsnedi ileyh için var olduğunu gösterip ortaya koymaktır. Ya da bu mübteda olabilir, haberi de, (.......) kelimesi olmuş olur. Cümle ise bütünüyle, (.......) nin haberidir.

Buraya özellikle dikkatini çekmek isterim, Yüce Allah değişik yollarla, takva sahiplerinin hiçbir kimsenin erişip elde edemediği derecelere erdiğini tekrar tekrar ifadelerle uyanda bulunup dikkatimiz buraya çekilmek isteniyor.

Bahis konusu edilen ise işaret ismi ve bu ismin tekrandır. Bu işaret ismiyle, takva sahipleri için, hidâyet açısından bir tercihin var olduğu gibi, yine onlar için felaha ermekle de bunun tercihin ya da seçilmiş olmanın var olduğu da bir gerçektir.

(.......) kelimesinin ma'rife ya da belirli olarak gelmesine gelince, burada şöyle bir incelik bulunmaktadır:

“Takva sahipleri, öyle insanlardır ki, onların âhirette felaha ya da kurtuluşa erecekleri sana ulaşmıştı. Nitekim senin beldenin halkından da birisinin kesin olarak dönüp tevbe edeceği de sana ulaşmıştı. Sen de, Onun kim olduğunu sorup soruşturmuşum, haberini öğrenmeye çalışmıştın. Sana o kişinin Zeyd bin Sabit olduğu haberi verilmişti.”

Burada, (.......) ile (.......) arasına bu zamîrin girip yer alması, sana onların mertebelerini göstermek, istedikleri şeyi istemekte seni teşvik ettirmen, rağbet ettirmen içindir. Aynı zamanda onların gelecekleri için sundukları konularda seni daha zinde tutmak ve buna arzunu artırmak içindir.

Allah'ım! Bizi takva elbisesiyle süsle. Bizi, Bakara Sûresinin başmda yer verip kendileriyle Sûreye giriş yaptığın kimselerden eyle!

6

Şüphesiz şu ki, küfür ve inkârlarında ısrar edenleri uyarıp korkutsan da, uyarmayıp korkutmasan da onlar için birdir, yine de inanmazlar.

(.......) Küfür: İnkâr yolu ile hakkı örtmek ve gizlemektir. Aslında terkip ya da kelime, örtmek ve kapatmak manasındadır. Nitekim tohumu toprağa atıp gizlemek anlamında çiftçiye de “Kâfir-örten, kapatan, gizleyen” denmiştir. Bu manada geceye de kâfir ismi verilmiştir. Çünkü gece kendisi içinde işlenenleri saklar ve gizler. Ancak burada:

“İyiler muhakkak cennettedirler ve kötüler de kesinlikte cehennemdedirler.” âyetleri arasında atıf edatı olduğu hâlde, bizim şu anda tefsirini yaptığımız âyette böyle bir atıf yoktur. Çünkü buradaki ilk cümle kitabın durumunu açıklamak için getirilmiştir. Yoksa mü'minlerin durumundan haber vermek için gelmemiştir.

İkinci cümle ise aynı şekilde kâfirlerin durumunu bildirmek, haber vermek için getirilmiştir. Dolayısıyla anlatılmak istenen ya da murad olunan konu açısından iki cümle arasında farklılık vardır. Dolayısıyla burada her ikisi de bir tamm üzerinde cereyan etmektedirler. İşte bu açıdan burada atfa gerek yer yoktur.

Eğer, “Uyarıp korkutsan da, uyarmayıp korkutmasan da onlar için birdir.” Kûfe kırâat okulu mensupları -ki Âsım, Hamza ve Kisâî bu okulun baş temsilcileridir- (.......) kelimesinin başındaki her iki hemze açık şekilde telâffuz ederek okumuşlardır. (.......) kelimesi, İstiva (eşit) manasındadır. Tıpkı mastar kelimelerin nitelenmesi gibi bu da bununla nitelenmiştir.

Nitekim Rabbimizin, “.... müşterek olan bir söze...” Âl-i Imrân, 64. âyetinde yer alan, (.......) gibi ki bu, (.......) manasındadır. Kelimenin merfû' (yani öterli) oluşu ise (.......) edatının haberi olması sebebiyledir.

(.......) fâil olarak merfûdur. Sanki şöyle denilmektedir:

“Şüphesiz küfür ve inkârlarında ısrar edenleri, senin uyarman da, uyarmaman da eşittir, onlarda herhangi bir değişikliğe sebep olmayacaktır.”

Veya burada, (.......) kelimesi, mukaddem (önce zikredilen) haberdir. Dolayısıyla, (.......) ise mübteda konumundadır.

Yani, “Onları uyarman ya da uyarmaman onlar için birdir.” Cümlenin tümü ise, (.......) edatının ya da harfinin haberidir. Ancak burada, hep haber olmakla birlikte fiilden de haber olması câiz görülmüştür. Bunun böyle değerlendirilmiş olması, bunun mehcur cümle ya da kelâm türünden olarak değerlendirilmesindendir.

Yani, işin lâfız yönünün değerlendirilmeyip durumun gereği açısından manaya önem verilmesidir. Kısaca burada denmek istenen husus şudur:

Eğer fiilin lâfzına bakılarak bunun lâfzı bakılarak zahirin gerektirdiği, yani olması gereken mana zahire göre muteber kabul edilirse, bu takdirde bunun bu kelimeden haber olması söz konusu değildir, çünkü olamaz yani mümtenidir. Ancak burada lâfzın gerektirdiği mana terk edilerek, failine muzaf (tamlarıan) bir mastar kelimeye tevil olunmuş oldu. İşte demek istenen budur.

Yine âyette yer alan ve bir soru edatı olan, “hemze” ile (.......) mücerred (yani soyut) anlamda “İstiva” (eşitlik) manasındadır. Her ikisinden de doğrudan soru edatı olma manası çıkarılıp atılmıştır. Artık burada bir soru söz konusu değildir. Ancak nahiv (Arap dili) bilginlerinden İmâm-ı Sîbeveyh, bu yine istifham (soru) edatı olarak cereyan etmiştir ki, bu tıpkı aşağıdaki şu ifadede bir ünlem (nida) harfi olarak geçmesi gibidir:

(.......) İşte burada altı çizili kelimenin başında yer alan, “hemze” ile yukarıdaki aynıdır. Kısaca demek istiyor ki, burada cümle içerisinde geçerken sanki bir soru edatı imiş gibi yer aldı. Fakat aslında bu, böyle gelmekle beraber soru edatı değildir. Nitekim, bizim verdiğimiz şiir misalde de bir ünlem (nida) konumunda gelmiş olmasına rağmen nida (yani ünlem) değildir.

İmar: İnsanları ma'siyetlerden ve günahlardan menetmek suretiyle Allah'ın azâbıyla onları korkutmaktır.

Yine de inanmazlar. “Bu cümle, kendisinden önceki cümleyi teyit ve te'kid eden bir cümledir. Ya da bu, (.......) edatının haberidir. Bundan önceki cümle de muterize (parantez) cümlesidir. Ya da haberden sonra ikinci bir haberdir.

Bunların küfürlerinde ısrar ettikleri kesin bilinmesine rağmen uyarmadaki hikmet, karşılarına hüccet ve kanıtla dikilmek içindir. Bir de risâlet görevinin evrensel olduğunu bildirmek ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in sevap kazanmasını sağlamaktır.

7

Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de bir tür perde çekilmiştir. Onlar için pek şiddetli ve acıklı bir azap vardır.

“Allah onların kalplerini,... mühürlemiştir.” İmâm Zeccâc bu hususta diyor ki: “hatm; örtmek, bürümek anlamındadır. Çünkü vesika olarak hazırlarıan bir şey mühürlenerek üstü kapatılır ki, içindeki şeylere ilgilisi dışında kimse vakıf olmasın istenir.”

İbn Abbâs (radıyallahü anh) ise şöyle diyor: “Allah onların kalplerinin üzerini mühürleyip damgalanısür. Bu itibarla onlar hayrın ve iyiliğin ne olduğunu akletmez ve anlamazlar.”

Yani Allah onların kalplerini damgalayıp mühürlemiştir. Öylene bir damgalanıştır ki, artık bundan böyle onda var olan küfür ondan çıkıp ya da ayrılıp gitmeyecektir. Aynı zamanda aslında kendisinde bulunmayan îman olayı da içine girmeyecektir.

Yani îman denen olay onda yer etmeyecektir.

Kısaca hatm ve tab', bize göre yani Ehl-i sünnet açısından kulun göğsünde (kalbinde) bir zulmetin, kararmışliğin ve darliğin, sıkıntının meydana gelmesidir. Kulun kalbinde zulmet denen bu karanlık var olduğu müddetçe o kimse îman etmez, edemez.

Mu'tezile mezhebine göre, Melekler tarafından ancak bilinebilen ve tanınmalarını sağlayan ve kişilerin kalpleri üzerinde yer alan bir takım özel işaretler olup, böylece melekler onların kâfir olduklarını tanırlar ve onlara hep lânet okurlar, onlar için asla hayır duasında bulunmazlar.

Kimi alimlere göre, mühürleme ve damgalana işinin Allah'a isnadı mecazîdir. Aslında mühürleyen veya damgalayan gerçek manasında kâfir olanlardır. Ancak bunu takdir etmesi ve böyle bir imkanı meydana getirmesi bakımından bu mühürleme ya da damgalana işi, yüce Allah'a isnad olunmuştur. Tıpkı fiilin sebebe isnadı gibi. Meselâ; emir (devlet başkanı ya da yetkili), şehri bina etti. Halbuki emilin kendisi bu işi yapmaz, ancak o yaptırır. İşte burada böyle bir mana bulunmaktadır.

Çünkü fiilin değişik değerlendirilmeleri olabilir. Meselâ, faile, mef'ûlü bihe, masdara, zaman ve mekân isimlerine ve müsebbebun lehe isnadı gibi. Fiilin faile isnadı gerçek anlamdadır yani hakikattir. Ancak bazen adım saydığımız şeylere de mecâzî manada isnat olunabilir. Çünkü bazen fâil fiilin işini yüklenmekle ona benzerlik gösterebilir. Tıpkı adamm cesaret bakımından Aslarıa benzetilmesi gibi ki, bu onun müstear ismi olmuş olur. Ancak bu anlattığımız husus da “halku'l-ef'al” konusunun bir yönüne dahildir.

Ve kulaklarını da mühürlemiştir.” Âyetin aslında kulak, tekil olarak zikredilmiş, yani “kulaklar” değil, “kulak” ifadesi geçiyor. Tıpkı şu ifade gibi:

“Midenizin bir kısmını doldurun ki afiyette olasınız.”

Yani mide ifadesi çoğul olarak zikredilmemiştir. Çünkü meselenin birbirine karıştırılmaması istenmiştir. Zira, (.......) kelimesi aslında masdar, yani kök fiildir. Kelime, (.......). Dolayısıyla bir kelime cemilenemez, çoğul yapılamaz. Çünkü bu cins isimdir. Hem az ve hem çoğa kullanılır. Bu tür kelimelerin ayrıca tesniyesinin (ikil hâlinin) ve çoğulunun yapılmasına gerek yoktur. Böylece kelimenin aslına işaret etmiş oluyor.

Diğer bir görüşe göre burada muzaf olan kelime mahzûftur. Bu da, (.......) işitme yerlerine (organlarına), demektir. Bir de bu, çoğul olarak, (.......) diye de okunmuştur.

Gözlerine de bir tür perde çekilmiştir.” Haber ve mübteda olmak üzere merfûdur.

Basar: Gözdeki nur ve aydınlık, ışık demektir.

Yani, görenlerin görme aracı ve vasıtasıdır. Nitekim, basiret de, kalbin nuru ve aydınliğidır, kalp gözüdür. Ki bu sayede insan uzağı görebilir ve düşünebilir. Her ikisi de yüce Allah'ın yarattığı iki lâtif cevher olup her ikisinin de görmek ve kalp gözüyle de uzağı görmek için iki aleti bulunmaktadır.

(.......) kelimesi perde ve örtü manasındadır. (.......) kalıbında gelmiştir ve fiil olarak manası örtmek, kapatmak demektir. Bu kökten gelen kelimeler, Meselâ, (.......) veya (.......) gibi kelimeler bir şeyi tümüyle, örtmek, kapsamak, üzerine geçirmek anlamlarını kapsarlar. Kısaca, (.......) kalıbındaki kelimelerin hemen tümü böyledir.

“Kulaklar” mühürlenme, damgalanma hükmüne tâbıdırler, yoksa gözlerde olduğu gibi perdelenme hükmüne değil. Çünkü bir başka âyette bunun böyle olduğu gerçeği açık olarak beyan edilmiştir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Kulağını ve kalbini mühürledi, gözünün üstüne de perde çekmiştir.” Casiye, 23.

Bir de kırâat esnasında vakfedilirken (yani durulduğunda) (.......) üzerinde değil de, (.......) kelimesi üzerinde vakfedilmektedir (yani durulmaktadır). Bu da, “kulaklar” ifadesinin bir öncesine yani mühürlenme manasına tabi olduğunu ve örtülü olma manasına tabi bulunmadığım gösterir. Burada (.......) kelimesini sadece mufaddal, bir (.......) fiilinin izmariyle (gizli) ve metinde yer almayan (.......) fiiliyle mensûb olarak okumuştur.

Bir de, (.......) derken, cer edatı olan, (.......) harfinin tekrar edilmesi iki'yerde mühürlemenin şiddetinin delili olduğunu gösterir. Nitekim, Ebû Mansûr Muhammed b. Ali b. İbrâhîm Mâturîdî diyor ki:

“Kâfirler hak olan sözü dinlememiş ve sonradan yaratıldıklarına dair var olan eserlere bakıp, gerek bizzat kendi üzerinden ve gerekse diğer yaratıklardan bir ibret bakışıyla bakmamış ve görmemiştir. Çünkü bu gözle bakıp görseydi ve hak sözü dinlemiş olsaydı, mutlaka bu kainatın bir ustasının, sanatkârının ya da yaratıcısının olduğunu bilirdi. Fakat o âdeta gözleri ve kulakları üzerine bir perde germiş gibidir. Gerçi hakikatte böyle bir perde var değil ama, o böyle davranıyor.”

İmâm-ı Mâturîdî'nin bu ifadesinden yola çıkarak onun kulakları da tıpkı gözlerde olduğu gibi, “perdelenme” ile değerlendirmiştir.

Bu âyet, en doğru olan ifadesiyle bizim yani Ehl-i sünnet'in lehine ve fakat Mu'tezile'nin ise aleyhine bir hüccet yani delildir.. Çünkü yüce Allah, “Onların kalplerini mühürlediğini bildirmiştir.” Hiç şüphesiz onların hatmi (yani mühürlenme olayını) terk etmeleri onlar adına çok daha yerindedir.

Onlar için pek şiddetli ve acıklı bir azap vardır. “Azap kelimesi tıpkı (.......) kelimesine benzer ki, hem bina yani temel fiillerinin temeli açısından ve hem mana bakımından denktirler. Nitekim, birini herhangi bir şeyden uzak tutunca, “Kişiyi o şeyden men etti ona onu yaptırtmadı. “denir ki, bu manadadır. İşte bu bakımdan,(.......) da aynı manayı taşır.

(.......) ile (.......) arasındaki fark ise şöyledir: (.......) kelimesi, hakir ve aşağılık kelimesinin karşıtı ya da zıddıdır.

(.......) ise, (.......) yani küçüğün karşıtıdır. Bu açıdan nasıl ki, hakir (aşağılık) kelimesi sağir (küçük) kelimesinden daha düşük ve alt bir anlam ifade ediyorsa, (.......) kelimesi de mana bakımından,;,(.......) kelimesinden manaca üstündür. Her iki kelime de hem bizzat cisim olan varlıklar için kullanılırlar ve hem mana açısından ayrıca değerlendirilirler. Kısaca hepsi için bu iki kelime kullanılmaktadır.

Meselâ; (.......). “Büyük ve üstün bir adam.” Denilir ki, bu ifade ile ya o adamın iri cüsseli olduğunu demek istersin veya oldukça tehlikeli biri olduğunu anlatmak istersin.

Yani, her iki manaya da tefsirlerıabilmektedir.

Yine âyetteki (.......) kelimesiyle (.......) kelimelerinin nekra olarak gelmeleri şu bakımdandır. Onların gözleri üzerinde öyle bir perde çekilmiştir ki, insanlar onu bilemezler, o oldukça farklı bir perdedir. Bu, Allah'ın âyetlerini görmeme örtüşüdür ya da perdesidir. Yine bunlar için o, oldukça büyük elemler, acılar arasında öyle bir acıklı azap türü vardır ki, onun künhünü, ne olup olmadığım yüce Allah'tan başkası bilemez.

8

İnsanlardan öyleleri de vardır ki, îman etmedikleri hâlde “Allah'a ve âhiret gününe inandık.” derler.”

İnsanlardan öyleleri de vardır ki, Allah'a ve âhiret gününe, inandık, derler....” Yüce Allah bu sûrede önce, Allah için dinlerinde samimi ve ihlâs sâhibi olanları anlattı. Bunlar özleriyle dışları aynı olan, gönüllerinin demek istediğim dilleriyle de söyleyen kimselerdir.

Daha sonra yüce Rabbimiz ikinci olarak inkârcıları, yani kâfirleri ele aldı, onların durumlarını bildi ki, bunlar da inkârcılık bakımından özleriyle dışları aynı olan, inkârcılıklarında dobra dobra olan kimselerdir. Kâfirliklerinde yamukluk göstermezler.

Üçüncü olarak da münâfıkları gündeme getirdi. Bunlar ağızlarıyla-dilleriyle inandık deyip de, kalpleriyle içtenlikle îman etmemiş olan yamuk ve ikiyüzlü kimselerdir. İşte bunlar kâfirlerin ya da inkârcı olanların en iğrenç ve en korkulacak olan tipleridir. Çünkü bunlar kâfirliklerinin yanında bir de küfürlerine istihzayı, alaycıliği ve inadı kanştıranlardır. Mü'minlerle eğlenip oyun oynayan kimselerdir. Bunun için bunların haklarında şu âyet nâzil olmuştur.

“Hiç şüphesiz münâfıklar cehennemin en alt tabakasında (katındadırlar).” Nisa, 145.

Tâbiîn büyüklerinden İmâm Mücahid diyor ki: “Sûrenin başından dört âyet mü'minlerin özelliklerini ele alıyor. Sonraki iki âyet de kâfirlerin durumlarını anlatıyor. Bu âyetleri izleyen on üç âyet ise, münâfık denilen iki yüzlü kimselerin durumlarını zikrediyor. Bu on üç âyette onların hile ve tuzaklarından, iğrençliklerinden, aşağılık bunak ve ahmak kimseler olduklarından, câhilliklerinden, onlarla alay edileceğinden ve yaptıkları işlerinin yanlışliğindan ve hiç olduğundan söz etmenin yanında, azgmlıkları ve sapkmlıklarının tescil edilmiş olmasından, şaşkınlık, dalgınlık ve körlüklerinden, bu özelliklerinin tescilinden söz ediyor. Rabbimiz bu âyetlerinde onları sağır, dilsiz ve körler olarak seslenip adlandınyor. Kısaca bu ikiyüzlü münâfıkları aşağılık ve iğrenç örneklerle tanıtıyor.

Münâfıklarla ilgili bu kıssa (hikâye ve anlatım) başından sonuna kadar kâfirler dediğimiz inkârcılar üzerine ma'tûftur. Nitekim, her bir cümle de yine birbirleri üzerine atfedilmişlerdir.

(.......) kelimesi aslında, (.......) şeklindedir. Ancak kelimenin başındaki (.......) hemze, hafiflensin, okuyuşta bir sıkıntı vermesin diye hazfedilmiştir (kaldırılmıştır). Hemze harfinin lâm-ı tarif ile (belirtme takısıyla) birlikte hazfi (kaldırılması) âdeta gerekli gibidir. Neredeyse hiçbir şekilde, (.......) denmemiştir. Bunun aslının böyle olduğunun delili da, (.......) ve (.......) kelimeleridir. Bu isimle isimlendirilmeleri, insanın görülmesi sebebiyledir. Nitekim cinler tarafımızdan görülemediklerinden dolayanlara cin (gizlenen, görülemeyen) ismi verilmiştir. (.......) kelimesi (.......) vezninde bir kelimedir. Çünkü kalıplar asıllarına göre ifade olunurlar. Meselâ, “ki” kelimesinin ölçüsü ya da kalıbı, (.......) dır. Halbuki burada gördüğün gibi sadece kelimenin ortası (yani aynel fiili) olan (.......) harfi kalmıştır. Baştaki ve sondaki harf yer almamıştır.

(.......) kelimesi cemi' (çoğul) sayıları isimlerdendir. Başındaki harfi tarif denilen (.......) ise cins manasındadır.

Yani insan cinsi demektir. Âyette yer alan, (.......) ise, Mevsûfe (nitelenendir) ve nekradır. (.......) fiili de bunu sıfatıdır. Sanki şöyle denilir gibidir:

“İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki, şöyle derler:”

Yine bu âyette özellikle “Allah'a ve âhiret gününe îman” ifadesi yer almıştır, çünkü âhiret vaktinin bir sının, haddi (Hûdudu) yoktur. O öyle sürekli bir ebediyettir ki, sonu gelmez.

Bir de buna, “âhiret” denmesinin sebebi; şu geçici dünya hayatının bitiminden sonra gelecek olmasıdır, yani dünya hayatından sonra geleceğinden ötürü bu ad verilmiştir. Ya da bu sınırlı zaman ya da vakit, ölülerin yerlerinden diriltilerek başlayacağı andan itibâren cennet ehlinin cennete ve cehennem ehlinin de cehenneme girmelerine kadar olan süredir.

Çünkü o münâfıklar bu hususta vehme kapıldılar. Böylece işin başından ve sonundan olmak üzere bu ikisini ifadelerinde ele alarak îman etmenin her iki tarafım da işin içine katınış oldular. Çünkü bilindiği gibi akait ya da îman ile alâkalı meseleler, esas bakımından işin mebdeini, (baştan itibâren ele alınmasını) gerektirir. Bu meseleler de şunlardır:

Bu kainatın sanii (yaratıcısı) olan Allah'ı, sıfat ve isimlerini bilmek ve tanımaktır. Mead; yani âhiret hayatıyla ilgili hususları bilmektir. Mead ile alâkalı şeyler de; ikinci sur üfürülme vaktinden itibâren kabirlerden yeniden dirilip kalkmak, sırat, mizan ve âhiret hayatıyla ilgili diğer şeyleri bilmekten geçer.

Âyetin, (.......) kelimelerinde yer alan ve tekrarlarıan (.......) cer edatının tekrarlarıış'sebebi, şu noktaya işaret ve dikkat çekmek içindir. Bu münâfıklar imanın her iki konusundaki iddialarında sağlıklı ve mükemmel, sağlam bir îman üzere bulundukları iddiasını dile getiriyorlar, böyle bir iddia ile ortaya çıkıyorlar.

Bir de, onların ifadelerim, “Halbuki onlar îman etmiş değillerdir.” ifadesiyle mutabık hale getirdi. Zaten bu, failin durumuyla ilgilidir, fiil ile değil.

Yani, burada kullanılan ve kelime olarak ism-i fâil olan (.......) ifadesini açıklamaktır. Kısaca onlardan îman denen olayın söz konusu olmadığını belirtmektir.

Münâfıkların, “Allah'a ve âhiret gününe inandık.” sözlerine gelince, bu da fiilin durumunu açıklamaya yöneliktir, yani bu tür bir fiilin muhakkak olarak onlardan sadır olacağı ya da çıkacağını açıklamak içindir, yoksa failin değil. Çünkü, münâfıklar her ortamda Allah'a ve âhirete îman ettiklerini hep söyleyeceklerdir ve böyle bir ifadenin onlar tarafından söyleneceği de muhakkaktır.

Kaldı ki; burada asıl demek istenen şey, savundukları ya da iddiasına kalkıştıkları şeyleri inkâr etmek, kabul etmemek ve en net ve mübalağalı bir tarzda nefyetmektir, bu nefyi ya da inkârı pekiştirmektir. Bu ise, bunların bizzat inananlardan oluşan bir taife ya da grup olmadıklarını, bu anlamın içinden çıkarmaktır. Nitekim bunun benzeri, Rabb'imizin şu âyetinde de belirtilmektedir; yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Ateşten çıkmak isterler ve fakat onlar oradan çıkacak değillerdir.” Mâide, 37.

İşte bu âyetteki, (.......) ifadesi yani, “Ve fakat onlar oradan çıkacak değillerdir.” sözü, “Ve oradan çıkamazlar.” demekten daha mübalağalı ve etkin bir ifadedir.

Yani fâil (ism-i fâil) olarak, (.......) kelimesi, fiil olarak (.......) kelimesinden daha kesin bir mana anlatır.

“Îman” olayım ikinci ifadede, inanılacak şeyleri zikretmeksizin mutlak olarak Rabbimiz zikretmiştir. Halbuki ilk ifadede bu, kayda bağlanmıştı. Kaldı ki; bununla takyidin de murat olunma ihtimali vardır. Dolayısıyla önce zikredilen ifade buna da delâlet etmesi bakımından burada kayıtlamayı terk etmiştir.

Ayrıca burada imanlarının olmadığını anlatmak, yani aslında mü’min olmadıklarını belirtmekle ilk başta zikredileni de reddetmek ve böyle bir durumun var olmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü, bu mananın içinde zaten o da yer almış oluyor. Kısaca mutlak anlamda bir imanın varlığından söz edilmediğine göre, mukayyed manadaki bir imanın olmayışından öncelikle söz edilmeyi gerektirir. O da içerik bakımından mutlak manadaki imansızlık içinde yer alır.

Âyet aynı zamanda Kerramiye Mezhebinin inançlarını da reddetmektedir. Çünkü Kerramiye Mezhebinin inançlarına göre îman, sadece dil ile ikrardan ibârettir. Zira onlarda imanın ikran olduğu hâlde onlardaki îman etme ismini reddetmektedir. Bu âyet Ehl-i sünnetin inancını ve görüşünü desteklemektedir. Ehl-i sünnet inancına göre îman: “Dil ile ikrar ve kalb ile tasdik” ten ibârettir.

Bir de, (.......) nm haberine (.......) harfinin gelmesi, reddi ve nefyi te'kid etmek içindir. Çünkü böylece eğer dinleyen ya da duyan kimse sözün başından gaflete düşer, aymaz bir tavır takınırsa, bununla, o kimselere inkârcılıkları yüzünden bir delil ya da delil gösterilmiş olur.

(.......) kelimesi ya da edatı lâfız bakımından tekil (yani müfret) bir kelimedir. Mana bakımından ise cemi' (çoğuldur). İşte bu açıdan, (.......) fiili müfret olarak gelmiştir. (.......) edatının müfret olan lâfzı esas alınmıştır. “Onlar îman etmiş değiller.” cümlesi, (.......) edatının çoğul olan manası göz önünde tutularak da çoğul olarak gelmiştir.

9

Onlar akıllarınca güya Allah'ı ve mü'minleri aldatıyor sanırlar. Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da yine de farkında olmazlar.

Allah'ı aldatıyorlar.” Burada aslında muzaf (tamlarıan) mahzûftur. Bu da, “elçi” kelimesidir ve (.......) demektir ki mana, “Allah'ın Rasûlünü aldatıyorlar (aldatırlar)demektir. Bu tıpkı şu âyetteki ifade gibidir:

Kasabaya sor.” Yûsuf, 82.

Halbuki burada demek istenen “Kasabaya” değil, “Kasaba halkına sor” demektir. İşte burada, muzaf (yani tamlarıan olan) “halk” kelimesi mahzûftur. Nitekim, Ebû Ali Farisî Hasen b. Ahmed b. Abdulgaffar (rahmetüllahi aleyh) ve başkalan da böyle söylemişlerdir.

(.......) kelimesi; asıl içlerinde gizlediklerinin aksini açıklamak, demektir. (.......) kelimesi ise, “Onlar içlerindekinin aksini dışa gösteriyorlar. “manasındadır. Çünkü (.......) kelimesi, kişinin esas itibariyle içinde gizlediğinin aksini dışa vurması, açıklaması demektir. Yüce Allah, Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yerini yüceltmiştir. Çünkü peygamberini aldatıp tuzağa düşürmek isteyenleri tıpkı kendisini aldatmak isteyenler olarak değerlendirmiştir. Zira âyette görüldüğü gibi muzaf zikredilmemiştir. İşte bu, tıpkı şu âyetteki ifadeye benzer bir ifadedir. Yüce Mevlâmız şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak ki, sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir.” Fetih, 10.

Bu âyete dikkat olunduğunda, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile biat eden bir kimse tıpkı Allah ile biat etmiş gibidir. Çünkü Allah böyle değerlendirmektedir. Biat olabilmesi için de mutlaka kendisiyle biat yapılabilen gerçek bir araca gerek vardır. İşte bu biat aracı eldir. Dolayısıyla Resûlüllahın eli onların elleri üzerindedir. Rabbimiz, Rasûlünün elini tıpkı kendi eli olarak değerlendiriyor ve bu âyette buna işaret ediyor. Ancak Allah cisimden münezzehtir. Detaylar için ilgili kaynaklara bakılabilir.

İşte burada tefsirini yaptığımız bu âyet de aynen örnek olarak verdiğimiz âyetteki gibidir.

Bir diğer tefsir olarak da denilmiş ki; “Onlar, kendi iddialarına göre Allah'ı aldattıklarını sanırlar. Çünkü bu münâfıklar, Allah da gerçekten tıpkı diğer aldatıları kimseler gibi aldanır zannediyorlar.”

Aslında bu örnek, yani (.......) ya da aldatma olayı çoğunlukla iki kimsenin müşareketi (birlikteliği, işbirliği) dışındakiler için söz konusudur.

Meselâ, “Hırsıza cezâ verdim, işkence ettim. “gibi. Kısaca mufaale babmın binası çoğunlukla tek kişinin üstünlüğündeki müşarekete dayanır.

Bu âyet, (.......) olarak okunduğu gibi, aynı zamanda, (.......) olarak da okunmuştur. Bu da, (.......) fiilini beyan (açıklamak) içindir. Ya da bu, başlı başına bağımsız yeni bir cümledir. Sanki burada şöyle bir soru yer alır gibidir:

“Neden inanmadıkları hâlde yalan yere inandıklarını iddia ediyorlar? Onların bundan çıkarları nedir?” Buna şöyle cevap veriliyor:

“Allah'ı aldatıyorlar.” onların bundan çıkarları şudur; Müslümanların münâfıklar dışındaki kâfirlerle savaşmaları hâlinde münâfıklara dokunmamaları, Müslümanların onları affetmesi, kendileri için İslâm hükümlerinin uygulanması, savaş ganimetlerinden pay almaları vb. gibi yararlar ya da çıkarlar...

Kur'ân'daki durak (vakf) konulannı ele alan, “el-Vukuf ya da “el-Kitabu'l-Ferid fi İ'rabi'il-Kur'ân'il-Mecid” adlı eserin yazan diyor ki: (.......) kelimesi üzerinde vakfetmek (durmak) lâzımdır. Mutlaka durulmalıdır. Eğer durmayıp sonraki âyete hemen geçilirse, yani vasl yapılırsa bu durumda şöyle bir mana ortaya çıkar:

(.......)

Yani: “Onlar aldatan, hile yapıp tuzak kuran mü'minler değiller.” olur ki, böylece münâfıkların asıl mü'min olmadıkları niteliği ortadan kalkmış olur ve yanlış bir mana çıkar.

Bu, âdeta şu örnekteki gibi bir durum gösterir: (.......) gibi. Bunun manası: “Oyalancı bir adam değildir.” Halbuki biz'adamın yalancıliğim özellikle ortaya koymaya çalışırken böyle bir yanlışa girmek gerçekten büyük bir tehlike gösterir. Kaldı ki, üzerinde durup tefsirini yaptığımız âyette, Onların imansız olduklarını veya îman etmemiş olduklarını vurgulamaktır. Bir de bunların düzenbaz, hileci ve aldatan kimseler olduklarını ortaya koymaktır.”

Bir de, (.......) fiilindeki zamîrden ötürü, (.......) kelimesini hâl olarak ve bundaki amili de (.......) fiilini kabul edenlere göre, bu durumda mana şöyle olur: “Allah'a, aldatanlar olarak îman ettik.”

Eğer böyle değil de, (.......) kelimesindeki zamîrden hâl olarak alınır ve bunda da amil olarak ism-i fâil kabul edilirse, böyle diyenlere göre mana şöyle olur:

“Onlar aldatanlar, hile ve tuzak kuranlar oldukları hâlde inanmış olmazlar.”

İşte bu manalarda değerlendirildiğinde artık (.......) üzerinde vakfa (durmaya) gerek kalmaz. Ancak doğru olanı ilk görüştür, bu bakımdan vakfedilmesi daha uygundur.

Ve mü'minleri (îman edenleri)

Yani; “Güya inandıklarını açıklayarak ve inkârcılıklarını gizleyerek Resûlüllahnü ve mü'minleri aldatıyorlar.”

Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar.”

Yani hile ve desiseye saparak bu tür kimselerin yapageldikleri yollara başvurmaları sonucu olabilecek şeyler bizzat kendilerinin tuzağa düşürülmesi ve aldatılmasıdır. Çünkü sonuçta bundan zarar görecek olanlar yine kendileri olacaktır. Aldatmalarının ürünü nihayet kendilerine dönecektir ki bu, onların âhirette azap görmeleridir. İşte onlar âdeta bu halleriyle kendilerini aldatıp tuzağa düşürmüş kimselerdir.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr, Nafı ve Abdullah b. Kesir, baş tarafıyla mutabakat sağlasın diye, (.......) olarak okumuşlardır. Ancak diğer kırâat imâmlarının bunlara karşı delili (ya da gerekçeleri) şöyledir: Kelime ister üçlü baplardan (yani üç harfli basit fiillerden) olarak (.......) olsun, ister mufaale babından olsun burada her ikisinin de manası birdir. Dolayısıyla öyle veya böyle okumakta bir sakınca yoktur.

Nefs: Bir şeyin kendisi, aslı ve hakikati manasındadır. Daha sonra bu kelime, “kalp ve ruh” için de kullanılır oldu.

Yani onlara da “nefs” denmeye başlandı. Çünkü zaten nefs, bu ikisi ile (yani kalp ve ruh ile) vardır. Nitekim “kan” için de nefs ifadesi kullanılır olmuştur. Çünkü nefsin ayakta kalabilmesi kan sayesindedir. Hatta insanın aşırı ihtiyaç duyduğu ve onsuz yaşayamayacağı bir şey olan suya da nefs denmiştir.

Bu âyette geçen, (.......) ten murat, burada, bizzat insanların kendileridirler. Dolayısıyla, “Bizzat kendilerini aldatırlar. “ın manası:

“Aldatma olayı onların içinde ve onlardan ayrılmayan, kendilerine yapışmış bir şeydir. Onlardan başkasına geçmez.”

Fakat bunlar, aldatmalarının sonucunda doğacak ve kendilerine dönecek olan şeyin, “.... yine de farkında olmazlar.”

Şuur: Bir şeyi his ve duygularla bilip anlamak, sezmek ve farkına varabilmek demektir. Bu da, (.......) dan alınmadır. (.......) ise, bedene-tene değen ya da temas eden giysi demektir. “İnsanın meşairi” denince, insanın duyu organları demektir. Çünkü bu duyular algılamanın ya da sezginin aletleri veya araçlarıdırlar. Bunun manası da şöyledir:

“Bunun zararı da tıpkı duyu organlarıyla hissedilip anlaşıldığı gibi bizzat bu kimselere dokunacaktır, onlara ulaşacaktır. Ancak bunlar sürekli gaflet içinde olduklarından ve aymazlıkları sebebiyle âdeta hissiz ve duygusuz kimseler gibi olacaktır.”

10

Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah hastalıklarını daha da artırmıştır. Israrlı yalan söylemeleri sebebiyle onlar için acıklı bir azap vardır.

Onların kalplerinde bir hastalık vardır.”

Yani şek, şüphe ve nifak vardır. Çünkü şek; İki durum ya da şer arasında tereddüt etmek ve kararsız olmaktır. Nitekim münâfık denilen kimse de bu manada hep tereddüt içindedir, huzursuz ve rahatsızdır. Nitekim, bir hadislerinde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Münâfık kimsenin durumu âdeta iki koyun sürüsü arasındaki şaşkın koyun gibidir. Bir o sürüye gidip kâtilır, bir bu sürüye gelip kâtilır.” 416 Müslim, K. Münâfık; H. No. 2784-17. Ahmed, Musned; 2/32,47. Nesai, 8/124.

Nitekim hasta olan kişi de yaşam ile ölüm arasında mütereddittir, gider gelir. Bilindiği gibi hastalık, sağliğin zıddıdır. Fesat da sıhhatin yani sağlıklı ve düzenli olmanın karşıtıdır. Dolayısıyla maraz (yani hastalık) her fesâdın, bozulmanın ve sağlıksızliğin ismi olduğu gibi şek ve nifak da kalpte meydana gelen bir bozulma ve sağlıksızlıktır.

Allah da hastalıklarını daha da arttırmıştır.”

Yani giderek güçsüzleştirdi, iyileşme ve kurtuluş imkanı bırakmadı, iktidarı ve takati kalmadı.

Bir tefsir de şöyle yapılmıştır: Hayatta kaldığı sürece benzerlerim yaratması gibi nifak denen şeyi onda yaratıp var ermesidir. Nitekim imanın artması meselesinde bu gerçek bilinmektedir. İşte bu da aynen onun gibidir.

Israrlı yalan söylemeleri sebebiyle onlar için acıklı bir azap vardır.” Buradaki, (.......) kelimesi, .(.......) ölçüsünde olup (.......) anlammda ism-i fâildir. “Acıklı, incitici” demektir.

Kûfe kırâat okulu mensupları, (.......) olarak okumuşlardır.

Yani bunlar, daha önce geçen, Allah'a ve âhiret gününe îman ettik sözlerinde hep yalan söylüyorlar.” demektir. (.......) edatı başında geldiği, (.......) fiiliyle birlikte mastar manasındadır.

Kizb: Olması gerekenin aksine bir şeylerden haber vermektir. Doğruyu ve gerçeği değiştirerek farklı şekilde bildirmektir (yani söylemektir).

Kûfe kırâat okulu dışında kalanlar ise bu kelimeyi, (.......) şeklinde kırâat etmişlerdir. Bunun da anlamı şöyledir:

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in getirip haber verdikleri şeyleri yalanlamaları yüzünden.” Bir diğer tefsire göre de; Bu, nasıl ki doğruyu söylemede aşırıya, mübalağaya gidiliyorsa, yalan söylemede de mübalağaya, aşırıya kaçmak ve abartmak, demektir.

Yani (.......) ve (.......) fiillerindeki mana gibi. Bu iki fiilin benzeri, (.......) ve (.......)dir.

11

Ne zaman onlara: “Yeryüzünde bozgunculuk (fesat) çıkarmayın.” denilse, onlar: “Biz ancak ıslah edicileriz (düzeni sağlayanlarız).” derler.

Bu âyet, (.......) üzerine ma'tûf olduğu gibi, (.......) üzerıne de atfi câizdir. Birincisine ma'tûf olması hâlinde eğer sen, (.......)

Yani onlara: “İnsanlardan kimileri de vardır ki kendilerine: (.......) denilse...” olarak mana verilmiş olsa bu doğru bir mana olur.

Fesat: Bir şeyin doğru olan durumundan çıkması ve bundan fayda elde olunması ve yararlarıılmasıdır. Bunun karşıtı ya da zıddı ise “Salâh “tır. Bu ise yararlı ve doğru olan hâl üzere bulunmaktır.

“Yeryüzünde fesat çıkarma (bozgunculuk etme).” demek, savaş ve fitnelere neden olmak, anarşi çıkarmak demektir. Çünkü, bu gibi durumlarda yeryüzünde huzursuzluk, dalgalanmalar, öldürme ve tehdit olayları, can ve mal güvenliğinin ortadan kaldırılması söz konusudur.

İnsanlar doğru (dürüst) bir hayat yaşamaktan uzaktırlar. Elde edilen ürünler, ziraat, dinî ve dünyevî menfaatlerin sarsılması gibi olaylar. İşte bunlar ikiyüzlü diye isimlendirdiğimiz münâfıkların ortaya çıkardığı düzensizliklerdir, anarşidir ve huzursuzluktur. Çünkü bunlar kâfirlerden yana tavır ortaya koyarlar. Müslümanlara âit: sırları kâfirlere aktararak onları Müslümanlar aleyhinde kışkırtırlar, Müslümanların üzerlerine saldırtırlar. İşte böyle bir durum Müslümanlar arasında kargaşaya ve huzursuzluğa kapı açar. Aralarında güven diye bir şey kalmaz.

Biz ancak ıslah edicileriz, derler.”

Yani mü'minler ile kâfirlerin arasım müdara yoluyla bulanlarız, düzeltenleriz.

Yani asıl ve gerçekten mü'min denilecek kimseler varsa o da bizleriz. Bu vasıf, samimi olarak ancak bizim için geçerlidir. Şu veya bu manada bizi lekeleyici ve şaibe altına sokacak bir durum bizde asla yoktur.

Burada böyle bir mânanın yer alması, (.......) kelimesinden dolayıdır. Çünkü bu kelime bir hükmü bir şey üzerinde var kabul etmeyi ifade eder ya da bir şeyin bir hükümde karar kılmasını sağlar.

Meselâ: “Giden sadece Zeyd'dir, başkası değil.” , gibi. Veyahut, “Ancak Zeyd yazar, başkası değil,” gibi. (.......) daki (.......) kelimesi “mâ-i kâffe” dir yani amel etmeyen ve amelden men olunan bir (.......)dır.

12

(Şunu aklınızdan çıkarmayın ve) iyi bilin ki, asıl düzeni bozup sarsanlar onların ta kendileridir. Fakat şuursuzluklarından ötürü bunun farkında olmazlar.

“Onlar bozguncudurlar.” burada mef'ûl bilindiği için hazf olunmuştur. (.......) kelimesi de mürekkep (bileşik) bir kelimedir. Soru edatı olan (.......) ile nefiy (olumsuzluk) harfi olan (.......) dan oluşmuştur. Bunun da nedeni, kendisinden sonrasının tahakkuku (gerçekleşmesi) amacıyla tenbih (uyarı) manasını, ya da dikkat çekme anlamını vermek içindir. Çünkü soru edatı olumsuzluk manası veren bir harfin başına geldiğinde tahkik manasım ifade eder. Meselâ; yüce Rabbimizin şu kavli (sözü) gibi:

Allah kâdir değil mi?” Kıyame, 40.

Bunun anlamı, Allah elbette kâdirdir.” demektir.

İşte bu gibi yerlerde tahkik (yani muhakkak) manasmm verilebilmesi için ancak bu harflerden ya da soru şeklindeki bir ifadeden sonra gelecek olan cümle, kendisiyle yemin telakki olunan benzer bir cümle ile başlamalıdır. Yüce Allah, onların kendilerini ıslah edicilerden, düzeni sağlayanlardan kabul etmelerini kesin ve net bir dille reddediyor.

Aynı zamanda onların büyük bir gazap ile karşı karşıya bulunduklarını delil olarak sunup gösteriyor. Buradaki mübalağa ya da aşırılık ya da abartı sadece istinaf (başlarıgıç ya da giriş) cümlesi olması bakımındandır, bir de (.......) ve (.......) deki te'kit, haberin ma'rife oluşu ve araya bir fasl zamîrinin girmesi bir de Rabbimizin, “Şuursuzluklarından ötürü bunun farkında olmazlar.” cümlesi. Bütün bunların ayrı ayrı değerlendirilmeleri hâlinde işin inceliği anlaşılmış olacaktır.

13

Onlara: “Şu halkın (insanların) îman ettikleri gibi siz de inanın.” denildiği zaman, onlar da: “Biz beyinsiz ve bunakların îman ettikleri gibi mi inanacakmışız, öyle mi?” derler. Şunu iyice bilin ki, onlar beyinsiz ahmakların ta kendileridir; ancak bunu bilmezler.

Onlara: (.......) denildiği zaman, onlar da: (.......) derler.” İşte burada onlara iki yönden öğüt verilmektedir.

Bunlardan ilki, halen üzerinde bulundukları ya da taşımakta oldukları inanç ve tavırlarının çirkin ve iğrenç olduğudur ki bunun doğru ve hak olandan uzak olduğu, sonuçta insanları fesâda götürdüğünün takbih edilmesi, yerilmesidir.

İkincisi de; kendilerine en doğru yolun hangisi olduğunun gösterilmesidir ki, bu da akıl sahiplerinin gittikleri yolda yürümek ve onlara tabi olmakla sağlanır.

Fakat onların bu teklife verdikleri cevap, hep cehaletlerinde ısrar etmeleri sebebiyle, o îman etmiş olanları akılsızlık, beyinsizlik ya da ahmaklıkla suçlamışlar, kendilerince onları aşağılamışlardır. İşte âyetin bu noktasında ilim sahiplerinin câhillerin elinden çektikleri ezâ ve cefâlar sebebiyle, onlara bir teselli yer almış bulunmaktadır.

Ayrıca burada, fiilin fiile isnadı doğru ve sahih olmamakla birlikte (.......) fiilinin, (.......) ve (.......) fiillerine isnadı sahihtir (doğrudur). Çünkü bu fiilin lâfzına bir isnaddır. Halbuki mümtenî olan yani uygun görülmeyen şey, fiilin lâfza değil fiilin manasına isnadıdır. Bu uygun değildir. Bu itibarla sanki şöyle denilir gibidir: “Onlara şu söz söylenince... “. Nitekim şu ifade de buna benzer bir ifadedir: “Onlar yalan bineğine bindiler.”

(.......) kelimesinde yer alan, (.......) harfi tıpkı (.......) daki (.......) gibi “mâ-i kâffe'“dir. Veya (.......) Tevbe, 25. âyetindeki yer alan, mastar mâ'sı gibidir.

(.......) kelimesindeki (.......) harf-i ta'rîfi ahd içindir, yani akılda var olan belli bir şeyi işaret etmektedir. Dolayısıyla bu şu demektir:

Tıpkı Resûlüllahın ve onunla birlikte îman etmiş olanların îman ettikleri gibi ...” Hazret-i Peygamberin yanında yer alan imanlı kimseler de, Abdullah b. Selâm ve taraftarlarıdır.

Yani arkadaşlarınızın ve kardeşlerinizin inandıkları gibi siz de gelin îman edin, manasındadır.

Ya da buradaki (.......) harfi cins içindir. Bu durumda mana şöyledir:

“İnsanlıkta kemâl ve olgunluk derecesine ulaşmış olanların inandıkları gibi...” Ya da sanki burası, bu ifade ile, “İnanmış olanları gerçek anlamda insan ve onların dışındakileri de hayvanlar olarak...” değerlendirmesidir.

(.......)deki (.......) harfi nasb mahallinde gelmiştir. Çünkü bu mahzûf bir mastarın sıfatıdır.

Yani, şu demektir: “Öyle bir îman ki tıpkı gerçek insanların imâm gibi bir îman.” Nitekim, (.......) da aynen böyledir.

(.......) daki istifham, yani soru edatı inkâr manasındadır.

(.......) kelimesindeki (.......) lâm harfi ile işaret edilmek istenenler, gerçek anlamdaki imanlı insanlardır ki, bunlar o münâfıklar tarafından aşağılarıan kimselerdir. Halbuki bunlar akıl ve olgunluk bakımından en üstün kimselerdir. Halbuki bu bunaklar, kendilerinin sürdürdükleri inanç ve tavırlarını hak olarak görmekteler, kendilerinin dışındakileri de batılda olduklarını kabul etmekteler. Şüphesiz kim batılı ve cehaleti binek edinirse sefih, aşağılık ve bunak bir kimse olur. Aklından zoru olanlardan olur ve hilm sâhibi kimselerden olmaz.

Şunu iyice bilin ki, onlar beyinsiz ahmakların ta kendileridir, ancak bunu bilmezler.” Evet, onlar bunakların, beyinsizlerin ta kendileridirler. Burada, “.... bilmezler” buyuruldu. Bundan önceki âyette de, “....farkında olmazlar, şuursuzdurlar.” denildi. Çünkü burada “sefeh” ten söz edilmiştir ki bu, cehildir, bilgisizliktir. Dolayısıyla cehaletin söz konusu edildiği bir yerde ona uygun olarak ilimden, yani bilmekten söz etmek daha yerindedir. Çünkü îman olayı delil ve delil ister, doğru teşhis ister, ki bu sayede delil ve kanıtları göz önünde tutan kimse bilgi kazanmış olsun.

Yeryüzünde fesat çıkarma, bozgunculuk meydana getirme, huzuru bozma olayına gelince bu, sıradan şeylere dayanan bir durumdur. Bu da âdeta duyularla algılarıabilen şeyler gibidir.

(.......) kelimesi, (.......) edatının haberidir. (.......) zamîri de fasl zamîridir. Veya, (.......) zamîri mübteda, (.......) kelimesi de, haberdir. (.......) ve ayrıca cümle ikisi birlikte (.......) nin haberidirler.

14

Bu münâfıklar inananlarla karşılaştıkları zaman, “Biz de îman ettik.” derler. Ancak şeytan tıynetindeki kendi liderleriyle baş başa kaldıklarında ise, “Hiç şüphesiz biz sizinle beraberiz, biz îman edenlerle sadece alay edip eğlenenleriz.” derler.

“Bu münâfıklar inananlarla karşılastıkları zaman, (.......) derler” . İmâm Ebû Hanîfe, bu âyeti, (.......) olarak okumuştur. Nitekim, birini ona yakın bir şekilde karşıladığın takdirde, (.......) ve (.......) denilir.

İlk âyet münâfıkların mezhebini ya da görüşlerini ve onların nifak durumlarını açıklamaktadır. Şimdi tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyet ise, müNâfikların mü'minlere karşı sergiledikleri tavır ve tutumlarını, alay ve eğlenme hallerini ele alıyor. Görünüşte sanki onların dostları imişler gibi onları karşılarlarken, aynı zamanda onlarla beraber hareket ettikleri ya da etmedikleri noktasını açmamaları, mübhem kalmaları bunu gösteriyor.

Ancak şeytan tıynetindeki kendi liderleriyle baş başa kaldıklarında ise...” Buradaki, (.......) kelimesi, (.......) ve (.......) cer edatlarıyla kullamlabilmektedir.

Meselâ: (.......) veyaOnunla baş başa kaldım.” demektir ki bu, bir kimse ile birebir baş başa olmak manasındadır. Ancak, (.......) edatıyla kullanılması daha çok mübalağalıdır. Çünkü (.......) edatı kullamlınca, “Başından sonuna kadar...” demek olur. Dolayısıyla bunun manası, “Müzminlerden ayrılıp tamamen ve baştan sona şeytan tıynetindeki (aynı görüşte oldukları) liderleriyle bire bir baş başa kaldıklarında...” olur. Aynı zamanda, (.......) fiilinin dat harfiyle “geçti” manasında olması da mümkündür.

“Şeytanları” ifadesinden kasıt; azgınlık ve sapkınlıklarında şeytanlara benzeyen, şeytanlaşan kimseler, demektir. Bunlar da Yahûdîlerdir.

İmâm-ı Sîbeveyh'e göre, (.......) kelimesindeki (.......) harfi kelimenin bünyesindendir, aslidir. Çünkü bu kelimenin fiil şekli pları, (.......) fiilinde (.......) harfi bulunmaktadır. Yine ondan gelen bir görüşe göre bu (.......) zâidedir. Eğer kelime, “uzak oldu.” anlamında ise, (.......) kelimesinden türemiş demektir. Çünkü şeytan salâhtan ve hayırdan uzaktır. Ya da kelime, (.......) harfiyle (.......) kelimesinden türetilmiştir. Bu da “bâtıl oldu.” manasına gelir. Nitekim şeytanın adlarından biri de Bâtıl'dır.

Hiç şüphesiz biz sizinle beraberiz.” Biz sizin dostlarınızız ve sizin inancmızdayız, sizin dininiz üzereyiz.

Dikkat edilecek olunursa bu âyette, mü'minlere hitapta bulunurlarken münâfıklar, “fiil cümlesiyle” durum anlatılıyor. Halbuki kendi şeytanlarıyla hitaplarında isim cümlesini kullanmışlardır. Hem de bu, (.......) ile de te'kit olunmuştur. Çünkü münâfıklar mü'minlerle olan konuşmalarında, kendilerinde îman denen şeyin var olduğunu söylemekle birlikte, îman konusunda tevhit ehli olduklarına ilişkin olarak bir şey söylemiyorlar. Bu da şu nedenlerden olabilir:

Ya bizzat kendileri buna uygun değiller, yani mü'minlerle aynı şeyi paylaşmamalarındandır. Çünkü bunlara akidelerinde herhangi bir muharrik (harekete geçiren, yönlendiren) bir sebep yoktur veya münâfıklar bunu te'kit ve mübalağa ifadeleriyle de söylemiş olsalar bile mü'minler tarafından doğru kabul edilmeyeceklerini bilmelerindendir. Bunlar Ensar ile Muhacirin'in tam ortasında bulunurlarken durumları bilindiği hâlde onların mü'minler olarak kabul görmesi hiç olacak şey mi? Fakat münâfıkların kendi yoldaşlarıyla hitapları, konuşma ve görüşmeleri bir arzu ve isteğin sonucudur. Onlar tarafından kabul görmektedirler. İşte bu, te'kit ve teyidin olması gereken yerdir.

Biz îman edenlerle sadece alay edip eğlenenlerız, derler.” Bu ifade, “Biz sizinle beraberiz.” görüşünü te'kit içindir. Çünkü bunun manası, Yahûdîlikte sebat edip kalmak, onda karar kılmaktır. Kaldı ki, “Biz îman edenlerle sadece alay edip eğlenenleriz.” ifadesi, İslâm'ı reddetmektir. Onların İslâm ile bir bağlarının olmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü herhangi bir şey ile alay eden, eğlenen kimse ya da kimseler, o şeyi hafife alıyor, küçümsüyor ve inkâr ediyor demektir. Onun varlığını reddetmektir, Bir şeyin zıddmı reddetmek demek, onun varlığını pekiştirmek manasındadır.

Veya bu bir başlarıgıç ya da giriş cümlesidir. Sanki münâfıkların yoldaşları, müNâfikların, “Biz sizinle beraberiz.” söz ve davranışlarından ötürü onlara itirazda bulunarak, “Mademki bizimle berabersiniz, neden dolayı onlara muvafakat ediyorsunuz, onların yanına gidip geliyorsunuz?” der gibi bir mana çıkıyor. İşte münâfıklar da, “Biz îman edenlerle sadece alay edip eğleniyoruz.” şeklinde karşılık vermiş oluyorlar.

İstihza; alay edip eğlenmek, küçümsemek, aşağılamak, demektir. Esasen kelime, “hafiflik, basitlik” kökünden alınmadır.

(.......) kelimesi (.......) ten, (.......) da, (.......) bu da hızlı ve ani ölüm manasındadır. (.......), “Olduğu yerde cansız düşüp ölmek” .

15

Aslında Allah onlarla alay eder de, azgınlıklarında onlara süre tanır, bundan ötürü onlar bir zaman sersemce ve başıboş olarak dolaşırlar.

Aslında Allah onlarla alay eder.” demek, münâfıkların mü'minlerle alay etmeleri yüzünden Allah onları cezâlandım. Dikkat edilirse istihza ya da alayda bulunmanın cezâsının karşılığını yine alay etmek olarak gösteriyor yani aynıyla karşılık veriyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Bir kötülüğün cezâsı yine ona denk bir kötülüktür.” Şura, 40.

Yine başka bir âyette de şöyle buyurmaktadır:

“Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın.” Bakara, 194.

Eğer dikkat edilirse ilk âyette, kötülüğün cezâsı yine kötülük olarak ve ikinci âyette de saldırının karşılığı yine misliyle saldırı olarak değerlendirilmiştir. Gerçi her ne kadar cezânın karşılığı kötülük ve saldın olmasa da böyle ifade olunmuştur. Kaldı ki; yüce Allah için alay etmek, işin gerçeği ve hakikati bakımından câiz değildir. Zira bu abesle uğraşmaktır ki, Allah bundan yücedir ve münezzehtir.

İmâm Zeccâc diyor ki:

İşin doğru olan yönü de budur. Ayrıca, (.......) âyeti istinaf (giriş yani başlı başına bağımsız bir cümledir). Başında da herhangi bir atıf (yani bağ edatı) da yoktur. Bu gayet önemli bir şekilde Allah'ın azametini ve büyüklüğünü göstererek, yüce Allah'ın alay etmesinin öyle onlarınkine benzemediğini gösteriyor.

Âyet bu mananın yanında bir de şunu göstermektedir. Şüphesiz o münâfıklarla alay edecek olan yüce Allah, onların yaptıklarının çok çok üzerinde bir cezâ ile cezâlarıdıracaktır. Yoksa onların alay ve eğlenmelerine karşılık yine bir alay ve eğlenmeyle geçiştirecek değildir. Çünkü Allah onlara öyle bir ağır cezâ, bir zillet ve aşağılık cezâ verecek ki, mahiyetini ancak kendisi bilir. Mademki yüce Allah'ın cezâlarıdırması Ve imtihanı an be an münâfıkların başlarına inecektir, işte bu bakımdan, (.......): Allah onlarla alayedendir.”

Yani, (.......) âyetiyle bir mutabıktık olsun istemedi.

(.......) Onlara süre verir, mühlet tanır.”

(.......) Zeccâc'a göre “Küfürlerinde azgınlık ve taşkınlıklarında onlara fırsat verir.”

(.......) burada hâldir.

Yani “....şaşkın bir hâlde mütereddit bir vaziyette,” manasındadır.

Bu âyet aslâhı (en doğru ve iyiyi) yaratma noktasındaki görüşleri hususunda Mu'tezile mezhebinin aleyhine delildir, hüccettir.

16

İşte onlar hidâyet yerine dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kendilerine kâr sağlamamış ve kendileri de hidâyete erememişlerdir.

Bu âyetteki (.......) mübtedâdır. Bunun haberi de devamızdaki, (.......) dır. Yâni dalâleti alıp hidâyeti verdiler, hidâyeti sapıklıkla değiştirdiler. Hidâyet yerine sapıkliği tercih ettiler. Bu âyette, (.......) denildi. Çünkü bunlar hidâyet üzere değillerdi. Bunlar îman etmiş olan bir kavim arasında idiler, ancak sonradan küfre saptılar.

Ya da bu âyet, bunlar henüz Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gelmeden önce ona îman etmiş olan ve fakat Peygamber olarak gönderildiğinde ise ona îman etmeyen Yahûdîler olduğunu bildirmektedir. Veya bunlar hidâyetin kendi içlerinde var olduğunu kabul edip de onu dalâlete terk eden, onunla değiştirenlerdir.

Yani hidâyeti kendilerince kontrolleri altında kabul eden zavallı kimselerdir.

Bu âyette, alışverişin teati hâlinde câiz olabileceğine işaret ediyor. Çünkü onlar “Satın alma” ibâresini telaffuz etmemişlerdir. Ancak bunlar kendi ihtiyarlarıyla, istekleriyle hidâyeti terk etmişler ve tercihleri olarak da sapıkliği almışlardır. Ancak buna, (.......) = “Satın alma” adının verilmesi şu hususa bir delildir: Bir kimse herhangi birinden eğer bir şey alır ve kendi rızasıyla karşılığım ona bırakırsa, bu konuda ilgiliyle hiçbir konuşma yapmaksızın da olsa onu satın almış demektir.

Dalâlet: Orta yoldan, normal olan yoldan ya da doğru yoldan ayrılmaktır. İhtidayı, doğru yolu yitirmektir. Meselâ; “Evin yolunu kaybetme /şaşırma.” anlamında, (.......) cümlesi bunu belirtiyor.

Dalâlet; dinde doğru yolu bırakıp ondan ayrılıp uzaklaşmak anlamında kullanılan bir kelime.

Onların bu ticareti kendilerine bir kâr sağlamadı, kazanç getirmedi.”

Ribh: Ana malda, sermayede meydana gelen fazlalık olup buna kâr ya da kazanç denir.

Ticaret: Tacirin ya da tüccarın yaptığı iş veya sanat. Çünkü tüccar bu işleri kâr elde etmek maksadıyla hem satın alan ve hem satan kimsedir. Burada kâr ya da kazancın ticarete isnadı (dayandırılması) mecâzî manadaki isnatlardandır. Bunun manası şu demektir:

Onlar ticaretlerinde kâr elde etmediler, kazanç sağlamadılar. Çünkü ticaret artmaz “Ancak ticarete konu olan mal artar.”

Mademki burada mecâzî anlamda hidâyet verilip karşılığında dalâlet, yani sapıklık satın alınmıştır. İşte buna bağlı olarak da kâr ile ticaret terimlerini âdeta söz konusu mecazı süslemek için bu âyette söz konusu etmiş oldu. Kısaca burada teşrihi mecâz yapılmıştır. Nitekim benzer durumu şâirin şu dizelerinde görmekteyiz: (.......)

Ve kendileri de hidâyete erememişlerdir.”

Yani, bunlar kâr” ve zararlarını bilebilen mahir ve işinin Erbâbı tüccarlar gibi doğru olan ticaret yolunu da bulamamış ve kâr elde edememişlerdir.

Burada asıl mana şudur: Ticaret Erbâbının ve işinin ehli tüccarların asıl amacı hem ana parayı, yani sermayeyi korumak ve kârını da kaçırmamasıdır. Halbuki burada söz konusu olan münâfıklar bunun her ikisini de, yani hem sermayeyi ve hem kârı kaybetmişler ve iflâs etmişlerdir. Bunların sermayeleri hidâyettir. Ancak bunlar dalâleti almakla kendilerinde hidâyetten eser kalmamıştır. Mademki ellerinde kalan tek şeyleri dalâlet olmuştur, dolayısıyla bunlar kâr etme ve kazanç sağlamayı da elterinden kaçırmışlardır. Gerçi bu sayede belki bazı dünyevî kazanımları olabilmiştir ama, bunun hiçbir değeri ve anlamı da yoktur. Çünkü sapıtan esas bakımından ziyandadır. Zira sadece sermayesiyle kalakalan ve hiçbir kazanç sağlamayan kimseye, kârdadır, kazançlıdır denemez.”

Anlatıldığına göre, (.......) ilgi zamîri, (.......) nin sıfatıdır. (.......) ise sonuna kadar olan kısmi da, (.......) nin haberi olarak mahallen merfûdur.

17

Bu münâfıkların durumu geceleyin bir ateş yakan kimsenin haline benzer. O ateş yanıp da çevresini aydınlattığı anda, Allah hemen onların aydınliğim yok eder ve onları karanlıklar içerisinde bırakır. Artık hiçbir şeyi göremezler.

“Bu münâfıkların durumu geceleyin bir ateş yakarıkimsenin haline benzer.”

Yüce Allah münâfıklara âit onların gerçek özelliklerini anlattıktan sonra, bu defa durumlarının daha iyi bir şekilde ortaya konabilmesi için onların hallerini örneklerle sunuyor. Konu çok iyi anlaşılsın ve açıklarısın istiyor. Kaldı ki, gerçeklerin çok iyi olarak anlaşılabilmesi, üstü kapalı şeylerin açıklanması ve gizli manaların gizli olarak kalmaması için örneklerle açıklânmasinda etki bakımından önemi oldukça büyüktür. Nitekim, bu türden örneklere semavî kitaplarda çok fazla rastlarıılır. Hatta İncîl'in içinde yer alan sûrelerden birinin ismi da, “Emsal/Darbı meseller (örnekler) sûresi ismini taşır.

Arap dilinde bu kelime, “Misl” olarak geçer. Bu da, “Eşit, benzer ve denk” manalarındadır. Meselâ; “Misl, Mesel ve Misil” gibi-ki bu tıpkı, “Şibh, Şebeh ve Şebih “kelimelerine benzer.

Daha sonradan atasözlerine de bu şekilde “mesel” denilir olmuştur. Ancak kendisinden bir ders çıkarılamayan bir söz olmadıkça bu şekilde değerlendirilmemiştir. İşte sırf bu maksatla bu kalıplara dokunulmamış ve bu örnekler aynen korunmuştur.

Bu âyette âdeta şöyle denir gibidir:

“Bunların gerçekten şaşılacak durumları, âdeta geceleyin bir ateş yakan kimsenin haline benzemektedir.”

Nitekim Rabbimizin şu kavli de bunun bir başka Meselâi oluşturmaktadır:

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Takva sahiplerine vaad olunan cennetin özelliği şudur:” Rad, 35.

Yani cennetin hayret uyandıran şaşırtıcı özellikleri hakkında sana anlattığımız şeyler. Daha sonra yüce Rabbimiz cennetin bu şaşırtıcı ve hayret uyandıran özelliklerini bir bir açıklıyor. Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“En yüce örnekler (sıfatlar) Allah'a âittir.” Nahl, 60.

Bu âyette de Rabbimiz şöyle demek istiyor: “Azamet (yücelik) ve kibriya (büyüklük) vasıfları kendisinin olan Allah,...”

Âyette geçen (.......) her ne kadar müfret (tekil) ise de burada çoğul manasındadır; yani (.......) demektir ki, bu durum tıpkı şu âyette yer alan (.......) gibidir:

“Bâtıla dalanlar gibi siz de daldınız.” Tevbe, 69.

Halbuki çoğuf olan münâfıklar müfret (tekil) olan (.......) ile temsili doğru değildir. Ancak burada mesele münâfıklar meselesi değil, asl olan bunun ateşe yakana benzetilmesidir, ki bu da müfrettir (tekildir). Evet bu ya böyledir veya bununla bizzat ateş yakan kimselerin kendileri demek istenmiş olabilir. Veya bununla ateş yakan grup kastedilmiş olunabilir. Kaldı ki, burada bizzat münâfıkların kendileri aynen ateş yakanların kendilerine, yani şahıslarına benzetilmiş değildir. Böyle olmadığı için de cemaatin tek kişiye veya çoğulun tekile benzetildiğinden söz edilemez. Burada yapılan şey, müNâfikların kıssaları ya da hikâyeleri benzerlik bakımından ateş yakan veya yakanların kıssasına benzetilmiştir ve durum da bundan ibârettir.

(.......) fiilinin manası, (.......) demek olup bu da “Tutuşturmak, ateşe vermek ve yakmak” manalarındadır. “Ateşin yanması” demek, parlaması ve ışıldaması demektir.

Ateş: Işık yayan, aydınlatan, ısı veren ve yakıcı olan latif bir cevherdir. Kelime Arapça'da, (.......)(.......) kökünden türetilmiştir. Bu da, parlamak manasındadır. Çünkü ateşte bir hareket, bir yayılma ve kanşıklık vardır.

O ateş yanıp da çevresini aydınlattığında...”

Burada, (.......) kelimesi, fazla ve aşırı ışık yaymak ve aydınlatmak demektir. Nitekim bunun bu manada doğruluğunu da şu âyet onaylamaktadır:

“Güneşi ışıklı ve ayı da parlak kıları O'dur.” Yûnus, 5.

Bu âyette yer alan bu kelime, müteaddidir. (Ancak müteaddi olmaması ihtimali de vardır.) Dolayısıyla kelime, (.......) ifadesine isnad olunmaktadır. Bir de kelimenin müennes (dişi) olması ise, mana göz önünde tutulduğundandu:. Çünkü çevreleri aydınlarıan şeyler; yerler ve eşyadır.

(.......) kelimesinin cevabı ise, “Allah hemen onların aydınliğinı yok eder.” cümlesidir ve bu cümle de zaman zarfıdır.

Bunun amili de, (.......) gibi bunun cevabıdır. (.......) harfi de mevsûledir (ilgi zamîridir). (.......) ise zarf olarak mensûbtur. Ya da nekra-ı mevsûfedir. Buna göre cümlenin manası şöyle olmaktadır: “Sabit bir şey olarak çevresini aydınlatınca.” .

Âyette zamîrin cemi' (çoğul) ve müfred (tekil) olarak gelmesi ise konunun bazen kepmenin lâfzı ye bazen da manası üzerine hamledilmesi sebebiyledir. (.......) ise, (.......) ın ışığıdır.

Yani aydınlık, ateşin ışık yayması sonucu olan bir şeydir. Kısaca aydınlık veren, ışık yayan her şeyin adıdır.

(.......) demek, “gidermek, yok etmek, ortadan kaldırmak” demektir. (.......) demek; götürmek, görüşünde ve beraberinde olmak demektir. Buna göre mana şöyle olur. Allah onların aydınliğim yok etti, aldı ve tuttu.”

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

“O'nun (Allah'ın) tuttuğunu O'ndan başka salıverecek de yoktur.” Fâtır, 2.

İşte bu ifade, “götürmek” ifadesinden daha mübalağalı ve beliğdir.

Allah bu âyetinde, “etrafını aydınlatınca” buyurduktan sonra Allah onların ışığını giderdi, yok etti.” demedi. Bunun yerine, Allah, onların nurunu yok etti.” buyurdu. Çünkü, “nâr” ifadesinin zikri daha mübalağalı bir ifadedir. Zira, (.......) kelimesinde fazlaca ışık vermek, aydınlık yapmak anlamı vardır.

Eğer bu kelime geçseydi, ola ki bundan, ışığın azalması manası çıkabilirdi. Aydınliğin bütünüyle yok olmadığı manası anlaşılabilirdi. İşte burada (.......) kelimesinin zikredilmesi, yani nurun giderilmesi, yok edilmesi demek aydınliğin ve nurun tamamen yok olması ve eserinin kalmaması demektir. Şayet:

(.......) denseydi, bundan ışığın gücü azaldı, fazla aydınlatmadı, anlamı çıkabilirdi, böyle bir vehim doğardı. Geriye az da bir aydınlık kalabilmiştir, diye bir düşünce ortaya çıkabilirdi.

Görmez misin ki, Rabbimiz hemen bunun arkasından şöyle buyurmuştur:

Ve onları karanlıklar içerisinde bırakır. Artık hiçbir şeyi göremezler.”

Eğer âyetin bu kısmına iyice dikkat edildiği zaman, bir defa burada (.......) kelimesi geçiyor ve bu, aydınlıkla aykırılık doğuran bir şeydir. Bir de burada, “karanlıklar” çoğul olarak gelmiş ve aynı zamanda nekradır. Bunun hemen ardından ışığın izinin dahi yer almadığı gerçeğini pekiştiren ifade geliyor. Bu ifade, “Artık hiçbir şeyi göremezler” ifadesidir.

Yine bu âyetteki, (.......) fiili, (.......) yani “atmak, savurmak, savurup atmak” ve “fırlatmak ve bir de bırakmak” manalarındadır. Ancak bu manalarda olması için bir mef'ûl alması durumunda böyledir. Eğer iki mef'ûl alırsa bu takdirde, (.......) manasında olur. Böylece de “Ef’ali kulub” denen ve genelde mübteda ile haberin başına gelip bir mef'ûl ile yetinmeyen fiiller grubuna girer. Nitekim, (.......) da bundandır. Esasen bunun aslı, (.......) dir. Daha sonra bunun başına, (.......)fiili getirilmiştir ve böylece de her iki parçayı; da yani, (.......) ve (.......) cüzlerini nâsbetmiştir.Bir de, (.......) daki sakıt olan mef'ûle gelince bu, terk edilen ve atıları mef'ûl kabilindendir, yoksa takdir olunan, yani var sayıları ve insanın niyetinde var kabul edilen türden bir mef'ûl değildir. Sanki fiil esas bakımından müteaddi(geçişli olmayan) bir fiil imiş gibi.

Ancak münâfıkların hâlinin burada ateş yakan bir kimsenin durumuna benzetilmesi, aydınlanmanın ya da parlamanın bir sonucu olup böylece hemen bunun ardından bir karanlığa ve şaşkınlığa düşmüş oldular.

Evet münâfık olan bir kimse ebedî olarak küfür batakliğinda ve karanlıklarında hep yalpalayıp durur.

Fakat, bu âyette belirtilmek istenen şey ve aydmlanmaktan murat, münâfıkların sırf dünyalık çıkarların için dilleriyle söyleyegeldikleri kelime sebebiyledir ve zaten bundan yararlanmaları da oldukça azdır, bu fani dünya için geçerlidir. Çünkü, söyledikleri bu kelimenin sayesindeki aydınlanmalartnin ötesinde nifak zulmeti ya da karanlığı vardır. Bu öyle bir karanlıktır ki, sonunda münâfıkları ebedî karanlığa götürüp oraya gömecektir.

Ayrıca bu âyetin farklı bir tefsiri ya da tefsiru vardır ve bu da şöyledir:

Münâfıklar hidâyeti verip bunun yerine dalâleti satın alanlar olarak tanıtıldıktan ve nitelendiklerinden sonra Rabbimiz hemen bunun peşinden daha iyi anlaşılması için bu örneği getirdi. Bununla münâfıkların hidâyeti bırakıp tıpkı geceleyin aydınlanmak için bir ateş yakarak aydınlanmaya çalışan kimse örneğiyle anlatıldı ki, böylece geçici bir aydınlanma için hidâyetini bu uğurda satanlara benzetiliyor. Nitekim, hidâyeti satanlar, bunun yerine Allah'ın nurlarını yok edip kaldırdığı dalâleti satın aldılar. Böylece yüce Allah münâfıkları karanlıklar içinde terk etmiş oldu.”

Ateş” kelimesinin nekra olarak zikredilmiş olması ise tazim içindir.

18

Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı onlar hakka ve hidâyete dönmezler.

“Onlar sağırdırlar, dikizdirler, kördürler.”

Yani onlar sağırdırlar. Ancak onların duyu organları sağlıklı iken, kulaklarını hakkı dinlemeye kapatmaları, dilleriyle hakkı ve gerçeği konuşup söylememeleri, gözleriyle hakka bakıp onu görmemeleri bakımından tamamen duyularını ve hislerini yitirmişlerdir. Böylece kulakları sağır, dilleri lâl ve gözleri de kör olmuştur.

Beyan alimlerince bunun ele alınmasındaki metod ya da üslup âdeta şunun gibi bir üsluptur:

Onlar dövüşe (savaşa) hazır arslanlardır ve denizler misali cömertdirler.”

Ancak burada âyetteki ifadeler sıfatlar ile alâkalı iken, verdiğimiz örnekte ise isimlerle alâkalıdır. En sahih olan görüş açısından âyetteki durum beliğ bir teşbihtir, istiâre değildir. Çünkü, musteârun leh, yani müsebbeb olan (benzetilen) zaten burada zikredilmiş bulunuyor, ki bu da münâfıklardır. İstiare ancak musteârun lehi, yani Müşebbehun bihi (kendisine benzetileni) de beraberinde bulundurarak mutlak manada olur. Bunun bir sonucu olarak da cümle (kelâm) musteârun lehten hâli (boş) olmuş olur. Böylece bununla hem “menkûlün anh” ın ve “hem menkûlün ileyh” İn yani, hem hakiki ve hem mecâzî mananın murad olunmasına uygun düşer.

Eğer halin delâleti ya da, “Bundan dolayı onlar hakka ve hidâyete dönmezler” cümlesinin anlatmak istediği gerçek olmamış olsaydı hidâyeti sattıktan sonra artık bir daha ona dönmezlerdi veya dalâleti satın aldıktan sonra ondan dönmezlerdi.

Yani, bir şeye dönüşün ve bir şeyden geri dönmenin çeşitlilik göstermesi sebebiyle...

Ya da burada belirtilmek istenen şey, “Onların “yani münâfıkların şaşkınliğidır. Dolayısıyla onlar oldukları yerlerinde kalakalırlar ve artık geriye dönüş yapamazlar yani ileri mi gitsinler yoksa geri mi dönsünler noktasında şaşkındırlar, bunun için de oldukları yerlerinde tereddütlü bir hâlde kalakalırlar.

19

Veya onların durumu, gökten boşanan, içinde zifiri karanlıklar, gürültü ve yıldırımların bulunduğu bir yağmura tutulan kimselerin haline benzer. İşte o münâfıklar yıldırımlar sebebiyle gelecek olan ölüm korkusundan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.

Şimdi de bir başka örneğe geçiliyor ve şöyle buyuruluyor:

Veya onların durumu, gökten boşanan, içinde zifiri karanlıklar, gürültü ve yıldırımların bulunduğu bir yağmura tutulan kimselerin haline benzer.” Şimdi yüce Allah bu âyette de münâfıkların durumlarıyla alâkalı olarak meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için ikinci bir örnek sunuyor. İlk örnekte münâfıkların hâlini yüce Allah ateş yakan kimselerin haline benzetti. Bu ilk örnekte münâfıkların “Biz de îman ettik “diyerek görünürde kendilerini mü'min olarak göstermeleri hâli, yanan ateş sayesindeki aydınlığa benzetilmiştir.

Ancak bu aydınlanmaktan yararlanmanın kesilmesi olayı da ateşin sönüp karanlıkta kalmaya benzetilmiştir.

Bu âyette İslâm dinini Allah sağanak ve bol yağmura benzetmiştir. Çünkü toprağın yağmur sayesinde yeşermesi ve hayat bulması nasıl ise, kalpler ya da gönüller de îman sayesinde yeşerir ve hayat bulur. İslâm dini açısından kâfirlerin “zulümât” ismi verilen karanlıklara benzetilmesine, İslâm dinindeki vaadin (söz vermenin) ve vaidin (yani tehdit ve korkutmanın) yıldırıma, gök gürültüsüne ve şimşeğin çakmasına benzetilmelerine gelince ve bir de Müslümanlar açısından başlarına gelebilecek belâ, felâket ve musibetlerin de yıldınmlara benzetilmesine gelince tümü münâfıklar ve mü’minler açısından gerçekleri gözlerimiz önüne seriyor. Buna göre âyetin manası şöyle olmaktadır: “Veya onların durumu âdeta bol yağmur misalidir.”

Bu âyette, “Mesel” kelimesi, atıf edatının buna delâlet etmesi bakımından hazf olunmuştur (söylenmemiştir). Aynı şekilde, (.......) fiilinin kendisine delâleti sebebiyle burada, (.......) kelimesi de hazf olunmuştur. Bundan murat şudur:

Onların durumu bir kavmin durumu gibidir ki, gök ya da yağmur işaret ettiğimiz biçimde kendilerini yakalanıştır. Dolayısıyla da bundan dolayı başlarına gelenler gelmiştir.

İşte buradaki bu benzetme, eşyanın eşyaya benzetilmesi olayıdır. Ancak burada teşbihten söz ettiği hâlde açık ve net olarak müşebbehat (benzetilen) belirtilmemiştir. Halbuki aşağıda göstereceğimiz âyette Yüce Allah bunu açık olarak zilaetmiştir. Allah şöyle buyuruyor:

“Kör ile gören, inanıp iyi amellerde bulunanla kötülük yapan bir olmaz.” Ğafir-Mü’min, 58.

Bir de câhiliye dönemi şairlerinden İmru'l-Kays’ın şu dizeleri de buna bir örnektir. Şâir diyor ki:

Kartalların (kuşların) kalpleri yuvaları dibinde Sanki taze ve kuru misali Benzer tazeliğinde hünnaba ve Olgunlaşmadan düşen kuru hurmaya

Aksine burada konuyu sarih (açık) istiâre metodu uyarınca ortaya koymuştur. Doğru ya da işin sahih tarafı her iki temsil de ayrı ayrı, yani tek temsiller gibi değil de mürekkep (bileşik) temsiller (örnekler) olarak konmasıdır. Çünkü burada bir tek şeyi bir tek şeye benzetmede bir tekellüf ya da zorlanma vardır ki, bu da benzettiği şey oranında olabilmektedir.

Bunun açıklaması da şöyledir; Araplar herhangi bir şeyi değerlendirirlerken o şeyleri tamamen birbirinden ayrı ve bağımsız bir şekilde birer birer ele alırlar. İşte bu, burada bu şekilde birbiriyle uyumlu olarak alınmamıştır. Çünkü söz konusu şeylerin teşbihi (benzetilmesi) de benzeriyle olmamıştır.

Yani İmru'l-Kays'ın yaptığı gibi değildir.

Burada tüm eşyanın toplamından oluşan bir niteliği benzetmiştir ki bunlar birbirleriyle iç içe ve bağlarıtılı duruma gelmişlerdir; öyle ki, bu şeyler diğer eşya ile onun gibi olmada tek bir şey imiş gibi bir duruma dönmüştür. Meselâ; yüce Rabbimizin şu kavli gibi:

“Tevrât'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” Cuma, 5.

Buradaki teşbih (benzetme) olayı şöyledir; Yahûdîlerin Tevrât'ı bilip kavrama noktasında durumu merkebin sırtında taşıdığı hikmeti bilmeme durumuna benzetiliyor. Dolayısıyla merkebe göre her iki durum da eşittir. Merkebin hikmet dolu eserleri sırtında taşıması ve onların değerlerinin ne olduğunu bilmemesi ne ise, Yahûdîlerin Tevrât'a karşı durumları da aynen merkebin durumu gibidir, her ikisi de eşittir. Çünkü merkebe diğer yükler ne ise taşımakta olduğu kitap yükü de aynıdır ki, bu da onların ağırliğidır. Merkep sadece bunun ağırliğim, sıkıntısını ve yorgunluğunu hisseder. Nitekim Rabbimizin şu kavli de buna bir örnektir:

“Onlara şunu da misal göster. Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir.” Kehf, 45.

Şimdi bu âyette anlatılmak istenen gerçek şu; bu dünya hayatı tıpkı yeşilliklerin az bir süre kalmalarından sonra kurumaları misali dünya hayatının parlakliği da tıpkı bu yeşillikler gibi solacak ve yok olup gidecektir. Yeşilliklerin bitim süresi ne kadar az ise dünya da öyledir. İşte bu bir keyfiyetin (durumun) diğer bir keyfiyete (duruma) benzetilmesidir. Ancak müfret şeylerin yine müfret olanlara teşbihinin murat olunması meselesine ve birinin diğerine bağlı kılınmayıp bir tek şey olarak değerlendirilmesine veya murat olunmasına gelince işte bu olamaz ve gerçekleşemez.

İşte tıpkı buradaki gibi münâfıkların da dalâlete ve sapıklığa düşmeleri durumu aynen buna benzetilmiştir. Onların şaşkınlıkları, ne yaptıklarını bilememelerindeki tereddüt ve huzursuzluk hâli, hep bu benzetmeler çerçevesinde değerlendirilmiştir. Kısaca münâfıkların şaşkınlık ve içinde bulundukları durumlarının ağırliği ve sıkıntısı, gecenin zifiri karanlığında bir ateş yakıp da ateşi sönen kimsenin Şaşkınlığının ve huzursuzluğunun şiddetine benzetilmiştir.

Koyu bir karanlık içinde geeleyin yağmura tutulup da, gök gürlemesi, şimşeklerin çakması ve yıldırımların şiddetine yakalanan kimsenin çektiği sıkıntı ve ızdırap ne ise münâfıkların da öyledir. İşte bu ikinci temsil birinciye göre daha beliğ ve daha mübalağalıdır. Çünkü, burada şaşkınlığın had safhada olduğunu ve durumun da oldukça şiddetli olduğunu net olarak ortaya koymaktadır. İşte su açıdan bu örnek sonraya bırakılmıştır. Onlar böylece bu gibi hallerde basitten en ağır ve kuvvetli olanına basamak basamak geçmiş oluyorlar.

Bir de iki meselâ, “veya” bağlarıtı edatıyla birbirine atfedilmesine gelince, bu ikisinin esas itibariyle çok olarak eşit olmaları sebebiyledir. Çünkü bazılarına göre bu eşitlik şek denilen şüphede olmuş ve daha sonra mücerred (soyut) anlamdaki eşitlikler için istiâre yapılmıştır.

Meselâ; (.......) yani “İstersen Hasen-ı Basrî ile veya dilersen İbn Sîrîn ile otur.” İşte böyle arada, “veya” ifadesini sokmakla “Her ikisinin yanında olmak ve beraberlerinde bulunmak eşittir, biri diğerine bu manada tercihe gerek yoktur. “anlamım kasdetmiş olursun. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Onlardan hiçbir günahkâra, yahut hiçbir nanköre itâat etme!” İnsan-Dehr, 24.

İsyan olayının varlığı ve gerekliliği açısından “Günahkâr olma veya nankörlük etme.” aynı değerdedirler. Nitekim burada da durum aynıdır. Şimdi buradaki mana şöyledir:

“Münâfıkların kıssalarının durumu işte bu iki kıssanın durumuna benzetilmiştir. Her iki kıssa da örnek gösterilme bakımından her birinin diğerinden bağımsızlıkları itibariyle eşittir. Dolayısıyla bu ikisinden hangisini örnek olarak gösterirsen göster isabet etmiş, yanlış yapmamış olursun. Eğer bunu her ikisiyle örnekleyecek olursan yine isabetli hareket etmiş olursun.”

(.......): Yağan, düşen yağmur. Nitekim aynı zamanda bulut anlamındadır. Sayyib kelimesinin nekra olarak gelmesi ise, bir tür şiddetli ve fırtınalı korkutan yağmur demektir. Nitekim tıpkı ilk misalde görüldüğü gibi nasıl “Nar/ateş” kelimesi nekra olarak gelmiş ise burada da “Sayyib” kelimesi öyle gelmiştir.

(.......) kelimesi de şu üzerimizde gölgelik yapan gök demektir. Nitekim Hasen-ı Basrî'den gelen rivâyete göre dünya seması; iç içe durulmuş ve akıp yok olmaktan alıkonulmuş bir dalgadır.

Bir de burada “Semâ'“ve “Sayyib” kelimelerinin yer almasındaki yarar şudur; Sayyib yani bilindiği gibi gökten (semadan) gelir. “Semâ'“kelimesinin ma'rife oluşu da, bunun bir bulut olduğunu belirtmek suretiyle söz konusu bulutun tüm ufukları kaplayıp dört bir tarafı sarmış anlamındadır. Bu bakımdan, kelimeyi nekra, yani belirsiz olarak, (.......) şeklinde getirmemiştir. Eğer böyle nekra gelmiş olsaydı yağmurun tüm ufuklardan değil de tek bir ufuktan, kısaca dört bir taraftan değil, yalnız bir tek yönden gelmesini ifade ederdi. Çünkü, semanın her bir ufku başlı başına birer ufuk sayılması sebebiyle böyle zikretmiştir. Nasıl ki, “Sayyib” kelimesinin nekra olması, terkibi ve binası belli bir değerlendirme ile gelmiş ise, “Semâ'“kelimesinin ma'rifeliği de aynen böyle olmuştur. Bütün bunlar belli bir ölçü iledir.

Ayrıca bu, bulutların semadan suyunu alıp indiğinin, döküldüğünün de delilidir. Ancak bulutların yağmur sularını denizlerden alıp yukan çıkardıkları ve buradan da yağmur şeklinde yere döktükleri de ileri sürülmüştür. “Zulümât” kelimesi câr ve mecrûr ile merfûdur, yani zarf olarak böyledir. Çünkü bu, “Sayyib” kelimesinin sıfatı olması sebebiyle bazen daha kuvvetlidir. Ancak bunu başta söylemen hâlinde durum değişir.

Yani başta, (.......) okuman hâlinde durum farklıdır. Çünkü bu hususta İmâm Ahfeş ile İmâm-ı Sîbeveyh arasında ihtilaf bulunmaktadır.

(.......): Bulutların aralarındaki elektriklenmeleri sebebiyle meydana gelen ses veya bulutları sevk ve idare ile görevli meleğin sesidir.

(.......) Şimşeğin çakmasıyla oluşan ışıma, aydınlık. Bu da kelime olarak, (.......) babından olup parlamak anlamındadır. (.......) deki zamîr, Sayyib kelimesine râcidir. Böylece, Sayyib'i, “zulümât” (karanlıklar) için bir yer ve mekân olarak göstermiş oldu. Eğer bu ifadeden kasıt bulut ya da bulutlar ise bu takdirde bunun zulümâti, yani karanlıkları her tarafı simsiyah olarak kuşatmış ve üst üste tabakalar haline gelmiş olur. Bunun karanlıkları, bulutların tabakalar hâlinde üst üste binmiş olması ve bu tabakalar hâlinde oluşa bir de gece karanlığının buna eklenmiş olmasıdır.

Yağmurun karanlıklarına (zulümâtına) gelince; sağanak hâlinde ve aralıksız olarak sicim hâlinde yağan yağmur sebebiyle oluşan bir karanlık ve buna bir de gece ile bulutların karanlığının eklenmesiyle meydana gelen karanlık. Sayyib'i yıldırım ile şimşeklerin mekânı olarak göstermesinden asıl maksadın bulutlar olduğu bir gerçektir. Nitekim bununla eğer yağmur murat olunursa yine aynıdır. Çünkü her ikisi de, yani gök gürlemesi ile şimşek çakması bu anlamda yağmur ile aynı şeye tâbıdırler, benzerlik gösterirler. Âyette Rad ile Berk kelimeleri çoğul olarak gelmemişlerdir. Zira her ikisi de esas bakımından mastardır. Nitekim (.......) denilir. Burada her iki kelimenin de çoğulları bırakılarak aslın hükmüne riâyet uyuldu.

Bütün bunların nekra olarak getirilmesinde de şu esas alınmıştır. Asıl olan bunların türleri demektir. âdeta şöyle denilir gibidir: “Bunun içinde koyu karanlıklar, büyük ve korkutucu gürültü ve sesler ile gözleri kapıp alan şimşekler vardır.”

İşte o münâfıklar yıldırımlar sebebiyle gelecek olan ölüm korkusundan parmaklarını kulaklarına tıkarlar.”

Buradaki zamîr, her ne kadar mahzûf ise de “yağmura yakalananlara” âittir. Tıpkı şu âyette geçtiği gibi: (.......) A'râf, 4.

Görüldüğü gibi bu âyette de (.......) zamîri çoğul olarak gelmiştir. Çünkü mahzûf olan kelime her ne kadar lâfız olarak düşmüş ise de mana olarak vardır ve bâkîdir. Ayrıca (.......) fiilinin i'rabtan mahalli yoktur. Çünkü müste'nef yani yeni bir cümledir. Çünkü şiddet, dehşet ve korku uyandıran anlamında gök gürlemesinden ve şimşek çakmasından söz edilince sanki birileri şöyle bir soru yöneltir gibi bir durum ortaya çıkıyor. O da şu sorudur: “Bu kadar şiddetli gök gürlemesi karşısında onların durumu nicedir?” İşte buna verilen cevap şu oluyor:

“Onlar parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar.” Hemen bunun peşinden de; “Böylene şiddetli bir şimşek çakması karşısında ne yapıyorlar?” Buna da bir sonraki âyette şöyle cevap veriliyor:

İşte tam o sırada şimşek gözlerinin aydınliğinı yok edecekmiş gibi çakar.”

Yani nerede ise gözlerini kör edecek olur. Âyette, “parmaklar” ismi geçiyor da, “parmaklarının uçlarını” demiyor, neden? Çünkü kulaklara tıkanacak olanlar parmaklar değil, parmakların uçlarıdır. Ancak genelde konuşmalarda böyle geçtiğinden bu ifadeye yer verilmiştir.

Yani, konuşma geleneği itibara alınmıştır. Bu, âdet şu âyetteki ifadeye benzer. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“İki ellerini de kesin.” Mâide, 38.

Bu âyette, “Ellerini kesin.” ifadesinden kasıt, “bileklerinden itibâren” demektir. Kaldı ki, âyette “parmakları” ifadesi, “parmaklarının uçları “ifadesine göre çok daha abartılıdır. Burada da zaten işin bu noktasına işaret ediliyor. Ayrıca kulağın kendisiyle tıkâtildığı bilinen bir parmağı söz konusu etmemiştir. Çünkü, işaret parmağı genel olarak sövgü de ve yanlış şeylerde kullanılan bir parmaktır. Kur'ân'ın âdabı gereği bundan sakınmak daha yerinde bir durumdur. Ayrıca müsebbihe parmağı (işaret parmağı) diye de söylemedi. Çünkü bu, pek yaygın olarak kullanılan bir tabir değildir, sonradan ortaya çıkmıştır.

(.......) burada. (.......) fiiline mütealliktir.

Yani, “Yıldırımlar sebebiyle parmaklarını kulaklarına tıkarlar.”

(.......) kelimesi; öylene şiddetli bir gök gürlemesidir ki, bunun sonucunda bulutların elektriklenmeleri sebebiyle yıldınm ismi verilen bir ateş parçasının kopup düşmesidir. Nitekim, bu oldukça yakıp kavuran latif bir ateş olup neye dokunursa onu ortadan kaldırır. Fakat bütün aşırı süratteki hızına rağmen çok çabuk soğuyup sönen ve kaybolan bir ateştir. Nitekim söylendiğine göre yıldırım bir hurma ağacına isabet etmiş ve yansına yakınını yaktıktan sonra sönmüştür.

Nitekim, (.......) ifadesi, yıldıranın bir şeyi yakıp yok etmesine denir.

Yani, yıldırımın dokunduğu canlı veya kimse ya onun oldukça dayamlmaz sesinin şiddetinden ya da onu yakmasından dolayı öldü, demektir.

Ölüm korkusundan.” Bu, mef'ûl-i lehtir.

(.......): Canimin bünyesinin bozulması, canlıliğinı yitirmesi demektir. Ya da öyle bir arazdır ki, artık bu arazın (hastaliğin) ortaya çıkmasıyla orada hayattan ve canlılıktan iz kalmaz.

Halbuki Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”

Yani münâfıklar Allah'ın azâbından ve cezâsından kurtulamazlar. Nasıl ki, kuşatılanlar kendilerini kuşatanlara! elinden kurtulamazlar ise bunların da hâli böyledir. Bu, esasen mecâzî manadır. Bu cümle de muterize (parantez) cümlesi olup i'rabta mahalli yoktur (cümle dışı unsurdur).

20

İşte tam o sırada, şimşek gözlerinin aydınliğinı yok edecekmiş gibi çakar. Şimşeğin etkisiyle çevrenin biraz aydınlanması üzerine hemen o aydınlıktan yararlarııp birazcık yürürler. Ancak üzerlerine karanlıkların çökmesiyle de oldukları yerde kalakalırlar. Allah dileseydi kulaklarını sağır ve gözlerini de kör ederdi. Hiç şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.

İşte tam o sırada, şimşek gözlerinin aydınliğinı yok edecekmiş gibi çakar.”

Bu âyette yer alan, (.......) kelimesi hızlıca kapıp yakalanak demektir. (.......) bir yardımcı fiil olarak “oldukça yakınlaştırma” (az kalsın olacaktı) anlamında (olayazdı ve kapayazdı gibi manalarda) kullanılır. (.......) kelimesi (.......) fiilinin haberi olması itibariyle nasb mahallinde gelmiştir.

Şimşeğin etkisiyle çevrenin biraz aydınlanması üzerine.” Buradaki, (.......) kelimesi zarftır. (.......) ise nekra-ı mevsûfedir ve “vakit” manasındadır. “âid” ise mahzûftur.

Yani, “Şimşeğin etkisiyle çevrenin birazcık aydınlanması esnasında” demektir. Bunun amili de, yine bunun cevabı olan, “onda yürürler” olup “onun aydınliğinda/aydınliği üzerine ...” demektir. Bu da üçüncü bir istinaf (yeni) cümledir. Bu âdeta, “Şimşeğin çakmasıyla kaybolması esnasında, bu iki durumda bunlar ne yaparlar?” şeklinde bir soru soran kimseye verilen cevap niteliğini taşıyor.

İşte böyle bir temsil münâfıkların durumlarının ne kadar ağır ve bunalımlı olduğunu ve hatta görünenden çok daha şiddetli olduğunu göstermektedir. Çünkü yağmura ve tipiye yakalananların gök gürültüsü, yıldırımların düşmesi gibi olaylar nasıl ki buna yakalananları neredeyse bir bunalıma sokuyor ise, münâfıkların hâli bundan daha beterdir. Çünkü, münâfıklar yaptıkları yanlışlıklar ve terk ettikleri gerçekleri görüp düşündükçe büyük bir dehşet, sıkıntı ve şaşkınlık içindedirler. Yağmur fırtınasına tutulup da neredeyse gözlerini kör edebilecek durumda bir şimşek çakmasının verdiği sıkıntı yanında onun birazcık oluşturduğu aydınliği da kaçışları için bir fırsat sayarlar. Hemen bu aydınlıktan yararlanmak için birkaç basit adım atıverirler, fakat ışımanın yok olmasıyla hemen bulundukları yerde kalakalırlar, ne öne bir adım atabilirler ne de geriye...

(.......) fiili, müteaddi (yani geçişli) bir fiildir.

Yani “fırtınaya yakalananlar nerede yürüyebilecekleri bir aydınlık, gidebilecekleri bir yön bulsalar hemen o tarafa yönelirler. Heyhat işte münâfıkların durumu bundan daha vahimdir.” Burada mef'ûl (yani tümleç) mahzûftur. Veya bu fiil müteaddi (yani geçişli) bir fiil değildir. O takdirde mana şöyle olur: “Ne zaman şimşek bir aydınlık yayarsa, hemen onun aydınliğinda yürürler.”

Ancak üzerlerine karanlıkların çökmesiyle de oldukları yerde kalakalırlar.” Burada, (.......) fiili müteaddi (geçişli) değildir. Bu âyette, (.......) fiiliyle birlikte, (.......) kelimesini ve (.......) fiiliyle birlikte de, (.......) kelimesini zikretti. Çünkü bu münâfıklar öylene dünyaya düşkündürler ki, hırsları sebebiyle hep bir şeyler elde etmek isterler. Zira dünyaya göbekten bağlılar. Ne zaman bir yerde bir fırsat bulsalar hemen oraya atılırlar. Nitekim onların bekleyişleri de fırtınaya yakalananlarınla gibi değil, daha ileri durumdadır.

(.......) kalakalırlar, oldukları yerde durakalırlar. Nitekim, suyun buz tutmasına da, (.......) denir.

Allah dileseydi kulaklarını sağır ve gözlerini de kör ederdi.”

Yani şiddetli gök gürlemesiyle kulaklarını sağırlaştınr ve şimşek çakışının gözleri alan ışımasıyla da gözlerini kör ederdi. (.......) fiilinin mef'ûlü mahzûftur. Çünkü, cevap zaten buna delâlet ediyor.

Yani, “Eğer Allah onların kulaklarını ve gözlerini giderip yok etmek isteseydi mutlaka onları yok ederdi.” Ancak, (.......) fiilinde bu manada hazf oldukça fazladır.

Burada şunu belirtmek istiyor: Garipsenecek şey dışında neredeyse (.......) fiilinin mef'ûlünü açık olarak belirtmezler. Meselâ; şâirin şu kavli gibi:

Dileseydim onun için gözyaşı yerine akıtmak

Kanı akıtırdım elbet

Lakin ağlamaktansa sarılırım

Sahası çok geniş olan sabra

Yüce Allah'ın şu kavli de bize diğer bir örnektir; Rabbimiz şöyle buyuruyor:

Eğer biz eğlence edinmek isteseydik.” Enbiyâ', 17. Yine bir başka âyet de şöyledir:

“Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi” Zümer, 4.

Hiç şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.” Muhakkak Allah her şeye kâdirdir, her şeye gücü yetendir.

21

Ey insanlar! Hem sizi ve hem sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki, takva ile azâbından korunup rızasını kazanmış olasınız.

Ey insanlar!” : Tabiin'den Ebû Şibl Alkame b. Kays diyor ki, Kur'ân'da ne kadar, “Ey insanlar! “diye bir ifade var ise. Bu, Mekkelilere bir hitap ya da sesleniştir ve Kur'ân'da ne kadar, “Ey îman edenler!” olarak geçen bir hitap var ise bu da Medinelileredir. Buradaki hitap Mekke müşriklerinedir. Buradaki Ey anlamındaki (.......) bir harf (edat) olup uzağı ifade için kullanılır. Nitekim, Arapçadaki, “ey” edatı ile fetha harekeli olarak hemze harfi yakını işaret için kullanılan birer ünlem edatıdırlar.

Daha sonra bu, gâfil ve unutkan, aymaz olan kimseleri uyarmak, onların dikkatlerini çekmek için kullanılır oldu. Hatta her ne kadar bu, uzak için kullanılan bir ünlem ise de böyle gâfil ve aymazlar yakınımızda da olsalar yine de bu ünlem edatı kullanılır. O yakında olanlar da tıpkı o uzaktakiler gibi değerlendirilir.

Yani, bu harflerle ünlenirler. Çünkü onlar da diğerleri gibi aymazdırlar.

Eğer bu ünlem edatlarıyla aklı başında, zeki ve uzağı görenler ünlenilirse, yani bunlara hitap olunursa bu takdirde bu edatlar seslenilen kişiyi daha çok dikkate çağırmak ya da onun dikkatini çekmek içindir.

Yani, uyan ile anlatılacak şeyin oldukça önemli olduğunu ve buna itina gösterilmesi gerektiğini ifade içindir.

Dua eden kişinin, “Ey benim Rabbim!” yakarmasına gelince -ki O, kendisine dua edene onun şah damanndan daha yakındır- diye seslenmesine gelince, kendi adına yakarmadır ve kendisine hasretmek içindir.

Yani Allah'ı kendine yakın bulmadır. Ve nefsinden yakın mı değil mi gibi sakıncalı düşünceleri de uzaklaştırmak, nefsini kırmak içindir. Bu gerçeği nefsine aşırı bir şekilde kabul ettirmekle birlikte duasının kabul olunabileceği inancına da tüm varlığıyla inanması, âdeta bu inanç ve duygu içinde kendini kaybetmesidir.

“Ey” kelimesi, kendisinde elif ve lam harfi bulunan bir nida aracıdır. Nitekim. (.......) ve kelimeleri de cins isimleri tanımada birer vesiledirler bir de ma'rife kelimeleri cümlelerle vasfetmek içindir. Bu aynı zamanda mübhem bir isimdir dolayısıyla kendisinden söz konusu mübhemliği (kapalılığı, anlaşılamazlıliği) giderecek bir şeye muhtaçtır. Buna mutlaka bir cins ismin eklenmesi gerekir. Ya da onun yerine geçip onu tanıtacak veya vasfedeck bir cins isme ihtiyacı vardır. Bu olmalı ki, nida (ünleme) ile neyin kasdolunduğu açıklanmış ya da bilinmiş olsun.

Bunda amil olan (etkin rol oynayan) kelime de, (.......) ve (.......) kelimeleridir. Buna tabi olan ise onun sıfatıdır. Meselâ: (.......) gibi.

Ancak, (.......) kelimesi kendi başına, (.......) kelimesinde olduğu gibi müstakil değildir, bu bakımdan sıfattan ayrı olarak gelemez. Bu arada, sıfat ile mevsûf, yani niteleyen ile nitelenen arasında fazladan yer alan tenbih (uyan) kelimesine gelince; bu, nida manasını te'kid etmek (pekiştirmek) içindir. İvaz (karşılık) için de hakkı ne ise o verilir.

Yani, izafet sebebiyle gereken hakkı yerine getirilir.

Kaldı ki, Kur'ân'da bu tarzda nida oldukça çok vardır. Çünkü yüce Allah'ın, emirleri olsun nehiyleri (yasakları) olsun, vaadleri ve yaidleri, yani ikaz ve tehditleri olsun oldukça önemli şeyler olduğundan. Kendisiyle kullarına seslendiği kelimeler de bu bakımdan dikkat çekici olmalıdır ve zaten de öyledir. İşte bu bakımdan bu değerde uyanlmaları gerekir. Dolayısıyla tüm kalpleriyle ona meyletmeliler Halbuki onlar daha önceden bundan gâfil idiler. İşte sırf bunun içindir ki daha güçlü ve daha abartılı (mübalağa içeren) bir ifade ile seslenilme gerekti.

Rabbinize kulluk (ibâdet) ediniz.”

Yani, O'nu birleyiniz, tevhid inancına bağlanınız. İbn Abbâs (radıyallahü anh) : “Kur'ân'da yer alan ibâdet anlamındaki her kelime tevhidi, Allah'ın birliği manasım ifade eder.

Ki, O sizi yarattı.” Bu, açıklayıcı ve izah getirici bir sıfattır. Çünkü, bilindiği gibi Allah'a ortak koşanlar, İlâhlarını “Rabler/Erbâb” olarak isimlendiriyorlar. “Halk” kelimesi bir takdire ve düzene, ölçüye göre madum olanı, yani olmayanı var etmek, icadetmektir. Fakat Mu'tezile mezhebine göre; bir takdir (ölçü) ve düzene göre madum olanı değil, “şey” İ icad etmek, var etmektir. Çünkü Mu'tezile'nin görüşüne göre, “madum, yani olmayan” da “şey” dir inancından hareketle böyle demektedirler. Zira Mu'tezile açısından, “şey” , kendisi hakkında bilgi alıp verilmesi, haber getirilmesi doğru olandır. Ancak Ehl-i sünnet inancına, yani bizlere göre bu, mevcudun yani var olan şeyin adıdır. Hiç var olmamışın değil.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr; (.......) cümlesini, (.......) şeklinde idğam ile yani şeddeli olarak okumuştur.

Ve sizden öncekileri de yarattı.” Böylece yüce Allah'ın hem onların ve hem onlardan öncekilerin yaratıcısı olduğuna dair aleyhlerine bir hüccet ve kamt getirilmiş oldu. Çünkü, kendileri zaten bunu ikrar ediyorlar. Dolayısıyla onlara şöyle deniliyor:

“Mademki O'nun sizin yaratanınız olarak ikrar edip kabul etmektesiniz, o hâlde O'na karşı olan kulluk ve ibâdet görevlerinizi yerine getirin. Artık bundan böyle putlara, putlaştırdıklarınıza kullukta bulunmayın.”

ki, takva ile azâbından korunup rızasını kazanmış olasınız.” Ümitvar olarak ve sakınarak Allah'a kullukta bulunup ibâdet edin ki, bu sayede azaptan kurtulursunuz.

(.......) edatı, terecci içindir yani “ümitvar olma” manasını ifade eder ve bir de beklenti içinde olmak demektir ki, her ikisi de aynı manaya gelir demektir. Fakat bu beklenti Kerîm olan bir zattan olmalı, kişi O'ndan beklemelidir. İşte bu, yerine getirmesi kesin olan vaadinin yerine bir ifadedir. İmâm-ı Sîbeveyh de bu görüştedir. Ancak Kutrub ise; (.......) kelimesi, “için” manasındadır, diyor.

Yani, “Sakınıp korunmanız için.”

22

O (Allah) ki, üzerinde karar kılmanız için yeri size bir döşek, göğü de kubbe misali bir tavan yaptı. Gökten (bulutlardan) su indirerek onunla size, yararlanabilmeniz için yerden çeşitli ürünler ve meyveler çıkardı. Öyleyse bütün bu gerçekleri bile bile Allah'a ortak koşmayın.

(.......) Bu âyette yer alan, (.......) fiili, (.......) manasındadır. (.......) ilgi zamîri ya medih üzere mahallen mensûbtur veya gizli bir (.......) zamîri ile merfûdur.

(.......) kelimesi de üzerinde oturulan sergi, rahat edilen minder, uyunulan döşek ve dolaşıları yer.

Yani üzerinde dinlenir, uyur ve dolaşırsınız. Bu, aynı zamanda, (.......) fiilinin ikinci mef'ûlüdür. Ancak bu âyette dünyanın dümdüz olduğu ya da küre şeklinde olduğu hakkında bir delil yoktur.

Yani, bu âyet bu konuda bir delil değildir. Çünkü her iki durumda da yani ister düz ve ister küre şeklinde olsun, bu, üzerinde yaşanılamaz, döşek misali üzerinde yayılamaz manasında değildir.

Göğü de bina (tavan) yaptı.” Nitekim, yüce Allah (celle celâlühü) bir başka âyette şöyle buyuruyor:

“Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık.” Enbiyâ', 32.

“Bina” kelimesi, mastar bir kelimedir. Bu yapılmış, bina edilmiş şeyin ismi olmuştur.

Gökten su (yağmur) indirdi” yağdırdı.

Onunla (su ile) çıkardı.” Evet meyvelerin, ürünlenn çıkması Allah'ın kudreti, dilemesi ve yaratmasıyladır. Ancak bunların ortaya çıkması için suyu sebep kılmıştır. Nitekim, çocuğun ya da yavrunun meydana gelmesi için de erkeğin suyunu (spermini) buna sebep kılmıştır. Kaldı ki; Allah, nasıl sebeplerin ve maddelerinin kendilerini var etmiş ise hiçbir sebep olmaksızın da her şeyi yaratmaya, var etmeye kâdirdir. Ancak, Allah'ın eşyayı var etmede tedricilik (derecelendirme, adım adım var etme) kanunu vardır ki, bu sayede bir hâlden diğerine geçerek ve bir mertebeden ötekisine taşınarak meydana getirir. Bütün bu şeylerin bu tarzda yaratılmasında basiret gözüyle bakmak isteyenler için hikmetler ve ibretler vardır, hepsinden ders çıkarmak gerekir.

Ürünlerden, meyvelerden” âyetin bu ifadesinin başında yer alan, (.......) cer edatı ya teb'îz veya beyan (açıklamak) içindir. Teb'îz: Bazısı, bir kısmı, anlamındadır.

Rızık olarak.” Eğer, (.......) cer edatı “teb'îz” manasında değerlendirilirse, bu, mef'ûlü leh olur. Şayet (.......) edatı beyana (açıklama) anlamında kabul edilirse bu kelime, (.......) fiilinin mef'ûlü bihi olur.

Ancak şöyle bir tefsir de vardır: (.......) kelimesi çoğul olmakla birlikte, yine aynı kökten olan, (.......) ve (.......) kelimelerinden manaca daha alttadır. Gerçi yağmur suyu ile oluşan meyveler daha çoktur. Ancak burada belirtilmek istenen şey, (.......) kelimesinin (.......) olarak çoğul olmasıdır. Çünkü cemi' (çoğul) kelimeler kimi vakit birbirlerini yerine kullanılabilirler. Zira hepsi de cemi' (çoğul) oluşta buluşuyorlar. Kısaca burada cemi' kıllet (azlık çoğul) ile cemi' kesret (çokluk çoğul) söz konusu olmaktadır ve bu türden çoğullar da birbirlerinin yerine kullanılabilmektedirler.

Sizin için.” Eğer bununla bizzat rızıklarıanlar murat olunmuş ise (kastedilmişsc) bu kelime “rızk” kelimesinin sıfatı olur. Eğer ifade ettiği mana için bir isim ise bu takdirde de mef'ûlü bihtir. Sanki şöyle denilir gibidir: “Ancaksize rızık olarak”

Öyleyse Allah'a ortak koşmayın.” Bu kısım, emre taallûk etmektedir ki mana şöyledir: “Rabbinize ibâdet(le kulluk) edin ve fakat O'na eşler, denkler edinmeyin, ortak koşmayın.” Çünkü ibâdetin temeli tevhid inancıdır. Bu bakımdan O'na eş ve ortak koşulmamalı, hiçbir şey O'nunla denk tutulmamalıdır.

Bu arada, (.......) kelimesinin mübteda olarak merfû' olması ve

(.......) kelimesinin de bunun haberi olması da câiz olur. (.......) diye başına, (.......) harfinin gelmesi ise, cümlenin içerik olarak cezâ manasının taşımasıdır.

Yani, burada deniliyor ki:

“Ki O, sizi bu muazzam âyet ve mu'cizelerle, birliğini ya da vahdaniyetini gösteren açık seçik delillerle kuşatmıştır. Öyleyse, O'na ortaklar koşmayın.”

(.......) kelimesi, misl ve denk anlamındadır. Bu kelime sadece uzak ve aykırı olan misl için söylenen bir kelimedir. Nitekim, “O'nun niddi (misli) de yoktur, zıddı da yoktur.” demek, birinci olarak Onun yerine asla bir şey kâim olmaz (geçemez) ve ikinci olarak da; O'na zıt ve karşı çıkabilecek bir varlık da yoktur, demektir.

Ve siz bütün gerçekleri bile bile...”

Yani putların hiçbir şeyi yaratmayacağını ve rızık olarak hiçbir şey vermeyeceğini bile bile. Çünkü yaratan da rızık veren de yalnızca Allah'tır.

Ya da, (.......) kelimesinin mef'ûlü tamamen terk olunmuş olabilir.

Yani, “İlim Erbâbı olarak sizin bile bile, putları Allah'a denk (eşler) tutmanız cehaletin ve bilgisizliğin ta kendisidir.” Cümle ise bütünüyle, (.......) kelimesinin zamîrinden hâldir.

23

Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'dan herhangi bir şüphe içinde iseniz, haydi (küçük de olsa) onun benzeri bir sûre getirin. Eğer iddianıza sâdık iseniz, Allah'tan başka güvendiğiniz şâhitlerinizi de çağırın!

Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'dan herhangi bir şüphe içinde iseniz...”

Bu âyette yer alan, (.......) kelimesindeki (.......) harfi nekra-ı mevsûfedir. Ya da (.......) manasındadır. “Kulumuz” ifadesinden kasıt da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dir.

Kul” kelimesi de akıllı varlıklardan olup bir kralın emri altında bulunan, mâlikinin mülkü konumunda olan demektir. Ya da köle demektir. Memluk; Başkalannın istilasına uğramak suretiyle onun egemenliği altına giren varlık, kimse.

Bir tefsire göre, (.......) kelimesi anlam olarak, (.......) kelimesinden daha alt derecededir. Çünkü (.......) ile anlatılmak istenen, tedrici olarak ve peyderpey indirilen manasındadır. Çünkü bu, meydan okumak yerinde gelmiştir. Bilindiği üzere müşrikler şöyle derlerdi:

“Eğer bu, Allah tarafından indirilmiş olsaydı bu şekilde aralıklı olarak ve peyderpey değil, sûre sûre olarak da değil bir âyetin ardından bir başka âyet olarak da değil, toptan indirilirdi. Halbuki bu olaylara ve duruma göre inmektedir. âdeta gördüğümüz ve alıştığımız gibi hatiplerin, şâirlerin zaman zaman kendilerinde görülen ve olaylara göre gelişen ifadeleri gibi bir şey. Zira, herhangi bir şâir şiir divanını bir defada ortaya koyamaz. Aynı şekilde bir naşir de konuşmalarını bir defada sergilemez. İşte Muhammed'in de yaptığı budur. Eğer bunu Allah indirmiş olsaydı mutlaka bir defada indirirdi.”

Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“İnkâr edenler: (.......) dediler” Furkân, 32.

Yine denilir ki: “Eğer şu tedrici olarak, peyderpey inen Kitap'tan şüphe içinde iseniz, bu takdirde; (.......) siz de bir sûre getirin!”

Yani, siz de onun sûreleri gibi, âyetleri gibi bir sûre getirin. Hem de aralıklı olarak da olsa getirin, onun parçalarından bir tekini, en küçük bir sûresini olsun getirin!”

Sûre: En azı üç âyetten oluşan Kur'ân'dan bir parça ya da bölüm, demektir. Eğer, (.......) kelimesinde var olan, (.......) harfi kelimenin aslından, yani kök harflerinden ise, bu takdirde bu isim ya Peygamber şehri olan Medine'yi çevreleyen duvarlardan (surlardan) ötürü bu ismi almıştır. Çünkü sûre de, Kur'ân-ı Kerîm'den bir parça olup ayrı ayrı sûrelerin toplarıarak bir araya getirilmiş kitaptır. âdeta surlarla çevrili beldeler gibi. Ya da Kur'ân sûreleri farklı ilim dallarını ihata etmiş (kuşatmış) olduğunda-ı ve faydalı birçok şeyleri içerdiğinden bu isim verilmiştir. Tıpkı Medine surlarının içinde var olanları çevreleyip kuşatması gibi.

Veya bu isim; rütbe (mertebe) manasında olarak verilmiş olabilir. Çünkü, sûreler de menziller ya da mertebeler veya konaklar manasındadırlar. Okuyucu her bir sûreyi okudukça diğerine ilerler ki bu, onun mertebesini yükseltir ve aynı zamanda bir sûreden diğerine geçme ve yükselme manasındadır.

Kaldı ki, bizzat sûreler kendi aralarında derecelendirilmişlerdir. Meselâ; uzun, orta ve kısa sûreler gibi. Veya dini bakımdan değerinin ve yerinin oldukça üstün olmasından ötürü bu ad verilmiş olabilir.

Eğer (.......) kelimesindeki (.......) harfi, (.......) Hemze'den çevrilmiş bir harf ise, bu takdirde bu, Kur'ân'dan bir parça, bir kısım ya da bölüm manasındadır. Tıpkı, (.......) kelimesi gibi. Bu da “herhangi bir şeyden arta kalan “demektir.

Kur'ân-ı Kerîm'in bölümlere ve parçalara ayrılmasının birçok faydaları bulunmaktadır. İşte bunun içindir ki, Yüce Allah, Tevrât'ı, İncîl'i, Zebûr'u ve diğer peygamberlerine vahyettiği şeyleri sûre başlıkları altında indirmiştir. Nitekim yazarlar, herhangi bir sanat alanıyla ilgili kitaplarını kısımlara ayırmışlar ve hepsine farklı bölüm başlıkları vermişlerdir. Meselâ:

Eğer kitap türü ya da cinsi, içinde birçok nevileri bulunduruyor ve birçok ilim (bilgi) çeşitlerini (sınıflarını) da kapsıyorsa bunun için en uygun olanı tek bir açıklama ile giriş yapılmalıdır.

Eğer okuyucu bir sûreyi tamamlar veya kitabın bir bölümünü bitirir de bundan sonra bir başkasını alıp okumaya başlarsa bu onun için daha dinlendirici ve daha çok istek doğurur. Dersine daha fazla yönelir ve ondan bir şeyler edinmeyi daha fazla ister. Hatta uzun bir müddet o kitap üzerinde çalışmasını sürdürse de yine durum aynı olur. İşte bunun içindir ki, Kurra (kırâat otoriteleri), Kur'ân'ı değişik kısımlara ayırmışlardır, yedişer cüz olarak okumak, tek cüz hâlinde okumak, onar ya da beşerli cüzler hâlinde okumak gibi.

Yine bu örneklerden biri de şöyledir: Hafız olan bir kimse eğer bir sûreyi gereğince bilir ve öğrenirse, artık o, Allah'ın kitabından bir parçasını bağımsız (müstakil) olarak kendi adına öğrendiğine inamr. Bu sûrenin bir Fâtihası (başı ya da girişi) ve bir de hatimesi (sonu) vardır.

Yani, bunlar da buna dahidir. Bu kimse bu şekildeki bir ezberi kendisi adına büyük bir basan kabul eder ve bunu kendisi için muazzam bir şey olarak değerlendirir. Nitekim, Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir:

“İçimizden bir kimse Bakara ile Âl-i Imrân sûrelerini okuyunca, o bizim gözümüzde büyür, değer kazanırdı.” Ahmed, Müsned; 3/120.

İşte bunun içindir ki, namazda bir sûreyi başından sonuna kadar okumak daha faziletlidir.

Onun benzeri” Bu sûreye müteallik olup onun sıfatıdır, zamîr ise, (.......) ya âittir.

Yani, “onun gibi olan bir sûre.” Kısaca şöyle deniliyor:

“Garib beyanlarıyla onun niteliğini taşıyan, en güzel nazım itibariyle en üst basamağa çıkabilen bir sûre getirin.”

Ya da kulumuz Muhammed için; “Tıpkı onun gibi bir ümmî olan, (okuma yazması olmayan ve ilim adamlarından ilim tahsil etmemiş olan) ve aynı zamanda orada onun gibi bir benzerine ve nazirine yönelmeksizin onun gibilerini toplayıp getirin!”

zamîrin, inzâl olunan Kur'ân'a râci olması (âit olması) daha yerindedir. Çünkü, Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Onun benzeri bir sûre getirin!” Yûnus,38.

Yine Rabbimiz buyuruyor:

“.... Siz de onun gibi on sûre getirin.” Hûd,13.

Bir başka âyet Rabbimiz buyuruyor ki:

“.... Bu Kur'ân’ın bir benzerini ortaya koymak üzere ins ü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar. Onun benzerini ortaya getiremezler.” İsrâ', 88.

Dolayısıyla kelâmı (cümleyi), zamîri Kur'ân’a âit kılmak sûretiyle ele almak tertip bakımından en güzel olanıdır. Kaldı ki, burada indirilen vahiyden, Kur'ân’dan söz ediliyor, yoksa vahyin kendisine indirildiği kimseye değildir. Söz onun üzerine sevk olunmaktadır. Bu takdirde mana şöyleoluyor:

“Şayet siz Kur'ân’ın Allah tarafından indirildiğinden şüphede iseniz, o hâlde siz de ona denk olabilecek (küçük) bir parça olsun indirin.”

Burada asıl tertip meselesi şudur: Şâyet buradaki zamîr Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e râci olsaydı şöyle denilirdi:

“Eğer siz Muhammed’in kendisine vahyin indirildiğinden şüphe duyuyorsanız, öyleyse onunki gibi siz de bir Kur'ân getirin.”

Çünkü, bu tefsîr ya da tefsir, “Şâhitlerinizi, yardımcılarınızı çağırın.” sözüne daha uygundur. (.......) kelimesi, hazır veya şâhitliği yerine getiren kimse manasında olup (.......) kerimesinin çoğuludur.

(.......) Yâni, Allah'tan başka.” (.......) cer edatı burada, “şâhitlerinizi” ibâresine mütealliktir.

Yani; Allah'tan başka ilâh edindiklerinizi de (peşlerine takılıp ilâhlaştırdıklarınızı da) çağırın. Çünkü, siz onların hak üzere olduklarını ve yarın kıyamet gününde size şâhitlik ya da tanıklıkta bulunacaklarını savunuyorsunuz veya size Kur'ân'ın benzerini getirmede tanıklık edip yardımda bulunacakları da çağırın.” demektir.

24

Eğer bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış bulunan cehennem ateşinden sakının.

Eğer bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- ...” Rabbimiz itirazcı müşrikleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in doğruluğunu öğrenip tanımaları için onlara gereken yolu göstermek maksadıyla onlara şöyle buyurdu:

“Mademki ona karşı koyabilecek, muaraza edebilecek durumda değilsiniz, mademki âciz olduğunuz ortaya çıkmıştır. Onu tasdik etmek de farz hale gelmiştir. Öyle ise, derhal ona îman edin ve yalanlayanlar ile inat edip direnenler için hazırlanmış olan azaptan korkun.”

Burada peygamberliğin ispatı ya da kanıtlanması için iki delil bulunmaktadır. Meydan okunulan şeyden âciz kalacaklarının doğruluğu ve sahihliği ile müşriklerin böyle bir şeyi asla ve hiçbir zaman başaramayacaklarının haber verilmesidir. Bu ise Allah'tan başka hiçbir kimsenin hiçbir zaman bilemeyeceği bir gaybtır.

Olayı gereği gibi düşünüp değerlendirmeden önce muarazadan (yani karşı koyup meydan okumadan) acziyetleri onlara göre bu hususta şüpheli bir şeydir.

Yani, müşrikler böyle bir işe başlamadan yenilip acze düşeceklerine pek ihtimal vermemekte idiler. Çünkü, bunlar kendi fesahatlerine (kavrayışlarına, zekalanna) güveniyorlar ve kendi belâgatlerini (etkileyici söz söyleme yeteneklerini) üstün görüyorlardı. İşte burada izlenen yol da bu tarzda, onların değerlendirmelerine göre getirilmektedir. İşte bunun içindir ki, şüphe içeren, (.......) edatıyla durum ele alınmış oldu. Bu bakımdan, vücup (gereklilik) bildiren “-Ki asla yapamayacaksınız...,” cümlesinin i'rabtan mahalli yoktur. Çünkü bu, mutarize (parantez) cümlesidir. Kaldı ki, bu parantez cümlesi de yerinde ve güzel bir cümle olmuştur. Çünkü şart lâfzı tereddüt içindir. Dolayısıyla, “-ki asla yapamayacaksınız.. “itiraz cümlesiyle bu tereddüde yer bırakılmamıştır. Gerçi (.......) edatı olsun ve (.......) edatı olsun her ikisi de gelecek zamanda olumsuzluğu bildirirler. Ancak (.......) edatında te'kit manası vardır.

Halîl b. Ahmed (100-170/718-786)’e göre, (.......) edatının aslı, (.......) dir. Fakat İmâm Ferrâ' Ebû Zekeriya Yahya Deylemî (144-207/761-822) ye göre bunun aslı, (.......) dır. Ancak bunun sonundaki (.......) harfi, (.......) harfine dönüştürülmüştür. İmâm-ı Sîbeveyh’e göre, Bu (.......) edatı te'kid-i nefy-i istikbal için konulmuş bir harftir.

Ancak bilinen gerçek şu ki, bu, tamamen gaypten haber vermedir ki, nihâyetinde bir mu'cize olsun istenmiştir. Çünkü, müşrikler eğer herhangi bir şekilde buna karşı koyabilselerdi ve bir benzerini getirme başarısını gösterebilselerdi bu mutlaka şöhret bulur yayılırdı. Nasıl olmasındı ki, buna dil uzatanlar, onu savunanlardan çok daha fazla idiler. Cehennem ateşinden korunmaları için ön şart onun gibi bir sûreyi getiremeyecekleridir. Çünkü bunlar eğer istenileni getiremezlerse, böylece muarazada (tartışmada, karşı koymada) acizlikleri ortaya çıkmış bulunacaktır. Bundan âciz oldukları anlaşılınca da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in doğruluğu gerçekleşmiş olacaktır. Onlara göre Resûlüllah’ın doğruluğu ortaya çıkınca da bunlar inatlaşma yolunu seçtiler ve îman edip boyun eğmekten kaçındılar. Sonuçta da kendilerine cehennem ateşi gerekli (vacip) kılınmış oldu.

Bunlara denildi ki; eğer acze düştüğünüzü anladıysanız, o hâlde inadı elden bırakın.

Burada, “Öyleyse cehennem ateşinden sakının.” Cümlesi bunu yerine konulmuş bit cümledir.

Yani, yukarıdaki ifade yerine konulan bir cümledir. Çünkü “cehennem ateşinden sakınmak” için gerekli olan sebep ise, inadı elden bırakmaktır, vazgeçmektir. Bu da âdeta bir kinaye kabilindendir. Nitekim kinaye de belâgat ilminin bir dalıdır. Bunun faydası da şudur: Kur'ân-ı Kerîm'in bir süsü mahiyetinde olan icazı sağlamaktır, yani az söz ile çok şeyler anlatmaktır.

Kendisiyle ateşin tutuşturulduğu şey” demektir.

Yani odundur. Mastar ise mazmumdur (ötrelidir). Gerçi fetha olarak da okunmuştur. (.......) ve (.......) ilgi zamîrlerinin sılaları (ilgi cümlecikleri) muhatap açısından bilinmesi gerekir. İhtimâldir ki, onlar bunu kitap ehlinden veya Resûlüllah'nden duymuş olabilirler ya da bunlar bu âyetten önce yüce Rabbimizin şu kavlini duymuş olabilirler:

“....Yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun.” Tahrîm, 6.

Görüldüğü gibi, “ateş” kelimesi Tahrîm sûresindeki âyette nekra olarak gelmiş, tefsirini yaptığımız bu âyette ise ma'rife olarak gelmiştir. Çünkü Tahrîm sûresindeki âyet Mekke döneminde nâzil olanlardan iken bu âyet Medine döneminde nâzil olan âyetlerdendir. Bununla böylece onların daha önce bildikleri bir noktaya işaret etmiş oluyor.

İşte buna göre, yüce Rabbimizin, “Ki yakıtı insanlarla taşlar olan “manasındaki bu âyeti şunu belirtiyor:

“Bu, diğer ateşlerden farklı öyle bir ateştir ki, bu ateş insanlar ve taşlar ile tutuşturulup yanan bir ateştir.”

Bu taşlar da kükürt taşlarıdır. Oldukça hızlı tutuşurlar, geç sönerler. İğrenç bir kokuları vardır, bedene yapışıp kalır. Veya bunlardan maksat tapınmak ve ilâhlaştırmak amacıyla yapılan putlardır, put olarak yapılan maddelerdir. Çünkü, bunlar gerçekten oldukça ciddi bir anlamda insanı üzüntü içinde bırakacaklar, zira onlar kendilerine tapanlara zarardan başka hiçbir yarar sağlamayacaklardır.

Dikkat edilirse, ateşin tutuşturulmasında insanlar taşlarla birlikte zikredildi. Bunun sebebi de onlar dünyada iken bu putlardan ve putlaştırdıkları şeylerin heykellerinden ayrılmadıkları için, hep onlarla hemhal olmalarından ötürüdür. Çünkü bunlar bu putlara tapıyorlar, onlara saygıyı elden bırakmıyorlardı. Hatta onlara Allah ile denk manada eş olarak kabul edip ilâhlaştırıyorlardı. Nitekim benzer bir âyette Rabbimizin şu âyetidir:

“Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız.” Enbiyâ', 98.

Bu âyette (.......) olarak geçen ve “yakıt” olarak manalarıdırıları kelime, odun anlamında olan (.......) demektir.

Yani, onlar cehennem odunudurlar. İşte bu âyette de insanların taşlarla birlikte geçmesi, o kızgın taşlarla yamp kavrulacaklarını onlara bildirmek ve ulaştırmak maksadıyladır.

Kâfirler için hazırlanmıştır.” Bu âyetten, ateşin (cehennemin) de mahlûk olduğunu, yani yaratılmış olduğunu anlamaktayız. Bu âyet onun için bir delildir. Ancak Cebriye Mezhebinin mümessil olan Cehm b. Safvan bunu kabul etmemektedir, karşı çıkmaktadır.

25

Îman edip sâlih amel işleyenleri de müjdele ki, gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildiği her defasında, “İşte bu, daha önce dünyada bize verilenlerdendir.” derler. Bu rızıklar kendilerine bazı yönlerden dünyadakilere benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz zevceler de vardır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.

Îman edip sâlih (iyi) amel işleyenleri de müjdele ki...”

Bu âyette, “müjdele” emriyle görevli bulunan kişi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu gibi ayrıca herkes olabilir. İşte bu, daha güzel ve yerinde bir tefsirdur. Çünkü, böylece söz konusu emrin büyüklüğü, önemi ve şanının üstünlüğü bakımından böyle bir durumu müjdelemeye güç yetiren her kimse buna gerçekten lâyık bulunmaktadır. Aynı zamanda, “müjdele” demek olan, (.......) kelimesi, “Sakının “kelimesi üzerine atfolunmuştur.

Meselâ: “Ey Temîm oğulları! işlediğiniz suçların cezâsından sakının. Ey filân kimse! Sen de benim, Esed oğullarına olan ihsanımı kendilerine müjdele.” gibi. İşte yukarıdaki âyetler de bu çerçevede değerlendirilmeli.

Ya da bu, mü'minlerin sevaplarını tanıtan (vasfeden) bir cümle olup kâfirlerin cezâsını (ikabını) anlatan cümle üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Meselâ: “Zeyd zincire (kelepçeye) vurulmak ve sindirilip baskı altına alınmakla cezâlarıdırılacaktır. Amr'ı da, affolunmak ve salıverilmekle müjdele...” gibi bir ifade.

Beşâret: Kendisine haber verilen kimsenin sevincini gelen haber ile açıkça göstermesidir. İşte bunun içindir ki, İslâm bilginleri şöyle demişler: Bir kimse kölelerine, “Sizden hanginiz filân kişinin gelişini bana müjdelerse o bundan böyle özgürdür.” dese ve köleleri de ayrı ayrı gelip o şahsın gelişim müjdelerlerse, bunlardan ilk defa müjdeyi getiren kim ise o özgür olur, yani âzat olunur. Çünkü haberi alan zât, ilk haberi getirenin müjdesi üzerine sevincini ve mutluluğunu göstermiştir. Diğerlerinin haber vermesiyle böyle bir durum söz konusu değildir. Eğer efendileri “Kim bana müjde verirse...” ifadesi yerine, “Kim bana haber verirse...” demiş olsaydı, bu dururrıda hepsi âzat olunurlardı. Ayrıca vücûdun dış yüzüne, yani tene de, (.......) denir. (.......) da günün ilk ışıması vakitleri demektir.

Ancak: “Onlara acıklı bir azâbı müjdele-haber ver, bildir.” Âl-i Imrân,21. âyetine gelince, bu bir bakıma bir alay içermektedir.

Karşı tarafa daha ağır bir darbe vurmanın bir habercisi durumundadır.

Yani, kendilerine karşı aşırı öfke dolu bulunulan ve alay edilen kimseye karşı bu sınırsız öfkesini gösteren bir ifade tarzıdır. Meselâ; adam düşmanına karşı, “Sana soyunu öldürmeyi (öldüreceğini) ve malını da yağmalanayı (yağmalayacağım) müjdelerim.” gibi.

(.......) kelimesi de, tıpkı, (.......) gibi isim yerine geçen bir kelimedir. (.......) kelimesi de akıl, Kitap ve Sünnetin öngördüğü deliller çerçevesinde doğru olan her amele ya da şeye verilen isimdir. Başında yer alan, (.......) harfi cins içindir. Ayrıca bu âyet, amelleri îman olarak değerlendirip kabul edenlere karşı bir hüccet (delildir). Çünkü görüldüğü gibi sâlih amelleri îman üzerine atfetmiştir. Ma'tûf, yani affolunan ise ma'tûfun aleyhten, yani üzerine atıf yapılan şeyden ayrı olan bir şeydir. Ancak şöyle bir gerekçe ile de karşı çıkılamaz:

“Siz diyorsunuz ki, hiçbir sâlih ameli bulunmaksızın mü'min olan kimse cennete girebilir, bu, câizdir. Halbuki Yüce Allah, îman edip sâlih amel işleyenleri cennetle müjdeliyor. Çünkü, mutlak anlamda cennetle müjdelenmenin şartı ya da koşulu, îman ile birlikte sâlih amelin de var olmasıdır. Kaldı ki, biz Ehl-i sünnet olarak, büyük günah işleyenleri mutlak manada cennetle müjdelemiyoruz. Aksine biz onların cennetle müjdelenmelerini bir kayda bağlıyoruz, Allah'ın dilemesine bırakıyoruz ve diyoruz ki, Allah dilerse büyük günah işleyeni affeder, dilerse onu işlediği günahı kadar ona azap eder ve sonra da cennetine sokar.”

Gerçekten onlar için cennetler vardır.” Bu, (.......) takdirindedir. Burada, (.......) ve amel ettiği şey, İmâm-ı Sîbeveyh'e göre, (.......) fiiliyle mensûb olmasıdır. Ancak Halîl b. Ahmed bunu kabul etmemektedir. Ki bu, Kur'ân'da oldukça çok bulunmaktadır.

Cennet: Hurmalıklardan ve sık ağaçlardan oluşan bağ, bahçe, demektir. Ancak cennet kelimesini oluşturan harfler mana bakımından örtmek, setr anlamındadır. Nitekim, (.......) ve (.......) hep aynı kök harflerden oluşmuş kelimelerdendir. Nitekim sevap yurduna de cennet denmektedir, çünkü; orada sonsuz bahçeler, saraylar ve nimetler vardır. Cennet de mahlûktur, yani şu anda vardır ve yaratılmıştır. Nitekim, yüce Allah'ın şu kavli buna delildir.

“Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennette yerleşin.” Bakara, 35.

Ancak Mu'tezile mezhebi mensuplarından bazıları bunu kabul etmemektedirler. “cennet” kelimesinin çoğul ve nekra olarak gelmesinin tefsiri de şöyledir:

Cennet: Tüm bir sevap yurdunun adıdır. Bu ise sayısız cennetleri-bahçeleri içinde bulunduran bir yurttur ve herkesin amel durumuna göre kendilerine verilen mertebe ve dereceler demektir. Dolayısıyla her bir tabaka için söz konusu cennetlerden (bağ ve bahçelerden) oluşan cennetler vardır.

Altlarından ırmaklar akan” Bu cümle, “cennât” kelimesinin sıfatı olarak nasb mahallinde gelmiştir. Bundan murat da, “cennet ağaçlarının altlarından” demektir. Nitekim büyüyüp gelişmiş olan ağaçların özellikle akar su kenarlarında ve nehir boylarında daha gür olarak yetişip geliştiklerini görürsün. Cennet nehirleri ya da ırmakları ise, herhangi bir kanal olmaksızın akarlar. En değerli ve nezih bahçeler, ağaçları gölgelik yapan ve aralarında durmaksızın aralıksız bir hâlde nehirler akanlardır. (.......) kelimesi, “İttirat” manasında olup bu da devamlı akıp duran, kesintisiz devam eden,anlammdadır.

Nehir: Denizden aşağı ve fakat derelerin üzerinde daha geniş akarsu, demektir. Nitekim, Nil nehrine de Mısır Nehri denmektedir. Aslında fasih kullanımda bu, “Neher” olarak söylenip konuşulur. Ancak kelime (.......) harflerinden oluşan kelimeler cinsinden olması itibariyle genişlik manası, baştan sona kadar gibi manalar içerir. Bir de “akma” fiilinin nehre isnadı vardır ki, bu mecâzî manadadır. Yoksa akan nehir değil, nehir yatağındaki sudur.

(.......) kelimesini ma'rife olarak gelmesi ise, bununla cennet nehirlerinin murat olunduğu ihtimaliyledir. Burada izafetle ma'rifelik yerine, (.......) harf-i ta'rîfiyle ma'rife kılınmıştır. Nitekim, Yüce Allah'ın şu kavlinde de yine böyle geçmektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“....ve başımın saçı bembeyaz alev gibi tutuştu.” Meryem, 4.

Veya harf-i ta'rîf olan (.......) harfiyle aşağıdaki âyette sözü edilen ırmaklara işaret olmuş olabilir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“O cennet içinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır.” Muhammed, 15.

Şüphesiz Allah'ın verdiği akarsu nimetlerin en büyüğü, lezzetlerin en üstünüdür. İşte bu bakımdan yüce Allah cennetlerden söz ederken hep akar sularla, nehirlerle birlikte zikretmiştir. Cennetin diğer özellikleri arasında hep ırmaklara öncelik vermiştir.

Kendilerine rızık olarak yedirildiği her defasında...” Bu, “cennetler” kelimesinin ikinci bir sıfatıdır. Yahut da bu, yeni bir giriş cümlesi olabilir. Çünkü kendilerine, “Gerçekten onlar için cennetler, bağ ve bahçeler vardır.” denildiği vakit, bunu duyanların kalbine ya da aklına, “acaba bu bahçelerde yetişen meyveler de tıpkı dünyadaki bağ ve bahçelerde yetişenlere mi benzer veya sözü edilen cinslere benzemeyen başka cins ürünler mi var? “diye bir düşünce gelebilir. İşte buna verilen cevap; şüphesiz o bağ ve bahçelerin meyveleri dünya meyvelerinin benzeridirler.

Yani, onların cinsleri her ne kadar bir dereceye kadar değişiklik gösterseler de dünyadakilerin cinsleri gibidir. Fakat yine de mahiyetini yüce Allah'tan başkası bilemez.

O meyvelerden bir meyve verildiğinde işte bu ... derler.”

Yani, cennet denilen o sevap yurdunun bağ ve bahçelerinin meyvelerinden her ne zaman bir meyve verilirse, türü ne olursa olsun, ister elma, ister nar veya başka bir meyve olsun, rızık olarak sunulduğunda, işte o zaman böyle derler.

Âyetin bu kısmında yer alan birinci ve ikinci cer edatı (.......) harflerinin her ikisi de ibtidai (başlarıgıç) gaye içindirler yani zarf-ı lağvdırlar. Çünkü rızık, bahçelerden (cennetlerden) ilk olarak çıkmaya başlar. Cennetlerden (bahçelerden) ilk olarak çıkan rızık da ilk defa meyve olarak çıkar. Nitekim bunun benzeri şöyledir. Meselâ; birine, beni Filanca rızıklarıdırdı (yedirdi), demen gibi. İşte bunun üzerine, “Seni nereden yedirdi?” diye gelen soruya da cevabın şöyle olur: “Bahçesinden” Bu defa, “Bahçesinin hangi meyvesinden sana yedirdi?” diye sorulur. Sen de, “Nar meyvesinden.” diye cevaplarsın.

Âyette yer alan, (.......) kelimesi bir tek meyve, yani elma demek değildir Ya da bir tek nar meyvesi demek de değildir. Bundan asıl maksat mey ve türleridir.

Rızıklarıdırıldık.” ifadesi, (.......) yani, ondan rızıklarıdırıldık, manasındadır. Burada âid (zamîr) mahzûftur (zikredilmemiştir).

(.......) bu da, (.......) demektir. Bu kelime izafetten kesilince, yani tamlama yapılmayınca mebnî hale gelir. Bu itibarla mana şöyle olur: “İşte bu, bundan önce rızık olarak yedirildiklerimiz (nimetlendirildiklerimiz) gibi...” Dolayısıyla burada bir teşbih, yani benzetme vardır, bunu da âyetin şu ifadesinden anlıyoruz:

“Bu rızıklar kendilerine bazı yönlerden dunyadakilere benzer olarak verilmiştir.” İşte buradaki ifade âdeta şu ifadenin bir benzeri gibidir. Meselâ, Ebû Yûsuf, Ebû Hanîfe'dir” sözü gibi.

Yani burada Ebû Yûsuf (113-182/731-798) un Ebû Hanîfe'ye benzemesini öyle bir dile getiriyorsun ki, âdeta şöyle demek ister gibisin; “Sanki Ebû Yûsuf un kendisi, Ebû Hanîfe'nin ta kendisidir.” İşte âyetteki benzerlik de bu manadadır. Nasıl ki; Ebû Yûsuf Ebû Hanîfe'nin ta kendisi değilse, Cennet meyveleri de dünyadakinin ta kendisi değildir. Ancak bazı yönlerden benzerlikleri vardır.

(.......) deki zamîr hem dünyada rızıklanmış olanlara ve hem âhirette rızıklarıanlara râcidir. Çünkü, (.......) cümlesi her iki dünyada da rızıklananları içermektedir. Kaldı ki cennet meyveleri de tıpkı dünya meyveleri gibidirler. Farklı cinsler değiller. Çünkü insan alışık olduğu şeye daha bir yakınlık duyar, alışık olduğu şeye daha çok yönelir. Eğer alışık olmadığı, aşınaliği bulunmadığı bir şeyle karşılaşırsa yaratılış olarak ondan uzak durur, kaçar. Nefsi onu o şeyden muaf tutar (istemez). Zira, insan eğer daha önce kendisiyle geçmişi bulunan bir şeyle karşılaşır ya da görürse ve onda da açık bir meziyet (farklılık) görürse, apaçık bir durum sezerse gerçekten buna karşı daha fazla şaşkınlık duyar, hayretler içinde kalır ve fazlasıyla garipser. Dolayısıyla rızık olarak yedikleri her meyvenin ya da ürünün yamnda bu sözü tekrarlamaları bu işin sonsuza kadar hep böyle olacağına da bir delildir. Meziyetin ortaya çıkışı, bu halin hep böyle uzayıp gideceğinin delilidir. Bu duruma göre meyvelerde görülen farklılık her an onların bu hayretlerini dile getirmelerine neden olacaktır.

Veya (.......) deki zamîr rızka râci olabilir. Nitekim, bu ayni zamanda ona işaret de etmektedir. Buna göre mana şöyle olmaktadır: “Şüphesiz o cennet meyvelerinden kendilerine yedirilenler, her meyvenin getirilişinde onlara âdeta aynı cinsten imişler izlenimini verir.” Nitekim, Hasen-ı Basrî (rahmetüllahi aleyh) den hikâye olunduğuna göre demiştir ki:

“Cennet ehlinden birinin önüne bir tabak (sofra) konulur. O bu tabaktan yer. Sonra başkası getirilir. Yiyen kimse de; bu, bize daha önce verilip yedirilendir, der. Melek de ona: “Bundan ye, çünkü bunların renkleri bir ve fakat tatları farklıdır” der.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivâyete göre şöyle buyurmuş:

Muhammed'in varlığı elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, cennet ehlinden olan adam bir meyveyi yemek için ağzına götürdüğü zaman daha o, o meyveyi ağzına ulaştırmadan Allah onun yerine onun gibi bir meyveyi hemen yerleştirir.” Taberânî, “el-Kebir, 1449. Bezzâr, “Keşfül Estar” ; 3530. Ebû Nuaym, Sıfatu'l-cennet; 345. Buradaki lafız da şöyledir: “Cennet ehlinden biri o cennet meyvelerinden koparır koparmaz, hemen onun yerine Allah onun gibisini yaratır.”

Bir de bakarlar ki, durum aynen eskisi gibi, sanki eksilen bir şey olmamış gibi. İşte bu durumda dedikleri o sözleri söylerler.

(.......) Rabbimizin bu kavli de muterize (parantez) cümlesidir. Durumu tespit ya da takriri içindir. Bu, âdeta şu ifadeye benzer bir durumdur. Meselâ: “Filân kimse filân ile ne güzeldir -yaptığı şey ne güzeldir- Şöyle bir görüş ortaya attı ve doğru da oldu.” İşte burada da, iki parantez cümlesi yer aldı, biri; “Yaptığı şey ne güzeldir” , biri de, “ve doğru da oldu” cümlesidir. Nitekim, Rabbimizin şu kavli de böyledir:

“Ve halkının ulularını alçaltırlar. Herhâlde onlar da böyle yapacaklardır.” Neml, 34.

Onlar için orada zevceler vardır.” Burada, (.......) kelimesi mübtedadır, (.......) da haberidir. (.......) da zarf-ı müstekardır. “Tertemiz” kötü ahlâktan arınınış, kocalarına buğzetmezler ve başkalanna da bakmazlar. Ya da aynı zamanda kâdirılara âit aybaşı hâlini ve istihaza kanını görmezler, kısaca kâdirılara âit rahatsızlıklardan arınınıştırlar. Aynı zamanda küçük ve büyük abdest gibi şeylerden ve benzeri tiksindiricilik veren durumlardan tamamen arınınış, tertemiz zevceler. Burada sıfat mevsûfu (niteleyen niteleneni) gibi cemi' (çoğul) olarak gelmedi. Çünkü her ikisi de dil açısından fasihtirler. Ayrıca âyette, (.......) yerine, (.......) kelimesi söylenmedi, Bunun nedeni ilk kelime ikinciye göre daha mübalağalı olmasıdır. Kaldı ki, (.......) kelimesinin binası teksir (çokluk) içindir. Bir de bu kelimede şöyle bir mananın var olduğu da ayrıca görülmektedir. “Onları tertemiz kıları, ak pak haline getiren bir mutahhir (temizleyen, tertemiz kıları) vardır ki, bu da elbette Allah'tan başkası değildir.”

Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.” Âyette bulunan, (.......) kelimesi, sonu gelmeyen ve sürekli olan kalış, ebedî kalış (demektir).

Bu aynı zamanda Cehmiye mezhebi mensuplarının görüşlerinin bâtıl ve geçersiz, anlamsız olduğunu da ortaya koymaktadır. Çünkü, bu mezhep mensuplarının görüşlerine göre, “Cennet ve cennet ehli de fena bulacaklardır, onlar da yok olacaklardır. Çünkü yüce Allah kendisini Evvel ve Âhir (ilk ve son) olarak vasfedip tanıtıyor. Allah'ın ilk olduğunun gerçekliliği bütün yarattığı varlıklardan daha önceliklidir, yani öncesi yoktur. Dolayısıyla sonluluk olayının gerçekleşmesi için de diğer yaratıklarının sonrasına kalmasının gerekliliğidir, ebedî sonsuzluk. Şimdi yüce Allah açısından bunun böyle olabilmesi de ancak yaratılmış olan tüm varlıkların fena bulmasından ve yok olmalarından sonra gerçekleşebilir. Aksi hâlde zorunlu olarak Allah için böyle bir şey gerçekleşmemiş olur deriz. Halbuki yüce Allah bâkîdir. Nitekim, sıfatları da bâkîdir. Eğer cennet, ehliyle birlikte bâkî olacaksa, kalıcı ise bu durumda yaratan ile yaratıları arasında teşâbüh (benzeşme) meydana gelir. Bu ise muhâldir, olamazdır.

Ehl-i sünnet, olarak bizim buna cevabımız şudur: deriz ki; “Allah için Evvel (ilk) oluş, varlığının başlarıgıcının olmaması gerçeğidir. Âhir (son) olması da zatının bir nihâyetinin, sonunun olmaması anlamındadır. Ancak bizim açımızdan ise ilk oluş, Onun ferdi sabık olmasıdır, Âhir ise, Onun ferd-i lâhik olmasıdır. Yüce Allah'ın bu iki vasıfla nitelenmiş olması, kemal sıfatlarını beyan (açıklamak) ve aynı zamanda nakisayı (eksikliği) ve zevali (yok oluşu) reddetmek içindir. Bunun böyle anlatılması, yüce Allah'ı hadis olma ve fena bulma (yok olma) ihtimallerinden tenzih içindir, uzak kılmak içindir. Yoksa dedikleri şey için değildir. Hiç beka ile bir teşâbüh olabilir mi? Halbuki ki, yüce Allah zâtı itibariyle bâkîdir ve bâkî olması da varlığının bir gereğidir, yani vâcibu'l-vücûddur. Kaldı ki yaratılanların bekası ve varlığı da O'nun varlığıyla kâimdir. Bu ise varlığı câiz olandır, yani bekası başkasının bekasına (Allah'ın bakiliğine) bağlı olanlar ise caizu'l-vücûddurlar, varlıkları ya da yoklukları da câiz olanlar demektir.

26

Şüphesiz Allah ibret ve öğüt olması için bir sivri sineği, hatta ondan küçük ya da büyük olsun benzeri bir şeyi örnek vermekten kaçınmaz. Îman edenlere gelince onlar, kesinlikle bu tür misallerin Rablerinden gelen bir hak (gerçek) olduğunu bilirler. İnkarcı kâfirlere gelince onlar, Allah böyle basit şeyleri örnek olarak vermekle ne murad eder, derler. Allah böyle misallerle birçok toplumları saptırır, birçoklarını da hidâyete (doğru yola) yönlendirir. Allah verdiği bu tür örneklerle ancak fâsıkları (yolunu şaşırmışları) saptırır.

(.......) örneğimde bunu görmekteyiz. Dolayısıyla burada bu iki durum da ihtimal dahilindedir. (.......) Darbı Mesel, “kerpiç/tuğla başınak, yapmak” ve “yüzük/mühür başınak” ifadelerinden alınma olup, “ders alınacak örnek üretmek, göstermek” manasındadır. Âyette yer alan, (.......) ise, ibham içindir, yani “mâ-i ibhâmiyedir” . Bu (.......) harfi eğer nekra olan bir isimle birlikte zikredilirse onu tam anlamıyla mübhem (kapalı), anlaşılamaz kılar ve ona umum (genellik) manasım ekler (yükler). Meselâ;

(.......) cümlesinde de gördüğün gibi, (.......) var ve bu da sözünü ettiğimiz harftir. Bununla şunu demek istiyorsun, “Bana herhangi bir kitap ver, kitap olsun da.” Veya bu harf te'kit için gelen bir sıla (ilgi) zamîridir. Tıpkı Rabbimizin şu âyetinde geçtiği gibi:

Nisa, 155. İşte bu âyetteki (.......) te'kit için gelen ve aynı zamanda sıla (ilgi) zamîri olan (.......) dır. Sanki tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyette şöyle der gibi:

“Şüphesiz Allah, kesinlikle misal vermekten çekinmez...” Ayrıca, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin atf-ı beyanî (onu açıklayan tarzdaki) bir atıftır ya da, (.......) kelimesinin mef'ûlüdür. (.......) kelimesi de nekra olan, (.......) kelimesinden hâl olup ona takaddüm etmiştir, (ondan önce gelmiştir). Veya (.......) kelimesinin, (.......) manasında kabul edilmesiyle her ikisi de mef'ûlleri olarak mensûbturlar.

(.......) kelimesi, kelimesinden türemedir. Bu da kesmek anlamındadır. Tıpkı, (.......) ve (.......) kelimeleri gibi. Meselâ: (.......) gibi kı bu, “Sinek onu ısırdı.” demektir. Nitekim, (.......) demek, o şeyden bir parça manasındadır. Aslında (.......) kelimesi, (.......) ve (.......)

Ondan büyük ya da küçük olsun benzeri bir şeyi misal vermekten çekinmez.”

Yani, ondan daha büyüğünü ve örnek olarak gösterilen şeyden manaca daha fazlasını göstermekten çekinmez. Halbuki onlar verilen örneği basit, az ve hakir bir şey olarak değerlendiriyorlardı. Dolayısıyla, hacim bakımından ondan daha basitini de veya büyüğünü de gösterebilir. Allah böyle bir şeyden çekinmez.

Sanki böyle bir ifade ile söylenmek istenen şey; o kâfirlerin bir misal olarak gösterilen sinek ve örümceğin örnek gösterilmesine karşı takındıkları inkârcı tavırlarını red manası yer alır gibi bir durum var. Çünkü sinek de, örümcek de sivri sinekten daha büyük hacimdedirler.

Yani, “Sivrisinekten daha küçük olan bir şey ile nasıl ibret veren bir örnek verilebilir ki? O, en basit ve en küçük bir canlıdır. Çünkü sivrisineğin kanadı ötekilerinkinden daha küçük ve basit ve derecelerle de ondan küçüktür” denilemez. Kaldı ki, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu, dünyayı değerlendirme noktasından bir misal olarak vermiştir. Bk. Tirmizî; 2320. İbn Mâce El-İklil, 1/154.

Îman edenlere gelince onlar, kesinlikle bu tür misallerin Rablerinden gelen bir hak (gerçek) olduğunu bilirler.” Burada, (.......) daki zamîr, ya (.......) örnek kelimesine veya, (.......) kelimesine râcidir.

Hak: İnkârı hiçbir zaman doğru olmayan ve sabit olan gerçek, demektir. Nitekim bir şeyin sabit ve gerekli olması durumunda, (.......) artık bu iş kesinleşti, denilir. “Rablerinden” bu ifade hâl olarak nasb mahallinde gelmiştir. Burada amil, Hak kelimesinin taşıdığı manadır. “Zül hâl” ise müstetir (gizli) zamîrdir.

İnkârcı kâfirlere gelince onlaı; (.......) derler.” Bu âyette, (.......) kelimesi üzerinde vakfedilir (durulur). Eğer vakfedilmeyip de vasl edilirse (yani bitiştirilerek ve durulmayarak okunursa), bu takdirde mabadi yani kendisinden sonra gelen ibâre bunu sıfatı olur ki, durum öyle değildir.

İnkârcıların Allah böyle basit şeyleri örnek olarak vermekle ne murad eder?” sözleri ise meseleyi aşağılamak, küçümsemek ve basit olarak görmektir. Nitekim, Abdullah b. Amr hakkında Hazret-i Âişe (radıyallahü anha) nin şu sözü buna bir örnektir. Hazret-i Âişe, Abdullah b. Amr (radıyallahü anhüma) hakkında onu aşağılamak maksadıyla demiştir ki: “Tüh yazıklar olsun! Abdullah b. Amr b. El-Asl'ye!”

(.......) kelimesi, olduğu gibi temyiz veya şu âyet misalde olduğu gibi hâl olarak mensûbtur:

Bu âyette, (.......) kelimesi müellif tarafından hâl olarak değerlendirilmiştir. Yine âyette yer alan, (.......) kelimesi, şart manasını taşıyan bir harftir. İşte bu bakımdan bunun cevabının başına bir (.......) harfi getirilmiştir. Bunun yaran ise, cümleye te'kit manasım kazandırır ve te'kidin değerini gösterir. Meselâ, (.......) gibi. Bu basit bir ifadedir. Şayet bunu te'kit etmek istersen bu ve Zeyd'in kesinlikle gitmiş olduğunu belirtmek istersen te'kitli bir ifade ile şöyle denilir:

(.......) İşte bu bakımdan Sîbeveyh bu cümlenin tefsirunu şöyle yapmıştır. “Her ne olursa olsun, Zeyd mutlaka gidecektir, bu, kesindir.” İşte böyle bir tefsir bu harfin te'kit (pekiştirmek) için olduğu ve böyle bir mana ifade ettiği ortaya çıkıyor ve bu şart manasınadır.

Bir de âyetteki her iki cümle de, (.......) ile başlamaktadır. Dolayısıyla bu âyette, “Îman edenler bilirler ve kâfirler de derler. “manasında; (.......) dememesi mü'minlerin işine oldukça büyük bir önem atfetmiş olması ve övgüye değer bulmasıdır.

Bir de mü'minlerin bunu hak olduğunu bilmeleri de beliğ manada bir güvenin de göstergesidir. Rabbimiz böylece buna işaret buyuruyor. Kâfirlerin ise kendi payîanna gaflet ve aymazlık içinde olduklarını ilân etmenin yanında onların ahmak kimseler olduğunu da açık olarak ifade ediyor.

(.......) kelimesine gelince, bunun için iki görüş bulunmaktadır:

Buradaki, (.......) harfi ya da kelimesi, (.......) manasında ilgi, zamîridir. (.......)ise soru edatıdır. Bu takdirde iki kelime olmuş olurlar. Bu ilk görüştür. İkincisine gelince; (.......) ile (.......) kelimeleri birleştirilerek tek kelimelik bir soru edatı, ismi haline getirilmişlerdir.

İlk görüşü doğru kabul edersek, (.......) kelimesi mübteda olarak mermdur ve bunun haberi de, sılasıyla (ilgi cümleciğiyle) birlikte (.......) kelimesidir. Yâni, “Murat etti” demektir. Âid (zamîr) ise mahzûftur.

İkinci değerlendirmeye göre, bu, (.......) fiiliyle mahallen mensûbtur ve bunun takdiri de şöyledir: Allah neyi, hangi şeyi murat etti? “

“İrade” kelimesi mastar (kök) kelimedir. Kişinin herhangi bir şeyi kendi adına istemesi ve gönlünün de ona meyletmesidir ki, “Ben şunu murat ettim, kendi özgür irâdemle istedim.” der.

Kelâm bilginleri açısından bu, mümkünattan olan şeyleri şu veya bu şekilde herhangi bir varlığa tahsis etmeyi, ona âit kılmayı gerektiren bir manadır.

Ehl-i sünnet açısından ise her şeyden münezzeh olan yüce Allah gerçek anlamda “İrâde” sıfatına sahiptir.

Bağdat Mu'tezile okulu ise; Yüce Allah gerçek anlamda irâde sıfatıyla vasıflanmaz, görüşünü benimsemişlerdir. Bunlara eğer, Allah şöyle murat etti.” denilirse bu eğer Allah'ın fiiliyle alâkalı bir şey ise, bu durumda bunun manası; Allah bunu yaptı, işledi. “demektir. Çünkü, O yanılmaz ve O şeye zorlanamaz (ikrah olunmaz). Eğer yapılan veya meydana gelen şey, başkasına âit bir fiil ise, bu durumda bunun manası, Allah bunu emretti.” oldu, derler.

Allah böyle misallerle birçok toplumları saptırır birçoklarını da hidâyete erdirir.” Âyetin bu kısmı daha önce geçen ve (.......) ile başlayan iki cümleyi tefsîr edip açıklar mahiyettedir. Onun hak olduğunu bilenler grubu ile bunu bümeyip câhillik ederek alaya alanlar grubu olarak her ikisi de “birçoğu “ifadesiyle nitelendirilmiştir.

Bir şeyin hak olduğunu bilmek hidâyet açısındandır. Cehalet ise en güzel ifadeyle dalâlet (sapıklık) türündendir. Nitekim, kendi adlarına hidâyete erenler oldukça çokturlar. Ancak dalâlet ehline kıyasla az sayıda olarak değerlendirilirler. Halbuki hidâyete erenlerin görünürde az sayıda kimseler olarak görülmeleri önemli değil, çünkü onlar gerçekte çokturlar. Kısaca, şekil ve görünürde az sayıda da olsalar, gerçekte öyle değil. Bakın şâir ne söyler:

Az gibi gözükseler de cömertler ülkelerde yine fazladırlar herkesten

Çok gibi görünseler de namertler ülkelerde azdırlar er olanlardan

İdlâl: Kulda dalâlet ya da sapıklık fiilinin veya eyleminin yaratılmış olması işidir.

İhtida: Kulda hidâyet bulma, doğru yola erme fiilinin yaratılması işidir. İşte Ehl-i sünnet açısından “İdlâl ve ihtidanın” anlamı gerçek manâsıyla böyledir.

Âyetin siyakından, yani ifade tarzından şöyle bir açıklamanın var olduğunu çıkarıyoruz. Kâfirlerden olup da câhil kesimin inkâr etmeye kalkıştıkları ve örnek olarak gösterilmesini garipseyip aşağıladıkları, alaya aldıkları şeylerin basit olmadıklarını, inkâr edilemeyeceklerini, garipsenmemeleri gerektiğini ifade ediyor. Çünkü temsil getirmek, o şeyle ilgili mana derinliğini ortaya çıkarmak ve görülüp müşahede olunanlardan olan beklentileri daha yakına getirip gerçeğin anlaşılmasının ortaya sermek içindir.

Eğer mütemesselün leh (yani kendisi için örnekleme yapılan şey) büyük ve önemli ise, mütemesselün bih (yani gösterilen örnek) de o değerdedir. Eğer kendisi için örnekleme yapılan şey basit ise gösterilen örnek de o nisbette basit olur. Görmez misin hak açık, net ve büyük olması bakımından bu, ziya (ışık) ve nur (aydınlık) ile örneklendirildi. Bâtıla gelince bunun tamamen hakkın taşıdığı sıfatın zıddı olması açısından zulmet (karanlık) ile örneklendirildi.

Kâfirlerin Yüce Allah'a -hâşâ- denk tuttukları ilâhların hâlinden daha aşağılık ve daha rezil bir durum olamaz ve daha azı da. İşte bu bakımdan örümcek ağını (evini) zayıflıkta, basitlik ve önemsizlikte bunların inançlarına örnek gösterdi. Hatta sinekten de daha basit olarak değerlendirdiği için bunların durumlarını da sivrisinekle örneklendirdi. Çünkü sivrisinek sineğe göre daha basit bir şey... İşte bu açıdan bunu reddetmedi, uzak bir şey olarak görmedi ve bunu örnek olarak verene de: “Bunları sivri sineğe benzemekten sıkıl, uzak dur.” diye de bir şey söylenmedi. Çünkü, bunu böyle bir örnekleme ile sunmada isabetlidir. Kavlinde, yani söylemiş olduklarında da Rabbimiz gerçeği ve hakkı ortaya sermiştir. Dolayısıyla örneği de verilmesi gerektiği şekilde gözler önüne sermiştir.

Âdetleri ve durumları hep insaf ölçüleri içinde hareket etmek, olayları akıl süzgeci içinde değerlendirmek olan mü'minlerin hâlini açıklamak için de görüldüğü gibi aynı makul yol izlenmiştir. Çünkü; mü'minler böyle bir temsili ya da ders çıkarılacak örneği işittiklerinde, o şeyin gerçekten hak olduğunu bildiler.

Halbuki cehaletleri akıllarına baskın çıkmış olan kâfirlere (inkârcılara) gelince, bunu duyduklarında büyüklendiler, kibirlilik gösterdiler, inadettiler ve bunun bâtıl olduğu yargısma vardılar, dolayısıyla da inkâr ile karşıladılar, kabul etmediler.

İşte bu durum mü'minlerin hidâyetlerine, doğru yolu bulmalarına sebep oluştururken, fâsıkların ise sapıkliğina neden olmuştur. Ancak burada şaşılacak nokta nasıl oluyor da bütün bü gerçeklere rağmen bunu inkâr etmeleridir. Halbuki, insanlar genelde herhangi bir hususta bir darbı mesel vermek istediklerinde, hayvanlardan, kuşlardan, böceklerden hep örnekler vermişlerdir. Meselâ; işte bunlardan bazı temsiller, insanlar bu örneklemede şöyle derler:

“Karıncalardan daha toparlayıcı, sineklerden daha atak (cüretkâr), maymundan daha uyanık, pervaneden (kelebekten) daha zayıf, güveden daha zararlı, daha çok yiyen, sivrisinekten daha güçsüz ve sivrisineğin beyninden daha değerli, az rastlanır.” gibi.

Fakat bütün gerçeklere rağmen yenilen pehlivan güreşten vazgeçmez misali bu kâfirler de yenildikçe ve şaşkın duruma düştükçe, açık, net ve meydanda olan gerçekleri gördükçe şaşkınlığa rıza gösteriyorlar da parıldayan hakikati ise inkâr ediyorlar.

Allah verdiği bütün örneklerle ancak sapıkları (yolunu şaşırmışları) saptırır.” Burada, (.......) kelimesi, (.......) fiilinin mef'ûlüdür. Yoksa istisna ile mensûb kılınmış değildir. Çünkü “Yudillu” kelimesinin mef'ûlü tamamlanmamıştır.

Fısk: Orta yoldan çıkmak, demektir. Şerî'at/Din dilinde ise, büyük günah işleyerek Allah'ın emrinden dışarı çıkmaktır. Kısaca bu, iki menzile arasında bir yerdedir.

Yani; ne mü'mindir, ne de kâfir, ikisi arasında bir yerdedir demektir ki, bu, Mu'tezile'nin görüşüdür. Allah'ın izniyle ilerideki sayfalarda bunların görüşlerinin bâtıl ve geçersiz olduğunu gösteren kanıtları öğreneceksin.

27

Bu fâsıklar öyle kimselerdir ki, Allah'a verdikleri akitlerini (antlaşmalarını) bozarlar. Allah'ın ziyaret edilmelerini emredip hâl ve hatırlarının sorulmasını istediği kimselerle bağlarını koparırlar. Ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp anarşi çıkarırlar. İşte bunlar gerçekten kaybedenlerin ta kendileridir.

“Bu fâsıklar öyle kimselerdir ki, Allah'a verdikleri akillerini (antlaşmalarını) bozarlar.”

Nakz: Bozmak, feshetmek ve terkibi çözmek manalarındadır. Ahd; Güvenmek, güven vermek, akdetmek gibi anlamlara gelir. Allah'a verdikleri akitlerini ve antlaşmalarını bozanlar'“dan” murat, inatçı, kargaşacı Yahûdî bilginleridir veya onların münâfık olanlarıdır ya da tüm kâfirlerdir.

Abdullah: Tevhid konusunda akıllarında delil ve belgelerden oluşturdukları, meydana getirdikleri birikim. Sanki bu, Allah tarafından kendilerine emredilmiş ya da tavsiye olunmuş bir emir olup bunu üzerine onlara güven vermesi, onlardan söz ve vesika alması, demektir. Veya Allah'ın kullarından, kendilerine herhangi bir peygamber göndermesi hâlinde, Yüce Allah'ın ona vereceği mu'cizelerle doğrulamış olduğu peygamberini doğrulamalarına ve ona uymalarına, ve onun adım gizlememelerine dair onlardan kesin söz almasıdır. Yahut da, birbirlerinin kanlarını dökmemeleri, haksız yere birbirlerine saldırmamaları, azgınlıkta bulunmamaları ve yakın/uzak akraba ile olan bağlarını koparmamaları hususunda Allah'ın kendilerinden kesin söz almasıdır. Diğer bir tefsire göre; Allah'ın yarattıklarından (kullarından) aldığı kesin söz (ahit) üçtür.

Bunlardan ilki, Yüce Allah'ın (celle celâlühü) Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm)’in tüm soyundan (zürriyetinden) aldığı söz olup, bu da kendi birliğini ikrar etmeleri “ve tevhid inancına bağlı kalacakları sözüdür, O'nun rububiyetini (rabliğini) kabullenmeleri ahdidir. Nitekim, yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

Onlar da: (.......) dediler. Bu, kıyamet günü; (.......) dememeniz içindir.” A'râf, 172.

İkincisi de risâleti, aldıkları mesajları aynen iletmeleri ve dini ayakta tutup hakim kılmaları konusunda Allah'ın peygamberlerinden aldığı misaktır (kesin sözdür). Nitekim, Rabbimizin şu âyeti de bu gerçeği ifade ediyor ve şöyle buyuruyor:

“Hani, biz peygamberlerden söz almıştık; Sen'den Nûh'tan, İbrâhîm'den, Mûsa'dan ve Meryem oğlu Îsa'dan da. Evet biz onlardan pek sağlam bir söz aldık.” Ahzâb, 7.

Üçüncü ahdi alması da alimlerden aldığı sözdür. Bunu da Yüce Rabbimizin şu kavlinden öğreniyoruz. Rabbimiz buyuruyor ki:

Allah, kendilerine kitap verilenlerden, (.......) diyerek söz almıştı.” Âl-i Imrân, 187.

Kesin söz verdikten sonra...”

“Misak” kelimesi esasen, (.......) kökünden türemedir. Bu da bir şeyi sağlamlaştırmak, muhkem duruma getirmek manasındadır.

(.......) de yer alan zamîr (.......) kelimesine âittir. Bu ise, Allah'a verdikleri sözü ve antlaşmayı kesin olarak bağlayıcılık haline getirmek ve kendilerini bu antlaşma esaslarına göre harekete mecbur kılmaktır. Bunun aynı zamanda güven verme manasında alınması da câizdir.

Tıpkı, (.......) kelimesinin (.......) söz verme manasında olmasının caizliği gibi bu da öyledir.

Veya bunun yüce Allah için” olması da câizdir.

Yani, Allah’ın onlardan kesin güven sözü almasından sonra “manasındadır. (.......) cer edatı da ibtidai gaye içindir. Rabbimiz buyuruyor:

Allah'ın ziyaret edilmelerini emredip hâl ve hatırlarının sorulmasını istediği kimselerle bağlarını koparırlar. “Yakın ve uzak akraba ile olan bağlarını, mü'minlerle olan velayet münasebetlerini, yetkilerini keserler. Yahut da kimi peygamberlere îman edip kimisini de inkâr ederek tüm peygamberlerin hak üzere birleştikleri, bu manada bir arada toplandıkları gerçeğini inkâr ederek îman bağlarını koparırlar.

Emir: Herhangi bir şeyi veya işi (fiili) belli bir ifade ölçüsü içerisinde kendisinin üstünlüğünü dikkate alarak birinden istemek ya da talep etmektir. (.......) harfi ise ya nekrayi mevsûfedir veya (.......) manasında ilgi zamîridir. (.......) de, (.......) deki zamîrden bedel olarak mecrûrdur.

Yani, (.......) takdirindedir ki, “Vaslını/birleştirmesini” demektir. Veya bu kelime, mahallen merfûdur ve (.......) o da birleşmesini, hâl ve hatırlarının sorulmasını...” demektir.

Ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp anarşi çıkarırlar.” Yol keserler, inanların imanlarını engellerler.

İşte bunlar gerçekten kaybedenlerin ta kendileridir. “Hüsrana uğrayıp aldanânlardır. Çünkü, vefayı bırakıp verdikleri kesin sözlerinden vazgeçtiler, vefasızlığa sarıldılar. Bağların kesilmemesi ve kopanlmaması istenen kesimlerle olan bağlarını kopardılar. Barışı ve salahı bırakıp bozgunculuğa, fesâda ve anarşiye sarıldılar. Sevabı, ödülü bırakıp cezâyı ve cezâlarıdırılma yolunu seçtiler.

(.......) mübtedadır. (.......) kelimesi, munfasıl (bitişen) ya da fasl zamîridir. (.......) ise haberidir.

28

Ey kâfirler! Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? “Sizler henüz var değilken ve ölüler iken sizi yaratan -ana rahminde- var edip dirilten sonra -ecellerinizin bitiminde- sizi öldürecek, sonra yeniden -hesap için- diriltecek, sonunda tekrar O'na döndürüleceksiniz.

Ey kâfirler! Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?” Burada, (.......) de bulunan soru manası, soru hemzesi manası olup tıpkı şu ifade gibidir:

Yani, “Sizi küfürden alıkoyacak, küfre götürmeyecek her delil sizin üzerinizde varlığını sürdürürken ve îmana davet etmeniz gerekirken bütün bunları bir tarafa bırakarak Allah'ı inkâr mı ediyorsunuz?” demektir.

İşte bu da inkâr ve şaşkınlığın ta kendisidir. Bu, âdeta şu cümleye benzer, “Sen kanatsız mı uçuyorsun?” ve “Sen kanatsız olarak nasıl uçarsın? “gibi.

Sizler henüz var değilken ve ölüler iken...”

Yani

“Sizler, henüz babalarınızın sulbünde nutfe/sperm hâlinde iken...” demektir.

Bu cümlenin başında yer alan, (.......) harfi hâl içindir. Burada muzmer (gizli) bir (.......) harfi vardır. Nasıl ki (.......) kelimesi (.......) kelimesinin çoğulu ise, (.......) kelimesi de, (.......) kelimesinin çoğuludur. Nitekim hayatını kaybeden kimseye de, ölü ve ölmüş anlamında, (.......) denir. Yüce Rabbimizin şu kavlinde geçtiği gibi.

Ölü toprak/belde.” Furkân, 49.

Sizi yaratan -ana rahminde- var edip dirilten” ve, “Sonra -ecellerinizin bitiminde- sizi öldürecek” aynı zamanda, “Sonra yeniden -hesap için- diriltecek,” ve, “Sonunda tekrar O'na döndürüleceksiniz.” Cezâ veya mükâfat almak üzere O'nun huzuruna gidip hesap vereceksiniz.

Veya bunun manası şöyledir: “Sonra sizi kabirlerinizden diriltip kaldıracak ve sonra da O'nun huzurunda toplanmak üzere O'na döndürüleceksiniz.”

Bu âyette ilk atıf (.......) edatiyle, sonrakileri ise, (.......) ile yapılmıştır. Bunun nedeni, ilk diriltmenin hemen arşından ölüm olayının gerçekleşmesi sebebiyledir. Halbuki ölüm olayı hayattan sonradır, dirilmeye göre geridedir. İkinci hayat (dirilme) olayı da, şayet bununla toplanma, dirilme kasd olunuyorsa ölümden sonraya kalmış olmasındandır. Eğer bununla kabirden dirilme murat olunuyorsa dolayısıyla bunun sonraya kalmış olması sebebiyle ilim (bilgi) bundan kazanılır. Nitekim, cezâ gününe dönülmesi de neşr olayından sonra olacağındandır. Yüce Allah anlatmış olduğu bu kıssada küfrün varlığım reddetmiştir. Çünkü, bu kıssalar o kadar açık ve net delilleri kapsıyor ki, hepsi de onları küfre girmekten menediyor, uzaklaştırıyor. Kaldı ki, bu kıssalar öyle muazzam nimetleri kapsamaktadır ki, bunun hakkı, bu nimetlere şükredilmesi ve asla nankörlükte bulunulmamasıdır, inkâra kaçılmamasıdır.

29

O, yerde ne varsa tümünü sizin için yarattı. Sonra da zâtına mahsus bir tarzda semâya yöneldi. Böylece onu yedi kat semâ' (gök) hâlinde tanzim edip yarattı. Ve O her şeyi detaylarıyla bilendir.

O, yerde ne varsa tümünü sizin için yarattı.” Hem bu dünyanızda yararlanmak ve hem dininiz (âhiret) açısından faydalanmak üzere sizin için her şeyi yarattı. Birincisi; yani şu anda içinde yaşadığımız dünyamızın bize olan yararları açık ve ortadadır. İkincisine, yani dini hayat ya da âhiret hayatı açısından yararlarına gelince; bunu dikkatle incelemek ve dünyada insanı şaşırtan, hayretler içinde bırakan şeylere bakıp ders çıkarmak gerekir. Çünkü o, hayret uyandıran deliller her şeye gücü yeten kâdir, her şeyi bir hikmet gereği var eden Hakîm ve her şeyi bütün detaylarıyla bilen bir “Âlim” sanatkarın varlığının delilleri olduğu açık olarak görülecektir. Bu delillerden âhiret hayatım hatırlatanlar vb. kanıtlar... Çünkü, dünyanın haz ve lezzet veren şeyleri, âhiret hayatının sevabım, ödüllerini ve oradaki sonsuz güzel hayatı hatırlatır. Bu dünyanın azâbı, işkence ve huzursuzlukları da âhiret hayatının buradakisiyle kıyaslanamayacak derecede ağır ve şiddetli olan azâbım, cezâlarını hatırlatır.

İmâm Kerhi, Ebû Bekir Razi ve Mu'tezile mezhebi mensupları, “Sizin için yarattı.” ifadesinden hareketle, “Kendisinden yararlarıılması sahih olan şeyler esasen mubah olarak yaratılmışlardır.” demektedirler ve delil olarak da bunu gösteriyorlar.

Tümünü, hepsini” kelimesi, (.......) harfinden hâl olarak mensûbtur.

Sonra da zâtına mahsus bir tarzda semâya yöneldi. “

İstiva: İtidal ve istikamet, doğru ve dümdüz olmak manalarındadır. Meselâ; (.......) gibi ki bu, dimdik durdu ve mutedil (normal) durunda oldu, demektir. Daha sonra da şu şekilde de tefsir edilmiştir; “âdeta atıları ok misali ona doğru istiva etti.” denir ki bu, herhangi bir kimseyi hedef alıp başka bir yere yönlendirmeksizin ve hedefini şaşırmadan direkt olarak ok atıları hedefe yöneldi, manasındadır. Nitekim, Rabbimizin, (.......) kavli de bu anlamdadır.

Yani: “Yeryüzündekileri yaratıp var ettikten sonra döndü ve bu arada başka bir şeyi yaratmayı murat etmeksizin doğrudan göklere yöneldi.” manasındadır. (.......) kelimesinden kasıt da, yükseklik cihetleridir (yönüdür). Sanki burada şöyle denir gibi bir anlam var: “Daha sonra yukarıya, yükseğe yöneldi.”

“Böylece onu yedi kat semâ' (gök) hâlinde tanzim edip yarattı.” (.......) kelimesindeki zamîr, kapalı bir ifadedir ve bundan sonra gelen, “Yedi kat semâ' (gök)ifadeleri bu (mübhemliği), kapalılığı kaldırıp açıklıyor. Bu, tıpkı şu cümledeki mübhem (kapalı) ifade gibidir: (.......)

Diğer bir tefsire göre buradaki zamîr, semâ' (göğe) râcidir. Semâ' kelimesi lâfız bakımından müfret (tekil) kelime olup mana bakımından ise çoğuldur. Çünkü bu, cins manasındadır.

(.......) yani (.......) kelimesinin manasına gelince, yarattıklarını düzene koyup tanzim etmek, doğrultmak, eğrilikten, eksik ve fazlalıktan anndırmak veya onların yaratılışlarını tamamlamak gibi manalara gelir. Bu âyette bulunan (.......) kelimesi, göklerdeki varlıkların yeryüzündekilere oranla daha faziletli ve değerli olduklarını açıklamak içindir. Ancak bu, Rabbimizin şu âyetiyle çelişmez. Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

“Ondan (göğün yaratılmasından) sonra da yer küreyi döşedi.” Nâziât, 30.

Çünkü dünyanın/yeryüzünün yaratılması semadan, yani gökyüzünün yaratılmasından öncedir. Ancak yerkürenin yayıp döşenmesi olayı gökyüzünün yaratılmasından sonradır. Hasen-ı Basrî’den rivâyete göre der ki: Allah, yerküreyi Beyt-i Makdis'in bulunduğu yerde ceviz kıracak veya avuç içine sığacak büyüklükte yarattı. Üzerinde ona yapışık hâlde bir duman bulunuyordu. Daha sonra dumanı ondan ayırıp yükseltti ve bundan da gökleri yarattı, taşı ise yerinde bıraktı ve bundan da yerküreyi yayıp döşedi.” Nitekim yüce Allah'ın şu kavli bunu belirtiyor:

Göklerle yer bitişik idiler.” Enbiyâ', 30.

Bu âyette bitişik anlamımda olan kelime, (.......) kelimesidir. Bu da bitişik ve yapışık manalarına gelir.

Ve O, her şeyi detaylarıyla bilendir.” işte bunun içindir ki, her şeyi ve varlığı en muntazam ve en muazzam olarak yaratıp var etmiştir. Aralarında hiçbir dengesizlik var olmaksızın en muhkem ve en sağlam bir şekilde yaratmıştır. Yaratılanlar ister göktekiler olsun ve ister yeryüzündekiler olsun, hiç aralarında bir dengesizlik söz konusu olmadan, onların ihtiyaçlarına ve menfaatlerine göre yaratmıştır.

Kırâat imâmlarından Verş dışında Medine Okulu imâmları ile Ebû Amr ve Ali Kisâî, (.......) kelimesi ile benzeri olan kardeşlerini/diğerlerini, (.......) harfinin sükunu ile, (.......) şeklinde kırâat etmişlerdir. Vav harfini sanki kelimenin bünyesinden bir harf gibi değerlendirmişlerdir. Tıpkı, “(.......) kelimesi gibi. Çünkü bu kelimeyi, yerine (.......) harfinin sükunu ile, (.......) olarak söylüyorlar.

30

Hani, Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.” demişti. Melekler de: “Bizler devamlı sana hamd ile Seni takdis ve tenzih edip durduğumuz hâlde, yeryüzünde anarşi doğuracak ve dünyayı kana bulayacak bir varlık mı yaratıp halîfe kılacaksın?” dediler. Allah da: “Şüphesiz sizin bilmediğiniz her şeyi herhâlde ben bilirim.” dedi.

Yüce Allah yeryüzünü (dünyayı) yaratınca buraya cinleri ve semâya da (göğe de) melekleri yerleştirdi. Ancak cinler yeryüzünde bozgunculuk ve anarşi meydana getirdiler. İşte bunun üzerine yüce Allah onların üzerine bir kısık melek gönderdi ve onlar bu cinleri denizlerdeki adalara ve dağların tepelerine sürdüler ve kendileri onların yerlerine yerleştiler veya onları yeni yerlerinde ikamet ettirdiler. Yüce Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e onların bu kıssalarını anlatmasını emretti de şöyle buyurdu:

Hani, Rabbin meleklere demeti ki:” Bu âyetin başında bulunan, (.......) harfi, gizli (var sayıları), (.......) fiiliyle mensûbtur. (.......) kelimesi de , “mel'ek” kelimesinin çoğuludur. Tıpkı (.......) kelimesinin, (.......) kelimesinin çoğulu olduğu gibi. “melâike” kelimesinin sonuna, dişilik (müennesallallahü aleyhi ve sellem) (.......) sının getirilmesi ise, Arapça da çoğul olan kelimelerin müennes (dişi) kabul edilmeleri bakımındandır.

“Ben yaratacağım.” Bu kelime iki mef'ûl alan, (.......) fiilinden alınmadır. Bu iki mef'ûl de, “Yeryüzünde bir halîfe.”

Halîfe: Yerine başkasını görevlendiren, halef atayan, demektir. Halîfe kelimesi, (.......) ölçüsünde bir kelime olup, (.......) manasındadır.

Yani, (.......) demektir. Sonuna bir (.......) harfinin yani yuvarlak (.......) harfinin eklenmesi mübalağa içindir. Manâsı da, “sizden olan bir halîfe” demektir. Çünkü yeryüzünde yerleştirilenler insanlardır. Yüce Allah yeryüzüne Hazret-i Âdem'i ve soyunu halîfe olarak görevlendirmiştir. Bu âyette Rabbimiz, (.......) veya (.......) ifadesini kullanmadı. Çünkü burada, (.......) ifadesiyle murad olunan kimse bizzat Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm)’in kendisidir. Böylece Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) den bahisle soyundan ayrıca söz etmeye gerek duymadı.

Meselâ; Mudar ve Haşim denilerek sadece kabile liderinin ya da atasının adının zikredilmesiyle nasıl ki, tüm o kabileden söz edilmiş gibi olunuyorsa, bu da öyledir. Veya bununla, “Size, yerinize halef olabilecek veya sizin adınıza hareket edecek bir halef manası murad olunmuştur. İşte bu bakımdan kelime müfret (tekil) olarak zikredilmiş olabilir. Yahut da, “Benden, Benim tarafımdan bir halîfe” demektir. Çünkü Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm), Allah (celle celâlühü) ın arzında O'nun halîfesidir. Nitekim, her peygamber bu manada böyledir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık.” Sad, 26.

Ancak yüce Rabbimizin, meleklerin kendisine sordukları gibi bir soru sormaları ve verdikleri cevap türünden bir cevap alması için onlara bunu haber vermiştir. Böylece onlar henüz yaratılmazdan önce Allah'ın onları halîfe kılmasındaki hikmeti bilsinler, tanısınlar istemiştir. Yahut da, kullarının önüne herhangi bir konuya ilişkin olarak bir mesele gelmezden önce o konuda tartışıp birbirleriyle istişarede bulunmalarını öğretmek istemesindendir. Gerçi yüce Allah üstün ilim ve hikmetiyle böyle bir istişareden müstağni (danışma ihtiyacı olmayan) ise de böyle bir şeye muhtaç değilse de gaye kullarının öğretip eğitmektir.

Melekler de, (.......) dediler.” Taat ehli kimseler yerine isyan edebilecek kimselerin geçmesine bir hayret ve şaşkınlık ifadesi burada yatınaktadır. Ancak, asla kendisi için bilgisizlik söz konusu olmayan, Hakîmdir. Meleklerin böyle bir durumdan bilgi sâhibi olmaları ya yüce Allah tarafından bunun kendilerine haber verilmesindendir veya bunu Levh-i Mahfûz kanalıyla öğrenmiş olabileceklerindendir. Yahut da iki insanı da cinlerle mukayese etmeleri sonucu böyle bir durum olabilmiştir.

Ve dünyayı kana bulayacak...”

Bizler devamlı sana hamd ile seni takdis ve tenzih edip durduğumuz hâlde...” Burada, (.......) fiilinin başında yer alan (.......) harfi hâl içindir. Bu tıpkı şu cümleye benzer bir ifadedir:

öen ona nazaran daha çok ihsana (iyiliğe) lâyık iken sen ona mı iyilikte bulunuyorsun?”

(.......) kelimesi de hâl yerinde gelmiştir.

Yani, “Sana hamd ederek seni teşbih ve tenzih ediyoruz, eksikliklerden beri kılıyoruz. Sena hamd etmekle meşgulüz.”

Tıpkı yüce Allah'ın şu kavli gibi:

“Yanınıza kâfir olarak girdikleri hâlde...” Mâide, 61.

Âyette geçen, (.......) içimizi, nefsimizi senin için arındırır, temizleriz. Bir başka tefsire göre “teşbih” ve “takdis” Yüce Allah'ı kötülüklerden beri kılmak, ırak etmektir. Dolayısıyla, yeryüzünde teşbih ve takdis eden, demek oradan gitmek ve uzaklaşmak demektir.

Allah da, şüphesiz sizin bilmediğiniz her şeyi herhâlde ben bilirim, dedi.”

Yani, bundaki hikmetleri, size gizli kalan noktaları ben bilirim.

Yani Rabbimiz burada şunu demek istiyor; onların içlerinden peygamberler, Allah'ın sevgili kulları ve alimler çıkaçaktır. Buradaki, (.......) ise, (.......) manasındadır. Ve (.......) fiilinin mef'ûlüdür. Âid (yani zamîr) mahzûftur. Ve bu, (.......) demektir. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Ebû Amr, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır.

31

Allah bütün isimleri Âdem'e öğretti. Ardından da onları önce meleklere arz ederek: “Eğer söylediklerinizde doğru iseniz, bana şunların isimlerini bildirin.” dedi.

Allah, Âdem'e öğretti.”

Âdemismi Arapça olmayan bir isimdir.

Yani, munsarif bir isim değildir. Ancak olsa olsa belki yaklaşık bir ifade ile bu, tıpkı (.......) Azer isimi gibi, (.......) vezninde olabilir.

Ancak dil bilginlerinin, bu kelimeyi yer yüzeyi manasında olan, (.......) kelimesinden veya, (.......) kelimesinden türemiş kabul etmelerine gelince, tıpkı Ya'kûb ismini, (.......) kelimesinden, İdrîs ismini, (.......) kelimesinden ve İblîs ismini da, (.......) kelimesinden türediğini ileri sürdükleri gibi bir görüştür.

Bütün isimleri,”

Yani, varlıklara ad olan isimleri, hangi isim hangi şeye âittir veya hangi isimle çağrılır gibi. Burada muzâfun ileyh, yani tamlayan, belirten mahzûftur. Çünkü, “İsimler” ifadesinin geçmesiyle neye delâlet ettiği gerçeği artık bilinir olduğundan müsemmaların zikrine gerek duyulmamıştır. Çünkü isim müsemmasına, yani neyin veya ldmin ismi ise ona delâlet eder. İşte bundan dolayı da başına bir (.......) getirilmiştir. Bu tıpkı şu âyetteki gibidir.

“Saçım, başım ağardu” Meryem, 4.

İşte bu âyette de, “baş” kelimesi, aslında, “başım..” manasında iken, başına gelen, (.......) harf-i ta'rîfi bu izafetin (tamlamanın) yerine geçmiştir. İşte burada, “el-esma” kelimesi de böyledir. Dolayısıyla, muzâfın (tamlarıanın, belirtilenin) hazfı üzerine muzâfun ileyhin (tamlayanın) bunun yerine geçirilmesi ya da takdiri doğru değildir.

Yani, Âdem'e, müsemmaların (isim alan varlıkların) adlarını öğretti” demek sahih olmaz. Çünkü; burada öğretilen şey isimlerdir, o ismi alan varlıklar değil. Zira yüce Allah:

Bana şunların isimlerini bildirin.” ve “Bu varlıkların adlarını onlara anlat (öğret)!” Bu iki âyetde gördüğünüz gibi buyurmuş ve fakat, (.......) ve (.......) diye buyurmamıştır.

Müsemmeyatın (varlıkların) adlarını öğretmek demek şu demektir:

Yüce Allah, Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) a, yaratacağı (yaratmış olduğu) varlıkların cisimlerini gösterdi ve ona; işte bunun ismi kısrak, bunun ismi deve ve şunun ismi da şudur ve şudur diye hepsini bir bir öğretti. Nitekim İbn Abbâs (radıyallahü anh) demiştir ki:

Allah, Hazret-i Âdem'e kazana ve kepçeye varana kadar her şeyin ismini bir bir öğretmiştir.”

Ardından da onları önce meleklere arzederek:”

Yani, “adlarıdırılan varlıkları meleklere sunarak” . Çünkü müsemmeyat (yani adlarıdırılan varlıklar) içerisinde akıl sâhibi varlıkların olması sebebiyle Allah değerleri itibariyle onları öne çıkardı. Allah'ın meleklerden haber soruşturması, peygamberlerin onları acze düşüreceklerini bilmiş olması sebebiyle bir bakıma melekleri susturmak, uyarmak içindir. İşte bunu için Rabbimiz onlara:

Eğer söylediklerinizde doğru iseniz, bana şunların isimlerini bildirin (haber verin), dedi.”

“Eğer iddia ettiğiniz ve ileri sürdüğünüz gibi ben yeryüzünde bozgunculuk yapacak, anarşi doğuracak ve dünyayı kana bulayacak bir halîfe yaratacaksam...” ifadesinde meleklere hem red cevabı bulunmaktadır ve hem de tüm faydalı şeylerin temellerini oluşturan ilmi esasların halîfe tayin edeceği kimseler tarafından nasıl bilindiğini ve onların buna nasıl ehil kimseler olduklarını açıklamak içindir. Çünkü ilmî bir ehliyeti hâiz olanlar ancak hilafete seçilme hakkını hâiz olabilirler.

32

“Melekler de: Rabbimiz! Seni tesbih ederek eksikliklerden tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinin dışında bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi en iyi bilen ve her şeyi bir hikmet gereği yaratan Alîm ve Hakîmsin Sen' dediler.”

Melekler de: Rabbimiz! Seni tesbih ederek eksikilklerden tenzih ederiz, dediler.” Sana herhangi bir şeyin gizli kalacağından seni tenzih eder, beri kılarız veya senin tedbirinde kusur edeceğine dair herhangi bir itirazda bulunmak suretiyle de böyle bir şeyden seni uzak tutarız. Tedbirsizlik sana değil, ancak bizim için vardır. Rabbimiz! Seni böyle bir durumdan beri tutarız.

“Sübhaneke” kelimesi mastariyet üzere mensûbtur.

Yani, (.......) demektir.

Senin bize öğrettiklerinin dışında bizim hiçbir bilgimiz yoktur.” Senin bize öğrettiklerin arasında eşyanın ve varlıkların isimlerine dair herhangi bir bilgi yoktur. Âyette yer alan, (.......) harfi, (.......) manasındadır. Burada geçen, “İlim” ise, “malum /bilinen” manasındadır.

Yani, “Senin bize öğrettiklerin dışında bizim bilgimiz dahilinde (malumumuz olan) bir başka bilgi yoktur.” demektir.

Şüphesiz, her şeyi en ince detayına kadar bilen -öğretilmeyen- ve her şeyi -hükmettiğinde ve takdir buyurduğunda- bir hikmet gereği yaratan Alîm ve Hakîmsin Sen.”

(.......) deki, (.......) harfi, (.......) nin ismidir. (.......) mübteda ve sonrası da haberidir. Cümle bütünüyle, (.......) nin haberidir. Veya, (.......) fasl zamîridir, (.......) birinci haber ve (.......) de ikinci haberdir.

33

İşte bunun üzerine Allah, Âdem'e: “Ey Âdem! Bu varlıkların adlarını meleklere anlat/öğret” dedi. Âdem o varlüarın isimlerini meleklere anlatıp öğretince, Allah da: “Ben, size göklerin ve yerin ğaybını (gizemlerini), bilinmezlerini bilirim ve neleri açıkça ortaya döktüğünüzü ve neleri gizlediğinizi de ben bilirim, dememiş miydim?” diye buyurdu.

İşte bunun üzerine Allah, Âdem'e, (.......) dedi. Âdem, o varlıkların isimlerini meleklere anlatıp öğretince,” Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) her varlığı kendi ismiyle çağırıp seslendi.

Allah da: (.......) diye buyurdu.”

Yani, göklerde ve yerde bilmediğiniz ve size göre gayb olan her şeyi ben bilirim. Olmuş olanı da olacak olanı da ben bilirim.

Neleri açıkça ortaya döktüğünüzü ve neleri gizlediğinizi de ben bilirim.”

34

Hani Biz meleklere: “Âdem'e secde edin!” demiştik de, İblîs hariç, hepsi secde ettiler. İblîs direndi, büyüklük tasladı ve böylece kâfirlerden oldu.

Hani, biz meleklere, Âdem'e secde edin, demiştik de,” Âdem'e karşı tevazu gösterin, ona boyun eğin. Onun size olan üstünlüğünü tanıyın.

Übey b. Ka'b ve İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyete göre, buradaki secdeden kasıt, boyun eğmek ve eğilmek anlamındadır. Yoksa bu yüzün koyu yere kapanıp bu manadaki bir secde değildir.”

Ancak cumhurun görüşüne göre bu, yüzü yere koyup kapamak manasında bir secdedir. Sahih olan görüşe göre, secdeden kasıt, Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) t karşı bir tahiyye, saygı manasındaki bir selâmdır. Eğer bahis konusu secde yüce Allah'a yapılması emri olsaydı, iblis, bundan geri durmaz ve kaçmmazdı, secde ederdi. Nitekim daha önceler, yani geçmişte câiz görülmekte idi. Ancak, Hazret-i Selmân’ın (radıyallahü anh) Rasûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) secde etmesini istemesi,üzerine bu, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından kaldırıldı. Çünkü, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Herhangi bir mahlûkun herhangi bir kimseye secde etmesi doğru değildir, yakışık almaz. Ancak Yüce Allah'a secde olunur.” Tirmizî Ebû Hureyre'den rivâyet etmiştir. 1159. Ahmed b. Hanbel, Müsned; 3/158, Enes'ten; 6/86 Hazret-i Âişe'den ve 5/227, Muaz b. Cebel'den (radıyallahü anhüm).

İblîs hariç, hepsi secde ettiler.” Buradaki istisna, muttasıl istisnadır. Çünkü İblîs de meleklerden bir melek idi. Nitekim Hazret-i Ali, İbn Abbâs ve İbn Mesud -Allah hepsinden de râzı olsun- böyle söylemişlerdir. Ancak asl olan şey, istisna müstesna minhin kendisinden istisna olunanın emsinden olur. İşte bunun içindir ki Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Allah, (.......) diye İblîs'e sordu.” A'râf,12.

Yine Rabbimizin:

İblîs cinlerden idi.” Kehf, 50. kavlinin manası ise, “O, cinlerden oldu.” demektir. Bu, tıpkı Rabbimizin şu âyetinde yer alan ifade gibidir:

“Böylece o da boğulanlardan oldu.” Hûd, 43.

Bir diğer tefsire göre, buradaki istisna, münkati istisnadır. Çünkü, İblîs meleklerden bir melek değildi. Zira, nass ile sabit olduğu gibi o cinlerden idi. Bu görüş Hasen-ı Basrî ile Katâdein görüşleridir. Bilindiği gibi İblîs ateşten yaratılmış, melekler ise nurdan yaratılmışlardır. İşte bu bakımdan İblîs secde etmekten kaçındı, Allah'a karşı geldi ve büyüklük tasladı. Melekler ise, Allah'ın kendilerine emrettiği hiçbir konuda asla Allah'a karşı gelmezler ve O'na ibâdet ve kulluktan da kibirlilik göstererek isyana kalkışmazlar. Bunun içindir ki, Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

“Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz?” Kehf, 50.

Halbuki melekler üremezler. Çünkü, meleklerde erkeklik ve dişilik yoktur.

Câhiz’e göre melekler ile cinler aynıdırlar. Onlardan temiz olup temiz kalanlar melek oldular, onlardan kötü ve habis olan da şeytan oldu. Melekler ile şeytan arasında olanlar ise cinlerdir.

İblîs direndi -kendisine emredilenden imtina etti, kaçındı, büyüklük tasladı, kendisini büyük görerek emre uymaktan geri durdu- ve böylece kâfirlerden oldu.” Dayatarak, büyüklük taslayarak ve verilen emri kabul etmeyerek böylece kâfirlerden, inkârcılardan oldu. Gerçi emir gereği ameli terketmekle değil, bizzat emri reddetmek ve kabul etmemekle kâfirlerden oldu.

Çünkü Ehl-i sünnet'e göre secdeyi yani ameli terketmek kişiyi îmandan çıkarmaz. Bu, Ehl-i sünnet açısından küfür değildir. Fakat Mu'tezile ile Hâricîler buna karışı çıkıyor ve bu görüşü reddediyor.

Veyahut da o, Allah’ın ilmi ezelisinde kâfirlerden oldu.” demektir yani; Allah'ın ezeli ilmine göre, o îman ettikten sonra küfredecek (inkâr edecek)lerden oldu. Yoksa o, ebedî manada Allah'ın ezeli ilminde zaten kâfir idi, demek değildir.

Aslında bu mesele muvâfat meselesiyle alâkalıdır.

35

Ve Biz dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve eşin Havva cennette yerleşin. Orada dilediğiniz gibi cennet nimetlerinden bol bol yeyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın! Aksi takdirde her ikiniz de kendine yazık eden zalimlerden olursunuz.”

Ve Biz dedik ki: Ey Âdem! Yerleşin.” Âyette yer alan, (.......) kelimesi, (.......) kökünden türemedir. Bu da bir yerde (evde) ikamet etmek, yerleşip kalmak anlamındadır. Nitekim, hareket hâlinde olan sükuna erdi, hareketsizleşti ifadesi de böyledir.

sen” Bu kelime aynı zamanda, “yerleş” kelimesinde gizli bulunan “sen” kelimesini te'kit ve pekiştirmek içindir. Bunun da nedeni bundan sonra gelecek olan kelimenin bunu üzerine atfı sahih olması içindir. Bu da şimdi vereceğimiz şu ifadelerden oluşmaktadır:

Ve eşin Havva cennette...” işte burada, “eşin Havvabir önceki, (.......) üzerine atf olunmuştur. Burada sözü edilen cennet ise, “Cenneti Huld” adındaki cennettir. Bu cennet takva sahipleri için hazırlanmıştır. Çünkü meşhur olan rivâyet bunu göstermektedir. (.......) kelimesindeki (.......) harfi belirtme takısıdır (tarif içindir).

Ancak Mu'tezile'ye göre burada sözü edilen cennet, Yemen'de bulunan bir bahçedir. Çünkü cennette herhangi bir görev ve sorumluluk altına sokma olayı olmadığı gibi oraya giren de artık bir daha oradan çıkmaz.

Buna karşılık olarak da Ehl-i sünnet olarak biz de şöyle deriz: Oraya mükâfat olarak giren bir kimse artık bir daha oradan çıkıp ayrılmaz. Halbuki mi'râc gecesinde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya girdi ve sonra da oradan çıkıp ayrıldı. Kadı ki, cennet ehlinin orada bir sorumlulukları da vardır. Bu, Allah'ı bilmek, tanımak ve tevhid ile mükelleftirler.

Orada ikiniz de yiyin.” Aslında, “Oranın meyvelerinden, nimetlerinden yiyin.” demektir. Muzaf burada hazfolunmuştur (gizlenmiştir).

Burada, (.......) kelimesi mastar olarak bir vasıf/sıfattır.

Yani “Bol bol ve geniş olarak yeyin “demektir.

Dilediğiniz gibi, istediğiniz kadar” manasındadır.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr, (.......) kelimesini hemzesiz olarak, olarak kırâat etmiştir. (.......) belirsiz yer (mekân) anlamında olup, “Cennette istediğiniz neresi ise, orada.” demektir.

Fakat şu -buğday veya üzüm yahut da incir- ağacına yaklaşmayın.” Nitekim, bunun için şu tekerlemeyi söylerler:

“İnsan nasıl etmesin isyan, çünkü hamurudur isyan.”

Nasıl ki; buğday, azık olarak isyan ağacı diye değerlendirilmiş ise, üzüm de, her fitnenin başı kabul edilmiştir.

Aksi takdirde her ikiniz de kendine yazık eden veya kendine zarar veren (zâlim)lerden olursunuz.” Burada, (.......) kelimesi, (.......) kelimesi üzerine ma'tûftur veya nehyin cevabı olarak mensûbtur.

36

Derken şeytan cennetten her ikisinin de ayağım kaydırdı ve böylece her ikisini de içinde bulundukları huzurlu cennet hayatından onları çıkardı. Bunun üzerine Biz de kendilerine: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde karar kılabileceğiniz bir yer ve belli bir süreye kadar yaşamak vardır” dedik.

Derken şeytan oradan her ikisinin ayağım kaydırdı.”

Yani ağaçtan.

Yani, şeytan her ikisini de yasaklarıan ağaçtan yemeye sevk etti, bundan dolayı da ayaklarının kaymasına sebep oldu. Bunu gerçek manası şöyledir:

Şeytan onların ayaklarının kaymasını o ağaç sebebiyle sağladı, o ağaç onların oradan çıkışma neden oldu. Yahut da, “O ikisinin ayağını cennetten kaydırdı.” demek, “Onları oradan gönderdi, uzaklaştırdı.” demektir.

Kırâat imâmlarından Hamza, (.......) kelimesini, (.......) olarak kırâat etmiştir. Ancak Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm)’in, “te'vil” adlı eserde tahrim, yani haramlık kasdolunmaksızın söz konusu nehiy (yasaklama) ya tenzihi anlamdadır veya lâm-ı tarifin “ahd” manasına tefsirlanmasındandır. Sanki, yüce Allah cins manası murat etmiş gibi. Ancak ilk görüş daha yerindedir. İşte bu, peygamberler hakkında da mutlak manada zelle tabirinin kullanılabileceğinin caizliği hakkında bir delildir. Nitekim, Buharalı ilim adamları da bu görüştedirler. Bu kelime isim fiil olup herhangi bir ihtilafı (tartışmayı) kasdetmeksizin emrin, olması gerekenin hilafına (aksine) varit olmuştur. Tıpkı çamurda (batak yerde) yürüyen kimsenin ayağının kayıp sürçmesi gibi.

Ancak Semerkant uleması ise, peygamberlerin fiillerine nasıl ki mutlak manada ma'siyet ismi verilemezse, aynı şekilde mutlak anlamda zelle ismi da verilemez. Fakat peygamberler için şöyle söylenebilir; “Daha üstünü ve iyisi varken, yani efdali varken daha aşağısını, alt derecede olan bir şeyi yaptılar ve bundan dolayı da itap olundular(eleştirildiler).”

Ve böylece her ikisini de içinde bulundukları huzurlu cennel hayatından unları çıkardı.”

Yani, içinde bulundukları nimetlerden, ikramlardan, demektir. Eğer buradaki cennete râci ise bu takdirde, “İçinde bulundukları cennetten” demek olur. Nitekim İblîs şu:

“O hâlde oradan çık! Çünkü sen artık kesinlikle kovuldun, uzaklaştınldm.” Hicr, 34.

yasaklama emrinden sonra Âdem ile eşi Havva'ya bir şekilde ulaşarak onların ayağını oradan kaydırdı. Çünkü İblîs'in cennete girmesi yasaklanmıştı. O artık melekler gibi oraya girip çıkamıyordu. İblîs'in cennete Âdem ile Havva'ya vesvese vermek ve onları denemek için girmesi meselesi değil, sırf cennetin saygınliği ve önemi itibariyle artık oraya giriş ve çıkışı yasaklanmıştı. Melekler için böyle bir durum söz konusu değildir.

Nitekim rivâyete göre; İblîs cennete girmeyi istemiş ise de, ancak orada görevli melekler tarafından engellenmiştir. O da çare olarak bir yılanın ağzına girer ve onunla birlikte cennete girmeyi başarırın

Yani, Âdem ile Havva'yı bu yoldan kaydınr. Farklı bir tefsire göre de: İblîs cennetin kapısının önünde durup onlara seslenmek suretiyle ayaklarını kaydırdı.

“Bunun üzerine Biz de kendilerine: (.......) dedik.”

“Hubût” Yeryüzüne inmektir. Burada hitap ya da sesleniş; Hz Âdem (aleyhi’s-selâm), Eşi Havva ve İblîs'edir. Diğer bir tefsire göre, yılarıadır. Ancak doğru olanı seslenişin Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) ile eşi Hazret-i Havva'ya olmasıdır. Dolayısıyla, o ikisi ve bir de onların soyundan gelecek olan çocukları murat olunmaktadır. Çünkü, Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) ile eşi insanliğin aslı olmaları ve onların da soyundan gelecek olanlar bakımından sanki o ikisi tüm insanların kendileri imişçesine hitap olunmuşlardır. Zira, yüce Allah'ın şu kavli buna işaret buyurmaktadır:

Allah buyurdu ki: «Birbirinize düşman olarak hepiniz (ikiniz) cennetten inin.»“Ta Ha, 123.

Âyette, “İnin” kelimesi tesniye, yani ikildir. İşte bu âyete dayanarak hitabın Âdem ile eşine olduğunu zikretmektedirler.

“Kiminiz kiminize düşman olarak” Bu insanların karakter ve yaratılış gereği azgınlık ve düşmanlıklara yatkın oldukları, kiminin kimisini saptıracağını belirtiyor. Cümle ise, (.......) kelimesinde bulunan (.......) harfinden hâldir.

Yani, “Birbirinize düşmanlık edeceğiniz bir hâlde...” demektir.

Sizin için yeryüzünde karar kılabileceğiniz bir yer -ve yerleşme/istikrar ve kararlılık- ve belli bir süreye -kıyamete veya öleceğiniz ana kadar yaşamak- hayattan faydalanmak- vardır.”

İbrâhîm b. Edhem diyor ki:

“Şu bir lokmacık dünya bize uzun bir hüzün bıraktı.”

37

Böylece yeryüzüne inen Âdem, nihayet Rabbinden bir takım ilhamlar alarak hemen tevbe edip Rabbine döndü. Şüphesiz Allah tevbeyi kabul buyuran ve merhameti bol olandır.

“Böylece yeryüzüne inen Âdem, nihayet Rabbinden bir takım ilhamlar (kelimeler) aldı.” Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) o kelimeleri almak, kabul etmek ve onlarla amel etmek, onların gereğini yapmak üzere onları karşılayıp aldı. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Âdemkelimesini nasb ve “kelimat” kelimesini de raf ile okumuştur.

Yani:

(.......) olarak kırâat etmiştir ki, bunun da manası şöyledir: Âdem'e Rabbinden bir takım kelimeler (ilhamlar) geldi/ sunuldu.”

Yani, o kelimeler ona ulaşmakla onları elde etti. Onları ona ulaştırdı ki bunlar da yüce Rabbimizin şu kavlindeki ifadelerdir:

“Rabbimiz! Emrine karşı gelip şeytanın sözlerine kanmakla biz kendimize yazık ettik! Eğer bizim kusurumuzu bağışlamaz ve bize rahmet ve merhamet etmezsen, hiç şüphesiz biz mutlaka helâk olanlardan olacağız” A'râf, 23.

Burada Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) ile eşi Hazret-i Havva'nın çocuklarına da bir öğüt bulunmaktadır. Çünkü bunun sayesinde onlarda günahlardan nasıl kurtulabileceklerinin yolunu öğrenmiş oluyorlar. Nitekim, Abdullah ibn Mesud (radıyallahü anh) şöyle der:

Allah katında en makbul ve geçerli söz (dua), babamız Hazret-i Âdem'in hata işlediğinde (yamlarak yaptığı şeyde) söylediği (yaptığı) şu duadır:

Allah'ım! Sana hamd etmek suretiyle seni teşbih, tenzih ve takdis ederim. Sen her tür eksiklikten berisin. Senin ismin mübarektir. Senin şerefin ve azametin yücedir. Senden başka bir ilâh yoktur, sen varsın ancak. Rabbim ben kendime yazık ettim, zulmettim. Şüphesiz günahları bağışlayan bir merci yok, ancak yegâne ve tek merci sensin!”

İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyete göre, Hz Âdem (aleyhi’s-selâm) ile Rabbi arasında şöyle bir diyalog yaşanmış:

— Rabbim! Sen beni elinle yaratmadın mı?

— Evet, elbette seni elimle yarattım.

— Öyle ise ruhundan bana ruh üflemedin mi? Senin rahmetin gazâbını geçmedi mi? gazâbına üstün gelmedi mi? Sen beni cennetine yerleştirmedin mi?

Yüce Allah da tüm bu sorulara yukarıda geçtiği gibi “Bela, Bela...” diye cevaplamış, yani elbette ruhumdan üfledim, rahmetim gazâbıma üstün gelmiştir ve seni de cennetime yerleştirdim, diye buyurunca Hazret-i Âdem de (aleyhi’s-selâm) :

— Mademki böyledir neden beni cennetten çıkardın?” der. Yüce Allah da:

— Senin yanlış davranışın, kötü ma'siyetin yüzünden, buyurur. Bunun üzerine de Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm):

— Eğer tevbe edersem, beni yeniden oraya gönderir misin, diye yakarmasını arz edince yüce Allah da:

— Evet, diye buyurur. İşte bunun üzerine Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm):

Hemen tevbe edip Rabbine döndü.”

Yani; rahmet, merhamet ve kabul ile Rabbine dönüş yaptı. Görüldüp gibi sadece Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm)’in “Tevbesini kabul etti.” ifadesiyle yetinilmiştir. Çünkü eşi ve annemiz Hazret-i Havva da ona tâbıdır. Bu, her ikisi de tevbe ettiler, anlamındadır.

İşte bu açıdan Kur'ân'ın birçok yerinde sadece erkekten bahsedilmekle, kadın da buna dahil olarak ele alınmış olduğundan ayrıca kâdirılardan da söz edilmemiştir. Nitekim Sünnetin (hadislerin) de birçoğunda aynen bu yol izlenmiştir.

Şüphesiz, Allah tevbeleri çok kabul buyuran ve kullarına karşı ah merhameti bol olandır.”

38

Dedik ki: “Hepiniz toplu hâlde cennetten inin! Ne zaman Benden size doğru yolu gösteren bir rehber gelir de her kim ona uyarsa artık onlara bir korku olmayacak ve onlar üzülmeyecekler.”

Dedi ki: “Burada yer alan, (.......) kelimesi hâldir ve “hep birlikte, toplu hâlde” demektir.

Âyette, “İnin” emrinin tekrar sebebi te'kit içindir. Yahut ilk “İniş” emri cennetten semâya ve ikincisi de dünya semasından yeryüzüne olması sebebiyle tekrarlanmıştır. Veyahut da, “Afe zaman benden size doğru yolu gösteren bir rehber gelir de...” buraya eklenince, bundan dolayı, “İnin” emri tekrarlanmış olabilir.

Yani “size göndereceğim bir rasul (elçi) veya size indireceğim bir kitap geldiğinde... “Çünkü yüce Allah'ın şu kavli bu gerçeğin delilidir:

“İnkâr ederek âyetlerimizi yalanlayanlara gelince.”

Çünkü bu, şu âyete mukabildir:

Her kim ona -kabul etmek ve ona îman etmek suretiyle- uyarsa...” , “Artık onlara gelecekte- bir korku olmayacak ve onlar -geride bıraktıklarına karşılık- üzülmeyecekler.”

İkinci şart cevabıyla birlikte, birinci cevabın şartıdır. Bu tıpkı şuna benzer bir ifadedir: “Eğer bana gelir ve gücün de varsa bana ihsanda bulunursun.”

Kırâat imâmlarından Ya'kûb, Kur'ân'ın tamamında geçen, (.......) kelimesini, fethalı olarak, (.......) tarzında okumuştur.

39

İnkar ederek âyetlerimizi yalanlayanlara gelince; işte onlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.

(.......) mübteda, “cehennemliktirler” de haberdir.

Yani cehennem ehlidirler ve cehennemi haketmişlerdir.

Onlar, orada ebedî olarak kalacaklardır.” Bu cümle mübtedanın haberi olması bakımından raf mahallinde gelmiştir.

40

Ey İsrâ'iloğuları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın ve bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vaad ettiklerimi yerine getireyim. Ve yalnız benden korkun!

Ey İsrâ'il oğulları!” Aslında İsrâ'il'den kasıt Hazret-i Ya'kûb (aleyhi’s-selâm) dır. Bu, Hazret-i Ya'kûb (aleyhi’s-selâm) un lâkabıdır. Bunun manası, kendi dillerinde yani İbrânîcede, Allah'ın seçkin kulu” ya da Allah'ın kulu” manalarında (.......) yada (.......) demektir.

“İsra” kul veya seçkin demektir. “İyi” de İbrânîcede Allah demektir. Kelime gayri munsariftir. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.

(.......) verdiğim nimetlerimi hatırlayın.” Nimetleri hatırlamaları demek, verilen nimetlerin şükrünü edadan geri kalmamaları, kendilerine bu nimetleri bahşeden Allah'a itâat etmeleridir. Onlardan istenen budur. Bununla Rabbimizin murat ettiği şey de, onların atalarına verdiği nimetlerin hatırlanması ve bunun unutulmamasıdır. Çünkü, tek tek bildirildiği gibi yüce Allah, İsrâ'il oğulları'nı Fir'avundan ve onun azâbından, işkencelerinden, denizde boğulmaktan kurtarmış, buzağıya tapmalarından dolayı cezâlarıdırılmayıp affetmiş, tevbelerini kabul etmiştir. Bütün bunlarla beraber Tevrât ve İncîl'de müjdelenmiş olup bildinlen Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in zamamm idrak ile kendilerine sunulan nimetleri hatırlamaları dile getiriliyor.

Ve bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vaad ettiklerimi yerine getireyim.”

(.......) Burada, Tastamam, eksiksiz olarak yerine getirin, demektir. Nitekim, (.......) kelimeleri de kök itibariyle ve anlam bakımından aynı olmakla birlikte burada tercih olunan kelime, (.......) kelimesi olmuştur. Çünkü, Kur'ân'da genelde bu kelime ve türevleri geçmektedir.

(.......): Îman edeceğinize, taatte bulunacağımza dair bana verdiğiniz sözü, demektir. Yahut da, Rahmet peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e ve ona indirilen mu'ciz kitaba îman etme sözünüzü, demektir.

(.......)

Yani, yaptığınız ve işlediğiniz iyi şeyler için size sevap ile ihsanda bulunayım. Yine bu âyette yer alan (.......) kelimesi, mastar bir kelimedir. Dolayısıyla bu, bazen muahide, yani failine ve bazen de muahede, yani mef'ûle kısaca hepsine muzaf olabilir.

Nitekim, Katâde'den rivâyete göre bunu her ikisi de Mâide Sûresi, 12'de : (.......) ve (.......) de yer almaktadır.

İşaret (mâna) Erbâbı yani gerçek anlamda tasavvuf ehli olanlar şöyle demişlerdir:

“Sıkıntı yurdumda bana verdiğiniz sözü gereğince yerine getirin, hizmetimin döşeği üzerinde olun (emir ve yasaklarınıı iyi değerlendirin), çiğnemeyin. Haremimi (çizdiğim sınırları) güzel muhafaza edip koruyun ki, Ben de nimetim yurdunda sözümü tutayım ve benim ikram döşeklerimde yaşayın, benim cemalimi görerek mutlu olun.”

Veyalnız benden korkun!” Bana verdiğiniz sözü ve ahdi bozmayın. Bu tıpkı şuna benzer: Meselâ;

Yalnızca korkuttuğum Zeyd'dir” . Veya “Zeyd var ya, işte onu korkutup uyariyorum.” , demektir. Çünkü bu, Fâtiha, 5'te geçen, (.......) ibâresinden tahsis ifade etmede daha te'kitlidir. Âyetteki, (.......) kelimesi, mabadının (sonrasının) delâlet ettiği (gösterdiği) muzmer bir fiil ile mensûbtur. Bu, (.......) takdirindedir ki, “Korkun, ancak benden korkun!” demektir. İşte burada birinci kelime olan, (.......) fiili hazf olunmuştur (söylenmemiştir). Çünkü; ikinci (.......) kelimesi buna delâlet etmektedir. Fakat, (.......) kelimesi, (.......) kelimesiyle mensûb kılınmamıştır. Çünkü bu kelime zaten kendisine âit olan mef'ûlü almıştır, ki bu da, (.......) kelimesinin sonunda olması gereken mahzûf (.......) harfidir.

Burada bir (.......) harfinin mahzûf (söylenmemiş) bulunduğunu bilmemiz için de fiilin sonunda bulunan (.......) harfinin harekesinin esre olması burada bir (.......) harfinin var olduğunun delilidir. Nitekim, (.......) cümlesinde Zeyd kelimesinin cümlede yer alan (zahir olan), (.......) kelimesiyle mensûb olması câiz olmaz.

41

Elinizdeki Tevrât'ın aslını doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur'ân'a îman edin! Onu inkâr edenlerin ilki olarak başırıı çeken siz olmayın! Âyetlerimizi az bir fiyatla (dünya pahasına) satmayın. Ve sadece Bana karşı gelmekten korkun!”

Elinizdeki Tevrât'ın aslını doğrulayıcı olarak indirdiğim Kur'ân'a îman edin!”

Âyette, “İndirdiğim” ifadesinden murat Kur'ân-ı Kerîm'dir. “doğrulayıcı olarak” ifadesi de mahzûf olan, (.......) zamîrinden te'kit eden bir hâldir. Sanki burada, (.......) denir gibi. “Elinizdekini/Beraberinizdekini” ifadesiyle de Tevrât denmek istenmiştir.

Yani; ibâdet, tevhit, nübüvvet (peygamberlik) ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in durumu ile ilgili hususlarda hep Kur'ân'ı doğrulayıcı olan Tevrât'ı...

Onu inkâr edenlerin ilki olarak başırıı çeken siz olmayın!”

Yani; o Kur'ân'ı ilk inkâr eden, baş çeken siz olmayın. Veya inkâra kalkışan hizip (grup) siz olmayın, veyahut da onu inkâr eden grubun ilki, baş çekeni olmayın. Onu ilk inkâr eden kimseler sizden tek tek her birinizden olmamış olsun.

Esasen burada bir tariz sanatı vardır.

Yani “Onu bilmeniz ve özelliklerini ya da vasıflarını tanıyıp bilmenizden ötürü ona ilk îman etmesi gereken sizlersiniz.” ince anlamı yarmaktadır. (.......) deki zamîr de Kur'ân'a râcidir.

Değiştirmek ve tahrif etmek suretiyle âyetlerimizi az bir fiyatla (dünya pahasına) satmayın (değiştirmeyin).” Hasen-ı Basrî merhum, “az bir fiyatla” ifadesini, “Dünya ve içindekilerinin tamamıyla da olsa “diye tefsirlamıştır. Bir başka tefsire göre bu, “riyâset ve koltuk pahasına da olsa” şeklinde değerlendirilmiştir. Çünkü toplumları içinde lider olmak, koltuğa konmak İsrâ'il oğulları için vazgeçilmez bir şeydi. Zira Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a uymaları hâlinde bu türden tüm imkanlarını elden çıkarmak demekti ki onlar da bu uğurda her kötülüğü göze aldılar.

Ve sadece bana karşı gelmekten korkun.” Burada, (.......) kelimelerinde görüldüğü gibi hem vakf (duruş) ve hem vasl (geçiş) hâlinde (.......) ile okunmuştur ki bu kırâati seb'a imâmlarından olmayan Ya'kûb'un kırâatidir. Nitekim, bu manada hatta (yazıda) yer almayan her mahzûf (.......) harfi de böyledir.

42

Bile bile hakkı bâtıl ile karıştırmayın ve bildiğiniz hakkı (gerçeği) de gizlemeyin.

Hakkı bâtıl ile karıştırmayın.” Hakkın bâtıl ile kanştınlması demek, birinin ötekisinin içine katılması demektir.

Eğer (.......) harfi sıla, yani müteaddi (geçişlilik) manasında değerlendirilirse, Meselâ; (.......) cümlesi gibi ki bu, “Ben onu, sununla karıştırdım.” anlamındadır. Dolayısıyla mana şöyledir:

“Allah tarafından indirilmiş olan hakkı kendi elinizle yazdığınız bâtıl şeylerle karıştırarak Tevrât içinde yer almamış olan şeyleri onda varmış gibi yazmayın ki, Tevrât'a var olan hak ile sizin batılınız ayırt edilemez olmasın.”

Eğer (.......) harfi, istiâne (yardım alma) manasında ise, Meselâ;

“Kalem ile (kalem yardımıyla) yazdım.” gibi ise, bu durumda mana şöyle olur:

“Hakkı, kendi ellerinizle yazdığınız bâtıla benzeterek ve ona karıştırarak sunmayın. Hakkı, yazdığınız bâtıla benzetmeyin.”

Ve hakkı da gizlemeyin.” Burada fiil, nehiy (yasaklama) hükmü içinde olduğundan meczumdur. Dolayısıyla, (.......) takdirindedir. Yahut da, gizli bir (.......) ile mensûbtur. Kelimenin bünyesindeki (.......) vav harfi de cemi' (çoğul) manasındadır.

Yani:

“Hakkı gizleyerek, hak ile bahlı birbirine karıştırma noktasında birleşmeyin.”

Meselâ; bu ifade âdeta, “süt/yoğurt ile birlikte balık yeme.” ifadesi gibidir.

Çünkü her iki husus da ayrı ayrı emirlerdir. Kaldı ki daha önce belirttiğimiz gibi Tevrât'ta yer almayan herhangi bir hükmü kendi elleriyle yazarak orada var imiş gibi sunmaları hak ile batılın birbirine kanştınlmasıdır ki, kesinlikle yasaktır. Bu birincisi. İkincisi de hakkı gizlemeleridir ki bu da, “Biz Muhammed'in vasıf ya da özelliklerini veya şununla ilgili hükmü Tevrât'ta bulamıyoruz.” diye söylemeleridir ve kesinlikle bu da yasak, yani haramdır.

Ve siz kendiniz bildiğiniz hâlde.”

Yani batılı hak ile karıştırdığınızı bildiğiniz hâlde, gizlediğiniz hâlde. Halbuki bir şeyi bile bile gizlemek, saklamak, hak ile batılı birbirine karıştırmak onlar adına en büyük bir iğrençliktir ve en çirkin bir davranıştır. Çünkü, câhil olan ya da bilmeyen birinin bilmeden ve cehaletinin eseri olarak bir hata yapması durumunda kimi zaman bu hâli bir mazeret olarak değerlendinlebilir. Halbuki bunlarınkisi bilmeden değil, bilerek ve kasden yaptıkları bir iştir.

43

Namazı dosdoğru olarak kılın, zekâtı verin ve rüku edenlerle birlikte siz de rüku edip namaz kılın.

Namazı dosdoğru olarak kılın, zekâtı verin.”

Yani, Müslümanlara faz olan namazı kılın ve zekâtı verin.

Ve rüku edenlerle birlikte siz de rüku edip namaz küm.”

Yani, Müslümanlar gibi siz de namaz kılın. Çünkü Yahûdîlerin kıldıkları namazlarda rüku bulunmuyordu.

Yani, Müslüman olun ve Müslümanların işledikleri ameller gibi amel işleyin. Aynı zamanda, “rüku” ile namaz manası da kasdolunması câizdir. Nitekim, namaza “sücud” ismi da verilmektedir. Namaz kılanlarla birlikte namaz kılma emri, cemaat ile kılınma emri olması da câizdir.

Yani, namazlarınızı tek başırııza (münferit olarak) değil, namaz kıları cemaatle birlikte kılın.

44

Ey bilginler! Sizler Kitabı (Tevrât'ı) okuduğunuz hâlde halka iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? (Bunun dışında mı tutuyorsunuz?) Hâlâ aklınızı başırııza almayacak mısınız?

Ey bilginler! Halka iyiliği mi emrediyorsunuz?”

Buradaki (.......) hemze takrir ve tevbih içindir.

Yani; hem bir durumu tesbit ve hem de bu durumdakileri kötülemek ve uyarmak içindir. Bir de onların bu davranışlarından dolayı hayret ifade eder.

Birr: bol hayır ve iyilik demek olup nitekim genişlik ve bolluk manasında olarak buna, “el-Berr” de denmiştir. Zira, her türlü hayrı ve iyiliği kapsar.

Nitekim, (.......) cümlesi de bu manada söylenen güzel bir ifadedir.

Yahûdî bilginleri kendi yakınlarına ve etrafındakilere gizli olarak Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e uymalarını söyledikleri hâlde kendileri buna uymuyorlardı. Bir diğer tefsire göre, bunlar sadaka (zekât) vermeleri için halka emir verdikleri hâlde kendileri sadaka (zekât) vermezlerdi. Kendilerine dağıtılmak üzere sadakalar (zekât) getirildiğinde ise buna ihanet ederlerdi, gereğini yerine getirmezlerdi.

Kendinizi unutuyor musunuz?” Kendinizi âdeta unutmuş kabul ederek kendinizi iyilik yapmaktan geri mi bırakıyorsunuz, terk mi ediyorsunuz?

Sizler Kitabı okuduğunuz hâlde. Hâlâ aklınızı başırııza almayacak mısınız?”

İşte burada, “Sizler kitabı okuduğunuz hâlde” demekle onları ilzam vardır, susturma ve azar vardır.

Yani, sizler içinde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e âit nitelikler bulunan, ihanete karşı, iyilikleri terk etmeye, söz ile amelin birbiriyle çelişmesine âit cezâ ve tehdidi içeren Tevrât'ı da okuyorsunuz. Bütün bu gerçeklere rağmen mi, evet bunlara rağmen “Aklınızı kullanmayacak mısınız?” İşlediğiniz ve sergilediğiniz bu çirkinliklere karşı daha düşünmeyecek misiniz? Ki bu sayede böyle bir çirkin fiili işlemekten kurtulmuş olasınız. Şüphesiz bu, oldukça önemli ve büyük bir uyarıdır, yermedir.

45

Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz sabır göstermek ve namaz kılmak kalpleri saygıyla ürperenlerin dışında herkese zor ve ağır gelen bir iştir.

İhtiyaçlarınıza karşılık olarak Allah'tan “Yardım isteyin.” “Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak...” Her iki görevi de ihmal etmeden beraberce. Namazın sorumluluklarına göğüs gererek, sabrı elden bırakmadan devamlı bir şekilde kılın ve zorluklarına da katlanın. Namaz konusunda gerekli olan kalbi samimiyet ve ihlâsı elden bırakmaksızın kılın. Tüm şeytanî vesveseleri, düşünceleri geriye atın, nefsî istekleri bir kenara bırakın. Bununla ilgili âdaba uyun, riâyet edin, gözetilmesi gereken hususları çok iyi gözetin. Huşûyu elden bırakmayın. Namazda iken, kimin huzurunda durulduğu bilincini oluşturun ve o bilinçle huzura durun. Çünkü göklerin ve yerin yegâne Cebbarı olan, yani göklerle yeri ve bu ikisinde ve aralarında yer alanların iş ve durumlarını düzene koyan, ıslah eden ya da her iki yerdekileri de gücüyle kahredecek olan yüce Allah'ın huzurunda durulmuştur. İşte bunun idrakinde bulunulmalı.

Ya da belâlara, zorluklara, başa gelen musibet ve felâketlere karşı sabır göstertmek suretiyle göğüs gerin ve bunun için sabırdan yararlanın, yardım bekleyin. Herhangi bir musibet, felâket veya belâ gelince de derhal namaza koşarak bundan yardım ve medet bekleyin.

Nitekim; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) önemli bir zorluk ortaya çıktığında, üzüntü veya sıkıntıya düştüğünde derhal namaza koşardı. Taberi bu hadisi tefsirinde, buradaki lafızla, Hazret-i Huzeyfe'den rivâyet etmiştir. 1/260.

Abdullah b. Abbâs'tan gelen rivâyete göre kendisine bir yolculuk esnasında, kardeşi Kusem'in öldüğü haberinin verilmesi üzerine, derhal istircâda bulunmuş, yani (.......) Bakara, 156. âyetini okumuş ve iki rek'at namaz kılmıştır. Sonra da tefsirini yaptığımız: “Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yardım isteyin.” mealindeki bu âyeti okumuştur.

Yine bir tefsire göre de sabırdan maksat oruç tutmaktır. Çünkü oruç, yeme, içme ve cinsel ilişkiyi belirlenen süre zarfında bırakmak, nefsin isteklerine cevap vermemektir. Nitekim, bu nedenle ramazan ayma sabır ayı diye de isim verilmiştir.

Yine âyette yer alan namaz ifadesinden kasıt, “duadır” diye de tefsir edilmiştir.

Yani: “Belâlara karşı sabır göstererek direnin ve hemen dua etmeye başlayın, o belaların kaldırılması için derdinizi Allah'a havale edin.”

“Şüphesiz sabır göstermek ve namaz kılmak, kalpleri saygıyla ürperenlerin dışında herkese zor ve ağır gelen bir iştir.”

(.......) daki zamîr, namaza veya yardım istemeye (istiâneye) râcidir.

(.......): Gerçekten zordur, ağır gelir.

Meselâ; “Şu iş bana ağır geldi. “gibi.

Kalpleri saygıyla ürperenler hariç.”

Yani, ancak kalpleri saygıyla ürperenlere kolay gelir. Çünkü, bunlar Allah'ın sabredenler için neler hazırladığım kesin olarak bildiklerinden o ödülleri beklemektedirler. İşte bundan dolayı onlar için sabır ve namaz zor değil kolay gelir. Görmez misin bir sonraki şu âyette neler buyuruluyor:

46

Ki onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini çok iyi bilenlerdir.

Ki, onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklarını çok iyi bilenlerdir.”

Yani Allah'ın kendilerine bahşedeceği sevabı her an bekler dururlar. Onun katındaki başkaca şeyleri ve daha umdukları ne varsa hep bunun beklentisi ve kesin inancı içindedirler.

Abdullah b. Mesud'un (radıyallahü anh) kırâatine göre, (.......) kelimesi, (.......) olarak tefsîr olunmuştur, “bilirler” demektir.

Yani, Bilirler ki kesin olarak Allah'ın kendilerine vereceği mükâfat ve ödül ile mutlaka karşılaşacaklardır. Dolayısıyla da buna göre amellerine değer verip gerekeni yaparlar. Ancak kesin bir mükafatın kendileri için varlığına ikan etmemiş olanlar, yani buna samimi manada inanmamış olanlar ise, dolayısıyla bunlar herhangi bir sevap ve mükâfat ummazlar. Bunun için de ameller kendilerine zor ve sıkıntılı gelir.

(.......) Huşu ve (.......) İhbat kelimelerinin ifadelerine gelince bu ikisi de: “alçak gönüllülük” demektir. Halbuki, “Hûdu” kelimesi ise: Yumuşaklık ve boyun eğmek demektir. (.......) kelimesi ruyet (görmek) diye tefsîr olunmuştur. (.......) de; yüce Allah'ı keyfiyetsiz olarak görmek, diye tefsir edilmiştir.

Ve gerçekten onlar Ona döneceklerini...” Âhiret günüde onların durumlarını Allah'tan başka kimse değerlendirmeye mâlik olamaz, buna güç yetiremez. Sadece Yüce Allah onların durumuyla ilgilenir.

47

Ey İsrâ'il oğulları! Size verdiğim nimetimi ve özellikle sizi bir zamanlar âlemlere gerçekten üstün kıldığımı hatırlayın!

Ey İsrâ'il oğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın.” Bu tekrar, te'kit içindir.

(.......) özellikle sizi bir zamanlar âlemlere gerçekten üstün kıldığımı....” Burada, (.......) kelimesi, (.......) kelimesi üzerine atfolunduğundan mensûbtur.

Yani, “Size verdiğim nimetlerimi ve sizi tüm aleme üstün kıldığımı hatırlayın.” demektir. (.......) Halk topluluklarından oldukça çok ve önemli bir insanlar topluluğu üzerine üstün kılmak, demektir. Meselâ, halktan bir âlem gördüm, denildiğinde bu, onlardan oldukça çok sayıda olan bir halk topluluğunu gördüm, demektir. Maksat bunun çoğunluk ifade ettiğidir.

48

Öyle bir günün dehşetinden korkup korunun ki o günde hiç kimse başkası için herhangi bir şey yapamaz; kendisinden herhangi bir şefâat (aracılık) da kabul olunmaz, fidye alınmaz ve kendilerine yardım da olunmaz.

Öyle bir günün dehşetinden korkup korunun ki,” Bu gün kıyamet günüdür.

Yevm” kelimesi zarf değil mef'ûlü bihtir. (.......) O günde- “Hiçbir mü’min” başkası (kâfir biri) için herhangi bir şey yapamaz,” O inkârcı kimse için gerekli olan hukuk açısından onun adına bir şey ödemez.

(.......) kelimesi ya mef'ûlü bihtir veya mastardır.

Yani az da olsa bir şey (karşılık) alınmaz. Cümle, mahallen mensûb olup (.......) kelimesinin sıfatıdır. Burada mevsûfa âit olan zamîr ise mahzûf (söylenmemiş) olup, (.......) takdirindedir.

Kendisinden herhangi, bir şefâat (aracılık) da kabul olunmaz.” Mekke ve Basra kırâat imâmları, yani İbn Kesîr ve Ebû Amr, (.......) kelimesini, (.......) harfiyle olmak üzere, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. (.......) kelimesindeki zamîr mü'min kimseye râcidir.

Yani îman etmiş olan bir kimseden inanmamış birine (kâfir kimseye) şefâat etmesi kabul olunmaz, aracıliğina izin verilmez.

Anlatıldığına göre Yahûdîler; peygamber olan atalarının kendilerine şefâat edeceklerini ileri sürerlermiş. Dolayısıyla, böyle bir durumun onlar için asla var olmadığı ve olmayacağı burada belirtiliyor. Ümitlerine bir yer olmadığı böylece anlaşılmış oldu. Tıpkı Rabbimizin şu kavli gibi:

“Artık şefâatçilerin şefâati onlara yarar sağlamaz.” Müddessir, 48.

Mu'tezile mezhebi mensuplarının bu âyete dayanarak, büyük günah işleyenlere şefâat olunmaz tarzındaki görüşlere kalkışmaları onlara iade olunmuştur, anlamsızdır. Çünkü âyette kabul edilmeyecek şefâat, kâfirler için olanıdır. Yoksa mü'min olup da büyük günah işleyenlere şefâat olunmayacaktır değil. Kaldı ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Benim şefâatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir. Kim bu şefâati yalanlarsa o buna nail olmayacaktır.” Ahmed b. Hanbel, Müsned; 3/213. Ebû Dâvud, 4739. Tirmizî de Enes b. Mâlik'ten, ikinci bölüme yer vermeksizin rivâyet etmiştir. 2435.

Bir fidye de alınmaz.” Çünkü bu feda olunana muadil (denktir). “Ve kendilerine yardım da olunmaz.” Arka çıkılmaz, destek çıkılmaz. (.......) kelimesinin çoğul yapılması, inkârcı kimselerin diğerlerine oranla çok olmalarını göstersin, buna delâlet etsin içindir. “Nefs” kelimesi müennes bir kelime olduğu hâlde, (.......) kelimesinin müzekker olarak gelmesi de (.......)

“Kullar” kelimesinin ya da insanlar kelimesinin anlamı açısındandır.

49

Hatırlayın ki, sizi en dayanılmaz işkencelere uğrattıkları zaman, Fir'avun taraftarlarının elinden kurtarmıştık. Çünkü onlar yeni doğan erkek çocuklarınızı boğazlarken kâdirılarınızı da hayatta bırakıyorlardı. İşte bunda (size reva görülen böyle bir muamelede) Rabbiniz tarafından (gelen) pek büyük bir belâ (mihnet veya nimet) bulunmaktaydı.

Hatırlayın ki, sizi Fir'avun taraftarlarının elinden kurtarmıştık.”

Âyetteki “Âl” kelimesinin aslı “ehl'“dir. İşte bunun içindir ki bunun küçültme (tasgîr) ismi, (.......) olarak gelmiştir. Dolayısıyla kelimenin (.......) harfi, (.......) harfine dönüştürülerek, (.......) şeklini almıştır. Artık bundan böyle önemi sebebiyle kelime “Âl” olarak kullanılmıştır.

Yani, kralların ve benzeri değerde olan kimselerin yanında önemli bir unvan şeklinde kullanılır oldu. Ancak (.......) dendiği gibi, (.......) ve (.......) yani ayakkabıcıların âli ve Kan alanların âli diye bir ifade kullamlamaz.

Fir'avun: Amâlika toplumunun yönetimini elinde bulunduranlara verilen özel bir isim ya da unvan. Nitekim Bizans krallarına da “kayser” unvanı verildiği ve İran (Farsallallahü aleyhi ve sellem) krallarına da “kisra” dendiği gibi bunların krallarına da “Fir'avun” deniliyor.

“En dayanılmaz işkencelere uğrattıkları zaman, uğrattıkları hâlde, tattırdıkları hâlde” Bu âyetteki, (.......) ibâresi, (.......) dan hâldir.

Yani size hileli bir şekilde yaklaşıp sizi aşağılarlar, rezil rüsvay ederler. Çünkü (.......) kelimesi utandırmak, altından kalkılamayacak bir iş yüklemek manalarına gelir. Nitekim: (.......) denir ki, birine zulmetmek ve adil olarak davranmamak, demektir. Bunun aslı da, (.......) den alınma olup eşyaya fiyat koymak, demektir. Bu da mala talep artınca olur. âdeta, “size karşı azgınlık edip saldırırlar” manasındadır. “En şiddetli ve ağır azap, işkenceleri sizin için isterler, uygularlar.” demektir. (.......) demek, alışverişin artması, talep artışı, demektir. (.......) kelimesi de, (.......) fiilinin ikinci mef'ûlüdür. Bu da, (.......) kelimesinden mastardır. Nitekim şöyle dua edilir:

“Kötü ahlâktan ve fena işten Allah'a sığınırım.”

Burada bu dua ile her iki şeyin de çirkin bir davramş olduğunu belirtmek isteriz.

(.......) ifadesinin manası şu demektir: Azâbın her türü kötüdür ama bu, en şiddetli, en ağır işkence, cezâ demektir.

Çünkü onlar yeni doğan erkek çocuklarınızı boğazlarlarken, kâdirılarınızı da hayatta bırakıyorlardı.”

Burada, (.......) cümlesi, (.......) kavlini açıklamak içindir. Böyle olduğu için de aralarında bir atıf edatına yer verilmemiş, terk olunmuştur.

Kadınları sağ bırakmaları ise, kendilerine hizmet etsinler diyedir. Çünkü Fir'avun hanedam ve taraftarları Yahûdîlere bu fiili uyguluyorlardı. Çünkü kahinler, Fir'avun'u, doğacak bir erkek çocuğun kendisinin saltanatına son vereceğini haber vererek uyarmışlardı. Nitekim, daha önce Nemrût da bu manada uyarılmıştı. Ancak ister Fir'avun ve ister Nemrût olsun tüm çabalarına ve korunmalarına rağmen yine de mukadder olan sondan kendilerini kurtaramamışlardı. Neticede yüce Allah'ın dilediği olmuştur.

İşte bunda (size reva görülen böyle bir muamelede) Rabbiniz tarafindan (gelen) pek büyük bir belâ (mihnet veya nimet) bulunmaktaydı”

Eğer burada, (.......) kelimesiyle Fir'avun'un yaptıklarına işaret olunuyorsa, bu takdirde, “mihnet ve sıkıntı, imtihandır,” demektir. Eğer (.......) ile işaret olunmak istenen şey, Fir'avun'dan kurtuluş ise bu takdirde bu, “nimet” olur demektir. (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin birinci sıfatıdır, (.......) de bunun ikinci sıfatıdır.

50

Yine hatırlayın ki, Biz sizin için denizi yarmış ve böylece sizi kurtarmıştık. Ve Fir'avun'un taraftarlarını da siz bakıp duruyorken gözleriniz önünde orada boğduk.

Yine hatırlayın ki, biz ...yarmıştık.”

Yani, aralarını kısım ya da parça parça ayırdık, yardık.. Böylece deniz içinde yollar oluştu.

(.......) kelimesi aynı zamanda şeddeli olarak, (.......) diye de okunmuştur. Bu da ayırmak ve yarmak demektir. Nitekim iki şeyin arasım açmaya, (.......) veya birçok şeyi birbirinden ayırmaya da, (.......) denir. Çünkü Yahûdîler on iki boydan (kabileden) meydana gelmeleri sebebiyle her birine bir yol olmak üzere denizde on iki yol açılmıştır.

Sizin için denizi...” Böylece açıları yolda yürüyorlardı ve onlar yürüdükçe su da yarılıp gidiyordu. Bu durum sanki onların yürümesiyle yanlıyor gibiydi. Ya da, “O denizi sizin için yardık” demektir veya “Onu size bağlı olarak yardık,” demektir. Bu aynı zamanda hâl yerinde gelmiştir.

Rivâyete göre Yahûdîler Hazret-i Mûsâ (aleyhi’s-selâm) ya:

— Bizim arkadaşlarınıız (ashâbımız) neredeler? Biz onları görmeden buradan ayrılmayız, dediler. İşte bunu üzerine Allah Hazret-i Mûsâ (aleyhi’s-selâm) ya:

— Elindeki asan ile şöylece vur, diye vahyetti. O da hemen elindeki asasıyla, duvarlara vurarak, bu sayede açıları yol duvarlarından delikler-pencereler açıldı. Artık birbirlerini görüyor ve birbirlerinin konuşmalarını duyabiliyorlardı.

Ve böylece sizi kurtarmıştık. Ve Fir'avun'un taraftarlarını da siz bakıp duruyorken gözleriniz önünde orada boğduk. “Nitekim, iş ta bu noktaya gelene kadar siz hep onları görüyordunuz ve bunda artık şüphe ve şüphe duymuyordunuz.

51

Hatırlayın biz Mûsa ile kırk geçe vahyetmek için Tûr'da sözleşmiştik. Ancak siz sonra onun ardından buzağıyı ilâh edinmiştiniz. Ve böylece zalimlerden oldunuz.

Hatırlayın, biz Mûsa ile kırk gece vahyetmek için Tûr'da sözleşmiştik.” Çünkü, yüce Allah ona vahyetmek vaadini ve sözünü vermişti. (Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm)) Sözleşme yeri Tûr Dağı'na verilen süre içinde gelip burada vahye muhatap olacaktı. Burada bu kelime, kırâat imâmlarından Ebû Amr elifsiz olarak (.......) okunmuştur.

Fir'avun'un helâkinden sonra İsrâ'il oğulları, yani Yahûdîler gelip Mısır'a girdiler. Ancak bu sırada İsrâ'il oğullarının başvuracakları ilâhi bir kitapları yoktu. İşte yüce Allah bunun için Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) ya Tevrât'ı indireceğini vaadetti, bunun için de Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) ya bir yer ve zaman belirledi. Bu zaman zilkade ayı ile zilhicce ayının ilk on günü idi ve buna “kırkgece” dedi. Çünkü aylar aynı ilk günü itibariyle, yani hilâlin ilk ortaya çıktığı zaman itibariyle değerlendirilir.

(.......) kelimesi (.......) fiilinin ikinci mef'ûlü, yani tümlecidir, yoksa zarf değildir. Çünkü bunun manası, “Kırk gün içinde demek değildir. “Zira burada zarf manasını ifade edecek olan, (.......) cer edatı yoktur.

Ancak siz sonra buzağıyı ilâh edinmiştiniz.” Burada (.......) kelimesinin ikinci mef'ûlü mahzûftur. Bu da, (.......) kelimesidir.

Ancak bu kelime ve türevlerinde (.......) harfi idgam olunmaksızın izhar ile, yani gösterilerek kırâat olunmuştur. Bu, İbn Kesîr ile Hafs’ın kırâatidir. Diğer kırâat imâmları bu kelimeyi, (.......) şeklinde (.......) harfini, (.......) harfine idgam ederek okumuşlardır.

Onun arkasından..”

Yani Hazret-i Mûsa'nın Tûr dağına gitmeşinden sonra.

Ve böylece zalimlerden oldunuz”

Yani ibâdet etmemeniz gereken bir şeye ibâdet ederek onu lâyık olmayan yere koydunuz. Bu cümle hâl cümlesidir.

Yani, “Zalimler olduğunuz hâlde (zâlim olarak) o buzağıya taptınız.”

52

Bundan sonra yanlışlarınızdan dönüp şükredersiniz diye sizi bağışladık.

Bundan sonra (buzağıya tapınıp onu ilâh edinmenizden sonra) yanlışlarınızdan dönüp (sizin bağışlanmanız sebebiyle olan nimetlere) şükredesiniz diye sizi bağışladık (günahlarınızdan geçtik, onları sizin adınıza sildik).

53

Doğru yolu bulasınız diye Mûsa'ya Kitabı ve hak ile batılı birbirinden ayıran hükümleri verdik.

Doğruyolu bulaşırıız diye Mûsa'ya Kitab'ı ve hak ile batılı ayvan hükümleri verdik.”

Yani, şu özelliklere sahip bir kitap. Allah tarafından indirilmiş olacak, hak ile batılı birbirinden ayırt edecek.

Yani, bu özellikleri içinde toplayan bir kitap verdik. Bu da Tevrât'tır. Bu, tıpkı şu cümledeki ifadeye benzer bir ifadedir:

“Bolluk (bereket) ve cesaret gördüm.” denir ki bununla, “hem cömert ve hem cesaret sâhibi olan kimseyi” demek istemiş olursun.

Veya bundan kasıt, Tevrât ile küfür ile îmanı birbirinden ayıran burhan (kanıtlar)dır ki bunlar da; Hazret-i Mûsâ (aleyhi’s-selâm) nm âsâsı, elinin bembeyaz bir hâl alması ve benzeri mu'cizelerdir. Yahut da helâl ile haramı ayıran şerî'at demektir.

(.......) Furkân: Denizin yanlması, ayrılması demek olacağı gibi Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) ile düşmanlarının arasını ayıran zafer ve yardım, demektir. Bütün bunlar doğru yolu bulup hidâyete eresiniz diyedir.

54

Mûsa kavmine dedi ki: “Ey kavmim! Şüphesiz siz buzağıyı ilâh edinmekle kendinize yazık ettiniz (zulmettiniz). “Hemen sizi yaratan Rabbinize dönün, tevbe edin! Derhal nefsinizin kötü duygularını öldürün. İşte böyle yapmanız yaratan Rabbiniz katında sizin için çok daha hayırlıdır. Kaldı ki, bu sayede de Allah tevbelerinizi kabul buyurur. Şüphesiz O çok acıyan ve tevbeleri kabul edendir.”

“Mûsa -buzağıya tapan- kavmine dedi ki:”

Ey kavmim! Şüphesiz siz buzağıyı ilâh -ma'bût- edinmekle kendinize zulmettiniz.”

Hemen sizi yaratan Rabbinize dönün, tevbe edin.”

Yani her türlü eksikliklerden beri ve uzak olarak sizi yaratıp var eden Rabbinize dönün. Çünkü yaratıkları tam olarak yaratan ve var eden O'dur.

İşte âyetin bu noktasında, Yahûdîlerin her şeyi bilen ve her bakımdan Hakîm olan Allah'a ibâdet ve kulluğu bırakıp buzağıyı ilâh edinmeleri sebebiyle bit uyarı, bir itap ve azar yer almaktadır. Halbuki yüce Allah onları buzağıya tapmaktan beri kılmış, anndırmıştı. Halbuki buzağıya tapmak aptallığın, bunaklığın, anlayışsızlığın ve kabalığın ta kendisidir.

Derhal nefsinizi öldürün.” Burada geçen, “nefsinizi (nefislerinizi) yani canlarınızı” öldürün ifadesinden kasıt, kimi tefsirlere göre bu, zahiri manasına göredir ve bu da kendi canlarına kıyıp kendilerini öldürmeleridir ki, öfke ve kederden hayatlarına son vermek demektir. Farklı bir diğer tefsire göre ise, birbirlerini öldürmeleri demektir.

Farklı bir başka tefsir de şöyledir:

“Bu, buzağıya tapmamış olanların tapanları öldürmeleri için bir emirdir. İşte bu suretle yetmiş bin kişi öldürülmüştür.” Rabbimiz devamla şöyle buyuruyor.

“İşte böyle yapmanız -tevbe edip nefsinizi veya birbirinizi öldürmeniz, ma'siyette ısrar etmenizden- yaratan Rabbiniz katında sizm içm çok daha hayırlıdır.”

“Kaldı ki, bu sayede de Allah tevbelerinizi kabul buyurur. Şüphesiz O, çok acıyan ve tevbeleri kabul edendir.”

Yani, ne kadar çok olursa olsun Allah tevbeleri fazlasıyla kabul buyuran ve günahlar da ne kadar büyük olursa olsun, acıyıp onları bağışlayandır.

(.......) harfi yani ilk (.......) sebep bildirir. Çünkü zulüm, tevbe etmek için bir sebep oluşturmuştur. (.......) buradaki (.......) yani, ikincisi ise takip içindir. Çünkü, mana şöyledir.

“Tevbeye kesin karar verin (azmedin) ve böylece nefislerinizi öldürün.” Çünkü, yüce İsrâ'iloğullarının tevbelerini kendilerini (nefislerini) öldürme olarak istemiştir. Üçüncü (.......) harfi ise yani, (.......) fiilindeki ise mahzûf olan bir şarta bağlıdır. Sanki burada şöyle der gibidir:

“Eğer bunu yaparsanız, muhakkak Allah tevbenizi kabul eder.”

55

Bir vakitler de demiştiniz ki: “Ey Mûsa! Biz Allah'ı açık bir şekilde görmedikçe asla sana îman etmeyeceğiz.” Nihayet siz bakıp duruyor olduğunuz hâlde sizi hemen bir yıldırım çarptı.

Bir vakitler de demiştiniz ki, (.......) Ey Mûsa! Biz Allah'ı açık bir şekilde görmedikçe asla sana îman etmeyeceğiz.'“

Açık olarak ayan-beyan görmedikçe, (.......) kelimesi, “masdariyet üzere mensûbtur” . Yahut da (.......) fiilinden hâl olarak mensûbtur.

Yani açık bir hâlde, demektir.

Nihayet sız bakıp duruyor olduğunuz hâlde, sizi hemen bir yıldırım çarptı.” Buradaki yıldırımdan maksat, ölümdür. Başka bir tefsire göre bu, gökten gelip onları yakan bir ateştir.

Anlatıldığına göre, Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) ile birlikte Tûr dağına giden yetmiş kişi, Hazret-i Mûsâ (aleyhi’s-selâm)ya dediler ki:

— Şu insanların buzağıya taptıkları gibi bizler ona tapmadık. Öyle ise bize Allah'ı gözümüzle görecek şekilde göster. İşte bunun üzerine Allah üzerlerine bir yıldırım gönderip onları bununla yaktı. Hazret-i Mûsa da (aleyhi’s-selâm):

— Ben de Rabbimden bunu istedim ve fakat Rabbim bunu benim için uygun görmedi, dediği hâlde onlar:

— Sen mutlaka yüce Allah'ı gördün. Biz Allah'ı açık olarak görmedikçe kesinlikle sana îman etmeyeceğiz.” dediler. İşte bunun için Allah onları yakması için kendilerine bir yıldırım gönderdi. Gelen yıldırım da onları yaktı.

Mu'tezile mezhebi bu âyete bakarak, Allah'ın görülemeyeceğini iddia ettiler, yani ru'yeti reddettiler. Gerekçe olarak da, eğer görülmesi câiz olabilen bir varlık olsaydı Allah, dolayısıyla câiz olduğu sabit olan ve bilinen bir şeyi istemekten ötürü azap olunmazlardı, görüşünü ileri sürdüler.

Ehl-i sünnet olarak bizim buna cevabımız ise şöyledir: “Onların cezâlarıdırılma sebepleri, Allah'ın görünebilirliği veya görünemezliği meselesi değil, küfür ve inkârlarıdır. Çünkü İsrâ'il oğulları Hazret-i Mûsa'ya: “Sen mutlaka ve kesin olarak Allah'ı gördün. Biz Allah'ı açık bir şekilde görmedikçe asla sana îman etmeyeceğiz. “demişlerdi. İşte onların bu davranışları ve ifadeleri onların küfrünü ve inkârını gösteriyor. Çünkü, bunlar Hazret-i Mûsâ (aleyhi’s-selâm) nın kendilerine mu'cizeleri göstermesine rağmen ona îman etmekten kaçınıp ondan Allah'ı açık olarak baş gözüyle görmek istiyorlardı. Halbuki peygamberler mu'cizeleri gösterdikten sonra artık o açık mu'cizeler karşısında onlara îman etmek vacip yani farzdır. Dolayısıyla açık mu'cizelere rağmen bölesi tavır sergileyenlerin mu'cizeler istemeleri câiz değildir. Çünkü bunlar, Hazret-i Mûsâ (aleyhi’s-selâm) dan doğru yolu bulmak için değil, aksine inat ve direnmek için istekte bulunuyorlardı.

Yıldırım, siz bakıp dururken gelip sizi çarptı.

56

Sonra da şükredesiniz diye bu ölüm hâlindeki durumdan sizi tekrar dirilttik.

(.........) “Sonra da -ölümden sonra sizi diriltme nimetine karşılık- şükredesiniz diye bu ölüm hâlindeki durumdan sizi tekrar dirilttik.”

Yani uyandırdık.

57

Bulutlarla üzerinizi gölgelendirmiş ve size kudret helvasıyla bıldırcın eti indirmiş (göndermiş)tik. “Size rızık olarak verdiklerimizin temizinden (helâlinden) yiyin.” demiştik. Halbuki onlar bize, kötülük etmediler, yalnızca kendilerine kötülük edip zulmettiler.

(.........) “Bulutlarla üzerinizi gölgelendirmiş” Bulutları size gölgelik kılmıştık. Bu olay Tih çölünde cereyan etmişti. Allah, bulutları onların hizmetine vermiş, onlar yürüdükçe yol boyunca onlarla birlikte hareket ederek onları hep güneşten koruyup gölgelemiştir. Geceleyin de gökten bir direk şeklinde bir ateş (ışık huzmesi) inerek yollarını aydınlatıyor, onlarda bu aydınlıkta hareket ediyorlardı. Üzerine giyinmiş oldukları giysileri kirlenmiyor ve eskimiyordu.

“Ve size kudret helvasıyla ... indirmiş (göndermiş)tik. “Bu, âdeta kar misali güneşin doğmasıyla yağmaya başlardı ve herkes için bir sa (ölçek) miktarı yağardı.

“bıldırcın eti....” Allah kendilerine güneyden esen bir rüzgar gönderir ve bu rüzgar etkisiyle bıldırcın kuşları onlardan tarafa toplarııp gelirlerdi. Onlar da kendilerine doğru uçup gelen bu kuşlardan kendileri için yetecek miktar kadarını keserlerdi. Biz onlara:

“Size rızık olarak verdiklerimizin temizinden (helâlinden), lezzetli olanlarından yiyin, demiştik.” Ancak onlar bu nimetlere karşı nankörlük ederek zulmettiler.

“Halbuki onlar - böyle yapmakla - bize zulmetmediler, yalnızca kendilerine kötülük edip zulmettiler.”

Âyetteki, (.........) kelimesi, (.........) kelimesinin mef'ûlüdür.

58

Ve yine hatırlayın! İsrâ'il oğullarına şöyle demiştik: “Şu kasabaya girin ve orada bulunan nimetlerden dilediğiniz gibi bol bol yiyin. Kapıdan içeriye eğilerek girin ve (........) deyin ki, biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. Çünkü biz iyilikte bulunanlara karşılıklarını daha fazlasıyla verelim.”

İsrâ'il oğulları Tih çölünden çıktıktan (ayrıldıktan) sonra:

“Ve yine hatırlayın! İsrâil oğullarına şöyle deniştik:”

Şu kasabaya (Beyti Makdis'e veya Eriha'ya) (........) kelimesi hâldir. Bu ise, (........) kelimesinin çoğuludur.

İsrâ'il oğulları kapıya varıp ulaştıklarında Allah için şükür secdesi yapmakla ve O'na karşı tevazularını belirtmek, hiç olduklarını anlamak için bununla emrolunmuşlardı.

“Ve Hıtta (bağışla) Rabbim, deyin ki,” Burada geçen, “Hıttakelimesi tıpkı “Cilse” kalıbında gibidir ve “sil” anlamında bir kelimedir ve bu kökten alınmadır. Bu da mahzûf (gizli) bir mübtedanın haberidir.

Yani, “Bizim senden istediğimiz senin bizi bağışlamalıdır.” veya “Senin bizden, (........) diye yakarmamızı isteme emrin “yahut da, “Bu kasabaya girerken bizi oradakilerden koru.” tarzındaki emrin...

Esasen bunun mensûb olması gerekir. Bu şekilde okunmuştur ki bu da: “Bizden günahlarınıızı nasıl bağışlamak gerekiyorsa öylece bağışlamanı isteriz.” demektir. Bunun mérfu kılınması ise, “sebat” manasının elde olunması içindir. “Bizim isteğimiz hittadır.” demek: “Bizi bu kasabada korumandır, bizi burada yerleştirmen, kararlı kılmandır.”

Hazret-i Ali’den rivâyete göre bu, “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle “cümlesidir.

Yani Besmele'dir. Ancak Hazret-i Ikrime (radıyallahü anh) ye göre bu, (........) kelimeyi tevhididir.

“Bizde sizin hatalarınızı bağışlayalım.”

(........) kelimesi, (........) kelimesinin çoğuludur. Bu da, günah demektir. Kırâat imâmlarından Nâfi, (........) kelimesini, (........) olarak, İbn Âmir de, (........) olarak kırâat etmiştir.

Çünkü, biz iyilikte bulunanlara karşılıklarını daha fazlasıyla verelim.”

Yani, içinizden ihsan sâhibi olanlar ise, biz de fazlasıyla ona karşı gereğini yapalım. Kısaca kim istenen o kelimeyi söylerse, işte bu, onun sevabının artışına bir neden olacaktır. Kim de kötülük ederse, ya da etmiş ise o kelimeyi söylemek onun için bir tevbe ve bağışlanma nedeni olacaktır.

59

Fakat zulmedenler, kendilerine söylenenleri (istenenleri) başka şekle soktular. İşte biz de bunun üzerine o zalimlere itaatsizlikleri ve fâsıklıkları sebebiyle gökten acı bir azap indirdik.

“Fakat zulmedenler, kendilerine söylenenleri (istenenleri) başka şekle soktular.” Burada bir hazif bulunmaktadır. Bunun da takdiri şöyledir:

Burada koyu harflerle belirtilen cümle mahzûftur.

Yani “Zulmedenler, kendilerine söylenenleri (kendilerinden istenenleri) söylenmemiş (istenmemiş) olanla değiştirdiler.” demektir.

(........) fiili kendisi herhangi bir edat almaksızın tek mef'ûl alır yani bir mef'ûle müteaddidir. Ancak ikinci bir mef'ûlü ise, (........) cer edatıyla alabilir. Ancak (........) edatıyla alacağı mef'ûl metruktür, yani terk olunmuştur. (........) siz olarak aldığı mef'ûl ise mevcuttur.

Yani İsrâ'il oğulları burada (........) yerine bir başka söz (ifade) koydular. Dolayısıyla mana şöyledir:

“İsrâ'il oğulları manası tevbe etmek ve mağfiret dilemek olan bir söz söylemekle emrolundukları hâlde, onlar buna aykırı hareket ettiler de anlamı emredilenden başka bir şey olan bir kelime (söz) söylediler. Allah'ın emrine yapışmadılar.”

Bir tefsire göre onlar, “bağışla “kelimesi yerine buna benzerlik gösteren ve fakat manası farklı olan “Buğday” kelimesini söylediler. Yine anlatıldığına göre bu kelime, Napti dilinde, (........) diye söylerler ki bu, Kırmızı buğday manasında, (........) olup, İsrâ'il oğulları bunu, kendilerinden istenen şeye karşılık alay maksadıyla söylemişlerdir. Böylece Allah’ın kendilerinden istediğini bırakip nefislerinin ve şehevi duygularının kendilerinden istediği dünyaliği ister oldular.

“İşte biz de bunun üzerine o zalimlere itaatsizlikleri ve /aşıklıkları sebebiyle gökten acı bir azap indirdik.”

Âyette yer alan, (........) kelimesi azap manasındadır. Ayrıca yine âyette, (........) cümlesinin tekrannın sebebi de, İsrâ'il oğulları'nın yaptığı şeyin oldukça çirkin bir davranış olduğunu belirtmek içindir. Bir de gökten başlarına azap indirilme sebebinin yaptıkları zulüm, haksızlık ve nankörlükleri olduğunu onlara iyice bildirmek içindir. “gökten” kelimesi de (........) kelimesinin sıfatıdır. Başlarına gelenler ise yaptıkları yanlışlıklar ve fıskları yüzündendir.

Anlatıldığına göre bir saatlik (anlık) bir süre içerisinde veba (taun) salgınından yirmi dört bin kişi, bir söylentiye göre de yetmiş bin kişi ölmüştür.

60

Bir vakitler Mûsa kavmi için Rabbinden su istemişti. Biz de kendisine: “Asân ile taşa vur!” demiştik. İşte bunun üzerine taştan derhal on iki pınar fışkırmış, her kabile de su alacağı pınarı bilmişti. Biz onlara: “Allah'ın rızkından yiyin, için, ama sakın yeryüzünde bozgunculuk ve taşkınlık çıkarmayın.” demiştik.

“Bir vakitler Mûsa kavmi için Rabbinden su istemişti.”

Buradaki (........) kelimesi nasb mahallindedir. Sanki: “Mûsa'nın bir vakitler su istediğim hatırlayın.” denir gibi bir ifade.

Yani, Mûsa kavmi için su isteme ihtiyacını duymuştu.

“Biz de kendisine: (........) demiştik.”

İsrâ'il oğulları Tih çölünde susuz kalmışlardı. Hazret-i Mûsâ (aleyhi’s-selâm) onlara su vermesi için Allah'a dua etti. Bunun üzerine kendisine, “Asan ile taşa vur!” denildi. “taş” kelimesinin başında yer alan (........) harf-i ta'rîfi (belirtme takısı) “ahd” ifade eder. Bununla bilinen (malum) bir taşa işaret olunmaktaydı.

Rivâyete göre Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) bu taşı Tûr dağından almış ve onu beraberinde taşımakta idi. Bu taş kare şeklinde bir taş idi ve dört yönü bulunuyordu ki, her bir yönünden ya da yüzünden üçer pınar olmak üzere on iki pınar fışkınyordu. Yahûdî kabilelerinin her biri için bir pınar düşüyordu. Sayıları altı yüz bin kişi idi. Ordugâh alan yani, konaklama mahalli ise on iki mil tutuyordu.

Ya da kelimenin başmda yer alan (........) harfi cins manasındadır. Dolayısıyla bunun anlamı, “Elindeki asan ile adına taş denen herhangi bir maddeye vur.” olur. İşte bu, delil olma açısından daha doğru ve en büyük bir mu'cize olduğu gerçeğini gösteriyor bir de ilâhî kudretin kemâl derecesine işaret ediyor.

“İşte bunun üzerine taştan derhal on iki pınar fışkırmış,”

(........) Bu kelimenin başında yer alan (........) harfi mahzûf bir kelimeye taallûk etmektedir.

Yani, cümle şöyledir: “Mûsa da taşa vurdu ve ondan oldukça fazla su akmaya başladı.” Veya, “Eğer taşa vurursan taş kesinlikle su fışkırtacak.” takdirindedir. Bu durumda, (........) harfi yani, (........) olarak takdir olunması hâlinde bu, (........) harfi, fasih bir (........) demek olur ki, bu da ancak beliğ olan ifadelerde ve sözlerde kullanılır.

Yani, edip olan kimseler ancak böyle söz söyleyebilirler.

On iki pınarın fışkırması da, İsrâ'il oğulları'nın kabile sayısınca olmuş oluyor. On manasındaki, (........) kelimesi ayrıca, hem esreli olarak, (........) ve hem üstünlü olarak, (........) şeklinde kullanılan bir kelimedir. “pınar” kelimesi burada temyizdir.

“Her kabile de su alacağı pınarı bilmişti.”

(........) kelimesi burada her kabile demektir. “Su alıp içecekleri pınar” demektir.

“Ve onlara demiştik ki: (........) Sakın yeryüzünde bozgunculuk ve taşkınlık çıkarmayın.”

Yani, yeryüzünde anarşi ve huzursuzluk çıkarmayın.

(........) kelimesi, fesâdın da ötesinde fesat; yani, anarşi ve terör estirmeyin, demektir. (........) kelimesi ise te'kit eden bir hâldir.

Yani: “Şu bozgunculuk ve fesat hâlinizi hep sürdürüp durmayın.” Çünkü İsrâ'il oğulları, yani Yahûdîler karakterleri ve yapılan gereği toplumda hep huzursuzluğa, fesâda, anarşiye ve teröre devam edip durmuşlardır, kötülüklerin membaı hep onlar olmuştur. Bu nokta hiçbir zaman göz ardı olunmamalıdır.

61

Hani bir vakitler siz demiştiniz ki: “Ey Mûsa! Biz bir tek yemek çeşidi ile yetinemeyiz. Bizim için Rabbine dua et de bize yeryüzünün yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın.” Mûsa da: “Daha iyi olmayan bu şeyleri çok daha üstün olan şeylere mi tercih edip değiştirmek istiyorsunuz? O hâlde çıkın herhangi bir şehre gidin. Çünkü sizin için istedikleriniz orada var.” demişti. Artık bu olaydan sonra üzerlerine zillet (aşağılık) ve yoksulluk damgası vurulmuştu. Allah'ın gazâbına uğradılar. Bu durum, Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı idi. Yine bu durum onların isyan etmelerinden ve hadlerini aşmalarından dolayı idi.

“Hani bir vakitler siz demiştiniz ki: (........)” Söz konusu yemek çeşidi, İsrâ'il oğulları'na Tih çölünde verilen kudret helvası ile bıldırcın etidir. Burada iki çeşit yemek verildiği hâlde, Yahûdîlerin, “bir tek yemek çeşidi” ifadesini kullanmalarının sebebi, değişmeyen ve hep aynı olan yemek çeşidi anlatmak istemelerindir. Nitekim bir kimsenin sofrasına değişik türlerden olmak kaydıyla yemek çeşitleri konsa ve her gün aynen o değişik türler değişmeksizin sofraya konulsa bu durumda, “Filân kimse sadece bir çeşit veya tek çeşit yemek yiyor. “denir. Halbuki çeşitle yemekler bulunduğa hâlde bu çeşit hep aynı olduğundan böyle denmektedir. Dolayısıyla tek çeşitten maksat yemek çeşitlerinde herhangi bir değişikliğin ve farklıliğin olmamasıdır. Kaldı ki, bu iki yiyecek türü, lezzetine ve zevkine düşkün zengin (ileri gelen) kesiminin yiyeceği türündendir. Halbuki Yahûdîler kendileri ziraatçıydılar, tarımla uğraşırlardı ve dolayısıyla burada alıştıkları ve aşınası bulundukları sebzelerden, danelerden ve benzeri şeylerden istiyorlardı.

“Bizim için Rabbine dua et de...” Rabbinden iste ve ona: “Bizim için çıkar. “de.

“Bize yeryüzünün yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden,... çıkarsın.” Bizim için meydana getirsin, icat etsin., kısaca yerin bitirdiği yeşilliklerden. Bunlardan kasıt sebzelerin ve yeşilliklerin temizi ve güzeli olan nanesinden, kerevizinden, pırasasından ve benzeri insanlar tarafından yenen türden şeylerden çıkarsın.

“hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın.” Âyette geçen, (........) kelimesi hıyar (salatalık ya da acur), demektir. (........) kelimesi de buğday veya sarımsak demektir. Çünkü İbn Mesud'un kırâatine göre bu kelime, (........) şeklindedir.

Mûsa da: “

Burada, (........) çok daha basit ve daha önemsiz, miktarca daha az olan demektir. (........) ise daha iyi, daha değerli ve üstün anlamındadır.

(........) demişti.”

Yani öyle ise artık Tih çölünden inin, çıkın. Çünkü sizin bu istedikleriniz Tih çölünde bulunmaz, ancak şehirlerde bulunur.

Tih Çölü: Beyt-i Makdis (Kudüsallallahü aleyhi ve sellem) ile Kınnesrin arasındaki alana denir ki, bunun alan, 12 x 8 Fersahlık bir alarıdır. Ya da burası, Fir'avun'un beldesi Mısır'dır. (........) kelimesi iki sebepten ötürü munsarif bir kelimedir, yani cer ve tenvîn kabul eder. Bunlardan biri tenislik, yani müennes oluş ve ikincisi de bununla “ülke” murat olunması sebebiyle ma'rifeliktir. Yahut da, kelimenin ortasının tıpkı Nûh ve Lût kelimeleri gibi sakin olması bakımından munsariftir. Nitekim Nûh ve Lût kelimeleri ya da isimlerinde hem ucmelik (Arapça olmama) ve hem de ma'rifelik vardır.

(........) ibâresini şu şekilde, (........) olarak okumuşlardır. Nitekim, bu şekilde (........) harfinden önce sakin bir (........) harfi olan tüm kelimeler de bu iki imâma göre böyle okunurlar. Kırâat imâmlarından Ebû Amr ise bu kelimeyi esreli olarak, (........) şeklinde okumuştur.

Yani, hem (........) harfini ve hem de (........) harfini esreli okumuştur. Bu imâmların dışındaki imâmlar ise, âyette görüldüğü gibi, (........) harfinin kesresi ve (........) harfinin de zammesiyle okumuşlardır.

“Allah'ın gazâbına uğradılar.” Nitekim, birinin diğerini yerine eşitlikleri sebebiyle öldürülmesine, (........) denir ki bu, “Filân kimse falarıcanın yerine haklı olarak gitti, gazâbına uğradı.” demektir. Dolayısıyla âyet ele alındığında bu, “Onların hepsi Allah’ın gazâbım hak ettiler. demektir.

Kisâî de bu kelimeyi, Allah’ın gazâbıyla döndüler.” manasında olmak üzere, (........) olarak okumuştur.

“Bu durum (yani zillet ve yoksulluk damgasının vurulması, Allah'ın gazâbına uğramaları) Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı idi.”

Kırâat imâmlarından Nâfî, (........) kelimesini, hemze harfiyle olmak üzere, aslına binaen, (........) diye okumuştur.

Yani, onların küfürleri (inkârları) ve peygamberleri öldürmeleri yüzünden... Çünkü; Yahûdîler, Şa'ya, Zekeriya ve Yahya peygamberleri (Allah'ın salat ve selâmı üzerlerine olsun) öldürmüşlerdi.

(........) kelimesi, (........) kelimesinden türemedir. Çünkü, peygamber olan zât, Allah'tan haber vermektedir. Bu (........) kelimesi, (........) vezninde olup, (........) ve (........) manalarınadır.

Yani, “münbi” Allah'tan haber veren, demek olup, “münbe” de, Allah'ın vahiy yoluyla kendisine haber verdiği kimse demektir.

Ya da bu kelime, “neba “kelimesinden alınmadır ki bu da, yükseldi, yüksek oldu anlamlarına gelir. “nübüvvet” de yüksek yer demektir.

Nitekim, peygamberleri de öldürmeleri haksız yeredir. Eğer gerçekten Yahûdîler adil davransalardı, dolayısıyla kendilerince öldürme nedenlerinden hiçbir şeyden söz edilmezdi. (........) ifadesi, (........) fiilinin zamîrinden hâl olarak mahallen mensûbtur.

Yani “Haksız yere onları öldürdükleri hâlde “demektir.

“Yine bu durum onların isyan etmelerinden ve hadlerini asmalarından dolayı idi.”

Âyetin bu kısmında yer alan, (........) kelimesi işaret ismi olarak tekrarlanmıştır ve sonrasındaki duruma işaret etmektedir. Bütün başlarına gelen şeyler, türlü türlü isyan yollarına başvurmaları, ma'siyet işlemelerindendir. Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve bir de peygamberleri öldürmeleri yanında, bunlarla da yetinmeyip hadlerini de hemen her aşamada ve konuda aşmışlardır.

Bir tefsire göre bu, hadlerini aşma meselesi, kendileri için yasak olan “Cumartesi günü yasağına” uymamalarıdır. Nitekim, (........) kelimesiyle Yahûdîlerin Allah'ı inkâr işi ile peygamberleri öldürme fiiline de işaret olunmuş olması da câizdir. Bunlar da yine onların isyanlarının ve haddi aşmalarının sebebi olabilir. Çünkü onlar bu işlere tümüyle kendilerini kaptırmışlar, giderek aşırılıkta işi taşkınlığa ve anarşiye, teröre vardırmışlardır. Nihayet kalpleri kararmış, bu kalp kararmasının doğal bir sonucu olarak da Allah'ın âyetlerini mu'cizeleri red ve inkâr etmişler, peygamberleri de öldürmüşlerdir. Yahut da; işte bu isyanları yanında bir de inkârları ve peygamberleri öldürüşleri, diye de tefsirlerıımştır.

62

Şüphesiz îman edenlerle Yahûdîlerden, Hırıstiyanlardan ve Sâbiîlerden kim Allah'a, âhiret gününe (Muhammed aleyhisselâmın şerî'atına tâbi olarak) gerçekten îman eder ve sâlih amel işlerlerse, artık onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi aynı zamanda onlar için üzülecek bir şey de yoktur.

“Şüphesiz -kalpleri onaylamaksızın dilleriyle ki, bunlar münâfıklardır- îman edenlerle” “Yahûdîlerden - Yahûdîleşenlerden, Yahûdîlik dinine girenlerden - Hırıstiyanlardan,” “Sâbiîlerden ...”

Şimdi Yahûdîlerden başlayarak anlatalım, Bu kelime, kök itibariyle, (........) Nasâra'dır. Bu da “Nasran” kelimesinin çoğuludur. Tıpkı “Nedman ve Nedâma” kelimeleri gibi. Meselâ, (........) gibi. (........) kelimesindeki (........) harfi mübalağa (aşırılık) bildirmek içindir. Tıpkı, (........) kelimesindeki gibi.

Hırıstiyanlara (........) adının verilmesi, Hazret-i Mesih Îsa'ya yardım ettiklerindendir.

(........) ise tanınmış bir dini bırakıp başka bir dine geçen demektir. Bu ise kök itibariyle, (........) den alınmadır ye dinden çıkmak manasına gelir. Bunlar, Yahûdîlik ve Hıristiyanlık dinini bırakıp meleklere tapan bir toplumdurlar. Diğer bir tefsire göre bunlar Zebûr'a îman eden bir toplumdurlar.

(........) onlar için Rableri katında (âhirette) ecirleri (sevapları) vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi aynı zamanda onlar için üzülecek bir şey de yoktur.”

Eğer, (........) ibâresini mübteda olarak değerlendirirsen haberi de, (........) ibâresi olur. Bu durumda da mahallen merfû' olmuş olur. Eğer bunu, (........) edatının isminden ve ma'tûfu aleyhlerinden bedel olarak değerlendirirsen bu durumda mahallen mensûb olur. Haberi ise, birinci duruma göre cümle olduğu gibi haberdir.

Yani, (........) haberdir. Eğer bedel olarak kabul edersen, (........) haberdir. (........) deki (........) harfi ise, (........) edatının şart manası içermesindendir.

63

Ey İsrâ'il oğulları! Hatırlayın ki, sizden Tevrât ile amel etmek üzere kesin söz almış ve Tûr dağmı da üzerinize kaldırmıştık. Ve size demiştik ki: “Tevrât'taki emrettiğimiz hükümlere sıkıca tutunun ve içindekilerini hatırlayın ki, takvaya eresiniz.”

“Ey İsrâ'il oğulları/ Hatırlayın ki, sizden Tevrât ile amel etmek üzere kesin söz almış ve Tûr dağını da üzerinize kaldırmıştık.” Tevrât'ı ve içindekilerini kabul etmeniz için, siz bunları kabul edip söz verene kadar, Tûr dağını da üzerinize kaldırmış ve siz de kabul edip kesin söz vermiştiniz.

Bu olay Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) Tûr dağından onların yanına levhalarla dönüp, onlar da levhalarda yer alan hükümlerin, şartların oldukça ağır hükümler ve şartlar içerdiğini, kendilerince bunun altından kalkılamayacağını düşünmüşler ve Tevrât levhalarındaki hükümleri kendilerin için ağır bulmuşlardı. Bunun içinde Tevrât levhalarında yer alan hükümleri ve şartları kabul ermekten kaçındılar. İşte bunun üzerine yüce Allah hemen Hazret-i Cebrâîl (aleyhi’s-selâm)’e Tûr dağını yerinden söküp kaldırması emrini verdi. Cebrâîl de hemen dağı kaldırdı ve üzerlerinde bir gölgelik-şemsiye misali bekletti. Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) da Tevrât levhalarını kabul etmeyen kavmine, “Ya bunları kabul edersiniz veya bu dağ üzerinize atılacaktır.” dedi. Nihayet kabul ettiler. Onlara

Dedik ki:

“Tevrât'a emrettiğimiz hükümlere sıkıca tutunun.” Tevrât'a ciddiyetle ve gayretle sanlın, gerekeni yerine getirin.

“Ve içindekilerini hatırlayın ki takvaya eresiniz.” Kitap'ta yani Tevrât'a yer alan hükümleri iyice muhafaza edin, içindekileri okuyun, okutun ve eğitimini yaptırın, sakın unutmayın ve o hükümlerden gâfil yaşamayın, gafletinizi sürdürmeyin. Böyle yapmanız hâlinde sizin gereğince Allah'ın hükümlerine bağlı kalanlardan olmanız umut edilir.

64

Fakat bundan sonra siz verdiğiniz sözden tekrar döndünüz. Eğer Allah'ın lütfü ve merhameti üzerinizde olmasaydı, mutlaka hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.

“Fakat bundan sonra sîz verdiğiniz sözden tekrar döndünüz.”

Yani, kesin sözünüzden ve sözünüzde duracağınıza dair verdiğiniz güvenceden, hepsinden vazgeçtiniz, yüz çevirdiniz.

“Eğer -azâbınızı ertelemekle veya tevbenizi kabul buyurmakla- Allah’ın lütfü ve merhameti üzerinizde olmasaydı...” “mutlaka hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.” azap görerek helâk olanlardan olurdunuz.

65

İçinizden Cumartesi günü yasağını hiçe sayıp haddi aşanları muhakkak bilip tanımışsınızdır. İşte biz onlara: “Aşağılık maymunlar olun!” demiştik.

“İçinizden Cumartesi günü yasağını hiçe sayıp haddi asanları muhakkak bilip tanımışsınızdır.”

Âyetteki (........) fiili, tek mef'ûl alabilen, bu manada müteaddi (geçişli) bir kelimedir. (........) kelimesi mastar bir kelimedir. Nitekim, Yahûdîlerin Cumartesi gününe tazim ve saygıda bulunmalarına (........) denir. Ancak Yahûdîler o günü hep ibâdet etmek, o güne tazim etmekle görevli iken, kendilerine böyle bir sınır yol çizilmişken onlar hadlerini aştılar, yasağı çiğnediler ve gidip o günde avlanmakla meşgul oldular. Halbuki Allah tarafından o gün avlanmaları yasaklanmıştı.

Daha sonra Allah kendilerini imtihan etti. Bu suretle denizden Cumartesi dışında hiçbir balık çıkmaz oldu. Sadece Cumartesi günleri ortaya çıkıp başlarını (kendilerini) gösteriyorlardı, yani su yüzünü kaplıyorlardı. Cumartesi günü dışındaki günlerde ise böyle toplarııp gemliyorlardı, dağılıp gidiyorlardı. İşte bunun üzerine bir hileye başvurdular, denizin kenarında havuzcuklar yaptılar, bu havuzlara da denizden yollar açarak balıkların böylece havuzlara, yani tuzağa düşmesine başvurdular. Böylece kanallar yoluyla gelip havuzlara doluşan balıkların tekrar dönmemeleri : için kanalların ağızlarını kapatıp, Pazar günü de gelip hazır tuzağa düşmüş balıkları yakalıyorlardı. Güya böylece Cumartesi günü avlanmamış oluyorlardı. Halbuki bu bir hile idi ve balıkları böyle havuzlarda hapsederek ertesi günü gelip hazır ve kaçma imkanı olmayan baliği avlamaları haddi aşmak oluyordu. Yasağı çiğnemekti.

“İşte biz onlara: (........) demiştik.” Biz sizi aşağılanmış maymunlar kıldık.

Âyetteki, (........) cümlesi, (........) fiilinin haberidir.

Yani, maymunlaşma ile aşağılanmak hakaret görme özelliklerini de taşıyarak maymunlasın. Çünkü bu, aşağılanmak ve atılmak, değerden düşürülmek manalarınadır.

66

İşte biz bu maymuna dönüşme olayını bizzat o dönemde yaşayıp görenlere, bir de onlardan sonra geleceklere bir ibret ve takva sahiplerine de bir öğüt kıldık.

“İşte biz, bu maymuna dönüşme -mesh- olayını bizzat o dönemde yaşayıp görenlere -öncekilere- bir de onlardan sonra gelenlere -sonraki çağlarda gelecek olanlara ders çıkarıları ve kendilerine de bir pay çıkaracak olanlara bir— ibret ve emir ve yasaklara bağlı takva sahiplerine de bir öğüt olsun istedik.”

Bilindiği gibi Yahûdîlerin maymuna dönüştürülmeleri, yani meshi daha önce geçen kavimlerin de kitaplarında söz edilmiş bir olaydır. Onlar bundan ders aldılar veya almalıydılar. Dolayısıyla onlardan sonra gelen ve kendilerine bu bilgiler ulaşacak olanlar da ders alsınlar ve ibret çıkarsınlar diyedir.

Öğüt alacak olan muttakiler ise, Yahûdî kavminin arasında olan ve kötü yoldakileri doğruya yöneltmeye çalışan sâlih kimselerdir veya bu manada takva sâhibi olan herkestir.

67

Bir vakitler Mûsa kavmine: “Allah size bir inek kesmenizi emrediyor.” demişti de kavmi ona: “Sen bizimle alay mı ediyorsun?” karşılığını vermişlerdi. Mûsa da: “Alay eden câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım.” demişti.

“Bir vakitler Mûsa kavmine: (........) demişti de...”

Âyetteki, (........) ifadesi, “Hatırlayın ki, Mûsa kavmine şöyle demişti ...” Anlamında olup daha önce geçen,

“Ey İsrâ'il oğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın.” Bakara, 40. âyeti üzerine ma'tûftur.

Yani, Rabbimiz bütün bu ifadelerle; “Şu olayı hatırlayın, Mûsa'ya dediği şu meseleyi hatırlayın... “gibi bu manada geçen her olayı ve ânını hatırlatmak istiyor.

Yani; “Benim size olan nimetlerimi hatırlayın, sizi kurtardığımız vakti bir hatırlayın, denizi yollara ayırıp sizi boğulmaktan vs. den kurtardığımızı hatırlayın ve yine size verdiğim nimetleri hatırlayın, Mûsa'nın Rabbinden kavmi için su istediğini hatırlayın... Kısaca şunları ve şunları hatırlayın.” buyururken, tâ;

“Bir zamanlar Rabbi, İbrâhîm'i birtakım kelimelerle sınadığını da hatırlayın.” Bakara, 124. kavline gelinceye kadar hep bu manada uyarılarda ve hatırlatmalarda bulunuyor.

Tefsîr âlimlerine göre kıssanın baş tarafı tilâvet (okuma) açısından sonraya bırakılmıştır, ki bu da birazdan gelecek olan:

“Yine hatırlayın ki, hani siz bir kişi öldürmüştünüz de, hemen bunun ardından öldürenini kim olduğu hakkında aranızda tartışıp suçu birbirinizin üzerine atmıştınız.” Bakara, 72. âyetidir.

İşte bu âyette sözü edilen maktûl (yani öldürülen kişi), Âmîl adında oldukça varlıklı bir Yahûdîdir. Bunun malına mirasçıları olarak sahip olmak için amcasının oğulları tarafından öldürülür. Ancak kendilerini kurtarmak için öldürdükleri amcalarının oğlunun cesedini başka bir şehrin girişine bırakırlar. Sonra da gelip o şehir halkından amcalarının oğlunun diyetini istemeye kalkıştılar. Bunun üzerine Rabbimiz onlardan bir inek kesmelerini ve öldürülen kimsenin dirilmesi için de boğazladıkları bu ineğin herhangi bir parçasıyla ona vurmalarını, böylece ölenin dirilip kâtilini haber vereceğini emreder.

“Kavmi ona: (........) karşılığını vermişti.” Sen bizi alay edilecek kimselerin yerinde mi görüyorsun? Ya da alay edilecek insanlar olarak mı görüyorsun? Veya bizim alay edilecek bir yanımız mı var? Çünkü, (........) kelimesi, aşırı alay etmek, kişiyle haddinden fazla eğlenmek, demektir.

Kırâat imâmlarından Hamza, (........) kelimesini, (........) ve (........) harflerinin sükûnu ile, (........) şeklinde okumuştur. Hafs ise, âyette geçen şekliyle yani (........) ve (........) harflerinin zammesi, (........) harfinin de fethasıyla okumuştur. Bu iki imâmın dışında kalan imâmlar ise teşkil ve hemze ile okumuşlardır.

Yani (........) harfini zammesi ve (........) nin de fethasıyla, (........) şeklinde kırâat etmişlerdir.

“Mûsa da: (........) demişti.” Çünkü; bu alay edenler gibi alay edip eğlenmek cehaletin, bilgisizliğin ve kendini bilmezliğin eseridir. Aslında burada Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) kavmine karşı tarizde bulunuyor ve şöyle diyor:

“Aslında beni, alay eden olarak değerlendirmekle siz kendiniz câhilliğinizi ortaya koydunuz, câhil sizlersiniz.”

68

İşte bunun üzerine kavmi Mûsa'ya: “Öyle ise bizim için Rabbine dua et ki, onun ne özellikte bir inek olduğunu bize açıklasın.” dediler. Mûsa da “Allah buyuruyor ki: (........)” dedi.

“İşte bunun üzerine kavmi Mûsa'ya: (........) dediler.” Kesilmesi istenen ineğin durumu ve özelliğinden soruluyor. Çünkü onlar sözü edilen ineğin mahiyetini biliyorlardı. Gerçi Arapçada, (........) kelimesi her ne kadar “cins” ifade eden şeyler için ve (........) de “vasıf (nitelik) ifade edenler için kullanılan kelimeler ise de, ancak bazen, (........) edatı, (........) yerine kullanılabilmektedir. Bu ise onlar, ölü bir sığırın herhangi bir parçasıyla bir ölüye vurmalarıyla dirilme olayına şaşkınlık göstermelerini belirtiyor. İşte bu durumdaki hayret ve şaşkınlık uyandıran ineğin niteliğini sorup öğrenmek istiyorlardı.

Âyette geçen, (........) mübteda ve haberdir.

“Mûsa da, Allah buyuruyor ki: (........)”

Yani fazlaca yaşlı, son demlerini yaşayan biri değil.

(........) kelimesi kullanıldı. Çünkü, artık ömrünün sonlarına gelmek manasındadır. (........) kelimesinin merfû' oluşu ise, (........) kelimesinin sıfatı olmasındandır. (........) kelimesi de genç ve körpe demektir. Bu da bir öncekine ma'tûftur.

“Ancak ikisi arası bir inek.”

Yani yaşlı ile körpe arası yaşta bir inek.

Âyette, (........) buyuruldu ve fakat, (........) buyuralmadı. Kaldı ki, (........) kelimesi iki ve daha çok şey manasında olmayı gerektiren bir kelimedir. Çünkü, Allah (celle celâlühü) bununla sözü edilen özelliktekiler arasında herhangi birini murat etmiştir. Nitekim, bu hüküm konusunda zamîr işaret ismi yerine geçmiştir. Ebû Ubeyde Mamer b. Müsenna (120-209/737-824) diyor ki, Ebû Muhammed Rube el-Accac’a şöyle dedim:

O kısrakların rengi siyah ve beyaz çizgilidir

Sanki derisinde (üzerinde) gri renkte çizgiler var gibi

Eğer bu şiirde yer alan, (........) kelimesi vurgulanmak istenirse, bu takdirde (........) diye tekil zamîri söylenir. Fakat bunu değil de söz konusu “siyah ve beyaz renkleri” yani; (........) ve (........) kelimeleri vurgulanmak istenirse bu takdirde de, (........) olarak zamîr tesniye yapılır.

Yani buyuruyor ki; Ben şu özellikteki gibi birini murat ettim.

“Ö hâlde size emredileni derhal yerine getirin, dedi.” Emr olunduğunuz şeyi. Bu, kendisiyle emr olunduğunuz şey, manasındadır. Yahut da, “size emretti'“nin manası, emr olunduğunuz veya memur kılındığınız şey, anlamındadır.

Yani mef'ûl olan bir şeyi mastar olarak isimlendirmedir. Meselâ: “Darbu'l-emir” denir ki bu emirin kendisiyle adam dövdürdüğü manasındadır.

Yani, emirin maşası gibi.

69

Kavmi bu defa şöyle dedi: “Rabbine bizim için dua et de bize o ineğin rengini de açıklasın.” Mûsa da dedi ki; “Allah şöyle buyuruyor: (........)

“Kavmi bu defa şöyle dedi: “

Burada (........) harfi sora edatıdır ve mahallen merfûdur. Bunun takdiri şöyledir.

“Rabbine bizim adımıza dua et de, o ineğin rengi ne türden bir renktir, bize açıklasın? “

“Mûsa da dedi ki; Allah şöyle buyuruyor: “

Âyette geçen (........) ya da (........) kelimesi, hâli, saf, canlı ve parlak manalarına gelir. Burada sapsarı, katışıksız, capcanlı bir sarı, demektir. Nitekim te'kit anlamında, (........) denir ki; sapsarı, göz alıcı canlı bir sarı demektir. Dolayısıyla bu (........) kelimesi, (........) yani san anlamındaki bu kelimeyi daha da pekiştirmek için getirilmiştir. Ancak bu kelime renk anlamındaki (........) kelimesinden haber değildir. Ancak bunu burada (........) kelimesini merfû' kılması, tıpkı failin merfû' olması gibi bir durumdur. Kaldı ki, (........) ile (........)arasında da herhangi bir fark yoktur. Burada renkten söz edilmiş olması te'kit noktasından yararlıdır. Çünkü rengin, burada bir şeye ad olma durumudur ki, bu da burada, “Sa rengine ad olmasıdır.

Âdeta şöyle denir gibi: “Sarıliğina gelince, sapsarı...” Tıpkı şu ifade gibi:

Elinden geleni yaptı, olaya dört elle sarıldı. “gibi.

“-Güzelliği sebebiyle-bakanların içini açar.”

Sürûr: Bir menfaatin, iyi bir şeyin olması veya olacağı kesin olması sebebiyle kalpte oluşan mutluluk, lezzet ve haz.

Nitekim Hazret-i Ali (radıyallahü anh) den rivâyete göre bu âyetin, “Bakanların içini açar.” ifadesine bakarak demiştir ki: “Kim sarı bir takunya (ayakkabı) giyerse gayret ve himmeti azalır.”

70

Kavmi bu sefer de şöyle dedi: “Bizim için Rabbine dua et, onun asıl özelliği nedir? Nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın. Çünkü sığırlar hep birbirlerine benziyor (biz işin içinden çıkamıyoruz). Ancak Allah dilerse biz emrolunanı yerine getirme yolunu buluruz.”

“Kavmi bu sefer de şöyle dedi: (........)” Burada yine ineğin ne tür özelliklere sahip olduğuna ilişkin soru tekrar ediliyor ve niteliklerini ne olduğu soruluyor. İneğin daha belirgin mahiyette farklı başka ne gibi özellikleri var, onların açıklanmasını istiyorlar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivâyete göre şöyle buyurmuş:

“Eğer sıradan herhangi bir ineği bulup getirselerdi ve onu da hemen kesmiş obalardı, bu onlar için yeterli olacaktı. Ancak onlar işi zorlaştırdılar (yokuşa sürdüler). Allah da bunun üzerine işlerini daha da zorlaştırdı.” Bezzâr rivâyet etmiştir. Bk. Keşfü'l-Esrâr, 2188. Ayrıca İbn Ebi Hatim ve İbn Merduye rivâyet etmişlerdir. Bk. El-Dürrü'l-Mensur, 1/189.

Çünkü fazla incelemeye kalkışmak iyi değildir. Kısaca fazla merak işe yaramaz. Fazlaca ileri giderek ince eleyip sık dokumamak gerekir.

“Çünkü, sığırlar hep birbirine benziyor, biz isin içinden çıkamıyoruz.” Çünkü san renkte ve orta yaşta olan bir hayli inek vardır, hepsi de birbirlerine bu manada benzerlik gösteriyorlar, dolayısıyla işin içinden çıkamıyoruz.

“Ancak Allah dilerse bize emrolunanı yerine getirme yolunu buluruz.,'

Yani bizden kesmemiz istenen ineği bulabiliriz veya kâtilin durumu ile alâkalı bizce gizli kalan noktaları ortaya çıkarabiliriz.

(........) cümlesi burada (........) edatının ismi ile haberi arasında yer almış olan bir parantez (mu'terize) cümlesidir. Nitekim bir hadiste şöyle buyuruluyor:

“Eğer “Allah dilerse” cümlesini / istisnasını kullanmamış olsalardı, bu olay ta kıyamete kadar onlara açıklanmayacaktı.” Bk. İbn Cerir, Tefsîr: 1/189.

71

Mûsa dedi ki; Allah şöyle buyuruyor: “O inek henüz boyunduruk altına alınmamış, toprak sürmemiş ve ekin de sulamamış, başıboş dolaşan (salma), renginde de hiç alacası bulunmayan bir inektir.” Kavmi: “İşte tam şimdi ineğin gerçek özelliklerini anlattın (bildirdin)” dediler. Derhal o ineği bulup kestiler; ama neredeyse kesmeyeceklerdi.

“Mûsa dedi ki, Allah şöyle buyuruyor: (........)”

Burada, (........) kelimesi ya da harfi, (........) kelimesinin sıfatı olup, (........) manasındadır. Bu da, tarlaya koşulmamış ve toprak sürüp kaldırmamış, demektir.

“Ve ekin sulamamış,”

Yani ekin sulamak için koşulmamış bir inek.

Âyetteki ilk, (........) harfi nâfiyedir. İkincisi de, birinciyi te'kit ve takviye için gelen zâid bir (........) dır. Çünkü mana şöyledir:

“O inek ne toprak sürüp kaldırmış, ne de toprak (tarla) sulamasında kullanılmıştır.”

Âyette geçen her iki fiil de, (........) kelimesinin sıfatıdırlar. Sanki, “ne tarla sürmek ve ne de toprak sulamak için koşulmuş bir inek” anlamında gibidir.

“Başıboş dolaşan (salma)...” Üzerinde herhangi bir kusuru olmadığı gibi, çalıştırıldığına dair de üzerinde herhangi bir iz ve emare yoktur.

“Renginde hiçbir- alacası bulunmayan bir inektir.” Öyle ki; üzerinde san rengin dışında bir başka renkten en ufak bir emare, parça dahi yoktur. O öyle bir inektir ki; boynuz ve tırnaklarına varana kadar tamamen sapsarı bir inektir.

(........) kelimesi esasen mastar bir kelimedir. Bu kelime türevleriyle beraber, bir renge başka bir rengin ya da lekenin karışması anlamına gelir.

“Kavmi: (........), dedi.”

Yani; aradığımız gerçek ineğin özelliklerini şimdi bildirmiş oldun. Artık onun özellikleri hakkında herhangi bir zorluk kalmadı, dediler.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr, (........) kelimesini hemzesiz olarak, (........) harfiyle, (........) şeklinde okumuştur.

“Derhal o ineği bulup kestiler.” İstenilen tüm özelliklere sahip olan ineği buldular vé hemen onu kestiler.

Ama neredeyse kesmeyeceklerdi.” Fiyatını çok fazla bulmalarından dolayı veya kâtilin ortaya çıkması durumunda rezil olmaları endişesiyle az kalsın kesmeyeceklerdi.

Anlatıldığına göre İsrâ'il oğulları içinde sâlih ve yaşlı bir adam varmış. Bunun da bir buzağısı varmış. Adam bu buzağısını götürüp oldukça bol otlağı bulunan, yeşil bir alana, ormanlık alanına bırakıp salıverir ve şöyle dua eder.

Allah'ım! Benim henüz küçük yaşta olan oğlum büyüyene kadar bu buzağıyı sana emanet ediyorum, korumanı dılıyorum.”

Bu çocuk ana ve babasına karşı itaatkâr idi. Derken buzağı büyüdü, genç bir inek oldu. İnekler içinde en güzeli ve en semiz olanıydı. Gidip yetim çocuk ve annesiyle pazarlığa tutuştular. Nihayet onu, tulumunun dolusu altın vererek satın aldılar. Halbuki o dönemde bir sığır, üç dinara satın alınabiliyordu.

Tam kırk yıl istenen özelliklere sahip ineği arayıp durdular.

Bu beyan ya da açıklama bir bakıma mutlak olanı kayıt altına almak (mukayyet) kılmak kabilinden olup, bu da neshedilmiştir. Çünkü fiil gerçekleşmeden önce nesh câizdir. Nitekim, biz Ehl-i sünnet'e göre temekkünden (yani olay gerçekleşmeden) önce nesh olayı itikattandır, câizdir ve fakat Mu'tezile'ye göre değildir.

72

Yine hatırlayın, hani siz bir kişi öldürmüştünüz de, ancak hemen bunun ardından öldürenin kim olduğu hakkında aranızda tartışıp suçu birbirinizin üzerine atıyordunuz. Halbuki sizin gizlemekte olduğunuz şeyi Allah meydana çıkaracaktı.

“Yine hatırlayın, hani siz bir kişi öldürmüştünüz de,...”

Yine burada da, (........) fiili takdir olunmuştur. Âyette hitabın çoğul olarak yer alması, öldürme olayının onların içinde meydana gelmesindendir.

“Ancak hemen bunun ardından öldürenin kim olduğu hakkında aranızda tartışıp suçu birbirinizin üzerine atmıştınız.” ihtilafa düşmüştünüz, onun hakkında birbirinizle çekişip durmuştunuz. Çünkü, birbirlerinizi suçluyordunuz.

Yani kendinizi başkalannı suçlayarak savunuyordunuz. Ya da bizzat tarh (atma) kelimesi bizatihi defetmek, önlemek manasınadır.

Bu kelimesinin aslı, (........) idi. Daha sonra bunun hafifletilmesi yoluna gidildi. Harfin kelimenin bünyesinde yer alan, (........) harfinin cinsinden olması için (........) harfi (........) harfine dönüştürüldü. Çünkü kelimenin “Feal fiili” yani ilk harfi (........) harfidir. Bu sayede idgam, yani harfleri birbirine katına imkanı olsun istendi. Sonra da (........) harfini sakin kıldılar. Çünkü idgamın şartı ilk harfin sakin olmasıdır, sakin ile yani harekesiz harf ile ya da sessiz ile başlamak mümkün değildir. Bunun mümkün olabilmesi için de başına bir vasl hemzesi getirdiler.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr bu kelimeyi (........) siz olarak, (........) tarzında okumuşlardır.

“Halbuki sizin gizlemekte olduğunuz şeyi Allah meydana çıkaracaktı.” Öldürme işini zaten hiçbir şüphe kalmayacak şekilde yüce Allah ortaya çıkaracaktı. Onu öyle gizi bir hâlde bırakmayacaktı.

Burada, (........) ibâresini mahallen mensûb kılmıştır. Bu da öldürme işini ileriye dönük, yani gelecekle ilgili olayı tartışıp birbirlerinin üzerine atmayı geleceğe dönük hikâye ettiğinden câizdir. Buradaki itirazın sebebi, ism-i fâil olan yukandaki (........) kelimesinin, fiilin görevini yapabilmesi için yani amel etmesi için cümlenin hâl veya istikbal manasını içermesi yani ya şimdiki zamanı veya geleceği ifade edebilmesi gerekir. Halbuki bu olay geçmişte olup bittiğine göre burada ism-i fâil olan (ve gelecek anlamı taşıyan) söz konusu kelime nasıl kullanılabilir sorusu gündeme gelmektedir.

Yani, burada bu kelimenin kullanılmaması lâzım ne dersin, denebilir.

Bunun cevabı şöyle olmaktadır: Bu kelime burada kullanılabilir. Çünkü, geçmiş bir olayı hikâye etmekle birlikte o zamana göre, geleceğe dönük, kâtilin bulunması tartışmasını hikâye etmektedir ve Kur'ân'ın indiği zamana göre her ne kadar olay geçmişte kalmışsa da, dönemin kendisi açısından geleceğe dönük bir olaydır. İşte bu açıdan kelime bu kalıpta kullanılabilir. Burada da böyle olmuştur.

Aslında bu cümle ma'tûf ile ma'tûfun aleyh arasında bir parantez cümlesidir. İşte bu ikisi de, yani ma'tûf ve ma'tûfun aleyh de, bunlardan biri, (........) diye başlayan cümledir. İkincisi de, yani ma'tûfun aleyh de bundan sonra gelen âyettir.

73

İşte bunun üzerine biz de dedik ki: “Kesilen ineğin herhangi bir organıyla öldürülen kimseye vurun.” İşte bu olayda görüldüğü gibi Allah ölüleri bu şekilde diriltir ve aklınızı kullanmanız için de âyetlerini size gösterir.

“İşte bunun üzerine biz de dedik ki: (........)”

Âyetteki (........) kelimesinde yer alan zamîr bir önceki âyette geçen (........) kelimesine işaret eder. Ancak zamîrin müzekker olarak gelmesi, (........) kelimesinin “şahıs “veya “İnsan “olarak tefsir edilmesi sebebiyledir.

Yahut da, “Katil/öldürülen “kimseye râcidir ki, buna daha önceki âyette geçen, (........) cümlesi delâlet etmektedir. “Herhangi bir organıyla “demek, kesilen ineğin herhangi bir organı manasındadır. Bu organ da kimine göre hayvanın dili, kimine göre sağ oyluğu ve kimine göre de kuyruk kemiği idi. Mana ise şöyledir:

“Hemen bir organ ile ölüye vurdular ve o da diriliverdi.”

İbarenin ya da mananın bu noktası âyette yer almamıştır. Çünkü âyetin sonrası böyle bir mananın var olduğunu gösteriyor ki o da şu kısımdır:

“İşte bu olayda görüldüğü gibi Allah ölüleri bu şekilde diriltir.” Rivâyete göre hayvanın organıyla maktûle vurulunca Allah'ın izniyle hemen kalkar ve (amcasının iki oğlunu göstererek) “Beni filân ve filân kimseler öldürdüler.” der ve hemen düşüp ölür. Bunun üzerine derhal o iki amca oğlu yakalanp öldürülür. Artık bundan sonra bir kâtil (öldürdüğü kişiye) mirasçı kılınmamıştır.

“.... Allah ölüleri bu şekilde diriltir.” kavli, ya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in zamanındaki inkârcılara bir hitaptır ya da, maktûlün dirilmesi sırasında orada hazır bulunanlara bir sesleniş ve dikkat çekmedir. Dolayısıyla, “Onlara: (........)” olur.

“Ve aklınızı kullarıasuuz diye de âyetlerini size gösterir.” Allah, her şeyi yapmaya kâdir olduğuna dair delillerini işte böyle gösterir ki, artık akıllarınızın gereği olarak amel edesiniz. Bu da; bir tek canı yaratmaya kâdir olan Allah, dolayısıyla tüm varlıkları yaratmaya da kâdirdir, yoksa herhangi bir varlığı tahsis söz konusu değildir.

İneğin kesilerek herhangi bir organıyla ölüye vurulup böylece onun dirilmesindeki hikmete gelince (gerçi Allah herhangi bir vasıta söz konusu olmaksızın da onu diriltmeye kâdirdir), bu, bir şeyi isteme esnasında önceden bir şeyler sunmanın iyi ve güzel olduğunu bildirmek ve aynı zamanda kullarına yapacakları şeylerde işi ağırlaştırmamalarını, yokuşa sürmemelerini öğretmek içindir. Yine burada gaye, Allah'ın emirleri söz konusu olduğunda hiç ara vermeksizin derhal onların gereğini yapmayı ve emre bağlılığı da öğretmektir. Bu konuda öyle işi fazla kurcalamamalı, çok soru da sormamalıdır. İşte bu ve benzeri daha nice hikmetler...

Neden başka hayvanlardan değil de, bir ineğin kurban edilmesi istendi? Bununla emrolunmaları, sığırın Yahûdîlerce en makbul ve en değerli bir kurban olarak kabul görmesindendir.

Bir de, burada önce öldürülen kimseden ve sığırın herhangi bir organıyla vurulmasından söz etmesi ve bundan sonra da ineğin kesilme olayını ele alması gerekirdi değil miydi?

Yani:

Biz de onlara bir inek kesin ve ineğin herhangi bir organıyla ona vurun, dedik. “olmalı değil miydi?

Ancak Yüce Allah burada, İsrâ'il oğullarının işledikleri cinayetlerden her birini tek tek sayarak onları hikâye ediyor ve yaptıklarını yüzlerine yüzlerine vuruyor. Bu iki kıssa, yani ineğin kesilmesi kıssası ile, öldürülen adamımın kıssası her ne kadar birbiriyle bağlarıtılı ise de, ancak durumu İsrâ'il oğullarının başlarına kakmak için ayrı ayrı olarak anlatılması durumu burada söz konusudur.

Bunlardan ilki, alay ve dalga geçme meselesinde konuyu başlarına kakmak ve yüzlerine vurmaktır. Kendilerinden istenen şeylerde derhal Allah'ın emrine uymayı terk etmeleri, yani uymamalarıdır. İşte bu ve benzeri şeyler ilk durumu gösteriyor.

İkincisi de dokunulmaması gereken ve öldürülmesi haram olan bir cana haksız yere kıymaları olayı başlarına kakılıyor ve uyanlıyorlar. Bir de buna bağlı olarak meydana gelen büyük mu'cize! İşte bu bakımdan ineği kesme emri ile alâkalı kıssa, adamın öldürülme kıssasından önce zikredilmiştir.

Eğer bu kıssa yukarıda bahsedildiği şekilde gelseydi bu takdirde bir tek kıssa imiş gibi olurdu. Halbuki burada iki olay anlatılıyor (ele alınıyor). Bu durumda da iki defa uyarılma istendiği, hâlde bu yapılmamış olurdu.

Bir de burada ikinci olaya başladıktan sonra bir ince nükteye uyulmaktadır ki bu da, bağımsız yani yeni bir kıssanın ele alınışıdır. “İneği” açık olarak ismiyle zikrederek değil de buna râci olan zamîr ile ikinci kıssayı birinciye bağlamış olması; yani, (........) ile işaret olunmuş olması da yine bunların iki kıssa olduğunu ve bu iki kıssanın da bir uyan, bir başa kakma olduğunu göstermek ve öğretmek içindir ve bilinsin diyedir.

Yani bu açıdan bakıldığında iki kıssadır ve fakat “İneğe” işaret eden zamîr açısından değerlendirildiğinde ise tek bir kıssadır.

Ayrıca burada şöyle bir tefsir de yapılmıştır: Müşahedeler yoluyla kim kalbini diriltmek istiyorsa, dolayısıyla değişik mücahede, gayret ve çalışmalarla önce nefsini öldürsün.

74

Fakat bundan sonra yine kalpleriniz katılaştı, âdeta taş kesildi. Hatta daha da katı, kaskatı kesildi. Çünkü öyle taşlar var ki, içinden nehirler akar, öyle taşlar da var ki, çatlar da içinden sular fışkırır ve yine öyle taşlar da var ki, Allah korkusundan yukarılardan aşağıya yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

“Artık bundan sonra yine kalpleriniz katılaştı.” Kalpleri yumuşatan ve incelmesine neden olan bunca olaydan sonra kalplerin katılaşmasını ya da kararmasını sanki imkansız gibi bir durum gözüküyor olsa da yine de olabildiğini gösteriyor. Kalplerin katılılıkla veya kararmakla nitelenmesi, o kalplerin olaylardan ders çıkarmadığı, öğüt almadığı gerçeğine bir örnektir.

“Bundan sonra” ifadesiyle de, öldürülen kimsenin diriltilmesinden sonra veya daha önce tek tek sayıları ve geçen olaylardan sonra anlamınadır.

“Âdeta taş kesildi.” Katılaşmada tıpkı o kalpler taşlaştı, taş kesildi. “Hatta daha da katı, kaskatı kesildi.”

Yani o kalpler katılıkta taşlara da taş çıkartacak hale geldi.

Burada, (........) kelimesi, (........) harfi üzerine ma'tûftur. Bunun takdiri de şöyledir: “Daha da şiddetli katılaşma gibi” Burada muzaf hazfolunmuş (gizlenmiş) ve muzâfun ileyh onun yerine geçmiştir. Veya mana şöyledir:

“Bizzat kalpleri çok daha katıdır.”

Yani “onların(kalplerinin) hallerini tanıyan ve bilenler onları taşa benzetir.”

Yahut da ondan daha katı bir maddeden olduğunu görür. Bu taştan katı olan madde de demirdir. Ya da; “Onları tanıyan onları taşa benzetir. “demektir. Veya: “Onlar taştan da öte katı kesilmişlerdir.” dedi.

Ancak âyette, (........) diye buyurmadı da, (........) diye buyurdu. Çünkü bu kelime bizatihi şiddet manası içerdiğinden ötekisine göre daha yerinde bir ifadedir ve daha fazla katılığı ve kararmayı gösterir. Yine ibârede üstünlük gerektiren zamîrin (ism-i tafdil zamîrinin) terk edilmiş olması da, bir karışma ve benzerlik olmasın diyedir. Meselâ: (........) gibi.

“Çünkü öyle taslar var ki, içinden nehirler akar.” Burada örnek gösterilen taşlarla, kalplerin katılaşmasının taşları da geride bıraktığını bildiriyor.

(........) harfi burada (........) manasında olup nasb mahallindedir ve aynı zamanda, (........) edatının da ismidir. (........) kelimesinin başındaki (........) harfi de te'kit içindir. Tefeccür kelimesi de, çok geniş açılıp fazlaca su akıtmak ya da boşaltmak, demektir.

“Öyle taşlar da var ki, çatlar da içinden sular fışkırır.”

Bu âyette bulunan, (........) kelimesi aslında, (........) dur. Nitekim A'meş de böyle kırâat etmiştir. Kelimedeki (........) harfi, (........) harfine dönüştürülmüş ve sonra da bu ikisi idgam olunmuştur.

Âyetin bu kısmında ise şuna işaret ediliyor: Taşlar içinde öyle taşlar da vardır ki, onlarda büyük ve oldukça geniş yanklar bulunur. İşte kayalann o büyük ve oldukça geniş oyuklarından ya da yanklarından sular fışkınr, kaynar ve akar. O taşlardan (kayalardan) kimisi uzunluğuna boydan boya yarıktır, kimisi de genişliğine ya da enine yanktır. İşte bunlardan da sular akar, fışkırır. Halbuki bu İsrâ'il oğullarının kalplerinde en ufak bir etkilenme bile olmaz.

“Ve yine öyle taşlar da var ki, Allah korkusundan yukardardan aşağıya yuvarlanırlar.” O taşlar dağların yüksek kısımlarından yuvarlarııp gelmek istedikleri yere inerler. Bir tefsire göre taşların Allah'ın emirlerine boyun eğmeleri yani buradaki Allah korkusundan” ifadesi mecâzî manadadır. Çünkü o taşların orada istediklerini yapmaya engel bir şey yoktur. Zira sorumlu değiller. Halbuki şu Yahûdîlerin kalpleri Allah'ın emrine karşı ne boyun eğer ve ne de Allah'ın emrini yerine getirirler.

Bir diğer tefsire göre burada, “Allah korkusundan” murat şu tefsirun ölçü olarak alınmasına dayanmaktadır:

“Allah o cansız dediğimiz varlıklarda da hayat ve temyiz gücü yaratmıştır. Kaldı ki bir şeyde hayatın ve temyiz gücünün yaratılması için mutlaka onun belli bir bünye üzerinde yaratılması şartı diye bir şey yoktur.”

İşte bu, Ehl-i sünnet açısından böyledir ve şu âyete göredir:

“Eğer biz Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün.” Haşr,21.

Yani burada, Yahûdîlerin kalplerinin korkmadığını belirtiyor.

“Allah yaptıklarınızdan gâfil (habersiz) değildir.”

Kırâat imâmlarından, İbn Kesîr, (........) fiilini (........) harfiyle, (........) olarak okumuştur. Bu da tehdit içermektedir.

75

Ey mü'minler! Şimdi siz onların (Yahûdîlerin) size îman edip Muhammed'in peygamberliğini doğrulamalarını mı bekliyorsunuz? Halbuki, onlardan öyle bir grup var ki, Allah'ın kelâmını dinlerler de tam olarak anladıktan sonra bile bile onu tahrif edip değiştirirlerdi.

“Ey mü'minler! Şimdi siz Yahûdîlerin size îman edip Muhammed'in peygamberliğini doğrulamalaruıı mı bekliyorsunuz?”

Âyetin başındaki (........) hitabı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minleredir. (........) yani, davetiniz gereği size îman etmelerini ve size kâtilmalarını mı umut ediyorsunuz, demektir. Tıpkı şu âyetteki ifadeye benze bir ifade:

“İşte bunun üzerine Lût ona îman etti.” Ankebut, 26.

Dolayısıyla “Yahûdîlerin Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) inanacaklarını mı...” demektir.

“Onlardan öyle bir grup var ki -geçmişlerinde içlerinden öyle bir grup çıkmış ki- Allah'ın kelâmını

—Tevrât ı- dmlerler de “tam olarak anladıktan sonra -anlayıp kavradıktan ve akıllarıyla da iyice zaptettikten sonra kendilerinin yalancı ve iftiracı olduklarını da- bile bile -Rasûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) niteliklerini ve recm ile ilgili âyeti değiştirdikleri gibi- onu tahrif edip değiştirirlerdi.” İşte buna göre mana şöyledir:

“Eğer bu Yahûdîler inkâr eder, küfre girer ve tahrif edip değiştirirlerse, bu konuda deneyimleri var, çünkü geçmişlerinde de bu işi yapmışlardı, bunlar bu manada tescillidirler.”

76

(Yahûdîlerden münâfık olanlar) mü'minlerle karşılaştıkları zaman, “Biz de îman ettik.” derler. Fakat birbirleriyle baş başa kaldıklarında ise: “Allah'ın, Tevrât'ta size açıkladığı bilgileri, yarın Rabbiniz katında aleyhinizde delil olarak kullanmaları için mi onlara anlatıyorsunuz; bunları hâlâ düşünemiyor musunuz?” diye konuşurlar.

“Yahûdîlerden münâfık olanlar mü'minlerle karşılaştıkları zaman, (........) derler.”

Yani hem münâfık ve hem Yahûdî olanlar veya sadece Yahûdîler, Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) samimi ve ihlâs sâhibi ashâbıyla karşılaştıklarında, münâfıklar onlara: “Siz hak üzeresiniz ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de Tevrât'a müjdelenen peygamberdir.” derler.

“Fakat birbirleriyle baş başa kaldıklaruıda ise ... diye konuşurlar.” Ancak içlerinden münâfıklık yapmayanlarla münâfık olan, yani ikiyüzlü davrananlar bir araya geldiklerinde ikiyüzlü hareket etmeyenler ötekileri ayıplarlar, kınayıp azarlarlar ve derler ki:

“Allah'ın, Tevrât'ta -Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in vasıfları konusunda- size açıkladığı bilgileri, ... için mi onlara -Muhammed'in ashâbına haber verip- konuşuyorsunuz?”

“Yarın Rabbiniz katında aleyhinizde delil olarak kullanmaları, için” Rabbinizin, Kitabı Tevrât'ta indirdiklerini aleyhinizde delil olarak kullanmaları için mi...

Yani yarın kıyamette Müslümanların, “Sizin kitabınızda şöyle değil mi?” diye Allah katında delil yapmayacaklar mı, diye kendilerince uyanda bulunurlar. Görmez misin: “O Allah’ın kitabında şöyledir ve Allah katında şöyledir. “İfadeleri aslında aynı anlama gelirler.

Bir tefsire göre ise burada gizli bir izafet yer almaktadır: Bu izafet de: “Sizin Rabbinizin Kitabı katında “demektir. Bir tefsire göre de onlara anlattıklarınız sebebiyle: “Yarın kıyamet gününde Muhammed'in doğruluğuna vakıf olup gerçeği öğrendikten sonra bilerek mi inkâr ettiniz? “diye sizinle tartışmaları ve mücadele etmeleri maksadıyla mı gidip söylüyorsunuz?”

“Bunları hâlâ düşünemiyor musunuz?”

Yani siz bu gerçekleri onların yanında itiraf ediyor ve fakat gidip ona da uymuyorsunuz. Ö hâlde siz bunun sizin aleyhinizde delil ve deliL olarak kullanılabileceğine hiç akıl erdiremiyor musunuz?

77

Öyle ise bu Yahûdîler bilmezler mi ki, Allah onların gizlediği şeyleri de açıkladıklarını da muhakkak bilir.

Öyle ise bu Yahûdîler bilmezler mi ki, Allah onların gizlediği -tüm- şeyleri de, açıkladıklarını da muhakkak bilir.” İşte bu bildiği gerçeklerin içinde onların küfürlerini gizlemeleri ve îman ediyor gibi açıklamaları da vardır.

78

Onların içlerinden öyleleri de vardır ki ümitlidirler. Onlar Kitabı (Tevrât'ı) bilmezler. Bildikleri şeyler kulaktan dolma şeylerdir. Onlar yalnızca zan ve tahmine dayanıyorlar.

“Onların -Yahûdîlerin- içinden öyleleri de vardır ki, ümmîdirler -güzel olarak yazmasını ve okumasını bilmezler ki, Tevrât'ı mütalaa edip içindekilerini uygulayıp gerçekleştirebilsinler- onlar Kitabı (Tevrât'ı) bilmezler.” “Bildikleri şeyler kulaktan dolma şeylerdir.”

Yani birtakım dayanaksız kuruntulardan ibârettir. Meselâ;

Allah kendilerini bağışlayacakmış, onlara merhamet edecekmiş, sayılı günler dışında onları cehennem ateşinde yakmayacakmış gibi. Yahut da kendi bilginlerinden dinleyip öğrendikleri birtakım uyduruk yalanlar olup, taklit yoluyla aldıkları bu şeyleri doğru kabul etmelerinden ibâret olan boş laflar. Nitekim, Hazret-i Osman (radıyallahü anh)’in şu ifadesi de böyledir:

(........)

Yani “Müslüman olduğumdan bu yana hiç kuruntuya başvurmadım, yalan söylemedim.” Ya da sadece okuduktan şâirin şu mısraları gibi, Şâir Hassan bin Sabit Hazret-i Osman (radıyallahü anh) için der ki:

Gecenin ilk saatlerine girdi Kur'ân ile

Son saatlerini bitirdi takdir olunan şehadet ile

Burada önemli olan mana değil, kelimeni nasıl ve hangi anlamlarda kullanıldığını göstermek için sunulan örneklerdir.

Yani işte bu ümmi Yahûdîler, Allah tarafından indirilmiş olan Tevrât'ı gerçek manasıyla bilmezler, bildikleri şeyleri kendi bilginlerinden öğrendikleri şeyleri okuyup durmaktır. Burada yer alan istisna ise, münkati istisnadır.

“Onlar yalnızca zan ve tahmine dayanıyorlar.” Onlar o kitapta neler var bunun hakikatini bilmiyorlar. Dolayısıyla senin peygamberliğini yalnızca zan ve varsayımlarına göre inkâr ediyorlar. Âyetlerde önce, bildikleri hâlde Tevrât'ı tahrif edip bunda direnenleri, inat edenleri zikretti, hemen peşinden de bilginleri körü körüne taklit eden sıradan kimselere yer verdi, onların durumlarını bildirdi.

79

Elleriyle bir kitap yazıp daha sonra da onu az bir bedel (dünyalık) karşılığı satmak için bu, “Allah katındandır.” diye söyleyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazıp uydurduklarından dolayı yazıklar olsun onlara! Ve ondan kazandıklarından dolayı da yazıklar olsun onlara!

“Elleriyle bir Kitap yazıp daha sonra da onu az bir bedel (dünyalık) karşılığı satmak için bu, (........) diye söyleyenlere yazıklar olsun!”

Burada geçen, (........) “yazıklar olsun “ifadesi için bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Veyl, cehennemde bir vadidir.” İbn Mübarek bu hadisi, “Zevaidü'l-Zühd” kitabında rivâyet etmiştir. Bk. S: 344. Hadis Ebû Said Hûdri'den rivâyet olunmuştur.

Âyette söz konusu edilen kitaptan kasıt muharref olanı yani değiştirilenidir. “Elleriyle” ifadesiyle de, “kendi kafalarından” uydurdukları ve Allah tarafından indirilmemiş olan, demektir. “Eller” ifadesi sadece te'kit içindir bu da te'kit anlamında kullanılan bir mecazdır.

“Elleriyle yazıp uydurduklarından dolayı yazıklar olsun onlara! Ve ondan kazandıklarından -aldıkları rüşvetlerden- dolayı yazıklar olsun onlara!”

80

Yahûdîler: “Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş dokunmayacaktır.” dediler. Onlara de ki: “Siz buna dair Allah'tan kesin bir söz mü aldınız? -ki Allah asla sözünden caymaz-, Yoksa siz Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi uydurup söylüyorsunuz?

“Yahûdîler: “Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş dokunmayacaktır.” dediler.” Bu sayılı günler ise Yahûdîlerin kırk gün buzağıya tapmış olmaları sayısıdır. Mücahid’den rivâyete göre Yahûdîler:

“Dünyanın ömrü yedi bin yıldır, dolayısıyla biz Yahûdîler her bir bin yıla karşı sadece bir gün ateşte yanacağız, bu da toplam olarak yedi gün eder.” diyorlar.

“Onlara de ki: (........)”

Yani Allah'ın, söylediğiniz miktarın dışında sizi ateşte yakmayacağına ilişkin Allah size söz mü verdi?

“Ki Allah asla sözünden caymaz.-” Bu cümle mahzûf olan bir cümleye yöneliktir, onun da takdiri şöyledir:

“Eğer siz Allah'tan kesin bir söz almış iseniz öyleyse Allah asla sözünden caymaz.”

“Yoksa siz Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi uydurup söylüyorsunuz?”

Âyetteki bu, (........) edatı ya muâdelet içindir, buna göre mana şöyle olabilir: “Yoksa siz Allah hakkında bildiğiniz bir şeyi mi, bilmediğiniz bir şeyi mi söylemektesiniz?” Veya bu edat, münkatiadır, dolayısıyla mana şöyledir: “Hayır hayır, Bilâkis siz, Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylüyorsunuz.”

81

Ey Yahûdîler! mesele sizin ileri sürdüğünüz gibi değil. Hayır hayır, asla öyle değil! Kim bir kötülük (günah) kazanır da işledikleri hataları kendilerini çepeçevre kuşatmışsa işte onlar cehennemliktirler. Onlar o cehennem ateşinde ebedî olarak kalıcıdırlar.

“Ey Yahûdîler! Mesele sizin ileri sürdüğünüz gibi değil. Hayır, lıayır- asla öyle değil!” Bu kelime nefiyden, yani olumsuz bir ifadeden ve red durumundan sonra manayı müsbete, olumluya dönüştürmek için gelir. Bu menfi (yani olumsuz) olan ifade de: “Bize asla ateş dokunmayacak. “ifadesi olup, bu kelime söz konusu bu manâyı tersine, yani doğru olan şekline dönüştürerek “Hayır, öyle mesele sizin söylediğiniz gibi değil, size hem de ebedî olarak azap dokunacaktır.” demektir. Çünkü, “Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.” cümlesi bunun delilidir.

“Kim bir kötülük (günah) kazanır da -bir şirke girer ve bulaşır da-” Bu şekilde şirk olarak değerlendirme İbn Abbâs, Mücâhid ve daha başkalanndan yapılmıştır.

“İşledikleri hataları, kendilerini, çepeçevre kuşatırsa,”

Yani kurtulabilmeleri noktasında tüm yolları kapanıp tıkanırsa, Meselâ müşrik olarak ölürlerse:

“İşte onlar cehennemliktirler.”

Ancak mü'min olarak ölürler ve Allah'a itaate de değer verirlerse, buna imanları da devam ediyorsa, işte böyle için günah kendisini çepeçevre kuşatmış denemez. Dolayısıyla bu nass onu içine almış olamaz. İşte bu tefsire göre Mu'tezile ile Hâricîlerin farklı tefsir girişimlerinin de bir anlamı kalmamış ve geçersiz olmuş olur.

Bunun bir tefsiri de şöyle yapılmıştır:

“Nasıl ki, bir toplum bir düşman tarafından etrafı sarılıp kuşatılırsa, eğer tevbe ederek bundan kurtulmaya çalışmazsa işte günahın kişiyi kuşatması da buna benzer.”

Kırâat imâmlarından Nâfî, (........) kelimesini çoğul olarak, (........) olarak okumuştur.

“Onlar o cehennem ateşinde ebedî olarak kalıcıdırlar.”

82

Îman edip sâlih ameller işleyenlere gelince; işte onlar cennetliktirler, onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar.

83

Yine hatırlayın, bir zamanlar İsrâ'il oğulları'ndan; “Allah'tan başkasına ibâdet ve kulluk etmeyin, ana babaya, yakın - uzak tüm akrabaya, yetimlere ve yoksullara iyilikte bulunun ve insanlara da güzellikle söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin.” diye kesin söz almıştık. Sonra da içinizden pek azınız dışında yüz çevirdiniz ve halen de bu yüz çevirme durumunuzu sürdürüp duruyorsunuz.

“Yine hatırlayın, bir zamanlar israiloğulları'ndan kesin söz almıştık.” Bu son derece önemli bir şekilde yapılan bir kesin söz verişi te'kittir.

“Allah'tan başkasına ibâdet (kulluk) etmeyin,” Bu ifade nehiy, yani yasaklama anlamında bir haber (bildirim)dir. Meselâ: “Filanca kimseye gidiyorsun, ona şunu da söylersin.” cümlesi gibi. Bununla asıl söylenmek istenen şey emirdir.

Yani, “Ona söyle.” demektir. Çünkü bu şekildeki bir ifade, açık olarak, “Şunu yap, bunu yapma.” gibi emir ve yasaklardan daha etkindir, daha beliğ ve edebidir. Çünkü, böylece sanki derhal verilen emre yapışılacak veya yasaklarıan şey de yapılmayacak, anlamı çıkarılır. Zira ondan haber vermektedir.

Nitekim, Übey b. Ka'b’ın kırâati de bunu desteklemektedir. Übey bunu, (........) olarak okumuştur. Ayrıca, (........) kavli de bunu te'kit etmektedir. Çünkü burada “kavi” yani (........) ifadesi muzmerdır (gizlidir).

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Hamza ve Ali ise, (........) olarak okumuşlardır. Çünkü İsrâ'il oğulları açık olarak zikrolunan bir isimdir. Dolayısıyla açık olarak zikredilen isimlerin fiil kipleri de tümüyle gaip olurlar. Bunun manası, “İbadet (kulluk) etmesinler, “dir. Başındaki nasb edatı olan, (........) hazfedilince (gizlenince) muzari fiil merfiı kılınmış olur.

“Ana babaya iyilikte bulunun.”

Yani, (........) iyilik yapın, iyilikte bulunun, demektir. Böyle olmalı ki, emrin atfı uygun gelmiş olsun. Bu emir de, daha önce ifade ettiğimiz gibi, (........) kavlidir.

“Yakın — uzak tüm akrabaya,yetimlere...”

Buradaki, (........) kelimesi, “yetim” kelimesinin çoğuludur. Yetim, babasını kaybeden çocuktur ki, bu da sıfır yaşından bulûğ (ergenlik) çağma kadar sürede olan bu özellikteki çocuklara verilen isimdir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Bülüğ (ergenlik) çağından sonra yetimlik yoktur.” Hazret-i Ali'den Ebû Dâvud rivâyet etmiştir. H. No. 2873.

“Ve yoksullara iyilikle bulunun.”

Kelime, “miskin “kelimesinin çoğuludur. Bu da, ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çeken kimse demektir.

“Ve insanlara da güzellikle, söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin, diye kesin söz almıştık.”

Buradaki, (........) kelimesi, bizatihi kendisi, güzelliği itibariyle güzel olduğundan, bu mastar kelimesi kullanıldı. Çünkü bu, istenilen mânâ için en uygunudur.

Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali, bu kelimeyi, (........) olarak okumuşlardır.

“Sonra da içinizden azınız dışında -ki bunların da Müslümanliği kabul eden az sayıdaki Yahûdîler olduğu söylenir- yüz çevirdiniz -verdiğiniz kesin sözden döndünüz onu terk ettiniz-. Ve halen de bu yüz çevirme durumunuzu sürdürüp duruyorsunuz.” Siz öyle bir kavimsiniz ki, adetiniz gereği hep yüz çevirir, verdiğiniz kesin sözlerden döneklik edersiniz.

84

Ey Yahûdîler! yine hatırlayın, hani birbirinizin kanını dökmeyeceğinize ve birbirinizi yurdundan çıkarıp sürgün etmeyeceğinize dair sizden kesin söz almıştık. Nitekim, siz de her şeye şâhit olarak bunu kabul etmiştiniz.

“Ey Yahûdîler! Yine hatırlayın, hani birbirinizin kanını dökmeyeceğinize ve birbirinizi yurdundan çıkarıp sürgün etmeyeceğinize dair sizden kesin söz almıştık.”

Yani; kiminiz kiminize böyle yapmayacaktı. Kanlarını dökmeyecek ve ülkeden çıkarmayacaktı. Çünkü bunlar eğer aynı dini veya soyu paylaşıyorlarsa aynen karşıdakini bizzat kendisi imiş gibi kabullenecekti. Bu inançları gereği böyle idi.

Farklı bir tefsir de şöyledir: Eğer biri bir başkasını öldürürse, sanki kendisini öldürmüş demektir. Çünkü öldüren kimse öldürülenin yerine kısas yoluyla öldürülecektir.

“Nitekim, siz de sonra her şeye şâhit olarak bunu kabul etmiştiniz.” Siz de verilen sözü ikrar ettiniz ve kendi adınıza buna uymanın gerekli olduğunu da itiraf ettiniz. Kaldı ki, bütün bunlara da tanıksınız. Tıpkı, filân kimse kendi adına şunu kabul etti ve buna tanıklık etti, demek gibi bir ifade. Yahut da, (........) demek, artık ey Yahûdîler! Sizler bugün bile atalarınızın böyle bir söz verdiklerini ikrar ediyor ve kabulleniyorsunuz, demektir.

85

Siz öyle bir toplumsunuz ki, soma da bütün bunlara rağmen birbirinizi öldürüyor ve içinizden birtakımlarını ülkeden çıkarıp sürgün ediyor, kötülük yapmakta ve düşmanlıkta onlara karşı birbirinizle yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak dönerlerse fidye vererek onları kurtarıyorsunuz. Halbuki, onları yurtlarından çıkarıp esir kılmak size zaten haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir kısmına inanıyor ve bir kısmını da inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bu şekilde yapanların cezâsı dünya hayatında rezillik ve ezilmişlik, kıyamet gününde de en şiddetli ve ağır azâba (cezâya) çarptırılmaktır. Ve her ne yapıp ederseniz Allah bunlara hiçbirinden gâfil (habersiz) değildir.

“Siz öyle bir toplumsunuz ki, sonra da bütün bunlara rağmen birbirinizi öldürüyor,”

Buradaki, “Siz öyle bir toplumsunuz ki” ifadesiyle kendilerinden kesin söz alındıktan sonra giriştikleri öldürme, sürgün etme ve düşmanlık gibi olaylar sebebiyle âdeta haklarında uzak bir olasılık gibi görülen gerçek karşısında bir tür hayret ve şaşkınlık... Çünkü kesin söz vermişler, bunları verdiklerini de kabullenmişler ve ayrıca bunlara da tanıklık etmişlerdir. Bütün bu gerçeklere rağmen böyle yaparsınız ha, demektir.

(.......) zamîri mübtedadır. (........) de, (........) manasındadır. (........) cümlesi, (........) nin sılası - ilgi cümleciğidir. Dolayısıyla (........) sılasıyla birlikte, (........) mübtedasınm haberidirler.

“Ve içinizden birtakımlarını -Allah'a verdiğiniz kesin sözü gözetmeksizin- ülkeden çıkarıp sürgün ediyor,” “kötülük yapmakta ve düşmanlıkta -ma'siyet ve zulümde- onlara karşı birbirinizle yardımlaşıyorsunuz.”

Kûfe kırâat okulundan Âsım, Hamza ve Kisâî, (........) olarak şeddesiz/tahfif ile okumuşlardır. Diğer kırâat imâmları ise şeddeli olarak, (........) şeklinde kırâat etmişlerdir. Tahfif ile okuyanlar, iki (........) harfinden birini hazfediyorlar. Ancak hazfedilen harfin ikinci (.......) harfi olduğunu söyleyen de olmuştur. Çünkü asıl dile ağırlık veren bu ikincisidir, demişlerdir. Kimisi de hazfedilen birincisidir, demişlerdin Şeddeli olarak okumayı savunanlar, ikinci (........) harfini (........) ya kalbédiyorlar ve sonra da idgam yapıyorlar.

“Eğer onlar size esir olarak dönerlerse fidye vererek onları kurtarıyorsunuz.”

Kırâat imâmlarından Ebû Amr, (........) olarak, İbn Kesîr ve İbn Âmir, (........) şeklinde, Hamza, (........) olarak ve Ali de, (........) okumuştur.

İster, (........) ve ister, (........) olarak okunsun hepsinin anlamı aynıdır. (........) kelimesi hâldir ve “esir” kelimesinin de çoğuludur. Nitekim, (........) da böyledir.

“Halbuki onları yurtlarından çıkarıp esir kılmak size zaten haram kılınmıştır.”

Buradaki (........) zamîri, şan (dikkat çekme) zamîridir. Ya da bu mübhem (kapalı) bir zamîr olup, (........) ibâresi bunun tefsiridir.

“Yoksa siz kitabın bir kısmına -esirlerin fidyesini verip kurtarmaya- inanıyor ve bir kısmım da -savaşmayı, öldürmeyi ve sürgün etmeyi- inkâr mı ediyorsunuz?”

Müfessir Süddi diyor ki:

“Allah Yahûdîlerden dört konuda kesin söz almıştır: öldürmeyi bırakmaları, ülkeden halkı çıkarmamaları, ma'siyet konusunda birbirleriyle yardımlaşmamaları ve esir düşenlerle ilgili fidye meselesi Ancak Yahûdîler fidye ödeyerek esirleri kurtarma meselesi dışında diğer konularda verdikleri ve yerine getirmekle emrolundukları tüm sözlerini unuttular, hepsinden döndüler, yüz çevirdiler.”

“Sizden bu şekilde yapanların -kitabın bir kısmına îman edip bir kısmını da inkâr edenlerin- cezâsı dünya hayatında rezillik ve ezilmişlik,” rüsvay olup bir hiç haline gelmek, “Kıyamet gününde de en şiddetli ve ağır azâba (cezâya) çarptırılmaktır.” Orada ne bir rahatlık ve ne ferahlık vardır. Ya da dünya azâbından çok daha şiddetli, onunla kıyaslanamayacak bir azap ya da cezâ.

“Ve her ne yapıp ederseniz Allah bunların hiçbirinden gâfil değildir.”

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Nâfi ve Ebû Bekir, (........) harfiyle, (........) olarak okumuşlardu” .

86

İşte bunlar dünya hayatını âhiret hayatına karşılık satın alanlardır. Bu bakımdan bunların ne azapları hafifletilir ve ne de kendilerine yardım olunur.

“İşte bunlar dünya hayatını -alıcının tercihi misali- âhiret hayatına karşılık -tercih edip- satın alanlardır.”

“Bu bakımdan bunların ne azapları hafifletilir ve ne de kendilerine yurdun olunur.” Hiçbir kimse onlardan azâbı kaldırmak konusunda kendilerine asla yardımcı olmaz.

87

Yemin olsun biz Mûsa'ya Kitabı (Tevrât'ı) vermiştik. Peşinden de art arda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu Îsa'ya da apaçık mu'cizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs (Cebrâîl) ile destekledik. Ne var ki, ne zaman size gönlünüzün istemediği şeyleri getiren bir peygamber geldiyse, büyüklenip böylece kimini yalanlayacak ve kimini de öldüreceksiniz değil mi?

“Yemin olsun biz Mûsa’ya Kitab'ı (Teyrat'ı) vermiştik. Peşinden de art arda peygamberler gönderdik.” Allah Tevrât'ı Hazret-i Mûsâ (aleyhi’s-selâml) ya toptan, bir bütün hâlinde verdi.

Âyetteki, (........) kelimesi türevleriyle birlikte bir şeyi izi sıra sürmek, izlemek, art arda, peş peşe gitmek gibi manalara gelir. Bizzat birinin ardı sıra gitmek, demektir.

Yani, Hazret-i Mûsa'nın peşi sıra bir çok peygamberler gönderdik. Meselâ; Hazret-i Yuşa, Hazret-i Eşmuyil, Hazret-i Şem'un, Hazret-i Dâvud, Hazret-i Süleyman, Hazret-i Şa'ya, Hazret-i Ermiya, Hazret-i Uzeyir, Hazret-i Hazkil, Hazret-i İlyas, Hazret-i Elyesa, Hazret-i Yûnus, Hazret-i Zekeriya, Hazret-i Yahya ve daha başkalan (aleyhimü's-selâtü ve's- selâm) gibi.

“Meryem oğlu Îsa'ya da apaçık mu'cizeler verdik.”

Meryem: Hizmet eden, hizmetçi manasınadır. Nahivcilere (dilbilimcilerine) göre, bu kelime, (........) kalıbında bir kelimedir. Çünkü kelime kalıpları içerisinde, (........) diye bir kalıp yoktur.

Beyyinat: Ölüleri diriltmek, doğuştan körleri iyileştirmek, baras (alaca) hastaliğinı tedavi etmek ve gaypten bilgi ve haber vermek gibi apaçık mu'cize ve belgeler demektir.

“Ve onu Ruhu'l-Kudüs (Cebrâîl) ile destekledik. “Bu, temiz olan ruh demektir. Kırat imâmlarından İbn Kesîr, bu kelimeyi, (........) harfinin sükunu ile Kur'ân'ın geçen her yerinde (........) olarak okumuştur.

Yani mukaddes olan Ruh ile, demektir. Nitekim bu âdeta (........) diye kısaca işaret edilen “Hâtem-i Tâî'nin cömertliği” tamlaması gibidir.

Yani “Ruhu'l-Kudüs” de bunun gibi bir terkiptir (tamlamadır). Ruhun “Kudüs” kelimesiyle nitelenmesi, tahsis ve takrib maksadıyladır ki bu, Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın ruhunun şeytan tarafından dokunulmadığı ve bu manasıyla da Allah'a olan yakınlığı demek istenmiştir. Ya da Hazret-i Cebrâîl (aleyhi’s-selâm) ile desteklenmesi sebebiyle ona böyle denmiştir. Çünkü Hazret-i Cebrâîl (aleyhi’s-selâm), Îsa (aleyhi’s-selâm) ya kalplere hayat veren şeyleri getirip onu destekliyordu. Nitekim Yahûdîler Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) yı öldürmek için tuzaklara başvurup harekete geçmekle Cebrâîl (aleyhi’s-selâm) onu göğe yükseltmişti. Yahut da Kur'ân'da da belirtildiği gibi İncîl ile desteklemiştir. Çünkü şöyle buyurulmuştur:

“Emrimizden bir ruh ile..” Şura, 52.

Yahut da, okunmasıyla ölülerin diriltildiği İsm-i A'zam duasıyla teyid ettik.

“Ne var ki, ne zaman size, gönlünüzün istemediği -sevip hoşlanmadığı- şeyleri getiren bir peygamber geldiyse büyüklenip -hakkı kabulden kibirlilik gösterip-” “-Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi- kimini yalanlayarak ve -Hazret-i Zekeriya (aleyhi’s-selâm) ve Hazret-i Yahya (aleyhi’s-selâm) gibi- kimini de öldüreceksiniz değil mi?”

Âyette, “öldürdünüz” ifadesi kullanılmadı, böylece âyet sonları arasında bir Uyum olsun istendi. Ya da bundan gaye şu demek olabilir:

“Siz geçmişte peygamberler öldürmüştünüz, şimdi de öldürmeyi sürdüreceksiniz değil mi? Ben onu sizden korumamış olsaydım Muhammed'i öldürecektiniz. Çünkü siz Muhammed'i öldürmenin planlarını yapıyor ve bunun yollarını arıyorsunuz. Nitekim sırf bu amaçla ona büyü yaptınız ve yine bu gaye ile ona zehirli koyun etini yedirdiniz.”

Mana şöyledir:

“Ey İsrâ'il oğulları! Biz sizin peygamberlerinize verdiklerimizi size vermiştik. Ne zaman ki onlardan bir peygamber hak olarak size gerçeği getirmişse, siz ona îmandan büyüklendihiz, kibirlilik gösterdiniz.”

(........) harfiyle ve buna taallûk eden şey (kelime) arasına bir tevbih (yani uyan ve ikaz) hemzesi girmiştir ve onları hâlinden hayret ve şaşkınlık göstermektedir.

88

Bir de Yahûdîler kalkıp: “Kalplerimiz perdelidir.” dediler. Hayır hayır, hiç de öyle değil! Aslında Allah onları inkârları yüzünden lânetleyip rahmetinden uzak tutmuştur. Dolayısıyla onlardan ancak pek azı îman ederler.

(........) Bir de Yahûdîler kalkıp: (........) dediler.”

Âyette geçen, (........) kelimesi, (........) kelimesinin çoğuludur. Bu şu demektir: “Kalplerimizin üzeri yaratılış gereği, tıpkı sünnetsiz kimselerdeki kılıf gibi kılıflı ve perdelidir, üstü kapatılmıştır. Bu itibarla Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in getirdikleri oraya ulaşmaz ve onları anlayıp kavramazlar.” Çünkü, bu kelime henüz sünnetsiz olan kimsenin kabuklu olmasından müstear bir ifadedir.

“Hayır hayır, hiç de öyle değil! Aslında Allah onları inkârları yüzünden lânetleyip rahmetinden uzak tutmuştur.” Allah da bunların kalplerinin de aynen fıtrata uygun olarak yaratıldığını ve dolayısıyla hakkı kabul edebilecek bir kapasitede olduğunu bildiriyor, söyledikleri gibi bir kılıf olmadığını belirtiyor. Ancak onların uzaklaştırılma nedenleri küfürleri ve hak yoldan ayrılmaları, sapmalarıdır.

“Dolayısıyla onlardan ancak pek azı îman ederler.” Bu âyetteki, (........) ifadesi, mahzûf bir mastarın sıfatıdır.

Yani: “İnanacak kimseler olarak ne de az sayıda îman eden insanlardır.” Yine âyetteki (........) ise, zâidedir ve azlık manasını te'kit içindir. Yoksa nâfiye değildir. Bu da onların kitabın bir kısmına îman etme anlamım içermektedir ki bu, zaten îman sayılmaz. Çünkü, Kitabın tamamına îmanları yoktur. Yine âyette geçen azlık yani killet manası, adem yani yokluk ve olmama manasınadır.

(........) kelimesi, “Gulüf” kelimesinin hafifletilmiş şeklidir. Nitekim böyle de, yaniGulüf” olarak da okunmuştur. Bu da, (........) kelimesinin çoğuludur.

Yani Yahûdîler bununla demek istiyorlar ki: “Bizim kalplerimiz zaten ilimlerin kasasıdır. Bu açıdan bizim başkalanndan ilim almaya bir ihtiyacımız da yoktur.” Veya şöyle demektedirler: “Bizim kalplerimiz ilimlerin kasasıdır. Eğer senin getirdiklerin hak (gerçek) olsaydı, biz mutlaka onları kabullenirdik.”

89

Ne zaman ki onlara Allah'ın katından yanlarındaki Tevrât'ı doğrulayan bir Kitap gelince, - Ki, daha önceleri kâfirlere karşı, üstün gelmek için gelecek olan bu peygamberi ve kitabını ileri sürerek dua ederlerdi-, ancak bilip tanıdıkları o peygamber gelince, onu inkâr ettiler. İşte bundan dolayı Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun.

“Yahûdîler yanlarında bulunan Tevrât'a aykırı olmayan ve onu doğrulayan Kur'ân gelince, (........) 'ki, daha önceleri kâfirlere karşı, üstün gelmek için gelecek olan bu peygamberi ve kitabını ileri sürerek dua ederlerdi,”

Yani, Allah'a şirk koşanlarla savaşırlarken müşriklere karşı zafer elde etmek için bu gelecek olan peygamberi ve kitabını öne sürerek zafer isterlerdi Ve şöyle yalvarırlardı:

“Allah'ım! Tevrât'ta niteliklerim gördüğümüz ve ahir zamanda son peygamber olarak göndereceğin peygamberin hürmetine bize yardım eyle, bizi zafere ulaştır.”

Düşmanları olan müşriklere de derlerdi ki:

“Bizim söylediklerimizi doğrulayacak olan peygamberin gölgesinin zamanı gelip bizi gölgeleyecektir (pek yakın bir zamanda çıkıp gelecektir). İşte biz onun emri altında tıpkı ad ve İrem kavimleriyle olan savaş gibi size karşı savaşıp sizi öldüreceğiz.”

“Ancak bilip tanıdıkları o peygamber gelince, onu inkâr ettiler.”

(........) Âyetteki mevsûledir. Yanı: (........) tanıdıkları takdinndedir. Bu, “geldi” fiilinin failidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’i inkâr nedenleri de; çekememeleri, makam ve mevkilerinin elden çıkacağı ve azgınlıları idi.

“İşte bundan dolayı Allah’ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun.” Aslında bu, “onların üzerine...” olmalıydı. Ancak burada, zamîr yerine özellikle ismin kendisi (ism-i zahir) yani kâfirler ismi getirildi. Bunun da sebebi, özellikle onların böyle bir cezâya (lânete çarptırılmaya) lâyık görülmeleri küfür ve inkârları sebebiyle bunu hak etmiş olmalarını net olarak göstermek maksadıyladır.

Bu, (........) kelimesinin başında yer alan, harf-i ta'rîf, yani (........) ahd için yani âyette sözü edilenleri amaçlayan bir mana için olabileceği gibi, cins için de olabilir. Dolayısıyla bu manada olan herkesi içerir. Bu da öncelikli olarak âyette sözü edilenleri, yani Yahûdîleri içerir.

Âyetteki ilk (........) edatının cevabı gizlidir. Bu da Meselâ: “Onu yalanladılar” - (........) ibâresi olabilir. Yahut da, (........) ilk (........) ile ikinci (........) nın cevabıdır. Çünkü ikisinin de gerektirdiği mana aynıdır.

90

Allah'ın dilediği kuluna peygamberlik ihsan etmesini kıskandıklarından ötürü Allah'ın indirmiş olduğu Kur'ân'ı inkâr ederek bu şekilde kendilerini kaptırdıkları şu boş yere gururlanmaları ve kendilerini harcamaları ne fena bir şeydir! Böyle yapmakla onlar tekrar tekrar Allah'ın gazâbını hep üzerlerine çektiler. Nitekim, kâfirler için alçaltıcı ve perişan edici bir azap vardır.

(........) Allah'ın dilediği kuluna peygamberlik ihsan etmesini kıskandıklarından ötürü Allah'ın indirmiş olduğu Kur'ân'ı inkâr ederek inkâr ederek bu şekilde kendilerini kaptırdıkları şu boş yere gururlanmaları ve kendilerini harcamaları- “Ne fena bir şeydi!”

(........) kelimesinde bulunan (........) harfi, (........) kelimesinin failini tefsîr eden (açıklayan) nekra-ı mevsûfedir.

Yani, “Ne kötü şeydir” demektir. “Canlarını sattıkları, kendilerini kaptırdıkları, harcadıkları şey ne kötüdür!” demektir.

Burada mahsus-u b'iz-zem de, (........) cümlesidir ki, Allah'ın indirdiğini inkâr etmeleridemektir.

Yani canlarını verip karşılığında satın aldıkları o kötü şey küfürdür, inkârcılıktır. Allah'ın indirdiği de Kur'ân'dır. Bunu inkâr etmişlerdir.

“Allah'ın kullarından dilediği kimseye -ki bu kimse Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) dir- fazl-u kereminden -olan vahyi- bıdirmesini çekemedikleri için ...”

Burada, (........) kelimesi mef'ûlun lehtir. Kendileri lehine olmayan bir şeyi istemelerinden, çekemediklerinden, haset ettiklerinden, demektir ki bu da, (........) kelimesinin illetidir. (........) ibâresi, “Allah’ın indirmesi sebebiyle” demektir veyaAllah'ın indirmesi üzerine” demektir.

Yani:

“Allah’ın onu indirmesi üzerine çekemediler, haset ettiler” demektir. (........) yani, fazlından demek vahyetmesiyle ve vahyinden, demektir. (........) kullarından dilediği kimseden murat ise Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dir.

“Böyle yapmakla onlar tekrar tekrar Allah'ın gazâbını hep üzerlerine çektiler.” Böylece art arda Allah'ın gazâbını hakkettiler. Çünkü, onlar hak olan peygamberi inkâr ettiler ve ona karşı isyana kalkıştılar, onu çekemediler. Ya da Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâml) dan sonra Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i de inkâr ettiler. Bütün bunlardan ötürü gazâba uğradılar. Ya da:

“Uzeyir Allah'ın oğludur.” Tevbe, 30. âyetinde geçen ifadelerinden sonra veya:

“Allah'ın eli bağlıdır.” Mâide, 64. ifadelerinden veya buna benzer daha başka davranışlarından dolayı Allah'ın gazâbını hep üzerlerine çektiler.

“Nitekim, kâfirler için alçaltıcı ve perişan edici -zelil kıları- bir azap vardır.”

Burada, (........) kelimesi ve bu baptan (kalıptan) benzeri kelimeleri kırâat imâmlarından Ebû Amr hemzesiz olarak, (.......) olarak okumuştur. Ayrıca Mekke ve Basra Kur'ân okulundan olanlar da, (........) kelimesini şeddeli olarak değil hafifletilmiş şekliyle, yani şeddesiz olarak, (........) olarak okumuşlardır.

Yani, İbn Kesîr ile Ebû Amr böyle okumuşlardır.

91

Kendilerine: “Gelin, Allah'ın indirdiğine îman edin.” denilince, o Yahûdîler: “Biz sadece bize indirilen Tevrât'a îman ederiz.” derler ve ondan sonra gelen Kur'ân'ı (Halbuki Kur'ân yanlarındaki Tevrât'ı da doğrulayan hak bir kitaptır) inkâr ederler. Onlara de ki: “Mademki inanıyor idiniz de neden Allah'ın daha önceki peygamberlerini öldürüyordunuz?”

“Kendilerine: (........), denilince,” Yahûdîlere, gelin Kur'ân'a veya mutlak manada Allah'tan gelen tüm kitaplara îman edin, denildiği zaman:

“Bu Yahûdîler: (........), derler.”

“Ve ondan sonra gelen Kur'ân'ı inkâr ederler.” Yahûdîler böyle derler ve fakat buna rağmen Tevrât'tan sonra gelen Kur’ân'ı da inkâr ederler.

“Halbuki, o Kur'ân, yanlarındaki Tevrât'ı da doğrulayan hak bir kitaptır.” Tevrât'a aykırı bir kitap değildir. Burada aynı zamanda Yahûdîlerin, “Biz, bize inene îman ederiz.” tarzındaki sözlerine de bir cevap ve reddiye bulunmaktadır. Çünkü; madem ki Tevrât'a uygun olarak gelen bir kitabı inkâr ettiler, bu, onların Tevrât'ı da inkâr etmeleri demektir. Âyetteki, “doğrulayan “kelimesi te'kit için gelen bir hâldir.

“Onlara de ki: (........)” Bu, “Neden öldürdünüz?” demektir. Burada gelecek zaman kipi, “öldürüyorsunuz” ifadesi kullanılmakla birlikte bu, dili geçmiş zaman kipi yerinde yani, “öldürdünüz” manasında kullanılmıştır. Çünkü, mananın böyle olduğunu, (........) kısmı göstermektedir.

Yani; Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)den önce... demektir. Tevrât'a îman ettiklerini söylemelerine ve iddialarına rağmen peygamberleri öldürmeleri konusuna bir itirazdır bu. Çünkü; Tevrât da, peygamberlerin öldürülmesini asla uygun bulmaz. Anlatıldığına göre Yahûdîler bir gün içinde üç yüz peygamberi Kudüs'te (Beyt'i Makdis'te) öldürmüşlerdir.

92

Yemin olsun, Mûsa size apaçık mu'cizelerle gelmişti. Ama siz sonra onun peşinden buzağıyı ilâh edinip tapınmıştınız ve böylece siz hakkı reddeden zalimlerden olmuştunuz.

“Yemin olsun, Mûsa size apaçık mu'cizelerle gelmişti.” Dokuz mu'cize ile dönüp gelmişti.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr, Hamza ve Ali, (........) kelimesindeki (........) harfini (........) fiilindeki (........) harfine idgam etmişler (katınışlar) ve öyle kırâat etmişlerdir; yani, (........) olarak Kur'ân'ın her yerinde bu kelimeyi böyle okumuşlardır.

“Ama siz sonra onun peşinden -Hazret-i Mûsâ (aleyhi’s-selâm) nın Tûr dağına çıkmasının peşinden- buzağıyı ilâh edinip tapınmıştınız.”

“Ve böylece siz hakkı reddeden zalimlerden olmuştunuz. “Bu cümle hâl cümlesidir.

Yani:

“Siz ibâdet yapılmaması ve edilmemesi gereken bir yerde bir şeye tapınarak yerinde yapmadınız. Halbuki buzağıya değil, Allah'a ibâdet ve kullukta bulunacaktınız.”

Ya da bu bir itiraz, yani parantez cümlesidir.

Yani: “Siz, adetleri zulmetmek olan bir kavim ya da toplumsunuz.”

93

Şunu da hatırlayın ki, hani sizden kesin söz almış ve Tûr dağını da üstünüze kaldırıp yükseltmiş ve size: “Size verdiğimiz Tevrât'a var gücünüzle sarılın ve dinleyip içindekilerle amel edin!” demiştik. Yahûdîler de: “Dinledik ve fakat karşı çıkıyoruz.” dediler.

Çünkü, küfürleri (inkârları) yüzünden buzağıya tapınma sevdası gönüllerine iyice sinip yerleşmişti. De ki: “Eğer îman ediyorsanız inancınız size ne kadar kötü bir şey emredip yaptırmaktadır.”

“Şunu da hatırlayın ki, hani sizden kesin söz almış ve Tûr dağını da üzerinize kaldırıp yükseltmiş, ve: (........) demiştik.” Bu âyette de Tûr dağının kaldırılıp yükseltilmesi olayı tekrarlanmaktadır. Bunun nedeni ilk âyettekinden farklı bazı bilgilerin yer alması sebebiyledir. Halbuki, ilk âyette burada sözü edilen hususlar yer almamıştı. Dileyen oraya (Bakara, 63) bakabilir.

Tevrât'ta yer alan ve sizden istenilenleri dinleyin, emredilenleri yerine getirin. “Yahûdîler de -senin sözünü- dinledik ve fakat -senin emrine- karşı çıkıyoruz, dediler.” Burada yüce Allah'ın ifadesi onların cevaplarına uygun düştü. Çünkü, yüce Allah onlara şöyle buyurmuştu:

“Dinleyin! Ancak sizin dinlemeniz, size söyleneni duyup kabullenmek ve itâat manasında bir işitme veya dinleme olsun.” İşte Yahûdîler de bunun üzerine dediler ki:

“Biz dinledik; ama, itâat etmek üzere bir dinleme değil bizimkisi.” .

Çünkü küfürleri (inkârları) yüzünden buzağıya tapınma sevdası gönüllerine iyice sinip yerleşmişti.” Buzağıya tapınma sevgisi bir parçaları olmuştu, ona tapınmaya oldukça düşkün idiler. âdeta elbiseye boya maddesinin sinip onun bir parçası olduğu gibi o da öyle olmuştur.

(........) kavli, buzağıya tapına sevgisinin yerleştiği mekân ya da mahal demektir. Burada muzaf olan kelime mahzûftur (gizlidir). (........) küfürleri yüzünden, küfürleri sebebiyle demektir. Bir de teşbih inancına sahip olmaları bakımından, demektir.

De ki: Eğer -Tevrât'a- îman ediyorsanız inancınız size ne kadar kötü bir seyi emredip yaptırmaktadır.” Çünkü; Tevrât'ta buzağıyı ilâh edinmek ve ona tapınmak yoktur.

Âyette, “emrin” Yahûdîlerin imanlarına ve imanlarının da kendilerine izafe edilmesi sırf onları tahkir ve aşağılamak maksadıyladır. (........) cümlesi de Yahûdîlerin imanlarının şüpheli olduğu gerçeğine işaret etmektedir ve davalarının doğru olmadığına, mü'min olmadıklarına dair bir kötüleme ve ikazdır.

94

De ki: “Eğer Allah katında âhiret yurdu (cennet) diğer insanlara değil de sadece size mahsus kılınmış ise ve iddianızda da samimi ve doğru iseniz öyleyse ölümü istesenize!”

“De ki; Allah katında âhiret yurdu (cennet) diğer insanlara değil de sadece size mahsus kılınmış ise …”

Burada, (........) zarftır. (........) ise, (........) fiilinin haberidir. (........) kelimesi de, (........) den hâldir.

Yani; sadece size aitse, sizden başkalan girmeyecekse ve bu da gerçek ise, kısaca bu konudaki “Ancak Yahûdîler cennete girecekler” Bakara, 111. de geçen sözünüz doğru ise ve sizden başka diğer hiçbir kimse cennete girmeyecekse.

“Ve iddianızda da samimi ve doğru iseniz öyle ise ölüm istesenize!?” Çünkü bir kimse ya da toplum kesin olarak kendilerinin cennet ehli olduklarını bilmeleri hâlinde, bu dünyanın sıkıntılartndan ve şaibelerinden bir an önce kurtulmak için orayı özler. Nitekim cennet ile müjdelenen on sahabeden her biri bir an önce ölüp oraya gitmelerini arzu eder oldukları ta bize kadar nakledilegelmiştir. Hep onu özlemim duymuşlardır.

95

Halbuki onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden (yapıp ettiklerinden, işlediklerinden) ötürü asla ve hiçbir zaman ölümü arzulamayacaklardır. Kaldı ki Allah zalimlerin tüm yapıp ettiklerini her bakımdan bilendir.

“Halbuki onlar asla ve hiçbir zaman ölümü arzulamayacaklardır.”

Burada, (........) zarf olarak mensûbtur.

Yani Yahûdîler yaşadıkları müddetçe asla ölümü arzulamayacaklardır.

“Önceden ellerinin takdim ettiklerinden (yapıp ettiklerinden, işlediklerinden) ötürü, ...” Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e îman etmemeleri, onu inkâr etmeleri, Allah'ın kitabım tahrif edip değiştirmeleri ve daha buna benzer başka şeyler yüzünden onlar hiçbir vakit ölmeyi istemezler. İşte Kur'ân'ın verdiği bu bilgiler de mu'cizedirler. Zira gaypten, bilmediğimiz ve haberdar olmadığımız konular hakkında bize bilgiler aktarmaktadır. Nitekim, Kur'ân ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) nasıl haber vermiş ise, olaylar aynen cereyan etmiştir. Nitekim, Bakara, 24. âyette, “....ki asla yapamayacaksınız... “kavli de bu gerçeği bildiriyor. Eğer gerçekten Yahûdîlerin bu yolda bir istek ve temennileri bulunmuş olsaydı, diğer olaylar bize kadar nasıl aktanlagelmiş ise bu da aynen öylece nakledilip bizlere ulaşırdı.

“Kaldı ki; Allah, zalimlerin tüm yapıp ettiklerini her bakımdan bilendir.” İşte âyetin bu noktası îman etmeyenler ve özellikle de Yahûdîler için bir tehdit manası içermektedir.

96

Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya çok daha düşkün olduklarını, hatta her biri bin yıl ömür sürmeyi arzulayan müşriklerden de daha çok yaşamaya düşkün bulursun. Halbuki uzun bir ömür hayat sürmeleri onları asla azaptan kurtaracak değildir. Kaldı ki, Allah onların tüm yaptıklarını tam ve eksiksiz olarak görür.

“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya daha düşkün bulursun.”

Burada, (........) zamîri ile, (........) kelimesi (........) fiilinin iki mef'ûludurlar. (........) Bu kelimenin nekra oluşu ile, belli bir hayat murat olunmaktadır. Bu da, uzun olması arzularıan hayattır. Çünkü bunu, (........) olarak okumak, Übeyy'in kırâati olan, (........) kırâatinden belâgat noktasından daha etkindir.

“Hatta her biri bin yıl ömür sürmeyi arzulayan müşriklerden de daha çok yaşamaya düşkündürler. “

Burada, (........) cümlesi bir öncesinin manası üzerine ma'tûftur. Çünkü, (........) ibâresinin manası, (........) takdirindedir. Evet buna göre, müşrikler de mana itibariyle, (........) yani, halk ifadesi içerisinde yerlerini almış oldular. Ancak halk ifadesinin içinde yer almış olmalarına rağmen ayrıca müşriklerin zikredilmesi, bunlara hayata olan düşkünlüklerinin diğer insanlara nazaran daha çok olmasındandır. Nasıl ki, melekler ifadesi içerisinde yer almalarına rağmen ayrıca Cebrâîl ve Mikâîl'den özellikle zikredilmesi onların önemini göstermekte ise, işte bu da aynen böyledir.

Yahut da, “Bunların müşriklerden de çok yaşamaya düşkün oldukları “manası murat olunmuş olabilir. Bu ifadeye, (........) cümlesi delâlet ettiğinden hazf olunmuş (gizlenmiş) olabilir.

Şüphesiz burada büyük bir uyan yer almaktadır, tevbih vardır. Çünkü müşrikler âhiret hayatına, akıbete îman etmezler ve onlar sadece bu dünya hayatım var kabul ederler. Dolayısıyla onların dünya hayatına düşkünlükleri garipsenmemeli. Çünkü onların cenneti burasıdır.

Eğer kendilerine kitap verilmiş olanlar, âhiret (cezâ) gününe îman ettikleri hâlde çok yaşama isteği bu denli fazla ise elbette onlara yapılacak olan uyan ya da tevbih daha büyük olacaktır ve bunu hak etmektedirler. Ancak kitap ehlinden böylene yaşamaya müşriklerden daha fazla düşkünlüklerinin artmış olması, bunların cehenneme kesin gideceklerini bilmiş olmalarından ileri gelmektedir. Zira kendi durumlarını bilmektedirler. Halbuki müşrikler bunu bilmezler. Bir de, (........) kavli, yeniden hayata başlama manasında, bunların ne kadar buna düşkün olduklarını açıklamak içindir.

Bir tefsire göre de, “müşriklerden de çok..” ifadesinden kasıt, mecûsîler, yani ateşe tapanlardır. Çünkü bunlar kralları için, “Bin Nevruz yaşa, hayat sür!” şeklinde dua ederlerdi. Abdullah ibn Abbâs'ın rivâyetine göre, acemler yani Arap olmayanlar, “Bin yıl ömür sür!” diye dua ederlermiş.

(........) Cümlesinin yeni (ayrı) bir cümle olarak değerlendirilmesi de mümkündür. Buna göre mana şöyledir: “Yahûdîlerden öyle insanlar da vardır ki,.. “Buna göre burada mevsûf mahzûfdur (gizlidir). Dolayısıyla, “Şirk koşanlar” ifadesinden işaret olunanlar Yahûdîlerdir. Çünkü bunlar, Uzeyir Allah'ın oğludur, demektedirler.

“Halbuki uzun bir ömür hayat sürmeleri onları asla azaptan kurtaracak değildir.”

Buradaki, (........) zamîri, (........) e râcidir (işaret eder). (........) kelimesi, (........) nin failidir.

Yani: “Onlardan herhangi birisinin uzun bir ömür sürmesi, onu cehennem ateşinden uzak tutacak değildir.” demektir. Ayrıca, (........) zamîrinin mübhem (kapalı) olması ve (........) kelimesinin de onu açıklayan olması da mümkündür.

(........) kelimesi “uzaklaştırmak” manasınadır.

“Camiu'l-Ulûm” ve başka eserlerde belirtildiği gibi, (........) kelimesi, (........) manasınadır. Çünkü burada, (........) kelimesi, (........) yerinde gelmiştir. Dolayısıyla, (........) fiili olan, (........) ile birlikte mevsim tar manasındadır. Bu da, (........) kelimesinin mef'ûlüdür.

Yani; “Onlardan her biri ister ki bin yıl yaşasın. “

“Kaldı ki, Allah onların tümyaptıklarını tam ve eksiksiz olarak görür.”

Yani, sözü geçen kâfirlerin yapıp ettiklerini görür ve buna göre de onları cezâlarıdırır.

Kırâat imâmlarından Ya'kûb, (........) kelimesini, (........) harfiyle, (........) olarak okumuştur.

97

De ki: “Kim Cebrâîl'e düşman ise, iyice bilmelidir ki, Allah'ın izniyle öncekileri doğrulayan, mü'minler için de bir hidâyet kaynağı ve müjdeleyici olarak Kur'ân'ı senin kalbine indiren odur.”

“De ki: (........)”

Bu âyette geçen Cebrâîl ismi, kırâat imâmlarından İbn Kesîr'e göre hemzesiz olarak, (........) harfinin fethası (üstünü) ve (........) harfinin de kesresiyle (esresiyle) olmak üzere, (........) okumuştur. (........) ve (........) harflerinin fethalı ve hemzeli olarak Hafs dışında Hamza, Kisâî ve Halef, (........) olarak okumuşlardır. Bu kırâat imâmlarının dışındakiler de, görüldüğü gibi (........) ve (........) harflerinin esresi ve hemzesiz olarak, (........) okumuşlardır. Kelime hem ma'rife ve hem de ucmelik (yani Arapça kökenli) olmaması sebebiyle gayri munsariftir. Cebrâîl kelimesinin manası Allah’ın kulu anlamında Abdullah demektir. Çünkü “cebr” Süryanî dilinde (........)

Yani kul, köle manasınadır. (........) ise Allah'ın adıdır.

Anlatıldığına göre Yahûdî din bilginlerinden olan İbn Surya, Hazret-i

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İle taitlŞlT ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)

— Sana vahyi indiren kimdir? Kim getirir?” diye sorar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de:

— Cibril'dir, diye cevaplar. Bunun üzerine İbn Surya:

— O zaten bizim düşmammızdır. Eğer sana vahyi indiren Cebrâîl değil de bir başka melek olsaydı mutlaka sana îman ederdik. Hem o bize defalarca düşmanlıkta bulundu durdu. Bunun en ağır olanı da, bizim peygamberimize gelip Beyt-i Makdis'in Buhtunnasar tarafından yakın bir gelecekte tahrip edileceği haberiydi. İşte bunun üzerine biz de, o henüz bir şey yapamayacak miskin (zavallı) bir çocuk iken onu öldürecek birini gönderdik. Fakat Cebrâîl buna engel oldu ve:

“Eğer Rabbiniz ona sizi helâk etmesi emrini vermiş ise, Allah sizi onun başına musallat kılmaz (size bu fırsatı vermez). O gelip mukadder olanı yapar. Fakat eğer o bunu yapmayacaksa bu takdirde hangi suça dayanarak onu öldüreceksiniz?” dedi. Bak. Vahidi, Esbabu'l-Nüzul; S: 18-19.

“İyice bilmelidir ki, Kur'ân'ı senin kalbine indiren O'dur.” Senin kalbine Kur'ân'ı indiren Cebrâîl'dir.

İşte bu türden izmar (gizleme), yani önceden ilgiliden söz etmeksizin olan izmar, burada malum şey ile ilgili durumun azametinden ve oldukça yaygın bir şöhrete sahip olmasından ileri gelmektedir. Sanki bizzat onun kendisine delâlet eder gibi. Dolayısıyla onun niteliklerinden herhangi birine işaretle, açık olarak ismini anmanın yerine yeterli buluyor. Ayrıca ismi zikretmeye gerek duymuyor.

Burada, (........) ifadesiyle, bizzat onu sana hıfzettirmekle, unutturmamakla, demektir. Ancak burada kalp ifadesine yer verilmesinin sebebi, bunun ezber, hıfzetme, koruma yeri olması sebebiyledir. Meselâ; bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Onu Ruhu'l-Emin (Cebrâîl) senin kalbine indirmiştir.” Şuara, 193-194.

Halbuki burada uygun ifade olarak, “Benim kalbime indirdi.” denmeliydi. Ancak bu, Allah'ın kelâmını -sözünü hikâye- anlatma yoluyla onunla konuştuğu gibi gelen bir ifadedir. Bundan ötürü de böyle gelmiştir.

Birde, (........) ifadesinin şartın cezâsı olması da doğru olabilir. Çünkü bunun takdiri şöyledir:

“Eğer kitap ehlinden, yani Yahûdî ve Hırıstiyanlardan herhangi biri Cebrâîl'e düşmanlık gösteriyorsa, bununla birlikte Cebrâîl'in ona düşmanlık beslemesinin bir manası yoktur. Çünkü Cebrâîl, kendisinden önce indirilmiş olan kitapları da doğrulayan bir kitap indirmiştir. Eğer adil hareket etseler ve insaflı olsalardı mutlaka onu severlerdi. Bununla da kalmayıp onlara faydalı olacak bir şeyi indirdiği ve onlara indirileninin sahihliğini bildirdiği için de kendisine teşekkürde bulunurlardı.”

Bir diğer tefsire göre de bunun şartı mahzûftur ve takdiri de şöyledir:

“Kim Cebrâîl'e düşman olursa o derhal öfkesinden gebersin! Çünkü senin kalbine vahyi Allah'ın izniyle (emriyle) indiren odur.”

Önceküeri doğrulayan, nüVmîrîler için de bir hidâyet kaynağı ve müjdeleyici olarak -Kur'ân'ı senin kalbine indiren odur-.” Aslında bu, Yahûdîlere bir cevap niteliğindedir ve onların söylediklerini reddetmektedir. Çünkü, Yahûdîler diyorlardı ki:

Cebrâîl hep savaş ve şiddetle gelir, bunları indirir.” Dolayısıyla buna şöyle cevap veriliyor:

“O aynı zamanda hidâyet ve müjdelerle de iner.”

(........) ibâresi burada, (........) fiilindeki zamîrden hâldir.

Yani

“Ona verilen iznin bir gereği olarak...” demektir. (........) kelimesi de, (........) kelimesindeki, (........) zamîrinden hâldir. Nitekim, (........) ifadesi de, hâldir ve, (........) ve (........) takdirindedir.

Batınîler derler ki: “Kur'ân şu anda bizim okumakta olduğumuz harflerle Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e indirilmedi. Ancak onun kalbine ilham olarak indirildi. Fakat Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onu Arapça olarak ve şu anda okumakta olduğumuz harflerle aktardı. Asıl Kur'ân işte o batında ilham olunan Kur'ân olup, şu andaki lâfızlarla okuduğumuz değildir. Çünkü Allah,

“Onu Cebrâîl senin kalbine ... indirdi” buyurmuştur.”

Ancak Ehl-i sünnet olarak biz de deriz ki:

Bu yanlış ve fasid bir iddiadır. Çünkü, Allah Kur'ân'ı hayret uyandıran nazmıyla mu'cize kılmıştır. Bu manasıyla o bir mu'cizedir. Nitekim Allah şöyle buyuruyor:

“Haydi onun benzeri bir sûre getirin!” Bakara, 23.

Yine şöyle buyurmuştur:

“Biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik...” Yûsuf, 2.

İşte bu, bakmaya, okumaya taallûk etmektedir (işaret etmektedir), ilhama değil.

98

Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâîl'e ve Mikâil'e düşman olursa, iyice bilsinler ki, Allah inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.

“Kim Allah'a, meleklerine,peygamberlerine, meleklerine, Cebrâîl'e ve Mikâîl'e düşman olursa...”

Kırâat imâmlarından Ebû Amr, Ya'kûb ve Hafs, (........) olarak okumuşlardır. Ancak kırâat imâmlarından Nâfî ve Ebû Cafer ise, bunu tıpkı, (........)(........) kalıbında, (........) olarak hemzenin ihtilasıyla (yani (........) harfi olmaksızın) okumuşlardır. Bunların dışındaki kırâat imâmları da, med ile ve hemzenin kesresiyle (........) harfi de olmak kaydıyla, (........) tarzmda okumuşlardır. Özellikle faziletlerinden ve diğer meleklerden üstünlükleri sebebiyle bu iki melek ayrıca isimleri zikredilmekle belirtilmiştir ki, sanki bu ikisi başka bir cinsten imiş gibi gösterildi. Çünkü, nitelik açısından olan farklılık, zât bakımından olan farklılık yerine geçer.

“İyice bilsin ki, Allah inkârcı kâfirlerin düşmanidir.” Âyette bizzat kâfirler diye açık olarak belirtildi. Halbuki “Onlara” diye zamîr gelebilirdi. Ancak zahir olarak getirilmesi, Allah'ın, onlara küfürleri yüzünden düşman olduğu gerçeği anlaşılsın.” diyedir. Çünkü nasıl ki peygamberlere düşmanlık küfür nedeni ise, meleklere de düşmanlık aynen peygamberlere olan düşmanlık gibi küfür sebebidir. Kin onlara düşmanlık ederse, Allah da onlara düşmanlıkta bulunur ve düşmanıdır.

99

Yemin olsun ki; biz sana apaçık âyetler (mu'cizeler) indirdik. Bilmelisin ki, bunları hakkın karşısına dikilen fâsıklardan başkası inkâr etmez.

“Yemin olsun ki; biz sana apaçık âyetler (mu'cizeîer) indirdik. Bilmelisin ki, bunları, hakkın karşısına dikilen fâsıklardan başkası inkâr etmez.” Fâsıklar, kâfirlerden tereddüt içinde olan kesimdir.

(........) kelimesinin başındaki (........) harfi cins manasındadır, bu da kâfirler demektir. Fakat en güzel tefsiru bunun, kitap ehli olan Yahûdî ve Hırıstiyanlara işaret ettiğidir.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyete göre, Yahûdî bilginlerinden İbn Surya, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e:.

“Sen bize bizim bilip tanıdığımız hiçbir şey getirmedin, sana tabi olabileceğimiz bir âyet de sana indirilmedi.” der. İşte bunun üzerine bu âyet inmiştir. Bak. Taberi Tef. 1/441.

100

Yahûdîler ne zaman bir antlaşma yaptılarsa içlerinden bir grup o antlaşmayı hiçe sayarak bozmadı mı? Bilâkis onların çoğu zaten îman etmezler.

“Yahûdîler ne zaman bir antlaşma yaptılarsa içlerinden bir grup o antlaşmayı hiçe sayarak bozmadı mı?”

Burada, (........) bir mahzûf ifadeye atıf içindir. Bunun takdiri de şöyledir:

“Apaçık âyetleri inkâr mı ettiler? Onlar ne zaman bir antlaşma yaptılarsa, o antlaşmayı bozdular ve terk ettiler, geri ittiler.”

Yine âyette, “İçlerinden bir grup” diye söylendi. Bu içlerinde antlaşmayı bozmayanların var olduğunu göstermek içindir.

“Bilâkis onların çoğu zaten -Tevrât'a- îman etmezler.” Bunlar zaten din adına bir şeye inanmazlar. Dolayısıyla antlaşmayı bozmanın, ahde vefa etmenin bir günah, bir suç ve vebal olduğunu zaten kabul etmezler ve buna aldırmazlar bile. Çünkü önemsemezler.

101

Ne zaman ki kendilerine, yanlarındakini doğrulayan bir peygamber Allah tarafından geldiyse, kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı Allah'ın kitabını hiçe sayarak, sanki onu hiç bilip tanımıyorlarınış gibi arkalanna atıp terk ettiler.

“Ne zaman kendilerine, Allah tarafından yunlarındakini doğrulayan bir peygamber -Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) geldiyse...”

“Kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı” “Allah'ın kitabını hiçe sayarak arkalanna atıp terk ettiler.” Yanlarındaki kitaptan kasıt, Tevrât'tır. “Kendilerine kitap verilenler” den murat Yahûdîlerdir.

“Allah’ın Kitabı” ndan kasıt da, Tevrât demektir. Çünkü yanlarındaki kitap olan Tevrât'ı doğrulayan Resûlüllah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i inkâr etmek demek, Tevrât'ı da inkâr etmek demektir. Ya da Allah'ın Kitabından kasıt Kur'ân'dır. Çünkü onu almaları, kabullenip inanmaları gerekirken terk ettiler, hiçe saydılar. (........)ise, Allah'ın kitabını terk etmelerine bir örnek ve temsildir. Ondan yüz çevirmeleridir.

Âyette, “Arkalanna attılar.” ifadesi bir temsil olup, Yahûdîler buna ihtiyaç duymadıklarını, bundan müstağni olduklarını söylediler, manasınadır. Allah'ın kitabına ilgilerinin azlığını belirtmektir.

“Sanki -onun Allah'ın kitabı olduğunu- hiç bilip tanımıyorlarınış gibi.”

102

Yahûdîler, Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine uydular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı, ancak şeytanlar kâfir oldular. Çünkü onlar halka sihri ve Bâbil'de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek herkese, “Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın büyü yaparak kâfir olma!” diye uyarmadıkça hiçbir kimseye büyü (sihir) ilmini öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten koca ile karısının arasını ayıracak şeyleri öğreniyorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadan büyücüler hiçbir kimseye zarar verecek değiller. Böylece onlar kendilerine fayda verecek olanı değil de zarar verecek olanı öğrenirler. Yemin olsun ki; onlar, büyüyü tercih edip satın alanların -büyüye inananların âhiretten bir nasiplerinin - paylarının olmadığını kesin olarak bilirlerdi. Karşılığında canlarını satıp verdikleri şey ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!

“Yahûdîler, Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine uydular.”

Yani, Yahûdîler Allah'ın kitabını hiçe saydılar ve onu bırakıp büyücülerin, şaklabanların onlara okudukları kitaplarına uydular. (Ki bunlar Hazret-i Süleyman (aleyhi’s-selâm)’in saltanatı, hükümranlığı vé zamanıyla ilgili şeylerdi.)

Şöyle ki; şeytanlar birtakım kulaktan hırsızlama (kulak kabartma) olarak edindikleri yalan yanlış bilgilere kendileri de katıştırarak ve birtakım yalanlarla süsleyip bezeyerek bunları kahinlere aktarıyorlardı, gönüllerine atıyorlardı. Onlar da bunları halka okuyup dinlettikleri kitaplarında derleyip toparlayarak halka öğretiyorlardı. Bu durum Hazret-i Süleyman (aleyhi’s-selâm) döneminde iyice yaygınlık kazandı, neredeyse hemen her yerde: “Cinler gaybı biliyor.” demeye başladılar. İşte buna bağlı olarak da diyorlardı ki:

“İşte budur Süleyman'ın ilmi, bilgisi. Hepsi buna dayanmaktadır. Süleyman tüm bu saltanatı ve imkanları ancak bu ilim sayesine olabilmiştir. Buna dayanarak cinleri ve insanları, rüzgarı egemenliği altına alabilmiş, hükmedebilmiştir.”

“Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı.” Böyle, âyet şeytanları tekzip ediyor, yalanlıyor. Böylece Hazret-i Süleyman (aleyhi’s-selâm) a attıkları iftiralar, onun büyücülerin inancına bağlı olduğu ve ona göre amelde bulunduğu yalanlarının önüne geçilmiş olunuyor. Bu türden tüm iftiralar reddediliyor.

“Ancak şeytanlar kâfir oldular.” Ancak bizzat büyücüleri kullanmak ve onların derleyip topladıkları uydurmaları değerlendirmek suretiyle kâfir olanlar şeytanların kendileridirler.

(........) kelimesi şeddesiz olarak, (........)şeklinde de kırâat olunmuştur. (........) kelimesini de kırâat imâmlarından İbn Âmir, Hamza ve Ali, merfû' olarak, (........)tarzında okumuşlardır.

“Çünkü onlar halka sihri öğretiyorlardı.”

Bu cümle hâl olarak gelmiştir.

Yani, “Halka sihri öğretmek suretiyle, bununla onları aldatmayı, saptırmayı ve yoldan çıkarmayı amaçladıklarından kâfir oldular.”

“Ve Bâbil'de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı.”

Cumhûr’a göre buradaki, (........) manasındadır ve (........) kelimesi üzerine affolunan mensûb bir kelimedir.

Yani, “Onlar iki meleğe indirileni öğretiyorlardı.” demektir. Ya da bu, (........) kelimesi üzerine ma'tûftur. Buna göre mana:

“Onlar, Bâbil'de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeylere uydular.” olur. Hârut ve Mârut iki meleğe âit özel isimdir ve her iki isim de iki melek, (........) kelimesinin atf-ı beyanı, yani açıklayıcı mahiyette bir atfıdırlar.

Bu iki meleğe indirilen şey, sırf insanları imtihan için Allah tarafından indirilen sihir (büyü) ile ilgili ilimdir. Kim bu ilimden öğrenir ve buna göre amel ederse ve içinde de îman edilmesi bakımından gerekli bir şart var ve bu şart hiçe sayılıyorsa işte bu yüzden o kimse kâfir olur. Fakat kim de bundan sakınır ya da öğrenir de, fakat bununla amel etmez ya da amel etmemek kasdıyla öğrenirse, ancak sihrin kötülüklerinden korunup sakınmak için bunu öğrenirse ve buna aklarıarak bir şey yapmazsa bu kimse mü'mindir.

Şeyh Muhammed Ebû Mansûr Mâturîdî şöyle diyor:

Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed Mâturîdî; Kelâm alimlerinden olup Müslümanların akidelerindeki yanlışları tashih eden bir zâttır. Kendisinin, “Tevhid” ve'Te'vilatü Ehli's-Sünnet” gibi kitapları bulunmaktadır.

Mutlak manada, sihirbazlar ya da büyücüler kâfirdir, demek yanlıştır, hatadır. Ancak o kimsenin durumunu çok iyi incelemek ve gözden geçirmek lâzımdır. Eğer bu araştırma ve inceleme sonucu îman edilmesi gereken şartlardan birini ret ya da inkâr var ise, o kimse kâfirdir, değilse değildir. Diğer taraftan eğer bir sihir küfrü gerektiriyorsa; yani küfür olan bir sihri (büyüyü) eğer biri yapıyorsa bundan dolayı büyüyü yapan kişi erkek ise öldürülür, kadınsa öldürülmez. Ancak küfrü gerektirmeyen bir büyü ya da sihir yaparsa bunu yapan kimse de bu sihriyle bir canın helâk ya da telef olmasına neden oluyorsa, bunun cezâsı da yol kesenlere verilen cezânın aynısı olacaktır. Böyle bir büyüyü yapan kadın olsun erkek olsun aralarında herhangi bir ayırım gözetilmeksizin kendilerine yol kesme cezâsı ne o cezâ uygulanır. Eğer tevbe ederse bunu tevbesi kabul olunur. Ancak kim, böylelerinin tevbesi kabul olunmaz derse yanılmış, hata etmiş olur. Çünkü Fir'avun'un sihirbazlarının tevbesi kabul olunmuştur.

(........) bunun anlamı; “O iki meleğin kalplerine, bunlarla amel etmemek kaydıyla atıldı.” demektir.

Bir diğer tefsire göre bu iki melek, diğer melekler tarafından seCinlerek, kendilerinde şehevî duygular oluşturulmak suretiyle gönderilmişlerdi. Çünkü, melekler Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) ın yaratılması sırasında birtakım itirazlarda bulunmuşlardı. İşte bundan dolayı onlar bu şekilde şehevî duygularla donatılmış olarak yeryüzüne gönderildiler. Her ikisi de yeryüzünde hüküm icra ediyorlardı. Geceleyin ise göğe çıkıyorlar ve her ikisi de Zühre yıldızına aşık idiler. O da bu ikisini şarap içmeye yöneltti. Her ikisi de zina ettiler. Bu ikisi bir kişi gördü ve onu öldürdü. Böylece o ikisi dünyada azap görmeyi âhirette görecekleri azâba tercih ettiler. Böylece o ikisi Bâbil'deki dipsiz bir kuyuya baş aşağı olarak azap görmekteler. Bâbil diye isimlendirilme nedeni ise, burada farklı dillerin bu yüzden oluşmasına, birbirlerini anlayamayacak derecede dillerin oluşmasıdır.

“Halbuki o iki melek herkese: (........) diye uyarmadıkça hiçbir kimseye büyü-sihir ilmini öğretmezlerdi.” O iki melek, halkı uyarmaksızın ve onlara nasihat etmeksizin onlara hiçbir şey öğretmezlerdi ve biz Allah tarafından bir imtihan ve dene maksadıyla gönderildik, diye uyanda bulunurlardı. Dolayısıyla bunu öğrenmekle ve insanı küfe götürebilecek bir şekilde onunla amel ederek kâfir olmayın.

“Onlar o iki melekten ödeniyorlardı.”

Kelimenin başında yer alan, (........) harfi atıf içindir ve bunu, (........) cümlesi üzerine atfetmektedir.

Yani; “O iki melek onlara öğretiyor, bunlar da sihir ve küfür olabilecek şeyleri bunlardan öğreniyorlardı.” Çünkü, (........) ile, (........) cümlesi buna delâlet etmektedir. Ya da bir muzmer üzerine ma'tûf olabilir. Bunun da takdiri şöyledir:

“İnsanlar da onlara gelirler -veya melekler onları menederler, buna rağmen onlar da- bunu öğrenirler.” Buna delâlet eden zamîr ise, (........) ibâresidir.

Yani:

“Halk, meleklerden, (........) öğreniyordu.”

Yani kan ile kocanın bir birinden aynlmalarına sebep olabilecek sihir ilmini öğreniyorlardı. Yüce Allah'ın sihir yüzünden kadının kocasına itâat etmemesi gibi, aralarında anlaşmazlık meydana getirilmesi gibi olayları bir imtihan vesilesi olarak var etmesi..

Ehl-i sünnet noktasından -Allah sayılarını çoğaltsın- sihir bir gerçektir, bir vakıadır, hakikattir. Ancak Mu'tezileye göre ise bu bir tür hayaldir ve göz boyamadan ibâret olan bir durumdur.

“Fakat Allah'ın izni olmadan -bilgisi ve dilemesi olmadan- büyücüler -büyüleriyle- hiçbir kimseye zarar verecek değiller.”

“Böylece onlar -âhirette- kendilerine fayda verecek olanı değil de zarar verecek olanı öğrenirler.” Âyetin bu kısmıyla, sihirden uzak durmanın, kaçınmanın vacip olduğuna delil olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Meselâ; sonuçta insanı tuzağa ve inançsızlığa, dalâlete (sapıklığa) götüren felsefe öğreniminin yapılması gibi.

“Yemin olsun, onlar -Yahûdîler- büyüyü tercih edip satuı alanların -büyüye inananların- âhirette bir nasiplerinin (paylarının) olmadığını kesin olarak bilirlerdi.”

Yani şeytanların Allah'ın kitabından uydurdukları şeyleri alanların bir nasibi yoktur.

“Karşılığında canlarını satıp verdikleri şey ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!” Canlarını verip de karşılığında tercih ettikleri şey ne fena şeydir! Yüce Allah, “Keşke bilselerdi. “kavliyle bunların ilim ve bilgiden yoksun olduğunu belirtiyor. Halbuki; bunun öncesinde ise, (........) cümlesiyle hem de yeminli te'kit ifadesiyle bunların bilgi sâhibi olduklarını zikretmişti. Ancak bunun manası: “Keşke bildikleriyle amel etmiş olsalardı.” demektir. Dolayısıyla bildikleriyle amel etmediklerine göre âdeta bilmez kimseler gibi değerlendirilmişlerdir.

103

Eğer onlar hakkıyla îman edip de sihirden uzak dursalardı, bundan dolayı mutlaka Allah katında alacakları mükâfat kesinlikle daha hayırlı olurdu. Keşke bunu bilip anlasalardı!

“Eğer onlar hakkıyla -Allah'ın Rasûlü ile Kur'ân'a- îman edip de -Allah'tan korkarak— sihirden uzak dursalardı.” Allah'ın Kitabını hiçe saymak ve şeytanların uydurduğu kitaplara inanmak gibi bâtıl inançları terk etselerdi, üzerinde direndikleri şeyleri bırakmış olsalardı, işte:

“Bundan dolayı Allah katında alacakları mükâfat kesinlikle daha hayırlı olurdu. Keşke bunu bilip anlasalardı!” Şüphesiz Allah'tan alacakları sevap ve ödül, üzerinde direndikleri şeyden çok daha hayırlıydı. Gerçi onlar bu gerçeği de bilip duruyorlardı. Ancak bildikleriyle amel etmemek gibi bir cehalet yolunu seçtiler.

Mana şöyledir: “Şüphesiz Allah katında çok daha hayırlı olan ile ödüllendirilirlerdi kendilerine sevap verilirdi.”

(........) kelimesinin cevabı isim cümlesi olarak getirilmesi fiil cümlesine tercih edilmiştir. Çünkü isim cümlesinde devamlılık, istikrar ve sebat manası vardır. Âyette, (........) diye geçmedi. Bunun nedeni,

“Sevaptan bir şey almaları onlar için daha ...” demektir. Bir tefsire göre de, (........) kelimesi temenni manasındadır. Sanki, “Keşke îman etselerdi.” demek gibidir. Sonra da, bir ilk cümle olarak, (........) diye başladı. .

104

Ey îman edenler! Muhammed'e, “Raina!” diye seslenmeyin. Ve: “Unzurna!” diye çağırın ve size söylenenleri dinleyin! Kâfirler için acıklı bir azap vardır.

“Ey îman edenler! Muhammede, (........) diye seslenmeyin. Ve, (........) diye çağırın!” Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından Müslümanlara herhangi bir ilim ya da bilgi öğretilince, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a Müslümanlar, “Ey Allahın Rasûlü! Bizi de gözet, bize de gerekeni yap ki, anlayabilelim de muhafaza edelim.” anlamında, Râina!” derlerdi. Yahûdîlerin de Süryânî veya İbrânî dilinde buna yakın ve sövme, küfretme manasına gelen bir kelimeleri vardı. Bu kelime, (........) idi ve karşılıklı sövüşme, küfürleşme manasına idi. Yahûdîler, Müslümanların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e, (........) bizi de gözet ve koru manasındaki bu kelimeyi duyduklarında mal bulmuş mağribi gibi hemen fırsatı ganimet bilerek, bununla Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ı çağırır oldular, seslenir oldular. Ancak niyetleri Rasûlüllah'a küfretmek ve hakaret idi. İşte mü'minler bu sözü kullanmaktan men olundular. Dolayısıyla, aynı anlama gelen, (ünzurna) kelimesini kullanmaları kendilerinden istendi; Bu da bakmaktan, ve gözetmekten gelir.

“Ve size söylenenleri dinleyin!” Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in size söylediklerini ve konuştuklarını güzel olarak dinleyin. Size öğretmeye çalıştığı meseleleri dikkatlice ve dinleyip kabul eden bir kulak ile dinleyin. Zihinlerinizi ve gözlerinizi, kulaklarınızı dört açın. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ! tekrar tekrar aynı şeylerle uğraştırıp meşgul etmeyin.

Ya da onun dediklerini kabullenmek ve ona itâat etmek şartıyla dinleyin. Yoksa, “Dinledik ama karşı geldik.” diyen Yahûdîlerin dinlemesi gibi dinlemeyin.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e dil uzatıp sebbetmeye kalkışan —Yahûdî- kâfirler için acıklı bir azap vardur.”

105

Kitap ehli kâfirler ve başka şeyleri ilâhlaştıran müşrikler, Rabbiniz tarafından size herhangi bir hayrın (vahyin) indirilmesini arzu etmezler. Halbuki Allah rahmet denilen vahyini dilediği kuluna tahsis eder. Allah, büyük lütuf ve ihsan sâhibidir.

“Kitap ehli kâfirler de, başka şeyleri ilâhlaştırân müşrikler de .... arzu etmezler.”

“Rabbınız tarafından size bir hayrin (vahyin) indirilmesini arzu etmezler.”

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Ebû Amr, (........) kelimesini şeddesiz olarak, (........) tarzında kırâat etmişlerdir. Cümledeki ilk, (........) harfi beyan (açıklama) içindir. Çünkü, kâfir olanlar manasında cins içindir.

Yani, genel anlamda kâfirler demekle birlikte burada iki çeşidine işaret ediyor. Bunlar da kitap ehli ile müşriklerdir. İkinci, (........) ise hayrın bolluğunu ifade için olup mezîdedir. Kısaca te'kit içindir. Üçüncü, (........) de ibtidai gaye içindir.

Hayr: Bundan maksat vahiydir. Nitekim “Rahmet” de vahiy manasındadır.

“Halbuki Allah rahmet denilen vahyini dilediği kuluna tahsis eder.”

Yani, o Yahûdîler ve müşrikler kendilerini vahye daha lâyık kimseler olarak görüyorlar, dolayısıyla size haset edip sizi çekemiyorlar. Vahiyden herhangi bir şeyin size inmesini ya da indirilmesini arzu etmiyorlar. Halbuki Allah peygamberliğe dilediğini tahsis eder. Bu onların istedikleri gibi değildir.

“Allah büyük lütuf ve ihsan sâhibidir.” İşte Rabbimiz âyetin bu kısmıyla peygamberliğin büyük bir lütuf ve ikram olduğu gerçeğini bildiriyor.

106

Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ya da ertelersek) mutlaka ondan daha iyisini veya bir benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kâdir olduğunu bilmez misin?

“Biz bir âyetin hükmünü nesh eder yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ya da ertelersek)...”

Nesh: Lügatte tebdil etmek, değiştirmek demektir. Şerî'at dilinde ise Nesh; Terahi (gecikme) ya da uzama yoluyla zihinlerimizde devam edeceği karar kılmış olan şer'î bir hükmün sona erdiğinin açıklanmasıdır. Böyle bir şey bizim açımızdan ya da bizim hakkımızda tebdil (yani değişme) olurken şerî'at sâhibi (Şerî'atı koyan yani Allah) açısından ya da O'nun hakkında sırf bir açıklamadan ibârettir.

Burada aynı zamanda, neshi inkâr eden Yahûdîlerin ve benzerlerinin ileri sürdükleri “Bedâ'“meselesine de bir cevap oluşturmaktadır.

Bedâ' inancına göre Allah'ın daha -hâşâ- önce düşünemediği veya bilmediği bir şeyin âniden doğuvermesi, bilmesi demektir ki, Allah hakkında böyle bir şey asla câiz değildir.

Nesh meselsine gelince bu, bizatihi olması da olmaması da ihtimal içerisinde olan bir hükümdür ki, bir delil veya nass ile sabit olmalı ve fakat neshe aykırı olan bir zaman ile ya da ebedîlikle sınırlı bulunmamalıdır. Bunun da şartı şudur:

Burada Ehl-i sünnet açısından kalbin buna bağlanması (inanması) noktasında bir sağlamlaşmanın olmasıdır; yoksa fiil açısından buna gerek yoktur.

Yani hükmü yürürlükten kaldırılan (mensûh) ile hükmü yürürlükten kaldıran (nâsih) arasında bir ayrı zamanın olması gereğidir. Bu da itikat bakımından nesh edilen hükme inamlacak kadar bir zamanın mümkün olması demektir ki, nesh eden (yani nâsih) işte bundan sonra gelir (iner). Ancak mensûh olan (hükmü kaldırılan) fiil ile ilgili bir yerleşme (yani temekkün) zamamna gerek yoktur, şart değildir. Fakat Mu'tezile buna muhalefet etmektedir.

Ayrıca neshin Kitap ve Sünnet ile de olabileceği konusu, hem üzerinde ittifak edilen nokta var, hem de tartışıları ve ittifak olunmayan nokta vardır. Hem tilâvetin ve hem de hükmün birlikte neshi câiz olduğu gibi, aynı zamanda hüküm nesh edilmiş olabilir ama, tilâvet mensûh olmayabilir bu da câizdir. Bazan da tilâvet mensûh olabilir (yürürlükten kaldırılabilir) ama, hüküm geçerliliğini sürdürür. Yine bu da câizdir. Aynı zamanda bir hükme dayalı olarak bir vasfın (niteliğin) neshi de câizdir. Meselâ, nass üzerine bir ziyade gibi. Bu biz Hanefîlere göre nesh ise de HANEFÎye göre değildir.

İnsa: Kalplerde yerleşmiş ve ezberlenmiş olan bir şeyin unutturulmasıdır.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Ebû Amr, (........) kelimesinin, (........) olarak okumuşlardır. Bu da tehir etmek, ertelemek demektir. Kelime, (........) kökünden gelmektedir ve (........) demektir.

“Daha iyisini veya bir benzerini getiririz.”

Yani, kullar bakımından ondan daha hayırlısını, iyisini getiririz ki, kendisiye amel olunacak olan bu yenisi yürürlükten kaldırılana göre daha fazla sevap getirir. Ya da benzerini getiririz ki, bazı âyetlerin bazılarına göre bir fazileti aranmaz, bu, söz konusu değildir.

“Allah'ın her şeye kâdir olduğunu bilmez misin,”

Yani, Allah hayra kâdir olduğu gibi diğer şeylere de kâdirdir.

107

Yine bilmez misin göklerin ve yerin mülkiyeti ve hakimiyeti yalnızca Allah'a âittir? Ve sizin için Allah'tan başka ne bir veliniz ve ne de bir yardımcınız vardır.

“Yine bilmez misin? göklerin ve yerin mülkiyeti ve hakimiyeti yalnızca Allah'a âittir.” Sizin işlerinize mâlik olan, onları düzene koyan ve gereğin yapan O'dur. O, naşih ve mensuhtan nelerle amel edip etmediğinizi de pekâlâ bilir.

“Ve sizin için Allah'tan başka -işlerinizi düzeltecek- ne bir veliniz ve -sizden azâbı men edebilecek- ne de bir yardımcınız vardır.”

108

Yoksa siz daha önce kavmi tarafından Mûsa'dan istendiği gibi peygamberinizden olur olmaz isteklerde mi bulunuyorsunuz? Kim îmanı küfre değiştirir (tercih ederse) o kesin olarak dosdoğru olan yoldan sapmıştır.

“Yoksa siz daha önce kavmi tarafından Mûsa'dan istendiği gibi peygamberinizden olur olmaz isteklerde mi bulunuyorsunuz?”

Burada bulunan, (........) kelimesi “münkatia” dır. Bu, (........) takdirindedir.

Rivâyete göre Kureyş Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e:

“Ey Resûlüm Muhammed! Bizim için Safâ tepesini altına dönüştür, bizim için Mekke topraklarının sahasını genişlet.” gibisinden isteklerde bulunmuşlardı. İşte bunun üzerine, Allah, Hazret-i Mûsâ (aleyhi’s-selâm) nın kavmi gibi kendisinden birtakım olmayacak isteklerde bulunmamasını istedi. Çünkü Yahûdîler, Hazret-i Mûsâ (aleyhi’s-selâm) dan, “Bizim için bir ilâh (put) yap.” A'râf, 138. gibisinden isteklerde bulunmuşlardı.

“Kim îmanı küfe değiştirir -tercih ederse—Kim Allah tarafından indirilen âyetler ve mu'cizeler hakkında güveni terk ederse, o âyetler hakkında şüpheye düşer ve onlardan başka âyet ve mu'cizeler istemeye kalkışırsa- o kesin olarak dosdoğru olan yoldan sapmıştır.” Normal ve mutedil olan orta yoldan uzaklaşmıştır.

109

Kitap ehlinden birçoğu hak ve gerçek kendilerine açıkça belli olduktan sonra sırf içlerindeki hasetleri yüzünden siz îman ettikten sonra yeniden kâfir olarak geriye döndürmeyi istediler. Fakat yine de siz bu hususta Allah'ın hükmü gelene kadar onları affedin ve bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.

“Kitap ehlinden birçoğu geriye döndürmeyi istediler.” Sizi döndürmeyi.

“Siz îman ettikten sonra, kâfir olarak” Bu (........) kelimesi, (........) zamîrinden hâldir.

Yani: “Sizi dininizden tekrar kâfirler olarak eski inancı kabullenmenize sizi döndürürler.”

Bu âyet, Müslümanların Uhut savaşırıda yenilgiye uğramalarından sonra nâzil olmuştur. Çünkü bu yenilgi üzerine Yahûdîler Müslümanlara:

“Başırııza gelenleri halen göremiyor musunuz? Eğer siz hak din üzere obaydınız, hiçbir zaman yenilgiye uğramazdınız. O hâlde gelin bizim dinimize dönün. Çünkü bu, sizin için daha hayırlıdır...” demişlerdi.

“Sırf içindeki hasetleri yüzünden” Buradaki (........) edatı, (........) fiiline taallûk eder.

Yani “İçlerindeki hasetten, çekemezlikten dolayı, şehevî arzuları sebebiyle. Yoksa içlerindeki dindarlık ve hakka yönelme duygusuyla değil. Çünkü onlar:”

“Hak ve gerçek kendilerine açıkça belli olduktan sonra” küfre dönesiniz isterler.

Yani, sizin hak üzere olduğunuzu bile bile bunu arzu ederler, demektir. Ya da, bu cer edatı, (........) kelimesi üzerine ma'tûftur.

Yani, “onlar içlerindeki haset, kin, çekemezlik gibi kendilerinde karakter hâlini almış olan kötü inanç ve duygularından ötürü bunu isterler.” demektir.

“Fakat yine de siz onları affedin bağışlayın.” Onların cehaletleri ve düşmanlıktan sebebiyle yaptıkları yanlış davranıştan bakımından siz yine de onları affedin ve bağışlayın. Siz yine de, “Bu hususta Allah'ın emri gelene kadar ...”

Yani, Allah'ın size, onlarla savaşmanın hakkındaki kesin emri gelene kadar, bekleyin, şimdilik bir şey yapmayın, onları bağışlayın.

“Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.” O, onlardan intikam almaya kâdir olan ve gücü yetendir.

110

Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için önceden hayır olarak her ne sunmuşsamz, Allah katında onu bulacaksınız. Muhakkak ne yapıp ederseniz Allah her şeyi eksiksiz olarak görür.

“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için önceden hayır olarak her ne sunmuşsanız,” İyilik etmek, namaz kılmak, sadaka vermek ve benzeri diğer şeyler gibi ne sunmuşsanız, “Allah katında onu bulacaksınız. “Allah katında yaptıklarınızın sevabım ve mükafatım göreceksiniz.

“Muhakkak ne yapıp ederseniz Allah her şeyi eksiksiz olarak görür.” O'nun katında hiçbir kimsenin işlediği bir ameli boşa çıkmaz.

111

Kitap ehli dediler ki: “Yahûdî veya Hırıstiyan olanlardan başkası asla cennete giremez.” Bu, ancak onların kuruntusudur. De ki: “Eğer iddianızda doğru ve samimi iseniz o hâlde delilinizi getirin!”

“Kitap ehli dediler ki: “Âyetteki, (........) fiilindeki zamîr Yahûdî ve Hırıstiyanlardan oluşan Kitap ehline râcidir.

Yani: Yahûdîler; dediler ki;

“Yahûdî olanlardan başkası asla cennete giremez.” , Hırıstiyanlar da dediler ki;

“Hırıstiyanlardan başkası asla cennete giremez.”

Dolayısıyla burada iki ifadeyi birleştirerek, dinleyenlerin de sağlıklı dinleyeceklerine güvenerek, onların bu ifadede herhangi bir karışıklığa meydan vermeden ne demek istediğini anlayacaklarını bilerek böyle ifade buyurdu. Çünkü, her iki grup arasındaki düşmanlık onlar tarafından, yani dinleyenler tarafından zaten bilinen bir gerçektir. İki gruptan her biri ötekisini dalâlet ve sapıklıkla suçladığını zaten görmektesin. Nitekim, Bakara Sûresinin 113. âyetinde bu gerçek açıkça ortaya konulmuştur.

Âyetteki, (........) kelimesi tıpkı, (........) ve (........) kelimeleri gibi (........) kelimesinin çoğuludur. Yine âyette, (........) fiilinin isminin müfret (tekil) olarak gelmesi, (........) kelimesinin lâfza itibar olunması sebebiyledir. Haberinin çoğul olarak gelmesi ise, (........) kelimesinin manası itibariyledir.

“Bu, ancak onların kuruntularıdır.” Âyetin bu kısmıyla onların sözü edilen kuruntularına işaret olunmaktadır. Bu ise, onların:

“Rableri tarafından mü'minler üzerine herhangi bir hayrın ve vahyin indirmeyeceği kuruntusu ile, mü'minleri tekrar kâfir olarak eski inançlarına döndürme beklenti ve kuruntuları, bir de kendilerinden başka hiçbir kimsenin cennete giremeyecekleri kuru iddiaları idi.”

Yani, işte tüm bu boş ve bâtıl beklentiler ve kuruntular onlardan meydana gelmektedir.

(........) kelimesi “temenni” kökünden olup (........) kalıbında bir kelime olup, tıpkı (........) gibidir.

“De ki: O hâlde delilinizi getirin!” Öyle ise cennetin yalnızca size mahsus olduğuna ve oraya sizin gireceğinize âit delil ve hüccetinizi getirin!

Buradaki, (........) fiili, (........) yerindedir. Bu da, “getir, ortaya koy, göster” demektir. Bu, ele aldığımız bu âyetin, (........) kısmıyla bağlarıtılıdır. (........) cümlesi de mutarize (yani parantez) cümlesidir.

“Eğer iddianızda doğru ve samimi iseniz,” İleri sürdüğünüz davanızda...

112

Hayır hayır! Kim samimi ve dürüst bir şekilde yüzünü ihsan sâhibi bir Müslüman olarak Allah'a döndürürse, işte onun ecri Allah katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır ve ne de bir üzüntü olacaktır.

“Hayır, hayır! Kim samımı ve dürüst bir şekilde yüzünü ihsan sâhibi bir Müslüman olarak Allah'a döndürürse,...”

Âyetteki, (........) kelimesi, Yahûdî ve Hırıstiyanların kendilerinden başka hiçbir kimsenin cennete giremeyeceklerine ilişkin ifadelerini reddederek, bunun onların dediği gibi olmadığını belirtiyor. Burada, (........) cümlesi,

“Kim Allah için içtenlikle ihlâslı olarak hareket eder ve Allah'a hiçbir şeyi şerik — ortak koşmaz ise “(........)

Yani Kur'ân'ı tasdik eder ve doğrularsa..

“İşte onun ecri Allah katındadır.

Bu cümle, (........) nin cevâbıdır. Ve bu cümle şart manasım içeren bir başlarıgıç cümlesidir. (........) kelimesi ise, onların sakat görüşlerini reddeden ve şu ifadeyi teyid eden bir kelimedir.

“Öyleleri için ne bir korku vardır ve ne de bir üzüntü olacaktır.”

113

Yahûdîler dediler ki: “Hırıstiyanlar doğru bir temel üzerinde değildirler.” Hırıstiyanlar da: “Yahûdîler doğru bir temel üzerinde değildirler.” dediler. Halbuki her ikisi de Tevrât ve İncîl'i okuyorlar. Nitekim, kitabı bilmeyenler de tıpkı onların birbirlerine söyledikleri gibi söylediler. Ancak yarın kıyamet gününde anlaşamadıkları bu hususlarda Allah aralarında hükmünü verecektir.

“Yahûdîler dediler ki; (........), Hırıstiyanlar da: Yahûdîler doğru bir temel üzerinde değildirler.'dediler.”

Yani, doğru olarak kabul edilecek ve dikkate alınacak bir esas şeye sahip değildirler, diye söylediler.

“Halbuki her ikisi de Tevrât ve İncîl'i okuyorlar.”

Buradaki, (........) harfi hâl içindir. (........) ise cins manasınadır.

Yani:

“Onlar böyle konuşuyorlar. Halbuki her ikisinin de durumu bellidir. Çünkü onlar ilim ehlidirler (bu konuda bilgileri olan kimselerdir). Zira kitapları okuyup durmaktalar. Dolayısıyla işin gerçeği Tevrât ve İncîl gibi iki kitaba sahip olanlar ve bunlara îman edenlerin diğerlerini inkâr etmemeleri gerekir. Çünkü, Tevrât ve İncîl'den her biri diğerini doğrulamaktadır.”

“Nitekim Kitabı bilmeyenler de tıpkı onların birbirlerine söyledikleri -ve senin de dinlediğin sözleri- gibi söylediler.”

Yani, herhangi bir kitapları ve bilgileri olmayan câhil takımından putta tapanların, hiçbir şeye inanmayanların söyledikleri gibi söylediniz. Çünkü bu câhil kesimi tüm din ve inanç Erbâbına yönelik olarak, onların bir esas ve temele dayanmadıklarını söyler dururlar. Şüphesiz böylene bir ifade onlar için oldukça önemli bir uyandır. Çünkü, ortaya koydukları ya da sergiledikleri tavır ve hareketleriyle o câhil takımından farklı olmadıklarını gösterdiler.

“Ancak yarın kıyamet gününde -Yahûdîlerle Hırıstiyanlar arasında, her bir gruba düşen ve onlara lâyık olan cezâlarıdırma konusundaki- anlaşamadıkları bu hususlarda Allah aralarında hükmünü verecektir.”

114

Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına -hükümlerinin açıkça tebliğ edilmesine- engel olandan - yasak getirenden ve oraların ıssız ve harap hale dönüşmesine çalışanlardan daha zâlim kim olabilir? Aslında bunların oralara Allah'ın kendilerini cezâlarıdırmasından korkarak girmeleri gerekir. Bunlar için dünya hayatında zillet, âhirette de büyük bir azap vardır.

“Allah'ın mescitlerinde O'nun admm anılmasına -hükümlerinin açıkça tebliğ edilmesine- engel olandan — yasak getirenden ve onların ıssız ve harap hale dönüşmesine sebep olandan daha zâlim kim olabilir?”

Burada (........) mübteda olarak mermdur ve soru edatıdır. (........) kelimesi de haberidir. Manası; “Daha zâlim hangisi olabilir?” demektir.

(........) ibâresi, (........) fiilinin iki mef'ûlünden ikincisidir. Nitekim, (........) cümlesi de buna örnektir. Şu âyetler de buna benzer âyetlerdir:

İsrâ', 59. âyeti ile,

İsrâ',94. âyeti gibi.

Aynı zamanda, (........) ile birlikte cer edatının hazfı da (gizlenmesi, söylenmemesi de) câizdir.

Yani, (........) gibi. Aynı zamanda mef'ûlü leh olarak mensûb olması da mümkündür.

Yani:

“Orada Allah adının anılmasından hoşlanmaması, anılmasını istememesi sebebiyle men edenden... “

Bu ifade yeryüzündeki tüm mescitleri kapsamak suretiyle hükmü geneldir. Mescit ve camilerde Allah adının anılmasına, yani oralarda şerî'atının açıklanmasına ve tebliğinin yapılmasına engel olan, yasak getiren zulüm ve ezmede ifrat noktasma varmış demektir.

Bunun nedeni Hırıstiyanların Beyt-i Makdis'e eza verecek şeyleri atarak, Mescit-i Aksa'da halkın namaz kılmalarına mani olmaları ve onlara rahatsızlık vermeleri idi. Âyet buna işaret etmektedir. Ya da bu âyet, Hûdeybiye yılında müşriklerin Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ı Mescid-i Harâm'a sokmayı men etmeleri, yasaklamaları ile alâkalıdır.

Âyette, (........) diye çoğul olarak “Allah'ın mescitleri” şeklinde gelmiştir. Halbuki yasaklama ya da men etme olayı sadece bir mescit ile, yani Mescit-i Aksa ile veya Mescit-i Haram ile alâkalıdır. Ancak her ne kadar Mescit tek ise de, yani sebep özel (haleyhisselâm) ise de buradaki hüküm geneldir. Tıpkı şu âyetteki gibi:

“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay haline!” Hümeze, 1.

Bu âyet esasen Ahnes b. Şerik hakkında nâzil olmuş yani özel (haleyhisselâm) bir konu ile alâkalı ise de mana itibariyle geneldir.

(........)

Yani Allah’ı anmayı, zikri, tebliği kesenden, bunun koşup gayret gösterenden daha zâlim olanı var mıdır?

Âyetteki (........) kelimesinden murat, mananın umumîliği, genelliğidir.

Yani, böyle davranan kim olursa olsun, onlardan daha zâlimi yoktur, olamaz. Nitekim, Allah’ın mescitlerinden “murat da genel manasıyla yeryüzündeki tüm mescitler demektir.

“Aslında bunların -bu mani olanların, yasaklayanların- oralara -o mescit ve camilere- Allah'ın kendilerini cezâlarıdırmasından korkarak girmeleri gerekir.” Yoksa başka bir şekilde girmeleri doğru değildir.

(........) ibâresi, (........) fıilindeki zamîrden hâldir.

Yani:

“Oraya korku ve endişe içerisinde, sıkıntılı bir hâlde girmeleri icabeder. Mü'minler bu şekilde cami ve mescitlerine giren din düşmanlarının bu girişlerini fırsat bilerek onları yakalayıp tutuklamalarından korka korka girmeliler. Bırakın Müslümanları abluka altına almaları, işkence ve zulme tabi tutmaları bir yana, onlara yasaklar getirmeleri bir tarafa, onların Müslümanlardan korku içinde olmaları gerekir.” demektir.

Mana şöyledir: “Eğer onların zulümleri ve taşkınlıkları, azgınlıkları olmamış olsaydı, mescitlere girişleri böyle olurdu. “

(........) demek, Allah'ın hükmünde, demektir.

Yani: Allah, Levh-i Mahfûz'da mü'minlere yardım etmeyi ve onları takviye edip desteklemeyi yazmış ve buna hükmetmiş, karar vermiştir. Dolayısıyla o mabetlere zâlimi, kâfir ve münâfık, kısaca hakka ve İslâm'a karşı olanları korka korka gireceklerine hükmetmiştir. Nitekim rivâyete göre Beyt-i Makdis'e Hırıstiyanlar girerlerken öldürülürüz endişesiyle kılık değiştirerek girerlermiş.

Katâde der ki:

“Beyt-i Makdis'te, yani Kudüs'te (Mescd-i Aksa'da) herhangi bir Hırıstiyan yakalanınca darbe saldırıya maruz kalırdı.”

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle ilân ettirmiş ve buyurmuş ki:

“Dikkat edin, iyi dinleyin. Artık bu yıldan sonra kesinlikle hiçbir müşrik haccetmeyecektir.” Bk. Buhârî, 369. Müslim, 1347.

Bir tefsire göre; bunun manası, müşriklerin bundan -öyle Müslümanlar arasında yerleşmeleri, istedikleri gibi gezip tozmaları kesin olarak yasaklanmıştır. Nitekim, Rabbimiz bir âyette şöyle buyurmuştur:

“Sizin Resûlüllahnü üzmeniz asla câiz olmaz.” Ahzâb, 53.

“Bunlar için dünya hayatında zillet,” Müslümanlar ile savaş hâlinde olan düşmanların öncelikle öldürülmeleri, esir alınmaları ve zimmî olanlardan da cizye denilen vergi alınmak suretiyle zelil kılınmalılar, yani Müslümanların aleyhlerine kalkışacak bir fırsat bırakılmayacak tarzda baskı altında tutulup, kendilerine fırsat tanınmamalıdır, “ahirelte de büyük bir azap -cehennem ateşi- vardır.”

115

Doğu da Allah'ındır, batı da. Artık hangi tarafa dönerseniz Allah'ın yüzü (zâtı) oradadır. Şüphesiz Allah'ın rahmeti ve ihsanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilendir.

“Doğuda Allah'ındır, batı da.”

Yani doğuda ve barıda var olan tüm beldeler ya da ülkeler Allah'ındır. O bizatihi onların sâhibi ve mâlikidir ve onları düzene koyan, onlara imkan verendir.

“Artık hangi tarafa dönerseniz...”

Burada, (........) şarttır., bundan sonraki, (........) kelimesi ise bununla meczum bir fiildir.

Yani: “Nereye döner ve yönelirseniz...” Kı-': saca nerede kıbleye karşı yönünüzü dönerseniz, demektir ki, bunun delili de Rabbimizin şu kavlidir:

“Artık yüzünü Mescit-i Haram tarafına, çevir. Ey mü'minler! Siz de nerede olursanız olun, namazda yüzlerinizi o tarafa çevirin.” Bakara, 144.

Yukanda geçen şartın cevabı da, “Allah'ın vechi-zâtı oradadır.” cümlesidir.

Yani, Allah’ın dönülmesini emrettiği ve râzı olduğu taraf ya da yön orasıdır.” Bunun anlamı şu demektir:

“Eğer siz Mescit-i Haram'da veya Beyt-i Makdis'te/Mescit-i Aksa'da namaz kılmaktan men edilirseniz (yasaklanırsanız)., sizin için tüm yeryüzü mescit kılınmıştır. Dolayısıyla yeryüzünün herhangi bir yerinde veya noktasında namazınızı oralarda kûm ve fakat yüzünüzü de mutlaka Kâ'be'den tarafa döndürün. Çünkü istediğiniz her yerde o tarafa yönünüzü çevirmek mümkündür.”

“Şüphesiz Allah'ın rahmeti ve ilısanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilendir.” Allah rahmeti geniş ve bol olandır. Bununla Rabbimizin kullarına karşı bol rahmet ve merhamet sâhibi olduğu gerçeğine dikkat çekiliyor. Kaldı ki, Allah, onların yarar ve zararlarına olacak her şeylerini ve maslahatlarını çok iyi bilir.

Abdullah b. Ömer'den gelen rivâyete göre bu âyet, binek üzerinde yolculuk yapanlar hakkında nâzil olmuştur. Dolayısıyla binek ya da herhangi bir taşıt ile yolculuk yapan bir kimse taşıt hangi yöne dönerse dönsün, o kimse o haliyle namazım o binek üzerinde kılabilir.

Bir diğer tefsir de şöyledir: Bir grup kimse yolculuk sırasında kıblenin hangi tarafta olduğuna karar veremezler. Her biri ayrı ayrı taraflara doğru o tarafı kıble sanarak durup namazım öyle kılarlar. Ancak sabah olduğunda hatalarını anlarlar ve bundan dolayı da mazur sayılırlar.

Bu âyet bizim lehimize ve HANEFÎ (rahmetullâhi aleyh) nin de aleyhine bir delildir. Çünkü, HANEFÎye göre kıbleye arka dönüldüğünde bu sahih değildir.

Bir tefsir de şöyledir: “Zikretmek ve duada bulunmak için hangi tarafa doğru yönelirse yönelsin.” demektir.

116

Bir de onlar: “Allah çocuk edinmiştir.” dediler. Haşa! Allah bu gibi şeylerden yüce ve beridir. Bilâkis göklerde ve yerde her ne varsa hepsi O'nundur. Hepsi de O'nun emrine boyun eğmişledir.

“Bir de onlar: Allah çocuk edinmiştir, dediler.” Çünkü Hırıstiyanlar; “Mesih Îsa Allah’ın oğludur.” ve Yahûdîler de, “Uzeyir Allah’ın oğludur.” dediler, ifadeleri murad olunmaktadır.

Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (........) ifadesini (........) harfi olmaksızın, (........) olarak okumuştur. Bu kelimeyi, (........) harfini isbat ile yani bu harfi (........) olarak okumak, bu ibârenin kendisinden önce geçen kıssaya ma'tûf bir kıssa olduğunun kabul edilmesi sebebiyledir. (........) sız olarak yani, (........) olarak okumak ise bunun diğer kıssalardan ayrı yeni bir kıssa olması itibariyledir.

“Hâşâ! Allah bu gibi şeylerden yüce ve beridir.” Allah bunlardan münezzehtir ve uzaktır. Onu tenzih ederim.

“Bilâkis göklerde ve yerde her ne varsa hepsi O'nundur.”

Yani göklerde ve yerde var olan şeylerin tamaminin yaratanı, sâhibi ve Mâliki O'dur. Nitekim, bu cümleden olmak üzere Mesih Îsa'nın da, Uzeyir'in de yaratanı ve Mâliki Allah'tır. Dolayısıyla çocuk edinmek mâlikliğe ve yaratıcılığa aykırıdır.

“Hepsi de O'nun emrine boyun eğmişlerdir.” O'na râm olmuşlardır. Onlardan hiçbir şey Allah'ı onları yaratmaktan, takdir etmekten, “Ol!” emriyle var etmekten menedemez.

(........) kelimesindeki tenvîn ise, muzâfun ileyh yerine gelmiştir, onun yerini almıştır.

Yani, “Göklerde ve yerde var olan her şey” demektir.

Ya da, “Mesih ve Uzeyir'i Allah'a çocuk olarak isnad eden herkes, “takdirindedir. (........) ibâresi, itâat ederler, ibâdet ederler, O'nu Rab olarak ikrar ve kabul ederler, kendilerine izafe edilen hususları kabul etmeyip reddederler.

Yine bu âyette, ilim ve akıl sâhibi varlıklar için kullanılan bir kelime olan, (........) getirildi ve âyetin sonu da akıl sâhibi varlıklar için kullanılan bir ifadeyle, (........) getirildi. Neden? Bu tıpkı, (........) kavli gibidir.

117

O göklerin ve yerin eşsiz yaratanıdır. Bir şey dilediği zaman ona yalnızca, “Ol!” der ve o da hemen oluverir.

“O göklerin ve yerin eşsiz yaratanıdır.” Gökleri de ve yeri de daha önce asla benzeri ve örneği görülmemiş bir şekilde icâdetmiş, var etmiştir. Yoksa bir örnekten yararlanma değil haşa! Nitekim daha önce hiçbir benzeri ve örneği görülmemiş olan her şeye, bunu ben icadettim, benim eserim, bedii olarak ortaya koyduğum şey, denir. Hatta bundan hareketle, Sünnet ve Cemaate muhalefet edenlere de mübtedi (bidatçi) denmiştir. Çünkü bu kimseler sahâbe ve tabiin (Allah hepsinden de râzı olsun) dönemlerinde hiç Meselâe rastlanmamış olan fikir ve düşünceleri, inançları İslâm'a sokmuşlardır. Bu anlamda kendilerine bidatçi denmiştir.

“Bir şey dilediği zaman” bir şeye hüküm verdiği, bir şeyi takdir buyurduğu zaman,

“Ona yalnızca (........) der ve o da hemen oluverir.”

Burada geçen, (........) kelimesi nakıs olan (........) fiili olmayıp tam olan fiil olarak görev yapmaktadır.

Yani, “Meydana gel, var ol, der. O şey de hemen meydana gelir, var olur” demektir. Bu ifade aslında yaratma olayının yani “ol” emrinin çok hızlı bir şekilde meydana geldiğini gösteren mecâzî bir ifadedir, bizim anlayabilmemiz için söylenen bir ifadedir. Kısaca bu bir temsildir, örneklemedir. Yoksa ortada bir söz ya da konuşma yoktur, sadece bir mecâz vardır burada. Ancak bunun manası şöyledir:

Yüce Allah herhangi bir şeye hükmettiğinde ya da onları takdir buyurduğunda, o şeyler derhal oluşur ve hepsi de bundan kaçınmaksızm, imtina etmeksizin ve asla beklemeksizin var oluş emri içinde gerçekleşir. Bu, âdeta şuna benzer: itaatkâr olan bir memur (emir alan kişi) hiç beklemeksizin ve verilen emirden kaçınmaksızm derhal o emri yerine getiriyorsa ve uzak durmaktan sakınıyorsa işte bu da öyledir.

İşte bu ifade ile Allah (celle celâlühü) çocuk edinmekten ya da doğurmaktan uzak olduğu gerçeğini bu manasıyla pekiştirmiş oluyor. Çünkü, bu manasıyla kudret sıfatına sahip olan bir zatın elbette ki tüm sıfatları cisimlerinkinden farklı olacak ve asla onların sıfatlarına benzemeyecektir. Öyleyse, ortada nasıl bir doğma ya da doğramaktan söz edilebilsin ki?

(........) kelimesinde asl olan merfû' olmasıdır. Çünkü bu, genel manada tüm kırâat imâmlarının okuyuş tarzıdır ki, bu da bunu yeni bir cümle (istinaf) olduğu esasına dayanır.

Yani, “O da oluverir. “demektir. Yahut da bu, (........) üzerine ma'tûf olarak merfûdur.

Ancak kırâat imâmlarından İbn Âmir ise, (........) kelimesini, (........) kelimesi üzerine atfederek bunu mensûb okumuştur. Çünkü, (........) kelimesi emir kipidir (fiildir). Bu itibarla, emrin cevabı da (........) ile olunca bunun mensûb olması gerekir.

Ancak biz de burada diyoruz ki, (........) kelimesi gerçek manada bir emir fiili, yani kipi değildir. Çünkü burada, (........) demekle, (........) demek arasında herhangi bir fark yoktur. Mademki, durum böyle ise bu takdirde kelimeyi mensûb okumanın bir anlamı da olmaz. Böyle bir durumun olması yani bunu emir kabul edilebilmesi için, bu takdirde bu emir kipiyle ya var olan bir muhataba bir emir olması gerekir. Halbuki mevcut yani var olana, zaten var olması bakımından tekrar ona, “Ol!” emri verilemez. Çünkü zaten var. Ya da, muhatap yoktur, madumdur. Yok yani madum olana da hitap olunmaz, seslenilmez.

118

Hakkı bilmeyenler dediler ki: “Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir âyet (mu'cize) getirmeli değil miydi?” Nitekim, onlardan öncekiler de tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişlerdi/Kalpleri (düşünceleri) nasıl da birbiriyle örtüştü! Biz gerçekleri kesin bilmek isteyenlere işte âyetlerimizi böylece açıklamışızdır.

“Hakkı bilmeyenler dediler ki:” Bunlar ya müşrikler veya kitap ehli Yahûdî ve Hırıstiyanlardan olanlardır. Allah, âyetinde bunları ilimden yoksun olmakla zikretti. Çünkü bunlar bildikleriyle amel etmediklerinden ya da bildiklerinin gereğini yapmadıklarından dolayı böyle buyurmuştur.

“Allah bizimle konuşmalı değil miydi?” Allah meleklerle, Hazret-i Mûsâ (aleyhi’s-selâm) ile konuştuğu gibi bizimle de konuşması gerekmez iniydi? Bu kâfirler sırf kendilerini büyük gördüklerinden ve azgınlıklarından söylemektedirler.

“Ya da bize bir âyet (mu'cize) getirmeli değil miydi?” Bunu da yine sırf inkâr ve aşağılama, küçümseme kasdıyla söylemektedir.

“Nitekim, onlardan öncekiler de tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişlerdi. Kalbleri (düşünceleri) nasıl da birbiriyle örtüştü.”

Yani günümüzde böyle diyenlerin kalpleriyle (düşünceleriyle) onlardan önce geçenlerin kalpleri (ve düşünceleri) körlükte, basiretsizlikte ne kadar da örtüştü ve benzeşti.

“Biz gerçekleri kesin bilmek isteyenlere iste âyetlerimizi böylece açıklarız.”

Yani, insaf ölçüleri içerisinde hareket eden ve böyle gelen âyetlerin - mu'cizelerin Allah tarafından geldiğine ve olduğuna kesin olarak inanan bir toplum için bunların gerçekliğini itirafta bulunmaları gerekir. Onlar karşısında boyun eğmeleri icabeder. Başka hiçbir şeyle değil, bunlar ile yetinmesi lâzım gelir.

119

Muhakkak biz seni Kur'ân ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorulacak değilsin.

“Muhakkak biz seni -mü'minleri sevap ve- Kur'ân ile müjdeleyici ve -kâfirleri de azap ve cezâ ile- uyarıcı olarak gönderdik.”

“Sen cehennemliklerden sorulacak değilsin.” Biz sen onlardan sorumlu tutacak değiliz. Çünkü, sen onlar için var gücünü ortaya koyup tebliğ ettikten sonra buna rağmen onların îman etmemelerinin hesabım sana soracak, faturasını sana çıkaracak değiliz. Kaldı ki, sen davetini onlara ulaştırmak için de elinden geleni yaptın. Bu son cümle de tıpkı, (........) ile (........) kelimeleri gibi hâldir.

Yani, sorumlu değildir, demektir. Ya da bu, yeni bir cümle olabilir.

Kırâat imâmlarından Nâfi'', (........) kelimesini, (........) olarak nehiy manasında okumuştur. Bunun da manası; kâfirlerin karşı karşıya bulundukları azâbın önemini ve büyüklüğünü göstermektir.

Meselâ; bir belâ ve felâket içerisinde kalmış olan birinin durumunu “Faları şahıs nasıl? “diye sorman durumunda tıpkı senin karşmdakinden, “Arkadaş onu hiç sorma!...” diye cevap almana benzer bir ifadedir buradaki.

Bir diğer “kîle” ile gelen zayıf tefsir ise şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) keşke babam ve annemin şu anda ne durumda olduklarını ve ne yaptıklarını bilebilseydim.” diye hayıflanır. İşte bunun üzerine yüce Allah peygamberini, kâfirlerin durumlarını sormaktan, öğrenme isteğinden men etmiştir.

120

Yahûdîler olsun, Hırıstiyanlar olsun sen onların dinlerine uymadıkça asla senden hoşnut olmayacaklardır. De ki: “Allah'ın dosdoğru yolu, İslâm'ın ta kendisidir.” Eğer sana gelen ilimden (vahiyden) sonra sen Yahûdî ve Hırıstiyanların hevâ ve heveslerine (isteklerine) boyun eğersen, yemin olsun ki, Allah'tan sana ne bir yar -dost ve ne de bir yardımcı vardır.

“Yahûdîler olsun, Hırıstiyanlar olsun, sen onların dinle/ine uymadıkça asla senden hoşnut olmayacaklardır.” Sanki burada onların şöyle bir ifadelerine yer verilir gibidir:

“Sen ne kadar bizi memnun etmeye, hoşnut etmeye çalışırsan çalış, sen bizim dinimize, inanç, sistem ve uygulamalarınııza uymadığın sürece biz hiçbir zaman ve asla senden memnun kalacak değiliz.”

Böylece Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in, bu gibi kimselerin ya da toplumların kesinlikle İslâm dinine giremeyeceklerini ve onlardan umut kesmesi gerektiğini Rabbim bu şekilde bildirmiş oluyor ve onların konuşmalarını, söz ve niyetlerini Azîz ve celil olan Allah bildirmiş oluyor.

Çünkü, İslâm bizatihi tümüyle ve hepten hidâyettir. Artık onun ötesinde bir hidâyet, doğru yol aranmaz, aranamaz. Halbuki onların hidâyet ya da doğru yol diye halkı davet ettikleri şey ya da şeyler hevâ ve hevesten başkası değildir. Görmez misin bak, Allah ne buyuruyor:

“Eğer sana gelen ilimden (vahiyden) sonra” yani, Allah'ın hak dininin bizzat islâm dini olduğu gerçeğini öğrendikten ya da kesin ve sağlıklı deliller, apaçık hüccet ve kanıtlarla malum dinin İslâm olduğunu bilip öğrendikten sonra, “Şu Yahûdî ve Hırıstiyanların hevâ ve heveslerine, -hevâ ve bidatlerden oluşan sözlerine, görüşlerine— boyun eğersen,yemin olsun ki:”

“Allah'tan sana ne bir yar (dost) ne de bir yardımcı vardır.” Seni Allah'ın azâbından kurtaracak ne bir dostunu ve ne de bir yardım edenin bulunacaktır.

121

Kendilerine kitap verdiklerimizden öyleleri de vardır ki; o kitabı, okunması gerektiği gibi okuyup uygularlar. İşte bunlar o kitaba îman edenlerin ta kendileridir. Kim de onu inkâr ederse işte hüsrana uğrayanlar da onlardır.

“Kendilerine kitap verdiklerimizden öyleleri de vardır ki; o kitabı, okunması gerektiği gibi okuyup uygularlar.”

Burada, (........) mübtedadır. (........) ise bunun sıkışıdır (ilgi cümleciğidir). Burada sözü edilenler, kitap ehlinin mü'min ölarılarıdır, inananlarıdır. Bu kitaplar da Tevrât ile İncîl'dir ki, dolayısıyla bu iki kitabın inananları demektir. Bu, birinci tefsirdur. Diğer bir tefsire göre bunlar Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ashâbıdırlar. Buradaki kitaptan maksat da Kur'ân-ı Kerîm'dir. Buradaki, (........) kelimesi de, (........) zamîrinden takdir olunan bir hâldir. Çünkü, onlar Kitap inmekte olduğu sırada onu okuyor değillerdi. Bu mastar kabul edilerek de mensûb kılınmıştır.

(........)

Yani tertîl üzere (okunma açısından kırâat kurallarına uyarak, harfleri çıkması gereken yerlerden/mahreçlerden çıkararak), tefekkür ve tedebbür suretiyle üzerinde düşüne düşüne okurlar. Ya da içindeki hükümlere îman ederek ve gereğini yaparak, amel ederek okurlar. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in o kitaplarda var olan sıfatlarını değiştirmeden okurlar, gereğini yaparlar.

“İste bunlar o kitaba îman edenlerin ta kendileridir.”

Burada, (........) mübtedadır. (........) cümlesi de bunun haberidir. Cümle bütünüyle de, (........) nin haberidirler. Aynı zamanda, (........) ibâresinin haber olması, cümlenin de bir başka haber olması da câizdir.

“Kim de onu inkâr ederse, iste hüsrana uğrayanlar da onlardır.” Hidâyeti verip de yerine dalâleti satın alanlar da bunlardır.

122

Ey İsrâ'il oğulları! Size önceden verdiğim nimetlerimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın!

“Ey İsrâ'il oğulları! Size önceden verdiğim nimetlerimi -üzerinize nimet olarak sunduğum şeyler- (........) ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın. “Sizi kendi çağınız insanlarına üstün kıldığımı hatırlayın.

123

Öyle bir günün dehşetinden sakının ki, o gün hiçbir kimse bir başkası adına ödeme yapamaz, hiçbir kimseden bir fidye kabul edilmez ve (Allah'ın izni olmadan) hiçbir kimseye şefâat de fayda vermez ve onlara yardım da olunmaz.

“Öyle bir günün dehşetinden sakının ki, o gün hiçbir kimse bir başkası adına ödeme yapamaz, hiçbir kimseden bir fidye kabul edilmez ve hiçbir kimseye şefâat de fayda vermez ve onlara yardım da olunmaz.”

Burada, (........) zamîri mübteda olarak merfûdur. Haberi de, (........) fiilidir. Her dört cümle ise, (........) kelimesinin sıfatıdırlar.

Yani mana şöyledir:

“Hiçbir ödemenin almmadığı o günden, hiçbir şeyin kabul edilmediği o günden, hiçbir şefâatin yarar sağlamadığı o günden ve hiçbir yardımın yapılmadığı o günden sakının.”

Bu iki âyetin bu şekilde tekrar olunmasının sebebi, Yahûdîlerden sudur eden tekrar tekrar ma'siyetleri sebebiyledir/Böyle İsrâ'il oğullarının kıssası başladığı şekliyle son bulmuş oldu.

124

Ve yine hatırlayın ki: Bir zamanlar Rabbi İbrâhîm'i birtakım kelimelerle (emirlerle) denemişti. İbrâhîm de emredildiği gibi onları yerine getirdi. Rabbi de ona: “Seni insanların üzerinde emirlerirni uygulayan bir imâm (önder) kılacağım.” buyurdu. İbrâhîm de: “Soyumdan da imâmlar gönder.” diye yakardı. Allah: “Ahdim zalimlere ermez (zalimler için böyle bir söz vermem).” buyurdu.

“Ve yine hatırlayın ki, bir zamanlar Rabbi birtakım kelimelerle (emirlerle) denemişti.”

Burada, (........) ifadesi, (........) takdirindedir. Birtakım emir ve yasaklarla onu denedi, imtihan etti.

İhtibar: Deneme ve tecrübe ya da imtihan ifadesi bizim açımızdan değerlendirildiğinde, bizim bilmediğimiz şeylerin ortaya çıkması manasındâdır. Yüce Allah açısından ele alındığında ise, Allah'ın bildiği bir gerçeği açıklaması, ortaya koyması demektir.

İbtilanın ya da imtihanın akıbeti veya sonucu ise; gerek şâhit hazır olan açısından olsun ve gerekse gaib (yani yanımızda hazır olmayan) noktasından olsun her ikisi yönünden gizli (yani bizim açımızdan anlaşılması zor olan) bir şeyin tümüyle ortaya çıkması anlamındadır. İşte bunun içindir ki, bunun yüce Allah'a izafesi câiz görülmüştür.

Bir diğer tefsire göre; Allah'ın kulunu denemesi demek, iki şeyden birini tercih yani Allah'ın dilediği şey ile kulun arzuladığı şey arasında mümkün olması sebebiyle birini tercih noktasında bu, mecâzî anlamda kullamlmıştır. Sanki Allah kulunu, ondan olabilecek bir şey ile imtihan ediyor da, sonuçta kulunu buna göre değerlendirip cezâlarıdırıyor gibi bir şey..

İmâm Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) burada, İbrâhîm kelimesini merfû' olarak okumuş yani, (........) tarzında kırâat etmiştir ki, bu, aynı zamanda İbn Abbâs'ın da kırâatidir.

Yani bunun manası şu demektir:

“Hazret-iİbrâhîm (aleyhi’s-selâm) dualardan oluşan birtakım kelimelerle, âdeta denemeye tâbi tutulan biri gibi Rabbine dua edip çağırdı. Acaba Rabbi onun bu kelimelerine icabet buyuracak mı, buyurmayacak mı?”

İbtila: İhtibar, imtihan, deneme ve tecrübe etmek demektir. Allah'ın ibtilasi, imtihan etmesi demek, bir şeyi kullarına bildirmesi meselesine râcidir. Yoksa o şeyi bilmek ya da öğrenmek manasında değildir. Çünkü olacakları zaten bilir. Dolayısıyla Allah'ın öğrenmek için bu türden bir denemeye ihtiyacı yoktur. İşte bu yönüyle mana şöyledir: “Allah, kullarına deneme, imtihandan geçirme muamelesi yapar.

Tefsîr bilginlerinin çoğunluğu da, söz konusu kelimelerin, sünnet itibariyle on haslet olduğu noktası üzerinde durmuşlardır.

Bu on hasletten beş tanesi baş bölgesinde olup kalan beş haslet de vücûdun diğer bölgelerindedir. Bk. Tefsiru'l-Vasît.)

“İbrâhîm de emredildiği gibi onları yerine getirdi.”

Yani, nasıl yapması gerekiyor idiyse aynen öylece tamamladı. Hiç ifrat ve tefrite girmeksizin kendisinden istenileni yerine getirdi. Bu âdeta:

“Ahdine vefa gösteren İbrâhîm..” Necm, 37. kavlindeki gibidir. Ebû Hanîfe merhumun kırâatine göre bunun manası şöyledir:

Allah, ona istediklerini hiç eksiltmeden tastamam olarak verdi.” İşte bu tefsire göre Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ın Rabbinden istediği kelimeler, tefsirimizin bu âyet grubu içerisinde yer alacak olan, Bakara Sûresi, 126. - 129. âyetlerinde yer alan dualarıdır.

(........) yani, kelimelerden murat; meşhur olan kırâate göre beş tanesi baş bölgesindedir ve şunlardır; Saçım ortadan ikiye ayırmak, bıyıkları kısaltmak, misvak kullanmak, mazmaza (yani ağzı su ile temiz olarak çalkalayıp yıkamak) ve istinşaktır (buruna su çekip burnu temizlemektir).

Bunlardan beş tanesi de vücûdun diğer bölgelerinde olup şunlardan oluşmaktadır; Sünnet olmak, tırnakları kesmek, koltuk altlarını temizlemek ve eteğini tıraş etmek, bir de istinca, yani taharetlenip temizlenmektir.

İbn Abbâs'a göre bunlar şerî'attan otuz paydır. Bu otuzdan on maddesi, Tevbe Sûresi, 112. âyette, on maddesi, Ahzâb Sûresi, 35. âyette ve kalan on maddesi de, Mü'minûn Sûresi, 9. ve Meâric Sûresi, 34. âyetlerde yer almaktadır.

Bir tefsire göre de bunlar hac menâsikidir.

“Rabbi de ona: seni insanların üzerine emirlerimi, uygulayan bir imâm (önder) kılacağım, buyurdu.”

İmâm: Kendisine uyuları kimseye verilen addır.

Yani, onlar dinlerini uygulamada seni imâm ve lider kabul edecekler.

“İbrâhîm de: (........) diye yakardı.”

Yani neslimden de kendilerine uyuları imâmlar gönder. Kişinin zürriyeti demek, erkek olsun - kadın olsun var olan çocukları, demektir. (........) kelimesi, (........) kalıbından bir kelimedir. Kelime kök itibariyle, (........) den türeme olup “yaratmak” manasındadır. Sonundaki (........) hemze harfi (........) harfine dönüştürülüp idgam olunmuştur.

“Allah: (........) zalimler için böyle bir söz vermem-, buyurdu.” Kırâat imâmlarından Hamza ve Hafs, (........) kelimesindeki (........) harfini sakin olarak okumuşlardır. Diğer kırâat imâmlarıı ise, (........) harfinin fethasıyla okumuşlardır. Mana da şöyledir:

“Senin neslinden zâlim olanlara imâmet isabet etmeyecek, verilmeyecektir.”

Yani, onlardan kâfir olanlarına sana verilen onlara verilmeyecektir.

Rabbimiz burada şu gerçeği bize bildiriyor:

Müslümanlara âit olan bir imâmet görevi kâfirler için'söz konusu değildir. Çünkü; Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ın soyundan hem Müslüman olan bir nesil ve hem de kâfir olan bir nesil gelmiştir ve gelecektir de. Yüce Allah (celle Celâluhû) şöyle buyuruyor:

“Kendisini ve İshak'ı mübarek (bereketli) kıldık. Fakat her ikisinin de soyundan iyi kimseler (muhsinler) olacağı gibi, kendine açıktan açığa kötülük edenler (zalimler) de olacaktır.” Saffât, 113.

Bu âyette yer alan ve “İyi kimseler” olarak belirttiğimiz (........) kelimesi, (........) yani, îman eden manasındadır. “kötülük edenler” diye belirttiğimiz (........) kelimesi de, (........) inkârcılar anlamındadır.

İşte Mu'tezile mezhebi mensupları bu âyete dayanarak, fâsık kimenin imâmetinin sahih ve uygun olmadığını ileri sürmektedirler. Diyorlar ki:

“Buna göre bir kâfirin imâmeti nasıl câiz olabilsin ki? Çünkü İmâmın, yani İslâm devlet başkanının görevi zulmün önüne geçmektir. Eğer bizzat kendisine zulümde bulunan bir kimse imâm (devlet başkanı) olarak tayin olunursa bu akla şu atasözünü getirir: “Sürüye kurdu çoban atayanlar, koyunlara zulmetmiş olurlar.”

Ancak Ehl-i sünnet olarak biz burada şunu demek istiyoruz. Burada zâlimden murat kâfir demektir. Çünkü kâfir mutlak manada zâlim demektir.

Bir tefsire göre de Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm), soyundan gelenlerin tıpkı kendisi gibi peygamber olmalarını istemiştir. Yüce Allah da ona, zalimlerin peygamber olmayacaklarını bildirmiştir.

125

Ve yine hatırlayın ki: “Beytullah'ı insanların sevap kazanmaları için toplanma yeri ve güvenli bir mekân kılmıştık. Öyle ise siz de İbrâhîm'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın).” Ve biz İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, tavaf edenler, itikafa girerek kendilerini ibâdete verenler, rüku ve secde ederek namaz kılanlar için tertemiz tutun.” diye emrettik.

“Ve yine hatırlayın ki: Beytullah'ı insanların sevap kazanmaları için toplanma yeri ve güvenli bir mekân kılmıştık.” Nasıl yıldız denince ilk akla gelen Süreyya yıldız oluyorsa, “Beyt” denince ilk ve hemen akla gelen Kâ'be'dir. Çünkü hep Beyt ismi kullanıla geldiğinden bu artık bir özel isim mahiyetini almıştır ve Allah'ın evi akla gelir.

(........) Halkın dönüp geldikleri ve toplandıkları yer.

Yani hacca ve umreye gidenlerin, dünyanın dört bir tarafından çıkıp gelenlerin toplarııp sığındıkları mahal. (........) Güvenli mekân. Çünkü buraya bir caninin gelip sığınması hâlinde o orada bulunduğu müddetçe dokunulmazlığı var demektir. Oradan çıkıp ayrılarıa kadar kimse ona dokunamaz, saldıramaz. İşte bu âyet bizim için yani Ehl-i sünnet lehine bir delildir. Hareme sığınan herhangi bir kimsenin orada bulunduğu müddetçe dokunulmazlığı vardır.

“Öyle ise siz de İbrâhîm'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın).”

Biz: “Orada kendiniz için namaz kılabileceğiniz bir yer edinin.” dedik. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den rivâyete göre, kendisi Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)’in elinden tutarak şöyle buyurmuş:

— İşte burası Makam-ı İbrâhîm'dir. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh).

— Biz burayı namaz edinmeyelim mi, diye sorar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de:

— Ben bununla emrolunmadım.” buyurur. Henüz güneş batmamıştı ki, bu âyet nâzil oldu.”

Hafız İbn Hacer, bunu Ebû Nuaym rivâyet etmiştir. İbn Ebû Dâvud da bunu el-Mesahif te rivâyet etmiştir. Bk. Kenzu'l-Ummal, 38107.

Bir tefsire göre, (........) dua edilecek yer edinin, demektir.

Makam-ı İbrâhîm: Üzerinde Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in ayak izlerinin bulunduğu taş, demektir. Bir tefsire göre de Harem'in tamamı Makam-ı İbrâhîm'dir.

Kırâat imâmlarından İbn Âmir ve Nâfi' mazi (geçmiş zaman) kipiyle, (........) olarak kırâat etmişler, diğerleri ise âyette geçtiği şekliyle emir kipi olarak okumuşlardır. Mazi sigasıyla okuyanlar bunu, (........) üzerine atfetmektedirler.

Yani:

“Halk, Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in işaretlediği (belirlediği), önem verdiği ve soyunu yerleştirdiği yeri kıble edinerek orada namazlarını kılmak üzere orayı namazgah edindi.”

“Ve biz İbrâhîm ile İsmâîl'e emrettik:” “Beytimi tertemiz tutun!”

Kırâat imâmlarından, Nâfi', Cafer ve Hafs, (........) harfinin fethiyle, (........) olarak okumuşlardır. Bu da, (........) takdirindedir. Veya sadece, (........) takdirindedir. “Temizleyerek veya temizleyin.” Manalarında olmak üzere. Manası şöyledir:

“Her ikiniz onu (evimi) putlardan, necis, pis ve murdar olan her şeyden arındırarak tertemiz hale getirin!”

“Tavaf edenler -Beytullah'ın çevresinde dolananlar veya değişik ülkelerden çıkarak oraya gelenler-, itikafa girerek kendilerini ibâdete verenler —Kâ'be'nin civarında yerleşip kalanlar veya orada ikamet edip de ayrılmayanlar, Mekke'nin yerlileri- rükû ve secde ederek -her iki hareketi de namazlarında cem etmek suretiyle- namaz kılanlar için tertemiz tutun, diye emrettik.”

126

Ve şunu da hatırlayın ki: “İbrâhîm; Rabbim! Burayı emin ve güvenli bir belde kıl! Halkından da Allah'a ve âhiret gününe îman edenleri çeşitli meyve ve ürünlerle rızıklarıdır!” diye yakardı. Rabbi de: “Halkından inkârcıları bile az bir süre de olsa rızıklarıdırır, sonra da onu cehennem ateşinin azâbına suçunun cezâsı olarak mahkum ederim. Orası ne kötü bir varış yeridir!” diye buyurdu.

“Ve şunu da hatırlayın ki: İbrâhîm, (........)”

Yani bu beldeyi veya bu mekânı, mutlu bir hayatın geçirilmesi için güven duyuları, emin olan bir yer kıl. Ya da burada bulunanları güven ve emniyet içinde eyle, demektir. Bu tıpkı, “Tam uyku çekilecek, dinlenilecek bir gece.” İfadesinde yer alan güven ifadesine benzer bir ifade gibidir.

Burada, (........) kelimesi ilk mef'ûl, (........) kelimesi ikinci mef'ûl ve, (........) kelimesi de bunu sıfatıdır.

“Halkını, da çeşitli meyve ve ürünlerle rızddandır!” Çünkü o dönemlerde Mekke'de pek ürün bulunmazdı. İşte bu cümledeki, (........) den bedel, âyetin bundan sonra gelen şu cümlesidir:

“Bunlardan da Allah'a ve âhiret gününe îman edenleri çeşidi meyve ve ürünlerle rızıklarıdır.”

Bu, külden bedeli ba'zdır.

Yani özellikle “Oradaki halktan mü'min olanları rızıklarıdır” . Böylece Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) rızık olayını da imâmet ile kıyaslayarak, bunu da sadece ona îman edenlere tahsis etmiş oldu.

“Rabbi de -ona cevap olarak- halkından inkârcıları bile az bir süre de olsa -ecellerinin bitimine kadar da olsa ya da az bir müddet faydalanmaları da olsa- rızıklarıdır:”

Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (........) kelimesini, (........) olarak kırâat etmiştir.

“Sonra da onu cehennem ateşinin azâbına suçunun cezâsı olarak mafıkum ederim.” Mecburi olarak gidip sığınacağı yer ateştir. Burada mahsusun bi'z-zem mahzûftur (gizlidir).

127

Hani şunu da hatırla ki: İbrâhîm ve oğlu İsmâîl birlikte Beytullah’ın temellerini yükseltiyorlar ve şöyle dua ediyorlardı: “Rabbimiz! Bunu bizden kabul buyur; şüphesiz sen her şeyi hakkıyla işiten ve hakkıyla bilensin.”

“Hani şunu da hatırla ki, İbrâhîm ve oğlu İsmâîl birlikte Beytullah’ın, temellerini yükseltiyorlar ve şöyle dua ediyorlardı:”

Burada, (........) cümlesi, geçmiş zamanı hikâye ediyor.

Yani daha önce geçen bir olayı muzari (şimdiki zaman) kipim kullarıarak zikrediyor. (........) kelimesi, “kâide” kelimesinin çoğuludur. Bu da esas ve asıl anlamında binanın üzerinde kurulduğu ya da inşa edildiği temel demektir, “kâide” kelimesi sıfat olmakla birlikte artık daha çok isim gibi kullanılan bir kelimedir. Bunun manası da sabit, demektir. Bu açıdan sıfat-ı galibe denmiştir. Temellerin yükselmesi demek, inşaatın ya da binanın o temeller üzerinde yükseltilmesi anlamındadır. Çünkü, temel üzerinde inşâata devam olunurken artık o alçak (düşük) seviyeden yükselerek çıkar ve daha önce kısa bir yapı iken duvarlar uzayıp yükselir.

(........) Beytullah manasına olup Kâ'be demektir. İsmâîl kelimesi, İbrâhîm kelimesine ma'tûftur. Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) bir usta olarak binayı inşa ediyor, Hazret-i İsmâîl (aleyhi’s-selâm) de bir çırak gibi ona taş taşıyıp veriyordu.

“Rabbimiz! Bunu bizden kabul buyur!”

Her ikisi de, “Rabbimiz, diyorlardı.” Bu (........) fiili hâl olarak mahallen mensûbtur. Abdullah b. Mesud, kendi kırâatinde bu fiili açıktan okuyarak izhar ederdi. Manası da:

“Her ikisi de binanın temellerini yükselterek, ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Biz Senin bu beytini yapmakla sana yaklaşıyoruz, diye yakarıyorlardı.”

“Şüphesiz sen her şeyi hakkıyla işiten duamızı duyan- ve hakkıyla -içimizden geçenleri ve niyetlerimizi- bilensin.”

Âyette önce geçen “temeller” kelimesi, neyin temelleri olduğu belli olmadığından mübhem olarak zikredilmiş bulunuyor. Sonra bu, “Beyt” ile kayıtlanınca Beytullah'a âit temeller olduğu anlaşılıyor ki, bu da yapılan işin (Beytin) önemine ve şanının yüceliğine işaret kasdını taşımaktadır.

128

“Rabbimiz! Her ikimizi de (Müslüman olarak) Sana teslim olmuş iki kul eyle. Soyumuzdan da sana teslim olan (Müslüman) bir ümmet çıkar! Rabbimiz! Bize nasıl ibâdet edeceğimizi, ibâdet edeceğimiz yerleri göster! Tevbelerimizi kabul buyur! Çünkü, Sen gerçekten tevbeleri çok kabul eden ve merhamet sâhibi olansın.”

“Rabbimiz! Her ikimizi de (Müslüman olarak) Sana teslim olmuş iki kul eyle!” Yüzlerimizi ihlâslı ve samimî bir şekilde sana döndür. Bu ifade, Bakara Sûresi, 112. âyete dayanan bir ifadedir. Çünkü, orada şöyle buyurulmuştur:

... Kim samimî ve dürüst bir şekilde yüzünü ... bir Müslüman olarak Allah'a teslim ederse ...”

Ya da boyun eğen iki Müslüman olarak, demektir. Meselâ:

(........) ve (........) denir ki bu, boyun eğmek, ram olmak, teslim olmak manalarınadır. Mana ise şöyledir:

“Bizim sana karşı olan ihlâs ve samimiyetimizi artır, sana hep boyun eğen kıl”

“Soyumuzdan da sana teslim olan (Müslüman) bir ümmet çıkar!” Burada geçen (........) cer edatı teb'îz (ayırma, istisna tutma) ya da tebyin (açıklama) içindir. Bir tefsire göre de Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ve İsmâîl (aleyhi’s-selâm) “ümmet” ifadesiyle Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ümmetini kasdetti, demektir. Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ve Hazret-i İsmâîl (aleyhi’s-selâm) özellikle kendi soylarından gelenleri dualarına almaları, insanın kendi öz çocuğuna karşı daha merhametli olması sebebiyledir. Çünkü, Allah şöyle buyurmuştur:

“Ey îman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” Tahrîm, 6.

“Rabbimiz! Bize, nasıl ibâdet edeceğimizi, ibâdet edeceğimiz yerleri göster! “

Buradaki, (........) kelimesi, (........) fiilinden nakledilmiştir. Göster veya tanıt manasınadır. Bu bakımdan fiil iki mef'ûl almamıştır.

Yani; bize hac esnasında ibâdet edebileceğimiz yerleri göster ya da onları bize öğret, tanıt, demektir.

(........) kelimesi, (........) harfinin fetha ve kesresiyle olan, (........) kelimesinin çoğuludur. Bu da, içinde ibâdet olunan yer demektir. Nitekim, bu manada âbid yani ibâdet edene nâsik denmiştir.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr bu kelimeyi, (........) olarak okumuştur. (........) kelimesindeki (........) a kıyaslayarak böyle okumuştur. Ebû Amr ise kesre ile işmam yaparak okumuştur.

“Tevbelerimizi kabul buyur!” İşlediğimiz kusurlarınıız sebebiyle ya da nesilleri adına tevbe talebidir.

“Çünkü sen gerçekten tevbeleri çok kabul eden ve merhamet sâhibi olansın.”

129

“Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder ki, onlara senin âyetlerini okusun, Kitabını ve hikmeti onlara öğretsin ve onları şirkin her çeşidinden arındırsın. Muhakkak sen Azîzsin, Hakîmsin.”

“Rabbimiz! içlerinden -Müslüman ümmet içinden- onlara, bir peygamber gönder ki,” işte bunun üzerine Allah onların arasından Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i peygamber olarak gönderdi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Ben babam İbrâhîm'in duasının, Hazret-i Îsa'nın müjdesinin ve Annem Âmine'nin de rüyasının ürünüyüm.”

Çünkü Peygamberimizin annesinin rüyasına göre, “Kendisinden Mekke'yi aydınlıkla dolduran bir nurun çıktığını görmüştür.” Bk. Ahmed b. Hanbel, 4/127; İbn Hibban, 6404. Hakîm, Müstedrek, 2/600. Bezzâr da Keşfu'l-Esrâr'da, 2365 rivâyet etmişler.

“Onlara senin âyetlerini okusun,” Onlara vahyini okusun, kullarına, vahyetmiş olduğun şeyi, senin birliğinin ya da vahdaniyetinin delillerini tebliğ etsin, peygamberlerinin doğruluğunu tasdik eden gerçekleri anlatsın.

“Kitabını -Kur'ân'ı-, hikmetini -Sünneti ve Kur'ân'ı kavrama gücünü- onlara öğretsin ve onları şirkin her çeşidinden -ve diğer murdarlıklardan- arındırsın.”

“Muhakkak sen Azîzsin -asla yenilmeyen gahpsin-, Hakîmsin -Senin hükmün üzerinde başka şeylerin geçerliliği yoktur.”

130

Kendini bilmezden başka kim İbrâhîm'in dininden vazgeçebilir? Yemin olsun ki, biz onu dünyada peygamber olarak seçtik. Ve o âhirette de muhakkak sâlih olan kullardandır.

“Kim İbrâhîm'in dininden vazgeçebilir?Buradaki soru aslında inkâr anlamında bir ifadedir. Bu, akıl sâhibi varlıklarda söz konusu olan bir inkârdır. Dolayısıyla apaçık olan hakkı ve gerçeği kim inkâr edebilir? Ki bu da İbrâhîm'in dinidir. Âyette geçen ve din olarak verdiğimiz kelime “millet” kelimesidir.

Millet: Sünnet, gidilen yol, demektir. Nitekim Zeccâc da bunu böyle zikretmiştir.

“Kendini bilmeyenden başka,”

Buradaki, (........) kelimesi, (........) fiilindeki zamîrden bedel olarak merfûdur. Bedel olması da sahihtir. Çünkü , (........) fiili tıpkı, (........) gibi amel etmeyen bir kelimedir. Mana şöyledir:

“Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in dininden ancak kendini bilmeyen vazgeçer, inkâr eder.” Henüz kendini bilmeyen, ne idüğü belirsiz kimseler. Kelime müteaddi (geçişli) olduğu şekliyle öyle kabul edilmiştir. Ya da bunun manası:

“Kendi adına bilgisizlik etmiştir, aptalca davranmıştır.” demektir. Burada, (........) cer edatı tıpkı aşağıdaki örneklerde görüldüğü gibi cer edatları nasıl hazfedilmiş ise burada da öyledir. Meselâ:

A'râf, 155. âyetinde (........) edatı mahzûftur ve bu, (........) takdirindedir. Keza:

Bakara, 235. âyetindeki, (........) edatı gibi; yani: (........) takdirindedir.

Bu her iki görüş de Zeccâc'a âittir. İmâm Ferrâ'ya göre bu temyiz olarak mensûbtur. Ancak bu görüş zayıftır. Çünkü kelime ma'rifedir.

(........). “Yemin olsun ki, biz onu dünyada peygamber olarali seçtik ve o âhirette de muhakkak sâlih olan kullardandu:” Âyetin bu kısmı, Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in dininden dönenlerin yanlış bir görüşlerini açılamak içindir. Çünkü her iki dünyanın kerametini ve ikramlarını bünyesinde toplamış olan bir zatın yoluna herkes rağbet eder, ona koşup gelir, ondan kaçıp uzaklaşmaz.

131

Şunu da hatırla: “Rabbi ona; (Müslüman olarak) teslim ol!” dedi. İbrâhîm de: “Alemlerin Rabbine (Müslüman) olarak teslim oldum.” demişti.

(........) burada bu, (........) kelimesinin zarfıdır. Aynı zamanda, (........) fiilinin izman (gizli) (........) fiili ile mensûbtur. Sanki, “Şu vakti hatırla,” der gibi. Çünkü, böylece İbrâhîm'in seçkin ve sâlih bir kul olduğunu, dolayısıyla onun gibileri asla onun dininden dönmeyeceklerini ve vazgeçmeyeceklerini öğrenirsin. Çünkü Rabbi ona; “Teslim ol, boyun ey, itâatkâr ol ve dinini ihlâs sâhibi olarak Allah adına sürdür. “Buyurmuştu. O da ihlâslı olarak ve boyun eğerek teslim, oldum, demişti.

132

Bu dini İbrâhîm oğullarına tavsiye etti. Nitekim Ya'kûb da aynı vasiyette bulunarak dedi ki: “Çocuklarını! Muhakkak Allah sizin için bu dini (İslâm'i) din olarak seçti. Sakın İslâm dışı herhangi bir inanç uğruna can vermeyin!”

“Bu dini İbrâhîm oğullarına tavsiye etti. Nitekim, Ya'kûb da ayni vasiyette bulunarak dedi ki:”

Kırâat imâmlarından Nâfi', Ebû Cafer ve İbn Âmir, (........) kelimeşini, (........) olarak okumuşlardır. (........) Bu dini veya kelimeyi tavsiye etti, ki bu da daha önce geçen: (........) cümlesidir.

Ya'kûb kelimesi (ismi), İbrâhîm üzerine mamftur ve hüküm itibariyle onun hükmüne dahildir. Manası da: “Aynı şekil de Ya'kûb da oğullarına tavsiyede (vasiyette) bulundu.” demektir.

“Çocuklarını! Muhakkak Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) din olarak seçti.”

Burada bir gizli “dedi” kelimesi bulunmaktadır ki, biz mealde zaten bunu verdik.

Yani Allah, size dinlerin en seçkini ve süzülmüş olanını verdi. Bu da İslâm dinidir ve Allah, sizin onu din edinmenize, sizi muvaffak kıldı.

“Sakın İslâm dışı herhangi bir inanç uğruna can vermeyin.” Sakın ölümünüz, sizin şu anda üzerinde sebat etmekte olduğunuz İslâm'dan başka bir inanç sistemi uğrunda olmasın.

Gerçekte buradaki yasaklama, insanların öleceklerinde, halen din olarak üzerinde bulundukları İslâm'dan başka herhangi bir inanç sitemi ya da rejimi adına hayatlarını ortaya koymamalarını öngörmektedir. Bu tıpkı şuna benzer bir ifadedir. “Namazın huşu içinde olmadıktan sonra kılma.” Bu, namazı terk et manasında değil, fakat namazı kılınması gerektiği şekilde kılınma isteği ve tavsiyesidir. Dolayısıyla bu, “Namazını kıl ama, namazda huşûu elden bırakma. “demektir.

133

Ey İsrâ'il oğulları! Yoksa Ya'kûb'a ölüm gelip çattığında onun, çocuklarına: “Benim ölümümden soma hangi inanca göre kullukta bulunacaksınız?” diye sorduğunda siz orada hazır mıydınız? Çocukları babalarına şöyle cevap vermişlerdi: “Senin ilâhına ve senin ataların olan İbrâhîm, İsmâîl ve İshak'ın ilâhına, bir tek ilâh olarak Ona kullukta bulunacağız. Biz ancak (Müslüman) olarak O'na teslim olmuşuz.”

“Ey İsrâ'il oğulları! Yoksa Ya'kûb'a ölüm gelip çattığında siz orada hazırmıydınız?”

Bu âyette yer alan, (........) kelimesi münkatıadır. Başında yer alan hemzenin manası da inkâr ve ret içindir. Yine, (........) kelimesi de, (........) kelimesinin çoğuludur ve hazır anlamınadır.

Yani, “Hazret-i Ya'kûb (aleyhi’s-selâm) ölüm döşeğinde iken, onun yanında siz hazır değildiniz, yoktunuz. “demektir.

Burada hitap mü'minleredir ve: “Siz o esnada orada değildiniz. Fakat siz bu bilgileri ancak vahiy yoluyla öğrenmiş oldunuz.” anlamındadır. Ya da buradaki, (........) kelimesi muttasıladır. Dolayısıyla bundan önce bir mahzûf takdir olunur. Hitap Yahûdîleredir. Çünkü onlar hep şunu savuna gelmişlerdir: “Ölen her peygamber Yahûdî dini üzere ölmüştür. “Sanki burada şöyle denir gibidir:

“Siz peygamberlerin Yahûdîlik dini üzere olduklarını mı savunup duruyorsunuz öyle mi? Yoksa siz, Ya'kûb ölüm döşeğinde iken, söylediklerini söylediği esnada yanında hazır mı bulunuyordunuz?”

“Onun, çocuklarına; benim ölümümden sonra hangi inanca göre kullukta bulunacaksınız? diye sorduğunda ...”

(........) deki (........) ilk geçen, (........) den bedeldir. Her ikisi üzerinde amil (etkin) görevini yapan, (........) kelimesidir. Ya da (........) fiilinin zarfıdır. (........) fiilinin başındaki, (........) başında yer aldığı, (........) fiiliyle mahallen mensûbtur.

Yani “Hangi şeye ve neye kullukta bulunacaksınız? “Buradaki, (........) hemen her şey için genel olarak kullanılan bir kelimedir. Ya da, mabudun niteliğini soran bir soru edatıdır. Meselâ:

Zeyd ne istiyor, fakih mi doktor mu?”

“Çocukları babalarına şöyle cevap vermişlerdi: Senin ilâhuıa ve senin ataların olan...” “İbrahîm, İsmâîl ve Ishak’ın ilâhına, bir tek ilâh olarak O'na kullukta bulunacağız.”

Bu âyette, “İlâh” ismi tekrarlandı. Bunun nedeni de, cer edatı yeniden zikredilmeksizin mecrûr olan zamîr üzerine atıf yapılmasın içindir.

Yine âyette yer alan, “İbrâhîm, İsmâîl ve İshak” kelimeleri de, (........) kelimesinin atfı beyanıdırlar. Hazret-i İsmâîl (aleyhi’s-selâm) de onun ataları arasında sayılmıştır. Çünkü amcasıdır ve amca baba mesabesindedir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, amcası Abbâs (radıyallahü anh) tan ötürü şöyle buyurmuştur:

“Bu, atalarınıın geride kalanıdır.” Bk. İbn.Ebû Şeybe, Musannaf: 121/109.

(........) ifadesi, (........) cümlesinden bedeldir. Bu, tıpkı şu âyetteki ifadeye benze bir ifadedir.

“..... perçeminden, yalancı perçeminden.” Alak, 15-16.

Yahut da bu, ihtisas üzere mensûbtur.

Yani bu şu demektir:

“Biz, senin atalarının ilâhı sözüyle bir tek olan ilâhı, Allah'a demek istiyoruz.”

“Biz ancak (Müslüman olarak) O'na teslim olmuşuz.”

Bu cümle, (........) kelimesinin failinden hâldir. Ya da, (........) üzerine atfedilen bir cümledir. Veya bu, te'kit için gelen bir parantez cümlesidir.

134

Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları onlara âit, sizin de kazandıklarınız size âittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.

(........) Bu işaret ismiyle, ismi geçen ümmete işaret olunmaktadır. Ki bunlar da Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ile Ya'kûb (aleyhi’s-selâm) ve bunların tek ilâh inancına yani tevhid inancına bağlı olan zatlardır. İşte, (........) kelimesiyle bunlara işaret ediliyor. “Onlar bir ümmetti, gelip geçti.”

“Onların kazandıkları onlara âit, sizin de kazandıklarınız size âittir.”

Yani hiçbir kimsenin kazandığı şey, ister önceden takdim edilmiş olsun, ister sonradan olmuş olsun başkasına yarar getirmez. Nitekim, şu daha önce geçmiş olanlara kendi kazandıklarının dışında başkalannın onlara bir faydası ve menfaati olmaz. İşte bu bakımdan sizler de öyleniz. Kendi kazandıklarınızın dışında kimsenin size bir menfaati olmaz. Bunun nedeni de, onların (Yahûdîlerin) atalarıyla övünmeleridir.

“Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.” Siz onların işlediği kötülüklerden ötürü sorumlu tutularak hesaba çekilecek değilsiniz.”

135

Kitap ehli olanlar Müslümanlara: “Yahûdî veya Hırıstiyan olun ki, doğru yola eresiniz” dediler. De ki: “Asla! Bilâkis, biz yalnızca bir tek Allah inancına dayanan İbrâhîm'in dinine bağlı kalırız. Çünkü o, Allah'a ortak koşanlardan değildi.”

“Kitap ehli olanlar Müslümanlara: Yahûdî veya Hırıstiyan olun ki,...”

Yani, Yahûdîleri Yahûdî olun, Hırıstiyanlar da, Hırıstiyan olun ki, “doğruyola eresmiz, dediler.”

Burada, (........) fiili emrin cevabı olduğundan dolayı meczumdur.

“De ki: Asla! Bilâkis biz yalnızca bir tek Allah inancına dayanan İbrâhîm'in dinine bağlı kalırız.” Aksine biz, İbrâhîm'in dinine uyanz.

(........) kelimesi muzâfun ileyhten (tamlarıandan) hâldir. Tıpkı şu cümle gibi:

Hindin yüzünü ayakta iken gördüm.”

Hanif: Tüm bâtıl, din, sistem, rejim ve inançları bırakıp hak olan dine dönmek demektir.

“Çünkü o Allah'a ortak koşanlardan değildi.” Burası kitap ehli Yahûdî ve Hırıstiyanlarla daha başkalanna bir tariz ifadesidir. Çünkü bu gruplardan hemen hepsi şirk üzere oldukları hâlde Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in dim üzere olduklarını ve onun müşrik olduğunu iddia ediyorlar, bunu ileri sürüyorlar. Bu bakımdan da onun dini üzere olduklarını savunuyorlar.

136

Ey Müslümanlar deyin ki: “Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshak'a, Ya'kûb'a ve esbata (torunlarına) indirilene, Mûsa ve Îsa'ya verilenlere ve Rableri tarafından öteki peygamberlere verilenlere îman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden asla ayırmayız. Ve biz (Müslümanlar olarak) yalnızca Allah'a teslim olduk.”

“Ey Müslümanlar! Deyin ki:” Bu hitap ya mü'minlere yapılan bir hitaptır ya da kâfirlere yapılmıştır. Her iki ihtimal de vardır.

Yani: “Deyin ki, hak üzere olasınız. Aksi takdirde siz bâtıl üzere olmuş olursunuz. “

“Biz Allah'a, bize indirilen -Kur’ân'a”

“İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshak'a, Ya'kûb'a ve esbala (torunlarına) indirilenlere,”

“Mûsa ve Îsa'ya verilenlere ve Rableri tarafuıdan öteki peygamberlere verilenlere îman ettik.” “Onlardan hiçbirisini diğerinden asla ayırmayız ve biz (Müslümanlar olarak)yalnızca Allah'a teslim olduk.”

Âyette geçen, (........) kelimesi, (........) kelimesinin çoğuludur, bu da torun, demektir. Hazret-i Hasen ve Hazret-i Hüseyin Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in iki torunu (sıbtı) idiler. İşte esbat da, Hazret-i Ya'kûb (aleyhi’s-selâm) un torunları, çocuklarının çocukları demek olup, bunlar da Hazret-i Ya'kûb (aleyhi’s-selâm) un on iki oğlunun çocuklarıdırlar.

Âyette geçen, (........) kelimesi, hem, (........) cer edatı ile ve hem, (........) cer edatıyla müteaddi (geçişli) hale gelir. İşte bu bakımdan burada yani Bakara Sûresinin bu âyetinde (........) ile müteaddi olmuşken, Al-i İmran Sûresi, 84. âyetinde ise (........) cer edat ile müteaddi olmuştur.

“Onlardan .... ayıramayız.” derken bazısına inanıp bazısını da inkâr etmeyiz, demektir. Halbuki Yahûdî, ve Hırıstiyanlar böyle yapmaktadırlar. (........) kelimesi burada cemaat manasındadır. İşte bu manada olduğundan ötürü, başına, (........) kelimesinin gelmesi sahihtir.

137

Şayet onlar da tıpkı sizin inandığınız gibi îman ederlerse, mutlaka dosdoğru yolu bulmuş olurlar. Yok şayet îmandan yüz çevirirlerse, mutlaka onlar bir ayrılık ve düşmanlık içindedirler. Onların düşmanlıklarına karşılık muhakkak Allah sana yeter. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.

“Şayet onlar da tıpkı sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse, mutlaka dosdoğru yolu bulmuş olurlar.” Âyeti zahiri (göründüğü) şekliyle ele aldığımızda bir müşkil (zorluk) ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Çünkü, âyet yüce Allah'a, denk-benzer yani “misl” gerektiriyor gibi. Halbuki Yüce Allah bundan uzak, beri ve münezzehtir.

Bir tefsire göre (........) kelimesinin başında yer alan (........) cer harfi zâidedir, “misl” kelimesi de mahzûf bir mastarın sıfatıdır. Bunun takdiri de şöyle olmaktadır: “Eğer onlar, tıpkı sizin imanının gibi bir îman ile îman ederlerse”

(........) deki (........) zamîri de Azîz ve Celil olan Allah'a âittir. (........) harfinin zâideliği ise doğru değildir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Kötülük yapanlara gelince, kötülüğün cezâsı misli iledir.” Yûnus, 27.

Bu âyetteki, (........) cümlesi, (........) takdirindedir. Nitekim, Rabbimizin bir başka kavlinde de şöyle buyurulmuştur:

“Bir kötülüğün cezâsı ona denk bir kötülüktür.” Şura, 40. gibi.

Bir tefsire göre de, “misl” kelimesi ziyadededir.

Yani: “Eğer onlar, sizin îman ettiğiniz şeye îman ederlerse,” takdirindedir. Çünkü, Abdullah b. Mesud (radıyallahü anh) un kırâati bunu desteklemektedir. Çünkü o, (........) olarak okumuştur. Burada, (........) kelimesi, Übeyy b. Ka'b'ın kırâati delil gösterilmek suretiyle, (........) manasında olduğu belirtilmiştir. Çünkü Übeyy, “Billezi amentüm bihi” olarak okumuştur.'

Bir tefsire göre de buradaki (........) harfi, tıpkı, (........) cümlesinde olduğu gibi istiâne içindir.

Yani mana şöyledir: “Eğer sizin kendisiyle îmana girdiğiniz şehadet gibi bir şehadet getirerek îman ederlerse (îmana girerlerse).”

“Yok şayet îmandan yüz çevirirlerse,” Sizin onlara söylediklerinizden vazgeçerler ve adalet ölçüleri içinde hareket etmezlerse veya eğer şehadet getirmekten ve o şehadet ile îmana girmekten yüz çevirirler ve vazgeçerlerse.

“mutlaka onlar bir ayrdık ve düşmanlık içindedirler.”

Yani, onlar bu durumda sadece ihtilaf içindedirler, düşmanlık sürdürmektedirler. Hak alanında istedikleri hiçbir şeyleri yoktur, hakkın peşinde değillerdir.

“Onların düşmanlıklarına karşılık muhakkak Allah sana yeter.” İşte bu, yüce Allah tarafından, Rasûlü'nün onlara üstün geleceğine ilişkin ona verilen kesin bir garantidir. Nitekim, yüce Allah o düşmanlarının kimini öldürmekle vaadini yerine getirdiği gibi ve kimisini de sürgün ettirerek vaadini yerine getirmiştir.

(........) kelimesindeki (........) harfi, kesinlik bildirmek manasınadır.

Yani, sana verdiğim söz bira gecikmeli de olsa mutlaka ve kesin olarak yerini bulacaktır.

“Şüphesiz Allah -onların tüm konuştuklarını- işiten ve -içlerinde gizledikleri kin, haset, ve düşmanlık gibi- her şeyi bilendir.” Ve Allah kendilerini buna göre de cezâlarıdıracaktır. Bu, Allah düşmanlarına karşı bir tehdit olabileceği gibi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için de bir vaad olabilir.

Yani, Allah senin dua ettiğin şeyin konusunu işitir ve senin bu konudaki niyetini de bilir. Hak dini açıklama konusunda neleri muradettiğini de duyar, işitir ve bilir. Allah senin isteklerine icabetle cevap verecek ve seni, dilediğin şeye erdirecektir.

138

Allah'ın boyasıyla (dini ve şerî'atıyla) boyanmaya bağlı kalın. Allah'ın boyasından (din ve şerî'atından) daha güzel olanını kim ortaya koyabilir? Ve Biz yalnızca O'nun boyası içinde kulluk ederiz.

“Allah'ın boyasıyla (dini ve şerî'atıyla) boyanmaya bağlı kâlın.” Bu, Allah'ın dini anlamındadır. Önceki âyetlerde geçen, (........) kavlinden müekked (tekidli) ve mensûb bir mastardır. Kelime, tıpkı (........) fiilinden (........) maştan gibi bu da (........) fıilinden (........) olarak türemiştir. Bu, üzerine boya yapılan bir durum, hâl manasındadır. Manası da, Allah’ın kişiyi temizleyip arındırması, demektir. Çünkü, îman nefisleri (ruhları) arındırır, temizler.

Bunun aslı da şuna dayanır. Bilindiği gibi Hırıstiyanlar yeni doğan çocuklarını san bir suda vaftiz ederler. Bunun adına da (........) derler. Ve: “vaftiz, onlar (yani çocuklar) için bir temizlenmedir.” derler. Bir Hırıstiyan bu şekilde çocuğunu vaftiz edince, “İşte şimdi çocuk gerçekten Hırıstiyan oldu.” derlerdi. İşte bu açıdan Müslümanlara da Hırıstiyanlara:

“Biz Allah'a îman ettik. Allah bizi îman boyasıyla boyadı. Biz sizin yaptığınız bir vaftiz gibi bir su ile boyanmayız” , diye söylemeleri emri verildi.

Âyette bu, “boyama” lafzıyla getirildi. Bunun nedeni benzerlik açısındandır yani farklı ve şekli bir benzerlikten ötürüdür. Meselâ, ağaç diken bir kimseye: “Sen de filân kişinin ağaç diktiği gibi ağaç dik.” denmesine benzer bir ifade. Halbuki sen bununla, filân kimsenin ikramda bulunduğu gibi ikramda bulun, demek istiyorsun.

“Allah'ın, boyasından (din ve şerî'atından) daha güzel olanını kim ortaya koyabilir?” Bu temyizdir.

Yani: Allah’ın boyası, dini ve şerî'atı üzerinde daha güzel olan bir başka boya, din ve şerî'at yoktur.” Burada boya ile murad olunan din veya temizlenmedir.

“Ve biz yalnız O'nun boyası içinde kulluk ederiz.”

Bu da, (........) üzerine ma'tûftur. Bu atıf, (........) kavlinin, (........) kavlinin mefulüne dahil olduğunun delilidir.

Yani: “Şunu, ve biz yalnız O'nun boyası içinde kulluk ederiz, deyin.” demektir.

Bu aynı zamanda, (........) kavlinin, (........) kavlinden bedel olduğunu ileri sürenlerin de görüşlerini reddediyor. Ya da bu, iğra-ilzam suretiyle mensûbtur.

Yani: “Size Allah’ın boyasına sarılmanızı - bağlı kalmanızı emrederim.” demektir. Çünkü, bunda nazmı çözme Ve sözü uygun olan rayından çıkarmak gibi bir durum vardır. Bunun müekked bir mastar olarak mensûb olması görüşü de Siybeveyh'e âittir. Ancak gerçek görüş Hüzami kadının görüşüdür.

139

(Ey Rasûlüm!) De ki: “Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz iken O'nun hakkında siz kendinizce birtakım delilin- ileri sürerek bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarınıız bize âittir, sizin de yaptıklarınız size âittir. Biz Allah'a samimiyet ve içtenlikle bağlı kalanlarız.”

“(Ey Rasûlüm!) De ki: Allah hakkında siz kendinizce birtakım deliller ileri sürerek bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz?” Allah hakkında mı bizimle mücadele edip tartışıyorsunuz? Allah'ın peygamberini sizin içinizden değil de Araplardan seçip gönderdiğini mi tartışıyorsunuz? Ve: “Eğer Allah herhangi bir kimseye vahiy indirseydi mutlaka bizim üzerimize indirirdi” mi diyorsunuz? Siz kendinizi peygamberliğe bizden daha mı lâyık görüyorsunuz?

Halbuki Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir.” Hepimiz de müştereken O'nun kullarıyız. O da bizim Rabbimizdir. O rahmetini, ikram ve kerametini kullarından kimi dilerse ona isabet ettirir, ona verir.

“Bizim, yaptıklarınıız bize âittir, sizin de yaptıklarınız size âittir.”

Yani amel ve iş her şeyin temelidir, esasıdır. Nasıl sizin kendinize göre amelleriniz ve yaptıklarınız var ise,aynı şekilde bizim de kendimize göre iş ve amellerimiz vardır.

“Biz Allah'a samimiyet ve içtenlikle bağlı kalanlarız.”

Yani biz Allah'ın birliğini kabullenip buna ihlâs ve samimiyetle sarılıp îman ile bağlı kalanlarız. Halbuki sizler Allah'a ortak koşmaktasınız. İşte bu bakımdan ihlâs sâhibi olanlar elbette ikrama daha lâyıktırlar ve başkalanndan daha çok peygamberlik ihlâs sâhibinin hakkıdır.

140

Yoksa siz: “İbrâhîm'in, İsmâîl'in, İshak’ın, Ya'kûb'un ve esba-tın (torunlarının) Yahûdî ya da Hırıstiyan olduklarını mı iddia ediyorsunuz? De ki: “Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?” Allah tarafından yamnda bir şâhitlik bilgisi bulunup da onu gizleyen kimseden daha zâlim başka kim olabilir!? Kaldı ki, Allah yapıp ettiklerinizden habersiz değildir.

(........) Bu kelimeyi, kırâat imâmlarından İbn Âmir ve Kûfe okulundan da Ebû Bekir Şube dışında Hafs, Hamza Kisâî ve Halef görüldüğü gibi (........) harfiyle, (........) olarak okumuşlardır. Buna göre kelimenin başında yer alan, (........) edatı da, (........) kelimesinin başındaki soru edatı olan hemzeye muadildir (denktir).

Yani:

“İki şeyden hangisini gündeme getiriyorsunuz: Allah'ın hükmü hakkında tartışmayı mı yoksa peygamberlerin Yahûdî ya da Hırıstiyan oldukları iddiası mı? Bu ikisinden hangisi?”

Ya da burada bu, (........) münkatia olabilir.

Yani, “Bilâkis şöyle mi diyorsunuz?” demektir. Yukanda adları geçen kırâat imâmları dışındakiler de: (........) harfiyle, (........) olarak okumuşlardır.

“Yoksa siz: “Rabbimiz daha sonra peygamberine emrederek, soru şekliyle ve Rabbimizin şu kavliyle cevap vermesini buyurdu:

“De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?”

Yani yüce Allah'ın, “Onların İslâm milletinden “olduklarına kendilerini şâhit, tanık gösterdi. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

İbrâhîm Yahûdî de değildi, Hırıstiyan da değildi. Ancak O Allah'ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi. O müşriklerden de değildi” Al-i îmran, 67.

“Allah tarafından yanında bir şâhitlik bilgisi bulunup da onu gizleyen kimseden daha zâlim kim vardır?”

Yani, yamnda Allah'ın şâhitlik etmelerini istediği bilgiyi ve şehadeti gizlediler. Bu şâhitlik, yüce Allah'ın, Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ın müşrik olmadığı ve dosdoğru bir Müslüman olduğu hakkındaki şâhitliğidir. Bunu Allah onlardan istemektedir. Mana şöyledir:

“Gerçekten kitap ehli olan Yahûdî ve hırıstiyanlardan daha zâlimi yoktur. Çünkü onlar bu şâhitliği ve gerçeği bildikleri hâlde bile bile şehadeti gizlediler.” Veya:

“Eğer biz bu şehadet gerçeğini gizleyip saklarsak, bu durumda bizden daha zâlimi olamaz. O hâlde biz onu gizleyip saklamayız.” demektir.

Aynı zamanda burada, kitap ehli, yüce Allah'ın olara gönderdiği kitaplarda Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğine olan şâhitliği ve daha başka hususlardaki şâhitliği gizlediklerinden dolayı onlara bir tariz vardır. (........) daki, (........) edatı, Meselâ senin herhangi birine şâhitlik yapman bakımından ve o şâhitliğinde onun, bir niteliği, sıfatı olması açısından dersin ki:

“Bu benim tarafımdan Filanca kimse hakkındaki tanıkhğımdır.”

“Kaldı ki, Allah yapıp ettiklerinizden habersiz değildir.” Peygamberleri yalanladığınızı da, şâhitlikleri gizlediğinizi de bilir.

141

Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları onlara âit, sizin de kazandıklarınız size âittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.

Bu âyetin tekrarı te'kit içindir. Ya da ilk ayetten murat peygamberlerdir (Allah'ın salat ve selâmı üzerlerine olsun). İkinci, yani bu ayetten murat ise, Yahûdî ve Hırıstiyanların selefleridir, onlardan önce geçen atalarıdır.

142

İnsanlardan câhil ve kendini bilmez beyinsiz takımı: “Onları daha önce yönelmekte oldukları kıbleden döndüren sebep nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir.”

İnsanlardan câhil ve kendini bilmez beyinsiz takımı: (........) diyecekler.'“Beyinsiz, ayak takımı, düşük seviyeliler, bayağı kimseler. Sefeh: Esâs itibariyle hafiflik, basitlik, demektir. Bu kimseler de Yahûdîlerden başkası değiller. Çünkü, Yahûdîler, Kâ'be'ye doğru yönelip namaz kılınmasını hoş görmüyor ve bundan rahatsız oluyorlardı. Zira Yahûdîler nesh olaymı kabul etmemektedirler.

Ya da bunlardan maksat münâfıklardır. Çünkü, münâfıklar insanlara dil uzatmayı ve onlarla alay etmeyi çok çok isterler. Yahut da bunlar müşriklerdir. Çünkü, bunlar da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, “Atalarının kıblesinden dönüp vazgeçti, sonra tekrar oraya döndü. Allah'a yemin olsun ki o, yakında yine onların dinine dönecektir.” diyorlardı.

Bir de henüz olmamış bir şey hakkında onların ileri geri konuşacaklarının haber verilmiş olması, insanları ileride olabileceklere karşı hazırlıklı olmaya bir alıştırma niteliğindedir. Çünkü, kişinin hoşlanmadığı bir durumla ansızın karşı karşıya kalması gerçekten rahatsız edici olur. Dolayısıyla ileride kesin olabilecekler hakkında gereken cevapları hazırlamak, hasmı yenmenin en etkin ve doğal yoludur. Çünkü, insan silahını kullanmadan önce hedef atışları yapar ki, ileride artığını vurabilsin.

“Onları çeviren şey nedir?” “Yönelmekte oldukları kıbleden.” Bununla demek isten Beyt-i Makdis'tir, Kudüs'tür.

Kıble: Kişinin namaz kılarken yüzünü çevirdiği cihet, taraf demektir. Çünkü namaz kılacak olan kimse karşısına onu hedef olarak alır ve namazım öyle kılar.

“De ki: (........)”

Yani, dünyanın doğuları olsun batıları olsun dört bir yanı Allah'ındır. İşte bu itibarla:

“O -dünyada- dilediğini doğru yola iletir.

Yani, onlardan dilediklerini hak ve gerçek olan kıbleye yöneltir ki, burası da Kâ'be olup, Allah bizim ona yönelmemizi emir buyurmuştur.

Ya da, tüm mekânlar Allah'a âittir demektir. Allah nereyi dilerse o tarafa dönmeyi emir buyurur. Bazan bu Kâ'be olur ve bazen de bu Beyt-i Makdis olur. Allah'a karşı bir itiraz olamaz. Çünkü yegâne mâlik ve tek sahip Allah'tır.

143

İşte böylece insanlara karşı şâhit olmanız ve Peygamberin de size karşı şâhit olması için sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık. Senin halen yönelmekte olduğun hedefi, kıbleyi (Kâ'be'yi) biz ancak peygambere uyanları, iki ökçesi üzerinde geri dönecek olanlardan ayırt edelim diye kıble yaptık. Gerçi bu, Allah'ın kendilerine hidâyet verdiği kimselerden başkasına oldukça ağır gelecektir. Fakat Allah sizin imanınızı ve Kudüs'e doğru kılmakta olduğunuz namazınızı asla zayi edecek (boşa çıkaracak) değildir. Şüphesiz Allah insanlara karşı pek şefkatli ve çok merhametlidir.

“İşte böylece sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık.” İşte böylene hayret ve şaşkınlık duyulacak bir şekilde sizi vasat ümmet kıldık.

(........) kelimesindeki (........) harfi teşbih (benzetme) içindir. (........) ise (........) harfiyle mecrûrdur. Kelime bünyesindeki (........) harfi de yakın ve uzağı birbirinden ayırt etmek için kullanılan bir işaret harfidir. (........) harfi de i'rabtan mahalli olmayan ve hitap için gelen bir harftir.

(........) demek hayırlı olan ümmet demektir. Çünkü, hayırlı manasında, vasatkelimesi kullanılmaktadır. Çünkü aşırı uçlarda yer almak hep sıkıntı getirir, oldukça çabuk yıpranır. Ortalarda yer almak, merkezde bulunmak her zaman güven altında bulunmak demektir. Nitekim nasıl ki, sizin kıbleniz en hayırlı ve merkez kıble kılınmış ise yüce Allah sizi de aynen o şekilde ümmetlerin ve milletlerin en hayırlısı ve en mutedil olanları kılmıştır.

Bunun sebebi, yani orta bir ümmet kılınma nedeni ise şudur: Sizin ortaya konan hüccet, delil ve kanıtları düşünerek ve tartarak öğrenmeniz bakımındandır. Kadı ki, Allah Tealâ, kitabı olan Kur'ân'ı üzerinize indirdi ve orada şu gerçeklere yer verdi. Hiçbir kimseye cimrilik ederek Haksızlık ve zulümde bulunmamıştır. Aksine Allah tüm yolan açıklamış, peygamberlerini göndermiş ve onlar da kendilerine indirilenleri tebliğ etmişler ve nasihatlerde bulunmuşlardır.

Fakat inkârcı kâfirlere gelince, düşmanlık, kötülük onları şehevi arzu ve istekleri doğrultusunda yönlendirdi. Onlar da böylece gelen âyetlerden, mu'cizelerden yüz çevirdiler. İşte siz bu hâlinizle, yani orta ve hayırlı bir ümmet olmakla kendi çağdaşlarınız olan bu kimselere şâhitlik ve tanıklık ettiğiniz gibi, sizden öncekilere de ve sonra gelecek olanlara da yine siz şâhit ve tanık olacaksınız.

Ya da bu “vasat ümmet” ifadesinden, oldukça adil olan ümmet demektir. Çünkü vasat demek, aşırı uçlar arasında adaleti sağlamak demektir. Yoksa bu, ucun birine yakınlık gösterip ötekisinden uzak durmak demek değildir.

Yani:

“Nasıl ki, kıblenizi doğu ile batı arasında orta ve merkez bir yer olarak değerlendirmiş ve böyle kılmış ise, sizi de iki aşırı ucun arasında yani en uç noktada olan ile en geri noktada olan arasında orta ve hayırlı bit ümmet kılmıştır. Çünkü, sizler Hırıstiyanlar gibi çok aşırı giderek, onların Mesih Îsa'ya ilâhlık vasfını verdikleri gibi bir yola gitmediniz. Aynı zamanda Yahûdîler gibi de haddini aşıp Hazret-i Meryem'e zina fiilini isnadettikleri ve Hazret-i Îsa'yı da zina ürünü gösterdikleri gibi bir alçaklığa ve düşüklüğe de düşmediniz.

İnsanlara karşı şâhit olmanız için.”

Buradaki, (........) te'nis elifi sebebiyle gayn Munsarıftır. (........) de (........) kelimesinin sılasıdır.

“Ve peygamberin de size karşı şâhit olması için ...” Burası, (........) üzerine ma'tûf bulunmaktadır.

Rivâyete göre ümmetler kıyamet gününde peygamberlerin tebliğlerini inkâr edeceklerdir. Bunun üzerine Allah peygamberlerden, ümmetlerine tebliğde bulunduklarına ilişkin kamt talebinde bulunacaktır. Kaldı ki, Allah zaten gerçeği bilmektedir. Onlar da bunun üzerine Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ümmetini gösterecekler ve onlar da gelip peygamberlerin tebliğde bulunduklarına ilişkin şâhitlik edeceklerdir. Bu defa diğer ümmetler, “Siz bunları nereden öğrendiniz?” diye itirazlarını ileri süreceklerdir. Bizim peygamberimizin ümmeti de:

Yüce Allah'ın konuşan (natık) kitabıyla, doğru söyleyen peygamberinin diliyle verdiği haber sayesinde öğrendik.” diyecekler.

Bu durum karşısında bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) huzura getirtilir ve ona ümmetinin durumundan sorulur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onları tezkiye eder, ümmetin adil olduklarına dair şâhitlikte bulunur.”

Şâhitlik bazan müşahedesiz, yani olay ve durumu görmeden de olabilir. Meselâ, bilinip tanınmış olan şeyler hakkında duyduklarını söylemesi gibi. Mademki şâhit ya da tanık tıpkı bir murakıp (gözetmen) gibidir. Bu, İsti'la kelimesiyle yani, (........) ile getirilmiştir. Meselâ şu âyet gibi:

“.... Onların üzerine gözetleyici yalnız sen oldun.” Mâide, 117.

Bir diğer tefsire göre, (........) âyeti, peygamberimizin ümmetinin dünyada onlara şâhitlik etmeleri gerçeğini dile getiriyor. Çünkü, bir şeyin gerçekliliği ve doğruluğu ancak, dürüst, hayırlı ve adil olan şâhitlerin şâhitliğiyle mümkündür.

(........) Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de sizi tezkiye etsin, sizin adil olduğunuzu bilsin ve bildirsin.

İmâm Muhammed Ebû Mansûr Maturidî bu âyeti delil göstererek ve buna dayanarak, “İcma” nın hüccet (delil) olduğunu belirtmiştir. Çünkü Yüce Allah bu âyette bu ümmeti, “Adalet” vasfıyla tanıtmaktadır.

Adi: Şehadette bulunmaya ya da tanıklık etmeye lâyık olan ve şâhitliği kabul edilen demektir. Dolayısıyla onlar bir şey üzerinde toplanırlar ve buna şâhitlik ederlerse artık bundan böyle o şeyin kabul edilmesi gerekir.

Başta şehadetkelimesinin sılası tehir edildi, sonraya bırakıldı. Sonundakinde ise sıla önce getirildi. Neden? Çünkü ilkinden asıl amaçlarıan şey, onların, yani bizim peygamberimizin ümmetinin şâhitliklerinin diğer ümmetler hakkında tesbiti ve gerçekliği konusu belirtildi.

Yani ilk başta bu ümmet Onlara tanıklık edecek, bunun gerçekleşmesinden sonra da, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şâhitliğinin de bu ümmete has olduğu gerçeği anlatılmış olacağından böyle gelmiştir.

“Senin halen yönelmekte olduğun hedefi, kıbleyi — Kâ'be'yi, .... yaptık.”

Yani, “Senin halen üzerinde bulunduğun - yöneldiğin ciheti-, -ki burası Kâ'be'dir-.... kıldık,yaptık.”

Âyetin bu kısmında yer alan, (........) cümlesi kıble kelimesinin sıfatı değildir. Aksine bu, (........) fiilinin ikinci mef'ûlüdüf.

Rivâyete göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) henüz Mekke'de bulunduğu sırada Kâ'be'ye doğru namazını kılarlarınış. Ancak hicret ettikten sonra namaz için Beyt-i Makdis'te bulunan Mescit-i Aksa'ya (Taş kubbeye) yönelmekle emrolundu. Bunun amacı Yahûdîleri yeni dine ısındırmak ve onları İslâm'a kazandırmaktı. Bu daha sonra tekrar eski haline yani Kâ'be'ye doğru çevirildi.

Bu aynı zamanda şu hususun da delili olmaktadır. Sünnet ile Kitabın neshi (yürürlükten kaldırılması) câizdir. Fakat HANEFÎlerin ileri sürdükleri bunu aksinedir. Bilindiği üzere Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılma olayı vahyi gayri metlüvle (okunmayan vahiyle) sabit olmuştur. Kitap ile de oraya dönüş (oraya doğru namaz kılınması) neshedilmiştir.

(........) Biz ancak peygambere uyanları, iki ökçesi üzerinde geri dönecek olanlardan ayırdedelim diye kıble yaptık.” Senin halen üzerinde bulunduğu ve yönelmekte olduğun, hep sevip istediğin ciheti -ki burası daha önceleri Mekke'deki Kâ'be idi- sana şunun için kıble yaptık; insanları denemek ve imtihan etmek. Böylece İslâm'a inanmada samimi ve dürüst olan ile, b'ir yarin kenarında olanları bilip öğrenelim diye. Çünkü, içlerinde öyle kimseler var ki, bir uçurumun kenanndadır, en ufak bir sarsıntıyla hemen iki ökçesi üzerinde gerisin geri esli inancına döner, irtidaf eder. Kıblenin değişmesiyle İslâm'a pamuk ipliğiyle bağlı bulunanlar hemen dini terk eder, mürted olur.

Şeyh Muhammed Ebû Mansûr Maturidî der ki: “Bilelim, ayırt edelim “manasındaki bu kelimenin asıl manası şöyledir:

“Ezelde olacağını ve meydana getirilmiş olacağını bildiğimiz bir gerçeği oluyor ve ileride olabilecek haliyle bilelim diyedir. “Çünkü var olmasını murad ettiği her şeyi ezeli ilmiyle bildiği gibi, O aynı zamanda var olmasını istediği şeyin aynı zamanda var edeceği vaktiyle de bilir. Ancak Allah, o şeyler ezelde olduğu ve olacağı için bilir diye bu şekliyle vasıflanamaz, nitelenemez. Çünkü, o şeyler ezelde var değildi, o hâlde ezelde olmamış olanı nasıl var olmuş gibi bilebilsin ki? Zaten bir şey eğer mevcut (var) ise bu, Allah'ın ezeli bilgisi altına girer, onun içinde değerlendirilir. Dolayısıyla, bu da Allah için mevcut ve ileride olabilecekler manasında malum (bilinen) olmuş olur. Bu bakımdan meydana gelen değişiklik zaten bilinenler üzerinde olan değişikliktir. Yoksa Allah’ın ilminde bir değişiklik asla söz konusu değildir.

Ya da kimler peygambere uyuyor ve kimler yan çiziyor, inanmıyor, bu gerçek aydınlarısın ve ortaya çıksın, diyedir. Nitekim, Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

“Bu, Allah'ın murdarı (kâfiri) temizden (mü'minden) ayıklaması içindir.” Enfal, 37.

Bu manasıyla, “İlim” kelimesi ayırt etmek ve ayıklamak anlamında değerlendirilmiş bulunmaktadır. Çünkü insan ancak ilim sayesinde gerçekleri ayırt edebilir.

Yahut da bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minler bu gerçeği bilsinler diyedir. Ancak bunların bilgilerinin yüce Allah'ın zâtına isnad olunma nedeni, bunların Allah'ın has ve üstün kulları olması sebebiyledir.

Ya da bu, meseleyi bilmeyenlere karşı nezaket kuralları içerisinde meseleyi aktarıp öğrenmeye benzer. Meselâ, altın madeni erimez, diyen bir kimseyi ikna etmek ve bunu nezaket kuralları içerisinde yerine getirmek için, o inkâr eden kişiye, “Sen onu ateşe at da, eriyor mu, erimiyor mu?” demeyip ona, “Gel öyle ise birlikte onu ateşe atalım, bakalım eriyecek mi, erimeyecek mi?” gibi bir ifadedir.

“Gerçi bu, -değiştirme olayı, bu hayırlı ümmet kılış hâli veya kıble durumu- Allah’ın kendilerine hidâyet verdiği kimselerden başkasın oldukça ağır -zor ve güç- gelecektir.”

Bu, (........) kelimesinin başında yer alan, (........) harfi muhaffefedir. (........) kelimesi, (........) fiilinin haberidir. Başındaki (........) harfi de lâm-ı farikâdir.

(........)

Yani, Allah’ın kendilerini hidâyette kıldıkları kimseler. Burada “âid” mahzûftur (gizlidir).

Yani, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e tabi olmakta sebat eden, doğru, samimi ve dürüst davrananlar, demektir.

“Fakat Allah sizin imanınızı ve Kudüs'e doğru kılmakta olduğunuz namazlarınızı zayi edecek (boşa çıkaracak) değildir.” Burada Müslümanların Medine'ye hicretlerinden sonra Beyt-i Makdis'e doğru kıldıkları namazlarının boşa kılınmadığı, zayi olmadığı ve olmayacağı gerçeğine dikkat çekiliyor.

Yine âyette, “namaz” ifadesi, “îman” kelimesiyle zikredildi. Çünkü namaz, ancak mü'minlere, îman etmiş olanlara farzdır da ondan. Yine !

ancak îman ehli olanlardan namaz kabul edilir. Kaldı ki, bu ibâdetin cemaat hâlinde edası da yine imanın bir delilidir.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâ'be'ye doğru namaza durunca sahâbe Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e:

-— Kıblenin değişmesinden önce Kudüs'e doğru namaz kılmış ve fakat bu gün hayatta olmayan, ölen kardeşlerimizin namazları ne olacak, diye sorarlar. İşte bu âyet bunun üzerine nâzil olmuştur. Daha sonra da Rabbimiz bunun illetim ve sebebini şöyle gösterdi:

“Şüphesiz Allah insanlara karşı pek şefkatli ve çok merhametlidir.” Bk. İbn Kesîr, Tefsîr: 1/378.

(........) Bu kelime hemze ile, “şekur” kalıbında ve hemze belirtilerek okunur. Bu kırâat Hicaz kırâat okulunun, yani Mekke ve Medine kırâat okulunun okuyuşudur. Bu okulun temsilcileri de İbn Kesîr ve Nâfi'dir. Ayrıca Şam okulundan İbn Âmir ve bir de Hafs böyle kırâat etmişledir. Bunlar dışındaki kırâat imâmları ise, (........) kalıbında olmak üzere, (........) şeklinde okumuşlardır. Her ikisi de mübalağa içindir.

(........) demek, Allah onların ecirlerini zayi etmez, boş'a çıkarmaz, demektir. (........) anlam bakımından, (........) kelimesinden manaca daha mübalağalıdır. Rabbim bu âyette bu her iki vasfı, tıpkı Fâtiha Sûresi, 3. âyetindeki (........) gibi birlikte zikretmiştir.

144

(Ey Rasûlüm!) Biz senin yüzünü hep göğe doğru kaldırıp umutla bir haber beklediğini muhakkak görüyoruz. Mutlaka seni şimdi memnun kalacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescit-i Haram tarafına (Kâ'be'ye) doğru çevir! (Ey mü'minler!) Siz de nerede olursanız olun yüzlerinizi namazda Mescit-i Haram'a doğru çevirin. Şüphesiz kitap ehli Yahûdî ve Hırıstiyanlar bunun Rablerinden gelen bir hak (gerçek) olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapıp ettiklerinden habersiz değildir.

“(Ey Rasûlüm!) Biz senin yüzünü hep göğe kaldırıp umutla bir haber beklediğini muhakkak görüyoruz'.” Yüzünü hep dönderip durduğunu, semâya bakıp durduğunu kesin olarak görüyoruz. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, hep Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in kıblesine uygun olarak kıblenin değiştirilmesi beklentisi içinde idi. Bunu Yahûdîlere muhalefet olarak da istiyordu. Çünkü kıblenin Mekke cihetine, Kâ'be'ye çevirilmesi hâlinde Arapların îman etmeleri üzerinde büyük bir etkisi görülecekti. Çünkü Araplar hep bununla övünürler ve bu aynı zamanda onların hep ziyarette bulunduktan bir mekân idi. Hep onu tavaf ile hayatlarını geçirirlerdi.

Mutlaka seni döndüreceğizMuhakkak olarak sana istediğini vereceğiz. Ona dönme imkanını senin için sağlayacağız.

Bu ifade, tıpkı, (........) gibidir. Ki bu da birine yardımda bulunulduğunda, velayeti üstlenildiği zaman kullanılan bir ifadedir. Ya da bu, Biz mutlaka seni Kudüs cihetinden o cihete döndürerek arzuladığını sana vereceğiz.” demektir.

Mutlaka seni şimdi memnun kalacağın bir kıbleye döndüreceğiz.” Arzuladığın, sevdiğin ve hep istediğin kıbleye. İçinde gizli tuttuğun kendi doğal ve sahih amaçların için oraya meylettiğini, gönlünün hep orada olduğunu biliyoruz ve oraya çevireceğiz. Ki sen bununla Allah'ın dilemekte olduğuna ve hikmetine de uygun hareket etmektesin.

Artık yüzünü Mescit-i Haram tarafına (Kâ'be'ye) doğru çevir!”

Âyetteki, (........) kelimesi zarf tümleci olarak mensûbtur.

Yani; “Yüzün dönüş cihetini Mescii-i Haram tarafına doğru çevir. “

Yani o tarafa, o yine doğru, demektir. Çünkü Mescit-i Haram bölgesinden uzakta bulunanlar için bizzat Kâ'be'nin kendisine yönelmeleri, oldukça zor bir şeydir. Bu bakımdan onun bulunduğu cihet esas alınmıştır. Kaldı ki, âyette, “Kâ'be” demeyip bizzat “Mescit-i Haram” adının geçmesi, vâcib (farz) olanın istikbal veya cihette Kâ'be'nin aynı olmayıp, o tarafa ve o cihete dönmeye uymak, buna riayet etmektir.

Rivâyet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret buyurup geldiklerinde Beyt-i Makdis'e doğru onaltı ay namaz kılmıştır. Daha sonra kıble Kâ'be'nin bulunduğu tarafa çevirilmiştir. Bk. Buhârî, 4492.

“(Ey Müslümanlar) siz de -yeryüzünün, dünyamn- neresinde olursanız olunnamaz kılmak istediğinizde, “yüzlerinizi namazda Mescit-i Haram’a doğru çevirin!”

“Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.” Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Ebû Amr, Nâfi' ve Âsım, (........) olarak okumuşlar, bunlar dışındakiler de, (........) harfiyle olmak üzere, (........) okumuşlardır. İlk okuyuşa göre yani, (........) okuyuşuna göre bu, kâfirleri cezâ ve azap ile tehdit manası içerir. Çünkü inkârlarının ve haktan kaçışlarının cezâsı budur. İkinciye göre yani, (........) okuyuşuna göre mü'minlere, sevap verme ve gereğini yapmaları dolayısıyla da vaaddır, söz vermedir.

145

(Ey Peygamber!) And olsun ki sen, kendilerine kitap verilmiş olan Yahûdî ve Hırıstiyanlara her türlü âyet ve mu'cizeyi versen bile yine de senin kıblene uymazlar (dönmezler). Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Kaldı ki, onlardan kimi diğerinin kıblesine de uymazlar. And olsun ki, sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların arzu ve isteklerine faraza uyarsan, o takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun.

“(Ey peygamber!) And olsun ki sen, kendilerine kitap verilmiş olan Yahûdî ve Hırıstiyanlara her türlü âyet ve mu'cizeyi versen bile.” Bu âyette Rabbimiz bunlar arasında inatçı olanları murad ediyor. Dolayısıyla, bu türden inatçılara Kâ'be'nin hak ve gerçek kıble olduğunu, oraya mutlaka dönülmesi gerektiğini çok açık, net ve kesin delil ve kanıtlarla bile ortaya koymuş olsan, “Yine de senin kıblene uymazlar.” Çünkü bunların sana uymamaları, sana uymayı terk etmeleri herhangi bir şüpheye dayalı değil ki, ortaya koyacağın kanıtlarla şüphelerini ortadan kaldırasın. Onların sergiledikleri tavır ve durum sadece inada ve bir de kendilerini üstün kabul etme kibirliliğine dayanmaktadır. Kaldı ki, bunlar kendi yanlarında bulunan hak kitaplarında senin niteliklerini görüp okumuşlar ve hepsim de hak ve gerçek olduğunu öğrenmişleredir. Kasemin yani yeminin mahzûf (gizli) olan cevabı, şartın cevabı yerindedir.

“Sen de onların kütlesine uyacak değilsin.” Bu ifade ile Rabbimiz İslâm düşmanlarının bu türden beklentilerine de kesin noktayı koymuş oluyor. Çünkü bunlar herhangi bir mecburiyet karşısında böyle bir davranış sergileyebilirler. Nitekim bunlar:

“Eğer bizim kıblemize (Kudüsallallahü aleyhi ve sellem) üzerinde sebat etmiş obaydı, bu takdirde biz de onun, bizim beklemekte olduğumuz arkadaşımız (peygamber) olduğunu umabilirdik.” dediler. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kendi kıblelerine dönme beklentisi içine girdiler.

Âyette onlara âit kıble meselesini tekil olarak zikretti. Halbuki biri Yahûdîlere ve biri de Hırıstiyanlara âit olmak üzere iki kıble bulunmaktadır. Bunu nedeni her ne kadar bunların her birinin kendilerine âit bir kıbleleri var ise de, bâtıl de birleşmeleri sebebiyle hedef açısından tek oldukları için, kıble de tekil olarak getirilmiştir.

“Kaldı ki onlardan kimi diğerinin kıblesine de uymazlar.”

Yani her ne kadar bu kitap ehli şana muhalefette, karşı çıkmada ittifak içine girseler bile, bunlar da kıble meselesinde kendi aralarında da tartışmalıdırlar. Onların sana muvafakatları nasıl ki beklenemezse, kendi aralarında ittifakları da beklenemez. Çünkü Yahûdîler Kudüs'e (Beyt-i Makdis'e) doğru yönelirlerken, Hırıstiyanlar ise güneşin doğuşunu bekler ve ona dönerler.

“And olsun ki sana gelen bunca ilimden sonra eğer sen onların arzu ve isteklerine (faraza) uyarsan,”

Yani delil, burhan ve kanıtların açıkça meydana çıkmasından sonra ve kıblenin de gerçekte Kâ'be olduğunu öğrendikten sonra, Allah'ın dininin de İslâm'dan başkası olmadığı gerçeğini kavradıktan sonra (faraza) onlara uyarsan,

“O takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun.” Sen de o iğrenç zulüm plarıı içerisinde yer almış olur ve o suçu işlemiş olursun.

İşte burada dinleyenlere ve duyanlara bir lütuf ve ikram yer almaktadır. Kişiyi hakka yöneltmek ve onda sebat açısından sevaba aşırı bir teşvik vardır. Aynı zamanda aydınlandıktan ve gerçekleri anlayıp kavradıktan sonra delile göre hareket etmeyi bırakıp hevâ ve istekleri doğrultusunda hareket edenleri de uyarıp ve tehdit ediyor, sakındırıyor.

Bir tefsire göre ahirde ilk değerlendirmede sanki hitap Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a imiş gibi gözükse de bundan asıl murat olunan ümmetidir. İşte âyetin bu noktasında, (........) üzerinde vakfetmek lâzım gelir. Eğer vasl edilir, yani durmayıp geçilirse, bu takdirde, bundan sonra gelecek olan âyet yani, (........) bu, (........) kelimesinin sıfatı olmuş olur.

146

Kendilerine kitap verdiğimiz Yahûdî ve Hırıstiyanlar, kendi öz çocuklarını tanır gibi, O'nun (Muhammed'in) peygamber olduğunu bilir ve tanırlar. Bu gerçeklere rağmen yine de içlerinden bir grup bile bile hakkı (gerçeği) mutlaka gizlerler.

“Kendilerine kitap verniğimiz Yahûdî ve Hırıstiyanlar onun (Muhammed'in) peygamber olduğunu bilir ve tanırlar.”

Az önce gördüğümüz gibi, (........) kelimesinde durulmadığı ve doğrudan geçildiği takdirde, (........) ibâresi bunun sıfatı oluyordu. Bu ibâre aynı zamanda mübteda ve bunun haberi de, (........) kelimesidir.

Yani Kitap ehli Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i, Kur'ân'ı ya da kıblenin değiştirilmesi gerçeğini bilip tanırlar, demektir. Ancak bu görüşler içinde ilk görüş daha sahihtir, geçerlidir.

Çünkü bundan sonra gelen âyetin şu kısmı bu gerçeğe ışık tutmaktadır. Şöyle ki:

“Kendi öz çocuklarını tanır gibi..” Nitekim Abdullah b. Selâm diyor ki:

— Ben onu (Muhammed'i), onun bir peygamber olduğunu, kendi öz çocuğumu bildiğimden daha iyi biliyor ve tanıtefsir.

İşte bunun üzerine Hazret-i Ömer ona:

— Neden ve nasıl? diye sorar. O da:

— Ben Muhammed'in peygamber olduğundan şüphe eden biri değilim. Çocuğuma gelince ondan şüphe ederim. Çünkü belki annesi bana ihanet etmiş olabilir, diye cevap verince Hazret-i Ömer de derhal gidip onun alnından öper.

“Bu gerçeklere rağmen yine de içerinden —İslâm'ı kabul etmemiş olan- bir grup -sırf haset ettiklerinden ve inatlarından dolayı- “bile bile -Allah'ın kitaplarında açıklamış olduğu söz konusu- hakkı (gerçeği) mutlaka gizlerler.”

147

Hak ve ebedî gerçek Rabbin tarafından sana bildinlendir. O hâlde sakın şüphelenenlerden olma!

“Hak ve ebedî gerçek Rabbin tarafından sana bildinlendir. O hâlde sakın -bunu Rabbin tarafından olduğundan- şüphelenenlerden olma!”

Burada, (........) mübtedadır. (........) de bunun haberidir. (........) kelimesinin başmdaki (........) yani belirtme takısı cins manasındadır.

Yani: “Hak ve gerçek başkasından değil, Allah'tandır.”

Yani bu şu demektir:

“Hak, şu anda senin üzerinde bulunduğun ve kabul ettiğin gibi Allah tarafından olduğu sabit olan gerçektir. Yoksa şu anda kitap ehlinin üzerinde bulunduğu ve Allah tarafından sabit olmayan şey değildir, ki bu da batılın kendisidir.”

Ya da bu (........) ahd için yani hâli hazır durumu göstermek ve bildirmek için olabilir. Bu da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in üzerinde bulunduğu gerçeğe işaret etmektir.

Veyahut bu kelime mahzûf (gizli) bir mübtedanın haberidir. Bu da, (........) demektir. (........) ise haberden sonra ikinci bir haberdir (yüklemdir). Ya da bu, hâldir.

148

Herkesin yüzünü dönderdiği bir ciheti (kıblesi) vardır. Öyle ise hayırda (Kâ'be'ye dönüşte) yarış edin! Her nerede olursanız olun, nihâyetinde Allah hepinizi bir araya getirecektir. Muhakkak Allah her şeye kâdirdir.

(........) olarak okumuştur.

(........) bu zamîr, (........) kelimesine âittir. (........) daki zamîr de, (........) kelimesine âittir.

Yani: “O yüzünü o tarafa çevirir.” Burada iki mef'ûlden biri hazfolunmuştur (gizlenmesi).

Ya da, (........) yüce Allah'a âittir.

Yani: “Onu o tarafa yönlendiren Allah'tır.” demektir. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (........) olarak okumuştur.

Yani, “Onların yöneldiği cihete onları yönlendiren de Allah'tır.” Mana şöyle olmaktadır: “Sizden olsun, sizden başkalan olsun her bir ümmetin yöneldiği bir kıblesi vardır.”

Öyleyse —sizler— hayırda —kıble konusunda olsun başkaca hayır olan şeylerde olsun sizden başkalanyla- yarış edin!”

-Siz ve düşmanlarınız- her nerede olursanız olun, nihâyetinde -kıyamet günü- Allah hepinizi bir araya getirecektir.” Böylece kim hak üzere ve kim batlıdadır, aralarında ayırıcı hükmünü ortaya koyacaktır.

Veya: “Ey Resûlüm Muhammed ümmeti! Sizden her biriniz için bir yön, kendisine doğru yönelip namaz kılacağınız yönlerden, güney, kuzey, doğu ve batı olmak üzere bir ciheti, Kâ'be'ye bir bakış açısı vardır. Dolayısıyla bu yönlerden en değerli olanında yarışın. Gerçi bu yönler farklı yönler olsalar bile, bunların içerisinde Kâ'be'ye yönü olan hangisi ise en değerli yön de orasıdır. İşte siz bu farklı cihetlerden hangisi üzerinde olursanız olun, Allah hepinizi toplayıp bir araya getirecektir. Böylece hepinizin namazını da sanki siz tek bir yöne doğru kılmışsınız gibi değerlendirecektir. Sanki sizler gerçekte Mescit-i Haram'da imişsiniz ve orada namaz kılıyormuşsunuz gibi olacaksınız.

“Muhakkak Allah her şeye kâdirdir.”

149

Nereden ve hangi araçla yola çıkarsan çık, namazda mutlaka yüzünü Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! Çünkü bu, Rabbin tarafından sana gelen gerçek emirdir. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

“Nereden -hangi belde ya da ülkeden- ve hangi araçla yola çıkarsan çık, (........) —namaz kılacağın zaman- namazda mutlaka yüzünü Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! (........) Çünkü bu -sana emredilen şey-Rabbin tarafından sana gelen gerçek bü- emidir. (........) Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”

Kırâat imâmlarından Ebû Amr, (........) kelimesini, (........) harfiyle, (........) olarak okumuştur.

150

Nereden ve hangi araçla yola çıkarsan çık, namazda yüzünü mutlaka Mescit-i Haram'a (kıbleye) doğru çevir! (Ey Müslümanlar!) Dünyanın neresinde olursanız olun, yüzlerinizi Mescit-i Haram tarafına döndürün ki, içlerinden zâlim olanlar dışında insanlar sizin aleyhinizde kıble için kullanabilecekleri bir hüccete (delile) sahip olmasınlar. Sakın onlardan korkup çekinmeyin, benim sizi cezâlarıdırmamdan korkun! Böylece size karşı olan nimetlerimi tamamlayayım da bu sayede doğru yolu bulasınız.

“Nereden ve hangi araçla yola çıkarsan çık, namazda yüzünü mutlaka Mescit-i Harama (kıbleye) doğru çevir! (Ey Müslümanlar!) Dünyanuı neresinde olu/sanız olun, yüzlerinizi Mescit-i Haram tarafına döndürün ki,” İşte bu tekrar, kıble olayı ile ilgili durumun ne kadar önemli olduğunu te'kit, teyit ve teşdit içindir. Çünkü nesh olayı aslında beraberinde fitne ve şüphe durumunu da getirir.

İşte bu tekrarların sebebi/Müslümanlar arasındaki şüpheyi önlemek ve gerçek üzerinde sebat etmelerini sağlamaktır. Dikkat edilirse bütün yapılan bu tekrarlarda farklı farklı yol ve yöntem izlenmiştir. Bu açıdan bunu yararları da buna göre farklıdır.

“İnsanlar sizin aleyhinizde kıble için kullanabilecekleri bir hüccete (delile) sahip olmasınlar.”

Yani, şam yüce olan Allah, âyetlerinde kıble konusunda hüccet gösterme ile alâkalı olarak size gereken tanıtmada bulunmuştu. Meselâ:

“Herkesin yüzünü çevirdiği bir ciheti (kıblesi) vardır.” Bakara, 148. gibi.

Yani Yahûdîler için sizin aleyhinizde, kıblenin tahvili (değiştirtmesi) ile alâkalı olarak Tevrât'ta yer alanın aksine aleyhinizde bir hüccet, delil ve kanıta sahip olmasınlar. Âyette, “hüccet/delil” ismi inatçıların sözlerine karşılık mutlak manada zikredilmiş oldu. Çünkü inat içinde olanlar, ileri sürdükleri görüşlerini sanki birer hüccet imiş gibi hep sunarlar.

“İçlerinden zâlim olanlar dışında sizin aleyhinizde “İşte âyetin bu kısmı, “nas/insanlar” ifadesinden istisna edilmiş, dışarıda tutulmuştur.

Yani Yahûdîler içinde oldukça inatçı olanlar dışında kalan diğerleri lehine ve sizin aleyhinize ellerinde bir hüccetleri bulunmasın. Çünkü Yahûdîlerin inatçı ve azılı takımı:

Muhammed bizim kıblemizi sırf eski dinine dönmek istemesi ve beldesini sevmesi bakımından bizim dinimizi terk etti. Eğer Muhammed hak ve gerçek üzere olsaydı mutlaka geçen peygamberlerin kıblesine, Beyt-i Makdis'e bağlı kalırdı.” Ya da bunun manası şöyledir:

“Arapların atası olan İbrâhîm ve İsmâîl'in kıblesi durumundaki Kâ'be'ye doğru ibâdeti terk etmeniz bakımından Arapların sizin aleyhinize olarak ellerinde bu manada bit kanıtları olmasın.”

“İçlerinde zâlim olanlar dışında” ifadesiyle işaret olunmak istenen Mekke halkıdırlar. Çünkü onlar bu kıble olayı üzerine şöyle demeye başlamışlardı:

“Şimdi Muhammed gerçeği gördü ve böylece atalarının kıblesine dönmüş oldu. Artık atalarının dinine de döneceği zaman oldukça yakındır.”

İşte bundan sonra onları uyarmak maksadıyla yeniden Rabbimiz meseleye şöyle girmiş oldu:

“Sakın onlardan korkup çekinmeyin.” Sakın onların kıbleniz hakkındaki sakat görüşlerinden ve dil uzatmalarından korkup ürkmeyin. Çünkü onlar size zarar veremezler.

“Benim sizi cezâlarıdırmamdan korkun!” Bunun için de benim emrime aykın hareket etmeyin.

“Böylece size karşı olan nimederimi tamamlayayun da” Sizin aleyhinize bir hüccet bulamasınlar delil getirtmesinler için size gerçeği öğrettim. Bir de sizi doğru yola iletmemle ve Kâ'be'ye yönlendirmemle size karşı olan nimetlerimi tamamlayayım da...

“Bu sayede, doğru yolu -İbrâhîm'in kıblesine dönme gerçeğini- bulasınız.”

151

Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size bizim âyetlerimizi okur, sizi arındırır ve size Kitabı ye hikmeti öğretir. Ve o size bilmediğiniz şeyleri de öğretir.

“Nitekim içinizden -Araplardan- bir peygamber gönderdik.”

Bu âyette bulunan, (........) kelimesinin başında yer alan, (........) harfi, ya bir öncesine mütealliktir, yani bağlarıtılıdır. Dolayısıyla bunun manası şöyledir:

“Dünyada size Rasûl göndererek nasıl ki nimetimi tamamlamış isem, âhirette de size sevap vererek nimetimi tamamlayacağım.”

Ya da bu, mabadine (kendisinden sonra gelen cümleye) mütealliktir. Bu takdirde de mana şöyle olur:

“Nasıl ki size peygamber göndererek sizi anmış (size yol göstermiş) isem, siz ede bana itâat ederek beni anını ki, ben de sizi sevap ile ödüllendirerek anayım.”

İşte bu tefsire göre, (........) kelimesi üzerinde (okuma esnasında) vakfedilir (durulur). Ancak ilk tefsire göre ise bu kelime üzerinde vakfolunmaz.

“O size bizim âyetlerimizi -Kur'ân'ı- okur,”

“sizi arındırır, size Kitab'ı —Kur'ân'ı- ve hikmeti -Sünneti- ve fıkhı -derin anlayışı- öğretir.”

“Ve size bilmediğiniz —ve fakat öğrenilmesi ancak vahiy yoluyla kazanılabilecek- şeyleri de öğretir.”

152

Öyleyse siz benim hükümlerimi uygulayarak beni anın ki, ben de sizi mağfiretimle anayım. Benim nimetlerime şükredin ve sakın nankörlükte bulunmayın!

Öyleyse siz benim Mikümlerimi uygulayarak beni -takdir ettiklerimle- anın ki, (........) ben de sizi mağfiretimle anayım:” Veya siz beni sena ile anın ki, ben de size vereyim. Yahut siz benden isteyin ki, ben de sizi istediğinize erdireyim, ya da siz bana tevbe ederek beni anın ki, ben dé sizi af ile anayım, yahut da siz beni ihlâs vé samimiyetle anını ki ben de sizi kurtararak anayım ve nihayet siz beni münacat ile yakararak anın ki, ben de necat (kurtuluş) ile anayım.

“Benim, nimetlerime -size nimet olarak verdiklerime- şükredin ve -verdiğim nimetlere karşı- nankörlükte bulunmayın.”

153

Ey îman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabır gösterenlerle beraberdir.

(........)Şüphesiz Allah sabır gösterenlerle beraberdir.”

Çünkü, onlara zafer vermekle ve yardım etmekle onların yanındadır.

154

Sakın Allah yolunda öldürülenleri, “ölüler” diye anmayın. Bilâkis onlar (bilmediğiniz bir hayat ile) diridirler ve fakat siz bu gerçeği anlayamazsınız.

“Sakırı Allah yakında öldürülenleri, “Ölüler” diye anmaym.” Bu âyetin nüzul (iniş) nedeni Bedir savaşırıda şehit edilenlerle alâkalıdır. Bu savaşta on yedi sahabi şehit olmuş idi. İşte Allah yolunda canlarını ortaya koyan bu manadaki insanlara diğer ölüler gibi sıradan ölü gözüyle bırakılmaması gereğine işaret edilmektedir.

“Bilâkis onlar (bilmediğiniz bir hayat ile) diridirler ve fakat siz bu gerçeği anlayamazsınız.” Siz bunun bilemezsiniz. Çünkü şehidin yaşadığı o hayat bu duyu organlarıyla hissedilip anlaşılamaz, bilinemez.

Hasen-ı Basrî'den gelen bir rivâyete göre demiştir ki:

“Gerçekten şehitler, Allah katında diridirler, bir hayat yaşamaktadırlar. Onların rızıkları ruhlarına sunulur, işte bu rvzık sunulma olayından onlar mutlu olurlar, haz ve sevinç duyarlar. Nitekim, cehennem ateşi de Fir'avun ve arkadaşlarına sabah ve akşam gösterilir de onların ruhları da bundan ötürü acı ve ızdırap duyarlar.”

Mücahid'in söylediğine göre: “Şehitler cennet rızıklarıyla rızıklarıdırılırlar ve cennetin içinde henüz yer almadıkları hâlde kokusunu duyup hissederler.”

155

Yemin olsun ki, Biz, sizi mutlaka bir tür korku ile, bir çeşit açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden yana bir miktar eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele!

“Yemin olsun ki, Biz, sizi mutlaka bir tür korku ile, bir çeşit açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden yana bir miktar eksiltmekle imtihan edeceğiz.” Şimdi bu âyetteki bazı kelimeler üzerinde duralım:

(........) Size, bu şekilde tıpkı denemeye tabi tutulanların hâli gibi birtakım şeyler isabet ettireceğiz. Acaba sizlerden istenen Allah'a itaati, emirleri yerine getirip yasaklardan uzaklaşarak sabır gösteriyor musunuz, göstermiyor musunuz? Sizi kesin olarak bunlarla sınayacağız.

(........) Âyette söz konusu edilen belâ, felâket ve musibetlerden biraz tattırarak... Bu âyette belânın azliğina özellikle dikkat çekiliyor. Çünkü, herhangi bir insanın başına gelen musibet, belâ ne kadar büyük olursa olsun, mutla o belâ, ondan daha üstün ve ağır olanına göre azdır. Dolayısıyla bu gerçeğe işaret edilmiştir. Bununla beraber yüce Allah, her halükarda rahmetiyle, şefkat ve merhametiyle, bağışlamasıyla da kullarının yanında olduğunu insanlara gösteriyor ve gösterecektir. Aynı zamanda kullarına henüz belâ ve musibet gelip çalmazdan önce insanın kendisini her an bu gibi şeylere hazırlaması gerektiğini de bildirmiş bulunmaktadır ki, ileride bu gibi durumlarda bunlayım içine girmesinler.

“korkudan”

Yani düşman veya Allah korkusu gibi korkularla... (........) Açlıkla yani kıtlık veya ramazan orucu sebebiyle olan açlık ile de imtihan edeceğiz.

“Mallardanyana eksiltmekle” yani, canlı mallarınızın (hayvanlarınızın) ölümüyle veya zekât ile imtihan ederiz.

Bu kelime de ya, (........) üzerine veya, (........) üzerine ma'tûftur.

Yani mallardan bir kısmını eksiltmekle...

“canlardan yana,” yani öldürülme ile, normal ölüm ile, hastalık ve yaşlılıkla da imtihan ederiz. “ürünlerden yana eksiltmekle,..”

Yani ekili alanlarınızı herhangi bir şekilde musibetlere uğratmakla ya da çocuklarınızın ölümüyle de imtihan edeceğiz. Çünkü çocuk insanın ciğerparesidir.

“Sabır gösterenleri müjdele!”

Yani, yukanda sayıları belâlar karşı sabır gösterenleri ya da, belâlar karşısında İstirca yapanları, yani “Biz Allah’ın kullarıyız, nihâyetinde Ona döneceğiz” diye teslimiyet göstererek sabredenleri müjdele! Çünkü İstirca; Allah'a teslimiyettir ve işin hassasiyetini gerektiği gibi kavramaktır. Nitekim, bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Herhangi bir musibet ve belâ anında kim (........) diye teslimiyet ve sabır gösterirse, Allah ona verdiği musibeti ya da belâyı hafifletir, Âhiret hayatını güzel eyler ve Allah o kuluna verdiği musibet yerine kendisinin memnun ve hoşnut kalabileceği iyi ve sâlih bir şey (evlat) verir.” Bk. Taberânî, el-Kebir; Ve Mecmeuzzevaid, 2/331. Beyhaki, Şuâbu'l-Îman; 9688. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kandili söner ve bunun üzerine şöyle buyurur:

“Biz Allah'tan geldik ve sununda O'na döneceğiz.” der. Bunun üzerine kendisine bu da mı bir musibet ya da belâdır? diye sorulur. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki:

“Evet, mü'mine eza ve sıkıntı veren her şey bir belâdır, bir musibettir.” Bk. Ebû Dâvud, Mürseller: 412.

Bu hitap ya Rasûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e âittir veya müjde beklentisi içinde bulunan herkesedir.

156

Sabır gösteren kimseler öyle kullardırlar ki, kendilerine herhangi bir musibet (belâ) geldiğinde: “Biz Allah'a âit kullarız ve biz vakti gelince O'na döneceğiz.” derler.

“Sabır gösteren kimseler öyle kullardırlar ki, kendilerine herhangi bir musibet — belâ geldiğinde: (........) derler.”

Şimdi âyetteki kelimeler üzerinde duralım:

(........) Mensûbdur ve, (........) kelimesinin sıfatıdır. Dolayısıyla bu, (........) kelimesi üzerinde vakfedilemez (okuma sırasında durulmaz). Aksine bu âyetin sonunda yani, (........) kelimesi üzerinde vakfolunür (durulur). Ancak, (........) ile cümleye (âyete) başlayan ve, (........) yi de haber kabul edenlere göre, (........) kelimesi üzerinde değil de, (........) kelimesi üzerinde vakfeder (durur). Fakat, doğru olan görüş ilk görüştür. Çünkü, (........) ve sonrası sabır olayım açıklamaktadır. Musibet ise, hoşlarıılmayan, kişiyi huzursuz ve rahatsız eden şey demektir. Kelime ism-i fâildir. Başına herhangi bir şiddet ve sıkıntı doğuran şey gelen manasınadır. Aynı zamanda, (........) kelimesi üzerinde durulmaz. Çünkü, (........) kelimesi, (........) edatının cevâbıdır. (........) da cevabıyla birlikte, (........) kelimesinin sılasıdır.

(........) demekle mülkün Allah'a âit olduğunu ikrar ve kabul etmek, demektir. (........) ile de kendimizin bir gün gelip yok olacağımızı, faniliğimizi ikrar ve kabul demektir.

157

Rablerinden gelecek olan mağfiret ve rahmet işte bu özellilere sahip olanlaradır. Ve işte bunlar doğru yola erenlerin ta kendileridir.

“Rablerinden gelecek olan mağfiret ve rahmet iste bu özelliklere sahip o kullaradır.”

Âyetteki, (........) kelimesi şefkat, acıma ve merhamet manasındadır. Bu kelime, (........) yerinde burada kullanılmıştır. Dolayısıyla kelime hem merhamet ve hem şefkat yanı acıma manalarında değerlendirilmiştir.

Yani “rahmet” ve “re'fet” manasını bünyesinde toplamıştır. Meselâ:

(........) ile (........) âyetlerinde görüldüğü gibi.

Dolayısıyla bunun manası şöyledir: “İşte bu özelliklere sahip olanlar için rahmet üzerine rahmet, şefkat üzerine şefkat vardır.”

“Ve işte bunlar doğmyola erenlerin ta kendileridir.Hak ve doğru yolda olanlardır. Çünkü bunlar istircada bulunmuşlardır, Allah'ın emrine boyun eğmişlerdir.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) der ki: “Şu iki denklik ve bir ilâve ne güzeldir. Bu iki denklik eşit olan şey ise, salât (re'fet, şefkat) ve rahmet (merhamet, acıma)’e hidâyet olup, şüphesiz bu üçü ne güzeldir.” diyor.

158

Şüphesiz Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beytullah'ı hacceder veya umre yaparsa bunları tavaf ermesinde kendisi için bir günah (vebal) yoktur. Her kim de fazladan farz olmayarak gönülden hayır işler, ibâdet eder ve umre yaparsa şüphesiz Allah onun bu iyiliklerini kabul eder ve tüm yaptıklarını da bilir.

“Şüphesiz Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir.” Safa ile Merve ikî dağa âit isimlerdir. Bu iki dağ ise Allah için ibâdet edilmesi gereken yer ve işaretlerdendir.

(........) kelimesi, (........) kelimesinin çoğuludur. Bu da âlâmet, işaret demektir.

“Her kim Beytullah'a hacceder,” Kâ'be'ye gitmeye niyet eder,

“veya umre yaparsa” Kâ'be'yi ziyaret ederse,

“Bunları tavaf etmesinde kendisi için bir günah (vebal) yoktur.”

Hac: Bir yere veya şeye yönelmek, niyet etmek ve kasdetmek, demektir.

İtimar (umre) ise; ziyaret etmek, demektir. Daha sonraki dönemlerde bu ikisi Beytullah'a niyetle onu ziyaret için kullanılmıştır ki, gidip oralarda görülüp ibâdet edilmesi gereken yerlerde ibâdet etmek olarak bir terim hâlini almıştır. Bu ikisi yani hac ve umre mana itibariyle hacca niyet ve ziyaret etmek manasındadırlar.

Yani tıpkı özel isim hâlini almışlardır. Meselâ; nasıl ki “necm” dendiğinde herhangi bir yıldız değil de Süreyya yıldızı akla geliyorsa ve beyt dendiği zaman da herhangi bir ev değil Kâ'be akla geliyorsa hac ve umre dendiği zaman da başka bir yere yönelmek ve ziyaret etmek değil, Beytullah'ı niyetle oraya yönelmek ve orayı ziyaret etmek akla gelir.

(........) yani kendisine bundan dolayı bir günah, vebal ve salarıca yoktur. (........) Bu kelime, (........) demektir. Bu kelimede, (........) harfi, (........) harfine idgam olunmuştur.

Tavf/Tavaf: Esas itibariyle bir şeyin etrafında ya da çevresinde dolanıp yürümek demektir. Burada ise, âyette ismi geçen Safa tepesiyle Merve tepesi arasında gidip gelme yani sa'y etmektir.

Anlatıldığına göre İslâm öncesi câhili dönemde burada iki put varmış. Bunlardan İsafe adlı put Safa tepesi üzerinde bulunurmuş ve Merve tepesi üzerinde de Naile adındaki put yer alırmış. Güya bu iki put aslında biri erkek ve diğeri de kadm olmak üzere iki insan imişler. Kâ'be içinde zina fiilini işlemişler ve Allah böylece onları cezâlarıdırmak üzere iki taşa dönüştürmüştür. Sonra da bu ikisinin yaptıkları işten ötürü kendilerinden ibret alınmaları için her ikisi de Kâ'be'den alınarak biri safa ve diğeri de Merve tepelerine konmuştur. Ancak ardan oldukça uzun bir zaman diliminin geçmesiyle artık bu ikisine Allah'tan başka tapınılır olmuştur. Câhiliye dönemi insanları bu iki tepe arasında sa'y yani gidip gelme görevlerini yaparlarken bu iki puta dokunup meshederlermiş.

Ancak İslâm'ın gelişiyle, putlar kırıldı, çöplüğe atıldı. Fakat Müslümanlar, câhiliye döneminde müşriklerin bu iki tepe arasında sa'y görevim yapmalarını göz önünde bulundurarak burada sâyetmeyi pek uygun bulmayıp rahatsızlık duyuyorlardı. Çünkü daha önce burada câhiliyenin işledikleri yanlış işler ve puta tapınma vardı. Akla bu geliyordu. Putlar kırıldığından ve bundan eser kalmamış olduğundan artık bu iki tepe arasında sa'y etmek günah olmaktan çıkmıştır.

İşte âyet, yani, (........) ifadesi bu noktaya dikkat çekiyor. Bu ise, İmâm Mâlik ve İmâm-ı Şâfiî'nin -Allah her ikisine de rahmet eylesin- söyledikleri gibi bunun haccı bir rüknü (farzı) olmadığının bir delilidir.

“Her kim fazladan farz olmayarak gönülden hayır isler, ibâdet eder ve umre yaparsa,”

Yani bu ikisi arasında sa'y ya da tavaf ile gidip gelirse -nitekim âyetin bu kısmı da bunun haccın bir rüknü olmadığını gösteriyor-,

“şüphesiz Allah onun bu iyiliklerini kabul eder -onun az işine, ameline karşılık ona çok şey verir- ve tüm yaptıklarını da -küçük ve büyük her ne yaptıysa- bilir.”

Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali (........) olarak okumuşlardır. Kelimenin aslı ise, (........) olup, (........) harfi, (........) harfine idgam olunmuştur.

159

Şüphesiz bizim indirdiğimiz apaçık âyetleri ve doğru yolu, Kitapta (Tevrât ve İncîl'de) insanlara açık seçik olarak bildirmemizden sonra gizleyenler var ya, işte Allah onları rahmetinden uzak tutarak lânet eder ve lânet etme durumunda olan her varlık da onlara lânet (beddua) okur.

“Şüphesiz bizim -Tevrât'ta- indirdiğimiz -ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in durumuyla ilgili gerçekleri dile getiren- apaçık -şehadet eden- âyetleri ve -Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i tanıtarak İslâm'ın yolunu gösteren-doğruyolu Kitapta (Tevrât ve İncîl'de) içinde herhangi bir zorluke yer bırakmaksızın- insanlara açık seçik olarak bildirmemizden sonra gizleyen -hahamlar, Yahûdî bilgin- ler var ya, -çünkü bunlar bile bile açık ve seçik olan gerçeklere yönelip onu gizlediler,- işte Allah onları rahmetinden uzaklaştırarak lânet eder ve lânet etme durumunda olan her varlık da onlara lânet (beddua) okur.”

Bu lânet edebilecek ve beddua edecek olanlar ise melekler, insanlardan ve cinlerden îman etmiş olanlardır.

160

Ancak onlardan tevbe edenler, yaptıkları yanlışları düzeltip tamir edenler ve gizledikleri gerçekleri halka açıklayanlar var ya, işte ben onların tevbelerini (hakka dönüşlerini) kabul ederim.

Çünkü, ben tevbeleri çok çok kabul eden ve çok merhamet sâhibi olanım.

“Ancak onlardan -gizleme fiilini terk ederek ve imansızliği bırakarak- tevbe edenler, yaptıkları yanlışları düzeltip tamu- edenler -bozuk hâl ve davranışlarını düzeltenler, eksiklerini tamamlayanlar- ve gizledikleri gerçekleri halka açıklayanlar var ya, işte ben unların tevbelerini (hakka dönüşlerini) kabul ederim. Çünkü ben tevbeleri çok çok kabul eden ve çok merhamet sâhibi olanım.”

161

Şüphesiz inkâr yolunu seçerek kâfir olanlar ve bu küfürleri üzerinde ölenler var ya, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların da lâneti onların üzerinedir.

Şüphesiz inkâr yolunu seçerek kâfir olanlar ve küfürleri üzerinde ölenler -yani gizledikleri gerçekler sebebiyle pişmanlık duymayıp tevbe etmeden o hâl üzere ölenler- var ya, iste Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların da lâneti onların üzerinedü:”

Önceki âyette, onlar hayatta iken lânete uğradıkları belirtiliyor. Bu âyette de ölümlerinde de lânete uğratıldıkları belirtiliyor.

Âyette geçen, (........) kelimesinden kasıt mü'minlerdir. Ya da hem mü'minler ve hem de kâfirlerdir. Çünkü kıyamet gününde kimisi kimisine lânet okuyacaktır. Nitekim, yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Cehenneme giren her grup kendi yoldaşına lânet okur.” A'râf, 38.

162

Onlar artık sürekli olarak hep bu lânet içindedirler. Onlardan ne azapları hafifletilir ve ne de yüzlerine bakılıp bir süre tanınır.

“Onlar artık sürekli olarak hep bu lânet içindedirler.”

(........) kelimesi, (........) deki (........) zamîrinden hâldir. (........)ya “lânet içinde” veya “ateş içindedirler” , demektir. Ancak bu hususlar konunun önemi sebebiyle ve korkutmak, tehdit etmek için gizli bırakılmıştır.

“Onlardan ne azapları hafifletilir ve ne de yüzlerine bakılıp bir süre tanınır.”

Yani onlara asla bir mühlet, yeni bir süre tanınmaz. Ya da mazeret göstermeleri için beklenilmez. Ya da bunlara rahmet nazanyla asla bakılmaz.

163

İlâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka bir ilâh yoktur. O Rahmândır, Rahîmdir.

“İlâhınız bir tek ilâhtır.”

Yani, O ilâhliğinda-ulühiyetinde ferddir, bir tektir. İlâhlığmda O'nun ortağı, şeriki yoktur. Bu itibarla Allah'tan başkasının İlâholarak adlarıdırılması doğru değildir.

“O'ndan başka bir ilâh yoktur.” Âyetin bu kısmıyla başta Allah'ın birliğini kesin ikrar ile bildiriyor. Diğer şeyleri ilâh olarak kabul edilmesini ve bir başka ilâh varlığını reddediyor ve bunun yalnızca kendisinin olduğunu tesbitle belirtiyor.

Âyetteki, (........) zamîri, (........) den bedel olarak merfûdur. Burada nasb câiz değildir. Çünkü bedel, ikinci amile itimad etmeye dayanır, ona delâlet eder. Nitekim âyetteki mana da buna dayanır. Eğer mansüb olarak kabul edilirse bu takdirde ilk amile dayanır.

“O Rahmân'dır, Rahîm'dir.” Bu ise merfûdur.

Yani nimetlerin hangi türü, aslı ve yan ürünleri varsa hepsini veren Allah'tır. Allah'tan başka böyle bir niteliğe sahip bir varlık asla yoktur. O'ndan başka olan şeyler ya nimet türünden olan şeylerdir veya kendilerine nimet verilenlerdir.

Bunun merfû' oluşu ya mübtedanın haberi olması itibariyledir. Ya da, (........) zamîrinden bedel olarak merfûdur. Yoksa sıfat olarak değil. Çünkü zamîr bir kelime vasfedilemez, nitelenemez.

Müşrikler bir tek ilâh konusunda şaşkınlık ve hayret duyunca, buna ilişkin olarak bir âyet ve mu'cize istediler. İşte bu âyetin iniş sebebi bu olaydır.

164

Şurası bir gerçektir ki, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde yüzüp sefer yapan gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü durumundaki toprağı sayesinde canlarıdırdığı suda, yeryüzünde her türlü canlıyı üreterek dağıtıp yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında Allah'ın emrini hazır olarak beklemekte olan bulutları dünyanın dört bir tarafına yönlendirmesinde şüphesiz aklını çalıştıran bir toplum için Allah'ın varlığının ve birliğinin delilleri vardır.

“Şurası bir gerçektir ki, göklerin ve yerin yaıatılmasında, gece ile gündüzün -renkte, uzayıp kısalmasında ve- birbiri ardınca gelmesinde,” “İnsanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde yüzüp sefer yapan gemilerde,” orada kendilerine faydalı olan şeyleri taşımada veya insanlara fayda getirmesinde,

“Allah'ın gökten indirip -yağdınp- cfa ölü -kurumuş- durumundaki toprağı sayesinde canlarıdırdığı suda,”

Burada, (........) deki, (........) edatı ibtidai gaye içindir. Âyetteki, “sudan “kasıt yağmur demektir ve suyun cinsini açıklamak içindir. Çünkü gökten yağmur da, başka şey de iner (yağar). Daha sonra işe gelen şu ifade, (........)fiili üzerine atfedilmiştir. Bundan sonraki, (........) kelimesi de, (........) kelimesi üzerine atfedilmiştir.

“Yeryüzünde her türlü canlıyı üreterek dağıtıp yaymasında,” yeryüzünde debelenen her canlıyı.... “rüzgarları ve yer ile gök arasında Allah'ın emrini hazır olarak beklemekte olan bulutları dünyanın dört bir tarafına yönlendirmesinde “şüphesiz aklını çalıştıran bir toplum için Allah'ın varlığının ve birliğinin delilleri vardır.”

Kırat imâmlarından Hamza ile Ali, (........) çoğul olan bu kelimeyi, tekil olarak, (........) şeklinde kırâat etmişlerdir.

Yani, rüzgarların doğudan, batıdan, kuzey ve güneyden estirilmesinde, kimi zaman sıcak olarak ve kimi zaman da soğuk olarak estirilmesinde ve yönlendirilmesinde, kimi vakit kasırga ve fırtınalar şeklinde ve bazen de ılık ve yumuşak bir hâlde estirilmesinde, kimi vakit hiçbir yarar sağlamayan ve aşılamaya neden olmayan bir rüzgar hâlinde ve kimi vakit de bitkiler arasında aşılama görevini yapar hâlde estirilmesinde, bazan rahmet oluşunda ve bazen de azap ve cezâ oluşunda akıl sahipleri için çıkaracağı dersler ve ibretler vardır.

Allah'ın dilemesine bağlı kalarak ona boyun eğen ve emrinde hazır bekleyen gök ile yer arasında da ibretler vardır. Yeterki bütün bunlara ders alabilecek şekilde kalb gözüyle bakılmalı ve ibret alınmalıdır. Tüm bu sayıları şeyler dikkate alınarak bunları var eden zatın kudreti için birer delil ve delil görmeli, bunlar eşsiz şekilde yaratan zatın hangi hikmete bağlı kalarak yarattığı üzerinde kafa yormalıdır. Bir de bunlardan bunun sâhibinin birliğini, vahdaniyetini öğrenmeli, Allah'ın birliği için bunları delil saymalıdır. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Bu âyeti okuduğu hâlde bunun üzerinde düşünmeyen, bundan ders çıkarmayan kimseye yazıklar olsun!”

165

Bu delilleri düşünmeyen öyle insanlar da vardır ki, Allah'tan başka varlıkları Allah'a denk ilâhlar kabul ederler ve onları Allah'ı sever gibi severler. Halbuki Allah'a îman edenlerin, Allah'a karşı olan sevgileri müşriklerin ilâhlarına (ilâhlaştırdıkları sistemlerine) olan sevgi ve bağlılığından çok daha fazladır. Keşke zalimler azâbı gördükleri andan itibâren gerçeği anlayacaktan gibi bütün güç ve kuvvetin Allah'a âit olduğunu, Allah'ın azâbının pek şiddetli olduğu gerçeğini şimdiden anlayabilselerdi.

“Bu -apaçık burhan ve delilleri düşünmeyen öyle insanlar da vardır ki, Allah'tan başka varlıkları — put ve benzeri şeyleri- Allah'a denk ilâhlar olarak kaimi ederler ve” “onları Allah'ı sever gibi severler.”

Onlara tazimde bulunurlar, sanki sevilmesi ve saygı gösterilmesi gereken onlarınış gibi ona boyun eğerler. âdeta Allah'a tazimde bulunur ve Ona boyun eğilir gibi yaparlar.

Yani putlarını, (putlaştırdıkları sistemlerini) ve adamlarını tıpkı Allah gibi severler. Kısaca bunlara olan sevgi ile Allah'a olan sevgide eşitlik gösterirler. Çünkü bunlar da Allah'ın varlığını ikrar ile kabul ediyor ve O'na yaklaşmak için kendilerince ibâdetler yapıyorlar.

Bir tefsire göre de mü'minlerin Allah'ı sevdikleri gibi bunlar da putlarını ve putlaştırdıklarını bu manada severler.

“Halbuki Allah'a îman edenlerin Allah'a karşı olan sevgileri, müşriklerin ilâhlarına (ilâhlaştırdıkları sistemlerine) olan sevgi ve bağlılığından çok daha fazladu:”

Çünkü mü'minler her ne olursa olsun asla Rabbleri olan Allah'tan vazgeçip bir başka varlığa asla dönmezler, dönek değiller. Halbuki münâfıklar dönektirler. Çünkü başlarına bir sıkıntı gelince, başları sıkışınca Allah'a denk mttukları ilâhlarını bırakır hemen yüce Allah'a sığınırlar ve O'na boyun eğerler.

“Keşke zalimler azâbı gördükleri andan itibâren gerçeği anlayacakları gibi.”

Bu âyetteki, (........) kelimesini İmâm Nafı ve İbn Âmir muhatap sigasıyla, (........) olarak okumuşlardır. Dolayısıyla bu okuyuşla sanki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e sesleniliyormuş gibi değerlendirilmiştir. Ya da her muhataba bir hitap olarak değerlendirilmiştir.

Yani: “Sen bu durumu eğer görebilseydin, gerçekten büyük bir olay karşısında olduğunu görürdün.” demektir.

(........) ile Allah'a denk eşler edinen, ortaklar kabul edenleri ifade ve işaret ediyor.

Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (........) kelimesini, meçhul olarak, (........) şeklinde kırâat etmiştir.

“Bütün güç ve kuvvetin Allah'a âit oluğunu, Allah’ın azâbuun pek şiddetli olduğu gerçeğini şimdiden anlayabilselerdi.”

Âyetteki, (........) hâldir.

Yani şirkleri yüzünden büyük bir zulüm ve inkâr içinde olanlar her bakımdan, sevap vermede ve cezâlarıdırmada güç, kuvvet ve kudretin Allah'a âit olduğunu, Allah'a denk tuttukları varlıkların bir hiç olduklarını keşke bilmiş olsalardı, kıyamet gününde azâbı gördükleri anda, Allah'ın zalimlere uygulayacağı azâbın şiddetini bilselerdi, artık onlarda görülecek ve duyulacak pişmanliğin, üzüntünün tarifi anlatılamazdı.

Burada cevap mahzûftur. Çünkü, “eğer” arzu duyuları-özlenen bir ifadenin başında veya kendisinden korkuları bir durumu anlatan bir cümlenin başında yer alınca, o zaman akla gelebilecek tüm sorulara bir cevap içeren bir ifade ya da cümle ile birleştirilmesi olayı oldukça azdır.

Yani çoğunlukla cevap net olarak gösterilmez. Ki bu edattan sonra mazi (geçmiş zamanlı) fiil gelir, aynı şekilde bu, kelimeye eğer mazi (geçmiş zaman) manasına delâlet edecekse yine bu edat gelir.

Ancak burada geleceğe âit fiilin başına yani Muzari (şimdiki zaman) fiilinin başına gelmiş olması şu sebepledir. Allah'ın gelecekten haber vermesi, doğruluğu itibariyle tıpkı geçmişte olmuş bir vakanın gerçekliği manasındadır. Zira Allah'ın bildirdiği şey mutlaka gerçekleşeceğine göre bu bir manada mazi anlamındadır, olmuş gibidir.

166

İşte o andan itibâren lider durumundakilerin, peşlerinden gelenlerden nasıl kaçıp uzaklaştıklarını görecekleri anı da hatırla! Zaten azâbı da görmüşlerdir ve aralarındaki her türlü bağlar da kopup kesilmiştir.

“İşte o andan itibâren lider durumundakilerin, peşlerinden gelenlerden nasd kaçıp uzaklaştıklarını görecekleri anı da hatırla! Zaten azâbı da görmüşlerdir ve aı akmada her türlü bağlarda kopup kesilmiştir.”

Kırâat imâmlarından Âsım dışında Irak okuluna mensup olanlar (ki bunlar Kûfe ve Basra kırâat okulu mensupları olup eğer bunlar bir kelimede ittifak ederlerse hepsine birden Irak okulu mensupları denmektedir) (........) kelimesindeki (........)harfini (........) harfine idgam etmişler ve öyle okumuşlardır ki, bu okul mensuplarına göre bu türden kelimeler Kur'ân'ın neresinde gelirse gelsin, hepsi aynı şekilde ve aynı kuralı uygulayarak okumuşlardır.

Aynı zamanda bu kelime, (........) cümlesinden bedeldir. (........) cümlesinden murat, kendilerine uyulanlar, lider konumunda olanlar, önderler, demektir. Bundan sonraki cümlede de bu liderlerin peşinden gidenler anlatılmaktadır.

(........) Bu cümlenin başında yer alan, (........) harfi hâl içindir.

Yani, “Azâbı gördükleri durumdan itibâren onlardan uzaklaştılar, bağlarını kestiler.” Yine âyetteki, (........) kelimesi de, (........) kelimesine ma'tûftur.

(........) yani aralarında birleşmeye neden inançları, akideleri, ideolojileri, soy sop yakınlığı ve ahbaplıkları gibi her tür bağları koptu, kesildi, demektir.

167

Kötülük önderlerine uyanlar liderleri için derler ki: “Keşke bizim için yeniden dünyaya dönüş imkanı olabilseydi de, onların şu anda bizden kaçıp uzaklaştıkları gibi biz de onlardan kaçıp uzaklaşsaydık” İşte böylece Allah onlara amellerini içlerindeki hasret, pişmanlık ve üzüntüyle gösterecek ve onlar cehennem ateşinden de çıkacak değillerdir.

“Kötülük önderlerine uyanlar liderleri için dediler ki: “

Âyetteki, (........) kelimesi, temenninin cevabı olmak üzere mensûbtur. Çünkü (........) edatı temenni manasınadır. Mana şöyle oluyor:

“Keşke dönebilme imkanımız olaydı da biz de onlardan uzaklaşıp kaçsaydık.”

(........) İşte gerçekten bu iğrenç ve ürpertici azâbı gösterme olayı gibi.. “İşte böylece Allah onlara amellerini -putlara tapınışlarını ve ilâhlaştırdıkları ideolojilerinin hesabını— içlerindeki hasret, pişmanlık ve üzüntüyle gösterecek.”

Âyetteki, (........) ibâresi, (........) kelimesinin üçüncü mef'ûlüdür. Mana ise şöyledir:

“Onların amelleri kendilerine hasret, üzüntü, pişmanlık olarak dönmüştür. Çünkü onlar yapıp ettiklerinin karşılığı olarak hasret ve nedametten başka bir şey görmeyecekler, göremeyeceklerdir.”

“Ve onlar cehennem ateşinden de çıkacak değillerdir.” Aksine onlar cehennem ateşinde daimdirler, ebedî kalıcıdırlar.

168

Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan şeylerin helâl ve temiz olanlarından yiyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü şeytan sizin için apaçık bir düşmandır.

“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan şeylerin helâl ve temiz olanlarından yiyin.” Bu, “Ey insanlar yiyin.” emri mubah olan bir emirdir yani emri ibahidir. Farz ve vacip manasında değildir.

(........) ibâresindeki (........) cer edatı, teb'îz yani bazısı, bir kısmı manasındadır. Çünkü yeryüzünde bulunan her şey yenen şeylerden değildir. (........) kelimesi, (........) fiilinin mef'ûlü olabileceği gibi, (........) ibâresinden hâl de olabilir. (........) her tür şüpheden arınınış, tertemiz, demektir.

“Şeytanın adımlarına uymayın!” Şeytanın önünüze serdiği ve sizi çağırdığı yollara, planlara uyarak onun tuzağına düşmeyin.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr b. Ala, Nâfi, Hamza ve Ebû Bekr, (........) kelimesindeki (........) harfinin sükun ile, (........) şeklinde kırâat etmişlerdir. (........) veya (........) aslında iki adım arasındaki mesafe, aralık, demektir. Dolayısıyla bir kimsenin örnek alındığında, “Onun adımlarına uydu.” denir ki bu, onun izinden gitti, onu örnek aldı, onun yolundan gitti manalarına gelir.

“Çünkü şeytanlar sizin için apaçık bir düşmandır.” Onun düşmanliği meydandadır. Düşmanliğinın gizli ve saklı bir yanı da yoktur. (........) kelimesi hem müteaddi (geçişli) ve hem de lâzım (geçişsiz) bir fiildir.

Yani, (........) kelimesi bu kökten gelmektedir. Diğer taraftan bu âyet:

“İnkar edenlere gelince, onların velileri de tağuttur.”

mealindeki bu âyetle bir çelişki ortaya koymaz. Âyette geçen, “tağut” kelimesi de şeytan demektir. Çünkü şeytan gerçekte insanların düşmanı iken, görünürde onların dostu imiş rolünde gözükür. Zira şeytan onlara görünürde onların yanında imiş ve onlara dost elini uzatıyormuş tavrım sergileyip gösterir. İnsanların yaptığı şeyleri süslü, çekici ve cazip olarak onlara gösterir. Aslında şeytan bununla içinden onların helâkini ve belâlarını istemektedir.

169

Şeytan size ancak kötülüğü, iğrenç hayasızliği ve Allah hakkında bilmediğiniz (söylememeniz gereken) şeyleri emreder.

“Şeytan size ancak kötülüğü, iğrenç hayasızliği be Allah hakkında bilmediğiniz (söylememeniz gereken) şeyleri emreder.”

Âyetteki, “Ancak size emreder.” ifadesi, şeytan uymamanın gerekliliğine ve ona uymaya son vermenin zaruri olduğunu açıklayan bir ifadedir.

Yani bu şu demektir:

“Şeytan hiçbir zaman size iyiliği, hayır olabilecek bir şeyi emretmez. Onun emredeceği şey, kötülüktür, çirkinliktir. (........) yani haddi aşıp çok daha kötü işer yapmak gibi şeyleri emreder.”

Bir tefsire göre, (........) kelimesi had (cezâ) gerektirmeyen kötülükleri size emreder, demektir. (........) ise had yani cezâ gerektiren şeyleri de emreder, demektir. (........) ifadesi, (........) kelimesi üzerine ma'tûf olarak mecrûrudur. Dolayısıyla bu, (........) demektir.

“Allah hakkında bilmediğiniz (söylememeniz gereken) şeyleri emreder.” demek, işte sizin herhangi bir bilgi ve belgeye dayanmaksızın, “Bu helâldir, şu da haramdır.” diye söylediğiniz ifadeler gibi. Dolayısıyla bu ifadenin içerisine, Allah hakkında söylenmesi câiz olmayan söz ve ifadelerin konuşulması da bu hükmün içerisine girer.

170

Ne zaman onlara (İslâm'a karşı olanlara), “Gelin, Allah'ın indirdiği hükümlere uyun!” denilse, onlar: “Asla! Biz atalarınıızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.” derler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?

“Ne zaman onlara (İslâm'a karşı olanlara): (........) denilse,”

Âyetteki, (........) zamîri insanlara râcidir. Burada iltifat yoluyla onlara direkt hitaptan, gaibe geçilmiş oldu. Bir tefsire göre, “onlar” dan maksat, “müşrikler “dir, bir diğer tefsire göre de bir kısım Yahûdîlerdir. Çünkü Resûlüllah onları îman etmeye ve Kur'ân'a uymaya davet edince, onların cevabı şöyle olmuştu:

“Onlar: (........) dediler.” Çünkü atalarınıız bizden daha iyi, daha üstün ve daha bilgilidirler. Yüce Allah da onların bu türden olan söz ve davranışlarını şu şekilde reddediyor.

“Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğru yolu da bulamamış iseler!”

Burada, (........) ifadesinde yer alan, (........) hâl içindir Baştaki hemze de red ve taaccub içindir. Manası da şöyledir:

“Onlar atalarının izinden mi gidecekler? Ya ataları din konusunda bir şey bilmeyen, akletmeyen ve doğru yolu da tanımayan türden insanlar ise de mi?”

Daha sonra yüce Allah onların durumlarını bir örnek ile şöyle açıklıyor:

171

Kâfirlerin durumu ile onları hakka çağıran peygamberin durumu bağırış ve çağırıştan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen çobanın haline benzer. Çünkü onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. İşte bu bakımdan onlar akletmezler (kafalarını çalıştırmazlar).

“Kâfirlerin durumu ile onları hakka çağıran peygamberin -davetçinin- dununu,” Burada muzaf mahzûf (gizlidir) bulunmaktadır. Ve bu, “.... davetçinin ...” demektir.

“Bağırış ve çağırıştan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen çobanın haline benzer.” Mealde de gördüğümüz gibi, “Bağırış ve çağırıştan başka bir şey duymayan” ifadesinden murat “hayvanlar” demektir. Manaya gelince şöyledir:

“Bu çağırış ve seslenişinde sadece bir ses ve haykırmayı, yalnızca sesin yankısını duyup onu zihinlerine yansıtmayan ve basiretle meseleyi kavramayan kâfirleri îmana çağıran davetçinin durumu, tıpkı haykıran çobanın ne dediğini anlamayıp sadece seslenişini ve çağırışını duyan hayvanlar karşısındaki bir çoban gibidir. O hayvanlar bir ses ve bağırtının olduğun ve bunurda kendilerinin uyarıldığını hissederler, evet sadece hissederler ama, akıl sâhibi kimselerin akıllarını çalıştırmaları gibi davranıp bir şey anlamaya çalışmazlar. Çünkü bu yetenekten yoksundurlar,”

naikkelimesi seslenme, çağırış ve bağırma, demektir. Meselâ, (........) ve (........) yani Müezzin ezan ile uyardı, çoban koyunları (sürüyü) uyardı gibi!

(........) Nida: Duyulup işitilen seslenme anlamında olduğu gibi.

(........) Dua ise kimi zaman duyulabilen ve kimi zaman da işitilemeyen ses, çağırış, demektir.

“Çünkü onlar sağudırlar, dilsizdirler ve kördürler, işte bu bakımdan onlar dikletmezler (kafalarını çalıştırmazlar).”

(........) kelimesi muzmer olan bir mübtedanın haberidir. Bu da, (........) zamîridir. (........) Bunlardan ilki ikinci haber, ikincisi de üçüncü haberdir. Bu kâfirler hakka kulaklarını tıkmışlar, dillerini hakkı itiraftan tutmuşlar ve hakkı görmekten de gözlerini köreltmişler. Bu bakımdan hiçbir öğüdü anlamazlar, anlamak istemezler.

Yüce Allah daha sonra da müşriklerin haram kıldığı helâl konusunu açıklamak üzere şöyle buyuruyor:

172

Ey îman edenler! Size rızık olarak verdiklerimizin temiz ve helâl olanlarından yiyin. Eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin.

“Ey îman edenler! Size rızık olarak verdiklerimizin temiz — lezzetli ve iğrenç olmayan- helâl olanlarından yiyin. Eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız- Eğer sizin ibâdet ye kulluğunuzu yalnızca O'na tahsis ettiğinizde ve nimetleri verenin Allah olduğu hususundaki ikrarınızda doğru ve samimi iseniz size verdiği rızıklar için- O'na şükredin.”

Yüce Allah şimdi de haram olan şeyleri şöyle açıklıyor:

173

Allah size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim de bundan yemek zorunda kalırsa, bir başkasının hakkına saldırmadan ve haddini aşmadan yemesinde herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz Allah pek çok bağışlayan ve pek çok merhamet edendir.

“Allah size ancak ölüyü -herhangi bir şekilde meşru kesim yapılmadan ruhu bedeninden ayrıları hayvanı- haram kddı.”

Âyetteki, (........) sadece âyette zikredilenlerle konunun münhasır bulunduğunu ve bunların dışında kalanların ise haram kılınmayacağım belirten bir kelimedir.

Yani Allah size öleni, “Kanı,” yani akıcı olan kanı, çünkü bir başka âyette bu noktaya işaretle şöyle buyurulmuştur:

“Veya akıtılmış kan...” En'am, 145. kaldı ki hadiste de iki ölü ile iki kan helâl kılınmış olduğu açıklanmıştır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:

“Bize iki ölü ile iki kan helâl kılındı. İki ölü balık ile çekirgedir. İki kan ise karaciğer ile dalaktır.” Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/97. İbn Mâce, 3218.

“domuz etini” yani domuzun tüm parçaları, organları ve cüzleri haramdır, demektir. Âyette özellikle “et” ifadesine yer verilmiş olması, yenen şeyin et olması bakımındandır.

“ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı.”

Yani putlar için, için kesilenler de haram kılınmıştır. Çünkü Allah'ın ismi bırakılarak kesilen hayvanlara bunların adları söylenerek kesilmektedir. Âyette yer alan, “İhlâl” kelimesinden maksat, sesi yükseltmek, demektir.

Yani, kesim anında kesilen hayvam ne maksatla kesildiğim haykırarak yüksek bir sesle boğazlamak demektir. Çünkü câhiliye toplumu, bir hayvan keserlerken Lat ve Uzza adına diye keserlerdi.

“Her kim de bundan yemek zorunda kalusa bir başkasının hakkına saldırmadan ve haddini aşmadan yemesinde herhangi bir günah yoktur.”

Kırâat imâmlarından Ebû Amr, Ya'kûb, Hamza ve Âsım, iki sakin biri (........) ve ötekisi de (........) harfi olarak bir araya geldiklerinden ötürü (........) harfi kesrelı okunmuştur yani, (........) olarak bu imâmlar bunu kırâat etmişlerdir. Bu imâmların dışındaki kırâat imâmları ise, (........) harfinin ötresine uymak için (........) harfini de ötreli olarak (........) okumuşlardır.

(........) kelimesi de hâldir. (........)

Yani, “lezzet, haz ve şehevi duygular için olmamak kaydıyla,” ve üıtiyaç miktarını aşmaksızın yerse herhangi bir günalı ve vebal yoktur.”

Ancak “Devlet başkanına ve meşru nizama baş kaldırmaksızın ve haram olan bir sefere (yolculuğa) çıkmaksızın...” diye tefsir yapanların tefsiri yerinde bir tefsir olmayıp zayıf bir tefsirdir. Çünkü itaate bağlı olarak yapılan bir sefer (yolculuk) zaruret olmaksızın bir mubahlık sağlamaz. Halbuki sefere çıkmaksızın hazarda iken yani mukimken bile hapsetmek mubahtır. Kaldı ki, kişinin meşru bir düzene ya da başkana başkaldırması onun îmandan çıkmasına bir neden değildir. Bu bakımdan da böyle biri mahrum bırakılmayı hak etmez.

Eğer bir kimse mecbur kalırsa ve başka bir imkanı da kalmamış ise, kendisini ayakta tutabilecek ve sağliğinı koruyabilecek bir miktan yemesinde herhangi bir sakınca yoktur. Yoksa tıka basa yemesi söz konusu değildir. Çünkü mubahlık, bir konuda verilen izin ya da müsaade sadece muzdar olması yani mecbur kalınması hâlindedir. Bu da ancak zaruret ölçüsü ne şekilde önlenebilecekse işte o miktar ya da ölçüde izin verilmiş bulunmaktadır; Böyle olması hâlinde bunlardan yiyenler için herhangi bir günah ve vebal de yoktur.

“Şüphesiz Allah -büyük günahları- pek çok bağışlayan -olunca, eğer bir kimse mecbur ve çaresiz kalmış ise ve bu yüzden haram kılınanlardan yemiş ise onu hiç bağışlamaz mı?- ve -izin ve ruhsat tanıyarak- pek çok merhamet edendir.”

Şimdi tefsirin yapacağımız âyet Yahûdî liderler ve önderler hakkında nâzil olmuştur. Çünkü bunlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in Tevrât'ta yer alan niteliklerini değiştirmişler ve bunu için de rüşvet almışlardır.

174

Şüphesiz Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu biraz dünyalık için yok pahasına değiştirenler yok mu? İşte onların yiyip karınlarına indirdikleri şey cehennem ateşinden başka bir şey değildir. Kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz ve onları temize de çıkarmaz. Onlar için ayrıca acıklı bir azap da vardır.

“Şüphesiz Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gizleyip de”

Yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in nitelikleri hakkındaki gerçekleri gizleyip de, “Onu bir dünyalık için yok pahasına değiştirenler yok ma?” bir karşılık veya bir değer, para ile ....

“İşte onların yiyip karınlarına indirdikleri şey cehennem ateşinden başka bir şey değildir.” Karınları dolana kadar, yani patlayana kadar. Meselâ:

“Filân kimse karnını (midesini) iyice doldurdu.” ve “Karnını birazcık doyurdu. “ifadesi gibi. Çünkü bir kimse yediği şeylere karşılık olarak ateş ile cezâlarıdırılacaksa, bu kimse bizzat ateş yemiş demektir.

Nitekim, bir kimse bedeli karşılığı olan diyet parasını alıp yiyorsa, ona,

“Filân kimse kan yedi.” denir. İşte bu da tıpkı bunun gibi bir ifadedir.

Nitekim şâir şöyle der:

Birtakım, cılız eşeklerimiz var bizim

Her gece yedikleri semerdir durmaksızın

Burada eşeklerin yedikleri şey Halbuki semer değil, semerden kazandıkları, elde edilen şeydir. Burada semer denmesinin sebebi, kazancın o yoldan elde olunması sebebiyledir. İşte âyetteki ifade de tıpkı buna benzer bir ifade olmaktadır. Çünkü eşeklerin yediği şey her ne kadar saman ise de, o samanın kazancı eşeğin sırtına vurulan semer sayesinde olmaktadır. Dolayısıyla Allah'ın haram kıldığı şeyleri yiyenler de ileride bunun cezâsı ateş olacağından burada bu, ateş yemek, midelerine ateş indirmek diye ifade olunmuştur.

Kıyamet gününde Allah onlarla -onları mutlu kılacak, sevindirecek bir söz ile— konuşmaz” Ancak şunun gibi bir ifade ile karşılık verir:

“Alçaldıkça alçalın orada! Bana karşı konuşmayın artık!” Mümünun, 108.

“ve onları temize çıkarmaz.” Onları bulaşıp bulandıkları günah kirinden temize çıkarmaz veya onlara sena olunmaz, ikinci kez bir söz hakkı, tekrar tekrar söz hakkı verilmez.

“Onlar için ayrıca acıklı bir azap vardır.” Her üç cümle de, (........) kelimesinin haberi üzerine ma'tûfturlar. Dolayısıyla, bu kelimenin cümlelerden oluşan dört haberi bulunmaktadır.

175

Onlar hidâyete karşılık dalâleti (sapıkliği) ve mağfirete karşılık da azâbı satın alan kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!

“Onlar -Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in niteliklerini gizleyenler- hidâyete karşılık dalâleti (sapıkliği) ve mağfirete karşılık da azâbı satın alan kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!” Acaba onları cehennem ateşine karşı dayanıklı kılacak (kılan) şey nedir ki?

Aslında bu, yerme anlamında olan bir soru şeklidir.

176

Bunun sebebi, Allah'ın Kitabı hak olarak indirmiş olması ve onların da buna aykırı davranmalarıdır. Hiç şüphesiz Allah'ın kitabı hakkında anlaşmazlığa düşenler mutlaka içinden çıkılamaz bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.

“Bunun sebebi Allah’ın Kitabı hak olarak indirmiş olması ve onların da buna aykırı davranmalarıdır.”

Yani bu azâbın nedeni, allah'ın kitaplarında indirdiklerini hak ve gerçek olarak indirmiş olmasıdır.

“Hiç şüphesiz Allah'ın Kitabı -Tüm kitapları için kimisine haktır, kimisine de batıldır diyerek bunlar- hakkında anlaşmazlığa düşenler -Yahûdî ve Hırıstiyanlar- mutlaka içinden çıkılmaz bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” Haktan uzaklaşmışlardır.

Ya da onların inkârlarının sebebi, Allah'ın Kur'ân'ı hak olarak indirmesidir ki kendileri de bunun hak olduğunu biliyorlar ve bildikleri hâlde küfre gidiyorlar. Dolayısıyla bunun hakkında anlaşmazlığa ve ihtilafa düşenler gerçekten hidâyetten, doğru ve hak yoldan tamamen uzaktırlar.

Bu âyette geçen, kitapkelimesi cins manasına olup, bütün ilâhi kitaplar anlamındadır.

177

Asıl iyilik yüzlerinizi (soyut manada) doğu ve batı tarafına çevirmek değildir. Fakat gerçek iyilik yapan kimse Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere îman eder, mala olan sevgisine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelerin hürriyetine harcar, namazı doğru bir şekilde kılar, zekâtı verir. Söz verdikleri zaman verdikleri sözleri yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte imanlarında asıl doğru ve samimi olanlar bu özellikleri taşıyanlardır. Allah'ın emirlerine bağlılık gösteren ve yasaklarından uzak duran gerçek takva sahipleri de işte bunlardır.

“Asıl iyilik yüzlerinizi (soyut manada) doğu ve batı tarafina çevirmek değildir.” Bu hitap aslında kitap ehli denilen Yahûdî ve'Hırıstiyanlaradır. Çünkü Hırıstiyanlar kıble olarak Beyt-i Makdis'in doğusunu kullanırlarken, Yahûdîler de bunun batışım kıble olarak kabul ediyorlar. Dolayısıyla iki gruptan her biri asü iyiliğin kendi kıblelerine dönmekte olduğunu ileri sürmektedirler. İşte burada bunlara, kıble olarak iddia ettikleri yönlerin kıble olmadığım bildiriyor ve onların bu husustaki inançlarını reddediyor. Çünkü onların kıbleleri mensuhtur, yani artık bir hükmü kalmamıştır, yürürlülükleri kaldırılmıştır.

“Fakat gerçek iyilik yapan kimse Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere îman eder.”

Yani asıl iyilik, şöyle şöyle yapanların iyiliğidir veya asıl iyilik sâhibi, .... olanlardır. Bu her iki tefsir de muzafın (tamlarıanın) hazfedilmiş (gizlenmiş) olduğu varsayımına göredir. Ancak bu iki tefsirdan en doğru ve şık olanı ilk tefsirdur.

Birr: Hayır ve iyiliğe ad olan bir kelime olup hoşnut kalınan her iyi ve güzel şey manasındadır.

Anlatıldığına göre Müslümanlar kıble konusunda aralarında hayli tartışmalara giriştiler. Denilmiştir ki; asıl büyük ve gerçek birr yani iyilik, diğer iyilik çeşitleri içinde önem verilmesi gerekli olan ve diğerlerini bir kenara bırakıp sadece kıble meselesini ele almak ve iyiliğin bu olduğunu ileri sürmek değildir. Fakat asıl ye gerçek birr yani iyilik, ihtimâm ve önem verilmesi gereken iyilik, îman edenlerin ve buna bağlı olarak da yapılması gereken amelleri yapanların yaptığı iyiliktir.

(........) kelimesinin haberidir. İsmi de, (........) kelimesidir. Bu tarz okuyuş ise kırâat imâmlarından Hamza ile Hafs’ın okuyuşudur. Ancak kırâat imâmlarından Nâfi ve İbn Âmir ise, (........) ibâresindeki (........) kelimesinde (........) harfini şeddesiz olarak tahfif haliyle olmak üzere (........) şeklinde merfû' okumuşlardır.

Ancak Müberred’den gelen bir rivâyete göre demiştir ki: “Eğer ben Kur'ân okuyanlardan:.(kırâat imâmlarından) olsaydım, mutlaka, (........) olarak da okunmuştur.

Âhiret gününden kasıt, öldükten sonra dirilme günüdür. Kitaptan kasıt cins manasında olması sebebiyle bütün ilâhi kitaplar veya sadece Kur'ân olabilir.

“Mala olan sevgisine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelerin hürriyetine harcar,”

Burada, (........) farklı olarak tefsir edilmiştir. Meselâ, Allah'ın sevgisine dayanarak, mal sevgisine rağmen veya verme sevgisi, harcama isteği... “ gibi. Hep o malı vermek ister. Ve verirken de içten isteyerek bir sıkıntı duymaksızın verir.

Âyette yardım ve verme sırlamasında öncelik yakınlara verilmiştir. Çünkü bunun sebebi, akrabanın yardım olunmaya çok daha lâyık ve hak sâhibi olmalarındandır. Nitekim, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadişlerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Senin yoksullara yaptığın bir iyilik (verdiğin bir sadaka, bir tek sadaka) sevaptır. Halbuki senin yakın - uzak akrabanayaptığın bir iyilik - verdiğin bir sadaka ise vuslattır (akrabalık bağını pekiştirmektir).”

Yetimlerden kasıt ise, hem yakın ve uzak akraba içindeki yetimler ve hem genel manadaki yetimleri içerir. Ancak burada mutlak anlamda yetimlerifadesinin geçme nedeni herhangi bir karışıklığa meydan verilmemesi sebebiyledir.

Miskin, yani yoksullardan kasıt, sürekli olarak insanların yardımlarına muhtaç olan demektir. Çünkü böyle kimselerin ellerinde ve avuçlarında hiçbir şeyleri yoktur. Bunlar âdeta hiç ayılmayan ve gece gündüz sarhoş gezenler gibidirler. Bir türlü iki yakalan bir araya germez.

Yol oğlu, yani yolcu:

Yani yolda kalmak suretiyle ulaşabilmesi gereken yerlerle bağı kopmuş olan kimse demektir ki, elinde avucünda buseyi de kalmamış olan kimse demektir. Her ne kadar lâfız olarak tekil ise de cins manası taşıdığından bütün yolcular demektir. Yol oğlu yani “İbn sebil” denmesinin nedeni de yola bağlı kalması ve bu yolculuğun kendisi için gerekli olması yüzündendir. Veyahut doğrudan doğruya misafir demektir.

Dilenenlerden kasıt ise, yiyecek vb. gibi şeyleri isteme ihtiyacını duyanlardır.

(........) Fi'r-rikab: Boyunduruk altında bulunanlar, köleler. Bunlar efendileriyle özgürlüklerine kavuşmak kaydıyla antlaşma ya da sözleşme yapan kölelerdir, ki bunlara mükâteb ismi verilir. Bunlara da gereken yardımın yapılması icab eder, ki bu sayede özgürlüklerini kazanabilsinler ve boyunduruk altından çıkıp kurtulabilsinler. Ya da esaret altında bulunanlara yardım ederek onların kurtulmasını ve özgürlüklerini kazanmalarını sağlamaktır.

(........) Farz olan “namazı doğru bir şekilde kılar -yine farz kılınmış olan- zekâtı verir:” Bir tefsire göre bu, birinciyi teyit ve te'kit içindir. Yine denildiğine göre birinciden murat da; sadakalann Nâfile olanları ve yapılan iyiliklerdir.

(........)Allah'a veya insanlara “Söz verdikleri zaman verdikleri sözü yerine getirir.” Bu cümleler de yine “îman edenler” ifadesi üzerine ma'tûftur.

(........) fakirlik ve yoksulluk manasında “sıkıntı, -kronik ve müzmin manada- haslalık ve savaş zamanlarında -savaş alanlarında- sabreder.”

(........) kelimesi medih ve ihtisas üzere mensûbtur. Bu da şiddet ve sıkıntı anlarında sabrın değerini ve üstünlüğünü ortaya koymaktır. Diğer ameller arasında savaş meydanlarında ve şiddet anlarında sabrederek göğüs germenini değerini ve üstünlüğünü ortaya koymak içindir.

“İşte imanlarında asd doğru ve samimi olanlar bu özellikleri taşıyanlardır.” Bu niteliklere sahip olan kimseler gerçekte dinde doğru söyleyen ve sadakat gösterenlerdir. “Allah'ın emirlerine bağlılık gösteren ve yasaklarından uzak duran gerçek takva sahipleri de işte bunlardır.”

Rivâyete göre câhiliye döneminde iki Arap kabilesi arasında kan davası varmış. Ancak bu kabilelerden biri diğerine göre daha bir üstün ve değerli bir kabile imiş. Bunlar, yani üstünlük iddiasını taşıyanlar şöyle bir yemin ederler:

“Eğer sizden herhangi biri bizden bir köle öldürürse biz de buna karşılık öldürülen kölemizin yerine sizden hür olan birini, bir kadınımızı öldürmeniz hâlinde yerine bir erkeğinizi, bir hür adamımızı öldürmeniz durumunda da iki hür adamınızı öldüreceğiz.”

Ancak İslâm'ın gelmesi üzerine bunlar meselelerini Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne götürdüler. İşte bunun üzerine aşağıdaki âyetler nâzil olmuştur.

178

Ey îman edenler! Kasden öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hür olana karşılık hür, köle olana karşılık köle, kadına karşılık kadın kısas yoluyla öldürülür. Ancak her kimin kısas cezâsının bir kısmı, öldürülenin yakınları tarafından herhangi bir şekilde bağışlanırsa, artık diyeti alacak olan örfe uygun hareket etsin ve diyeti ödemek durumunda bulunan kâtil de gerekli olan diyeti güzellikle ödesin. İşte bu durum Rabbinizden bir kolaylık ve rahmettir. Her kim de affetme veya diyetten sonra kâtilden öc almaya kalkışarak haddi tecavüz ederse muhakkak onun için pek acıklı bir azap vardır.

“Ey îman edenler! Kasden öldürülenler hakkında size kısas faiz kılındı.” Esas itibariyle kısas eşitlik demektir. Kelime birinin izini takip etmek demektir. Nitekim, bir kimsenin izini takip etmeye bu anlamda iktisas denmektedir. Kaldı ki, eskilere âit bilgileri ve haberleri araştırıp anlatana da bu manada (........) ismi verilir.

(........) kelimesi, (........) kelimesinin çoğuludur, Dolayısıyla mana şöyle olmaktadır: “Öldürülenler açısından eşiûik ve denkliğe önem ve özen gösterilmesi size farz kılındı. “

“Hür olana karşılık hür,” Önce bu cümle mübteda ve haberdir. Manası da, hür birini öldüren kimseye karşılık olarak özgür olan biri yakalanıp tutulur veya öldürülür, “köle olana karşılık köle, kadına karşılık kadın kısas yoluyla öldürülür.” İmâm-ı Şâfiî (rahmetüllahi aleyh) işte bu âyete dayanarak, hür yani özgür olan bir kimse, bir köleye karşılık olarak öldürülemez, demektedir. Ancak biz Hanefîlere göre şu âyete dayanılarak hür olan bir kimse ile köle olan arasında kısas hükmü cereyan eder. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Cana karşı can, …” Mâide, 45.

Nitekim, erkek ile kadın arasındaki durum da böyledir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:

“Müslümanların kanları denktir.” Ebû Dâvud, 2751. İbn Mâce: 2685.

Dolayısıyla can alma noktasında eşitlik esastır, üstünlük söz konusu değildir. Kadının da, hür erkeğinde ve kölelerinde canı candır. Çünkü bunun delili de şudur:

“Eğer bir topluluk bir kişiyi öldürecek olurlarsa, öldürenlerin tamamı (tüm kâtiller) öldürdükleri o bir kişi sebebiyle öldürülürler.”

Çünkü hükmün bir çeşide ya da türe tahsisi (aidiyeti), diğer bir türe uygulanamaz hükmünü getirmez. Aksine hüküm o konuda varid olan (gelen) bir başka delile göre aynen bâkî kalır. Nitekim yukanda açıkladığımız gibi de varid olmuştur.

“Ancak her kimin kısas cezâsının bir kısmı öldürülenin yakınları tarafindan bağışlanırsa, artık diyeti alacak olan örfe göre hareket etsin ve diyeti ödemek durumunda bulunan kâtil de gerekli olan diyeti güzellikle ödesin.” Nitekim affetmek, cezâlarıdırmanın karşıtıdır, derler. Meselâ; filarıı affettim, demr ki bu, onu bağışladım, onu cezâlarıdırmaktan vazgeçtim, demek olur.

Bu (........) kelimesi (........) cer edatıyla cani ve cinayet manalarında müteaddi (geçişli) hale gelir. Meselâ:

(........) Bakara, 25. ve (........) Şûrâ, 52. gibi. Şayet bu ikisi bir arada bulunurlarsa, birincisine, (........) cer edatıyla müteaddi (geçişli) hale gelir.

Meselâ; (........) gibi. Nitekim şu hadis de buna bir örnektir:

Sizden atların ve kölelerin zekâtını kaldırdım.” Ahmed, Müsned: 1/18. Ebû Dâvud, 1594. İbn Mâce: 1812-1813. gibi.

Zeccâc diyor ki: (........) cümlesinin manası, “kendisine öldürme konusu diyet olarak bırakıları kimse “demektir. Ebû Mansûr Muhammed Ezheri de diyor ki:

Afv” lügatte fazlalık manasına gelir. Nitekim şu âyette bu manada gelmiştir:

“Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. (.......) de. Bakara, 219.

gibi. Meselâ, birine mal bakımından bir üstünlüğün bulunması ve ona o maldan verilmesi hâlinde şöyle denir: (........) gibi. Ona onda olan malın bırakılması hâlinde de şöyle denir: (........) gibi.

Cumhûr’a göre âyetin manası şöyledir:

“Kim kardeşi cihetinden ona bırakacağı, terk edeceği bir şeyi varsa.”

Burada fiilin mastara isnadıyla bu, elde olunmaktadır. Tıpkı şu: (........) cümlesi gibi.

Âyette geçen, (........) “kardeşten “maksat, maktûlün yani öldürülenin velisi demektir. Burada özellikle “kardeş” lafzmm kullanılmış olması, şefkat duygularını harekete geçirmek içindir. Çünkü aralarındaki soy ve İslâm bağı için böyle zikredilmiştir.

Yine âyetteki, (........) kelimesinden kasıt, kendisi için af ve bağışlanma istenen ve suçu işlemiş olan kâtili ifade ermektedir. Diğer mef -ulun terk edilmiş olması ona gerek duyulmaması sebebiyledir.

Yine bir tefsire göre denmiştir ki, âyette geçen, (........) edatı, (........) yerinedir. Ayrıca, (........) ve (........) kelimelerinde yer alan zamîr, (........) kelimesine âittir. (........) kelimesindeki zamîr ise, (........) kelimesine âittir. Veya, (........) kelimesinin delâlet ettiği tabi olan, olması gerekene râcidir. Çünkü mana şöyle olmaktadır:

“Maktûlün velisi ya da yakım kâtilden diyet alacağım güzellikle istesin, bu noktada örfe ve uygulamaya uysun. Kâtil de kendisinden isteneni hemen güzellikle ödesin, kan bedelini versin. İşi uzatarak savsaklamasın ve örften düşük bir şey vererek kandırma cihetine gitmesin.”

Yine âyette “bağışlanan şey” ifadesine yer verilmiş olması da şu gerçeğe dikkat çekmek ve şunun bilinmesini istemek içindir: “mağdur olan taraf eğer kanın bir kısmından vazgeçmişlerse veya varislerden bir kısmı haklarından feragat etmişlerse, artık af yani bağışlanma işi tamamlanmış, demektir. Bundan böyle kısas cezâsı da düşmüş olur.”

Diğer taraftan, (........) terk anlamında tefsîr edenlere göre, (........) mefulun bih olur. Nitekim bu kelime, (........) manasına tefsirlandığında da durum yine böyle olur.

Yani, mana şöyle olur:

“Eğer veliye kardeşinin (karilin) malından barış ve antlaşma ile bir şey verilirse o da bunu herhangi bir sıkıntı ve zorluk çıkarmaksızın alsın. Fakat kâtil de vermesi gerekeni savsaklamaksızm, ödemeyi ona (maktûlün ilgililerine) hemen yapsın.”

(........) bu kelime muzmer bir mübtedanın haberidir ve merfû' oluşu da bundandır.

Yani bu konuda gerekli olan, “İşte bu durum -bağışlanmadan ötürü varıları hüküm ve diyetin alınması “meselesi- Rabbinizden bir kolaylık ve bir merhamettir.” Çünkü Tevrât'taki hükme göre hiçbir şey alınmaksızın, diyete gidilmeksizin kâtilin her halükarda ve mutlak manada öldürülmesinin gerektiğidir.

Tevrât'a göre kâtil mutlaka öldürülecektir. İncîl'in hükmüne göre ise kâtilden herhangi bir bedel (diyet) alınmaksızın doğrudan affedilmesi ve bağışlanmasıdır. Halbuki biz Müslümanlar için durum böyle değildir. Bizim için durumda daha bir genişlik ve esneklik ya da kolaylık sağlanmıştır. Şöyle ki, ya kısas yoluyla kâtilin öldürülmesi veya bağışlanması ya da diyet alınmasıdır. İşte bu üç yoldan biri barış ya da sulh (anlaşma) yoluyla çözüme bağlanması istenmiş dolayısıyla konuya daha bir kolaylık, genişlik ve esneklik getirilmiştir. Halbuki Yahûdîlikte (Tevrât'ta) kesin öldürme, Hırıstiyanlıkta (yani İncîl'de) ise hiçbir şey alınmaksızın bağışlama vardır. İslâm'da ise görüldüğü gibi kolaylık getirilmiştir.

Bu âyet ayrıca şu gerçeğe de delâlet etmektedir. Büyük günah işleyen bir kimse mü'mindir, kâfir değildir. Çünkü adam öldürme olayından sonra bile adam mü'min vasfını ve niteliğini taşımakta, bunu yitirmemektedir. Bir de îman sebebiyle var olan din kardeşliği de sürmektedir, bâkîdir. Bir de bu kimseye bir hafifletme, kolaylık sağlanmış ve ona karşı şefkat ve merhamet duyguları harekete geçirilmiştir. İşte bütün bunlar büyük günah işleyen bir Müslümanın mü'min olarak kaldığının delilidir.

“Her kim de affetme veya diyetten -hafifletme ve kolaylıktan- sonra kâtilden öç almaya kalkışarak haddi tecavüz ederse...” Meselâ gidip kâtil dışında aynı aileden birini öldürürse ya da diyetin alınmasından sonra gidip kâtili öldürürse, bu anlamda haddini aşarsa, “....muhakkak onun için pek acddı bir azap vardır.” Âhirette onun için bir tür çok şiddetli bir azap olacaktır.

179

Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Suç işlemekten bu sayede sakınasınız diye.

“Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için bir hayat vardır.” Şüphesiz bu ifade taşıdığı dikkat çekici manası ve garabetiyle yani muktezayı hale (durumun gerektirdiği şeye) uygun düşmesiyle fasih bir söz ve kelâmdır. Bilindiği üzere kısas olayı bir öldürme, ortadan kaldırma olayıdır. Hayata, yani yaşama son verdirmedir. Buna rağmen kısas, yani öldürme olayı hayatın zarfı kılınmıştır.

Kaldı ki, (........) kelimesinin ma'rife (belirli) olarak getirilmesinde, (........) kelimesinin de nekra (belirsiz) getirilmesinde apaçık bir belâgat sergilenmiştir. Bu itibarla bunun manası şöyle olmaktadır:

“Sizin için kısası içeren bu cinsten hüküm verilmesinde gerçekten büyük ve önemli bir hayat vardır.”

Çünkü bununla Meselâ bir kişiyi öldüren birkaç kişi ya da cemaat veya topluluk güçleri ne olursa olsun haksız olarak bir kimseyi öldürmeleri sebebiyle öldürülürler, İşte bu cezâ uygulaması sebebiyle kısası göz önünde tutan bir kimse için bir caydıncılık sebebi ve unsurudur. İşte bu açıdan kısasta hayat vardır, yani insanı öldürmek değil yaşatmak vardır. Hem de ne hayat ve ne yaşatma! Bunun üzerinde bir başka şey gösterilebilir mi? Ya da bir tür yaşatma veya hayat vardır. Bu, öldürülebilirim, bana da ölüm cezâsı uygulanır korku ve endişesinin berberinde getirdiği bir hayat. Çünkü, kâtile kısas uygularıabileceği gerçeğini bilmesi onu genel manada öldürmeden uzak tutar. Çünkü, bir kimse eğer birini öldürmeyi planlayıp tasarlasa aklmâ hemen kısas hükmü gelir. Bundan dolayıkendi adına korkar, ürperir. Bu şekilde öldürmekten kaçınır. Dolayısıyla öldüreceği kimse ölümden kurtulur, hayatını sürdürür. Kendisi de kısas cezâsından kurtularak o da hayatını öylece sürdürür. Görüldüğü üzere kısas cezâsının meşruluğu, şerî'at noktasından getirilmiş olması, iki hayatın ya da canın hayatta kalmalarına sebeptir.

Suç işlemekten bu sayede sakınasınız diye.

180

Herhangi birinize ölüm yaklaştığında eğer geride bir varlık bırakacaksa anaya, babaya ve yakınlara maruf (uygun) bir şekilde vasiyette bulunmak size farz kılındı. Bu, Allah'ın emir ve yasakları karşısında titizlikle davranıp sakınanlar için bir borçtur.

Herhangi birinize ölüm yaklaştığuıda -kendisinde ölüm emareleri belirdiğinde- eğer geride bir varlık -çokça mal- bırakacaksa” , rivâyete göre Hazret-i Ali (radıyallahü anh) nin bir kölesi varmış, bunun da yedi yüz dirhem kadar bir varlığı bulunuyormuş. Bunları vasiyet etmek ister, fakat Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buna mani olur. Bu defa kölesi ona:

Yüce Allah, “Eğer bir hayır bırakırsa...” buyuruyor, der. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de:

— Hayır, çok mal, demektir. Halbuki senin malın yoktur, diye karşılık verir.” İbn Hacer diyorki, Abdurrezzak ve İbn Ebû Şeybe tahricetmişler. Bk. Haşiyetu'l-Keşşaf, 1/223.

(........) kelimesinin faili (öznesi) bundan sonra gelen, (........) vd. olan cümledir. “....anaya, babaya ve yakutlara maruf - uygun bir şekilde vasiyette bulunmak size farz kılmdı.” İslâm'ın ilk zamanlarında vasiyet varislere yani mirasçı olanlara yapılırdı. Daha sonra bu âyet, “Şerhü'l-Menâr” adlı eserimizde de açıkladığımız gibi miras ile ilgili âyetin gelmesiyle neshedilrniş, hükmü yürürlükten kaldırılmıştır.

Bir tefsire göre de bu âyet mensûh değildir, yani hükmü yürürlükten kaldırılmamıştır. Çünkü, âyet küfürleri sebebiyle mirasçı olmayanlar hakkında nâzil olmuştur. Zira bu dönem henüz İslâm'ın yeni geldiği bir dönemdir. Dolayısıyla adam Müslüman olmuş ama, henüz ana ve babası Müslüman olmamış veya yakınları Müslüman olmamışlardır. İslâmiyet ise bu manadaki yakınlıklarda mirasçı olmaya yer vermiyor ve hak tanımıyor. Ancak buna sadece aralarındaki akrabalıkları sebebiyle bir mendup hüküm olarak farz olmaksızın bu durumda olanlara vasiyetin yapılabileceğine bir izin mahiyetindedir.

İşte bu şekilde âyetin tefsirlanması durumunda, (........) kelimesiyle farz kılındı manası murat olunamaz. (........) demek, adaletle, demektir.

Yani fakir ve yoksul bir kenara bırakılarak zengin olana vasiyetin yapılmaması ve malın üçte birinden fazlasının vasiyetle başkalanna bırakılmaması demektir.

“Bu, Allah'ın emir ve yasakları karsısında titizlikle davranıp sakınanlar -şirkten uzak duranlar- için bir borçtur.” Buradaki, (........) kelimesi müekked mastardır olup (........) demektir.

181

Artık her kim bu vasiyeti işitip kabul ettikten sonra değiştirirse, bunun vebaU ancak onu değiştirenlere âittir. Hiç şüphesiz Allah her şeyi en iyi işiten ve her şeyi en iyi bilendir.

Artık her kim bu vasiyeti -şerî'ata uygun olarak yapıldığını vasi ve şâhitlerden- işitip kabul ettikten sonra -vasiyeti- değiştirirse,” “Bunun vebali ancak onu değiştirenlere âittir.” Vasiyeti değiştirmenin vebal ve günahı yalmzca onu değiştirenleredir. Yoksa bu vebal ne: vasiyet dene ve ne de kendileri için vasiyet yapılmış olanlaradır. Bunların bir günahları yoktur. Çünkü her ikisi de zulümden beri ve uzaktırlar.

Hiç şüphesiz Allah her şeyi en iyi işiten —vasiyet edenin söylediklerini duyan- ve her şeyi en iyi bilendir.” Vasiyeti değiştirerek zulmeden kimsenin de durumunu bilendir.

182

Bununla birlikte kim de vasiyet edenin hataya yönelmesinden veya günaha girmesinden endişe eder de ilgili kimselerin aralarını bulursa kendisine herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok çok bağışlayan ve çok çok merhamet edendir.

“Bununla birlikte kimde vasiyet edenin hataya yönelmesinden veya günaha girmesinden endişe, eder de, ilgili kimselerin aralarını bulursa kendisine, herhangi bir günah yoktur.”

Âyette geçen, (........) kelimesi bildi (bilmek) manasınadır. Bu ifâde genelde Araplar arasında yaygın olarak kullanılır. Meselâ:

(........) gibi ki, “Neredeyse göğün yağdırmasından korktum” , demek olup bununla, bilgi yerine geçen galip zannı (kuvvetle muhtemel olan ihtimal) demek istiyorlar.

(........) kelimesini Hafs dışında kalan Kûfe okulu temsilcileri (........) olarak kırat etmişlerdir. (........) vasiyet konusunda yanılmak suretiyle haktan meyletmek, başka bir şeye yönelmek, demektir. (........) sırf zulmetmek, haksızlık yapmak için bilerek yan çizmek demektir.

(........) kendi lehlerine vasiyet yapılanlar demek olup bunlar da, ana baba ve akrabalardan meydana gelirler. İşte bunlar arasında şerî'at ölçüleri içerisinde aralarını bulmaktır.

(........) Çünkü bu kimsenin yaptığı değişiklik bâtıl ve yanlış olan bir şeyi hakka dönüştürmek, hak olanı gerçekleştirmektir. Bu açıdan bir vebal altına girmez. Önce hakkı değiştirip bâtıla yönelenleri anlatması ve sonra da batılı tekrar eski durumuna, yani hakka getirmesini, hakka dönüştürmesini zikretmesi meselesi her değiştirmenin ya da tebdilin vebal ya da günah olmadığını göstermek ve bildirmek içindir, bu bilinsin diyedir.

Bir tefsire göre de bu, vasiyet edenin hayatta iken olacak olan durumuyla ilgilidir.

Yani, bir kimse bir vasiyet hazırlarken bir kimse de yanında bulunur ve yapılan vasiyetin şerî'ata aykırıliğinı görür de bunun üzerine ona mani olur ve öyle yapmaması gerektiği üzerinde durarak onu doğruya yöneltirse, dolayısıyla bu şekilde ilk defa hatalı bir vasiyete bulunan kimsenin bununla ilgili söyledikleri açısından kendisine bir günah ve vebal yoktur.

Şüphesiz Allah çok çok bağışlayan ve çok çok merhamet edendi:”

183

Ey imân edenler! Oruç tutmak sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ki, takva ile hareket edip Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı hareket edesiniz.

“Ey îman edenler! Oruç tutmak sizden öncekilere farz /alındığı, gibi size de farz kılındı.”

Âyette geçen, (........) kelimesi, (........) fiilinden mastardır. Maksat ramazan ayında tutulan oruçtur. (........) kelimesi farz kılındı, demektir. “Yazıldığı gibi ...yazıldı. “Bu ifade mahzûf bir mastann sıfatıdır. (........)

Yani, Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) den itibâren sizin zamanınıza kadar bütün peygamberlere ve ümmetlerine de farz kılınmıştır. Çünkü, oruç oldukça eskiye dayanan bir ibâdettir. Buradaki teşbihin, yani benzetmenin sebebi, eski ümmetlerin hepsini de günlere dayalı oruç ibâdetiyle mükellef bulunmaları itibariyledir.

Yani, “sizden öncekilerin ibâdet ettikleri gibi, siz de günlerle sınırlı oruç ibâdetiyle sorumlu tutularak ibâdet edeceksiniz.”

“ki, takva ile hareket edip Allah’ın emir ve yasaklarına bağlı hareket edesiniz.” Oruç sayesinde ma'siyetlerden uzak kalırsınız. Çünkü, oruç nefsi kötülüklerden daha fazla korur. Onu kötü yerlere gitmekten daha çok alıkoyar, kötülüklerine set olur. Ya da bunun manası şöyle olur:

“ki, siz bu sayede müttakiler zümresi içerisinde yer alasınız. Çünkü oruç tutmak onların şiarıdır.”

184

Farz kılınan oruç sayılı günlerdedir. Sizden her kim hasta ya da yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutusun. Oruç tutmaya güç yetiremeyenler de bir yoksulu doyuracak miktar fidye versin. Her kim de kendi adına fidye miktarını fazlasıyla verirse bu, onun lehine çok daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, fidye vererek oruç tutmamanızdan oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.

Farz kılman oruç sayılı günlerdedir.”

Burada, (........) kelimesinin mensûb oluşu, (........) iledir.

Yani:

“Size (........) oruç tutmanız farz kılındı.” demektir. (........) yani zamanla vakitleri belirlenmiş sayılı günlerde, demektir.

Yani az sayıda günler, demektir. Bu esasen şuna dayanmaktadır; az sayıdaki bir mal sayı ile değerlendirilir. Halbuki çok olması hâlinde durum değişir.

(........) Sizden her kim hasta -oruç tutması hâlinde hastaliği artacak- ya da yolcu olursa -herhangi bir yolculuğa çıkarsa- tutamadığı günler sayısmca diğer günlerde oruç tutsun.”

Yani, bu takdirde o günlerde oruç tutmaz daha sonra kaç gün oruç tutamamış ise onlar sayısınca oruç tutsun.

Burada, (........) kelimesi ma'dut, yani sayılı günler, demektir.

Yani bu durumdaki bir kimseye daha sonra tutamadığı günler sayımca oruç tutması emrolunur.

(........) hastalık veya yolculuk günleri dışındaki günler demektir. (........) kelimesi vasıf olması ve bir de elif ve lâm harflerinden dönülmesi bakımlarından gayrı munsarif bir kelimedir. Çünkü, (........) vezninde sıfat olan kelimelerde asıl olan cemi' yani çoğul olmaları hâlinde elif ve lâm ile kullanılması gerekir. Meselâ:

(........) gibi.

Oruç tutmaya güç yetiremeyenler de bir yoksulu doyuracak miktar fidye versin.” Şimdi âyetin bu kısmına âit tefsirimizdeki tefsiruna geçelim. Şöyle ki:

Oruç tutmaya güçleri yettiği hâlde herhangi bir mazereti bulunmaksızın oruç tutmayanlara gelince, bunlar için”

Bir yoksulu doyuracak miktar vermek vardır. “Bu miktar buğdaydan olursa bu, her gün için yarım sa'dır (ölçektir), eğer buğday dışındaki maddelerden olursa bu, bir sa'dır (ölçektir). Bir sa'ise yaklaşık dört kg. demektir. (........) kelimesi, (........) kelimesinden bedeldir.

Kırâat imâmlarından Medine okuluna mensup olan Nafî (70-169/ 689-785), Ebû Cafer ve ayrıca İbn Zekvan, (........) cümlesini, olarak okumuşlardır.

Bu şekilde mazereti olmadan oruç tutmayıp da fidye verme durumu İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. Çünkü bunlara oruç farz olmuş olmasına rağmen bir türlü alışamamışla ve oruç tutmak ağırlarına gidiyordu, açlık sıkıntı veriyordu. Dolayısıyla bu durumda olanlar için onlara oruç tutmayıp fidye vermeleri için bir ruhsat tanınmış oldu, bir muhayyerlik getirildi. Daha sonra bu muhayyerlik olayı şu hükümle neshedilmiş oldu, yürürlükten kaldırıldı.

“O hâlde izden her kim o aya erişirse hemen oruç tutsun.” Bakara, 185

Nitekim bunun için, (........) kavli yani, “Sizden herkim hasta ya da yolcu olursa... “İfadesi tekrarlanmış oldu. Mademki bir kez hükmü yürürlükten kaldırılan yani mensûh olan âyette bir kez zikredildi. O hâlde bir kez dehükmü yürürlükten kaldıran, yani nâsih olan âyette de böylece zikredildi ki, gerçek anlaşılsın istendi. Böylece bu hükmün halen bâkî olduğunu ve yürürlülüğünün devam etmiş olduğunu göstersin diyedir.

Bir başka tefsire göre de bunu manası, (........) yani güç yetiremeyenler, tutamayacak kadar mazereti bulunanlar, demektir. Dikkat edilirde burada kelimenin başına bir nefy edatı olan, (........) takdir olunmuştur. Mü'minlerin annesi bizim annemiz Hazret-i Hafsa'nın kırâatinde, (........) harfi muzmerdır, (gizli kılınmıştır). Bu değerlendirmeye göre âyet mensûh değildir, yürürlüktedir.

(........) kelimesini (........) olarak okumuşlardır. Bunun da manası, (........) demektir.

Eğer bilirseniz -ey gücü yetenler!— sizin için oruç tutmamanızdan, oruç tutmanız —fidyeden ve fazlasıyla hayır yapmaktan- dalıa hayırlıdır.” Bu durum İslâm'ın henüz ilk dönemlerinde idi. Bir diğer tefsir ise şöyledir:

Yolculuk esnasında olsun hastalıklı durumunuzda olsun eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. Çünkü bu size daha ağır geleceğinden sevabı da o oranda artar,”

(........) cevabı mahzûf (gizli) olan bir şart cümlesidir.

185

Ramazan ayı ki Kur'ân o ayda indirilmiştir. O Kur'ân insanlar için doğru yolu gösteren, doğruyu ve hak ile batılı ayırdeden ölçüleri koyan apaçık delilleri taşıyan kitaptır. O hâlde sizden her kim o aya erişirse hemen oruç tutsun. Kim de hasta olur veya bir yolculukta bulunursa tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık diler, size zorluk dilemez. Böylece size farz kılınan sayılı günleri tamamlayasınız, size doğru yolu göstermesi sebebiyle Allah'ı tazim edesiniz ve şükredesiniz diyedir.

Ramazan ayı, ki Kur'ân o ayda indirilmiştir.”

Burada, (........) ifadesi mübtedadır. Bunun haberi de, (........) cümlesidir.

Yani, ilk defa Kur'ân'ın indirilmeye başlarıılması bu ayda olmuştur ve bu da bu aydaki Kâdir gecesinden itibâren olmuştur. Ya da mana şöyledir:

Bu ayın şanı ve önemi dolayısıyla Kur'ân indirilmiştir, hakkında bir âyet nâzil olmuştur, ki bu da Rabbimizin: (........) kavlidir.

(........) kavli de, (........) kelimesinden bedeldir. Ya da mahzûf bir mübtedanın haberidir.

Yani, (........) kelimesi de, (........) kelimesinin mastarı olup, yakmak ve yanmak manasındadır. (........) kökünden alınmadır. (........) kelimesi buna izafe olunmuştur. Böylece bir alem (yani özel bir isim) olmuştur. Kelimenin ma'rife olması ve kendisinde (........) ile (........) harfinin var olması sebebiyle gayrimunsariftir. Bu isimle isimlendirilmiş olması, insanların ramazanda tuttukları oruç sebebiyle çektikleri açlık ve susuzluk sıkıntısı, zorluğu ve şiddetidir. Çünkü genelde Araplar ayları içlerindeki durum ve olaylara göre zaman açısından değerlendirmektedirler. Ramazan ayının ise yakıcı sıcak günlere denk düşmesi sebebiyle buna bu isim verilmiştir.

Eğer sen, “Kim ramazanı (ramazan ayında), inanarak ve mükafatını da Allah'tan bekleyerek oruç tutarsa...” hadisindeki ifadeyi nasıl tefsirlayacak ve bunun hakkında ne diyeceksin? Çünkü özel isim hâlini almış olan kelime, “muzafve muzâfun ileyh” ile birliktedir. Halbuki burada sadece “ramazan” geçiyor, ne diyeceksin? Buna benim cevabım şöyledir. Bu, bir karışıklığa meydan verilmeyeceği kesin olması bakımından bir tür hazf kabilindendir.

Yani ramazan denince ramazan ayı demek olduğunun herkesçe bilinmesi sebebiyle ayrıca, “ramazan ayı” denmesine gerek yoktur.

(........) ismi ya da kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'in her neresinde geçerse geçsin, İbn Kesîr burada görüldüğü gibi hemzeli olarak, (........) tarzında değil de, hemzesiz olarak, “el-Kur’ân” olarak okumuştur. Âyetin bundan sonra gelen kısmı ise hâl olarak mensûbtur ki, şu kısımdır:

Kur'ân insanlar için doğru yolu gösteren, doğruyu ve hak ile baldı ayu deden ölçüleri, koyan apaçık delilleri taşıyan bir kitaptır.” Şimdi dé bu kısmın tefsirimizdeki tefsirunu alalım. Şöyle ki:

“O Kur'ân, insanları hakka, doğru yola ileten bir kitap olarak indirildi O apaçık âyetlerden, net ve şüpheye meydan bırakmayan kanıtlardan, açık delillerden ibâret bir kitap olarak hakka yönlendirir. Hak ile batılı birbirinden ayırt eder.”

Âyetin bu kısmında önce, bu Kur'ân'ın bir hidâyet olduğu, doğru yolu gösterdiği ele alındı. Hemen bunun ardından da, bu kitap ya da Kur'ân ile Allah'ın insanları hidâyete yönlendirdiği apaçık âyetler (gerçekler) cümlesinden olduğu anlatıldı. Bunun hak ile batılı birbirinden ayırt eden bir kitap olduğu gerçeği üzerinde duruldu. Çünkü bu, Allah'ın vahyinin bir eseridir. Semavî olan kitaplarının gösterdiği bir gerçek çizgi ve yoldur. Çünkü bu vahiy ve semavî kitaplar hem insanları doğru yola iletir, yönlendirir ve hem hidâyet ile dalâlet (sapıklık) arasındaki farkı anlayabilme ve gerçeği kavrama imkanını verir.

O hâlde sizden her kim o aya erişirse hemen oruç tulsün.”

Yani kim bu ayda hazır ve mukim olur, misafir (yolcu) olmazsa hemen hiç durmaksızın bu ayda farz olan orucu tutsun. Sakın orucu tutmamazlık ederek yemesin.

(........) kelimesi zarf tümleci olarak mensûbtur. Aynı şekilde, (........) kelimesinde ki, (........) zamîri de zarf olarak mensûbtur. Yoksa mefulü bih değildir. Çünkü, ister mukim olsun vé ister yolcu olsun her ikisi de zaten o aya şâhit oluyor ve o ayda bulunuyorlar.

Kim de hasta olur veya bir yolculukta bulunursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde, oruç tutsun.”

Burada, (........) mübtedadır. Haberi ise mahzûftur (gizlidir).

Yani, bu kelime (........) takdirinde olup, kendisi için tutamadığı günlerin orucunun tutmak vardır, demektir.

Allah -yolculuk ve hastalık sırasında- sizin için kolaylık diler, size zorluk dilemez.” Hasta ve yolcu olanlara oruç tutmamayı farz kılanlar bakımından meseleye bakılınca, hasta ve yolcunun bu durumda oruç tutmaları hâlinde, her ikisine de oruçlarını iade etmeleri gerekir. Çünkü bu gibi bir durumda oruç tutmamaları kimilerine göre farz kabul ediliyor. İşte böyle bir yanlışa düşülmemesi için bundan geri dönülmüştür.

Yani bu gibilerin oruç tutup tutmamaları ramazan içinde muhayyerdir. Durumları müsait olduğunda ise tutmak zorundadırlar.

“Böylece size farz kılınan sayılı günleri tamamlamanız, “

Yani, hastalık veya yolculuk gibi mazeret ortadan kalkınca, tutamadiğiniz günler sayısınca kaza etmek suretiyle sayıyı tamamlamanız. Burada illet olarak gösterilen fiil mahzûftur (gizlidir). Çünkü daha önce geçen ifadeler buna işaret etmektedir. Dolayısıyla bu, (........) takdirindedir ki, “....bilmeniz ve böylece size farz kılınan sayılı...” demektir.

Size doğru yolu göstermesi sebebiyle Allah'ı tazim edesiniz ve suaredesiniz diyedir.”

Yani bütün bunlar için Allah bunları meşru kılmıştır. Kısaca ramazan ayında hazır bulunanların o ayda oruç tutmaları, verilen ruhsatların da ileride tutamadığı sayıyı tamamlamaları kaydıyla oruç tutulmamasına izin verildiği gerçeğini aktaran bu hususlar işte bu maksatladır.”

(........) kavli, tutulamayan sayının yerine getirilmesi emrinin illeti ve sebebidir. (........) kavli ise, orucu kaza etme keyfiyetinin bilinmesi ile oruç yeme bağlayıcıliğindan ya da sorumluluğundan çıkmayı bilmenin illetidir.

(........) ise ruhsata ilişkin illettir. Bu, güzel ye latif bir leff örneğidir, yani edebî bir örnektir. Âyetteki “tekbir” yani, (........) kelimesi, (........) cer edatı ile müteaddi olmuştur. Çünkü “hamd” manasım içermektedir. Sanki şöyle denir gibidir:

(........) Bu da, “....size doğru yolu göstermesi sebebiyle O'na hamd ederek O'nu tazim edesiniz.” Kırâat imâmlarından Ebû Bekir, (........) kelimesini, (........) olarak şeddeli hâlde okumuştur.

Bir bedevînin Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e:

“Rabbimiz bize yakın mı, yakınsa biz fazla ses çıkarmadan düşük bir ses tonuyla Rabbimize yakaralım, yok uzak ise sesimizi yükselterek O'na yalvaralım.” demesi üzerine işte aşağıdaki âyet bununla ilgili olarak nâzil olmuştur.

186

Kullarını sana benden sorduklarında, de ki onlara: “Ben onlara gerçekten çok yakınım. Bana dua edip çağırdığında dua edenin çağrısına cevap veririm. Öyle ise kullarını da benim davetime karşılık versinler ve bana îman etsinler ki, doğru yolu bulmuş olsunlar.

Kullarını sana beni sorduklarında de ki onlara: (........)” Allah'ın mekândan münezzeh olması itibariyle kullarına ilmiyle ve onların isteklerine icabetle çok daha yakındır.

Bana dua edip çağudığında, dua edenin çağrısına cevap veririm.” Kırâat imâmlarından Sehl b. Muhammed ile Ya'kûb b. İshak, (........) ve (........) kelimelerini, her iki hâlde de, (........) ve (........) olarak okumuşlardır. Nitekim, kırâat imâmlarından Kalun dışında vasl hâlinde Ebû Amr ile Nâfi de bu ikisine muvafakat etmişlerdir. Diğer kırâat imâmları ise her iki durumda da (........) harfi olmaksızın kırâat etmişlerdir.

Diğer taraftan, yapılan dualara icabet etmesi yüce Allah tarafından doğru olan bir vaaddir, söz vermedir ki, bu konuda Allah asla sözünden dönmez. Ancak duaya icabet bazan ihtiyacın giderilmesine muhalif olabilir.

Yani ihtiyacı dışında bir başka şekilde tezahür edebilir. Duaya icabet meselesine gelince kulun: “Rabbim!” demesi, Allah'ın da, “Buyur kulum!” diye buna bu şekilde cevap vermesidir. İşte bu, her mü'min için vaad olunan ve var olan bir gerçektir.

Kaza-i hacet denilen ihtiyacın karşılanmasına gelince, bu, istenenin verilmesi demektir. Bu ise bazen karşılarıabilir, yerine getirilir, bazen de istendikten bir müddet sonra olabilir, gerçekleşebilir. Bazen ise bu arzu âhirette karşılanır ya da bu, istekte bulunan, dua eden için kendisi adına daha hayırlı olabilecek bir şekilde bir başka türlü ortaya çıkar.

(........) Onların kendi ihtiyaçları için bana dua ettiklerinde benim onlara icabet ettiğim gibi, ben kendilerini bana îman etmeye ve itaate bulunmaya çağırdığımda “Öyle ise kullarını da benim davetime karşılık versinler ve” bana îman etsinler ki, “doğru yolu bulmuş olsunlar.”

Yani azgınlık ve sapkınlıktan kurtulup doğruyu umabilsinler.

Rüşd” kelimesi, “ğayy” kelimesinin zıddı, karşıtıdır. Burada, (........) ve (........) kelimelerindeki (........) harfi her ikisinde de emir manasınadır.

RAMAZAN AYINDA EŞİYLE BERABER OLMAK

İslâm'ın ilk zamanlarında adam akşam olup da iftar edince bu zamandan itibâren yatsı vaktine erişip namazım kılıncaya veya bundan önce yatıp uyumasına kadar yemesi, içmesi ve eşiyle cinsel ilişkide bulunması helâl idi. Bir yasaklama yoktu. Ancak yatsı namazını kıldıktan ya da yatıp uyuduktan sonra artık hiçbir şey yapmaksızın ertesi akşama kadar kendisine yeme, içme ve eşleriyle cinsel ilişkide bulunma haram kılınmıştı. Ancak bir gece Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) yatsıdan sonra eşiyle beraber oldu. Yıkanınca ağlamaya ve kendi, kendisini kınamaya başladı. Hemen Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e koşup geldi ve olup biteni ona anlattı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de,

— Ben bu hususta bir şey diyebilecek ve yapabilecek bir güce-hakka sahip değilim, buyurdu. İşte bunun üzerine, (........) âyeti nâzil oldu.

Şimdi âyetin tefsirine geçebiliriz.

187

Oruç tutulan günlerin gecesinde eşlerinize yaklaşmak size helâl kılınmıştır. Eşleriniz sizin için birer elbise, sizler de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendi nefislerinize karşı kötülük ettiğinizi bildiğinden dolayı sizin tevbenizi kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Artık ramazan gecelerinde onlara yaklaşırı ve Allah'ın sizin için takdir buyurduğunu isteyin. Şafak vakti, günün ağarması gecenin karanlığından ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikafta bulunduğunuz müddetçe eşlerinize geceleri de yaklaşmayın. İşte bunlar Allah'ın koyup çizdiği sınırlardır. Sakın o sınırlara yaklaşıp çiğnemeyin. İşte Allah insanlara âyetlerini böylece açıklar ki yasaklarıan sınırları çiğnemekten sakınsınlar.

Oruç tutulan günlerin gecesinde eşlerinize yaklaşımuüz size helâl kduvnıştır.”

(........)einsel ilişki, cima demektir. (........) burada (........) cer edatı ile müteaddi (geçişli) yapılmış ki, bundan ifza yani cinsel ilişki manası anlaşılsın. Âyette cinsel ilişki ifadesi, (........) lafzıyla kinaye olarak zikredilmiştir. Çünkü bu, çirkinlik ve yanlışlık anlamında cinsel ilişkiye geçme manasına delâlet etmektedir. Âyette, (........) denilmiş ve fakat, (........) buyurulmamıştır. Çünkü henüz ramazanda cinsel ilişki serbestliği getirilmediği için böyle bir fiil çirkin bir fiil olarak kabul ediliyordu. Nitekim bu durum kendi nefislerine ihanet olarak adlarıdırılmıştır.

Mademki kadın ve erkek her ikisi birlikte aynı çarşafın ya da yorganın altında kucaklaşıp beraber olmaktadırlar. Her ikisi de bu manada tek bir örtü içinde yer aldıklarına göre bu durum kişinin üzerinde onu tümüyle kuşatan elbiseye benzetilerek ifade olunmuştur. Bunun için Rabbim şöyle buyurmuş:

Eşleriniz sizin için -sizi haramdan koruyup örten- öirer elbise, sizler de onlar için birer elbisesiniz.” (........) cümlesi bir istinaf (yeni cümledir), bir ara cümledir ki, âdeta olayın helâl kılınma gerekçesini açıklar gibidir. Mademki sizinle eşleriniz arasında bu manada bir iç içelik varsa, tıpkı üzerinize giydiğiniz elbise gibi hep berabersiniz, artık onlara karşı sabrınız ve dayanma gücünüz azalmıştır. Onlardan uzak kalmanız ve kaçınmanız gittikçe ağırlaşmış ve sabredemeyeeeğiniz bir duruma gelmiştir. İşte bunun için yüce Allah size bu konuda ruhsat ve izin vermiştir.

Allah sizin kendi nefislerinize karşı -cinsel ilişkide bulunmakla ve alacağınız sevabınızdan eksiltmekle- kötülük ettiğinizi bildiğinden dolayı (........) sizin -işlediğiniz sakmcalı işten tevbe etmeniz ve dönmeniz sebebiyle- tevbenizi kabul buyurdu ve sizi -ruhsattan önce işlediğiniz suçtan- bağışladı.”

İktisab” kelimesinin, (........) kelimesi de “hiyanet” kelimesinden alınmadır. Dolayısıyla bunun manasında ziyadelik ve şiddet vardır.

Artık ramazan gecelerinde onlara yaklaşırı.”

Ramazan gecelerinde onlarla cinsel ilişkiye girin. Bu mubahlık anlamında bir emirdir.

Yani, cinsel ilişkiye girebilirsiniz, demektir. Âyette cima (cinsel ilişki), mübaşeret kelimesiyle yani, (........) kelimesi ile dile getirilmiş olması, her iki cinsin tenlerinin birbirlerine temas etmesi, direkt olarak değmesi sebebiyledir.

“....vé Allah'ın sizin için takdir buyurduğunu isteyin.” Allah'ın sizin için taksim edip bölüştürdüğünü arayın. Çünkü Levh-i Mahfüz'da çocuğun dünyaya gelmesini, doğrudan cinsel ilişkiyle olacağını tesbit etmiştir.

Yani bu, şu demektir; yalnızca şehevî arzularınızı tatmin için cinsel ilişkiye geçmeyin. Ancak Allah'ın evlenme yoluyla istediği çoğalmayı ve nesil üretmeyi isteyerek ve bunu dileyerek cinsel ilişkiye geçin.

Ya da bunun anlamı şudur: Allah'ın sissin için yazdığı ve emredip helâl kıldığı mahâlden arayın. Yoksa istemediği ve haram kıldığı yerden değil.”

Şafak vakti günün ağarması gecenin karanlığından ayırt edilinceye kadar yiyin, için,”

(........) Bu vakit, sabahleyin doğu tarafında tan zamanından itibâren uzun bir çizgi (hat) hâlinde enine doğru genişleyerek yayıları vakittir. (........) Uzayıp giden gece karanlığı demektir. Her iki vaktin de beyaz ve siyah ipliğe benzetilmeleri, her ikisinin de uzayıp gitmesi sebebiyledir. (........) ise, beyaz iplikten ya da çizgi veya hattan maksadın fecre (tan yerine) veya şafak vaktine dahil olduğunu, bundan başka bir şeye dahil olmadığını açıklamak içindir. Dolayısıyla, (........)ifadesinin ayrıca açıklanmasına bu (........) ifadesi sayesinde gerek duyulmamış oldu. Çünkü, bunlardan birisinin açıklanması demek, aynı zamanda ötekisinin de açıklandığı anlamına gelir. Ya da buradaki(........) cer edatı, tab'iz içindir, yani “bir kısmı” demektir. Çünkü bu, fecrin birazı ve başlarıgıcı demektir.

Âyette, (........) ifadesinin zikredilmesiyle cümle istiâre durumundan çıkanlmış olup, böylece beliğ (edebî) bir teşbih (benzetme) yapılmış olmaktadır. Meselâ, “Ben bir arsları gördüm.” dediğin zaman bu bir mecâz olmuş olur. Fakat buna bir ilâve yaparak, “Ben filanlardan bir arsları gördüm.” dediğinde ise, bu defa teşbihe, yani benzetmeye yönelmiş olursun. Örnek, bir teşbihe (benzetmeye) döner.

Adiyb. Hatim (radıyallahü anh) anlatıyor, diyor ki:

“Biri beyaz diğeri de siyah olan iki ip aldım. Bunları yastığımın altına koyarak, sabahın olup olmadığını anlamak ve ayırt etmek için biribeyaz ve diğeri siyah olan bu iki ipe bakıp dururdum. Fakat karanlık sebebiyle bir türlü siyah ile beyazı ayırt edemedim. Sonunda bu durumu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e bildirdim. Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun safliğina işaret ederek şöyle buyurdu:

“Sen, gerçekten kafası geniş olan birisin.” (Aslında bununla kafasının çalışmadığına, bir bakıma beyinsizliğine bir işaret vardır). Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) devamla:

Şüphesiz bu, gündüzün beyazliği (ışıması) ve gecenin de karanlığı demektir.”

Sonra akşama kadar orucu tamamlayın. “Bu kavliyle Rabbimiz söz konusu şeylerden artık uzak durulması gerektiğini bildiriyor. Yine buradan, ramazan orucunda gündüz vakti içinde oruca niyet yapılabileceğinin câiz olduğunu da öğrendiğimiz gibi cünüplükten dolayı yıkanmayı fecir (şafak) ya da tan vaktine kadar ertelemenin de câiz olduğunu öğreniyoruz.

Bir de visal orucunun, yani hiç iftar etmeksizin ve ara vermeden art arda oruç tutulamayacağını da bu âyet gösteriyor. Bile bile yeme ve içme yüzünden kefaretin (cezânın) vacipliğini (farz olduğunu) da yine öğreniyoruz. Aynı şekilde cünüp olmanın oruca bir zarar vermediğini, buna aykın gelmediğini de öğrenmiş bulunuyoruz.

Mescitlerde itikafta bulunduğunuz müddetçe eşlerinize geceleri deyaklaşmayuı.” Âyetin bu kısmından da, ramazan ayında geceleyin kişilerin eşleriyle cinsel ilişki kurmalarının helâl olduğunu ve fakat mescit ve camilerde itikafta bulunanların ise geceleri de eşleriyle cinsel ilişkiye girmelerinin yasak olduğuna açıklık getiriliyor ve buna dikkat çekiliyor. Ayrıca cümle hâl yerindedir. Yine bu âyetten anlaşıldığı gibi itikafa girmek ancak mescitlerde olur, başka yerde değil. Ancak mescitler için de özel bir mescit değil, herhangi bir mescit olursa olsun bu, câizdir, olabilir.

“İşte bunlar -zikredilen hükümler- Allah’ın koyup çizdiği sınırlardır.” Bu sınırlara aykırı hareket ederek ve onları değiştirerek “Sakın o sınırlara yaklaşıp çiğnemeyin.” İşte Allah insanlara âyetlerini -şerî'atlerini ve hükümlerini- böylece açıklar ki,yasaklarıan -haram kılınan- sınırları çiğnemekten sakınsınlar.”

188

Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bildiğiniz hâlde halka âit hiçbir malı haram yollardan yemeniz için o malları hakim ve idarecilere verip yedirmeyin!

Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle -Allah'ın mubah kılmadığı ve meşru saymadığı yollarla kiminiz kiminizin mallarını- yemeyin.”

Kendiniz bildiğiniz hâlde halka âit hiçbir malı haram yollardan yemeniz için o malları, hakim ve idarecilere verip yedirmeyin.”

(........) cümlesi meczum olup nehiy (yasak) hükmü içerisindedir ve (........) takdirindedir.

Yani, onun durumunu, işini ve o konuda hüküm vermesini isteyerek hakim ve yöneticilere aktarmayın, götürmeyin, demektir.

(........) halka ya da insanlara âit hiç bir malı, hakim ve yöneticilere peşkeş çekmek için yalan yere şâhitlikte bulunarak veya yalan yere yemin ederek ya da haksız tarafla anlaşmak suretiyle bile bile yanıltma ve aldatma yolunu seçerek zâlimden, ezenden yana hareket ederek yedirmeyin. .

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde birbirleriyle hasım olan iki kişini davalarına bakarlarken şöyle buyurmuşlar:

“Nihayet ben de ancak bir beşerim. Siz davalarınızı bana getiriyorsunuz. Ola ki, biriniz diğerine göre konuşması ve deliliyle daha kurnazca hareket ederek beni ikna edebilir ve ben de ondan dinlediklerim doğrultusunda onun lehine hüküm (karar) verebilirim. Kardeşinin hakkı olan bir şeyden her kimin lehine bir hüküm vermiş isem, ondan hiçbir şey almasın. Çünkü benim onun lehine verdiğim hüküm (karar) ateşten bir parçadır.”

İşte bunun üzerine davalı ve davacının her ikisi de ağlamaya başlarlar ve her biri kendi hasmı lehine feragat ederek:

— Bana âit olan hakkım arkadaşıma kabın demişlerdir.

Bir başka tefsire göre ise, (........)ile dikkat çekilmek istenen şey, o malların bir kısmım art niyetli hakim ve yöneticilere rüşvet olarak verilip yedirilmemesidir.

Âyetteki, (........) kelimesi, (........) kökünden türemedir. Bu da atmak ve sarkıtmak manalarına gelir. Meselâ; (........) denir ki bu, kuyudan su ihtiyacını karşılamak için oraya kovasını sarkıtıp oradan su çekmek, demektir. İşte burada hakim ve yöneticilerin önüne rüşvet atarak haksız olduğu bir noktada davayı kendi lehine dönüştürmek içindir ki, haramdır.

(........) Kendinizin bâtıl yolda olduğunuzu, haksız olduğunuzu bildiğiniz hâlde. Böyle bir ma'siyeti (çirkefliği) bilerek işlemek suretiyle daha iğrenç bir konuma gelmektir. Bunu yapan bir kimse de kesinlikle kötülenmeyi, tevbihi çok daha fazlasıyla hak etmiştir.

Muaz b. Cebel Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve aellem)'e, hilâl ile ilgili soru yöneltir ve:

“Ey Allah'ın Rasûlü! Nedir bu hilâlin durumu? Bir bakıyorsun ip gibi inceliyor, o şekilde gözüküyor, sonra da giderek yavaş yavaş doluyor ve normal haline geliyor. Sonra tekrar eksilmeye başlıyor ve böylece yine ilk haline dönüyor. Güneş gibi hep aynı durumda kalmıyor, acaba neden?”

İşte bu soru üzerine aşağıda tefsirini yapacağımız âyet nâzil olmuştur. Vahidi, Esbab'ul-Nüzul, S: 32.

189

Sana hilâl şeklinde doğan yeni ayları soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için ve özellikle de hac için vakit ölçüleridir. Birr (erdemlilik) ihramlı iken ve hac dönüşü evlere arkadan gelip girmeniz değildir. Fakat asd erdemlilik ve davranış Allah'ın emir ve yasaklarına riâyet ederek sakınanların gösterdiği erdem ve davranıştır. Öyleyse evlere normal giriş kapılarından girin. Allah'ın emir ve yasaklarına muhalefetten sakının (uzak durun) ki, kurtuluşa eresiniz.

“Sana, hilâl şeklinde doğan yeni ayları soruyorlar.” (........) kelimesi “hilâl” kelimesinin çoğuludur. Buna bu ismin verilmesi, halkın hilâli görmesiyle seslerini yükseltmelerinden ötürüdür.

De ki: Onlar insanlar için ve özellikle de hac için vakit ölçüleridir.”

Yani, bunlar öyle ölçü ve işaretler (alâmetlerdir) ki, halk bunlar sayesinde ne zaman ziraat yapacaklarını, ekinlerini ne zaman ekip, ne zaman biçeceklerini, ticari yönden alış verişlerindeki alacaklarının ve vereceklerinin zamanlarını belirlemede, ne zaman ve hangi ayda oruç tutmaları gerektiğini, ne zaman bayram yapacaklarını, kâdirılarının iddet sürelerini, hayız (aybaşı) dönemlerini (günlerini), gebelik sürelerini, doğumlarını ve daha buna benzer şeyleri belirleyen zaman belirleme ölçüleridir.

Bunlar dışında ayrıca hac ibâdetiyle ilgili vakitlerin belirlemesinde de hilâl bir vakit ölçüsüdür.

Bir de Ensar'dan yani Medineli Müslümanlardan kimileri ihrama girdikleri zaman herhangi bir bağ - bahçeye, bir eve ve çadıra kapılarından içeri girmezlermiş. Bunlardan köy ve kasabalarda yerleşik halk olarak oturanlar, evlerinin arkasından bir delik (kapı) açarlar ve buradan evlerine girip çıkarlarınış. Köy ve kasaba gibi yerlerde yerleşik olarak kalmayıp da çadır hayatı yaşayanlar da, çadırlarına, kapının bulunduğu istikametin tersine olan arka taraftan girer çıkarlarınış. İşte şimdi tefsirim” yapacağımız âyetin bu kısmı bu gerçeğe işaret ediyor.

Birr (erdemlilik) ihramlı iken ve hac dönüsü evlere arkalanndan gelip girmeniz değildir”

Yani, asıl fazilet ve erdemlilik evlere girmek için kendinizi zora sokmakta değildir.

Bu âyetteki, (........) kelimesinin merfû' kılınmasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Daha önce, Bakara Sûresi 177. âyetde açıkladığımız gibi âyet orada iki şekilde tefsirlerıabilir bir ihtimal taşımaktadır. Orada hem merfû' ve hem de mensûb olarak okunması câizdir. Halbuki buradaki âyette sadece bir tek tefsir ihtimali vardır. Bu da merfû' okunması ihtimalidir. Çünkü (........) cer edatı yalnızca (........) kelimesinin haberine dahil olur.

Fakat asıl erdemlilik ve davranış Allah'ın emir ve yasaklarına riâyet ederek -Allah'ın haram kıldıklarından -sakınanların gösterdiği erdem ve davranıştır.”

Kırâat imâmlarından Nâfi, Ebû Cafer, Ebû Amr, Ya'kûb ve Hafs, (........) kelimesini görüldüğü gibi zamme (ötre) ile okumuşlardır. Ki asl olan da zaten budur. Tıpkı, (........)ve (........) kelimeleri gibi.

Ancak (........)harfinden sonra gelen (........)harfi sebebiyle (........) harfini kesreli olarak, (........) tarzında okuyanlar da olmuştur. Fakat böyle bir okuma tarzında kesreden zamme harekesine geçişi gerektirmektedir.

Onların hilâller hakkında soru sormalarında sanki şöyle bir soru sorulmuş gibi: “Bu hilâllerin eksilip artmasındaki hikmet nedir?” Bilindiği gibi yüce Allah her ne yaparsa mutlaka bir hikmete dayalı olarak onu işler. Dolayısıyla siz hilâlden faları soru sormayı bırakın da işlemekte olduğunuz ve birr (iyilik ve fazilet) sandığınız hâlde iyilik ve faziletle hiçbir alakası bulunmayan bu gerçeğe ve bu tek haslete bakın, onun üzerinde düşünün.

İşte bu şekildeki bir tefsirla bu kısmın âyetin öncesiyle bağlarıtısı mümkün olabilmektedir.

Bir diğer ihtimale göre de bu, bir tür konuyu değiştirmektir. Mademki burada hac ile ilgili vakitlere değinildi. Hemen buradan bir saptama yapılarak onların hac esnasındaki fiillerine de böylelikle değinilmiş oldu.

Bir başka ihtimal de şudur: Bu, onların sorulanna bir bakıma aksiyle bir cevap oluşturma açısından bir temsil, yani örneklendirmedir.

Yani, böyle bir soru sormak âdeta evin normal giriş kapısından girmeyi bırakıp da arka taraftan açtığı bir delikten içeriye girenin durumuna benzemektedir. Mana şöyledir:

“Soru sormakla meseleyi çarpıtarak üzerinde durmak istediğiniz ve yapmamanız gereken şeyi işlemeniz iyilik ve fazilet değildir. Ancak asıl fazilet ve iyilik, haramlardan sakınanların, yasaklardan kaçınanların ve bu türden işler işlemeye kalkışmayanların fazilet ve iyiliğidir.”

Öyleyse evlere (normal) kapılarından girin.” İşlere başlamanız gereken noktadan ve yerlerden başlayın. Tersine iş yapmayın. Ya da bundan murat şudur:

Allah'ın yaptığı tüm fiillerin mutlaka bir hikmete dayalı olarak ve doğru bir şekilde işlediğine îman etmek, buna şekilde itikatta bulunmaktır. Herhangi bir şüpheye ve yanlışa düşmeden, bunlara fırsat vermeden inanmaktır. Bu konuda bir şüpheye yer olmadığma kesin îman etmektir. Bunlar olmalı ki, herhangi bir soru sorulmamış olsun. Çünkü, bu türden sorulann sorulmasında bir tür şüphenin yer aldığına işarettir. Bunlardan da uzak durulmalıdır. Nitekim, Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” Enbiyâ', 23.

Allah'ın emir ve yasaklarına muhalefetten sakının - uzak durun ki -ebedî nimetleri elde ederek- kurtuluşa eresiniz.”

190

Size karşı savaş açanlara siz de Allah yolunda savaş açın! Sakın saldırganlıkta bulunmayın. Şüphesiz Allah saldırganlık yaparak hadlerini aşanları sevmez.

“Size karşı savaş açanlara siz de Allah yolunda savaş açın!” Allah yolunda savaş açmak demek, Allah'ın kelimesinin yücelmesi, dininin Azîz olması ve uygulama alanına geçirilmesi için cihad etmektir. Ancak karşı taraftan size herhangi bir şekilde engel çıkarmaksızın ve savaşa girişmeksizin dokunmazlarsa, siz de onlara bir müdahalede bulunmayın. İşte bu duruma göre bu âyet, yüce Rabbimizin şu kavliyle mensûh bulunmaktadır, yani hükmü yürürlükten kaldırılmıştır.

“Müşrikler size karşı nasıl topyekün olarak savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün olarak savaşırı!” Tevbe, 36.

Rivâyete göre Bakara sûresindeki bu âyet savaşma konusunda ilk inen âyettir. Böylece Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisiyle savaşanlarla savaşır, savaşmayanlardan da uzak dururdu, onlara herhangi bir şey yapmazdı.

Ya da bunun manası şöyle olabilir: Sizinle doğrudan savaşanlarla ve açıkça düşmanlık sergileyenlerle Allah için savaşırı. Fakat yaşlı, çocuk ve kadm gibi sizinle doğrudan savaşmayan, bir hareket içinde bulunmayanlarla savaşmayın. Bunları savaşırı dışında tutun.

Ya da her manadaki inkârcı kâfirlerle, İslâm'a ve hakka karşı olanlarla Allah yolunda savaşırı, demektir. Çünkü bunlar ve bunlar gibi hareket edenlerin tümü, Müslümanlara karşı topyekün imha planının içinde yer almaktadırlar ve fiilen savaş hâlindedirler. Dolayısıyla böyle bir amaçla hareket eden kâfirler âdeta Müslümanlara karşı savaşıyor hükmünü taşırlar. Bu itibarla bunlar da asla göz ardı olunmamalıdırlar.

“Sakın -savaşı ilk başlatan olarak veya size yasaklarıan şeyleri yapmakla Meselâ kadınları, yaşlıları ve benzerlerini ezerek veyamüsle yaparak- saldırganlıkta bulunmayın.”

(........) Şüphesiz Allah saldırganlık yaparak hadlerini aşanları sevmez.”

191

Size karşı savaşanları her nerede bulur (yakalarsanız) hemen orada öldürün! Sizi çıkardıktan yerden siz de onları çıkarın! Fitne (Şirki ve şirk düzenlerini ayakta tutmak için baş vurulan tüm yollar) adam öldürmekten de beterdir. Onlar Mescit-i Haram'da sizinle savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de fırsat tanımaksızın onları hemen öldürün, işte hakka karşı çıkan kâfirlerin cezâsı böyle verilecektir.

Size karşı savaşanları her nerede bulursanız (yakalarsanız) hemen orada öldürün.”

“Sekf'kelimesi üstün gelmek suretiyle bulup yakalanak demektir.

Yani, kelime hem yakalana ve hem de üstün gelme anlamında bulmak demektir.

Sizi çıkardıkları yerden -Mekke'den- siz de onları çıkarın!” Yüce Allah bu âyet ile onlara Mekke'nin fethini vaat buyuruyor. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethi günü de Müslüman olmayanları buna dayanarak Mekke'den çıkarıp atmıştır.

Fitne (şirki ve şirk düzenlerini ayakta tutmak için başvurulan tüm yollar) adam öldürmekten de beterdir.” Onların Allah'a şirk koşmaları sizden dolayı onların helâl kılman ölümlerinden bu şirk olayı daha beterdir. Bir diğer tefsire göre de buradaki fitneden kasıt, âhiret azâbıdır. Farklı diğer bir tefsire göre de fitne, insanın karşı karşıya kaldığı belâ, felâket, sıkıntı ve musibet demektir. Kişinin bu türden karşı karşıya bulunduğu sıkıntılar ölümden daha beter gelir.

Nitekim bir bilge kişiye:

— Ölümden daha beter ve şiddetli şey nedir, diye sorulur. O da:

— Karşı karşıya kalman mihnet ve sıkıntı sebebiyle ölümün temenni edilmesi olayıdır, der. Nitekim, bir kimsenin öz vatanından çıkanlması, sürgün edilmesi, kişinin sırf bu ezadan dolayı ölümü arzuladığı olaylardandır.

Onlar Mescid-i Harâm'da sizinle savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın.” Harem dahilinde ve çevresinde olsun savaşa ilk başlayanlar ve saldınya ilk geçenler onlar olmadıkça buna ilk başlayan siz olmayın. Biz Ehl-i sünnet'e (Hanefîlere) göre Mescit-i Haram ifadesiyle tüm, harem sınırla-n buna dahildir.

Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de fırsat tanımaksızın onları hemen -Harem'de- öldürün.” Her né kadar, “Size karşı savaşanları her nerede bulursanız (yakalarsanız) hemen orada öldürün!” hükmüne göre bütün mekânlarda İslâm düşmanlarını öldürmenin mubah olduğu, bir sakıncasının bulunmadığı ifade edilmiş ise de bize (Hanefîlere) göre haram aylarda savaşılır. Ancak onlar savaş ye saldınyı ilk başlatan olurlarsa biz de hemen onlarla savaşırız ve saldırırız. Bunun Harem dahilinde olup olmaması fark etmez.

Ancak, “Onlar Mescit-i Haram'da sizinle savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın.” kavlinde özellikle Harem'in söz konusu edilmesi ve burada savaşa başlama İzni, ilk saldırının ve savaşırı onlar tarafından başlatılması hâlinde biz de ayniyle karşılık veririz. Nitekim “Şerhu'l-Te'vilat” eserinde de böyledir.

“İşte hakka karşı çıkarı kâfirlerin cezâsı böyle verilecektir.” Bu cümle mübteda ve haberdir.

Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali elifsiz olarak (........) (........)tarzında kırâat etmişlerdir.

192

Eğer şirk ve bu uğurda savaştan vazgeçerlerse siz de onlara dokunmayın. Çünkü Allah mağfiret edendir ve merhamet edendir.

Eğer şirk ve bu uğurda savaştan vazgeçerlerse siz de onlara dokunmayın. Çünkü Allah—onların geçmişte işledikleri azgmlı ve taşkınlıklarını- mağfiret edendir, -tevbe ve imanlarını kabul etmekle de- merhamet edendir.”

193

Fitne (İslâm dışı şirk sistemleri ve işkenceleri) bütünüyle yok edilinceye ve dini nizam Allah adına hakim oluncaya kadar onlarla savaşırı. Eğer inkârdan ve saldırmaktan vazgeçerlerse bilin ki zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.

Fitne (İslâm dışı şirk sistemleri ve işkenceleri) bütünüyle yok edilinceye ve dini nizam Allah adına hakim oluncaya -şeytani ve tağuti bir düzene imkan kalmayıncaya ve Allah'tan başkasına kulluk edilmeyinceye- kadar onlarla savaşırı.”

Bu âyetteki, (........) fiili tam fiildir. (........) kelimesi de, (........) ya da (........) manasınadır.

Eğer inkârdan ve savaştan vazgeçerlerse biliniz ki zalimlerden başkasuıa düşmanlık ve saldırı yoktur.” Eğer küfrü bırakırlarsa artık onlarla savaşmayın. Çünkü zalimlerden başkasma düşmanlık yoktur. Zalimler de kalmayınca artık dokunmayın. Ya da bunun tefsiru şöyle de olabilir:

“Düşmanlıkta ısrar eden zalimlere karşı değil, zulmetmeyenlere karşı bir şey yapmayın.”

Benzerlik sebebiyle zalimlerin cezâsı zulüm olarak adlarıdırıldı. Tıpkı Rabbimizin şu kavli gibi:

(........) Bakara, 194.

Bunu biraz sonra açıklayacağız.

Müşrikler Hûdeybiye senesinde haram olan ayda, yani savaş yapılmaması gereken ve dokunulmazlığın bulunduğu bir ayda Müslümanlara savaş açmışlardı. Bu ay zilkade ayı idi. Müslümanlar umrelerini kaza etmek maksadıyla umre haccı için yola çıktıklarında ve savaşmayı da istemediklerinden ötürü -ki çıktıkları ay da yine haram olan zilkade ayı idi— kendilerine işte aşağıdaki âyette belirtildiği şekilde cevap verildi.

194

Haram (saldırmazlığın geçerli olduğu) ay, haram aya karşılıktır. Hurumat (denen, dokunulmaz zaman ve mekânlarda dokunulmazlıklar da) karşılıklıdır (bunlarda da kısas geçerlidir). Öyleyse her kim saldırmazlık bulunan bu dönemlerde size saldırırsa siz de ona saldırdığı kadar saldırın. Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemekten sakının ve bilin ki Allah, koyduğu yasakları çiğnemekten sakınanlarla beraberdir.

Haram (saldırmazlığın geçerli olduğu) ay haram aya karşılıktır.”

Burada, (........) mübtedadır. (........)de bunun haberidir.

Yani; mademki onlar geçen yıl bu haram ayda dokunulmazlığı hiçe saydılar ve saldın olabilecek girişimlerde bulundular. İşte onların o aydaki hareketlerine ve davranışlarına karşılık biz de aynı ayda görevimizi gerektiği gibi yerine getireceğiz ve ne icabederse onu da yapanz. Onların yasakları çiğnemeleri hâlinde biz de aynıyla karşılık veririz. Nasıl ki onlar o yasaklı ayda size saldırıya ve engel olmaya kalkıştılar ise siz de aynı şekilde o ayda bunu onlara yapabilirsiniz.

Hurumcıl (denen dokunulmaz zaman ve mekânlarda dokunulmazlıklar da) karşılıklıdır (bunlarda da kısas geçerlidir). “

Yani, hürmet gerektiren her yer ve zamanda kısas cereyan eder, geçerlidir. Her kim bir hürmeti (dokunulmazlığı) çiğnerse, yani kısas gerektirecek tarzda bir sının çiğneyene bu cezâ verilir. Mademki onlar sizin haram (dokunulmaz) olan sınınnızı çiğnediler. Siz de onlara aynısını yapın ve bu hususu da önemsemeyin, dedikodulara aldırmayın. Nitekim Rabbimiz bu gerçeği şu kavliyle de te'kit ve teyit ederek şöyle devam ediyor:

Öyleyse her kim saldırmazlık ve dokunulmazlık bulunan bu dönemlerde size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın.”

Âyette geçen, (........) edatı şart içindir. (........) harfi zâide değildir. Âyette aynı zamanda, “mümaselet” cezâsı tesbit edilmiş bulunuyor. Saldırganın saldın şekli, zamanı ve yerine göre aynıyla kendisine karşılık verileceğinin kesin yolu açılmış oluyor. Onların düşmanlıklarından sakınıp Allah'ın emirlerine sağlam bir şekilde bağlanın.

Veya âyetteki, (........) harfi zâidedir. Bu durumda mana şöyle takdir olunur, “onların düşmanlıkları gibi bir düşmanlık. “

Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemekten sakmm. -Siz onların size pları düşmanlıklarını ve tecavüzlerini bertaraf ederek zafer ve üstünlük kazanmışken, helâl olmayan bir yoldan onlara saldırmaktan uzak durun.- Ve bilin ki, Allah, koyduğu yasakları çiğnemekten sakınanlarla -yardımı ve zafere erdirmesiyle- beraberdir.”

195

Allah yolunda harcama yapın da kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Hep iyilikte devam edin. Çünkü Allah muhsinleri (her bakımdan kendi emirleri doğrultusunda davrananları) sever.

Allah yolunda harcama yapın da kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”

(........) Allah rızası uğrunda harcayın. Bu, cihad ve diğer tüm hayri konular anlamında geneldir.

(........) kendi canınızı .. (........) harfi zâidedir. Ya da bunun manası, “Kendi ellerinizle kendinizi öldürmeyin, canlarınıza kıymayın.” demektir. Nitekim, kişinin kendisinin helâkine sebep olabilecek bir şeyi yapması durumunda “Filân kimse kendi eliyle canını helâk etti.” denir. Bu durumda mana şöyledir: Allah yolunda infak ve harcamayı terk etmekten nehiy, yasaklanma vardır. Çünkü Allah yolunda harcamayı terk etmek helâk sebebidir. Ya da bizzat kendisini bile başkasına muhtaç hale getirecek olan israftan, savurganlıktan, nafakayı har vurup harman savurmaktan men etmektir. Çoluk çocuklarını başkalanna el-avuç açacak konuma düşürmekten men etmektir. Ya da canını tehlikeye sokmaktan men etmektir. Ya da bir bakıma düşmanın güçlenip kuvvetlenmesine neden olabilecek olan gazaya (savaşa) gitmeyi terk etmeyi bir yasaklamadır. Tehlike, helâk ve helek hepsi de aynı anlamdadırlar.

Hep iyilikte devam edin -geride bırakacağınız şeyler noktasında Allah hakkında iyi zanna ve niyete sahip olun- çünkü Allah mahsûlleri — her bakımdan kendi emirleri doğrultusunda davrananları) ihtiyaç sahiplerine yarım ellerini uzatanları-,sm?r.”

196

Haccı da umreyi de Allah adına tamamlayın. Şayet engellenirseniz bu takdirde kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olur ya da başından bir rahatsızliği olursa, bu gibi kimselere fidye olarak oruç tutmak, sadaka vermek veya kurban kesmek gerekir. Hac yolculuğu için tehlikeden emin olduğunuz zaman her kim hac günlerine kadar umre yaparak sevaptan yararlanmak isterse kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir. Kurbanı bulamayan kimse de hac sırasında üç ve memleketine döndüğünde de yedi gün olmak üzere toplam on gün oruç tutar. Kendilerinden bu görevler istenen kimseler, ailesi Mescit-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah'ın emirlerine karşı gelmekten sakının ve iyi bilin ki; Allah'ın vereceği cezâ pek çetindir.

Haccı da umreyi de Allah adına tamamlayın.” Hac ve umre görevlerini eksiksiz olarak, tüm şartlarını yerine getirerek ve savsaklamaksızm Allah rızası için farzlarını işleyerek yerine getirin.

Bu görevlerin tamamlanması ancak göreve başlanmasından sonradır, denmiştir. Bu da, hac ve umre görevlerine başlayan kimselerin bu takdirde bu her iki görevi tamamlamalarının lâzım geldiğini gösterir, bunun için bir delil oluşturur. Nitekim biz Hanefîler, işte buna dayanarak, Umre görevine başlanmakla bu görev artık mutlaka yapılması gereken bir ibâdet olmuş olur, demekteyiz.

Ancak HANEFÎlere göre bu ayete dayanarak umrenin de lüzumuna hükmetmek gerekmez. Çünkü bu, bunu tamamlamakla ilgili bir emirdir. Öyle olur ki, bazen bir vâcibin (farzın) tamamlanması emredileceği gibi bir tatavvuun (Nâfilenin) tamamlanması için de emir verilebilir.

Ya da hac ile umrenin tamamlanması demek, bu her ikisi için bulunduğu yerden itibâren bu niyetle ihrama giyerek bu şekilde hareket etmektir. Ya da hac ve umre için ayrı ayrı yolculuk tertib etmektir. Yahut da bu her iki ibâdet için de helâl yoldan infakta bulunmak, harcama yaparak gelmektir. Ya da bu her iki ibâdet ile bir ticarete niyet etmemektir.

Şayet engellenirseniz,” Meselâ, “Filân kimse muhasara altına alındı. “demek, herhangi bir korku, hastalık ve acizlik gibi bir durumdan ötürü bu ibâdetlerden engellenirse, demektir.

hasara” kelimesinin manası bir kimsenin düşman tarafından hapsedilmesi, engellenip kuşatma altına alınması, gitmesine engel oluşturması, demektir.

Biz Hanefîlere göre “İhsar” yani engel olma durumu her türden mazeretle olabilir. Meselâ, düşman varlığı, hastalık veya bu ikisi dışında herhangi bir mazeretle olabilir. Çünkü, ayete ilk bakışta anlaşıları mana budur. Nitekim bir hadiste şöyle büyurulmuştur:

“Kimin bir tarafı kırılır veya hac yolculuğunda vasıtasız ve parasız kalırsa ya da topallaşırsa bu takdirde ihramdan çıkar ve ertesi yıl haccetmesi gerekir.”

Ancak İmâm-ı Şâfiî'ye göre “İhsar” yani engellenme sadece düşman tehlikesinin baş göstermesiyle olabilir, başka değil.

Yine bu nassın zahirine (görünüşteki anlamına) göre ihasnn yani olabilecek bir engellemenin aynı şekilde umre için de geçerli olduğu gerçektir. Çünkü, âyette geçen hüküm hemen bu iki görevin yani hac ile umre görevinin ardından zikredilmiş bulunmaktadır.

“.... bu takdirde kolayınıza gelen kurbanı gönderin.” Kurbandan kolayınıza geleninden. Nitekim tıpkı, (........) ve (........) denmesi gibi, (........) ve (........) denir ki, iş kolay oldu, kolayına geldi, manasınadır. (........) kelimesi, (........) kelimesinin çoğuludur.

Yani, mana şöyle olmaktadır:

“Hac veya umre için ihramlı iken eğer Beytullah'a gitmekten engellenirseniz ve böyle bir durumda da ihramdan çıkacaksanız (çıkmanız gerekiyorsa), bu takdirde, (deve, sığır veya koyun gibi) kurbanlardan herhangi birini kolayınıza nasıl geliyorsa öylece kesmeniz gerekir.”

(........) kelimesi mübteda olarak merfûdur.

Yani bu, “o hâlde kolayınıza geleni kurban etmek için göndermeniz gerekir.” takdirinde olur. Ya da bu kelime mensûbtur. Bu takdirde mana,

“Kolayınıza geleni kurbanı gönderin. “olur.

Kurban yerine varıncaya kadar baslarınızı tıraş etmeyin.” Bu sesleniş ya da hitap hac ve umre ibâdetlerinden engellenenleredir. Dolayısıyla mana şöyledir: “Sizin kesme yerine gönderdiğiniz kurbanlarınızın kesilmiş olduğu bilgisini almadan başlarınızı tıraş ederek ihramdan çıkmayın.”

Yani kurbanların kesilmesinin vacip olduğu yere (ki burası Harem'dir) gönderin, başka yerde kesmeyin, demektir. İşte bu, biz Hanefîlerin lehinde ve Safimin de aleyhine olan bir hüccettir. Çünkü bize göre ihsar yani engellenme sebebiyle kesilecek olan kurban ancak Harem dahilinde kesilebilir, başka yerde değil. Çünkü HANEFÎ (rahmetüllahi aleyh) ye göre bu, Harem'den başka bir yerde de kesilebilir, kesilmesi câizdir.

Sizden her kim -başırıı tıraş etmek zorunda kalacağı şekilde- hasta olur, yada başından -yaralanma veya bitlenme gibi- bir rahatsızliği olursa, bu gibi kimselere -tıraş olmaları hâlinde- fidye olarak -üç gün-oruç tutmak, -her birine buğdaydan yarım sa (ölçek) olmak üzere altı yoksul kimseye- sadaka vermek veya kurban kesmek gerekir.” (........) kelimesi, ya mastardır veya (........) kelimesinin çoğuludur.

Hac yolculuğu için tehlikeden emin olduğunuz zaman...”

Yani karşınıza bir engel çıkmadığı ve çıkarılmadığı zaman ve siz güven içinde iseniz, hâliniz de yerinde ise, “.... her kim hac günlerine kadar umre yaparak sevaptan yararlanmak isterse,”

Yani hac vaktine kadar hac yapmadan önce, umre yaparak bununla Allah'a yaklaşmak ve bundan menfaat sağlamak isterse veya her kim hac zamanında kendisi için haram ve yasak olan şeylerin vakti gelmeden umre yaparak böylece hac sırasında haram (yasak) olabilecek şeylerin helâl (serbest) olmasından bu şekilde yararlanmak isterse, “.... kölayma gelen bir kurban kesmesi gerekir.” İşte bu kurban mut'a kurbanı olup, bundan yenilebilir.

Yani sâhibi bu kurbanın etinden yiyebilir ve bu da yine Kurban günleri denilen nahr (kurban bayramı) günlerinde kesilir.

Kurban bulamayan kimse de hac şuasında üçgün” oruç tutar. Bunun zamanı biri umre ihramı diğeri de (........) hac ihramı olan iki ihram arasındaki süredir.-” “ve memleketinize döndüğünüzde de- yani Mina'dan aynlıp hac ile alâkalı tüm görevleri bitirip ülkelerinize dönmeniz hâlinde de- “yedi gün olmak üzere toplam on gün oruç tutar(sımz).” Ya bu, tamamen kurban yerine geçer anlamında on gün demektir, çünkü bu, “hedy” den bedeldir. Ya da sevap bakımından ona denktir, manasınadır. Yahut da bundan murat ortadaki mübhemliği (anlaşılamazlığı) kaldırmak içindir. Çünkü, arada yer alan (........) harfi sebebiyle bundan mübahlık gibi bir anlam çıkarılmasın diye,

“....tamamı on gündür. “ifadesine ayrıca yer verilmiş oldu. Bu, tıpkı şuna benzer: (........) Sfoi. Bu takdirde ibahelik (mübahlık, serbestiyet) anlaşılır. Halbuki durum öyle değildir.

(........) Bu işaret ismiyle temettua işaret olunmaktadır. Çünkü biz Hanefîlere'göre Mescit-i Haram'da oturanlar için Temettü haccı da Kıran haccı da yoktur.

HANEFÎ'ye göre bu işaret ismi ile hedy'in, yani kurbanın vucubiyetini gerektiren hükme işaret etmektedir veya oruca işaret etmektedir. Dolayısıyla onların üzerine herhangi bir şey gerekmez, vacip kılınmaz.

İşte kendilerinden bu görevler istenen kimseler, ailesi Mescit-i Haram civarında oturmayanlar içindir.” (........) ise Harem mikatı içinde yer alanlar ile Mekke civarında bulunanlardır. İşte Hanefîlere göre bunun dışında olanlar için söz konusu görevler istenmektedir.

Allah'ın emirlerine karşı gelmekten -hac sırasında olsun başka zamanlarda olsun Allah'ın emirlerine karşı gelmekten ve nehyettiği şeyleri de işlemekten- sakının ve iyi bilin ki -sakınılması gereken şeylerden sakınmayanlar için- Allah'ın vereceği cezâ pek çetindir.”

197

Hac ibâdeti bilinen aylarda yerine getirilir. Kim o aylarda hacca niyetle ihrama girerse hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılabilecek tutum ve davranışların içine girmek ve kavga etmek yoktur. Her ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (O hâlde ey mü’minler!) Azık edinin. Şüphesiz azığın en hayırlısı ve en iyisi Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı amel işlemek suretiyle olan takvadır. Ey akıl sahipleri! Emir ve yasaklarınıı çiğnemekten sakının.

Hac ibâdeti bilinen aylarda yerine getirilir.” Bu, haccın vakti ve zamam anlamındadır.

Yani haccm zamanı ve vakti halk tarafından bilinen aylardadır. Onlar açısından bu hususta herhangi bir zorluk de yoktur. Bu aylar da; şevval, zilkade ve zilhicce ayının da ilk on günüdür. Haccın bu vakit olarak bu aylarla smırlarıdırılmasındaki yarar, hac fiilleriyle ilgili herhangi bir fiilin ancak bu aylarda sahih olmasına bağlı olduğundandır. Nitekim İmâm-ı Şâfiî (Rahmetullâhi Aleyhfye göre de ihram meselesi de böyledir. Biz Hanefîlere göre her ne kadar böyle bir şey câiz ise de mekruhtur. Âyette, ay ifadesi çoğul olarak, (........) diye gelmiş olmasıdır. Bunun nedeni iki ay tamamen ve üçüncü ayın da birkaç gününün buna dahil olmasındandır. Ya da cemi' (çoğul) manasında isim olan kelimeler birden fazla olması hâlinde müşterektirler. Bunun da delili Rabbimizin şu kavlidir:

Kim o aylarda hacca niyetle ihrama girerse” kendisini ihrama sokarak bu farzı işlemeye karar kılarsa,” kadına yaklaşmak,” cinsel ilişkide bulunmak, kâdirıların bulunduğu bir yerde bu gibi şeylerden söz etmek ve çirkin sözler sarfetmek, “günah sayılabilecek tutum ve davranışların içine girmek” ma'siyet türünden işler yapmak, kinci olmak, sövmek. Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Mü'mine sövmek (mü'mini kırıcı hareket yapmak) fâsıklıktır.”

Ya da onu kötü lâkaplarla çağırmamak. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir.”

ve kavga etmek yoktur.” Arkadaşlarıyla olsun yanında çalışanlarıyla olsun, hayvanbakıcılarıyla (araba sürücüleriyle) olsun kavga ve tartışma yoktur. “hac esnasında” Evet yukanda sayılanlara tamamı hac esnasında yasaktır. Bütün bu sayılanlardan kaçınılması ve uzak durulması emredildi. Çünkü, bunlar insanın her zaman kaçınması ve uzak durması gerekli olan şeylerdir. Başka zamanlarda kaçınılması gerekli olan şeylerden hac esnasında kaçınılması ise haliyle daha bir önem kazann. Çünkü, hacda böyle bir davranış içine girmek çok daha çirkindir. Zira hacda böyle bir davranışın sergilenmesi tıpkı namaz kılarken haram olan ipek giysi giymek gibidir veya Kur'ân okurken okuyuşu şarkı söylemeye benzetmek gibidir.

Buradaki nefıyden murat nehiydir, yasaklamadır.

Yani, bunun vacip ve gerekli olduğudur. Bunların işlenmemesi açısından bu, gerçek ifadesiyle bu demektir, yani kesin yasak olduğudur.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr ile İbn Kesîr ilk iki kelimeyi yani, (........) kelimelerim merfû' olarak okumuşlar ve her ikisini de nehiy manasına tefsirlamışlardır. Üçüncü kelime olan, (........) kelimesini ise nasb ile okumuşlardır. Bunu böyle okumalarının sebebi de haber manasında yani cinsi nefiy için olan (........) nın ismi olarak değerlendirmeleri ve bu manada cidalin yani kavganın olumsuz bir şey olduğu ifade edilmiştir. Sanki şöyle denir gibi: (........) yani “hacda şüpheye ve kavgaya yer yoktur. “

Yüce Allah daha sonra kötülükten men etmenin hemen peşinden hayra ve iyiliğe teşvikte bulunuyor ve çirkin, kötü söz kullanma yerine güzel ve iyi sözler ve işler kullanmalarını, fâsıklık yerine de fazilet ve takvaya yönelmelerini istiyor. Kavga ve tartışmanın yerini de anlaşmaya ve güzel ahlâka bırakmalarını emrediyor. İşte bütün bunlar için Rabbimiz şöyle buyuruyor:

Her ne hayır işlerseniz Allah onu bilir.” Şunu iyice bil ki; Allah her yaptığınızı çok iyi bilendir ve sizi, yaptıklarınız sebebiyle de ya cezâlarıdıracak ya da ödüllendirecektir.

İşte âyetin bu kısmı, Allah cüzleri, basit şeyleri bilmez, diyenlerin görüşlerini reddediyor.

Yemen halkı yol için azık temin etmez, yanlarına almazlarınış ve: “Biz Allah'a tevekkül edenleriz.” diyerek hep halka yük olurlarınış. İşte şimdi tefsirini yapacağımız bu kısım bununla ilgili olarak nâzil olmuştur.

O hâlde ey mü’minler! azık edinin.” Kendiniz adına azık hazırlayın. Halktan yiyecek istemekten sakının. İnsanları zora sokmaktan uzak durun ve onların omuzlarında ağırlık oluşturmayın.

Şüphesiz azığın en hayırlısı ve en iyisi Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı amel işlemek suretiyle olan takvadır.”

Yani bu konuda onlara yük olmak ve onları güç durumda bırakmaktan sakınmakladır. Ya da kötü ve yasak olan şeylerden uzak durmak suretiyle âhiret hayatı için azık hazırlayın. Çünkü bu manada azığın en hayırlısı, kötülüklerden el etek çekerek sakınmaktır.

(........) tıpkı, (........) gibidir.

Rabbimizin akıl sahiplerine seslenmesi, aklın, Allah'ın emirlerine bağlı ve yasaklarından sakınmanın temeli olması sebebiyledir. Dolayısıyla bir kimse akıllı olduğu hâlde istenenlere aykırı hareket ediyorsa o âdeta akılsız kimseler gibidir, demektir.

Aşağıda tefsirin ele alacağımız âyetin nüzul sebebi şöyledir. Bazı kimseler deve peşinden koşturanların ve ticaret için hac yapanların haccı makbul değildir iddiasını ileri sürerek:

“Şu kira ile hacılara iş yapanlar ve yardımcı olanlar hacı olamazlar, onlar sadece ticaret ve kar peşinde koşturanlardır.” diyorlardı; İşte şimdi ele alacağımız âyet bu konuyu işlemektedir:

198

Hac mevsiminde ticaret yapmak suretiyle Rabbinizden size gelecek bir lütfü ve kazancı aramanızda size herhangi bir vebal ve günah yoktur. A'râfat'ta vakfeden ayrılıp sel misali Müzdelife'ye doğru yol aldığınızda Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin. Ve Allah sizi nasü doğru yola hidâyet etmiş ise siz de öylece Allah'ı anın. Halbuki siz bundan önce gerçekten hep dalâlet içinde (yani sapıklardan) idiniz.

Hac mevsiminde ticaret yapmak suretiyle Rabbinizden size gelecek bir lütfü ve kazancı aramanızda herhangi bh- vebal ve günah yoktur.” Rabbinizden bir vergi, bir ihsan, bir lütuf ve mali üstünlük, kâr.

(........) ticaret yapmak ve kira ile iş yapmak suretiyle kazanç elde etmek ve fayda sağlamak, demektir.

A'râfat'ta vakfeden ayrılıp sel misali Müzdelife'ye doğru yol aldığınızda Mes'ar-i Haram'-daAllah'ı zikredin.”

Kalabalık hâlinde yola düştüğünüzde.” Bu ifade suyun taşmasından alınan bir ifadedir. Suyun fazlasıyla dökülmesi, akıp gitmesi demektir. Esasen bu ifade, (........) takdirinde olup mef'ûlü terk edilmiş, buna gerek duyulmamıştır.

“A'râfat” bir özel isimdir. Vakfe yapılan yerin adıdır. Kelime çoğul olarak isim hâlini aldı, tıpkı Şam civarında bir beldenin ismi olan (........) gibi. Kelimenin munsarif olması ise, sonunda bulunan (........) harfinin müenneslik (dişilik) harfi olmamasındandır. Aksine kendisinden önce gelen elif harfiyle beraber cem, müennes (dişilik) alâmetidir. A'râfat diye isimlendmlmesinin sebebi, bunun Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) için bir tanınma işareti, nirengi noktası görevi yapmasından ileri gelmektedir. Çünkü Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) o taşı gördüğünde onu tanımış ve bundan ötürü Arefe (A'râfat) ismini almıştır.

Bir tefsire göre de Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) ile Hz Havva burada karşılaşırlar ve birbirlerini tanırlar. İşte bunun için bilinme, tanınma ya da tanıma manasında Arefe denmiştir.

İşte bu, aynı zamanda A'râfat'ta vakfe'nin (durmanın) vücûbiyetinin de delilidir. Çünkü ifada/ifaza yani sel gibi dönüş ancak vakfe yapıldıktan sonra olur.

Allah'ı zikretmek demek, telbiye getirin (yani Lebbeyk duasım okuyun), tehlil getirin (La ilahe illallah, ...) deyin, tekbir getirin, Allah'a senada bulunun, dua edin ya da akşam ve yatsı namazlarını kılmak suretiyle Allah'ı amn.

Bütün bu istenenler Meş'ar-i Haram denilen yerde olmalıdır. Burası da Müzdelife'deki Kuzah tepesinin yanıdır. Ki bu tepede İmâm (Emir) durumundaki kimse durur, vakfe yapar. Burada üzerinde kandillerin yakıldığı bir çadır (kulübe) bulunmaktadır.

“Meş'ar” demek, belli yer ve nokta, nirengi noktası demek olup, ibâdet edilecek yerlerin bu şekilde belirlendiği yerler manasındadır. Buna da Haram adının verilmiş olması, bu yerlerin de kutsalliğindandır. Dolayısıyla burada da hiçbir yasak çiğnenmez, çiğnenmemesi gerekir. Aynı zamanda Meş'ar-i Haram'a Müzdelife ismi da verilmektedir. Müzdelife dendiği gibi buraya Cem (yani toplanma ve buluşma) noktası da denmektedir. Çünkü Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) burada Hazret-i Havva ile bir araya gelmişler ve Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) burada ona yaklaşmıştır. Bunun için : de ayrıca buraya Cem'ismi verilmiştir. Ya da burada iki namaz cem edilerek bir arada kılındığından dolayı buraya Cem'ismi verilmiştir. Yahut da halk burada yaptıkları vakfe ile Allah'a yaklaşmaktadır diye bu isim verilmiştir. Çünkü Müzdelife'nin manası yaklaşmak demektir.

(........) kelimesindeki (........) harfi ya mastar içindir veya “mâ-i kâffedir. (........) harfi sakileden yani şeddeli durumdan hafifeye (şeddesiz hale) dönüştürülmüştür. (........) buradaki (........) harfi de farika (ayrışma) lamıdır.

199

Bundan sonra insanların sel misali akın edip geldiği yerden siz de akıp gelin. Allah'tan mağfiret dileyin, Şüphesiz Allah çok affeden ve çok merhamet edip merhamet edendir.

“Bundan sonra insanların sel misali akm edip geldiği yerden siz de akıp gelin.” Sizin de akışınız, aynı şekilde insanların akın edip geldiği yerden olsun. Müzdelife'den olmasın.

Bunun Kuryeş için bir emir olduğu belirtilmiştir. Çünkü, Kureyşliler dönüşlerini A'râfat'tan başlayıp Cem'e yani Müzdelife'ye doğru yapmalarını isteyen bir emirdir. Çünkü, diğer insanlar vakfelerini A'râfat'tan başlayarak yaptıkları hâlde Kureyşliler vakfelerini Cem denilen yerde yaparlardı. Kendilerini diğer insanlardan farklı kabul ederlerdi. Nitekim bu hususta şöyle derlerdi:

“Biz Harem'in yerlileri ve bakıcılarıyız. Bu itibarla biz diğer insanlarla birlikte vakfe yapmaya çıkmayız.” İşte bu şekilde kendilerine bir ayrıcalık veren Kureyş'e bu bir emir olup, onların da diğer insanlar gibi A'râfat'ta vakfe yapmalarını ve dönüşlerini de onlarla beraber yapmalarını istiyor.”

Bir tefsire göre de şöyle denmiştir: A'râfat ile alâkalı ifada (dönüş) zaten anlatıldı. Bu ise, Cem'denen yerden Mina'ya olan ifadadır (dönüştür). Burada bundan murat ise bizzat inançlarına oldukça sıkı biçimde bağlı olan Kureyş toplumudur. Bu itibarla hitap onlara olduğu gibi genel manasıyla mü'minleredir.

(........) Vakfe durulacak yerlerdeki muhalefetiniz sebebiyle ve benzeri câhili davranışlardan dolayı ve bir de hac ile ilgili amellerinizdeki eksik ve kusurlarınız sebebiyle Allah'tan mağfiret dileyin.” Şüphesiz Allah çok affeden ve çok merhamet edip merhamet edendir.”

200

Hac ibâdetlerinizi tamamlayınca, zamanında atalarınızı överek andığınız gibi, hatta ondan da çok Allah'ı anın. İnsanlardan öyleleri de var ki: “Ey Rabbimiz! Bize vereceklerini bu dünyada ver.” derler. Böylelerinin âhirette sevaptan yana elde edecekleri bir nasipleri yoktur.

Hac ibâdetlerinizi tamamlayınca,”

Yani hac esnasında yapmakla emrolunduğunuz görevlerinizi bitirip dönmeye başladığımzda, “Zamanında atalarınızi andığınız gibi, hatta ondan da çok Allah'ı anın.”

Yani babalarınızdan sitayişle söz ettiğiniz gibi öylene anın. Mana bakımından şu demektir: Allah'ı oldukça çok çok zikredin, hatırlayın ve anın. Bu noktada ne kadar ileri gidebilir ve fazla zikredebilirşeniz bunu yapın. Tıpkı atalarınızdan söz ettiğiniz gibi. Onlara âit hatıraları canlarıdırdığınız ve onların o dönemlerde o günlerde yaptıklarını andığım gibi anın. Çünkü Kureyşliler câhiliye dönemi atalarının geleneklerine uyarak Mina'da Mescit ile dağ arasında vakfe yaparak (durarak) atalarının yaptıklarını biri bir sayıp ortaya dökerler ve onların anılannı orada canlandınrlardı. O günlerin güzelliklerinden söz ederlerdi.

Burada, (........) buyurulmasıyla yam; “hatta ondan da çok Allah'ı anın.” denmesi câhili yönetimlerin, dönemlerin reddi açısından önemlidir. Dolayısıyla burada, hiçbir câhili donemi ve yönetimi övmeyin, peşinden gidip savunmayın bütünüyle Allah'a ve O'nun şerî'atına yönelerek onu nasıl hakim kılacağınızı düşünün ve bunu değerlendirmesini yapın, demektedir, buna dikkat çekilmektedir. Bu cümle, (........) kavimdeki “z/fcr'Vkelimesinin izafe olunduğu kelime üzerine atfolunması sebebiyle cer mahallinde gelmiştir.

Meselâ: (........) veya, (........) demen gibi. (........) temyizdir.

“İnsanlardan öyleleri de vardır ki -Hac ibâdetini yapmak üzere o beldeye gelenler arasında öyle insanlar da vardır ki, dünyalı için istekte bulunarak şöyle dua ederler: (........)

Yani bize vereceklerini özellikle dünya ile ilgili olarak ver, makam, mevki ve zenginlik ver, derler. “Böylelerinin âhirette sevaptan yana elde edecekleri bir nasipleri yoktur.” Çünkü bunların tek amaçları ve tasaları vardır. O da bu dünyadır. Zira âhiret hayatım inkâr ederler. Mana şöyledir:

Allah'ı çok çok anın, zikredin, O'na hep dua edin. Çünkü insanlar genelde iki şey arasında az ile çok arasında talepte bulunur dururlar, az istekre bulunanlar, Allah'ı anarlarken, O'ndan bir talepte bulunurlarken hep dünyaya yönelik şeyleri ister. Kimisi de çok fazla talepte bulunur, dualarını bu çerçevede yapar. Dolayısıyla hem bu dünya ile ilgili hayrı, iyilik ve güzelliği ister ve hem âhiretle ilgili hayrı, iyilik ve güzelliği talebeder. O hâlde ey insanlar! Sizler çok istekte bulunanlardan olun.

Yani haklarında şöyle denenlerden olun!”

201

Onlardan öyle insanlarda yardır ki, şöyle yakanrlar: “Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi cehennem ateşinden koru!”

“Onlardan -hac ibâdeti görevim yerine getirmek üzere gelen— öyle insanlar da vardır ki, şöyleyakarırılar: (........) nimet, afiyet, ilim ve ibâdet etme imkanlarını ver,(........)

(........) Af ve mağfiret, bağışlanma ver, mal ve cennet ver, halkın övgüsün, hakkın rızasını bize kazandır. Îman ve eman-güven ver. İbadet ve işlerimizde ihlâs ve samimiyet, kötülüklerden halâs-kurtuluş ver. Sünnet üzere hareket etmeyi ve cennetini ver. Kanaat ve şefâat ihsan eyle. Sâliha, iffet ve namus sâhibi bir eş (hatun) ve cennet hurilerini ver. Mutlu bir hayat, sağlıklı bir yaşam ve müjde ile kabirden dirilme ver. (........) “Cehennem ateşinin azâbından veya kötü huylu bir eşin şerrinden koru!

202

İşte bunlar için kazandıklarından önemli bir pay vardır. Kaldı ki; Allah, hesabı pek çabuk görendir.

“İşte onlar -dünya ve âhiret güzelliğim isteyenler- için kazandıklarından önemli bir pay vardır.” Kazandıkları ameller cinsinden. Bunlar da yaptığı iyiliklerden elde ettiği menfaatlerden oluşan sevaptır. Ya da kazandıkları şeylerden dolayı. Ya da burada, “dua” kazanç ya da kazanım olarak isimlendirilmiştir. Çünkü dua da işlenen ameller türündendir. Ameller ise kazanç diye nitelenir. Yahut, (........) ile işaret edilmek istenen şeyin her iki grubun olması da, yani sadece dünyayı isteyenler ile hem bu dünyanın ve hem âhiretin güzelliğini isteyenler olabilir. Dolayısıyla her iki grubun da kendi yaptıkları amelleri cinsinden kazammları, pay ve nasipleri vardır.

Allah, hesafn pek çabuk görendir.” Kıyametin kopması pek yakındır. Kullarının hesabını da çarçabuk görüverecektir. Öyleyse Allah'ı çokça anmakta acele edin, âhiret hayatının mutluluğunu istemede hızlı davranın. Bunun manası ya böyledir yahu da şu şekildedir:

Yüce Allah'ın yarattığı varlıkların çokluğuna ve amellerinin oldukça fazla olmasına rağmen zâtını hesabı süratle görüveren olarak nitelemesi, kamil manada bir kudretin sâhibi olduğunu göstermek içindir. Dolayısıyla kişinin bu manada dikkatli olması ve gereken ameli yapmasının gereği ileride başına geleceklerden kaçınması lâzımdır.

Rivâyete göre, Allah, yarattıklarını bir koyunun süt sağum kadar bir sürede kullarının hesabını görüverir. Yine yapılan rivâyete göre göz açıp kapanacak bir zaman zarfında hesabım görüverir.

203

Sayılı günlerde tekbir ve telbiye (Lebbeyk) ile Allah'ı anın! Kim erken hareket edip iki gün içinde Mina'dan Mekke'ye dönmek isterse ona bir vebal yoktur. Kim de geri kalırsa ona da bir vebal yoktur. Bütün bunlar Emir ve yasaklar uyarak sakınıp hareket edenler içindir. O hâlde Allah'ın emirlerine bağlı kalarak yasaklarından sakının! Ve iyi bilin ki; sonunda hesap vermek üzere O'nun huzurunda toplanacaksınız.

“Sayılı, günlerde -teşrik tekbirleri günlerinde- tekbir ve telbiye (Lebbeyk) namazların ardından ve şeytan taşlama sırasında tekbir- ileAlUdı'ı anın.”

Kim erken hareket edip iki gün içinde Mina'dan Mekke'ye dönmek islerse ona bir vebal yoktur.”

Yani kim Nefr gününde acele edip dönmek isterse.

Nefr Günü: Şeytan taşlamanın üçüncü günü, Teşrik tekbirlerinin ikinci günü ve zilhicce ayının da on üçüncü günü olup bu güne Yevm-i Nefr denmektedir. Ya da “Bu günde acele ederek dönmek isterse...”

Gerek (........) fiili olsun, gerekse (........) fiili olsun her ikisi de, (........) anlamında mutavaat (dönüşlü) fiildirler. Meselâ, (........) gibi. Müteaddi (geçişli) fiil de olabilirler. Meselâ, (........) gibi. Ancak bundan sonra gelen, (........) fiiline bakıldığında mutavaat (dönüşlü) için olması daha uygundur.

Yani; söz konusu üç gün kalması yerinde iken iki gün kalıp cemreleri attıktan sonra hemen Mekke'ye dönmek isterse, üçüncü günü de cemre (şeytan taşlaması) için kalmazsa, üç gün şeytan taşlaması uygun iken iki gün taşlama ile yetinirse bu acelesi sebebiyle günahkâr olmaz ve vebal altında kalmaz.

Kim de geri kalırsa -üçüncü gününde cemre için kalır, iki gün içinde dönmezse- ona da vebal yoktur.” Bütün bunlar emir ve yasaklara uyarak -avlanmaktan, cinsel ilişkiden ve kırıcı davranışlardan- sakınıp hareket edenler içindir.”

Yani her ne kadar geride kalıp üç günü tamamlamak daha faziletli ise de kişi acele ederek iki gün içinde dönme ile üçüncü gününe kadar kalıp tehir arasında muhayyerdir (serbesttir). Hangisini isterse öyle hareket edebilir. Dolayısıyla muhayyerlik meselesi faziletli olan ile çok daha faziletli olan arasında cereyan etmektedir. Bu tıpkı bir yolcunun ramazan aymda oruç tutma ile tutmama arasında muhayyer olması gibi bir duruma benzemektedir. Yolcunun bu haliyle oruç tutması tutmamasından daha faziletlidir.

Bir tefsire göre ise, câhiliye döneminde üç gün kalmayıp iki gün içinde dönenleri kimileri günahkâr sayarlarken, kimisi de iki gün içinde dönmeyip üçüncü güne kadar bekleyenlerin günahkâr olacaklarını ileri sürmüşlerdir. Bu hususta ikiye ayrılmışlardır. Dolayısıyla Kur'ân bu ayetiyle etken dönen olsun, geri kalıp üçü tamamlayan olsun hiçbirisinin günahkâr olmayacağını belirterek onların bu inançlarını ret ediyor.

 204

İnsanlardan öyleleri de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider. Kalbinde olana (samimi davrandığına) da Allah'ı şâhit tutar. Halbuki o, düşmanların en yamanıdır.

İnsanlardan (içlerinde vardir ki,) dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider. “Seni mest eder, gönlünde üstün bir yer edinmek ister. Nitekim, insanın gönlünde yer eden ya da taht kuran bir şey için de “şaşılacak şey, harika şey” türünden ifadeler kullanılır.

(.......) cer edatı, (.......) kelimesine taallûk eder.

Yani: “Onun dünya ile ilgili olarak söyledikleri senin hoşuna gider. Çünkü; onun “……..,” iddiasıyla esasen söylemek istediği, dünya sevgisi ve muhabbetidir. Onun bu sevgiyle âhiret sevgisini murat ettiği söz konusu değildir.” demektir.

Ya da, “senin hoşuna gider” sözü, “Onun dünya hakkındaki sözleri hoşuna gider, âhiretle alâkalı olanı değil. Çünkü yarın kıyamet gününde hesap yerinde dili tutulacak ve bir şey söyleme gücüne sahip olmayacaktır.” demektir.

Kalbinde olana, (samimi olduğuna) da Allah'ı şâhit tutar. Halbuki o, düşmanların en yamanıdır. “

Yani, bu kimse sana yemim ederek şöyle der: “Seni ve İslâm'ı sevdiğime dair kalbimde olana Allah şahidimdir. “Halbuki bu adam, düşmanlıkta düşmanlar içerisinde daha çok düşmanlık besleyen, Müslümanlara karşı kin, öfke ve düşmanlık ile dolu olan biridir.

(.......) kelimesi, (.......) manasındadır. Buradaki izafet, yani tamlama ise, (.......) manasınadır. Çünkü, (.......) kalıbında olan kelimeler, Meselâ (.......) kelimesi gibi, kendisinin bazısı (bir kısmı) olan şeye muzaf olur, meselâ, (.......) gibi. Dolayısıyla kişi, genç bireylerin bazısı demek değildir. Bu değerlendirmeye göre âyetin takdiri şöyledir. “Düşmanlık etmede daha bir azılıdır.”

Ya da, (.......) kelimesi, tıpkı, (.......) kelimesinin çoğulu (.......) kelimesi olduğu gibi bu da (.......) kelimesinin çoğuludur.

Bunun da takdiri şöyledir: “O düşmanlıkta düşmanlık edenlerin en azılısı ve en yamanıdır.”

205

İş başına geçince yeryüzünde fesat çıkarmaya (bozgunculuk ederek anarşi doğurmaya), ekinleri (ürünleri) tahrip ederek nesilleri de bozmaya çaba harcar. Halbuki Allah fesâdı sevmez.

(.......),” İş başına geçince...” Bu kimse sana yumuşak ve hoşuna giden sözler söyleyip, mest eden ifadeler kullanıp yanından ayrılıp gidince, daha önce Sakif kabilesi üzerine geceleyin onların bir şeylerden haberi olmadığı bir sırada apansızın baskm yaparak hayvanlarını ve ekinlerini yakıp öldürdüğü, toplumu tarumar ettiği gibi.

Yeryüzünde fesal çıkarmaya, (bozgunculuk ederek anarşi doğurmaya), ekinleri (ürünleri) lahrip ederek nesilleri de bozmaya, çaba harcar” Kısaca, ekinleri, canlıları yok eder. Ya da idari manada başa geçince kötü ve zâlim idarecilerin yaptıkları gibi o da nesli, ekinleri bozgunculuğu ve anarşik ruhlu davranışıyla toplumu fesâda verir, bozar. Her yerde terör estirir.

Bir tefsiri de şöyledir: Bu tür idareciler zulümlerini öylene açıktan işlerler ki; nihayet onların bu kötülükleri sebebiyle yağmurlar kesilir, kıtlık baş gösterir. Sonuçta her yerde ve her şeyde kuraklık olur. Toplum sonuçta bütünüyle bozulur.

Halbuki Allah fesâdı sermez”

206

Ona: “Allah'tan kork.” diye uyan yapıldığında, benlik ve gurur onu daha çok günaha sürükler. İşte böylelerinin hakkından ancak cehennem gelir. Gerçekten o ne kötü varış yeridir.

Ona -Ahnes b. Şurayk ve benzerlerine toplumu ve nesli ifsadetmekten, anarşi çıkarmaktan dolayı- Allah’tan kork, diye uyarı yapıldığında, gurur onu daha çok günaha, sürükler. “Câhiliyenin getirdiği kibir ve gurur onu kaçınması gereken günaha daha da sürükler. Daha fazla kötülük yapmaya çabalar, daha çok günah işleme gayretine düşer.

Ya da, (.......) kelimesindeki (.......) harfi, sebep içindir.

Yani, mana şöyle olur: Kalbindeki var olan günah işleme hırsı ve kini sebebiyle o kibre, gurura kapılır.” Bu ise küfürden başka bir şey değildir.

İste böylelerinin hakkından ancak cehennem gelir.” Onlara cehennem ateşi yeter. “Gerçekten o ne kötü varış yeridir.” Yatak olarak onlar için cehennem ne kötü yerdir.

Aşağıda okuyacağımız âyet Suhayb (radıyallahü anh) hakkında nâzil olmuştur. Çünkü müşrikler onu, İslâm'ı bırakması için zorlamışlar, ona baskıda bulunmuşlar ve beraberinde bulunan bazı arkadaşlarını da şehit etmişlerdi. Ancak Hazret-i Suhayb (radıyallahü anh) varlığını (malını) onlara bırakarak sadece canının bağışlanması ve İslâm'dan dönmesini istememeleri kaydıyla müşriklere bırakmıştı. Bu şekilde Medine'ye hicret etmişti.

Ya da bu âyet öldürülene (şehit olunana) kadar hep iyiliği emredip kötülükten meneden mü'minler hakkında nâzil olmuştur.

207

İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için canını ortaya koyar -canını satar-. Allah kullarına karşı oldukça şefkatlidir.

Bu yaptığından dolayı ona sevap verecektir.

208

Ey îman edenler! Hepiniz topluca İslam'a girin. Sakın şeytanın izinden giderek tuzaklarına düşmeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.

Ey îman edenler! Hepiniz topluca. İslâm'a girin.” Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Nafı, Ebû Cafer ve Ali, (.......) harfinin fethi/üstünü ile, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. Bu da istislam, yani teslim olma ve itâat etme manalarına gelir.

Yani Allah'a -teslim olun ve O'na itâat edin.” , demektir. Ya da bu, “İslâm” demektir. Hitap, yani sesleniş ve uyarı kitap ehlinedir. Çünkü, bunlar yalnızca kendi peygamberlerine ve kitaplarına îman ediyorlardı. Ya da bu hitap münâfıklaradır. Çünkü, münâfıklar sadece dilden inandıklarını söylemekte idiler. Esasen îman etmiş değillerdi.

(.......) yani; içinizden hiçbir kimse O'na itaatten dışarı çıkmaksızın, hepiniz toptan, demektir. Bu kelime, (.......) fiilindeki zamîrden hâldir.

Yani, “toplu olarak” demektir. Ya da bu kelime, (.......) kelimesinden hâldir. Çünkü bu, müennes (dişi) olabilmektedir. Sanki, Allah'a itaatle ilgili tüm taatleri yerine getirmekle ve bu manada Allah'ın emri altına girmekle emrolunuyorlar.” Ya da “İslâm'ın tüm kurallarını, şerî'atın her esasını uygulamakla emrolunmaktadırlar.” demektir.

(.......) kelimesi, (.......) kelimesinden alınmadır. Sanki içlerinden hiçbirinin de hariçte yer almaması şartıyla toplu olarak dinden ya'da itaatten çıkmaktan men olunmaktalar.

(.......) bakın şevkinin izinden -vesveselerinden- giderek tuzaklarına düşmeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.” Size karşı düşmanliği açıkça meydanda çılarıdır.

209

Size apaçık deliller geldikten sonra eğer buna rağmen tökezler (de şeytanın izine uyar)sanız, iyi bilin ki; Allah (kurulan her tuzağa) galip gelen ve hükümlerinde hikmet sâhibi olandır.

Size apaçık deliller geldikten -davet olunduğunuz hakka girmekten apaçık kanıtlardan ve inkâr olunamayacak açıklıktaki burhanlardan- sonra eğer buna rağmen tökezler, şıykının izine uyarsanız -İslâm'a ve barışa girmekten yan çizerseniz-,” “.... iyi bilin ki, Allah, kurulan her tuzağa galip gelen -hiçbir güç onun sizi azap etmesinden asla kurtaramaz- ve hükümlerinde hükmet sâhibi, olandır.” O ancak hakka dayalı olarak azap eder.

Rivâyete göre biri bu âyeti okurken, sonunu, (.......) olarak yanlış bir şekilde bitirir. Fakat hiç Kur'ân okumamış olan bir bedevi/Arabî bilmediği hâlde okuyana karşı çıkar ve şöyle der:

“Senin bu okuduğun Allah'ın kelâmı olamaz. Çünkü hakim olan bir zât, hakka aykırılıktan ve isyandan bahseden bir konudan sonra mağfiretten ve bağışlamaktan söz etmez. Zira bu, bir tür kötülüğe teşvik ve özendirme anlamına gelir.”

210

Onlar, mutlaka buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelivermesini (ve işlerinin hemen bitirilivermesini) mi bekleyip duruyorlar? Halbuki iş bitirilmiştir. Bütün işler yalnızca Allah'a döndürülecektir.

Halbuki iş bitirilmiştir.” -yani artık onların helâkine ilişkin mesele bitmiştir-

gözetiyorlar mı/bekliyorlar mı” manasındaki bu söz “gözetmiyorlar/beklemiyorlar” (.......) ancak Allah'ın onlara gelmesini bekliyorlar. “manasına gelmektedir. Aynı Rabbimizin şu sözünde olduğu gibi:

“Ya da Rabbinin emrinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?” Nahl, 33

Yine Rabbimiz buyuruyor:

“Azâbımız onlara,.... geldi.” A'râf, 4

Veya burada getirilecek şey mahzûftur. Mana şöyledir: Allah’ın onlara azâbını getirmesini,....”

Çünkü; mananın bu şekilde olduğuna bundan önceki âyette geçen, (.......) cümlesi işaret etmektedir.

Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da, kişiyi gölgeleyen şey, demektir.

(.......) Bulut, bulutlar demektir. Bu, bir anlamda onları korkutup ürkütmek içindir. Çünkü bulut söz konusu olduğunda genelde bundan rahmetin geleceği düşünülür. Eğer rahmet beklerken bundan üzerlerine azap gelirse bu, gerçekten onlar için çok daha feci ve korkutucu olur.

(.......) Onları cezâlarıdırmak ve onlara azap getirmekle görevli meleklerin gelmesini mi, ya da kıyamet gününde onların hazır olmasını mı beklerler? Ya da meleklerin onları kıyamet gününde azap yerine getirmelerini mi?

Bütün işler Yalnızca Allah'a döndürülecektir.” Gerçi kullar bu dünyada kimi şeyleri yapabilme, onlara sahip olma gücüne sahip ise de yarın kıyamet günün de bütün işler Allah'a döndürülecektir. Çünkü her şeyin gerçek sâhibi O'dur.

Kırâat imâmlarından İbn Âmir, Hamza ve Ali, Kur'ân’ın her yerinde geçen, (.......) cümlesini, (.......).olarak okumuşlardır.

211

(Ey Resûlüm Muhammed!) İsrâ'il oğullarına sor, Biz onlara apaçık âyetlerden nicelerini verdik. Her kim kendilerine geldikten sonra Allah'ın nimetlerini (hükümlerini) değiştirirse, iyi bilsin ki, Allah'ın azâbı ve cezâsı pek şiddetlidir.

(Ey Resûlüm Muhammed!) İsrâ'il oğullarına sor,”

Buradaki, (.......) kelimesinin aslı, (.......) olup, baştaki vasl hemzesinin hazfinden (düşürülmesinden) sonra fetha/üstün harekesi (.......) harfine aktarıldı. Artık bundan böyle vasl hemzesine de gerek duyulmadığından kelime, (.......) hâlini almış oldu. Bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e veya her kes için “sor” anlamında bir emirdir. Bu, bir paylama ve azarlama anlamında sormadır. Nitekim, yarın kıyamet gününde kâfirlere bu türden sorular yöneltilecektir.

Biz onlara, -peygamberlerinin elleriyle- apaçık belgeler/âyetlerden -ya da onların kitaplarında İslâm'ın doğruluğuna ilişkin yer alan, şâhit konumunda bulunan âyetlerden- nicelerini verdik.” Âyetteki, (.......) edatı ya istifham (soru) içindir veya haber manasındadır.

Her kim kendilerine geldikten sonra -gelen âyetleri bildikten, tanıdıktan ve yanlarındaki bilgilerin doğru olduğunu gördükten sonra- Allah’ın nimetlerini, hükümlerini, âyetlerini değiştirirse,'“Çünkü, insan eğer o âyetleri bilmez veya tanımaz ise, bu âdeta o âyetler onun yanında tok anlamına gelir.

Âyette geçen, “nimet” kelimesi, Allah'ın âyetleri” manasındadır. Çünkü bu âyetler, yüce Allah tarafından gönderilen en üstün ve değerli nimetleridirler. Zira bu âyetler dalâletten, (sapıklıktan) hidâyete (kurtuluşa) sebep olan şeylerdir. Bunların değiştirilmesi ise; Allah, bu âyetleri ya da mu'cizeleri, onlar îman etsinler, hidâyetlerine vesile olsun diye ortaya çıkardı, gönderdi. Ancak bunlar ise onu dalâletleri (sapıklıkları) için bir sebep durumuna getirdiler. Zira inkâra ve tahrife kalkıştılar. Nitekim şu âyet onların durumlarını çok net olarak sergilemektedir:

“Kalplerinde hastalık (kâfirlik ve münâfıklık) olanlara gelince, onların da inkârlarını büsbütün artırır.” Tevbe, 125

Veya Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in getirdiği dinin doğruluğunu gösteren ve kitaplarında yer almış bulunan bu âyetleri tahrif ettiler, değiştirdiler.

İyi bilsin ki, Allah'ın azâbı ve cezâsı, -hak edenler için- şiddetlidir.”

212

Kâfirlere dünya hayatı cazip gösterildi. (Dolayısıyla bu inkârcılar) îman edenleri alaya alırlar. Halbuki muttakiler kıyamet gününde onlardan üstündür. Allah dilediklerini hesapsız olarak rızıklandınr.

Kâfirlere dünya hayatı cazip gösterildi.” Dünya hayatını onlara böyle cazip gösteren şeytandır. Şeytan vesveseleriyle onların gözünde dünyayı güzelleştirir, dünyayı onlara sevdirir.

Ya da dünyayı onlara bu manada cazip gösteren Allah'tır. Çünkü onlarda şehevî istekleri yaratmıştır. Çünkü tüm kainatı yaratıp var eden Allah'tır. Çünkü, (.......) olarak bu âyeti okuyan Mücahid, İbn Muhaysm, Humeyd/Hamid b. Kays ve Ebû Hayve'nin kırâatlerine göre mana buna da delâlet etmektedir. Buna göre mana şöyledir: “Kâfirlere Allah dünya hayatim cazip gösterdi.”

Dolayısıyla bu inkârcılar îman edenleri alaya alırlar.” Çünkü bu kâfirler İbn Mesud, Ammar, Suhayb ve benzeri'mü'minlerden fakir ve yoksul olanlarla hep eğlenir dururlardı.

Yani; kâfirler, dünyadan başkasını istemezler, dolayısıyla dünyalıkları olmayanların veya az olanların haline bakarak hep onlarla alay eder dururlar veya dünyadan başka şey isteyenlerle alay ederler, demektir.

Halbuki müttakiler —Şirk ve küfürden uzak duranlar ki bunlar burada ismi geçen değerli mü'minlerdir- kıyamel gününde onlardan üstündür.” Çünkü bu kimseler cennette yüksek mevkilerde olacaklar, kâfirler ise cehennem ateşinin en alt tabakalannda yer alacaklardır.

Allah dilediklerini, hesapsız olarak rızıklarıdırır.” Onlardan hiçbir şeyi eksiltmez.

Yani; Allah, Kârun ve benzerlerinin imkan ve varlıklarını bol bol verdiği gibi yine Allah dilediğine bol imkanlar ve rızıklar verir. Size bu türden bol imkanların verilmesi Allah'tan bir hikmete dayalıdır. Bu hikmet ise, nimet ile bir deneme ve istidraçtır, dünyalıkla bir ilerlemedir, başka değil. Eğer bu dünyada bir keramet, bir değer olsaydı, öncelikle sizden önce mü'minlerin bunu hak etmeleri gerekirdi. Bu itibarla mesele sizin anladığınız gibi değildir.

213

İnsanlar bir tek ümmet idiler. Allah da kendilerine müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. İnsanların anlaşmazlığa düştükleri konularda hüküm vermek için hak yolu gösteren kitapları da beraberlerinde gönderdi. Halbuki o konularda anlaşmazlığa düşenler, ancak kendilerine deliller geldikten sonra sırf aralarındaki azgınlık ve hasetleri yüzünden anlaşmazlığa düşen (Yahûdî ve Hırıstiyanlar)dan başkası da değildir. İşte böylece Allah, îman edenlere, hak konusunda anlaşmazlığa düştükleri gerçeklen izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.

İnsanlar hır tek ümmet idiler.” İnsanlar ta Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) dan Hazret-i Nûh (aleyhi’s-selâm) a kadar hep İslâm dini üzere ittifak etmişlerdir.

Veya Hazret-i Nûh (aleyhi’s-selâm) ile onunla birlikte gemiye binenlerdir. Daha sonra aralarında ihtilâf, anlaşmazlık başgösterdi. İşte bunu üzerine, “Allah da kendilerine -mü'minleri sevap ile- müjdehyici ve -kâfirleri de azap ve cezâ ile- uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi.” Çünkü ihtilâf ettiklerine dâir ifadenin hazfıne (gizlendiğine), âyetin (.......) kısmı delalet etmektedir. Kaldı ki, Abdullah b. Mesud'un, (.......) tarzındaki kırâati de buna delâlet etmektedir. Ayrıca Rabbimizin:

“İnsanlar sadece bir tek ümmetti, sonradan ayrılığa düştüler.” Yûnus, 19. âyeti de bu manayı doğrulamaktadır.

Ya da, “İnsanlar kâfirler (inkârcılar) olarak tek bir ümmet idiler. İşte bunun üzerine Allah peygamberler gönderdi de onlar hakkında anlaşmazlığa düştüler.” demektir. (.......) kelimelerinin her ikisi de hâldir.

Halbuki o konularda -hak konusunda- anlaşmazlığa düşenler, ancak kendilerine -hakkın doğruluğunu gösteren- deliller geldikten -tartışmaya son verdirecek kitabın indirilmesinden- sonra sırf aralarındaki azgınlık ve hasetleri yüzünden -kendilerine inen kitaplar konusunda giderek daha fazlasıyla -anlaşmazlığa, düşen Yahûdî ve Hırıstiyanların başkası, da değildir.”

Burada, (.......) mefûl-ü lehtir.

Yani, aralarındaki haset ve çekememezlikten ötürü, dünyaya olan aşırı düşkünlükleri sebebiyle bir zulüm olarak ve bir de acımasızlıklarından ve adaletsizliklerinden, demektir.

İşte böylece Allah, îman edenlere, hak konusunda anlaşmazlığa düştükleri gerçekleri açıklayarak- izniyle -ilmi ile- gösterdi.” Allah dilediğini doğru yola iletir.”

214

Yoksa siz, sizden önce geçen ümmetlerin başlarına gelen durumlarla denenmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çatmış ve öylene sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve beraberindeki mü’minler: “Allah'ın yardımı ne zaman?” demişlerdi. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır.

Yoksa siz, sizden önce geçen ümmetlerin başlarına gelen durumlarla denenmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?”

(.......) kelimesinin başında yer alan, (.......) kelimesi muttasıla olmayıp münkatiadır. Çünkü bunun şartı, kendisinden önceki istifham, yani soru hemzesinin olmasıdır. Meselâ:

(.......) gibi.

Yani, bu ikisinden senin yanında bulunan hangisidir? Bunun cevabı ise şöyledir; Eğer yanındaki Zeyd ise, cevabı da “Zeyd” olur Ya da yanındaki Amr ise, cevabı da “Amr” olur. Halbuki Münkatia manasındaki (.......) ise, istifhamdan ve haberden sonra gelir. Bu da bu takdir de, (.......) ve hemze manasında olur. Dolayısıyla bunun takdiri de şöyle olur: (.......) Bundan önce gelen hemzenin ifade ettiği mana takrir ve tesbit içindir. Böyle bir durumu hesaba katınamalarını bertaraf etmek ve bunun uzak bir ihtimal olmadığını tesbit içindir.

Yüce Allah, tüm açık delillerin ortaya konmasına rağmen peygamberlerin gelmesinden ve bu açık âyetlerden sonra ihtilâfa düştüklerini zikredince hemen bunların peşinden rasûlü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e ve mü'minlere cesaret vermek ve dinlerinde sebatlarını sağlamak için bu açıklamaya yer verdi. Böylece müşrikler ve ehli kitap ile olan ihtilâflarında, bunların Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerine ve kendisine karşı olan düşmanlıklarına sabretmelerini istemektedir. İşte bu bakımdan en mübalağalı bir ifade ve en beliğ bir anlatım olan iltifat yoluyla onlara sesleniyor ve yukarıda mealini sunduğumuz gibi, “Ey îman edenler! Yoksa siz, ....” diye hitap devam ediyor.

(.......) ifadesinde yer alan, (.......) kelimesinde “olabilme” durumunda ya da “Beklenen şey” durumundaki bir mana içerir.

Yani, “Bu, denilen husus, beklenen ve olabilecek olan bir hâldir.” anlamındadır. (.......) ile de, geçen bu toplumların çektikleri şiddet ve sıkıntı konusunda örnek oluşturacak toplumlar olduğu gerçeğidir.

“Sizden öncekilerden” , ifadesiyle bizden önce geçen peygamberler ve onlara îman etmiş olanlar, denmek isteniyor.

Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntdar gelip çatmış ve öylene sarsılmışlar ki,”

(.......) kelimesiyle başlarına gelebilen ve örnek gösterilen sıkıntıları açıklıyor. Bu, yeni bir cümledir. Sanki birileri: “Bu söylediğin örnek gösterilen durum nasıl bir durum?” diye sorar gibi. İşte buna cevap olarak, (.......) buyurulmuştur. (.......) yoksulluk, sıkıntı ve şiddetli açlık. (.......) Hastalık, açlık vb. şeyler. (.......) akla hayale gelmedik belâlarla denenmeleri, âdeta deprem misali sarsıntıya uğratılmış olmaları..

“....nihayet peygamber ve beraberindeki mü’minler, (.......) demişlerdi. “Burada, (.......) kelimesi gaye içindir. Bu imtihanda öyle ki Resûlüllah ve mü'minler de, Allah'ınyardımı ne zaman?” diye feryat ediyorlardı. Artık sıkıntı öylene had safhaya ulaşmış ki, bundan böyle sabredecek bir güçleri de kalmamıştı. İşte bunun'için de söyleyeceklerini söylemişlerdi. Bunu anlamı ise, zafer ve kurtuluş isteği ve arzusudur. Çünkü sıkıntı ve şiddet zamanı olabildiğince uzamıştı.

İyi bilin ki, Allah'ın yardımı Yalandır.” Bu cümle ile onların isteklerine karşılık verilmiş bulunuyor ve zaferin yakın bir gelecekte olduğu ifade ediliyor. Âyette geçen, (.......) kelimesini kırat imâmlarından Nâfi, mazi halin hikâyesi olarak raf ile (.......) şeklinde okumuştur. Meselâ:

(.......) gibi. (

Yani; deve su içti, ta ki deve geviş getirip gevişini yutma kadar.)

Diğer kırâat imâmları ise bir, (.......) izmariyle nasb ile ve istikbal/ gelecek manasıyla okumuşlardır. Çünkü, (.......) edatı istikbafmanası için alemdir, yani özel olarak bunun için kullanılır.

215

(Allah yolunda) ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: Maldan sadaka olarak harcayacaklarınız, ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara yapılmalıdır. Hayır olarak ne işlerseniz muhakkak Allah onu en iyi bilendir.

(Allah yolunda) ne harcayacaklarını sancı soruyorlar. De ki: Maldan sadaka olarak harcayacaklarınız ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara yapılmalıdır.”

Âyette geçen, (.......) ifadesi, nelerin infak olunacağını veya harcanabileceğini de açıklama bakımından mana olarak bunu içermektedir. Bu her türlü -hayır ve iyilik manasındadır. Dolayısıyla harcama ve hizmet işte bu çerçevede yapılabilir. Esasen âyet konuya giriş olarak işin en önemli olanlarından meseleyi ele alarak açıklama getirmektedir. Bu işe, harcamanın nerelere ve kimlere yapılabileceği işinden başlarıarak ele alınmaktadır, Çünkü iyilik ve hayır anlamında yapılacak harcama eğer- yerini bulamazsa bu yerinde harcanmış bir hayır olmaktan çıkar. Hasen-ı Basrî ise bunun Nâfile yardımlarla alâkalı olduğunu zikretmiştir.

Hayır olarak ne işlerseniz muhakkak Allah onu en iyi bilendir.” Bu yaptığınız hayra göre de sizi ödüllendirecek olan da kendisidir.

216

Hoşunuza gitmediği hâlde savaş üzerinize farz kılındı. Ola ki bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir ve sizin sevip hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. (Şüphesiz) Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Hoşunuza gitmediği hâlde -kâfirlerle- savaş -Allah yolunda cihad- üzerinize farz kılındı.”

(.......) kelimesi, “Kerahet” kökünden türemedir. Burada mastar mübalağa anlamında olarak vasıf yerinde ya da manasında kullanılmıştır. Bu âdeta tanınmış İslâm şairelerinden Hazret-i Hansa (Radıyallalm Anha) nın şu şiirindeki gibidir::

Yani” İkbal ve idbar kelimeleri mübalağa manasında vasıf burada değerlendirilmiştir.

İnsanların hiç de hoşlanmadıkları savaş meselesi gündeme gelince sanki o bizatihi hoşlarıılmayan bir şey imiş gibidir. Ya da buradaki, (.......) kelimesi, “mefûl” manasında olan (.......) gibi değerlendinlebilir, yani, (.......) anlamındadır. Tıpkı ekmek manasında olan, (.......) kelimesinin, “yenen/yiyecek” anlamında olması gibi.

Yani “o savaş sizin için hoşlanmadığınız bir şeydir.” demektir.

Ola ki bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir.” Meselâ; siz savaştan hoşlanmayabilirsiniz, ama bunda sizin yararınıza olmak üzere iki güzellik vardır. Bunlardan biri ya zaferdir ve ganimet elde etmeniz veya şehitlik mertebesine ererek cennete girmeniz olacaktır.

… ve sizin sevip hoşlandığınız bir şey de. -Meselâ, savaşa gitmeyip evde oturmak gibi— hakkınızda kötü olabilir.” Çünkü sonuçta zillete düşebilir; fakir ve yoksulluk çekebilir, ganimet ve cihad faziletinden mahrum kalabilirsiniz.

“....şüphesiz Allah bilir, siz -bunu- bilmezsiniz.” O hâlde sizin zor ve ağır da gelmiş olsa Allah'ın size emir buyurduklarını yerine getirmek için acele edin.

Şimdi tefsirini okuyacağımız bu âyetin iniş sebebi şöyledir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklerle savaşmak üzere bir seriye (askeri birlik) çıkarmıştı. Fakat bu sırada recep ayının hilâli de girmişti. Ancak onlar bunu bilemiyorlardı. Kureyş bundan yararlanarak:

Muhammed, dokunulmazlık bulunan bir ayda dokunulmazlığı çiğnedi, saldırıya geçti. Halbuki herhangi bir durumdan korkan bir kimse bu ayda hiçbir korkuya kapılmaksızm istedikleri gibi gezer.” demişlerdi. İşte âyet bu olayı dile getiriyor.

217

Sana haram ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: “O ayda savaş yapmak büyük bir günahtır. Fakat (insanları) Allah yolundan (dininden) men etmek, Mescid-i Harâm'ın ziyaretine ve orada ibâdete engel olmak, halkını oradan çıkarıp atmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne ise adam öldürmekten daha korkunçtur.” Ellerinden gelse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı hep savaşmayı sürdürüp duracaklar. Ancak içinizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların tüm işledikleri hem dünyada ve hem âhirette boşa gider. İşte bunlar cehennem halkıdırlar ve orada ebedî olarak kalıcıdırlar.

(.......) Ey Peygamber! Kâfirler ya da Müslümanlar- “Sana haram ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar.” (.......) burada, (.......) kelimesinden bedel-i istimaldir. Bu, aynı zamanda, (.......) tarzında âmilin tekrarı ile de okunmuştur. Tıpkı, A'râf, 75. kavlinde olduğu gibi.

De ki: o ayda savaş yapmak büyük bir günahtır.” Âyette geçen (.......) kelimesi mübtedadır, haberi de, (.......) kelimesidir. Bunun aynı zamanda nekire başlaması ya da mübteda olması da câizdir. Çünkü, (.......) ile vasıflanmıştır. Çoğu görüşlere göre âyetin bu kısmı:

“Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün.” Tevbe, 5. ayetiyle mensuhtur, yani yürürlükten kalkmıştır.

Falcal insanları Allah yolundan (dininden) men elmek,” müşrikler Hûdeybiye senesinde hem Resûlüllah'ı ve hem de ashâbını Beytullah'ı ziyaretten menetmişlerdi. Bu, aynı zamanda mübtedadır. “O'nıı ve dinini inkâr elmek,” Allah'ı inkâr etmek, bu da bir önceki ifade üzerine ma'tûftur. “Mescid-i Harâm uı ziyaretine ve orada, ibâdete engel olmak,” Bu da, (.......) üzerine ma'tûftur.

Yani, Allah yolundan ve Mescid-i Harâm'dan menetmek, demektir.

İmâm Ferrâ' ise bunun, (.......) deki zamîr üzerine ma'tûf olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre mana: Allah'ı ve Mescid-i Harâm'da ibâdeti ve ziyareti inkâr etmek” demektir. Basra okuluna göre mecrûr zamîr üzerine atıf yapmak câiz değildir (mümkün değildir). Ancak cer tekrarlanırsa bu, câiz (mümkün) olabilir. Meselâ:

denemez, ancak, (.......) denebilir, câiz (doğru) olanı budur. Eğer burada bu, (.......) zamîri üzerine atfolunmuş olsaydı bu takdirde: (.......) denmesi gerekirdi.

Halkını oradan -Mescid-i Harâm halkını ki bunlar da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ona îman etmiş olan mü'minlerdir, işte bunları oradan- çıkarıp atmak ise” yine burası da daha önce geçen, (.......) üzerine ma'tûftur. “Allah katında en büyük günahtır.”

Yani küçük askeri birliğin bir yanlışlık sonucu haram ayda işledikleri fiilden sizin bilerek yaptığınız şey Allah katında daha büyük bir suç ve vebaldir.

İşte bu son cümle daha önce geçen üç ismin haberidir. “Fitne ise adam öldürmekten daha korkunçtur.”

Yani Mescid-i Harâm halkını haksız bir şekilde yerlerinden etmek, şirki hakim kılmak için çalışmak bir fitne olarak haram olan ayda adam öldürmekten ve kâfirlerin, genel manasıyla İslâm düşmanlarının Müslümanları her yerde ve her durumda cezâlarıdırmaları/işkenceye tabi tutmaları, şu Müslümanların bir yanlışlık sonucu haram ayda yaptıkları saldırıdan daha korkunç ve daha tüyler ürperticidir.

“Ellerinden gelse, sizi dininizden -küfre- döndürünceye kadar size karşı hep savaşmayı sürdürüp duracaklar.” Bu gerçek aynı zamanda yüce Allah'ın, kâfirlerin ve müşriklerin Müslüman toplumlara karşı devamlı ve sürekli bir düşmanlık içinde olduklarını bize haber vermesidir. Kâfirler olsun müşrikler olsun ve onların izinden giden sözde Müslüman özde kâfirler olsun, Müslümanlar gerçek manada dinlerini terk etmedikçe, onlar gibi olmadıkça hiçbir, vakit Müslümanların yakalanndan olmayacaklardır.

Âyette geçen (.......) edatının manası ta'lil (sebep bildirmek) içindir. Meselâ, “Filân kimse ta ki cennete girsin diye hep ibâdet eder durur. “gibi.

Yani, “Sizinle savaşırlar ta ki siz dininizden dönene kadar. “

Âyette yer alan, “ellerinden gelse, güçleri yetse” manasındaki, yüce Rabbimizin şu (.......) kavli, onların buna güç yetiremeyeceklerine bir işarettir. Bu, senin düşmanına karşı söylemekte olduğunu şu ifadeye benzer bir ifadedir: “Eğer bana üstün gelirsen, bana hiç acıma, elinden geleni yap. “Düşmana bu tarz konuşurken, sen kendine gayet güven içindesin, eminsin ve düşmanın seni hiçbir zaman yenemeyeceğini bildiğin için bu gerçeğe o cümle ile dikkat çekmiş oluyorsun.

Ancak içinizden her kim dininden -müşriklerle kâfirlerin dinine- döner ve —irtidat ettiği din üzere-M/tr olarak ölürse,” İşte onların tüm işledikleri hem dünyada ve hem ahirette boşa gider.” İslâm dininden irtidat edip başka bir dine geçmekle Müslümanların menfaatlerine olan her şeyden mahrum bırakılacak ve yoksun kalacak, âhirette de sevaptan ve iyi bit sondan mahrum bırakılacaktır. “İşi? bunlar cehennem halkıdırlar ve orada ebedî olarak'kalıcıdırlar. “

İmâm-ı Şâfiî Merhum, bu ayete dayanarak, bir kimse irtidat ettiği inanç üzere yani küfür üzere ölmediği sürece amellerinin boşa gitmeyeceğini ileri sürüyor. Biz Hanefîler ise diyoruz ki; bir kimse irtidat etti mi, yani dinden döndü mü, o din üzere ölsün ya da ölmesin irtidat etmesiyle tüm amelleri boşa gitmiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Her kim îman etmeyi kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir.” Mâide, 5.

Biz Hanefîlere göre temel dayanak şudur: Mutlak olan bir şey kayıt altına alınamaz. HANEFÎ'ye göre mutlak olan bir şey mukayyede hamlolunabilir, yani kayıt altına alınabilir. İşte olay buna göre değerlendirilmektedir.

İslâm'ın askeri birliğinde yani seriyesinde yer alan ve recep ayında müşriklerle savaşan mücahitler, Resûlüllah'a:

“Bizim için Allah yolunda cihad edenlerin sevabı olacak mı?” sorusu üzerine işte aşağıdaki âyet nâzil olmuştur.

218

Muhakkak ki îman edenler, imanlarının gereği olarak hicret (göç) edenler -Mekke'yi ve yakınlarını terketmek zorunda kalanlar- ve Allah yolunda -müşrik ve diğer İslâm düşmanlarıyla- cihad edenler (savaşanlar) var ya, işte Allah'tan rahmet ve merhamet beklentisi içinde olanlar bunlardır. -Nitekim denir ki, uman kişi ister, korkan da kaçar - Allah çok mağfiret eden ve çok merhamet edendir.

Bu âyette geçen, (.......) üzerinde vakf yapılmaz, durulmaz. Çünkü bundan sonra gelen, (.......) diye devam eden kısım, (.......) edatının haberidir.

Şarap (içki) hakkında dört âyet nâzil olmuştur. Bunlardan Mekke'de nâzil olanı ise şu ayettir:

“Hurma ve üzüm gibi meyvelerden içki edinirsiniz....” Nahl, 67.

Müslümanlar İslâm'ın ilk yıllarında içki içiyorlardı, çünkü ilk zamanlar onlara içki yasaklanmamıştı. Daha sonra Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) ve sahabeden bazı kimseler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a dediler ki:

“Ey Allah'ın Rasûlü! Bize şarap (sarhoşluk veren şeyler) hakkında bir açıklama getir. Çünkü bu, aklı gideriyor ve malı da yok ediyor.” İşte bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu.

219

Sana şarabın (sarhoşluk veren şeylerin) ve kumarın (hükmün)den soruyorlar. De ki: “Her ikisinde de insanlar için büyük bir günah ve birtakım da yararlar vardır. Ancak her ikisinin de günahı (ve tahribatı) yararlarından çok daha büyüktür.” Yine sana Allah için ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İhtiyacınızdan fazla olanını harcayın.”, Allah âyetleri-ni size işte böyle açıklar ki gerçekleri düşünesiniz.

“Sana şarabın (sarhoşluk yeren şeylerin) ve lamıarın hükmünden soruyorlar:” İşte bu âyetin nâzil olması üzerine sahabeden bir kısmı içki içmeyi bırakırlarken bir kısmı da halen içmeyi sürdürüyorlardı.

Daha sonraki tarihlerde sahabeden Abdurrahmân b. Avf bir davet yaptı. Bu davette yemekler yenilip içkiler içildi ve sarhoş olundu. Bu sırada namaz vakti de girmişti. İçlerinden biri sarhoş bir hâlde imâm olarak geçip namaz kıldırdı. Namazda, Kâfinin Sûresini okumaya başladı.

Fakat okurken sarhoşluk sebebiyle sûreyi, (.......) şeklinde yanlış okudu. Çünkü, (.......) harfini okumadı, atladı.

Yani, (.......) diye okuması gerekiyordu. Bunu okumadığı için mana da yanlış oldu.

Yani, asıl mana “Ey kâfirler, sizin tapmakta olduğunuz (putlar)a ben tapmam.” iken, mana bu defa, (.......) harfinin okunmamasıyla, “Sizin taptıklarınıza ben de taparım. “olmuştu. İşte bunun üzerine şu âyet nâzil oldu.

“Ey îman edenler! Siz sarhoş iken (ne söylediğinizi bilinceye kadar) namaza yaklaşmayın.” Nisa, 43.

İşte bu âyetin de gelmesi üzerine Müslümanlardan içki içenlerin sayısı azalmaya başlamıştı. Yine bir gün Utban b. Mâlik bir davet hazırladı, bazılarını buraya davet etti: Bir hayli içip iyice sarhoş olduklarında birbirleriyle kavgaya ve hatta vuruşmaya başladılar.

Bu olay üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle yakardı:

Allah'ım! Bize şarap ve içkiye ilişkin olarak gönlümüze şifa veren bir açıklama gönder!” İşte bunun üzerine Mâide Suresinin 90. ve 91. âyetleri geldi. Artık bu ayetlerle içki bütünüyle yasaklanmış, haram kılınmış oluyordu. Mâide sûresindeki ilgili âyette, “Artık vazgeçtiniz değil mi?” deniliyordu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de “Rabbim! Vazgeçtik.” dedi.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) den şöyle bir rivâyet bulunmaktadır:

“Eğer bir kuyuya bir damla içki düşse, sonra da o kuyunun bulunduğu yerde bir minare yapılsa, o minarede ezan okumam. Eğer bir damla içki'bir denize düşse, sonra da denizin suyu çekilip deniz kurumuş olsa ve orada da otlar bitse, orada hayvanlarınıı gütmem.”

(.......) Hamr (yani şarap): Üzümün çok fazla kaynatılmasıyla üzerinde oluşan köpük atılarak elde edilen bir içkidir. Mastar ismiyle, “hamr” ismini almıştır ki, örtmek ve bürünıck manasına gelir. Bu da aklı giderdiğinden ötürü, bu manada “hamr” ismi verilmiştir.

KUMAR

(.......) kelimesi kumar demektir. Bu, (.......) fiilinden alınmadır. Kolay oldu, demektir. Çünkü bu, adamın malını elinden hiçbir zorluk ve sıkıntı çekmeden, alın teri harcamadan kolay bir yoldan elde etmek demektir. Ya da bu kelime, (.......) kelimesinden alınmadır. Bu ise zenginlik demektir. Dolayısıyla sanki adamın bütün varlığını alıp götürüyor, manasınadır. Kumar oynama şekline gelince bu da şöyledir.

Câhiliye dönemi Araplarının on adet oku bulunuyordu. Bunlardan yedi tanesinin üzerinde birtakım çizgiler bulunuyordu. Üzerinde tek çizgi olana -ki buna (.......) denirdi- kumardan bir pay, (.......) yani çift çizgi bulunan çıkarsa iki pay, (.......) yazılı olan yani üç çizgi taşıyanın çıkması hâlinde buna da üç pay düşerdi. (.......) diye adlarıdırılan ve üzerinde dört çizgi bulunanın çıkması hâlinde bu kimse de dört pay alırdı. Üzerinde (.......) yazılı olan ya da Nafıs diye adlarıdırdıkları beş çizgili okun çıkması hâlinde buna da beş pay verilirdi. (.......) ismini verdikleri beş çizgili okun çıkması hâlinde ona da altı pay verilirdi. (.......) ismini taşıyan yedi çizgili okun çıkması hâlinde ise buna da-yedi pay ayrılırdı. Geride kalan üçü ise boş idi. Üzerlerinde herhangi bir çizgi yoktu. Bunlara da (.......) ve (.......) ismini vermişlerdi.

İşte bu on adet kumar oku bir torbaya ya da koni şeklinde bir kabın içine konulurdu. Bunu da güvendikleri adil birinin eline teslim ederlerdi. Daha sonra adam bunları karıştırır ve içlerinden okları teker teker adamlar adına çekerdi. Çekilen oklardan kimin payına ne kadar bir hisse düşüyorsa o kendi okuna isabet edeni alırdı. Boş ok çıkan ise hiçbir pay alanazdı. Aynı zamanda ortaya konan devenin tüm ödenecek parasını bu adam ödemek zorunda kalırdı. Kazanlar da paylarına düşenleri yoksullara dağıtırlardı. Kesilen devenin de etinden yemezlerdi. Fakat bununla da övünürlerdi. Hatta bu gibi bir oyuna kâtilmayanları da kınarlardı.

Kumar hükmünde sayıları daha birçok oyunlar da vardır. Meselâ, tavla, satranç ve benzeri oyunlar gibi.

Yani, sana içki ve kumarın durumu nedir, diye sorarlar. Çünkü aşağıdaki âyet delil olarak bunu gösteriyor.

De ki: Her ikisinde de insanlar için -çekişme, kavga, küfürleşme, ağıza alınmayacak manada kötü sözler çıkmasına neden olmasından ötürü- büyük bir güncdı ve birtakım da yararlar vardır.” Meselâ; içki ticareti, içenin bundan haz duyması gibi az da olsa yararı, kumar da ise fakirlerin bununla gözetilmesi, hiçbir sıkıntı çekmeden kolay yoldan mal elde olunması türünden yine az da olsa faydası vardır.

Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. Buna göre mana, “Büyük” yerine “çok” olur.

Ancak her ikisinin de günahı ve tahribatı -ikisine devam edilmesi, alınması hâlinde-, yararlarından çok daha büyüktür.” Çünkü içkiciler, ayyaş ve kumarbazlar birçok yönden hep günaha bulaşırlar, hep tahribat ve yıkım getirirler.

Yine sana, Allah için ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: İhtiyaçtan fazla olanını harcayın.” Burada geçen, (.......) kelimesi, fazla olan anlamındadır.

Yani, ihtiyacınızdan artanını harcayın, demektir. İslâm'ın ilk zamanlarında, fazla olanı tasadduk etmek farz idi. Eğer adam ziraatçı ise, bir yıllık ihtiyacım alır, bundan art kalanını da sadaka olarak dağıtırdı. Eğer bir iş yapan sanatkar idiyse, günlük ihtiyacını alır, bundan arta kalanını da sadaka olarak verirdi. Ancak bu hüküm zekât ayetiyle nesh edilmiştir, yani yürürlükten kaldırılmıştır.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr, (.......) kelimesini, raf (ötre) ile, (.......) olarak okumuştur. Bu kelimeyi nasb ile okuyanlar, (.......) kelimesini tek isim olarak kabul ederek, bunu, (.......) fiiliyle nasb mahallinde kabul etmektedirler. Dolayısıyla bunu da takdiri şöyledir: “De ki: Fazla olanını harcarlar.”

Fakat, (.......) kelimesini raf (ötre) ile okuyanlar ise, (.......) kelimesindeki, (.......) kelimesini mübteda ve (.......) kelimesini de sılası ile birlikte haber kabul etmektedirler. Burada, (.......) kelimesi, (.......) manasındadır. Bunun sılası, yani ilgi cümleciği de, (.......) kelimesidir.

Yani: “İnfak edecekleri şey nedir?” demektir. (.......) kelimesinin cevabı ise, (.......) olup, yani, “O fazla olanı vermektir. “demektir. Dolayısıyla cevabın irabı da, cevap ile soru arasında bir uyum olsun diye tıpkı sorunun irabı gibidir.

Allah âyetlerini işte size böyle açıklar ki, gerçekleri düşünesiniz.”

Burada yer alan, (.......) işaret isminde yer alan, (.......) harfi mahzûf bir mastarın sıfatı olması bakımından nasb mahallindedir.

Yani, “Şu açıklama gibi bir açıklama.” anlamındadır.

220

Dünya ve âhiret hakkında (lehinize olan davranışları düşünün ve ona göre davranın). Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: Onları iyi yetiştirmek (yüz üstü bırakmaktan) daha hayırlıdır. Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, işleri bozanla düzelteni bilir. Eğer Allah isteseydi, sizi de zahmet ve meşakkate sokardı. Muhakkak ki Allah güçlüdür, hakimdir.

Dünya ve âhiret hakkında (lehinize olan davranışları düşünün ve ona göre davranın).”

Âyetin başında yer alan, (.......) cer edatı, bir önceki âyetin sonunda yer alan, (.......) fiiline taallûk etmektedir.

Yani, “Her iki dünyayı da ilgilendiren şeyler hakkında düşünesiniz ve sizin için daha uygun olanı alasınız, diye... “demektir. Ya da, “Her iki dünya hakkında iyice düşünüp bu ikisinden hangisi bâkî ise ve hangisi daha çok faydalı ise onu tercih edesiniz, diye...” demektir. Aynı zamanda bu edatın yine bir önceki âyette geçen, (.......) fiiline taallûk etmesi de câizdir.

Yani, “Her iki dünyaya ilişkin âyetleri, mu'cizeleri ve bû ikisi ile alâkalı şeyleri sizin için açıklar.” demektir.

“Zulüm ve haksızlık yoluyla yetimlerin mallarını yiyenler hiç şüphesiz karınlarına (midelerine) ancak ateş tıkınmış olurlar.” Nisa, 10. mealindeki bu âyet yetimler hakkında nâzil olunca, insanlar bundan böyle yetimlerden uzak durmaya, onlarla ilgilenmemeye başladılar. Onlarla bir araya gelmiyor, mallarına âit işlerle de ilgilenmiyorlardı. Bu durum Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e anlatılınca, işte bunun üzerine şu âyet-i kerime gelmiştir.

“Sana yetimler kuklarıda soruyorlar. De ki: Onları iyi yetiştirmek (yüz üstü bırakmaktan) daha hayırlıdır.”

Yani, yetimleri korumak, kollamak, yanlışa düşmemelerini sağlamak ve mal varlıklarını da üretmek amacıyla iyi bir niyetle kendilerine yaklaşmak, onlardan ayrılıp hiç ilgilenmeden uzak durmaktan daha hayırlı bir görevdir.

Eğer onlarla, birlikle yasarsanız, -kendileriyle ilgilenir ve uzak durmazsanız-, (unutmayın, ki) onlar sizin -dinde- kcurleşlerinizdir.” Kardeşliğin bir gereği de onunla birlikte olup onu yalnızlığa terk etmemesidir.

Allah, işleri -yetimlere âit malları- bozanla -har vurup harman savuranla, o malları- düzelteni bilir. Dolayısıyla Allah onları hangi amaçla yetimin malına yaklaşırlarsa, yaklaşma niyetine ve müdahalesine göre ya cezâlarıdırır veya ödüllendirir. Bu bakımdan böyle bir şeyden uzak durun ve yetime âit imkanları düzeltme ve artırma niyeti dışında bir başka yol aramayın.

Eğer Allah -sizin için zorluk ve meşakkat- dikseydi sizi de zahmet ve meşakkate sokardı.” Sizi sıkıntı ve meşakkat içinde bırakırdı. Dolayısıyla onlara müdahale konusunu bu açıdan mutlak anlamda zikretmedi.

Çünkü. Allah güçlüdür -kullarını bu hizmete mecbur bırakmaya, ve onları sıkıntı ve zora sokmaya kâdir olan, gücü yetendir- hakimdir.” Kullarının gücü üzerinde onlara yük yüklemeyen, sıkıntı vermeyendir.

Mersed adındaki bir sahabi, Anak adında müşrik olan bir kâdirıla evlenme ile ilgili Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e soru sorması üzerine şimdi tefsirini okuyacağımız, (.......) âyeti nâzil olmuştur. Bk. Ebû Dâvud, 2051. Tirmizî, 2176. Nesai, 6/66.

221

Îman etmedikleri müddetçe müşrik kâdirılarla evlenmeyin. Müşrik bir kadın hoşunuza gitse de, îman etmiş bir câriye (köle kadın) kesinlikle ondan daha hayırlıdır. Îman etmediği müddetçe müşrik erkeklerle de kızlarınızı evlendirmeyin. Müşrik bir erkek hoşunuza gitse de, îman etmiş, bir köle elbette ondan daha hayırlıdır. Çünkü müşrikler amelleri itibariyle onları cehennem ateşine davet ederler. Halbuki Allah izni ve ilmiyle cennetine ve mağfiretine çağırır. İşte Allah üzerinde düşünsünler de gerçeğe ulaşsınlar diye insanlara âyetlerini böylece açıklar.

Îman etmedikleri müddetçe müşrik kâdirılarla evlenmeyin.”

Bu Âyetteki, (.......) cümlesi, (.......) yani; onlarla evlenmeyin, demektir. Çünkü “nikah” evlenme manasındadır. “İnkah “ise başkasını evlendirmek, demektir.

Müşrik bir kadın hoşunuza gitse de, -ister onu sevmiş olun, ister bir başka yönden olsun- îman etmiş bir câriye (köle kadın) kesinlikle ondan daha hayırlıdır.”

Îman etmedikleri müddetçe müşrik erkeklerle de -Müslüman- kızlarınızı evlendirmeyin.” Nitekim Zeccâc da bunu söylemiştir. Camiu'l-Ulûm diye bilinen Şeyh Nuruddin Ebû Hasen Ali b. Hüseyin b. Ali el-Bakuli ise diyor ki: Burada iki mef'ûlden biri hazfedilmiştir. Bunun takdiri ise şöyledir:

“Kızlarınızı müşrik erkeklerle evlendirmeyin.”

Müşrik bir erkek hoşunuza gitse de, îman etmiş bir köle elbette ondan daha hayırlıdır.” Daha sonra yüce Allah hangi sebepten dolayı böyle bir evliliğin olamayacağını şöyle açıklıyor:

Çünkü -kadın olsun, erkek olsun- müşrikler amelleri itibariyle onları cehennem ateşine -küfre ve inkâra- davet ederler.” Çünkü işi cehennem ehlinin ameli olan küfrü işlemektir. Dolayısıyla bir hak olarak bunların dost edinilmemeleri, bunlarla akrabalık ilişkilerinin kurulmaması ve onlara velayet yetkisinin verilmemesidir.

Halbuki Allah izni ve ilmiyle -emriyle- cennetine ve mağfiretine çağırıru:” Allah'ın dost ve velileri ise -ki bunlar mü'minlerdir- cennete, Allah'ın mağfiretine veya bu ikisine ulaştırabilecek yollara çağırırılar. Ancak dost edinilmeleri, velayet yetkisi verilmesi ve kendileriyle akrabalık kurulması gerekenler de işte bunlardır.

“İşte Allah üzerinde düşünsünler de, gerçeğe ulaşsınlar diye insanlara âyetlerini böylece açıklar.”

Câhiliye döneminde Araplar tıpkı Yahûdîlerle Mecusiler (ateşperestler) gibi aybaşı hâlinde olan, yani hayız gören bir kadının pişirdiğini yemezler, elinden su içmezler ve onlarla aynı çatı altında oturmazlardı. Ebû Dahdah (radıyallahü anh) adındaki sahabi bunun hükmünü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tan sorar ve:

“Ey Allah'ın Rasûlü! Kâdirılarınıız aybaşı olduklarında onlara karşı ne yapmalıyız?” der. İşte bunun üzerine (.......) âyeti iner. Müslim, Hayz, 302. Ebû Dâvud, 258. Tirmizî, 2981.

222

(Ey Resûlüm Muhammed!) Bir de sana aybaşı (hayız) hakkında soruyorlar. Onlara de ki: “Aybaşı bir ezadır (rahatsızlık ve zarar vermedir). O hâlde aybaşı hâlindeki kâdirılarla (cinsel ilişkiden) uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Ancak temizlendiklerinde artık Allah'ın size emrettiği mahâlden olmak suretiyle onlara yaklaşırı. Çünkü, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.”

(Ey Resûlüm Muhammed!) Bir de sana aybaşı (hayız) hak/anda soruyorlar.” Bu kelime, tıpkı (.......) gibi (.......) olarak gelir.

Onlara de ki, aybaşı bir ezadır, rahatsızlıktır ve zarar vermedir.”

Yani, hayız hâli insanın tiksineceği bir durumdur, cinsel ilişkide bulunmak isteyen bundan rahatsızlık duyar.

O hâlde aybaşı hâlindeki kâdirılarla (cinsel ilişkiden) uzak durun.” Onlarla bu durumda cinsel ilişkiye girmeyin.

Anlatıldığına göre Hırıstiyanlar kadının aybaşı hâli olup olmamasına bakmaksızın her halükârda kâdirılarla cinsel ilişkide bulunurlardı. Kadının hayızlı olup olmadığına aldırmazlardı. Yahûdîler ise, aybaşı gören kâdirılarla her manada bağlarını aybaşı sonuna kadar keserlerdi. Pişirdiklerini yemezler, aynı evi ve yatağı birlikte paylaşmazlardı. Ancak, Allah, Hırıstiyanların ya da Yahûdîlerin yaptıklarını değil orta yolu emretti.

İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe ile İmâm Ebû Yûsuf’a göre, peştemaliyle kapatması gereken yer dışında, yani göbeği ile diz kapağı arası dışındaki yerlere temas edebilir, bunda bir sakınca yoktur. Bahsedilen yerlerden kaçınması gerekir. İmâm Muhammed'e göre cinsel organ dışında dilediği yerlere dokunabilir. Hazret-i Âişe (radıyallahü anha) ise şöyle demiştir:

“Sadece kan mahallinden (cinsel organdan) uzak durur ve bunun dışında koca için her şey mubahtır.”

Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.” Cinsel ilişkiye geçerek yaklaşmayın ya da cinsel ilişki kurmak maksadıyla yaklaşmayın. (.......) kelimesini kırâat imâmlarından Hafs dışında Ebû. Bekir, Hamza, Kisâî ve Halef şeddeli olarak, (.......) tarzında okumuşlardır. Bu da “Yıkanıp temizleninceye kadar” demektir. Kelimenin aslı ise, (.......) idi. (.......) ile (.......) harflerinin mahreçleri (çıkış yerleri) birbirlerine yakın olması sebebiyle (.......) harfi(.......) harfine idğam olundu. İsmi geçen diğer kırâat, imâmları ise bu kelimeyi, (.......) olarak âyette geçtiği gibi okumuşlardır. Bunun da manası, “aybaşı kanı ya da hayız kesilinceye kadar” demektir. Her iki kırâat yani okuyuş tarzı sanki iki ayrı âyet imiş gibidir. Biz de bu ikisiyle amel ederiz.

Bunun için gerekçemiz şudur: (.......) kırâatini, yani tahfif kırâatini göz önünde bulundurarak aybaşı hâlindeki kadın bundan dolayı yıkanmış olmasa da hayız süresinin çoğunun geçmesi ve aybaşı kanının da kesilmiş olması hâlinde ona yaklaşır.

Yani; hayız kesilme süresinin en fazla zamanı olan on gün içinde kesilirse, kadın bu hâlde yıkanmış olmasa da, yani gusletmese de hayız süresinin fazla olan on günlük süresi tamamlandığı için kanın kesilmesinden sonra eşiyle cinsel ilişki kurabilir. Eğer aybaşı süresinin en fazla olan süresinden daha az bir sürede hayız kanı kesilmiş ise kadın bundan dolayı yıkanıp (gusledip) temizlenmedikçe koca hanımına cinsel ilişki için yaklaşamaz. Ya da şedde ile okunan (.......) kırâatini göz önünde tutarak ve bununla amel ederek yıkanmasa bile üzerinden bir namaz vakti geçmedikçe koca hanımına cinsel ilişki kurmak maksadıyla yaklaşamaz. İşte âyeti buna hamletmek (tefsirlamak) aksine tefsirlamaktan daha evlâdır (yerindedir). Çünkü bu takdirde bilindiği gibi ikisinden biriyle amel terk olunmuş olacaktır.

İmâm-ı Şâfiî (rahmetüllahi aleyh) ye göre koca, hanımı aybaşı kanından kesilip ve aynı zamanda yıkanmadıkça eşine yaklaşamaz.

Yani, hem kandan kesilmiş olacak ve aynı zamanda yıkanmış da olacak ki, kocası hanımıyla cinsel ilişki kurabilsin. İmâm-ı Şâfiî'nin delili ise, âyetin devamı olan: (.......) kavlidir. Böylece İmâm-ı Şâfiî her iki hükmü de yani, kanın kesilmiş olmasını ve bununla beraber aynı zamanda yıkanmış olmasını cem ederek: “Onlar temizlenip yıkanınca onlarla cinsel ilişki kurabilirsiniz.” diye tefsirlamıştır.

Ancak temizlendiklerinde arlık Allah'ın size emrettiği mahâlden olmak suretiyle onlara yaklaşırı.” Allah'ın size cinsel ilişkiye geçmesini emrettiği ve sizin için helâl kıldığı yerden -ki burası ön mahâldir ve bilinen uygun yerdir- cinsel ilişki kurabilirsiniz.

Çünkü, Allah tevbe edenleri de sever” Yasaklandığı şeyleri işlemekten tevbe edenleri ya da defalarca günah ve yasaklara bularııp tekrar tekrar tevbe ile Allah'a dönenleri, ne kadar sürçerlerse sürçsünler yine de dönenleri Allah sever. Sevgi ya da mahabbet, Allah'ın affının ve mağfiretinin çok büyük olduğunu ve O'ndan umutsuzluğa kapılmaması gerektiğini bilmesi ve tanıması sebebiyledir.

temizlenenleri de sever.” Su ile yıkanıp temizlenenleri ya da kâdirılara uygun olmayan arka mahâlden ilişkiden uzak duranları veya hayız hâlinde iken hanımlarıyla cinsel ilişkiden sakınanları veya her tür kötülükten uzak duranları sever.

Şimdi tefsirini okuyacağımız âyetin nüzul sebebi şöyledir. Yahûdîler şöyle derlermiş:

“Kişi hanımına arka taraftan yaklaşarak cinsel ilişki mahallinden ilişkiye geçerse, kadının hamile kalması hâlinde doğacak olan çocuk şaşı olarak doğar.”

İşte gerçeğin onların inandıkları ve söyledikleri gibi olmadığını inen bu âyet şöyle açıklıyor:

223

Kâdirılarınız sizin tarlalarınızdır. Tarlarııza (haram yoldan gitmemek kaydıyla) istediğiniz gibi gidin. Kendiniz için ileriye hazırlık yapın ve Allah'tan korkun. Ve bilin ki muhakkak Allah'a kavuşacaksınız. (Ey Rasûlüm!) Mü'minlere müjde ver.

Kâdirılarınız sizin tarlalarınızdır.” Tohum ektiğiniz arazinizdir. Bu bir mecâzî ifadedir. Kâdirılar tarlalara benzetilerek, onların rahîmlerine (döl yataklarına) bırakıları nutfeler (spermler) de tohuma benzetilmiştir. Nasıl ki tarlaya atıları tohumdan ekin bekleniyorsa, ana rahmine aktarıları sperm ile de nesil (çocuk) beklenir. Dolayısıyla çocuk da meydana gelen ürüne benzetilmektedir. Bu açıdan, (.......) nâzil olmuş ve bu âyet (.......) âyetini açıklama ve izah anlamında gelmiştir.

Yani; Allah'ın size cinsel ilişki için emrettiği yer, tohum atmanız gereken yerdir. Yoksa pisliğin çıkış yeri olan makattan ilişkiye girmeyin.

Böyle bir uyarı ile asıl amacın nesil üretme olduğuna ve şehevî arzuların tatmini olmadığı gerçeğine dikkat çekmek içindir. Dolayısıyla eşlerinize bu amacın gerçekleşebileceği yerden cinsel ilişkiye geçin, demektir.

Tarlarııza istediğiniz gibi gidin. “Onlarla ne zamanı isterseniz ve nasıl isterseniz haram olan mahâlden gitmemek kaydıyla istediğiniz gibi cinsel ilişki kurabilirsiniz. İster arkadan normal cinsel organla ilişkiye geçin, ister uzanır vaziyette, ister yanı üzere yattığı hâlde cinsel ilişkiye geçebilirsiniz. Hiçbir sakıncası yoktur. Yeter ki doğal cinsel organdan ilişki kurulmuş olabilsin. Burası da üremenin, neslin geliştiği tohum ekme yeridir, ekim alarııdır. Bu bir temsildir.

Yani; siz tarlalarınıza gidip onları nasıl ki dilediğiniz yerden ve dilediğiniz gibi sağlıklı bir tohum atmak istiyorsanız, işte tıpkı o tarlalarınızdaki tohum atma şekli ve rahatliği ile siz de hanımlarınıza o rahatlıkla nutfeyi (spermi) dilediğiniz gibi atabilirsiniz. Hiçbir yön ve taraf doğru olan yerden cinsel ilişkiye geçtikten sonra sakıncalı değildir.

Yani ister ayakta, ister yatıp uzanarak, ister yana yatarak, ister oturarak olsun bu ve benzeri hiçbir durum sakıncalı değildir. Yeter ki meşru mahâlden cinsel ilişki olabilsin.

Rabbimizin, (.......) kavli, (.......) ve (.......) kavilleri hep hoş olan güzel kinayeler ve uygun görülen tarizlerdendir. Bu itibarla her Müslüman da bu ayetlerin çizdiği doğrultuda edebe riayet etmeli, konuşmalarında olsun, yazışmalarında olsun bu sözleri direkt olarak değil de o anlama gelebilen kelimelerle konuşması ve yazması daha yerinde bir hareket olmuş olur.

Ve kendiniz için ileriye hazırlık yapın.” Size yasaklananların aksine sizin için doğru olabilecek amelleri takdim ermeniz gerekir ya da çocuk isteme niyetiyle veya cinsel ilişkiye geçerken Besmele çekerek bu manada iyi şeyler sunun ve isteyin.

Ve Allah'tan korkun.” Dolayısıyla yasakları işlemeye kalkışmayın, bu manada cüretkâr davranmayın.

Ve bilin ki; muhakkak Allah'a kavuşacaksınız. “O'na gideceksiniz. Öyleyse o kavuşma ve buluşmaya hazırlanın ve bunun için hazırlık yapın. “(Ey Rasûlüm!) Mü'minlere. -sevap ile- müjde ver.”

(.......) kelimesi üç yerde (.......) harfi olmaksızın sadece, (.......) tarzında geldi. Üç yerde de aynı kelime (.......) harfiyle, (.......) olarak geçti. Çünkü, ilk üç sorma olayında sanki farklı farklı hallerde geçmesiyle ilgili sorular niteliğindedir. Bu bakımdan ara: larında herhangi bir atıf (bağ) edatına yer verilmemiştir. Sanki her bir soru ilk sorular imiş gibi geçiyor. Diğer olaylarla ilgili sorulara gelince bunların tek bir zamanda sorulmalarından ötürü aralarına atıf yani bağ edatı, kısaca cem harfi getirilmiş oldu.

224

Allah adına yemin etmek suretiyle bunu iyilik yapmaya, emir ve yasaklara uymaya ve insanların arasını bulmaya mani bir sebep haline getirmeyin. Allah her şeyi en iyi işiten ve en iyi bilendir.

Allah adına yemin etmek suretiyle bunu mani bir sebep haline getirmeyin.”

Âyetteki, (.......) kelimesi (.......) kalıbında “mefûl” manasına gelir. Tıpkı (.......) kelimesinin, “alınan” anlamında olduğu gibi. Bu (.......) kelimesi, herhangi bir şeyin önüne engel ya da siper olmak maksadıyla öne sürülen bir mani, barikat demektir. Meselâ, kabın üzerine konan tahta parçası gibi. Dolayısıyla bu parça o kabın üzerinde bir engeldir. Meselâ, filân kimse iyilik önünde bir urzedir, denilince, bundan o iyiliğin yapılmasına engel kişi demek olur.

Meselâ; adamın biri bundan böyle iyilik yapmayacağına, sılayı rahîm gibi akraba ile olan münasebetlerini keseceğine, insanların arasını bundan böyle bulmaya çalışmayacağına, herhangi bir kimse artık iyilikte bulunmayacağına veya ibâdet etmeyeceğine yemin eder, and içer. Kendisinden bu manada bir yardım istenince hemen, “Ben yeminliyim, yeminimi bozmaktan Allah'a sığınırım. “bahanesiyle bunu yapacağı iyilikler için bir siper, bir engel olarak öne sürer.

İşte böyleleri için Rabbimiz:

Bir de Allah adına yemin, etmek, sureliyle bunu .... mani bir sebep haline getirmeyin.” buyurmuş oluyor.

Yani üzerinde yemin ettiğiniz şey için bunu bir engel yapmayın. Üzerine and içilen şeye yemin adının verilmiş olması, bunun yemine benzemesi, onunla karıştırılması sebebiyledir. Nitekim, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kim herhangi bir şeyi yapmamaya ya da yapmaya yemin eder de, ancak yemininin aksi işin yapılmasını daha hayırlı olarak görürse hemen yeminini bozup kefaretini ödesin ve hayır gördüğü şeyi yapsın.” Ahmed, Müsned; 2/185. Nesai,7/10. İbn Mâce, 2111.

“İyilik yapmaya, emir ve yasaklara uymaya ve insanların arasını bulmaya mani bir sebep haline getirmesin.” Âyetin bu kısmı, (.......) ifadesinin atf-ı beyanıdır.

Yani, hakkında yemin ettiğiniz şeyler için, ki onlar da iyilik yapmak, emir ve yasaklar uymak ve insanların aralarını bulmak gibi hususlardır. (.......) harfi ise, fiile mütealliktir.

Yani, Allah'ı yeminleriniz için bir kalkan yapmayın. “demektir. Aynı zamanda (.......) harfinin ta'lil, yani illet ve neden için olması da mümkündür. (.......) kelimesi ya fiile veya (.......) kelimesine taallûk etmektedir.

Yani mana şöyledir: Allah'ı yeminleriniz için iyilik yapma hususunda bir payanda, bir engel kılmayın.”

Allah her şeyi -ettiğiniz yeminlerinizi- en iyi işiten ve -niyetlerinizi de- en iyi bilendir.”

225

Allah “lağv” (kasıtsız) olan yeminlerinizden dolayı sizi hesaba çekmez. Fakat bilerek yaptığınız yeminleriniz yüzünden hesaba çeker. Allah çok mağfiret eden ve azâbını erteleyendir.

Allah «Lağv» (kasıtsız) olan yeminlerinizden dolayı sizi hesaba çekmez. “

Lağv: Söz ve benzeri başka şeylerde hiçbir değer taşımayan ve bir mana ifade etmeyen boş lâf, demektir, “lağvu'l-yemin” ise yapılan yeminde bir anlam ifade etmeyen boş yemin manasınadır.

Yani, adam doğru zannıyla bir konuda yemin eder ve fakat iş aksi olarak meydana çıkar. İşte bu tür bir yeminde kasıt olmadığından buna boş yere yemin anlammda, “lağvu'l-yemin” ya da “yemin-i lağv” ismi verilir. Bu takdirde mana şöyle olur:

Allah, herhangi birinizi boş yere yapmış olduğu yemin sebebiyle hesaba çekmez, cezâlarıdırmaz.”

İmâm-ı Şâfiî'ye göre yemin-i lağv; kişinin kasıtlı olmaksızın dilinin ahşa geldiği gibi yaptığı yemine denir. Meselâ: Hayır vallahi, öyle değil vallahi, evet öyledir vallahi... gibi.

Fakat bilerek yaptığınız kasıtlı yeminleriniz yüzünden sizi -cezâlarıdırır- hesaba çeker.” içten isteyerek yalan yere yemin etmek karar ve kastıyla yaptığınız yeminleriniz yüzünden cezâlarıdırılacaksınız. Çünkü bu tür yapılan bir yeminde, yemin eden kimse, doğru olanın yemin ettiği şekil olmadığını, başka şey olduğunu bilerek ve isteyerek yemin etmektedir. İşte bu yemine, “ğamus yemin” diye ad verilir. Çünkü kişiyi cehennem ateşine daldırıp bırakan yemin budur.

İmâm-ı Şâfiî (rahmetüllahi aleyh) bu ayete dayanarak ğamus yemin için kefaretin vacip (farz) olduğuna hükmetmiştir. Çünkü kalbin kesbi (kazancı) demek, kesin karar ve kasıt demektir. Muaheze yani cezâlarıdırma ve hesaba çekme konusu burada bu âyette açıklanmamıştır. Bu konu Mâide Sûresinde ilgili âyette açıklanmıştır. Dolayısıyla orada yapılan bir açiklama aynen burada yapılmış bir açıklama manasında geçerli bir açıklama ve bir hükümdür.

Biz Hanefîler ise diyoruz ki; burada sözü edilen muaheze ya da hesaba çekilme olayı mutlak manadadır. Bu da zaten âhiret hayatını, cezâ yurdunu ilgilendirir, orada olacak bir husustur. Halbuki Mâide Sûresinde sözü edilen cezâ ise bu dünya ile kayıtlıdır, burada uygulanacak olan bir cezâdır. İşte bu bakımdan birinin ötekisin hamli doğru değildir, sahih olmaz.

Allah çok mağfiret eden ve azâbını erteleyendir. “Yeminlerinizdeki yanılgılarınız sebebiyle sizi hesaba çekmeyecek olandır.

226

Kâdirılarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer bu zaman zarfında eşlerine dönmek isterlerse şüphesiz Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Kâdirılarına yaldaşmamaya yemin edenlerin...” Âyetteki, (.......) kelimesi “yemin ederler” manasındadır. Nitekim bu, aynı zamanda İbn Abbâs’ın da kıfaatidir.

(.......) Cer ile mecrûra taallûk eder.

Yani, (.......) ye taallûk eder. Bu ifade âdeta, (.......) ve (.......) gibidir.

Yani; “Hanımlarından dolayı yemin edenler için... “

dört ay beklemeleri gerekir.”

Yani i'lâ maksadıyla yemin edenler için dört ay beklemeleri kararlaştırılmıştır. Bu, (.......) değildir. Çünkü bu (.......) fiili, cer edatı olan (.......) ile müteaddi olur. Meselâ, (.......) gibi. Ancak, (.......) diye bu kelimeyi (.......) cer edatıyla müteaddi olduğunu düşünmek bu âyet sebebiyle doğan bir vehimden ibârettir. Ancak burada yer alan yemin ifadesinde, bu kelime, (.......) cer edatıyla müteaddi olmuştur. Çünkü uzaklaşma manası verilmekle böyle değerlendirilmiştir. Sanki şöyle denir gibidir: “Kâdirılarından yemin ederek uzak kalırlar.”

Eğer bu zaman zarfında eşlerine dönmek islerlerse -Hanımlarına cinsel ilişkide bulunmamada ısrardan vazgeçip ilişkiye dönerlerse- şüphesiz Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” Çünkü Allah kefareti meşru kılmıştır.

227

Eğer boşamada kesin kararlı iseler, iyi bilsinler ki, Allah hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.

Eğer boşamada kesin kararlı iseler,” Eşlerine dönmezler ve sürenin bitimini beklemede kararlı iseler, “İyi bilsinler ki Allah -onların yeminlerini- hakkıyla işiten ve -niyetlerini- hakkıyla bilendir.” Bu, onların yeminde ısrarları ve tekrar dönmeyi terk etmemeleri yani, dönmemeleri açısından onlar hakkında bir tehdit manası içermektedir.

İmâm-ı Şâfiî'ye göre bunun manası, “Eğer dönerlerse” sürenin geçmesinden sonra “kesin kararlı iseler” demektir. Çünkü baştaki, (.......) harfi takip içindir.

Ancak biz Hanefîlere göre, (.......) ile (.......) ibâreleri, (.......) kavlini açıklamak içindir. Çünkü tafsil (açıklama) mahiyetinde olan bir ifade mufassal, yani açıklarıan ibâreyi takip eder. Meselâ:

“Ben bu ay sizin konuğunuzum. Eğer size karşı iyi hareket edersem yanınızda ay sonuna kadar, kalırım. Eğer öyle davranmazsam, kalmam. Ancak kaldığım kadarıyla yetinir, dönerim.”

İşte bu ifade içerisinde yer alan, (.......) harfi de aynen buradaki gibidir veya âyette geçen (.......) harfi buradakine benzer,

228

Boşanmış kadınlar tekrar evlenmeden üç hayız süresi beklesinler. Eğer gerçekten Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorlarsa, Allah'ın onların rahîmlerinde boşandığı kocasından yarattığı cenini (çocuğu) ya da hayzı gizlemeleri onlara helâl değildir. Eğer kocaları kendileriyle süresi içinde barışmak isterlerse (bu takdirde boşadıkları kadınları süresi içinde) geri almaya kendileri daha fazla hak sâhibidirler. Kâdirıların da erkekler üzerinde hakları vardır. Ancak erkeklerin, kadınlara göre hakları bir derece daha fazladır. Allah Azîzdir, Hakîmdir.

Boşanmış kâdirılar, tekrar evlenmeden üç hayız süresi beklesinler.”

Âyette, (.......) yani “Boşanmış kâdirılar'“dan kasıt, başlarından evlilik olayı geçen ve kocalarıyla cinsel ilişki olan kâdirılar demektir.

Yani, hayız ya da temizlik süresine sahip kadınlar.. İşte bu durumdaki kâdirılar, “kendi kendilerine beklerler (beklesinler)Bu cümle emir manasında bir haberdir.

Yani, “Beklerler” değil, “Beklesinler” anlamında bir haber. Zira cümlenin aslı şöyledir: “Boşanmış kadınlar beklesinler.”

Bir emrin haber şeklinde getirilmesi ise, emir manasını te'kit ve pekiştirmek ve bir an önce emre göre hareket etmenin gerektiği gerçeğini bildirmek içindir. Sanki bununla o kâdirılar bekleme emrine hemen sarılmış oldukları manası anlaşılmaktadır. Çünkü bu ifade bu gerçeğin var olduğunu bildiriyor.

Nitekim bunun benzeri insanların dualarında, “Allah sana rahmet ve merhamet eylesin.” diye söyledikleri ifadeye benzer. Alacağı cevaba güveni sebebiyle hadiseyi haber tarzında belirtti. Sanki, “Ben rahmeti elde ettim, buldum da o da bundan haber veriyor.” gibi bir ifade. Ayrıca cümlenin bir mübteda şeklinde takdimi ise yine fazladan bir tekit ve pekiştirme sebebidir. Çünkü isim cümleleri, fiil cümlelerinin aksine devam ve sebatlılık bildirirler.

Âyette, “kendi kendilerine” ifadesine yer verilmesi ise, kadınları beklemeye, iddet sürelerini beklemeye yönlendirmek ve özendirmek ve bundan kaçmamalarını sağlamak manasınadır. Çünkü kâdirılar şehevî duygular noktasından hep bir an önce erkeklere kavuşsun isterler. Bu açıdan onların nefislerine sahip olmaları, gem vurmaları, nefislerine yenilmemeleri ve dikkatli hareket etmeleri için ve aynı zamanda kendilerinden istenen bekleme sürelerini bitirmeleri için de bir icbar emridir.

(.......) Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) veya (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da “hayz” yani kâdirıların ayhali anlamına gelir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kur (aybaşı) günlerinde namazı bırak.” Bk. Darekutni, 1/212.

Yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu kavli: “Cariyenin talâkı iki boşamadır ve iddeti (beldeme süresi) de iki hayız süresidir.” Bk. Ebû Dâvud, 2189. Tirmizî,1182. İbn Mâce, 2080.

İşte bu iki hadise baktığımızda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'için iki temizlik süresi yani (.......) dememiş, hayız olarak değerlendirmiştir. Kaldı ki, şu âyet de yine buna delildir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

“Kâdirılarınız içinde adetten kesilmiş olanların bekleme süreleri hakkında şüpheye düşerseniz, onların bekleme süresi üç aydır.” Talak, 4.

Dikkat edilirse, hayız (yani ayhali) durumu (.......) ile değerlendirilmiş ve bu, temizlik ayları olarak değil hayız ayları olarak gösterilmiştir. Kaldı ki, iddet olayında yani kadının bekleme süresinde aranan nokta rahmin temize çıkması, yani gebeliğin olup olmadığının meydana çıkmasıdır. Bu ise ancak hayız yoluyla yani kadının ay hâlini geçirmesiyle-sağlarıabilir, yoksa temizlenme (tuhr) ile değil. Bunun içindir ki, cariyenin yani köle kadının istibra (arınına) durumu bir hayız ile değerlendirilmiştir. Eğer bu, İmâm-ı Şâfiî'nin dediği gibi tuhr (temizlik) manasında olsa idi bu takdirde cariyenin iddet süresi iki tam ve biraz da üçten de gün alarak kur'ile mümkün olabilirdi. Böyle olması hâlinde süre üç ay hâli süresinden daha aşağıya çekilmiş ve azalmış olurdu. Düşünün bir kez eğer adam hanımını temizliğin sonunda boşamış olsa, İmâm-ı Şâfiî'ye göre bu, kadının iddet (bekleme) süresinden sayılır, mahsup edilir. Eğer adam temizlik süresinin sonunda değil de, hayız günlerinin sonunda boşasa, bu, biz Hanefîlere göre kadının iddet süresinden sayılmaz, ona mahsup edilemez.

Halbuki (.......) kelimesi, bilinen belli bir adedin özel ismidir, yani “üç” sayısının adıdır. Dolayısıyla bu, üçten az bir mana ifade etmez, edemez.

Nitekim, kadın ayhali olunca, (.......) ve (.......) denmesi de bu açıdandır. (.......) kelimesinin mensûb olması mef'ûl-ü bih olması itibariyledir.

Yani, “Kâdirılar üç kuru'süresinin geçirinceye kadar beklesinler.” demektir. Ya da bu, (.......) kelimesi zarf tümleci olarak mensûb olabilir. Bu takdirde de mana şöyledir: “Üç kuru'müddeti süresince beklesinler.”

Temyiz olan, kuru'kelimesi yerine cem-i kılleti (azlık çoğulu) olan, “akra'“olarak değil de, cem-i kesreti (çokluk çoğulu) olan “kuru'“lafzıyla gelmiştir. Çünkü ister, “akra'“olsun, ister “kuru'“olsun her ikisi de cemi' (çoğul) oluşta genelde kullanımları itibariyle ortaktırlar. Kaldı ki, (.......) kelimesinin çoğulu olarak (.......) lâfzı daha çok kullanılan bir kelimedir. Çoğul olan “akra'“lâfzı ise daha az kullanılıyor olabilir. Dolayısıyla dilde kullanılışı az olan bu kelime sanki kullanılmıyormuş gibi değerlendinlerek bunun yerine daha çok kullanılan, “kuru'“lâfzı zikredilmiştir.

Eğer kocaları kendileriyle süresi içinde barışmak isterlerse (bu takdirde boşadıkları kadınları süresi içinde) geri almaya kendileri daha fazla hak sâhibidirler.”

Âyetteki, “Buul” kelimesi, “ba'l” kelimesinin çoğuludur. Fakat, (.......) kelimesinin sonunda bulunan, (.......) harfi, cemi' olan kelimenin müennesliğini bildirmek içindir. (.......)

Yani kâdirıların kocaları hanımlarına müracaata, dönmeye daha çok hak sâhibidirler. İşte âyetin bu kısmından delil olarak şunu anlamaktayız:

Ric'î talâk, vat'a yani cinsel ilişkiye engel değildir. Çünkü burada “boşama'“(talâk) ifadesinden sonra bile, onlardan kâdirıların kocası diye âyette söz edilmektedir. Bu da vat'için (yani cinsel ilişki için) bir mani olmadığının delilidir. (.......) yani bekleme süresi içerisinde, demektir. Bu durumda mana şöyledir:

“Eğer adam, yani koca karısına dönmek isterse, buna rağmen kadın da bu dönüşe rıza göstermez ve kabul etmezse, bu takdirde kadının sözü değil, kocasının müracaat (dönüş) konusundaki sözü dikkate alınması gerekir, vâcib olanı budur. Çünkü buna daha çok hak sâhibi ve yetkili olan kocasıdır. Ric'at konusunda kadının bir söz hakkı, dönmeme hakkı yoktur, dönmek durumundadır.”

Eğer ric'at ile kocalar ile karıları arasında barış ve anlaşmayı istiyorlarsa... “, bununla kâdirılara bir iyilik yapılması arzu ediyor ve onların zarar görmemeleri aranıyorsa bu olabilir.

Kâdirıların da erkekler üzerinde hakları vardır.” Kâdirıların erkekler üzerindeki gerekli olan hakları, Meselâ onların mehirlerinin tam olarak verilmesi, nafakalannın gereği gibi karşılanması, onlarla güzel ve insanî manada ilişkiler kurulması, kendilerine zarar verilmemesi gibi. Bunlar kâdirılara âit haklar iken bir de kocalarının da iyilikle emir ve yasaklar çerçevesinde onlara iyilikleri emretme ve kötülüklerden de onları menetme hakları vardır. Fakat bütün bunlar şerî'atın öngördüğü ve toplum arasında da gelenek olarak kabul gören şekliyle yapılmalıdır. Eşlerden hiçbiri diğerine altından kalkamayacağı ve yapamayacağı bir şeyi teklif edemez ve isteyemez, (istememelidir).

Âyette geçen, “mümaseletten” yani, (.......) den kasıt, olayın iyilik ve güzellik yani hasene'olması bakımından tarafların görevlerinin birbirine denkliği anlamındadır. Yoksa iş olarak yaptıkları şeylerin denkliği demek değildir. Meselâ kadın erkeğin giysilerini yıkadığında veya ona ekmek ve yemek yaptığında bu demek değildir ki erkek de aynen bunları yapacaktır. Böyle bir durum söz konusu değildir. Ancak bunu karşılığında da erkeklerin de onlara yakışır şekilde bir iş yapmaları demektir.

Ancak erkeklerin kâdirılara göre hakları bir derece daha fazladır.” . Hak açısından biraz daha farklıdır. Kadına karşı görev ve sorumlulukları bakımından bir üstünlüğe sahiptir. Gerçi taraflar birbirlerinden yararlanmaları, lezzet almaları noktasında her ne kadar müşterek (ortak) iseler de, evin harcamasını yapmada (infak noktasında) ve nikahı elinde bulundurmada erkek kadına nazaran bir derece daha üstündür.

Allah Azîzdir -işlerinde Allah'a asla itiraz olunamaz- ve Hakîmdir.” Allah ancak doğru ve güzel olan şeyleri emreder.

229

Boşama iki defadır. (Bundan sonrası) ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir. Hanımlarınıza vermiş olduğunuz (mehirden her hangi) bir şeyi geri almanız size helâl değildir. Ancak karı ve koca Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarlarsa başka. Eğer karı ve kocanın Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarsanız bu taktirde kadının (boşanmak için kocasına) verdiği fidye de ikisine de bir günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Sakın bunları aşmayın. Kimler Allah'ın (çizmiş olduğu) sınırları aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir.

Boşama iki defadır”

Talâk” kelimesi “boşama” manasınadır. Tıpkı “Selâm” kelimesinin “teslim” yani, selâm verme manasında olması gibidir.

Şerî'at noktasından tatlik yani boşama ayrı ayrı olmak kaydıyla bir talâkın verilmesinden sonra ikinci talâkın verilmesidir. Yoksa toptan boşamak suretiyle bir tek defada vermek demek değildir.

Yani âyette yer alan, (.......) ile belirtilmek istenen şey tesniye manasında demek değildir. Bu, tekrar anlamındadır.

Yani iki kez tekrarlarıan boşama., tekrar tekrar ard arda olan boşama demektir. Bu, tıpkı, Mülk, 4. ayinde geçen, (.......) kelimesi gibidir. Burada bu, “İki kere” demek değildir. Bu, “tekrar tekrar” demektir.

Yani, “Sonra gözünü tekrar tekrar çevir.”

İşte bu âyet bizim lehimizde bir delildir. Dolayısıyla biz Hanefîlere göre bir tek tuhr (temizlik) içinde iki ve üç boşamayı bir anda vermenin bidat olduğu, yani sünnete uygun bir boşama şekli olmadığı gerçeğidir. Bu manada âyet lehimizde bir delildir. Çünkü yüce Allah tarafından ayrı ayrı olarak talâkın (boşama fiilinin) bizden istendiği emridir. Gerçi ayete ilk bakışta bize bir haber cümlesi gibi'gözükse de bu, mana itibariyle bir emirdir. Aksi takdirde Allah'ın haberinde bu iş bunu yerine geçecek diğer bir şeye, bunun halefine döner. Çünkü bazen talâkın toptan verildiği de olabilmektedir.

Yine bir tefsire göre Ensar'dan bir kadın demiştir ki:

“Kocam bana şöyle dedi: Seni hep boşayıp duracağım ve fakat her defasında da sana ric'at ile döneceğim.”

Yani, sana hep eza edeceğim, demek istemiştir. İşte bu âyet bu olay üzerine nâzil olmuştur. “Talâk (boşama) iki defadır. “

Yani ric'î talâk art arda iki defadır. Artık üçüncü boşamadan sonra kadına müracaat (ric'at) yoktur.

(Bundan sonrası) ya iyilikle -ric'at ile- tutmak”

Yani, size düşen görev kadının hukukunu gözeterek birlikte karı koca olarak yaşamak “ya da güzelinde salıvermektir. “

Yani yeniden dönüş yapmamak, müracaatta bulunmamak suretiyle iddeti bitimi bain talâk olmuş olsun. Bir tefsire göre de, üçüncü temizliğinde onu üçüncü talâk ile boşamak suretiyle yol versin, diye değerlendirilmiştir.

Bu âyet, Cemile adındaki kadın ile kocası Sabit b. Kays b. Şemmas hakkında nâzil olmuştur. Cemile kocasına karşı hep kin güder, onu sevmezmiş; fakat kocası da aksine onu severmiş. Hanımı onunla olan evliliğinden kurtulmak için kendisini boşamak kaydıyla kendisine âit olan bahçesini hul'suretiyle kocasına verir ve böylece ondan boşanmasını sağlar. Bu olay, İslâm'da ilk olarak meydana gelen, “hul” olayıdır. Bk. Önceki kaynak, 2/461.

-Ey kocalar veya ey hakimler!- Hanımlarınıza vermiş olduğunuz (mehirden her hangi) bir şe)d geri almanız size helâl değildir.” Âyetin hükmü içerisinde, “ey hakimler! “ifadesinin de yer alması, herhangi bir anlaşmazlık sonucunda onlara başvurulması ve hakların onlar tarafından alınıp verilmesinde emrin onlar tarafından verilmesi sebebiyledir. Bu durumda sanki alan ve verenler onlar imiş gibi olay değerlendirilmiştir.

Ancak karı ve koca Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarlarsa başka.”

Yani eşlerin, birbirlerine karşı yapmaları gereken görevlere riayet edemeyeceklerine ve Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyeceklerine dair bir bildikleri var ise, Meselâ kadının huysuzluğu, ahlâkî kurallara uymaması, haksızlıkta direnmesi gibi bir durumun varlığı hâli bundan müstesnadır, bunun dışındadır.

Eğer karı ve kocanın Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarsanız bu taktirde kadının (boşanmak için kocasına) verdiği fidye de ikisine de bir günah yoktur.”

(.......) kısmını verirken “Ey yetkililer, veliler, hakimler” diye açıklanması ile âyetin bu kısmı ile bunlardan, önceki kısmı yani; ey kocalar, diye belirtilen kısmı ile de gerçekten kocaların kastedilmiş olması da câizdir (mümkündür).

Âyetin bu kısmında belirtildiği gibi kocanın boşanma karşılığında karısından bir fidye almasında ve karısının da bunu gönül rahatliğiyla vermesinde herhangi bir vebal ve günah yoktur. Çünkü kadın bununla hul'suretiyle kendisini evlilik bağını mehirinden verdiği bir kısım karşılıkla sona erdirmiş oluyor.

Kırâat imâmlarından Hamza, meçhul olarak, (.......) şeklinde okumuştur ve (.......) ifadesini de zamîr olan elif harfinden bedel yapmıştır ki, bu bedel-i istimaldir. Tıpkı, (.......) gibi.

İşte bunlar -Nikah konusunda çizilen sınırlar, yemin, iyla, boşama, hulu've daha başka hususlar gibi hepsi- Allah'ın sınırlarıdır.”

“Saları bunları -karşı çıkarak- aşmayın.” Kimler Allah'ın (çizmiş olduğu) sınırları aşarsa, işte onlar zalimlerin -kendi kendilerine zarar verenlerin- ta kendileridir.”

230

Eğer (koca ikinci talâktan sonra hanımını üçüncü talâk ile) boşarsa, o kadın bir başka erkekle evlenip ondan boşanmadığı müddetçe tekrar (ilk boşanmış olduğu) kocasına helâl olmaz. Eğer bu ikinci kocası da (aralarında bir anlaşma söz konusu olmaksızın) kadını boşar ve kadın ile boşandığı ilk kocası, Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemeyeceklerine inanırlarsa yeniden evlenmelerinde taraflar için bir sakınca yoktur. İşte bunlar kendini bilen ve gereğini yapmak isteyen kimseler için Allah'ın açıkladığı sınırlardır.

Eğer koca (ikinci talâktan sonra hanımını üçüncü talâk ile) boşarsa,” İlk iki talâkı verdikten sonra üçüncüsünü de verirse,

Eğer sen, “Biz Hanefîlere göre, hul'talâk (yani boşama)dır, nitekim HANEFÎ'nin de bir görüşüne göre de bu bir boşamadır, sanki bu anlatıları ise dördüncü bir boşama oluyor gibi.” diye bir soru yöneltecek olursan, benim vereceğim cevap şöyle olur:

“Evet hul'u bir talâk yani boşamadır; fakat bu, bir bedel karşılığında olan bir boşama olup, dolayısıyla bu da üçüncü talâk olmuş olmaktadır. İşte bu ise, onu açıklar mahiyettedir.

Yani bu şu demek olur:

“Eğer koca karısına, bir bedel karşılığında üçüncü boşamasını da verirse...”

Bu boşanmış kadının eski, yani boşanmış olduğu kocasına yeniden helâl olması için hüküm ise şöyledir:

O kadın -üçüncü boşamadan sonra- bir başka erkekle evlenip ondan boşanmadığı müddetçe tekrar (ilk boşanmış olduğu) kocasına helâl olmaz.” Nasıl ki evlilik erkeğe isnat ediliyorsa bu âyette görüldüğü gibi nikah fiili kadına da aynen isnat olunmuştur. Tıpkı tezevvüc (evlenme) gibi. Bu ayetten delil olarak şu hükmü de elde edebiliyoruz: Evlenme akdi (sözleşmesi) sadece kadınm buna rıza göstermesiyle de nikah, yani evlilik geçerlidir. Ayrıca velinin iznine gerek yoktur.

Bir de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in (.......) yani “balçağız” hadisini göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bu hadise göre boşanan bir kadının evlendiği ikinci kocasıyla mutlaka aynı yatağı paylaşmaları ve aralarında cinsel ilişkinin de gerçekleşmiş olması şarttır. Nitekim bu bir fıkıh usulü hükmü olarak bilindiği gibi konuya ilişkin detay bilgiler fıkıh kitaplarında yer almaktadır, dileyen oralara bakabilir. Çünkü fıkıh açısından durum şöyledir:

Koca, karısını kesin boşayınca artık bundan böyle pişmanlık duymanın kurtuluş için bir çare olmayacağıdır. Artık hanımı kendisi için helâl olmaz. Kendisine helâl olabilmesi için mutlaka duhul gerekir.

Yani yeniden başından bir evliliğin geçmesi ve bu evlilikte kadın ve yeni evlendiği kimsenin kan koca olmaları, aralarında cinsel ilişki olması şartı vardır. İşte koca bunu bilmelidir ki; böyle bir boşamaya kolay kolay kalkışanlasın.

Eğer bu ikinci kocası da (aralarında bir anlaşma söz konusu olmaksızın) kadını -vat'ından, yani cinsel ilişkiden sonra- boşar” kadın ile boşandığı ilk kocası Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemeyeceklerine inanırlarsa -birbirleriyle- yeniden evlenmelerinde taraflar için bir sakınca yoktur.”

Yani eski kocası ile karısı aralarında evlilikle alâkalı karşılıkla haklara uyacaklarına dair bir inançları var ise evlenebilirler.

Âyette, (.......) ifadesi kullanıldı, bunu yerine, “bilirlerse” denmedi.

Yani, “Her ikisi evlilikle ilgili hakları yerine getireceklerini bilirlerse” diye âyette geçmedi. Çünkü yakinî anlamda kesin bilgiyi Allah'tan başkası bilemez. Bu, insanlar için bir ğayb yani bilinemezdir. Bu açıdan “bilme” fiili yerine, “zanne” fiiline yer verildi.

İşte bunlar kendilerini bilen ve gereğini yapmak isteyen kimseler için Allah'ın açıkladığı sınırlardır.” Kendilerine açıklananları anlayabilecek kimseler için ...

(.......) kelimesi Mufadd'al İbn Muhammed Dabbi tarafından (.......) harfiyle, (.......) olarak da kırâat olunmuştur.

231

(Ey kocalar!) Hanımlarınızı (ric'i talâk ile) boşayıp onlar da iddet (bekleme) sürelerini tamamlamışlarsa bundan böyle ya onları meşru sınırlar içinde yanınızda tutun ya da güzellikle (önlerinden çekilip) bırakın. Ancak sırf onlar zarar görsünler ve rahatsızlık çeksinler diye onlara haksızlık ederek hanımlarınızı yanınızda alıkoyup sınırları aşmayın. Kim böyle bir iş yaparsa kesinlikle kendi kendine yazık etmiş olur. Sakın Allah'ın âyetlerini (hükümlerini) alay ve eğlence konusu etmeyin. Allah'ın size verdiği hidâyet ve İslâm nimetini, size kendisiyle öğüt vermek için indirdiği Kitap ve hikmeti hatırlayın. (Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ederek) Allah'tan korkun. Ve iyi bilin ki; Allah, her şeyi (tüm incelikleriyle) bilendir.

(Ey kocalar!) Hanımlarınızı (ric'i talâk ile) boşayıp onlar da iddet (bekleme) sürelerini tamamlamışlarsa, “İddetlerinin sonuna erişmişler ve nihayete erdirmek üzere iseler, “Bundan böyle ya onları meşru sınırlar içinde yanınızda tutun ya da güzellikle (önlerinden çekilip) bırakın.”

Yani; ya kadına tekrar dönüş (müracaat) ile ona herhangi bir zarar verme isteği olmaksızın normal sınırları korumak maksadıyla evliliği sürdürün ya da iddeti, yani bekleme süresi bitene kadar bırakın, dokunmayın, böylece herhangi bir zarara uğramaksızm bain talâk ile boşanma meydana gelmiş olsun.

Ancak sırf onlar zarar görsünler ve rahatsızlık çeksinler -böylece fidye ödemek zorunda kalsınlar- diye onlara haksızlık ederek hanımlarınızı yarımızda alıkoyup sınırları aşmayın.” Buradaki, (.......) kelimesi ya mef'ûl-ü lehtir veya hâldir.

Yani, onlara zarar vererek, demektir.

Eskiden adam hanımını boşar ve ilgilenmez, öylece bırakır, daha sonra iddet (bekleme) süresinin bitimine az bir zaman kala, ric'at ile hanımına tekrar dönerdi. Bu hareketi ona olan ihtiyaçtan dolayı değil de sırf o kadını zorlamak, sıkıntı ve mecburiyet karşısında bırakmak için böyle bir yola başvurur. Yeniden boşar, tekrar müracaat eder ve böylece kadının evli mi boşanmış mı olduğu bilinemez. Kadın da bundan ötürü büyük zarar çeker ve sıkıntı içinde kalır. İşte bu şekilde kadını tutma olayına zarar verme ismi verilir. Çünkü kocanın amacı ya kadına zulmetmek veya boşanma karşılığında kadının melihinden ya da malından bir şeyler elde etmektir. İşte bu, yanlıştır, zulümdür.

Kim böyle, bir iş yaparsa -sırf kadın zarar görsün diye tutarsa- kesinlikle kendi kendine yazık etmiş -kendisini Allah'ın ikabına ve azâbına arzetmiş- olur.”

“Sakın Allah'ın âyetlerini, (hükümlerini) alay ve eğlence konusu etmeyin.”

Yani, Allah'ın âyet ve hükümlerine ciddi anlamda sarılın ve onları ciddi manada hayatınıza uygulayın. Onlar ne istiyorsa aynen isteneni yerine getirin. Tam anlamıyla ve gereği gibi o hükümlere riayet edin. Aksi takdirde siz onları alay ve eğlenceye almış olursunuz, bu duruma düşersiniz. Nitekim verilen emir konusunda ciddiyetsiz olarak hareket eden ve umursamayan kimseye sen bunu oyuncak mı, eğlence mi kabul ediyorsun, diye uyarırlar.

Allah'ın size verdiği hidâyet ve islâm nimetini -Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini,-” Size kendisiyle öğüt vermek için indirdiği kitap -Kur'ân'ı- ve hikmeti –Sünneti- hatırların.”

Yani; bundan dolayı Allah'a şükretmek ve istenen hakları da uygulamakla Allah'ı anın. (.......) hâldir.

(Allah'ın) sizi imtihan ettiği konulardaki- (emir ve yasaklarına riayet ederek) Allah'tan korkun. Ve iyi bilin ki Allah, her şeyi (tüm incelikleriyle) bilendir.” Allah'ı anıp anmadığınızı, emirlerine bağlı olarak kendisinden sakınıp sakınmadığınızı, öğüt alıp almadığınızı ve daha başka her şeyi en iyi bilendir. Şüphesiz bu, en beliğ, en net ve en açık ve aynı zamanda en mübalağalı bir söz verme ve bir tehdit içeren bir ifadedir.

232

(Ey kocalar!) Hanımlarınızı boşayıp onlar da iddet (bekleme) sürelerini bitirdiğinde, aralarında iyilikle anlaşmaları hâlinde onları boşayan kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte içinizden Allah'a ve âhiret gününe îman edenlere bununla öğüt verilmektedir. Bu sizin için daha iyi ve daha temizdir. Allah bilir; fakat siz bilmezsiniz.

(Ey kocalar!) Hanımlarınızı başarıp onlar da iddet (bekleme) sürelerini bitirdiğinde,” Bu âyetin baş tarafı ile bir önceki âyetin baş tarafı ibâre bakımından aynı olmakla beraber anlam gelişimi içerisinde değerlendirildiğinde, orada geçen, (.......) ile burada geçen, (.......) ifadelerinin iyice dikkat edilmesi hâlinde farklı anlamlarda oldukları göze çarpar. Bu âyette nikahtan söz edilmektedir. Nikah olayı ise ancak iddet bitiminde olabilir. Halbuki ilk âyette ise ric'atten söz edilmektedir. Ric'at ise ancak iddet süresi içinde olabilir.

aralarında -dünür olan erkek ile kadın- iyilikle -din açısından uygun görülen hususlarda ve yerine getirilmesi insanlık şartı olan konularda, mehri misli vermede veya denklikte- anlaşmaları hâlinde -kâdirılar da buna arzulu iseler- onları boşayan kocalarıyla -yeniden- evlenmelerine engel olmayın.” Kaldı ki; velilerden birinde burada ifade edilen denklikler yoksa bu bir saldırı sebebi olabilir.

(.......) kelimesi, kâdirılara engel olmayın, onları men etmeyin, demektir. (.......) kelimesi, men etmek, baskı kullanmak manasınadır.

Bu âyet aynı zamanda kâdirıların kendi nikahlarını akdetmede, kıymada sözlerinin geçerli olduğuna da işaret bulunmaktadır.

Buradaki hitap ya da uyarı, iddet durumunun bitiminden sonra sırf zulüm olsun ve ezilsinler diye hanımlarına baskı yapan, önlerinde evlenmelerine engel oluşturan kötü niyetli kocalar içindir. Çünkü bu kötü niyetli kocalar kâdirıların diledikleri başka erkeklerle evlenmemeleri için bir türlü onların önünden çekilmiyor.

Yani; kadın ne evli gibi oluyor, ne de bekar. Bu sesleniş öylece ortada bırakıp zulmeden kocalaradır. Dolayısıyla iyi niyetle ve isteyerek tekrar bu kâdirılarla evlenmek isteyen ve onlara iyi davranacaklarını belirten iyi niyetli olanlara da mani olmayın.

Âyette “zevçler: eşler, kocalar” ifadesine yer verilmesi sonuçta biri diğerinin eşi olması bakımındandır. Ya da bu hitap, kâdirıların yeniden kocalarına dönmek istemeleri hâlinde buna engel olmak isteyen velilere bir uyarıdır. Çünkü; o evlenmek istedikleri kimseler bu kâdirıların eşleridirler. Zaten bu bakımdan da kocaları ismi kullanılmıştır. Bunlar ise buna mani oluyorlar. Evet bu ismi almıştır.

Âyet sahabeden Ma'kil b. Yesar hakkında nâzil olmuştur. Çünkü bu zât, kız kardeşine ilk kocasına varmaması için baskı kurmuştu. Ya da genel manada herkes içindir.

Yani, aranızda olabilecek şeylerde herhangi bir baskı ve engel bulunmasın. Çünkü; aralarında böyle bir durum eğer var ise, onlar da buna rıza gösteriyorlarsa, dolayısıyla bu kimseler de aynen baskı kuranlar hükmündedirler.

/şfc içinizden Allah'a ve alıiret gününe îman edenlere bununla öğüt verilmektedir.” (.......) ile olan hitap ya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) edir veya herkes içindir. Çünkü yapılan öğüt kendilerine faydalı olabilir.

“Bu -baskıyı terk etmek ve zarar vermek- sizin için daha iri ve daha temizdir -üstün ve güzeldir- “Çünkü sizi günah kirlerinden arındırır.

-Temizlenme ve arınınayı- Allah bilir. Fakat siz -bunları- bilmezsiniz.”

233

Emzirme sürelerini tamamlamak isteyen kimse için (boşanmış ya da boşanmamış) anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Annelerin meşru şekildeki yiyecek ve giyeceklerinin sağlanması baba tarafına âittir. Bir kimse ancak gücünün yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne çocuğundan dolayı ve hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarar görmesin. Ve babanın mirasçısına da aynı görev düşer. Eğer ana ve baba birbirleriyle anlaşmak suretiyle çocuğu iki yıldan daha az veya fazla bir sürede sütten kesmek isterlerse her ikisine de bir vebal yoktur. Eğer çocuklarınızı süt anneye verip emzirtmek isterseniz, kendisine vermekte olduğunuz ücretini iyilikle vermek kaydıyla, bunda da size herhangi bir vebal yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.

Emzirme sürelerini kmıamlamak isleyen kimse için (boşanmış ya da boşanmamış) anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler.”

(.......) tıpkı, (.......) fiilinde olduğu gibi te'kit eden emir manasında haberdir. Bu emir ya “nedip” manasında, yani mendup anlamında bir emirdir. Ya da, bebek annesinin memesinden başka bir kadının memesini emmeyi kabul etmiyorsa vucûp anlamında bir emirdir. Veyahut da çocuk için bir süt anne bulunamıyorsa, ya da çocuğun babası süt annenin ücretini ödemekten âciz ise yine vucûp ifade eder. Yahut burada geçen, “anneler” den boşanmış anneler murat olunmuş olabilir. Bunlara nafaka vermenin ve giyimlerinin karşılanmasının vucûp sebebi emzirme için olabilir. (.......) kelimesi zarftır. (.......) kelimesi de tam, bütün manasına olup te'kit içindir ve bu müsamaha verilen süredir. Meselâ; “Sen filân kimsenin yanında iki yıl kalmak istiyordun ve fakat iki yılı tamamlamadın.” gibi bir ifade.

Yani; burada kişi dilerse iki yılı tamamlar, dilerse tamamlamadan da ayrılabilir. Âyetteki de buna benzer bir ifadedir.

(.......) Âyetin- bu kısmıyla yani, “Emzirme sürelerini tamamlamak isteyenler için” ifadesiyle bu hükmün kimlere yönelik olduğu belirtiliyor.

Yani; bu hüküm, emzirme süresini tamamlamak isteyenler içindir.

Özet olarak anlatmak istersek, baba çocuğunu emzirtmekle yükümlüdür. Annenin böyle bir emzirme sorumluluk ve yükümlülüğü yoktur. Bu itibarla baba, çocuğunu emzirecek bir süt anne bulmakla görevlidir, yükümlüdür. Meğerki çocuğun öz annesi kendi arzu ve isteğiyle çocuğunu karşılıksız olarak emzirmek istesin. Bu, müstesna. Kadın çocuğunu emzirmeye teşvik edilse de ancak onu emzirmesi için üzerinde baskı kurulamaz. Ancak kadın halen eş olarak kocasıyla beraber ise veya iddet süresini bekliyorsa bu takdirde kendi çocuğu için ücret istemesi ya da ücretle tutulması câiz olmaz.

Annelerin meşru şekilde yiyecek ve içeceklerinin -aşırıya kaçmaksızm ve olması gerekenden de kısmaksızın- sağlanması baba tarafına âittir.” (.......) kavlinde yer alan, (.......) deki (.......) zamîri, (.......) manasındaki, (.......) harfine râcidir. Bunun da takdiri şöyledir: “Kendisi için çocuk dünyaya getirilen -ki bu da babadır.-”

(.......) tıpkı, (.......) Fâtiha, 7. âyetinde geçen, (.......) de olduğu gibi fâil olarak raf mahallinde gelmiştir.

Burada âyette, (.......) denildi ve fakat, (.......) denmedi. Bunun sebebi çocuğu doğuran annelerdir ve onlar da çocukların babaları için onları doğururlar. Çünkü; çocuklar babalarına aittirler ve soy (nesep) babalarına âittir, kâdirılara değil. Bu itibarla kocaların o anneleri yedirmeleri ve giydirmeleri, onlar çocukları emzirdikleri sürece tıpkı süt anneler gibi çocukların babalarına âittir. Görmez misin Allah onu, yani babayı, bu mana burada olmadığı hâlde “valid” diye zikretmiştir. Bu da Rabbimizin şu kavlinde yer almaktadır:

“Ey İnsanlar! ... Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyebileceği günden çekinin.” Lokman, 33.

Dolayısıyla israfa kaçmamanın ve aşırı kısmamanın tefsiri de şimdi geliyor. Bu da: “Taraflardan hiçbirisi diğerini gücünün üzerinde bir ödeme yapmaya zorlamamalı ve zarar vermemelidir.”

Bir kimse anca/i gücünün yettiğinden sorumlu tutulur.” Gücü neye yetiyorsa o kadarı istenir. İmkanları neye elveriyorsa imkanı ölçüsünde istenir.

Teklif, ya da sorumluluk, külfet konusunda sorumluluk altında tutulacak ve buna mecbur kılınacak şeyi vermeye sahip olmasıdır. Dolayısıyla böyle bir imkana sahip olana sorumluluğu yüklenilir. (.......) kelimesinin mensûb olması istisna ile değil, (.......) kelimesinin ikinci mefulü olması hasebiyledir. Ancak istisna edatı olan, (.......) iki mefûl arasına girmiştir.

Hiçbir anne çocuğundan dolayı zarar vermesin.”

(.......) kelimesini İbn Kesîr, Ebû Amr, Ya'kûb (.......) harfinin ref'i, yani ötresiyle olmak üzere, (.......) şeklinde okumuşlardır. Bunun manası ise nehiydir. Hem malum, hem meçhul bir fiil olması ihtimali vardır. Kelimenin aslı, ya (.......) harfinin kesri (esresi) ile, (.......) dur veya (.......) harfinin fethi (üstünü) ile, (.......) dur. Diğer kırâat imâmları ise, âyette olduğu gibi, (.......) olarak nehiy anlamında kırâat etmişlerdir. Kelime aslında, (.......) idi. Burada ilk (.......) harfi sakin hale getirildi, sakin hale gelen bu harf ikinci (.......) harfine idgam yapıldı. Bu defa iki sakin harf birleşince, sükun sebebiyle ikincisi fetha ile harekelendi ve kelime, (.......) şeklini aldı.

(.......) demek, “Hiçbir anne çocuğu sebebiyle kocası -na zarar vermesin.” Çocuğa hep sert muamelede bulunmakla, kocasına zorluk çıkarmakla, adalete varmayan ölçülerde yedirme ve giydirme ihtiyaçlarını istemekle, çocuğu sebebiyle kısıntıya gitmesine yol açacak şekilde kocanın kafasını hep onunla meşgul bırakmakla, bebek kendisine iyice alıştıktan sonra annenin, bu çocuk için bir süt anne bul, diye zorlamakla ve benzeri şeylerle zarar vermesin.

ve hiçbir baba çocuğu yüzünden zarar vermesin. “

Yani kendisi için çocuk dünyaya getirilen baba da çocuğu sebebiyle hanımına zarar vermesin. Ona vermesi gereken yiyecek, içecek ve giyeceklerinden vermemek suretiyle ya da kadın çocuğunu emzirmek istediği hâlde onu ondan alarak ona bir zarar vermesin.”

Eğer, (.......) kelimesi meçhul kabul edilirse bu takdirde mana, kadının kocası tarafından uğrayacağı bir zarardan kaçınılması yasağı getiriliyor.

Yani; kadın kocası tarafından böyle bir sıkıntıva maruz bırakılmasın, demektir. Bir de hanımı tarafından kocaya çocuğu bahane edilerek herhangi bir zarara sokulmasın, demektir.

Ya da, (.......) kelimesi, (.......) manasında olabilir. (.......) kelimesindeki (.......) harfi de bunun sılası, yani ilgi cümleciği durumundadır. Bu itibarla mana şöyle olmaktadır:

“Anne çocuğunun gıdasına önem vermeyip, bu konuda yapması gerekenleri yapmayarak, çocuk kendisine iyice alıştıktan sonra onu babasının üzerine atıp bırakarak zarar vermesin, böyle bir yanlışın içine girmesin.”

“Aynı şekilde baba da çocuğunu hanıminin eline bırakarak, çocuğa karşı yerine getirmesi icabeden hakları yerine getirmeyerek, bu açıdan kadının alması gereken haklarından da kısarak ve kadının da buna bağlı olarak çocuğun haklarından kısmaya sebep olabilecek bir davranışın içine girmek suretiyle çocuğunun annesine zarar vermesin.”

Âyette, (.......) ve (.......) yani “annenin çocuğu “ve “babanın çocuğu “ifadelerinin yer alma'neâeni şudur: Kadının zarar vermekten yasaklanması sebebiyle şefkat ve merhamet duygularının kabarması bakımından çocuk orada anneye izafe edilirken, beride de, aynı amaçla çocuk babaya izafe edilmiştir.

Ve babanın mirasçısına ela aynı görev düşer.”

Âyetin bu kısmı, (.......) kavli üzerine ma'tûftur. Bu son cümle ile bu cümle arasında yer alan kısım ise, (.......) kelimesini açıklama mahiyetindedir ve ma'tûf ile ma'tûfun aleyh arasında mutarize (parantez) cümlesidir ya da yan cümleciktir. (.......) yani; sabinin varisi olanlar da, çocuğun babasının olmaması durumunda, baba hayatta iken, nasıl ki yedirme ve giydirme ile alâkalı konularda sorumlu idiyse, ayını görevleri yerine getirmekle yükümlü ve sorumludurlar.

Ancak bu konuda ihtilâf, yani farklı görüşler vardır. İbn Ebû Leyla’ya göre çocuğa varis olan herkes bu görevle yükümlüdür. Biz Hanefîlere göre çocuğun mahremi olanlardan mirasçı olanlar öncelikli olarak bu sorumluluğu almak zorundalar. Herkesten önce nafaka ve bakımı bunlar üstlenmekle mükelleftirler. Çünkü Abdullah b. Mesud'un kırâatine göre hüküm bu şekilde ortaya çıkıyor. İbn Mesud'un kırâati de şöyledir:

(.......) İşte bu kırâate göre, bebeğin mahremi manasındaki yakın akrabası mirasçı olmaları bakımından, yedirme ve giydirme ile alâkalı nafaka bu mirasçılara âittir. Ancak İmâm-ı Şâfiî'ye göre çocuk ile onun arasında vilâdet (doğum) itibariyle akrabalık bağı bulunanlar nafaka ile yükümlüdürler. Bunlar dışında kalanlara nafaka sorumluluğu yoktur.

Eğer ana ve baba -kendi aralarında- birbirleriyle anlaşmak sureliyle çocuğu iki yıldan daha az veya fazla bir sürede sütten kesmek isterlerse her ikisine de -bu konuda- bir vebal yoktur.”

Yani; bu süre iki yoldan ister eksik, ister fazla olsun bir sakınca yoktur. Bu, şüphesiz getirilen sınırlamadan sonra bir genişliktir.

Teşavur, danışma, bir görüşü ortaya çıkarmak içm çaba göstermek demektir. Meselâ; süzme bal elde etmek için, (.......) denir ki, balı süzüp çıkardım, demektir. Burada bu ifadeye yer verilme nedeni, karşılıklı hoşnut kalınması durumu ve memnuniyetin bir düşünme, fikir yorma sonucu meydana çıkabileceğini göstermek ve hatırlatmaktır, henüz emmekte olan bebeğin zarar görmemesini sağlamaktır.

Büyükleri tedip eden, onlara edebi öğreten, küçükleri ihmal etmeyen Rabbimi tüm eksikliklerden tenzih ederim. Çünkü, karı ile kocanın her ikisinin ittifaklarına değer veriyor. Zira babanın soy ve velayet hakkına, annenin de şefkat ve titizlik hakkına uyuluyor.

Eğer çocuklarınızı süt anneye verip emzirtmek isterseniz, kendisine -süt annelere- vermekte olduğunuz ücretini iyilikle vermek kaydıyla, bunda da size herhangi bir vebal yoktur.”

(.......)

Yani, çocuklarınız için... Bu, Zeccâc'dan gelen tefsirdur. (.......) fiilinin, (.......) fiilinden nakledildiği söylenmiştir. Nitekim, (.......) ve (.......) denir.

Yani; kadın bebeği emzirdi ve ben o kadına bebeği emzirttim, demektir. Bu kelime iki mefule müteaddidir, yani iki mef'ûl alır.

Yani bu şu demektir: “Süt annelerine çocuklarınızı emzirmek isterseniz. “Burada iki mef'ûlden biri hazfedilmiştir.

Yani; anneden başka, eğer anne emzirmek istemezse veya âciz kalırsa, demektir. “Ücret olarak onlara vermek istediğinizi. “demektir. Bu kavli kırâat imâmlarından İbn Kesîr, (.......) olarak okumuştur. Bu, birine iyilikte bulunmak, ona ihsanı ulaştırmak, demektir. Nitekim Rabbimizin şu kavli de buna bir örnektir:

“Şüphesiz O’nun va’di yerini bulacaktır.” Meryem, 61.

Bu âyette geçen, (.......) kelimesi “mef'ûlen” demektir; yani yerini bulmuştur, anlamındadır. Ücretin teslimi cevaz için şart olmayıp menduptur. (.......) kelimesi, (.......) kelimesine mütealliktir.

Yani, “Süt annelere ücretlerini güzellikle ve gönül huzuruyla, mutlu bir şekilde teslim ettiğinizde...” demektir.

Allah'tan korkun ve bilin ki; Allah, Yaptığınız her şeyi görmekledir.Hiçbir işiniz ve yaptığınız Allah'a gizli kalmaz ve Allah sizi yaptığınız o şeylerden dolayı cezâlarıdırır ya da ödüllendirir.

234

İçinizden eşlerini geride bırakarak vefat edenlerin eşleri (evlenebilmeleri için) kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. Onlar söz konusu sürelerini bitirdiklerinde, kendileri ile ilgili meşru olarak yaptıkları şeyler konusunda size herhangi bir günah ve vebal yoktur. Allah her yaptığınızdan haberdardır.

“İçinizden eslerini geride bırakarak vefat edenlerin eşleri (evlenebilmeleri için) kendi kendilerine dört ay on gün beklerler.”

(.......) Âyette geçen (.......) kelimesini ele alalım. Herhangi bir şeyin tam ve eksiksiz olarak alınması hâlinde, (.......) ve (.......) denir; ki bu, “Ben o şeyi tastamam, eksiksiz olarak aldım. “manasınadır.

Yani, onların ruhları (canları) tamamen alındığında, öldüklerinde, demektir.

(.......) kelimesi de terk ederler, bırakırlar, anlammadır. (.......)

Yani; içinizden kocaları ölen kadınlar beklerler.

Yani, iddet (bekleme) sürelerini beklerler. Veya bunun manası şöyle olabilir: “Onların ölümlerinden sonra eşleri kendi kendilerine beklerler. “İşte burada, “Onlardan sonra/ölümlerinden sonra” ifadesi mahzûftur, açık olarak âyette yer almamıştır. Çünkü; “Bundan sonra” ifadesinin zaten, konuşmanın ya da mananın seyri içinde böyle geldiği bilinmektedir. Ancak yine de bunun takdir edilmesine gerek duyulmuştur. Zira haber olarak gelen bir cümlede mutlaka mübtedaya râci bir zamîrin olması gerekmektedir.

(.......) kelimesi Mufaddal İbn Muhammed Dabbi tarafından, (.......) olarak kırâat olunmuştur.

Yani, “ecellerini bitirenler” demektir.

Dört ay ve on” . İşte buradaki “on” sayısıyla belirtilmek istenen gecesi ve gündüzüyle birlikte dört aydan sonra ayrıca artı on gün de buna ilâve olarak tam dört ay on gün müddetle bekleyip iddetlerini bitirmiş olacaklar. Burada ayrıca on ifadesinden sonra günler manası anlaşılacağından yeniden buna bir hatırlatmada bulunmaya gerek yok, Meselâ, “On oruç tuttum.” denilince bu, “On gün oruç tuttum.” manasında olur. Şayet böyle bir hatırlatmada bulunulursa kurala uygun davranılmamış olunur.

Onlar söz konusu sürelerini, -iddetlerini- bitirdiklerinde,” Kendileriyle ilgili meşru olarak -şerî'at tarafından yadırganmayacak bir tarzda nişan ve evlenme hususunda- yaptıkları, şeyler konusunda -ey idareciler ve hakimler- size herhangi bir günah ve vebal yoktur.” Kaldı ki; Allah her yaptığınızdan haberdardır. “İçinizden geçen tüm gizli sırlarınızı bilir.

235

(Bekleme sürelerini tamamlamakta olan bu) kâdirılarla evlenme hususundaki niyetlerinizi üstü kapalı bir şekilde aktarmanızda veya içinizde saklı tutmanızda size bir günah yoktur. Sizin onları mutlaka anacağınızı (evlenmeyi içinizden geçireceğinizi) muhakkak Allah bilir. Ancak onlara karşı hislerinizi gizlilik içinde bildirmek yerine, kendileriyle en uygun bir şekilde görüşüp konuşun. Kesin olarak beklenmesi istenen süre bitmeden sakın nikah kıymaya kalkışmayın. Bilin ki; Allah içinizden geçeni bilir. O hâlde Allah'a karşı çıkmaktan sakının ve iyi bilin ki; muhakkak Allah, mağfireti sonsuz olan ve cezâlarıdırmada acele etmeyendir.

“Bekleme sürelerini tamamlamakta olan bu kâdirılarla evlenme hususundaki niyetlerinizi üstü kapalı bir şekilde aktarmanızda viya içinizde saklı tutmanızda size bir günah yoktur.” (.......) evlenme teklifi ve nişanlanma, sözlenme manasınadır.

Tariz ise; Kişin kadına: “Sen gerçekten güzelsin.” , “Sen sâliha, dini bütün bir hanımsın.” , “Ben evlenmek istiyorum.” türünden o kâdirıla evlenmeyi istediği izlenimini verecek sözler sarfetmektir. Böylece eğer o kadın da onunla evlenme arzusunu duyuyorsa kendisini ona göre hazırlaması açısından bir işarettir. Yoksa açık seçik olarak bir evlenme teklifi, nikah isteği değildir ve bunu yapmamalıdır.

Yani kişi, “Ben seninle evlenmek istiyorum.” türünden laflar etmemelidir. O hâlde kinaye ile tariz arasındaki fark nedir?

Kinaye: Bir şeyi asıl söylenmesi gereken kelime (ifade) ile değil de bir başka lâfızla belirtmektir.

Tariz: Asıl maksat hakkında hiçbir şey söylemeksizin konuşmasıyla karşıdakinin bununla ne denmek istendiğini anladığı sözdür. Meselâ; ihtiyaç sâhibi bir kimsenin ihtiyacını karşılayacağına inandığı bir kimsenin yanına varıp: “Şöyle bir geçiyordum, sana da bir selâm vereyim, şu güzel soylu ve nurlu yüzüne bakayım istedim.” gibisinden bir konuşma tarizdir. Halbuki adamın maksadı ona ihtiyacını bildirmektir. Karşıdaki de gelenin maksadım anlar ve gereğini yapar. Nitekim şâir der ki:

Burada maksat selâm vermek ise de asıl gaye yardım isteğidir. Bu itibarla âdeta söylenen ifadede bir gaye için geldiği zaten kendisini göstermektedir. Ben selâm vermek istiyorsam da, sen de bir isteğim olduğunu anla ve gereğini yap, gibi...

(.......) ne tariz yoluyla olsun ne de açık bir şekilde olsun söyleyemeyip içinizde gizlediğiniz şeylerden dolayı da sizin için bir vebal söz konusu değildir.

Allah, sizin onları mutlaka anacağınızı (evlenmeyi içinizden geçireceğinizi) muhakkak bilir.” Sizin onları hiç aklınızdan çıkarmayıp hep hatırlayıp duracağınızı ve bunu onlarla konuşmaktan geri durmayacağınızı da Allah muhakkak bilmektedir. O hâlde onları hatırlayın, ama...

Ancak onlara karsı ilişlerinizi gizlilik içinde -gizlilik içinde olacak şeylerden olan cinsel ilişki anlamında- bildirmek verine kendi/erirle en uygun bir şekilde -iddet süresi içinde söylememek ve ben bu cinsel ilişkiyi de bilirim gibisinden olmamak kaydıyla- görüşüp konuşun.”

Yani; tariz yoluyla konuşun, fakat serahat anlamında bir şey söylemeyin.

(.......) edatı, (.......) kavline mütealliktir.

Yani, “Onlarla kesin bir evlenme ve ilişki anlamında söz almayın. Ancak şerî'at bakımından hoş karşılarıan ve münker olmayan (yasaklanmayan) bir sözleşme ile onlarla görüşün. “demektir.

kesin olarak beklenmesi istenen süre bitmeden sakın nikah kıymaya kalkışmayın.” Âyetteki, (.......) fiili, bir şeye kesin karar vermek, azmetmek demek olan, (.......) fiilinden alınmadır. Burada özellikle (.......) kelimesine yer verilmesi, nikah yani evlenme akdinden kesin olarak uzak kalınması gerçeğine dikkat çekilmesi içindir. Çünkü azim bir şeyi işlemeden önce gerekir, yani önce kesin karar ve bunun ardından da eyleme geçme gelir. Eğer bir şeye kesin karar vermekten yasaklanma emri veriliyorsa, dolayısıyla ona bağlı fiili işlemek de haydi haydi yasaklanmış demektir.

Yani, “nikah (evlenme akdinin) düğümünü (kurdelayı) kesmeyin.” veya “nikah (evlenme) düğümünü kesmeyin.” demektir. Çünkü; azmetmek demek, gerçekte kesmek, kati karar kılmak, demektir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Geceleyin oruca kesin karar vermeyen (geceden oruç tutmaya niyet etmeyen) kimsenin orucu yoktur.” Farklı bir rivâyet de şöyledir:

“Oruca geceden hazırlanmayanın orucu yoktur.” Bk. Nesai, 4/196. Tirmizî, Savm, B. 33.

Yani; kesin nikah (evlilik) akdini bağlamaya karar vermeyin, nikah kıymaya kalkışmayın.

Kesin olarak beklenmesi istenen süre bitmeden” kavlinin manası, iddet süresini bitirmeden nikaha kalkışmayın, demektir. Rabbimizin bu kavlinde geçen, (.......) iddet anlamındadır. Çünkü; bu sürenin beklenmesinin farziyeti Kitap ile sabit olmasından dolayı Kitap olarak zikredilmiştir.

Yani, “farz kılınan bekleme süresi bitinceye, sona erene kadar. “demektir.

Şunu çok iyi bilmelisiniz ki; Allah, içinizden geçeni bilir.” Câiz olmayan bir şey konusunda kesin kararlıliğinızı bilir.

O hâlde Allah’ın emirlerine karşı çıkmaktan -câiz olmayan bir şey konusunda kesin kararlı olmaktan- salanın.” Ve iyi bilin ki; muhakkak Allah, mağfireti sonsuz olan ve cezâlarıdırmada acele etmeyendir.” Sizi cezâlarıdırmak için acele etmez.

Aşağıda tefsirini okuyacağınız âyet, mehir adım belirlemeksizin ve eşiyle cinsel ilişkide bulunmamış bir kimsenin eşini boşamasıyla ilgili olarak nâzil olmuştur.

236

Nikahlamanızdan sonra henüz kendilerine dokunmadığınız ya da kendileri için bir mehir belirlememiş olduğunuz kadınları boşadığınız takdirde bundan dolayı size bir mehir mecburiyeti yoktur. Böyle bir durumda onlara sadece hediye kabilinden bir şeyler verin. Bunu (zengin olan kimse kendi durumuna uygun bir şekilde, fakir olan da kendi durumuna) uygun bir şekilde vermelidir. Uygun bir hediye vermek isteyen ihsan sâhibi kimseler için bu, bir borçtur.

Nikahlamanızdan sonra henüz kendileriyle cinsel ilişki kurmadığınız ya da kendileri için bir mehir belirlememiş olduğunuz kadınları basacağı mz takdirde bundan dolayı size bir vebal ve mehir mecburiyeti yoktur.”

Burada, (.......) demek size bir mehir mecburiyeti yoktur, demektir. (.......) bu bir şarttır. Bunun cevabına ise, (.......) kavli delâlet etmektedir. Bunun takdiri de şöyledir: “Eğer kadınları boşarsanız.... size bir vebal (günah) yoktur.”

Kendilerine dokunmadığınız (cinsel ilişkide bulunmadığınız) müddetçe.” (.......) burada şart manasınadır.

Yani, “Eğer onlarla cinsel ilişkide bulunmamışsanız...”

Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali, Kur'ân'ın neresinde geçerse geçsin hepsinde de, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. Çünkü fiil (iş) iki kimse arasında cereyan etmektedir.

Ya da onlar için bir mehir ismi koymadıkça “veya, “Onlara taki bir mehir belirlenene kadar...” demektir.

Fardu'l-Farida: Kadına verilecek olan mehrin adının konması,'belirlenmesi'manasınadır. İşte bu, kendisiyle cinsel ilişkide bulunulmamış olan ve fakat nikahtan sonra, mehrin de ismi konulmuş olduğu hâlde kadın boşanmışsa, bu kadına ismi konan mehrin yarısının verilmesi gerekir. Eğer bir mehir belirlenmemiş ise, böyleleri için mehr-i misil ismi verilen mehrin yarısı da gerekmez. Aksine bunlar için sadece mut'a, yani bir bakıma uygun bir hediye verilmelidir. Gereken de budur.

“Böyle bir durumda, onlara sadece hediye kabilinden bir şey verin.” Bu (.......) cümlesi mahzûf bir fiil üzerine ma'tûftur. Bunun da takdiri şöyledir: “Onları boşayın ve verilmesi gereken hediyelerini de verin.”

Mut'a: Bir dış elbise, bir iç elbise ve bir de başörtüsünden ibâret olan birtakım giysi manasınadır.

“Bunu —verilmesi gereken mut'ayı- zengin olan kimse kendi durumuna uygun, bir şekilde -gücü neye yetiyorsa-, fakir olan da -gücü yetmeyen de- kendi durumuna uygun bir şekilde vermelidir.”

Kırâat imâmlarından Ebû Bekir dışında Hafs, Hamza, Kisâî, Halef ve İbn Zekvan, (.......) olarak her iki yerde de böyle okumuşlardır. Bu imâmların dışındakiler ise, (.......) olarak okumuşlar, mana itibariyle her ikisi de aynıdır. (.......) Sıkıntı çeken, yoksul olan veya darda olan manalarına gelir. Mehir sorumluluğunu yerine getirip getirmemenin günah olup olmaması konusundaki delil, (.......) kavlinden itibâren, (.......) kavline kadar olan kısımdır.

(.......) kavli, burada verilme mecburiyeti bulunmadığını isbat içindir. Biz Hanefîlere göre mut'anın ancak böyle bir durumda vacip, yani gerekli olabilmesi için bu Âyetteki şartları taşıması gerekir. Bu şartlar var ise mut'a gerekir, vacip olur. Diğer boşananlar içinse, yani belirtilen şartları taşımayanlar için mut'a müstahaptır.

(.......) kelimesi, (.......) kavlini te'kit içindir ve faydalarıdırmak, yararlarıdırmak suretiyle, demektir. (.......) Şerî'at ve insani değerler bakımından, örf itibariyle güzel ve iyi olan bir şekilde, manasına gelir.

Uygun bir mut'a hediye vermek isteyen ihsan sâhibi kimseler -Müslümanlar- için bu, bir borçtur.” (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin sıfatıdır.

Yani; onlara vermeleri gerekli olan bir mut'adır. Ya da, bu ihsan sâhibi kimselere düşen gerçek bir borçtur. Veya, “Mut'a yoluyla boşanmış kâdirılara iyilikte bulunmak isteyenler için bu bir borçtur.” demektir.

Henüz böyle bir yardım yapılmış değilken, âyette bunların, “midisin (ihsanda bulunan)diye anılmaları, tıpkı şu hadisteki ifadeye benzer bir durumdur:

“Kim bir ölüyü (kimseyi) savaş esnasında öldürürse üzerinde bulunanlar onu öldüren gaziye âittir.” Bk.Buhârî, 3142. Müslim, 1751.

Buradaki ihsan ifadesinden, kişinin vermek zorunda olmayıp teberru veya sadaka mahiyetinde birine bir şeyler verdiği şey gibi bir anlam çıkarılmasın. Burada geçen ihsan ifadesinden kasıt, burada sözü edilen ve vacip olan mut'adır. Bu gerçek böylece bilinmiş olsun.

Şimdi okuyacağımız âyetin tefsirinde de nikah akdi yapılıp ve fakat temas olmadan boşanmış ve mehri de belirlenmiş olan kâdirıların mehir durumlarından söz edeceğiz. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

237

Eğer kendileriyle mehirlerini belirlemek suretiyle evlenme akdini yaptığınız kadınları onlara dokunmadan boşarsanız, bu takdirde onlar için belirlediğiniz mehrin yarısını vermeniz gerekir. Meğerki kâdirılar bu mehiri almaktan vazgeçmiş olsun ya da nikah akdini elinde bulunduran (koca ya da velisi) onu bağışlamış olsun, bu, müstesna. Ancak (Ey kocalar!) Sizin affetmeniz (mehri bağışlamanız) takvaya daha uygundur. Aranızdaki ihsanı sakın unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görendir.

Eğer kendileriyle mehirlerini belirlemek suretiyle evlenme akdini yaptığınız kadınları onlara dokunmadan boşarsanız...”

(.......) kavlinde yer alan, (.......) ve beraberindeki fiili cer mahallinde te'vilî mastar hükmündedir.

Yani “siz onlarla temas (ilişki) kurmadan önce... “demektir.

“Bu takdirde onlar için belirlediğiniz mehrin yarısını onlara -boşadığmız kâdirılara- vermeniz gerekir.”

(.......) olarak gelmiştir. (.......) mehir demektir.

“Meğerki kâdirılar bu mehri almaktan vazgeçmiş olsun ya da nikah akdini elinde bulunduran (koca ya da velisi) onu bağışlcuruş olsun, bu müstesna.

Yine, (.......) fiiliyle beraber istisna üzere nasb mahallinde gelmiştir. Sanki şöyle denmektedir: “Boşanan kâdirıların sizden mehir almaktan vazgeçmeleri hâlleri dışında her zaman sizin vermeniz gereken mehir bu gibi durumlarda belirlemiş olduğunuzun yarısıdır.”

Şimdi burada geçen ve erkekler manasına gelen, (.......) ile kâdirılar için değerlendinlen, (.......) arasındaki fark nedir? Bunun cevabı şöyledir:

İlk fiilde, (.......) harfi, cem-i müzekker zamîridir. Kelimenin Lamel fiili denilen son harfi mahzûftur. Sonundaki (.......) harfi de rEf'alâmetidir. Halbuki ikinci fiilde yer alan (.......) harfi cem-i müzekker zamîri değil, kelimenin lamel fiili yani son harfidir. (.......) harfi de cem-i müennes zamîridir. Fiil mebni (yani sonu değişmeyen) fiillerdendir, dolayısıyla bu gibi kelimelerin lâfzı üzerinde amilin herhangi bir tesiri görülmez.

(.......) Bir önceki fiilin mahalli üzerine ma'tûftur.

(.......) Bundan kasıt, kadının kocası demektir. Nitekim Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de bunu böyle tefsîr etmiştir. Bu, Said bin Cubeyr’in, Kadı Şurayh’ın, Mücahid'in, Ebû Hanîfe'nin ve İmâm-ı Şâfiî'nin de yeni kavlidir. Bunun böyle olmasının nedeni, kadını boşama yetkisinin kocanın elinde olmasından dolayıdır. Böyle olunca nikah akdinin bekası ya da devamlıliği da kocanın elindedir. Buna göre âyetin manası şöyle olabilmektedir:

“Şerî'at açısından vacip ve gerekli olan mehir yarısıdır. Yok eğer kadın isterse alacağı mehrin tümünden bir fazilet gereği vazgeçebileceği gibi, koca da dilerse yine bir üstünlük ve fazilet gereği mehrin tamamım eşine bağışlayabilir. “

İmara Mâlik ile İmâm-ı Şâfiî'nin de eski (kadim) kavline göre, nikah akdini elinde bulunduran kimse velidir. Ancak biz Hanefîler bunlara şöyle karşılık verebiliriz ve deriz ki:

Veli durumunda olan bir kimse henüz sağire (küçük yaşta) olan kız çocuğu adına onun hakkından teberruda bulunamaz, böyle bir hak ve yetkiye sahip değildir. Durum böyle olunca nasıl olur da akdi elinde bulundurma yetkisi ona verilebilir ki?

Ancak (Ey kocalar!) Sizin mehri almayıp bağışlamanız takvaya daha uygundur” (.......) kavli mübtedadır. Bunun haberi de, (.......) kavlidir. Buradaki hitap birinin diğerine karşı üstünlüğünü ortaya koyması bakımından her iki eş içindir; hem kocaya ve hem kadına bir hitaptır. Zeccâc bunu böyle zikretmiştir.

Yani; kocanın mehrin tamamını boşadığı karısına bağışlaması koca açısından daha hayırlı olduğu kadar, boşanan kadının da kendi hakkı olan mehri almayıp bırakması onun adına çok daha hayırlıdır. Ya da buradaki hitap tüm eşleredir.

Aranızdaki ilısanı. -üstünlüğünüzü- de sakın unutmayın.”

Yani; kiminizin kiminizden üstün olduğunuz gerçeğini sakın ola unutmayın.

Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görendir.” Dolayısıyla Allah sizi üstünlüğünüze göre değerlendirip durumunuza göre ya cezâlarıdırır ya da ödüllendirir.

238

Namazlara ve (özellikle de) orta namaza devam edin. Allah için huşu içinde ve O'na bağlı kalarak namaza durun.

Namazlara ve (özellikle de) orta namaza devam'edin.” Namazların vakitlerine, rükünlerine ve şartlarına titizlikle uyarak devam edin ve bu namazlar arasında fazilet ve derece bakımından daha üstün olan orta namaza devam edin. Burada, (.......) kelimesinin tekil olarak zikredilmiş olması ve aynı zamanda çoğul olan, (.......) üzerine atfedilmesi, fazilet ve derece bakımından tek olması içindir. Bu orta namaz da Ebû Hanîfe'ye göre ikindi namazıdır. Nitekim cumhur da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Ahzâb (Hendek) savaşı gününde söylediği hadise dayanarak bunun ikindi namaa olduğu görüşünü ortaya koymuşlardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ahzâb gününde şöyle buyurmuştu:

“Bizi meşgul ederek orta namaz olan ikindi namazım kılmaktan bizi alıkoydular. Allah evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.” Bk. Buhârî, 2931. Müslim, 627. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/150.

Yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlar:

“Bu namaz, güneş batana kadar Hazret-i Süleyman'ın da alıkonulduğu bir namazdır.” Bk. İbn Ebû Şeybe, 2/505.

Hazret-i Hafsa (radıyallahü anha) annemizin mushafmda ise bu, “Ve orta namaza ki bu ikindi namazıdır.” tarzında geçer. Çünkü bu namaz iki gece namazı ile iki gündüz namazı arasında yer alan bir namazdır. Bu namazın önemi ve faziletine gelince, ikindi vaktinin ticaretin, alışverişin yoğun olduğu ve uğraşıların çok daha fazla olduğu bir vakit olmasındandır. Ayrıca bu namazın öğle namazı olduğunu, çünkü bunun gün ortasında kılınan bir namaz olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, bu namazın sabah namazı olduğunu söyleyenler de olmuştur. Çünkü sabah namazı iki gündüz namazı ile iki gece namazı arasında yer alan bir namazdır. Ya da bu namaz akşam namazıdır, çünkü akşam namazı dört rek'atlı namazlar ile iki rek'atlı namazlar arasında yer alan üç rek'atlı bir namazdır ve bu namaz iki sessiz olarak kılman namaz ile iki sesli olarak kılman namaz arasında yer alan bir namazdır diye de tefsirlamışlardır. Ya da bu namaz yatsı namazıdır, diyenler de olmuştur. Çünkü bu iki vitir (tek kılman) namaz arasında yer alan bir namazdır.Akşam namazı üç rek'at, vitir namazı üç rek'at, bu manada vitir tabiri zikredilmiştir. İki tek namaz arasında yatsı namazı denmiştir. (Mütercim) Ya da bu vakti bilinemeyen herhangi bir namaz olabilir. Tıpkı Kâdir Gecesinin kesin olarak bilinememesi gibi. Böylece hepsini, yani tüm namazları orta namazıdır niyetiyle kılıp eda etsinler istenmiştir.

Allah için huşu içinde ve O’na bağlı olarak namaza durun.” (.......) kelimesi burada hâldir. Allah'a itâat eder ve huşu içinde hareket eder hâlde namaza durun, demektir. Ya da kıyamınızda, ayakta iken Allah'ı anarak namaza durun, demek olabilir. Çünkü kunut mana olarak, Allah'a ayakta zikretmek, anmak veya namazda kıyamı (ayakta durmayı) uzatarak, manasına gelir.

239

Herhangi bir durumdan korkacak olursanız yaya olarak veya binek üzerinde namazlarınızı kılın. Korkudan emin olduğunuzda ise, siz daha önce bilmezken size öğrettiği şeklide Allah(ibâdetle) anın.

Herhangi bir durumdan -düşmandan veya başka bir şeyden- korkacak olursanız -namazlarınızı- yaya olarak veya -ima ile- binek üzerinde namazlarınızı kılın.” Tıpkı (.......) kelimesinin (.......) kelimesinin çoğulu olması gibi, (.......) kelimesi de (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu durumda bulunanlar korkuları ya da mazeretleri devam ettiği sürece kıbleye karşı durup namaz kılmak zorunda değiller.

Korkudan emin olduğunuzda ise” korktuğunuz şey ortadan kalkınca, “siz daha önce -güven içinde nasıl ibâdet olunacağım- bilmezken size -güven içinde nasıl namaz kılınacağını ve ibâdet olunacağını- öğrettiği şekilde Allah'ı ibâdetle anın.”

240

Sizlerden ölüp geride (dul) eşler bırakanlar, eşlerinin evlerinden çıkarılmaksızın bir yıl kadar bir süre içinde bıraktıkları maldan yararlarıdırılmaları için ölmezden önce vasiyette bulunsunlar. Eğer o kâdirılar kendi istekleriyle evden çıkıp giderlerse, kendi adlarına meşru (ölçüler içinde yaptıkları) şeylerden dolayı size herhangi bir günah yoktur. Allah, Azîzdir, Hakîmdir.

Sizlerden ölüp geride (dul) eşler bırakanlar,.... vasiyette bulunsunlar.” İbn Âmir, Ebû Amr, Hamza ve Hafs, (.......) kelimesini nasb ile okumuşlardır. Nitekim Zeccâc'dan gelen rivâyet de böyledir. Çünkü Zeccâc bunu mef'ûl-u mutlak ya da mef'ûl-ü bih olarak değerlendirmiştir. Bu, “bir vasiyet yapsınlar” ya da “bir vasiyette bulunsunlar” demektir. Bunlar dışında kalan imâmlar ise (.......) kelimesini ref ile okumuşlardır. Buna göre de mana şöyle olur:

“Onların bir vasiyet yapması gerekir.”

“.... eşlerinin evlerinden çıkarılmaksızın bir yıl kadar bir süre içinde, bıraktıkları maldan yararlarıdırılmaları için ölmezden önce Buradaki, (.......) kelimesi, (.......) kelimesiyle mensûbdur. Çünkü mastardır. Veya, (.......) takdirindedir. (.......) ise, (.......) kelimesinin sıfatıdır. (.......) kavli de, tıpkı, “Bu söz, senin söylediğinden başka bir sözdür.” ifadesine benzer müekked mastardır veya bu, (.......) kelimesinden bedeldir. Mana da şöyledir:

“Zevcelerini geride bırakarak ölenler üzerinde bir hak o'larak henüz ölmezden önce onlar için bir'vasiyette bulunmaları ve bu vasiyetlerinde, kendilerinin ölümlerinden sonra eşlerinin evden atılmayıp tam bir yıl yararlarıdırılmalarını belirtmeleri bir borç ve görevdir.”

Yani; ölenin geride bırakmış olduğu terekesinden onlara harcamada bulunsunlar ve onları evlerinden çıkarmasınlar, orada barındırsınlar.

İşte bu hüküm İslâm'ın ilk dönemlerinde yürürlükte idi. Ancak daha sonra bu hüküm, Bakara Sûresi, 234. âyetindeki, “dört ay on gün” olarak sınırlarıdıran ifade ile neshedilmiştir, hükmü yürürlükten kaldırılmıştır. Nesh eden yani nâsih veya yürürlükten hükmü kaldıran âyet tilâvet bakımından, yani Kur'ân'daki okuma sırası itibariyle bu ayetten önce yer almış ise de, nüzul yani iniş bakımından bu ayetten daha sonradır. Bu âyet, 234. ayetten önce gelmiştir. Bu, tıpkı Bakara Sûresi, 142. âyeti ile yine Bakara Sûresi, 144. âyeti gibidir.

Yani 142. âyet daha sonra nâzil olduğu hâlde, 144. ayetten önce âyet sırası olarak yazılmıştır, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle işaret buyurmuşlardır.

Eğer o kâdirılar -bir yıl bekledikten sonra- kendi istekleriyle evden çıkıp giderlerse, kendi adlarına meşru ölçüler içinde yaptıkları şeylerden -süslenmelerinden ve şerî'at ölçüleri içerisinde kendileriyle evleneceklere yaptıkları tariz yollu hareketlerinden- dolayı size herhangi bir günah yoktur.”

Allah, Azîzdir, -hükmettiklerinde de- Hakîmdir.”

241

Boşanmış kâdirılar için de meşru ölçüler içerisinde (kocalarından) alacakları -iddet nafakası- hakları vardır. Bu, Allah'tan korkanlar üzerinde bir borçtur.

(.......) kelimesi mastar olması üzerine mensûbdur.

242

İşte Allah âyet (hüküm)lerini size böylece açıklar ki, düşünüp gerçekleri anlayasınız.

Bu, (.......) edatının haberi olması itibariyle ref mahallindedir. Eğer buradaki, (.......) kelimesiyle mut'a murat olunuyorsa bu takdirde âyette söz konusu edilen boşanmışların dışındakiler denmek isteniyordur. Eğer onlar boşanmışların dışındakiler murat olunuyorsa bu takdirde mut'a mendup olarak söz konusudur, demektir.

243

Binlerce (kişi) olmalarına rağmen ölüm korkusuyla yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara, “ölün” dedi (öldüler). Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı sonsuz lütuf sâhibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler.

Binlerce kişi olmalarına, rağmen ölüm korkusuyla yurtların çıkıp gidenleri görmedin mi?”

(.......) kavliyle özellikle Kitap ehlinden olup da bunların kıssalarını ve öncekilere ilişkin haberleri duymuş olanların kulaklarını çınlatmak ve bir bakıma onların dikkatlerini çekmek istenmiştir. Onların durumlarından, şaşkınlık ve hayret içine düşenlerin de aynı şekilde dikkatleri bu noktaya çekilmektedir. Evet burada böyle bir tefsir yapıldığı gibi şöyle bir tefsir yapılması da câizdir.

Olayı hiç görmemiş ve duymamış olanların da bu gerçekler üzerinde düşünmeleri için olay onların dikkatlerine sunuluyor. Çünkü bu ifade hayret ve şaşkınlık anlamında bir bakıma bir ders alınacak hikâye, darbımesel tarzında sunulmuştur.

“ülkelerinden” ifadesinden kasıt, bulundukları kasabadan, demek olup, burasının da “Vasıt” kasabası olduğu söylenmektedir. Bu kasabada taun (veba) salgını başgöstermiş ve orada bulunanlar da kasabalarından kaçıp kurtulmaya başlamışlar. Ancak bu kaçışları onları ölümden kurtaramamıştır. Allah onları yine de öldürmüş, daha sonra yüce Allah onları, Peygamberleri Hazret-i Hizkil (aleyhi’s-selâm)’in duası üzerine tekrar diri İtmiştir.

Bir başka tefsire göre bunlar İsrâ'il oğullarından bir toplum idiler. Hükümdarları tarafından cihad etmeleri için çağırıldıkları hâlde, ölüm korkusuyla savaşmaktan ve cihaddan kaçmışlardı. Bunun üzerine bunlar Allah tarafından öldürüldüler ve sekiz gün ölü olarak kaldılar. Daha sonra Allah bunları yeniden diriltip hayat verdi. Sayılar da binlerce denilecek kadar fazla idi.

(.......) hâl olarak nasb mahallinde gelmiştir. Burada, (.......) kelimesinin çokluk manasına geldiğini bir delil olarak görmekteyiz. Çünkü bu kelime, cemi' kesret (çokluk çoğuludur). Dolayısıyla bu kelime, (.......) kelimesinin çoğulu olup, (.......) kelimesinin çoğulu değildir. (.......) kavli mef'ûl-ü lehtir.

İşli'bundan ölürü Allah anlara., (.......) dedi, öldüler.”

Yani; Allah onları öldürdü. Âyette, “ölün” tarzında, emir kipiyle getirilmiş olması, şunun içindir:

Yani; onlar, Allah'ın, “ölün” emri ve dilemesi üzerine âdeta tek bir adamın ölmesi gibi anında hepsi ölüverdiler, demektir. Kaldı ki; bu türden bir ölüm olayı da, olağan dışı bir ölüm olayıdır.

Özellikle bu örneklerin verilmiş olmasından kasıt, Müslümanların cihad etmelerine karşı cesaretlerinin artırılmasıdır. Mademki ölümden herhangi bir şekilde bir kurtuluş olmayacak ve kaçmakla da ölümden kurtulabilmek manasında bir fayda elde olunamayacağına göre o hâlde bu konuda en yerinde hareket ve en evlâ olanı da Allah yolunda cihad ederek ölmektir.

Sonra Allah onları -ibret alsınlar, Allah'ın hükmünden ve kazasından kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığım bilsinler diye- yeniden diriltti.” Bu cümle mahzûf olan bir fiile ma'tûf bulunmaktadır. Cümlenin takdiri de şöyledir: “Onlar da öldüler. Sonra Allah onları yeniden diriltti.” Ya da, Allah onlara, ölün, dedi. “kavlinin manası, Allah onları öldürdü. “demektir. Bu durumda, bu cümle mana bakımından bunun üzerine ma'tûf olabilir.

Şüphesiz Allah, insanlara karşı, sonsuz lütuf sâhibidir.” Çünkü; Allah onların ibret alacakları ve ders çıkaracakları şeyleri, âyette sözü edilenlere gösterdiği gibi bunlara da gösterecektir. Aynı şekilde onlara ilişkin haberleri ve hikâyelerini bildirmekle gerçekleri gösterdiği gibi insanlara da gösterecektir. Bu bakımdan Allah kullarına karşı lütuf sâhibidir. Ya da Allah'ın insanlara karşı lütufkâr olması, söz konusu kimseleri ölümlerinden sonra dirilmekle hem onlar ve hem insanlarda onlardan ibret alsınlar da kurtulsunlar diyedir. Halbuki ki; Allah dileseydi onları ta kıyamete kadar öylece ölü olarak bırakırdı.

Fakat insanların çoğu -buna- şükretmezler.”

Burada bir ince noktaya dikkat çekiliyor. Çünkü bundan sonra gelen âyet cihad konusunu ele almaktadır. Dolayısıyla bu kıssa ile anlatıları olayda ölümden kaçışın mümkün olamayacağını Rabbimiz bildirmekle, Müslümanları Allah yolunda cihada teşviktir. Bundan sonraki âyet böyle bir emri içermektedir ve Rabbimiz şöyle buyurmaktadır :

244

Allah yolunda savaşırı iyi bilin ki; Allah, her şeyi -geride kalanların söyleyeceklerini de, önce geçenlerin söylemiş olduklarını da- işiten ve -içlerinde gizli tuttukları- her şeyi bilendir.

Yüce Allah ölümden kaçışın insanı ölmekten kurtaramayacağını açıkladıktan sonra bu ayetiyle de cihada teşvikte bulunmaktadır. Bu hitap ya Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ümmetinedir veya Allah'ın öldürdükten sonra tekrar diriltmiş olduğu kimseleredir. Böylece onların kendi dinini hakim kılmaları için cihad etmelerini onlardan (ve bizden) bir farz olarak istemektedir.

245

Allah'a güzel bir borç verecek kimse var mı ki, (Allah) ona verdiğinin kat kat fazlasını versin? Darliği da genişliği de veren Allah'tır. (Sonuçta) Yalnızca O'na döndürüleceksiniz.

Allah'a güzel bir borç verecek bir kimse var mıdır,”

(.......) Burada soru edatı olup ref mahallinde mübtedadır. (.......) ise bunun haberidir. (.......) ise, (.......) nm sıfatı veya ondan bedeldir.

(.......) kavli ise, (.......) nin sılası yani ilgi ya da yan cümleciğidir. Burada Allah yolunda yapılan harcamaya, Allah'a borç ya da ödünç verme manasında zikredilmiştir. Çünkü, “karz” demek, herhangi bir şeyi daha sonra mislini vermek ya da ödemek suretiyle alınan şeydir. Buna karz adının verilmiş olmasının nedeni, borç veren bir kimse yani alacaklı olacak olan kişi, bunu malından kesip vermesidir. Kaldı ki; kan kelimesi de sözlük anlamı bakımından kesmek demektir. Nitekim “mikraz” kelimesi de bu kökten gelir ve bu da makas ve kesici şey, demektir. Hatta farenin bir giysiyi kumaşı yemesi hâlinde de buna, “karzu'l-fe'r” denir. Nitekim (.......) da bu köktendir. Yüce Allah burada bu olayı direkt böyle bir kelime ile verirken bununla şuna dikkatimizi çekiyor. Nasıl ki, malından bir şey ayırıp/kesip veren daha sonra alacağını alıyorsa, Allah için bir şey yapan ve veren de tıpkı bunun gibi yarın karşılığını Allah'tan alacaktır. Allah bundan dolayı hiç şüphe edilmeyecek bir şekilde onu ödüllendirecektir. (.......) kavli de, helâl maldan ve gönül rahatliğiyla, demektir. Bundan gaye da, cihad konusunda gerekli olan nafaka ve harcamalar demektir. Çünkü yüce Allah, kendi yolunda savaşılmasın!, cihad yapılmasını emir buyuranca, bundan dolayı bir harcamaya gerek duyulacaktır, mal gerekecektir. Bu yoldan cihada âit mali bütçenin ve savaşla alâkalı harcama kalemlerinin sağlarıabilmesi için gerekli mali ve nakdi harcamalara teşvikte bulunmaktadır.

Allah’da onun bu iyiliğine karşılık kendisine kat kat karşılığını vermiş olsun.”

(.......) kavli kırâat imâmlarından Âsım tarafından, sorunun cevabı olmak üzere nasb ile okumuştur. Ancak imâmlardan Ebû Amr, Nâfi, Hamza ve Ali ise bunu, (.......) kelimesine atfederek merfû' olarak, (.......) tarzında okumuşlardır.

Ya da bu, yeni bir cümledir ve (.......) takdirindedir. Kırâat imâmı Ebû Amir bunu, (.......) olarak nasb ile okurken, İbn Kesîr de aynı kelimeyi (.......) olarak ref ile okumuştur. (.......) mastar yerinde zikredilmiştir. (.......) künhünü ve ne kadar olacağını Allah'tan başkası bilemez. Öylene sayısız mükâfat ve ödüldür. Bir görüşe göre de bire yedi yüz misli verilecektir.

“İmkanları kısan da, bollaştiran da Allah'tır. “Kullarının rızıklarını kıstığı gibi, o rızkı istediği gibi genişletir. Dolayısıyla Allah'ın size vermiş olduğu bol imkanlarınızdan kısmayın, cimrilik etmeyin ki, imkanlarınızı elinizden alıp da sizi darlığa sokmasın. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Nafı, Ebû Cafer, Âsım ve Ali, (.......) harfiyle olmak üzere, (.......) olarak kırâat etmişlerdir.

246

Mûsa'dan sonra İsrâ'il oğullarının liderlerini görmedin mi? Onlar kendilerine gönderilmiş peygambere demişlerdi ki: “Bize bir hükümdar tayin et ki, (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım.” Peygamber de onlara dedi ki: “Ya size savaşmak farz kılınır (emredilir) de savaşmazsanız?” Dediler ki: “Biz neden Allah yolunda savaşmayalım ki? Zaten bizler yurtlarınıızdan çıkarılıp atılmışız, çocuklarınıızdan da ayrı bırakılmışız.” Fakat kendilerine savaş farz kılınınca içlerinden pek azı dışında çoğu geri çekilip kaçtılar. Allah, zalimleri bilir.

Mûsa'dan sonra Israiloğullarının liderlerini görmedin mir”

(.......) kelimesi, Önde gelenler, eşraf, büyükler, liderler manasınadır. Çünkü bunlar öncü olmaları bakımından gönülleri, korku ve heybet bakımından da göz doldurmalarından bu isim verilmiştir.

Âyetteki, (.......) cer edatı tab'iz içindir; yani bazıları, bir kısmı manasına gelir. Mûsa'dan sonra” demek, Mûsa'nın ölümünden sonra” demektir. Buradaki ikinci, (.......) edatı ise iptidai gaye içindir yani, “.....den itibâren” manasına gelir.

Onlar peygamberlerine -Şem'un, Yuşa veya İşmuil'e- demişlerdi ki: “Emrinde savaşmak üzere, savaş sanatını bilen ve görüşlerine göre hareket edeceğimiz ve onun gösterdiği doğrultuda hareket edebileceğimiz bir komutan başımıza tayin et.

(.......) harfiyle ve meczum olarak okunmak suretiyle. (.......) ise, kelimesinin sılasıdır.

Peygamber de onlara eledi ki: “Kırâat imâmlarından Nâfı’ , (.......) kelimesini, Kur'ân’ın neresinde geçerse geçsin hep, (.......) olarak okumuştur. (.......) şart cümlesi olup, (.......) kelimesinin ismiyle haberi arasına girmiştir. Haberi de, (.......) kavlidir. Manaya gelince o da şöyledir:

“Nerede ise siz savaşmama isteğinde değil misiniz?”

Yani, durum benim de görebildiğim ve beklediğim kadarıyla siz herhâlde savaşmayacaksınız, çünkü korkuyorsunuz.

(.......) soru edatının âyette yer alma nedeni, onlardan beklenme olasıliği bulunan durumu sorgulamak içindir. Dolayı böyle bir soru ile esasen bir durum tesbiti yapılmaktadır.

Yani, sizden beklenen mutlaka olacaktır, demektir. Dolayısıyla peygamberlerinin de bu tahminlerinde isabetli bir tahmin yürüttüğü gerçeğine işaret edilmiş bulunmaktadır.

Dediler ki: Biz neden Allah yolunda savaşmayalım ki?”

Yani, savaşı bırakmaya hangi saik bizi yönlendirecek ki? Savaşmamaktan biz ne gibi bir amacımız olabilir ki? “Zaten bizler yurtlarınıızdan çıkarılıp edilmişiz, çocuklarınıızdan da ayrı bırakılmışız.” (.......) buradaki (.......) harfi hâl (.......) ıdır.

Bilindiği gibi Calût'un kavmi Mısır ile Filistin arasında yerleşik bulunan bir toplum idiler. Bunlar İsrâ'il oğullarının önde gelen liderlerinden dört yüz kırk kadar çocuklarını esir almışlardı. Dolayısıyla demek istiyorlardı ki, mademki Calût denen bu adam bizim bu kadar çocuğumuzu esir aldı, bizlere her türlü zulmü reva gördü, o hâlde neden savaşmayacakmışız? Biz mutlaka onlarla savaşmalıyız.

Fakat kendilerine savaş farz kılınınca içlerinden pek azı dışında çoğu geri çekilip kaçlılar.” Ne zamanki onların cihad isteğine olumlu karşılık gelip farz kılındığı bildirilince, oldukça az sayıdaki kimseler dışında çoğu hemen geri dönüp kaçtılar. Kaçmayanların ve savaşmada, Allah yolunda cihad etmede sebat gösterenlerin sayıları ise Bedir Savaşma kâtiları mü'minlerin sayısı kadar idi, ki bu sayıda üç yüz on üç kişi idi.

Allah, zalimleri bilir.” Bu, cihadı terk edenlerin bu terk sebebiyle kendileri zulmettiklerine ilişkin yüce Allah'ın onları bir tehdididir.

247

Peygamber onlara dedi ki: “İyi bilin ki; Allah, hükümdar olarak size Talût'u gönderdi.” Bu durum karşısında dediler ki: “Hükümdarlığa biz ondan daha çok lâyıkken nasıl olur da o bizim üzerimizde hükümran olabilir? Kaldı ki; onun geniş bir mal varlığı da yok (zengin de değil).” (Peygamber onlara) şöyle dedi: “Allah, üzerinize onu seçti. Kaldı ki; ilim (bilgi) ve bedence ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah, lütfü geniş ve herşeyi bilendir.”

Peygamber anlara dedi'ki: İyice, bilin ki; Allah, lıükümdar alarak size Talûl'ıı gönderdi.” Âyette geçen, Talût ismi, tıpkı Calût ve Dâvud isimleri gibi Arapça kökenli olmayan isimlerdendir. Marife olmaları ve bir de Arapça kökenli olmamaları, yani ucme olmaları sebebiyle gayri munsarif bir kelimedir. (.......) kelimesi de hâldir.

“Bu durum karşısında dediler ki: Hükümdarlığa biz ondan dalıa çok lâyıkken nasıl olur da o bizim üzerimizde hükümran olabilir? Kaldı ki, onun bir mal varlığı da yok (zengin de değil).” (.......) nasıl olur, nereden olabilir ki, anlamındadır. Bu ifade Israiloğullarının Talût'a başlarına bir hükümdar olarak göstermek istemediklerini, böyle bir görevi onun için uzak bir ihtimal olarak gördüklerini göstermektedir. (.......) kelimesinin başında yer alan (.......) harfi hâl içindir.

(.......)

Yani; nasıl olur da bu kimse başımıza geçirilebilir? Halbuki bu kimsenin böyle bir makama gelmesi, hükümdar olması bile bir haksızlıktır. Çünkü o buna lâyık biri değildir. Zira ortada bu iş için ondan çok daha liyâkat sâhibi olanlar bulunmaktadır. Kadı ki; Talût aynı zamanda fakir biridir. Halbuki iktidar sâhibi olunabilmesi için mutlaka o kimsenin bu durumunu destekleyecek ve takviye edecek olan bir de mal varlığının bulunması gerekir.

İsrâ'iloğullarından bir kesimin buna bu şekilde karşı çıkmalarının nedeni, o sırada peygamberlik görevi Hazret-i Ya'kûb (aleyhi’s-selâm) ın soyundan gelen Lavi kolundan olanlarda idi. Kral, yani hükümdar da yine Hazret-i Ya'kûb (aleyhi’s-selâm)’in Yehuza kolundan olanlar da bulunuyordu. Bunların her ikisi de yani Lavi ve Yehuza, Hazret-i Ya'kûb (aleyhi’s-selâm) ın oğlu Bünyamin neslinden geliyorlardı.

Talût fakir biriydi. Şakilik yapardı, su taşır veya deri tabaklama işiyle uğraşırdı. Rivâyete göre, İsrâ'il oğulları peygamberlerinden başlarına bir hükümdar tayin etmelerini istediklerinde, peygamberleri de bunun için Allah'a dua eder. Bunun üzerine kendisine bir asa getirilir (verilir). O bununla kim hükümdar olabilir diye bir değerlendirme yaptı. Ancak asa (değnek), Talût'un boyuna, poşuna daha uygun düştü.

Peygamber onlara şöyle dedi: Allah bizzat üzerinize görevle onu seçti.” Allah sizi idare etmek üzere başırııza onu tercih etti. Çünkü o size göre işlerin nasıl idare olunacağını çok daha iyi bilmektedir, dolayısıyla onun vereceği herhangi bir hükmüne itiraz gerekmez.

(.......) kelimesinde yer alan, (.......) harfi sakin (.......) harfi yerine geçen (.......) harfinden (.......) harfine dönüştürülmüş olan harftir.

Daha sonra yüce Rabbimiz, onların ileri sürdükleri soy asaletinden ve mal varlığından, Talût ile ilgili olarak iki önemli özelliğine işaret buvurmaktadır. Bu da oldukça sahasında geniş bir bilgi ve bu bilgiyi uygulama birikimine sahip olduğu özelliğiyle beden ve vücut yapısı bakımından da oldukça güçlü ve yapılı bir bedene sahip olduğudur. Bunun için şöyle buyurmuştur:

kaldı ki; ilim (bilgi) ve bedence ona üstünlük verdi.” (.......) kelimesi ikinci mef'ûldür. Rivâyete göre Talût, kendi döneminde savaş sanatı ile alâkalı olarak ve dini bakımdan herkesten daha üstün bilgiye sahip bulunuyordu. Başı, boyu ve omuzlarını genişliği bakımından herkesten daha uzun boylu ve güçlü biriydi.

(.......) kelimesi; büyük ve geniş kabiliyet, üstün yetenek manasına gelir. Dolayısıyla Talût hem bedeni yapı bakımından hem de çağının bilgi birikimi ve askeri beceri açısından en yetenekli kimse idi, demektir. Aslında yetki sâhibi olan, hükmü elinde bulunduranların mutlaka ili ehli olmaları gerekir. Çünkü câhil, bilgisiz kimse başkalannca hem kendisi basit ve zelil biridir, hem de yönettiği toplumu zelil ve perişan kılar. Dolayısıyla böyle bir kimsenin yönetimimden yararlarıılamaz, fayda sağlanamaz. Aynı zaman iri yapılı, vücutça da insanların gözünü doldurabilmelidir. Zira insanları en fazla etki altına alabilmesi, gönüllerde en çok korku ve heybet doğurması buna bağlıdır.

Allah, lütfıı geniş ve her şeyi bilendir.” Allah fazlı ve ikramı geniş, vergisi bol olandır. Bu itibarla O, herhangi bir şeyi olmayan, fakir ve yoksul olanın imkanlarını genişletir, bollaştırır ve fakirken zengin kılar. Bu itibarla Allah, hükümdarlığa, iktidara kimi getireceğini ve kimi seçeceğini de elbette çok daha iyi bilir.

İsrâ'il oğulları bu noktada peygamberlerinden, Talût'un Allah tarafından gerçekten seçilip seçilmediğine dair bir delil ve delil istediler. İşte şimdi okuyacağımız âyette de bu gerçek ele alınmaktadır.

248

Peygamber onlara dedi ki: “O'nun hükümdarliğinın alâmeti, tabutun size gelmesidir. Meleklerin taşıdığı o tabutun içinde Rabbiniz tarafından size bir sekinet (güven duygusu) ile Mûsa ve Harun hanedanlarından geriye kalanlar (bir miras kalıntısı) bulunmaktadır. Şüphesiz eğer mü'minseniz bunda kesin olarak sizin için bir âyet vardır.”

Peygamber onlara dedi ki: () nun hükümdarliğinın alâmeti, tabutun -Tevrât'ın konduğu sandığın- size gelmesidir.” Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) savaşa çıktığı zaman bu sandığı ya da kasayı öne koyardı. Bu sandık manen İsrâ'il oğullarının moralinin yükselmesine ve savaştan kaçmamalarına yarardı.

Meleklerin taşıdığı o tabutun içinde Rabbiniz tarafından size bir sekinet (güven duygusu) ile Mûsa ve Harun hanedanlarından geriye kalanlar -Tevrât levhalarının kırık parçaları, Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm)’in asası, elbiseleri, bazı Tevrât ayetlerinden bir kısmı, Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) ın ayakkabıları ve Hazret-i Harun (aleyhi’s-selâm) ın da sarigidir miras kalıntısı) bulunmakladır.”

(.......)

Yani, Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) ve Hazret-i Harun (aleyhi’s-selâm) ın ölümlerinden sonra bıraktıkları şeyler. Âyette, (.......) ifadesine yer verilmesi, Hazret-i Mûsa ile Hazret-i Harun (Aleyhime:s-Selâm) a verilen büyük önem ve değer itibariyle zikredilmiştir.

(.......) Meleklerin taşımakta olduğu ifadesiyle de, şuna işaret edilmektedir. Söz konusu tabut, Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) ın vefatından sonra Allah tarafından göğe çıkarılmıştı. İşte kaldırılan bu tabutu ya da sandığı melekler onların gözleri önünde getirip bıraktılar. Bu cümle hâl olarak gelmiştir. Nitekim, (.......) de böyledir. (.......) ise, (.......) kelimesinin sıfatıdır. (.......) kavli de, (.......) kelimesinin sıfatıdır.

Şüphesiz eğer miVminseniz bunda kesin olarak sizin için bir âyet nardır.” Şüphesiz eğer doğruluğunu kabul edip inanıyorsanız, tabutun size geri getirilmesi, Allah'ın Talût'u sizin başırııza hükümdar ve emrinde savaşacağınız komutanınız olarak gönderdiğinin bir alâmetidir.

249

Talût askerleriyle beraber ayrılınca şöyle dedi: “Muhakkak ki Allah sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim o nehirden içerse benden değildir, kim de ondan tatmazsa (kana kana içmezse) o bendendir, ancak avucuyla ondan bir miktar avuçlayıp içenler hariç.” Ne var ki; içlerinden pek azı dışında hepsi de o ırmaktan içtiler. Talût ve beraberindeki mü’minler (ırmaktan) geçtiklerinde, diğerleri: “Bizim bugün Calût ve ordusuna karşı çıkıp savaşma gücümüz yok.” dediler. Fakat Allah'ın huzuruna varıp O'na kavuşacaklarına kesin olarak îman edenler ise şöyle dediler: “Nice küçük birlikler vardır ki, Allah'ın izniyle nice büyük birliklere galip gelmiştir. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”

“Talût askerleriyle beraber -kendi beldesinden düşmanla savaşmak üzere- ayrılınca onlara şöyle dedir (.......) hâl olarak gelmiştir.

Yani ordusu ile birlikte, onlarla iç içe, demektir. Sayıları seksen bin kişi idi. Savaşa çıktıkları mevsim sıcakların o insanları oldukça bunalttığı aşırı sıcak ve kavurucu bir mevsimdi. Allah'tan kendilerine su içmek için bir nehir istediler.

Bakın! Allah sizi bir nehirle imli han edecek.” Herkesi birşeyle imtihan ettiği gibi sizi de bununla imtihan edecektir. Bu nehir Filistin nehridir. Yüce Allah bununla cihada kâtilabilecek olan ile katılamayacak olanın mazereti ortaya çıksın istemiştir.

Yani, kim gerçekten bu işi istiyor ve kim cepheden kaçmak istiyor, belirlensin istenmiştir.

Kim o nehirden -suya kafasıyla abanıp avucuyla değil, ağzıyla- içerse benden -taraftarlarınıdan ve bana uyanlardan- değildir.” A7m de ondan kılmazsa (kana kana içmezse) o bendendir.” Kırâat imâmlarından Nafı, Ebû Cafer ve Ebû Amr, (.......) kelimesindeki (.......) harfini fetha ile, (.......) olarak okumuşlardır. Diğer kırâat imâmları ise (.......) harfinin sükunu ile okumuşlardır.

ancak avucuyla ondan bir miktar avuçlayıp içenler hariç.” Böyle yapanlar, kafalarını suya kapatarak kana kana içenlerden ayrı olarak değerlendirilmişlerdir. Çünkü, (.......) kavli, (.......) kavlinden istisna edilmiştir, ikinci cümle istisnadan hüküm itibariyle sonra olarak değerlendirilmiş, ancak işin önemi sebebiyle öne alınmıştır.

Kırâat imâmlarından Hicaz okulu mensuplarıyla Ebû Amr, (.......) kelimesindeki (.......) harfini fetha ile, (.......) olarak mastar manasında okumuşlardır.

Yani “avuçlamak” anlamında okumuşlardır. Ötreli olarak okuyanlar ise, bunu, “mağruf” yani “avuçlarıan” anlamında okumuşlardır. Bunun manası şöyledir: “Ağzınızla suya kapanmamak kaydıyla elinizle ondan bir avuç alıp içmeniz hâli müstesna.” Bunun bu manaya geldiğinin delili da âyetin şu kısmıdır:

Ne var kî; içlerinden pek azı dışında hepsi de o ırmaktan -kafalarıyla suya abanarak doya doya- su içtiler. “Bu az sayıdakilerin adedi de 313 kişi idi.

Talût ve beraberindeki -az sayıdaki- mü’minler ırmaktan karşıya geçtiklerinde, diğerleri:” Bizim bugün Calût ve ordusuna karşı çıkıp savaşma gücümüz yok, dediler.” Bizim Calût'un gücüne karşı koyabilecek bir gücümüz yok.

Calût; Amâlika toplumunun zâlim ve cebbâr olan liderleriydi. Bunlar, İmlik b. Âd soyundan gelen kimselerdi. Calût'un üzerinde demirden yapılan ve ağırliği da üç yüz rıtl bulan bir zırh vardı.

Fakat Allah'ın huzuruna varıp O'na kavuşacaklarına -şehit olacaklarına- kesin olarak îman eden -ve Talût ile birlikte hareket edip sebat gösterenler ise -savaştan geri duran çok sayıdaki rezil kimselere- şöyle karşılık veriler:” Rivâyete göre sadece bir avuç su alıp içenlere, içtikleri su, onlara tamamen yetmiş, onların bu husustaki sıkıntılarını ortadan kaldırmış, ancak suya abanarak ağızlarıyla doyasıya içenlerin ise dudakları morarmış, göbekleri şişmiş, giderek susuzlukları canlarına tak etmiştir.

Nice küçük birlikler vardır ki, Allah'ın izniyle -yardımıyla- nice büyük, birliklere galip gelmiştir. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.” (.......) haberiyedir. Mübteda olarak mahallen merfûdur. (.......) kelimesi de bunu haberidir.

250

(Îman edenler) Calût ve ordusuyla karşı karşıya geldikleri zaman şöyle dediler: “Rabbimiz! Bize bol sabır ver. Ayaklarınıızı sabit kıl, ve bize kâfir kavimlere karşı yardım et.”

(Îman edenler) Calût ve ordusuyla karşı kanşıya geldikleri zaman şöyle dediler: “Rabbimiz! Bize bol sabır ver. Ayaklarınıızı -kalplerimizi güçlendirerek ve düşmanlarınıızın kalplerine korku salarak- sabit kıl, ve bize kâfir kavimlere karşı yardım et.”

251

Derken Allah'ın izniyle onlara galip geldiler. Dâvud da Calût'u öldürdü. Allah (Dâvud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona istediği ilimleri de öğretti. Eğer Allah'ın kimi insanları ötekilerin eliyle bertaraf etmeseydi, elbette dünyanın düzeni sarsılıp bozulurdu. Fakat Allah bütün alemlere karşı sonsuz lütuf ve kerem sâhibidir.

Allah'ın izniyle -kazası ve hükmü ve irâdesiyle-Talut ve askerleri –mü’minler- onları- Calût ve ordusunu – hezimete uğrattılar.”

Dâvud da Calût'u öldürdü.”

Hazret-i Dâvud (aleyhi’s-selâm)’ın babası İyşa da altı çocuğuyla birlikte Talût'un askerleri arasında bulunuyordu. Dâvud ise bunların yedincileri idi ve küçüktü. Kendisi koyun güderdi, çobanlık yapıyordu. Bunun üzerine Allah, İsrâ'il oğullarının peygamberine vahyederek, Calût adındaki zâlimi öldürecek olan kişinin Dâvud (aleyhi’s-selâm) olduğunu bildirdi. Peygamberleri, Dâvud (aleyhi’s-selâm)’ı babasından istetti, o da geldi. Hazret-i Dâvud (aleyhi’s-selâm) yolda gelirken yolu üzerinde üç taş bulunuyordu. Bu her üç taş da Hazret-i Dâvud (aleyhi’s-selâm)’a seslenerek kendilerini almalarını istediler ve ona: “Sen bizimle Calût'u öldüreceksin.” dediler. Hazret-i Dâvud da o üç taşı aldı ve heybesine ya da torbasına attı. İşte bu taşları Calüt'a atarak bunlarla onu öldürdü. Ordu komutanları Talût da bunun üzerine Calût'un kızıyla Hazret-i Dâvud (aleyhi’s-selâm)’ı evlendirdi. Fakat daha sonra Talût, Hazret-i Dâvud (aleyhi’s-selâm)’ı kıskanır ve öldürtmek istedi. Ancak sonra yaptıklarından tevbe ederek vefat etti.

Allah Dâvud'a hükümdarlık ve hikmet -peygamberlik- verdi ve ona islediği ilimleri -zırh yapımını, kuş dili konuşmasını ve benzeri şeyleri- de öğretti.” Allah o kutsal toprakların dört bir tarafını Hazret-i Dâvud (aleyhi’s-selâm)’ın hükümranlığına verdi. Hazret-i Dâvud (aleyhi’s-selâm)’dan önce İsrâ'il oğulları hiçbir dönemde bir devlet kurarak bu tarzda bir birlik kurup bir araya toplanmış değillerdi.

Eğer Allah kimi insanları ötekilerin eliyle bertaraf etmeseydi, kesinlikle dünyanın düzeni sarsılıp bozulurdu,.”

(.......) kavli mefûl-i bihtir. (.......) ise, (.......) kelimesinden bedeldir. Kırat imâmlarından Nâfı’ ve Ebû Cafer, (.......) kelimesini, (.......) şeklinde olarak okumuştur. Bu da, (.......) kelimesinin veya, (.......) kelimesinin mastarıdır.

Yani, mufaale babından mastardır.

Yani, bunun manası şöyledir:

“Eğer Allah kimi insanların kötülüklerini kimilerinin eliyle önlemeseydi, bunlar yoluyla ötekilerin kötülüklerine, bozgunculuklarına engel olmasaydı, kesinlikle anarşistler, bozguncular ve vurguncular baskın çıkarlar, üstün gelirlerdi. Böylece ne ürünleri, ne de nesilleri kalırdı, hepsi darmadağın hale gelirdi.” Ya da:

Yüce Allah kâfirlere karşı Müslümanlara yardım etmeseydi, dolayısıyla kâfirlerin galebe çalması ve baskın gelmeleriyle dünyanın düzeni tamamen sarsılırdı. Sonuç olarak iyiler öldürülür, ülkeleri harabeye dönüştürülür ve insanlar işkenceler altında inim inim inletilirdi.”

“Fakat Allah, bütün alemlere karşı -onlardan fesâdı önlemekle- sonsuz lütuf ve kerem sâhibidir.” İşte burası, “aslâh olanı yani en güzel ve en doğru olanı” yaratma meselesiyle ilgili olarak Mu'tezile'nin aleyhine bir delildir.

252

İşte bunlar Allah'ın ayetleridir. Biz bu âyetleri tüm gerçekleriyle sana açıklıyoruz. Ve muhakkak sen Allah tarafından gönderilmiş olan peygamberlerdensin.

(.......) mübtedadır. (.......) de bunu haberidir.

Yani; bütün bu anlatıları hikâye ve kıssalar, Meselâ binlerce kimsenin ölümden kaçışları, Allah'ın onları öldürüp sonra yeniden diriltmesi, Talût'un hükümdar ve başkomutan, seçilmesi, henüz bir küçük çocuk olan Hazret-i Dâvud (aleyhi’s-selâm) eliyle Talût'un düşmanına karşı üstünlük kazanarak onu yenmesi gibi olayları sana aktardık, tüm yönleriyle açıkladık, demektir.

(.......) kavli, (.......) kavlinden hâldir. Bunda etkili amil ise işaret manası-ismidir. Ya da, (.......) kavli, (.......) işaret isminden bedeldir. (.......) kavli de bunu haberidir.

(.......) Bunda Kitap ehlinin asla şüpheye düşmeyecekleri bir şekilde kesin olarak sana açıklıyoruz. Çünkü onların kitaplarında da zaten bu şekilde yer almaktadır.

(.......) Herhangi bir kitaptan okumaksızın ve ehli olan birinden dinleyip işitmeksizin bu gerçekleri onlara bildir. Çünkü sen gönderilen peygamberlerdensin.

253

İşte böylece peygamberlerden kimini ötekilerine üstün kıldık. Allah onlardan kimisiyle konuşmuş ve kimilerini de derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu Îsa'ya apaçık belgeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Eğer Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen toplumlar, kendilerine gelen apaçık mu'cizelerden sonra savaşmazlardı. Ama onlar anlaşmazlığa düştüler. Dolayısıyla onlardan kimisi îman etti, kimisi de kâfir oldu. (Bütün bunlara rağmen) Allah dileseydi onlar savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini yapar.

“İşte böylece sözünü ettiğimiz peygamberlerden kimini ötekilerine üstün kıldık.” (.......) kavliyle burada bu surede söz konusu edilen peygamberlerden, Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) den tutun ta Hazret-i Dâvud (aleyhi’s-selâm) peygambere kadar haklarında bilgi verilen peygamberler ya da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bilgisi dahilinde bulunan peygamberler söz konusu edilmektedirler.

(.......) Buna göre bunlar peygamberliklerinin ötesinde birtakım özelliklerle ve meziyetlerle üstün kılınmışlardır. Çünkü; bunların hepsi de tıpkı mü'minleri'n birbiriyle eşit olması gibi risâlet görevinde eşittirler.

Yani; mü'minler nasıl ki imâm açısından eşit iseler, peygamberler de risâlet görevinde eşittirler. Mü'minler nasıl ki îman dışında taatleri ve amelleri bakımından farklılık gösterebiliyorlarsa, işte peygamberler de böyledir. Nitekim Rabbimiz bu gerçeği şöyle açıklamaktadır:

Allah onlardan kimisiyle -Meselâ Hazret-i Mûsa ile, arada herhangi bir elçi olmaksızın doğrudan- konuşmuş ve kimilerini de derecelerle yükseltmiştir.” (.......) demek, (.......) takdirinde olup, Allah kendisiyle konuştu, manasınadır ve bu zât da Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) dır. Burada ilgi cümleciğinden âit yani zamîr hazfedilmiştir. Buna göre mana şöyledir: “Onlardan öylesi de var ki, Allah aralarında bir elçi olmaksızın kendisiyle konuştu,” bu da Mûsa (aleyhi’s-selâm) dır.

(.......) kavli birinci mef'ûldür, (.......) kelimesi de ikinci mef'ûldür.

Yani, derecelerle veya derecelere .... demektir. Kısaca onlardan kimisini de diğer peygamberlerin üzerine derece bakımından yükseltti. Nitekim fazilet bakımından peygamberler aralarında birtakım farklılıklara sahip olmalarının yanında, onlardan derecelerle çok daha üst durumda olan da vardır ki, bu da Hazret-i Muhâmmed (sallallahü aleyhi ve sellem) dir. Çünkü Allah onu, evrensel olarak tüm insanlığa ve cinlere peygamber olarak göndermiştir. Öyle ki; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimize binlerce denilebilecek manada çok mu'cizeler verilmiştir. Ondan önceki hiçbir peygambere bu manada mu'cize verilmiş değildir. Bu mu'cizelerin en büyüğü de Kur'ân'dır. Çünkü bu Kur'ân mu'cizesi dünya durdukça yeryüzünde var olacaktır.

Burada bu konunun açık ve net olarak değil de üstü kapalı bir ifadeyle anlatılmasındaki incelik ise, onun durum ve konumunu yüceltmektir. Bir de, ondan başka hiçbir peygamberde benzeri görülmeyen özel durumu sebebiyledir. Öyle bir farklılık ki; başka birisiyle asla karıştırılamayacak kadar net ve belirgin.

Farklı bir tefsire göre de bununla belirtilmek istenen Hazret-i Muhâmmed (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ve bu ikisi dışındaki ulu'l-azm peygamberlerdir.

Meryem oğlu Îsa’ya -ölüleri diriltmek, anadan doğma körleri, alaca hastaliğina yakalananları ve buna benzer şeyleri iyileştirmek gibi- apaçık belgeler verdik ve onu Rûhul-Kudüs -Cebrâîl veya İncîl- ile güçlendirdik.”

“Eğer Allah dileseydi, o peygamberlerden sonra gelen toplumlar kendilerine gelen apaçık belgelerden sonra -ihtilâfa ve ayrılmazlığa düşerek- savaşmazlardı. “Çünkü savaşların nedeni anlaşmazlıklardır. “Ancak onlar -benim dilememle- anlaşmazlığa düştüler.” Daha sonra Rabbimiz anlaşmazlık nedenlerini açıklayarak şöyle buyuruyor:

Dolayısıyla onlardan kimisi îman etti, kimisi de kâfir oldu.” Hepsi de Benim dilememle oluyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Tüm peygamberlerimin işlerini bu şekilde belirledim. Hepsi için aynı kanunu uyguladım. Hiçbir peygamberin ne sağliğinda ve ne de ölümlerinden sonra bütün ümmetinin ona uymakta bir araya geldikleri, anlaşmazlığa düşmedikleri olmamıştır. Aksine onun hakkında anlaşmazlığa düşmüşler, (.......)

Bütün bunlara rağmen Allah dileseydi onlar -anlaşmazlığa düşerek- savaşmazlardı.” Burada bunun tekrarı durumu pekiştirmek ve te'kit içindir.

Yani, “Ben onların savaşmamalarını dikseydim, savaşmazlardı. Çünkü mülkümde cereyan eden her olay ancak benim meşietime, yani dilememe bağlıdır.”

İşte işin bu noktası, Mu'tezile mezhebinin görüşünü geçersiz kılıyor. Çünkü Allah, “Eğer onların savaşmalarını dilemesem, onlar savaşmazlardı” diye bildirmektedir. Halbuki Mu'tezile mezhebi savunucuları diyorlar ki, Allah onların savaşmamalarını istedi ve fakat onlar buna rağmen savaştılar. “

“Fakat Allah dilediğini yapar.” Allah, âyetin bu ifadesiyle mutlak manada irâdenin kendi zâtına âit olduğunu, başkasına has olmadığını net olarak bildirmektedir. Nitekim Ehl-i sünnetin de mezhebi (görüşü) budur.

254

Ey îman edenler! Ne bir alışverişin, ne bir dosttan medet beklemenin ve ne de bir şefâatin bulunmadığı gün gelmeden önce size rızık verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerin (hakkı tanımayanların) ta kendileridirler.

Ey îman edenler/ Ne bir alışverişin, ne bir dosttan medet be/demenin ve ne de bir şefâatin (kayırmanın) bulunmadığı gün gelmeden önce size rızık olarak verdiğimizşeylerden Allah yolunda harcayın.”

(.......) Allah yolunda cihad etmek üzere harcayın. Ya da bu hüküm genel manasıyla farz olan her sadakayardım ya da zekât manasınadır. (.......)

Yani; daha önce yapmamış olduğunuz harcamalara karşı hiçbir şey yapabilme gücüne sahip olamayacağınız ve infak etmek için de başvuracağınız bir alışverişin olamayacağı o gün... (.......) Dostlarınızın size müsamaha ile yaklaşacakları imkanı olmayan o gün.. (.......) Kâfirler için bir şefâatin var olmadığı, demektir. Çünkü mü'minler için şefâat vardır. Yahut Allah'ın izninden sonra mü'minler için şefâat olacaktır.

Kâfirlere gelince onlar zalimlerin (hakkı tanımayanların) ta kendileridirler.” Çünkü kâfirler, kıyamet gününde ihtiyaç duyacakları şeyleri yapmamakla kendi canlarına kıyıp haksızlık edenlerdir. Veya, kıyamet gününü inkâr eden bunlar, zalimlerin ta kendileridirler.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Ebû Amr ve Ya'kûb, fetha ile (.......) olarak kırâat etmişlerdir.

255

Allah, kendisinden başka hiçbir mabud olmayan bir tek ilâhtır: Haydır (ebedî ve ezeli diridir), Kayyumdur (bütün varlıkların durumlarını elinde bulundurup ayakta tutan ve koruyandır). O'nu; ne bir uyuklama ve ne de bir uyku tutar. Göklerde ve yerde var olanların tamamı O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefâat edebilir? O, kullarının yaptıklarını da ileride yapacaklarını da bilir. O'nun bilgisi dışında asla gizli bir şey kalmaz. Allah'ın dilediklerinin (öğrettiklerinin) dışında kulları O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak (ihata edip) kavrayamazlar. O'nun kürsüsü (ilmi ve kudreti) bütün gökleri ve yeri kuşatıp içine almıştır. Gökleri ve yeri gözetip koruması O'na ağır ve zor gelmez. O çok yücedir ve çok uludur.

“Allah, kendisinden başka hiçbir mabud olmayan bir tek ilâhtır. Hay'dır (ebedî ve ezeli diridir), Kayyum’dur (bütün varlıkların durumlarını elinde bulundurup ayakta tutan ve koruyandır). “

Burada, (.......) ismi, haberi ve bedel kılındığı yer itibariyle mübtedanın haberidir. Bu mübteda ise, (.......) ismi celalidir. (.......) Faniliğine asla bir yol olmayan bâkî, demektir. Ölmeyen ve hep diri olan manasında ezeli ve ebedidir. (.......) Daim ve her zaman yaratmış olduğu varlıkları elinde tutan ve onları koruyup muhafaza eden, demektir.

O'nu ne bir uyuklama ve ne de bir uyku tutar.” (.......) kelimesi, uyku öncesi insanda meydana gelen dalgınlık, gevşeme ve uyuklama halidir. Mufaddal b. Muhammed Dabbi ise, (.......) olarak değerlendirmiş ve bu okuyuşuyla kelimenin manası, başta meydana gelen ağırlık halidir. (.......) ise gözlerde meydana gelen ağırlık, uykusuzluk halidir. (.......) kelimesi ise, kalbin uyuması halidir ki, diğer ikisine göre en ağır olanıdır. İşte bu ifadeler, “kayyum” ismini tekid etmektedir. Çünkü; bir varlık eğer uyukluyorsa veya uyuyorsa ya da üzerine bir ağırlık çöküyorsa böyle bir varlığın kayyum olması asla söz konusu değildir, muhâldir.

Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) ya vahyedilerek denilir ki: “Şu kimselere söyle; gökleri ve yeri Ben kudretimle tutmaktayım. Eğer beni bir uyku ya da uyuklama tutsa gökler ve yer yok olur.” Ebû Ya'la. Müsned; 6669.

Göklerde ve yerde var olanların tamamı -hem mülk olarak ve hem milk olarak- O'nundur.”

Yani; göklerde ve yerde var olanların tamamı hem otorite ve hükümranlık” olarak Allah'a âittir ve her şey bütün varlıklar Allah'ındır.

İzni olmadan O’nun katında kim şefâat edebilir?” Allah'ın izni olmaksızın katında kimse asla şefâat edemez. İşte bu ifade yüce Allah'ın melekutunu ve kibriyasını; yani O'nun azametini, yüceliğini ve celâlini açıklamaktadır. Çünkü yarın kıyamet gününde hiçbir kimse Allah kendisine izin vermedikçe asla Onunla konuşmaya cesaret edemez, kendisinde böyle bir güç bulamaz.

Burada kâfirlerin iddia edip ileri sürdükleri ve “yarın putlar bize şefâat edecek” dedikleri gibi onların bu iddialarına da bir red cevâbıdır âyetin bu kısmı.

O, kullarının yaptıklarını da ileride yapacaklarını da bilir.” Allah kullarından önce olanları bildiği gibi onlardan sonra olacakları da bilir. (.......) de yer alan zamîr ise, “göklerde ve yerde var olanlara râcidir. Çünkü bu her iki gezegende de akıl sâhibi varlıklar bulanmaktadır. O'nun bilgisi dışında asla bir şey kalmaz. “

Allah'ın dilediklerinin (öğrettiklerinin) dışında kulları O'nun ilminden -O'nun malumu olan şeylerden- hiçbir şeyi lam olarak (ihata edip) kavrayamazlar.” Nitekim bir duada şöyle denir: Allah'ım hakkımızda bildiklerinden bizi mağfiret eyle!”

(.......) kavli, öğrettikleri manasınadır.

(.......) “O'nun kürsüsü (ilmi ve kudreti) bütün gökleri ve yeri kuşatıp içine almıştır: “kürsü” kelimesi burada Allah'ın ilmi manasınadır. Nitekim, kürrase diye adlarıdırılan Kitap da bu manadadır. Çünkü o da içinde bilgi taşımaktadır, “kerasi” de alimler, bilginler demektir. Bir de ilme kürsü adının verilmesi, alimin ya da bilgin kimsenin yeri ve makamı olması bakımından da bu manasıyla ilme de kürsü denmiştir. Bu âdeta yüce Allah'ın şu kavli gibidir:

“Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır.” Ğafır-Mü'min.7.

Kürsü bir tefsire göre de Allah'ın mülkü manasınadır. Bu ismi alma nedeni, mülkünün kürsüsü durumunda olan yeri itibariyledir. Ya da bundan maksat Allah'ın Arş'ıdır. Nitekim Hasen-ı Basrî'den de bu manada rivâyet olunmuştur. Ya da bu, Arş’ın altında bir tahttır. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Yedi kat gök, kürsüye göre çöle bırakılmış bir halka gibidir. Arş’ın kürsüye göre üstünlüğü ve değeri, çölün halkaya olan üstünlüğü gibidir.” İbn Merduye rivâyet etmiştir. Bk. İbn Kesîr, Tefsîr; 1/458.

Ya da “kürsü” Allah'ın kudreti demektir. Nitekim bunun da delili Rabbimizin şu kavlidir:

Gökleri ve yeri gözetip koruması, O'na ağır ve zor gelmez. 6 -mülkü ve otoritesi bakımından- çok yücedir ve -izzet ve celâli açısından da- çok uludur.”

Ya da, (.......) demek, kendisine lâyık olmayan nitelemelerden yücedir, beri ve uzaktır, manasındır. (.......) ise kendi şanına yaraşır sıfatlarla muttasıftır, demektir. Rabbimiz'in bu iki sıfatı da tevhidi manayı tam kemal manasıyla kapsamaktadırlar.

Bakara Suresinin 255. âyeti olan (ve adına Âyet'el-Kürsî denen) bu âyette cümleler arasında herhangi bir atıf (bağ) edatı olmaksızın dizilmişlerdir. Çünkü tüm cümleler birer gerçeği açıklamak için gelmişlerdir. Bunlar sırasıyla şöyledir:

1- Allah'ın tüm yarattığı yarlıklarının her durumuyla ilgili olarak onları kendi gözetimi altında tuttuğu ve her şeyini düzene koyduğudur. Bunlardan hiçbirisinde herhangi bir yanılgı ve unutkanlık söz konusu olmaksızın hepsinin de üzerinde bu manada hüküm icra ettiğidir.

2- Çünkü; Allah tedbiri altında bulundurduğu ve işlerini düzene koyduğu tüm varlıkların sâhibi ve mâlikidir.

3- Şanının yüceliği, kibriyası ve azameti gereği bu böyledir.

4- Tüm yarattığı varlıkların durumlarını her bakımdan ihatası ve kuşatması altına almıştır.

5- İlminin genişliği, bu ilminin tüm malumata, yani bilinen her şeye taallûku itibariyle ya da celâli ve kudretinin azameti bakımından bunun böyle olduğu gerçeğini ortaya koymak ve açıklamak içindir.

İşte bu âyet tüm bu noktalar sebebiyle ve daha bizim bilemediğimiz niceleri açısından bu âyet faziletli ve üstün bir âyet kılınmış ve nitekim faziletine ilişkin olarak da birçok hadisler rivâyet olunmuştur. İşte bu konuda gelen rivâyetlerden bazıları şöyledir:

1- Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivâyet etmiştir:

“Kim her farz namazın peşinden Ayete'l-Kürsi'yi okursa cennete girmesinde kendisiyle cennet arasındaki tek engel ölümdür. Bu âyeti de okumaya devam edecek olanlar ancak sıddik (sözü ve özü bir olanlar) ya da âbid (çok ibâdet edenler)dir. Kim yatağına yatacağında bu âyeti okursa Allah onu kendi canına kıyacaklardan, komşusunun kötülüğünden, komşusunun komşusu durumunda olanların kötülüğünden ve çevresindeki evlerin ya da çevresinde geceleyenlerin kötülüklerinden güvencede kılar.” Beyhaki rivâyet etmiştir.

2- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Beşerin (insanların) efendisi Hazret-i:Âdem'dir. Arapların efendisi Muhammed'dir. Ancak ben yine de bununla övünmem. İranlıların efendisi Selman'-dır. Rum (Bizanslı)Zarm efendisi de Suheyb'tir. Habeşlilerin efendisi Bilal'dır. Dağların efendisi (önemlisi) Tûr dağıdır. Günlerin efendisi (en önemlisi) de cuma günüdür. Sözlerin efendisi (en üstünü) Kur'ân'dır. Kur'ân'ın efendisi (en değerli olan şeyi) de Bakara Süresidir. Bakara Suresinin efendisi de Ayete'l-Kürsi'dir.” Deylemî, Müsrıedu'l-Firdevs; 3471.

3- Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“İçinde bu âyetin okunduğu evi, şeytanlar otuz gün terk ederler. O eve kırk gece erkek ve kadın hiçbir sihirbaz ya da büyücü giremez.” İbn Hacer, ben buna rastlayamadım, demiştir.

4- Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Kim uyuyacağı esnada Ayete'l-Kürsi'yi okursa, Allah onu sabaha kadar koruması için bir melek gönderir (görevlendirir).”

5- Yine Resûlüllah şöyle buyurmuş:

“Her kim akşamleyin şu iki âyeti okursa bu iki âyet sayesinde ta sabaha kadar koruma alüna alınır, kim de sabahleyin o iki âyeti okursa ta akşama kadar bu iki âyet sayesinde korunma altına alınır. Bu iki ayetten biri Ayete'l-Kürsi'dir, diğeri de Mü'min (Ğafır) Suresinden ilk ayetten itibâren ilk uç ayettir. Bk. Tirmizî, 2879.

Çünkü bu âyet tevhid esasını, Allah'ın birliğini, azametini ve temcidini (ululuğunu) ele almaktadır. O'nun yüce sıfatlarından, niteliklerinden söz etmektedir. Çünkü Azîz ve yüce Rab olan Allah'ı anmaktan daha üstün bir şey olamaz. Dolayısıyla Allah'ı zikretme, anma mahiyetinde olan bir şey elbette diğer şeyleri anmaktan daha değerli ve faziletlidir. Böylece anlaşılıyor ki, ilimler içerisinde en değerli ve en önemli olan ilim “tevhid” ile ilgili olan ilimdir.

256

Dinde zorlama yoktur. Artık doğru olan (İslâm yolu) ile bâtıl olan (küfür yolu) birbirinden ayrıl(ıp gerçek ortaya çık)mıştır. Öyleyse her kim tağutu reddedip Allah'a îman ederse işte o, muhakkak kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir.

Dinde zorlama yoktur.

Yani hiçbir kimse hak dinine girsin diye icbar olunamaz. Bu hak din de İslâm dininden başkası değildir. Bir tefsire göre bu ifade, “men etme, yasaklama” manasında haberdir.

Rivâyete göre, Ensar'dan bir zatın iki oğlu varmış, her iki oğlu da Hırıstiyanlık dinini seçmişlerdi. Babası bunlara baskı yaparak İslâm'ı seçmelerini ve onda kalmalarını ister ve:

“Siz Müslüman olmadıkça sizi bırakmam.” der. Ancak her iki oğlu da buna yanaşmazlar ve nihayet durum Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e iletilir ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in huzurunda şikâyetlerini dile getirirler. Ensar'dan zât der ki:

— Ey Allah'ın Rasûlü! Benim bir kısmım (ailemden bazısı) cehenneme girecek mi, işte ben onu bekliyorum.” Bunun üzerine bu âyet iner ve adam da çocuklarının peşlerini bırakır.” Bk. Vahidi, Esbabu'n-Nüzul, s. 52.

Abdullah b. Mesud ve bir grup (cemaat) diyorlar ki; bu âyet İslâm'ın ilk dönemlerinde bu manasıyla geçerliydi. Daha sonraları bu âyet savaşma ve cihad ile ilgili âyetin gelmesiyle neshedilmiştir.

Artık doğru olan (islâm yolu) ile bâtıl olan (küfür yolu) birbirinden ayrıl(ıp gerçek ortaya çık)mışlır. “

Yani; açık seçik olarak ve net delillerle îman ile küfür birbirinden ayırdedilir olmuştur. Neyin hak ve neyin bâtıl olduğu gerçeği ortadadır.

Öylerse her kim tağutu -şeytanı ve putları, putlaştırıları şeyleri- reddedip Allah'a îman ederse, işte o, muhakkak kopması olmayan sapasağlam kulpa yapışmıştır.” Tagut: İnsanın haddini aşarak, Allah'tan başkasını ma'bût edinmesidir. Buna göre Allah'ın emirlerini ve yasaklarını tanımaksızın ve şerî'atını reddetmek suretiyle olan her itâat taguttur. Her rejim ve ideoloji, hak dinin dışında din gibi kabul edilen her sistem ve her yasa bu anlamda tagut kavramı içinde yer aldığı gibi, her çeşit put ve putlaştırıları her varlık ve madde de yine taguttur. Dolayısıyla bir toplumun tagutu denilince o toplum tarafından Allah ve Rasûlünün emir ve hükümleri dışlanmak suretiyle bağlı kaldıkları ve uygulayageldikleri her sistem, rejim ve ideoloji bu manasıyla taguttur. Allah'ı ve hükümlerini tanımamaktır. Yoksa bu yalnız şeytanlar veya putlar demek değildir. (Mütercimin notu)

(.......) kelimesi, (.......) manasınadır. Bu da yapışmak, tutunmak, demektir. (.......) ise bağlarııları, takınılan şey, kulp, tutamak manasınadır. (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin müennesidir. Bu, hiç kopmayan çok güçlü ip, sağlam ve güvenilir, demektir. (.......) kopma imkanı olmayan, manasınadır. Bu, bir bakıma bilinen maddi örneklerden ve delillerden hareketle gerçeği kavramak manasına gelen bir temsil yani öraeklendirmedir. Gözle görülebilen ve duyularla anlaşılabilenlerden yola çıkılarak gerçeğe ulaşmanın bir yoludur. Bu şekilde bu âyeti dinleyip duyan bir kimse bunları kafasında canlarıdırsın ve âdeta olay karşısında cereyan ediyormuş ve kendisi de gözleriyle bu gerçeği görüyormuşçasına hareket etsin de bu sayede inancını pekiştirmiş olsun. Bu durumda mana şöyle olur:

“Kişi kendi adına öylene sağlam olarak dinine bağlarısın ki, asla herhangi bir noktadan ona herhangi bir şüphe girişine izin verilemesin.”

Kaldı ki; “Allah her şeyi -onun ikrarını- haklarla işitendir, -ve itikadını da hakkıyla- bilendir.”

257

Allah îman edenlerin velisi ve dostudur. Onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. Kâfirlere gelince onların da yardımcıları ve velileri tağuttur. Onları aydınlıktan alıp karanlıklara götürür. İşte bunlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar.

Allah imarı edenlerin velisi ve dostudur”

Yani; îman etmek isteyenlerin yanındadır ve onların yardımcısıdır, onların işlerini çekip çevirendir. “Onları -küfrün ve dalâletin, sapıkliğin- karanlıklarından nura (aydınlığa) îman ve hidâyete (yoluna) çıkarır.”

Âyette “zulümât (karanlıklar)kelimesinin çoğul olarak getirilmiş olması, bunların değişik ve farklı olmaları açısındandır. Halbuki “nûr (aydınlık) kelimesinin tekil olması ise, imanın bir tek olmasındandır.

Yani; inancın bir tekliği ölçü alınmasından dolayıdır.

Kâfirlere gelince onların dayardımaları ve velileri tağuttur.”

(.......) kavli burada mübtedadır. (.......) cümlesi de bunun haberidir.

Onları aydınlıktan alıp karanlıklara götürür.” Yine burada, “zulümât” kelimesi çoğul olarak gelmiştir. Çünkü tağut kelimesi mana itibariyle çoğul anlamındadır.

Yani; bunun manası şöyledir: “Küfürde ısrar edenlerin hâli ve onların işleri nur (hidayet) üzere olanların tak aksinedir.” Ya da bunun manası şöyle olabilir:

Allah mü'minlerin velisi ve yardımcısıdır. Eğer mü'minler din ve inançlarında herhangi bir kuşkuya düşerlerse, hemen onlara doğruyu gösterecek noktaya, mü'minleri yönlendirerek yardım eder. Böylece onları girdikleri çıkmazdan bu doğruya muvaffak kılar. Böylece onların yakini ve kesin bilgi manasında aydınlığa çıkmalarını, “nuru'l-yakine” ulaşmalarını sağlar. Kâfirlere gelince onların yardımcıları da şeytanlardır. Şeytanlar onlar tarafından da görülen nurun aydınliğindan ve apaçık delillerinden uzaklaştırıp şüphe ve kuşkunun karanlıklarına bırakırlar.”

İşte bunlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar.”

258

Allah'ın kendisine hükümranlık verdiği kimsenin şımararak Rabbi hakkında İbrâhîm ile tartıştığını görmedin mi? (İşte bu tartışma esnasında) İbrâhîm ona dedi ki: “Benim Rabbim diriltip yaşatan ve öldürendir.” O da: “Diriltip yaşatan ve öldüren benim.” diye karşılık verdi. (Bu defa) İbrâhîm (tekrar) dedi ki: “Şüphesiz Allah güneşi doğu tarafından doğduruyor, o hâlde sen de onu baü tarafından doğdur bakalım.” İşte o an (bu cevap ve istek karşısında) kâfir (neye uğradığım bilemeden) şaşırıp kaldı. Allah, zalimler topluluğunu hidâyete erdirmez.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hayret ve dikkatini çekmek ve onu teselli etmek üzere, ilâhlık ve rab olduğu iddiasına kalkışan Nemrût ile onunla bu konuda mücadele eden Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ın durumunu aşağıdaki âyette bir gönül rahatlatıcı olarak göreceğiz. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

Allah’ın kendisine hükümranlık verdiği kimsenin (Nemrût'un) şımararak Rabbi hakkında İbrâhîm ile tartıştığını, görmedin mi?”

Yani; Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in Rabbinin rububiyeti konusundaki tartışmasını... (.......) zamîri ya Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) a veya Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in kendisiyle tartıştığı Nemrût'a râcidir. Çünkü yüce Allah her ikisinin de Rabbidir.

(.......) Allah'ın kendisine mülk ve varlık vermiş olması sebebiyle şımararak...

Yani; ona hükümranlığın, zenginliğin verilmiş olması onu şımarttı, yoldan çıkarttı ve onun büyüklenmesine neden oldu. İşte bu yüzden de tartışmaya başladı. Yine bu âyet bu kısmıyla “aslalı” olanı yaratma meselesinde Mu'tezilenin aleyhine bir delildir. Veya bunun manası, Allah'ın ona varlık ve hükümdarlık verdiği zaman tartıştı.” demektir.

(İşte bu tartışma esnasında) İbrâhîm ona dedi ki: Benim Rabbim diriltip yaşatan ve öldürendir.” Burada, (.......) kavli, (.......) fiiliyle mensûb kılınmıştır. Eğer, (.......) vakit manasında ise bu takdirde, (.......) bundan bedeldir.

Kırâat imâmlarından Hamza, (.......) kelimesinde (.......) harfini sakin olarak, (.......) tarzında okumuştur, diğerleri ise âyette görüldüğü gibi okumaktalar.

Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ın, “Benim Rabbim diriltip yaşatan ve öldürendir.” derken sanki, ona, “Senin Rabbin de kimdir?” diye bir soru yöneltilmiş, o da: “Benim Rabbim diriltip yaşatan ve öldürendir. “demiş, gibi bir anlam çıkıyor.

“O da -Nemrût da- diriltip yaşatan ve öldüren benim, dire karşılık verdi: Nemrût böyle söylemekle, “İdam etmek durumunda olduğum kimseleri dilersem idam etmem, öldürmem, onu bağışlarını, dilersem bağışlamam, öldürürüm. “demek istiyordu. Bunu da, “Ben de diriltir ve öldürürüm.” manasında söylemekte idi. Nemrût böyle söylemekle tartışmayı kendince bitirmek istiyordu, karşısındakinin susacağını sanıyordu. Ancak öyle olmadı. İşte bunun üzerine Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) onu şaşırtan ve apışıp kalmasına sebep olan, demagojiye de yer bırakmayan sorusunu hemen peşinden ekleyerek şöyle söylüyordu.

(Bu defa) İbrâhîm (tekrar) dedi ki: Şüphesiz Allah güneşi doğu tarafından doğduruyor, o hâlde sen de onu balı tarafından doğdur bakalım!”

Bazı kimselerin ileri sürdükleri gibi, Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) bir delil ileri sürdü, bu olmayınca bu defa bir başkasını gündeme getirdi, böylece kanıttan kanıta geçti demek değildir. Çünkü; birinci hüccet ya da delil gerekli olan bir delil idi. Ancak lânetli adam Nemrût işi demagojiye vurup inat ederek bunu ölüme mahkûm edilenlerden birini Salıvermek, diğerini de idam ederek öldürmek manasında ele alıp, “Ben de yaşatır ve öldürürüm.” demesi üzerine, Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) bu defa onun demagoji yapamayacağı ve cevap veremeyeceği bir hüccet ve kanıtla karşı karşıya bıraktı. Çünkü; o dönemdeki insanlar genel olarak astroloji ile, falcılıkla ve gök cisimlerinin hareketlerinden mana çıkarmakla ilgili kimselerdi. Bu itibarla onlar gezegenlerin doğudan batıya yönelik olan hareketlerini bilirlerdi. Fakat; karıncanın suyun akış istikametinin tersine hareket etmesi, yürümesi gibi bizin tarafımızdan bilinen güneşin ters istikamete doğru zorunlu olarak hareket ettirilmesi olayını bunlar bilmiyordu. Nasıl ki su karıncayı gidiş yolundan mecburen akış yönü itibarıyla kendi akışına o istemese de kaptırıyorsa bu da böyledir. İşte bundan hareketle Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) Nemrût'a diyordu ki:

“Benim Rabbim güneşi doğal olan hareketiyle değil, emri gereği istediği gibi aksi şekilde hareket ettiriyor Eğer gerçekten sen rab isen, o hâlde onu doğal hareketi gereği hareket ettir. Çünkü bu, bir şeyi tersine hareket etmekten kendi normal yörüngesinde hareket ettirmek daha kolaydır. İşte sen bu kolay olanı yap.”

İşte o an (bu cevap ve istek karşısında) kâfir (neye uğradığını bilemeden) şaşırıp kaldı.” Şaşırdı ve dehşete kapıldı. “Kaldı ki; Allah, zalimler topluluğunu hidâyete erdirmez.”

Yani, onları buna muvaffak kılmaz.

Yine derler ki; Nemrût: (.......) diye Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’e söylemedi, neden? Çünkü; Allah onu bundan menetti, ona bu fırsatı vermedi. Bir başka tefsire göre denir ki; Nemrût, kendisinin rab olduğunu iddia ediyordu ve başkasmm rabliğim kabul etmiyor ve böyle bir itirafa kalkışmıyordu. Diğer taraftan, (.......) kavlinin manası şöyledir:

“O, kendisine dirilten ve öldüren özelliği verilen varlık benim, başkası değil.”

Bu âyet ayrıca kelâm ve münazara ilminde bu tür tartışmalarda konuşup delil getirmenin mübahlığma bir delildir. Çünkü; yüce Allah âyette şöyle buyurmuştur:

(.......) dolayısıyla tartışma iki kimse arasında cereyan eder. Âyet aynı zamanda Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in de onunla tartıştığına bir delildir. Eğer tartışma mubah olmamış olsaydı, Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) böyle bir şeye girişir miydi? Asla girişmezdi. Çünkü peygamberler haram iş işlemekten masumdurlar, yani haram işlemezler. Kaldı ki; bizler de, kâfirleri îmana ve tevhid inancına davet etmekle emrolunmuşuz. Onları îmana çağırdığımız zaman bizden mutlaka konuya ilişkin delil isteyeceklerdir. Bu da ancak karşılıklı münazara ve tartışma sırasında olabilir. Nitekim, bu durum “Şerhu't-Te'vilat” adlı eserde de böyle geçmektedir.

259

Ya da görmedin mi o kimse gibisini ki, kendisi, binalarının duvarlarının üstüne çatılarının çöktüğü ve harabeye dönüştüğü (ıpıssız) bir şehre uğramıştı. (Bu manzara karşısında) şöyle konuşmuştu: “Bu şehir (böylene yerle bir olup) öldükten sonra acaba Allah bunu nasıl diriltecek?” (İşte onun bu konuşması üzerine) Allah kendisini yüz sene ölmüş olarak öylece bıraktı. Sonra onu yeniden diriltti ve ona: “Ne kadar kaldın (bekleyip durdun)?” diye sordu. O da: “Bir gün ya da bir günden az (bir süre kaldım)” dedi. Allah kendisine: “Hayır yüz yıl kaldın. Yiyecek ve içeceğine bir baksana henüz bozulmamış. (Bir de) eşeğine bak. Seni, insanlara bir âyet (mu'cize) kılalım diye (bu şeklide tam yüz yıl ölü bırakıp sonra yeniden dirilttik). Şimdi de şu kemiklere bak. Onları nasd düzenliyor (bir araya getiriyor), sonra da onlara et giydiriyoruz, dedi. Durum onun tarafından anlaşılınca “Şimdi (çok iyi) bılıyorum ki Allah herşeye kâdirdir” dedi.

fa da görmedin mi o kimse gibisini ki, kendisi, binalarının duvarlarının üstüne çalılarının çöklüğü ve harabeye dönüştüğü (ıpıssız) bir şehre uğramıştı.” Buradaki, (.......) kavlinin manası, “Ya da şunun gibisini gördün mü? “dür. Çünkü bunun bu manaya geldiğine, önceki âyette geçen (.......) delâlet etmektedir. Çünkü her ikisi de hayret ifade eden kelimelerdir. Ya da bu, bir önceki âyetin ilgili kelimesinin lâfzma değil de manasına hamledilmektedir. Bunun takdiri de şöyledir: “Sen İbrâhîm ile tartışan gibisini gördün mü?” Ya da, “Uğrayan gibisini .... “

Keşşaf sâhibi diyor ki: (.......) deki (.......) harfi zâidedir, (.......) de, (.......) kavline ma'tûftur. Bk. Zemahşeri, Keşşaf 1/389. Beyrut, Daru’l-Marife.

Hasen-ı Basrî de diyor ki, kasabaya uğrayan kişi öldükten sonra dirilmeye îman etmeyen biri idi. Dolayısıyla bu noktada Nemrût ile aynı çizgide buluşuyorlardı ve bir de, “Ölüyü nasıl diriltecek? “ifadesiyle buna bir ihtimal vermemesi, böyle bir tefsir yapılmasına nedendir. Ancak çoğunluğun tefsiruna göre burada sözü edilen zatın Hazret-i Uzeyir (aleyhi’s-selâm) olduğu yönündedir. Hazret-i Uzeyir (aleyhi’s-selâm) de tıpkı Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in istediği gibi ölülerin dirilmesini gözüyle görüp böylece basiretinin artmasını istemiştir. (.......) Diriltme işinin nasıl meydana getirildiğini öğrenerek acizliğini bu yoldan görmek ve aynı zamanda diriltenin de kudretinin yüceliğini ve azametini takdir ve itiraf etmektir.

Âyette kendisinden söz edilen şehir ya da kasaba Beyt-i Makdis'tir. Buhtunnasır burayı yerle bir ederek harabeye dönüştürmüştü. (.......) yani; tavanlarıyla birlikte alt üst olmuş, demektir. Ya da önce tavanları yıkılmış, sonra da üzerine duvarları devrilmiş manasında olabilir. Yüksek olan her şey, mana itibariyle Arş demektir.

(Bu manzara karşısında) şöyle konuşmuştu: “(İşte onun bu konuşması ve şaşkınliği üzerine) Allah kendisini yüz sene ölmüş olarak öylece bıraktı. Sonra onu yeniden diriltti ve” Ona: -bir melek- (.......), diye sordu. O da: (.......) diye cevap vermişti.”

Bunu kendi tahminine göre söylüyordu. Âyetin bu kısmı içtihad yapmanın câiz olduğuna da bir delildir. Rivâyete göre bu zât kuşluk vaktinde ölmüş, yüz sene sonra henüz güneş batmamışken dirilmişti. Önce güneşe bakmadan, bir gün oldu, diye cevap vermiş ve fakat sonra dönüp güneşe baktığında, güneşin henüz batmadığını görmüş ve bunun üzerine de, “bir günden az bir süre “diye karşılık vermiştir..

Allah (ya da melek) kendisine dedi ki: “Rivâyete göre yiyecekleri incir ve üzüm imiş. İçeceği de şıra ve süt imiş. Bakar ki, incir ve üzüm sanki dallarından yeni koparılmış gibi taptaze ve içeceği de aynen olduğu gibi duruyorlar. Hiçbiri bozulmamıştır.

(.......) kelimesindeki (.......) harfi ya kelimenin kendi sindendir yani aslidir veya sekte (.......) sidir. İki duruma göre bu kelime, (.......) kelimesinden türemedir. Çünkü; kelimenin lamel fiili yani son harfi, (.......) harfidir. Çünkü kelimenin aslı, (.......) olup fiili olarak, Meselâ; (.......) denir ki bu, (.......) demektir ki, bunun manası da: “Ben onu bir yıl çalıştırdım.” demektir. Ya da bu kelimenin lamel fiili (.......) harfidir. Çünkü bunun aslı, (.......) dur. Bu da fiil olarak (.......) den almmadır. Bunun da manası, “Yıllar onu değiştirmedi” demektir.

(.......) Vasl yani geçiş hâlinde (.......) harfinin hazfiyle okunur, vakf yani duruş hâlinde ise (.......) harfini ortaya çıkarmakla okunur. Ki işte bu tarz bir okuma kırâat imâmlarından Hamza ile Ali'nin kırâatidir.

Bir de eşeğine bak!” nasıl da kemikleri darmadağın olmuş, çürümüş ve kurtlanmış. Bu zatın bir de eşeği vardı. Onu bir yere kaçmaması için bağlamıştı. Ancak eşeği de ölür, geride sadece kemik kalıntıları kalır. Ya da, “Ona bak, o yerinde senin bağladığın gibi sağ salim, yemsiz ve susuz bir hâlde tam yüz sene duruyor. Yiyecek içeceklerin korunduğu gibi o da korunmuş. Şüphesiz bütün bunlar Allah'ın gösterdiği en büyük âyetlerden ve mu'cizelerdendir.”

Seni insanlara bir âyet (mu'cize) kılalım diye bu şekilde Lam yüz yıl ölü bırakıp sonra yeniden dirilllik.” Evet biz bunu yaptık. Burada demek istenen şey, ölümden sonra yeniden diriltilmesi ve yanındaki eşyasının hiç bozulmadan aynen kalmış olmasıdır. Bir tefsire göre de bu kısmın başında yer alan, (.......) harfi bunu mahzûf olan bir kelimeye atfetmektedir.

Yani, “Senin ibret alman için biz seni...” demektir.

Bir tefsire göre eşeğine binerek bu zât böylece kavminin yanma gelir ve onlara, “Ben Uzeyir'im” der. Ancak kavmi onu yalanlarlar. Bunun üzerine kavmine, “Tevrât'ı bana getirin.” der. Kendisi başlar ezberinden Tevrât'ı okumaya. Nitekim; Hazret-i Uzeyir (aleyhi’s-selâm)dani önce hiçbir kimse Tevrât'ı böyle okumuş değildi. İşte bu da onun bir mu'cizesi idi.

Yine bir tefsire göre de Hazret-i Uzeyir (aleyhi’s-selâm) evine döner, bakar ki; bütün çocukları yaşlanmışlar, kendisi onlara göre daha genç durumdadır.

Şimdi, de şu kemiklere -eşeğin veya nasıl diriltilecekler diye haklarında şaşkınlık geçirdiği ölülerin kemiklerine- bir dikkat el; onları nasıl da bir araya getirip -harekete geçirip, birini diğerine girdirerek- iskelet oluşturuyor, sonra da onlara -kemiklere- el giydiriyoruz, diye buyurmuştu.” Burada giydirme ifadesi mecâzî manada kullanılan bir ifadedir. Et elbiseye benzetilmiştir.

Kırâat imâmlarından Hicaz ve Basra okulu mensupları, (.......) kelimesini, (.......) olarak (.......) harfiyle okumuşlardır. Bu da, “diriltiriz” manasınadır.

“Bu şekilde her şey açık ve net olarak ortaya konulup durum onun tarafından anlaşılınca, şöyle demişti: Bundan böyle Allah'ın her şeye kâdir olduğunu öğrenmiş bulunuyorum” Burada, (.......) kavlinin faili gizlidir. Bunun takdiri de şöyledir: Allah'ın her şeye kâdir olduğu gerçeği, (.......) ...” İlk cümlede hazfedilen ve sonradan takdir olunan bu cümlenin aynısı ikinci ve son cümlede yer aldığı için birincisinde zikredilmemiştir. Bu tıpkı şuna benzer: (.......)

Diğer taraftan, (.......) kavli, durumu pek anlayamayan, yani ölülerin diriltilmesi noktasında bir sıkıntı gösteren olayla değerlendirilmesi de, atfı da câiz olur. Bir de, (.......) kavli emir lâfzı olarak değerlendirenler de olmuştur. Böyle değerlendirenler de kırâat imâmlarından Hamza ve Ali'dir.

Yani, Allah ona şöyle dedi: “. Ya da bu adamın kendi kendisine seslenmesi, hitâbıdır, bu manada mütekellim birinci şahıs kipini kullanmıştır,

260

(Şunu da hatırla:) Hani İbrâhîm Rabbine demişti ki: “Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster.” Rabbi de ona: “Yoksa îman etmedin mi?” diye söyledi. İbrâhîm dedi ki: “Elbette îman ettim. Ancak kalbim huzur bulsun istedim.” İşte bunun üzerine Rabbi ona: “O hâlde dört adet kuş yakala ve onları kendine iyice alıştır. Sonra da onları kesip parçalara ayır ve her bir dağın başına da o parçalardan birini bırak. Daha sonra onları sana gelmeleri için çağır, (hepsi de) koşarak sana geleceklerdir. İyi bilmelisin ki; Allah, Azîzdir, Hakîmdir.” buyurdu.

(Şunu da hatırla:) Hani İbrâhîm Rabbine demişti ki: Rabbim! Ölüleri, nasıl dirilttiğini bana göster.” Burada, (.......) kelimesi, (.......) fiiliyle nasb mahallindedir.

Rabbi de ona: Yoksa îman etmedin mi? diye söyledi. İbrâhîm de dedi ki: “Yüce Allah, Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in insanlar içinde en sağlam ve güçlü bir îmana sahip olduğunu bilmesine rağmen, “Yoksa îman etmedin mi?” diye buyurması, ondan almak istediği cevabı alsın diyedir. Çünkü; bunda dinleyenler açısından önemli faydalar bulunmaktadır. (.......) kelimesi olumsuzluktan sonra manayı olumlu hale çevirmek içindir. Bunu manası, “Elbette inandım. “demektir.

Ancak bu, zorunlu olarak bilinmesi gereken şeye bir de delile dayalı bilgi eklenirse dolayısıyla bunun insan kalbi üzerindeki etkisi daha fazla olur ve da bir huzur sağlar. Uzağı görmede, basiret sâhibi olmada tesiri görülür. Çünkü; delillerin açıktan açığa gösterilmesi gönülleri daha sükun ve rahata kavuşturmasını yanında basiretin da artırır, ilerisini çok daha rahat olarak görebilir. Delile dayalı ilimlerde kimi zaman kuşkular doğurabilir ve fakat kesin ve zaruri manada bilinen gerçeklerde ise herhangi bir kuşkuya yer yoktur.

(.......) kelimesindeki (.......) harfi, mahzûf olan bir ifadeye taallûk etmektedir. O da: “Fakat benim bunu sormuş olmam, kalbimin huzur bulma (tatmin) isteğindendir.”

İşte bunun üzerine Rabbi ona: O hâlde -kuşlardan tavus, horoz, karga ve güvercin olmak üzere- dört adet kuş yakala ve onları -meylettirerek, yanma alarak- kendine iyice alıştır.” (.......) kelimesini kırâat imâmlarından Hamza (.......) harfinin esresiyle, (.......) olarak okumuştur.

Sonra da onları kesip parçalara ayır ve her bir dağın başına da o parçalardan birini bırak.” Sonra onları parçalara ayır, daha sonra da ayırmış olduğun parçaları da çevrende ve senin bulunduğun topraklar üzerinde yer alan dağlardan her birinin üzerine bir parçasını bırak. Rivâyete göre bunlar dört ya da yedi dağ idi.

Kırâat imâmlarından, Ebû Bekir, (.......) kelimesini, iki ötre ve hemzeli olarak (.......) diye kırâat etmişlerdir.

Daha sonra onları sana gelmeleri için -Allah'ın izniyle gelin diye- çağır, hepsi de koşarak sana gelecekler.” (.......) kelimesi, hâl yerinde mastardır.

Yani, “uçuşlarında hızlıca hareket ederek” veya “yürüyerek gelişlerinde süratli olarak gelmek suretiyle” demektir.

Âyette, Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) a yakaladığı kuşları kendisine iyice alıştırmasının istenmesinin emredilme sebebi şundandır: Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) onları yakaladıktan sonra onları iyice tanısın, şekillerini, renk ve süslerini, durumlarını iyice öğrensin ki; kuşlar çağmldığı zaman yanma geldiklerinde o kuşların kendisinin yakalayıp bıraktığı kuşlar olduğunu ve bu kuşların başka kuşlar olmadığını iyice tanısın, bir kanşıklık ve bir şüphe gönlünde meydana gelmesin diyedir.

Rivâyete göre Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) yakaladığı kuşları kesme emrini aldıktan sonra, kuşların tüylerini yolması, onları kesip parçalanası, parçalarının her birinin bir dağa bırakılması, tüylerini, kan ve etlerini birbirine kanştınp yoğurması emredilir. Bütün bu kanşımları dağların başına bırakılması ve kuşların kafalarının da yanında bırakılması emredilir. Dolayısıyla Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) emredileni yapar ve her bir kuşun dörtte bir parçasını bir dağa bırakır. Daha sonra onlara: Yüce Allah’ın izniyle bana gelin.” diye seslenir. Dolayısıyla her bir parça diğer parçasının yanma gider ve böylece tam şekillerini alarak, Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in yanında bulunan kafalarını kendilerine eklemek üzere gelirler. Her bir cüsse kendi kafasının bulunduğu yere konar ve kafasını kendine ekler.

İyi bilmelisin ki; Allah, Azîz'dir -hiçbir güç kendisinin murat ettiği şeyin önüne geçip engel olamaz-, Hakîm'dir -tedbirini yüklendiği şeyde hikmet sâhibidir ve Allah içinde hikmet bulunmayan bir şeyi işlemez- diye buyurdu.”

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hayret ve dikkatini çekmek ve onu teselli etmek üzere, ilâhlık ve rab olduğu iddiasına kalkışan Nemrût ile onunla bu konuda mücadele ede Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in durumunu gelecek âyette bir gönül rahatlatıcı olarak göreceğiz. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

261

Allah yolunda mallarını harcayanların durumu, yedi başak veren ve her bir başağında da yüz dane bulunan bir tek tohumun haline benzer. Allah, dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah lütfü ve ihsanı bol olan ve her şeyi bilendir.

Allah yolunda mallar mı harcayanların durumu,” Burada mutlak olarak bir muzafın hazfi vardır ki o da, “yani harcamalarının benzeri” tamlamasıdır.

yedi başak veren ve her bir başağında yüz dane bulunan bir tek tohumun haline benzer. “Esasen bire yüz ve daha fazla veren, yani bitiren yüce Allah'tır. Mademki dane yani tohum bunun sebebini oluşturuyor, nasıl ki toprağa ve suya mal ediliyor ya da isnad ediliyorsa bir şey, burada verimlilik tohuma yani daneye isnad edilmiştir ya da yüklenilmiştir.

“Yedi başak bitirmek” demek, yani tek bir tohumdan yedi ayrı başağın çıkması ve ürün vermesidir. İşte bu şekildeki bir olayın tasvir edilmesi, Allah'ın vereceği mükâfatların da kat kat olmasına sadece bir örnektir ve âdeta o olayı insanın gözü önünde böyle bir örnekleme ile canlarıdırmış bulunmaktadır. Burada benzetilen ya da örnekleme olarak verilen şey mısır tohumu ile akdarı tohumu misalde görülebilir. Bu ikisinde bunu görmek mümkündür. Ancak bazen öyle olur ki buğdayın ekili bulunduğu alan çok verimli bir toprak olabilir ve dolayısıyla bu durum buğdayda da gerçekleşebilir. Ancak bu sadece bir örnekleme olayıdır, her ne kadar hepsinde de bu durum görülmez ise de bu “doğru ve gerçekçi bir varsayımdır, bir değerlendirmedir.

Burada, (.......) kelimesi (.......) yerinde değerlendirilmiştir. Nitekim; temizlik ya da hayız manasına gelen, (.......) lâfzı da, (.......) yerine zikredilmişti.

Allah dilediklerine kat kat fazlasını da verir.”

Yani; yüce Allah her infakta bulunan kimseye değil bunlardan dilediklerine fazlasıyla olmak üzere'kat kat verebilir. Çünkü; her infakta bulunan kimse aynı değildir. Bu itibarla değerlendirilmeleri de Allah tarafından öyle olacaktır. Ya da Allah dilediklerine yedi yüzden fazlasını da verir.

Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (.......) olarak tilâvet ederken, İbn Kesîr de bunu, şeddeli olarak, (.......) olarak kırâat etmiştir. Ancak farklı baskılarda gördüğünüz gibi (.......) kelimesi hem İbn Âmir ve hem İbn Kesîr ve daha başka imâmlarca şeddeli olarak okunduğu gösterilirken, kimi baskılarda ise İbn Âmir'in (.......) olarak okuduğu belirtilmektedir. El-İklil'de ise bu her iki imâmın da aynı kelimeyi şeddeli olarak, (.......) okudukları belirtilmektedir (çev.).

Allah lütfü ve ihsanı -cömertliği, fazlı ve keremi- bol olan ve her şeyi -infakta bulunup harcama yapanların niyetlerini- bilendir.”

262

Allah yolunda mallarını harcayıp ardından da harcadıklarını başa kakmayan ve yardımda bulundukları kimselerin onurlarını kırmayanlar var ya, işte bunlar için Rableri katında büyük ecirleri vardır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir.

(.......) yolunda mallarını harcayıp ardından da harcadıklarını basa kakmayan ve yardımda bulundukları kimselerin onurlarını kırmayanlar var ya,”

Yani “başa kakmamak” demek, yaptığı iyiliği ileri sürerek ve haddini aşarak karşısındakine yaptığı iyilikleri sürekli olarak sayıp dökmesi, adamı rencide etmesidir. Karşısındakinin kendisine her zaman bir minnet duyması gereğini ima ettirmesidir. İşte bu bakımdan eskiler böyle bir duruma düşülmemesi açısından, “Bir kimseye eğer bir iyilik yaparsanız, onun unutun, bir daha gündeme getirmeyin.” derlerdi.

(.......) demek, yardımda bulunduğu kimseye karşı yardımı sebebiyle onu hep etkisi altına almaya, aşağılamaya çalışmak demektir. (.......) kelimesinin manasına gelince bu, infak yanı yapılan yardım ile başa kakma ve onur kırma arasında büyük bir çelişki olduğunu açık olarak göstermek içindir. Dolayısıyla eğer bir iyilik varsa orada söz konusu yanlış her iki davranışa yer verilmemelidir. Böyle bir hareket yapmamak, bu manada bir harcama yapmaktan daha iyidir. Bu, tıpkı şuna benzer: Bir kimsenin îman etmesi elbette hayırlı ve güzel bir harekettir. Ancak imanını dosdoğru bir şekilde sürdürmesi ve istikamet üzere olması elbette birincisine göre çok daha güzel bir şeydir. Nitekim; yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra da dosdoğru yürüyenlerin...” Fussilet, 30.

“İste bunlar için Rableri katında büyük ecirleri vardır.” Yaptıkları harcama ve infakları sebebiyle alacakları sevapla-n vardır. “Onlara her iki dünyada da korku olmayacağı gibi bu dünyada da üzüntü çekmeyeceklerdir.”

Yani; alacakları ecirden herhangi bir azalma olmayacağı gibi, bir azap görme endişesi de olmayacaktır. Elden kaçırıp yapamadıkları şeyler sebebiyle de üzülmeyeceklerdir. Başka bir ifadeyle onlar için azaptan ötürü bir korku, sevabı kaçırmadan yana bir üzüntüleri de olmayacaktır.

Bu âyette, (.......) dendiği hâlde bundan sonra gelecek olan Bakara Sûresi, 274. âyette ise, (.......) diye, bir da (.......) harfinin başına, (.......) harfi gelmiştir. Neden? Çünkü buradaki cümle, yani ilgi cümlesi şart manasını taşımamaktadır, Halbuki orada böyle bir şart vardır. Bu şart manası da ancak, (.......) harfi sayesinde olabilmektedir.

263

Güzel bir söz ve bağışlama arkasından eza (incitme) gelen sadakadan daha hayırlıdır. Çünkü Allah, zengindir, aceleci değildir.

Güzel bir söz söyleyerek -gönül kırmayarak- isteyenin (dilencinin) gönlünü almak ve hatasını görmezden gelmek -kendisinden yardım talebinde bulunulan kimsenin talepte bulunan kendisine karşı bir yanlış görmesi hâlinde onu affetmesi ya da ona güzel davranması sebebiyle Allah'ın mağfiretine ermesi- arkasından başa kakmanın, eza verip onur kırmanın yer alacağı bir sadaka ve yardımdan çok daha hayırlıdır. Çünkü Allah, zengindir, hiçbir şeye -infakta bulunup da başa kakan ve eza verenlere- muhtaç değildir ve cezâlarıdırmasında da aceleci değildir.” Hemen cezâlarıdırmaz. Bu, onlar için bir tehdit ve uyarıdır.

Ayrıca nekra olan ve bir sıfat ile tahsis edilen bir mübtedanın haber alması da sahihtir.

Daha sonra Rabbimiz bunu sununla teyidetmektedir, buyuruyor ki:

264

Ey îman edenler! Sırf insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimseler gibi başa kakarak, yardımcı olduğunuz kimselerin onurlarını kırarak sadaka ve yardımlarınızı boşa çıkarmayın. Böyle bir kimsenin durumu, şiddetli bir yağmurun yağmasıyla üzerinde toz toprak bulunan zemini kaygan bir kayanın üstünü silip süpürerek onu katı ve çıplak bir duruma getirmiş olmasına benzer. Böyleleri kazandıklarından asla bir şeye sahip olamayacaklardır. Allah kâfirleri doğru yola iletmez.

Ey îman edenler! gibi basa kakarak, yardımcı olduğunuz kimselerin onurlarını kırarak sadaka ve yardunlarınızı boşa çıkarmayın.” (.......) harfi mahzûf bir mastarın sıfatı olarak mensûbdur.

Yani bu, (.......) takdirindedir.

Yani, “Şunların boşa çıkardıklar gibi sizde boşa çıkarmayın.”

Sırf insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan insanlar gibi ...”

Yani; münâfık kimsenin sır insanlara gösteriş için harcama yaparak, bu yardımıyla Allah'ın rızasını ve âhiret sevabını istemeyerek harcama yaptıkları gibi siz de başa kakarak ve onur kırarak yaptığınız yardımları boşa çıkarmayın. (.......) kelimesi mef'ûl-ü lehtir.

“Böyle bir kimsenin durumu, şiddetli bir yağmurun yağmasıyla üzerinde toprak bulunan zemini kaygan bir kayanın üstünü silip süpürerek onu katı ve çıplak bir duruma getirmiş olmasına benzer.” Âyetin bu kısmında hem harcamayı yapan kimse ve hem de kendisine hiçbir yarar sağlamayan harcaması üzerinde toz toprak bulunan kaygan düz bir kayaya benzetiliyor. (.......) bol ve sağanak hâlindeki bir yağmur, şiddetli yağmur manalarına gelir. (.......) yani, üzerinde hiç toz topraktan eser bırakmaksızın çıplak olarak, cascavlak bir hâlde bırakıverdi, demektir.

“Böyleleri kazandıklarından asla bir şeye sahip olmayacaklardır.”

Yani; infakta bulundukları ya da harcamasını yaptıkları şeylerden hiçbir şeyin sevabını ve faydasını bulamayacaklardır.

Ya da, (.......) kelimesindeki (.......) harfi, hâl olarak mahallen mensûbdur.

Yani bunun manası şöyledir: “Sadakalannızı ve yardımlarınızı şu ve şu şekilde dağıtanların durumlarına benzeterek boşa çıkarmayın.”

Âyette, (.......) kavlinden sonra, (.......) buyurulmuş olması ile, infakta bulunan kimsenin cinsi murat olunmuştur, yoksa belli bir kimse değil. Ya da harcamada bulunan kimseler kasdolunmuştur.

Çünkü Allah -onlar küfürlerini devam ettirdikleri sürece- kâfirleri doğru yola iletmez”

265

Sırf Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki îmanı güçlendirmek için mallarını Allah yolunda harcayanların durumu da âdeta bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçenin haline benzer. Öyle bir bahçe ki, ona bol bir yağmur düşer, o da bunun üzerine iki kat ürün verir. Eğer bu bahçeye bol miktarda bir yağmur düşmese de, ona yine bir çisenti bile yetişir. Allah, yaptığınız şeyleri görür.

Sırf Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki îmanı güçlendirmek için mallarını Allah yolunda harcayanların durumu da âdeta bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçenin haline benzer.”

(.......) yani İslâm'ı içten tasdik edip doğrulayan ve ruhlarının ta derinliklerinde mükâfatı gerçekleştirenlerin durumu .... Çünkü; bir Müslüman Allah yolunda malmı harcayınca böylece o kimsenin sevabın geleceğini doğrulayıp kabullendiği ve îman ettiği bilinmiş olur. O işi samimiyetle, içtenlikle ve ta ruhunun derinliklerinde duyar, demektir.

Âyetteki (.......) cer edatı İptidai gaye içindir ve bu mef ııl-u leh üzerine ma'tûftur.

Yani, Allah rızası için ve pekiştirmek için “, demektir. Manâ ise şöyledir:

“İşte böylelerinin yapmış olduğu harcamaların Allah katındaki üreme hâli, “yüksek bir tepenin üzerindeki bir bahçeye benzer.” Özellikle yüksek tepeden söz edilmesi, bilindiği gibi yeryüzünün yüksek noktalarında ağaçlar daha fazla ve gür olarak yetişir. Ürünleri daha bol olur.

(.......) kelimesini kırâat imâmlarından Âsım ile İbn Âmir aynen burada olduğu gibi okumuşlar, bu ikisinin dışında kalanlar ise, ötre ile, (.......) olarak tilâvet etmişlerdir.

Öyle bir bahçe ki, ona bol bir yağmur düşer, o da bunu üzerine iki kal ürün verir.”

Yani; bol ve bereketli yağmur öncesine nazaran iki kar ürün verir. Kırâat imâmlarından Nafı, İbn Kesîr ve Ebû Amr, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır.

Eğer bu bahçeye bol miktarda yağmur düşmese de ona yine bir çisenti bile yetişir.”

Yani; öyle istenildiği gibi bol bir yağmur değil de şöyle çiselemek suretiyle oldukça hafifi bir yağmur bile o bahçeye yeter. Ya da burada böyle kimselerin Allah katındaki durumları, tepe üzerindeki bir bahçeye benzetilmiştir. Fazla olarak veya az miktarda yaptıkları harcamaları da bol ve bereketli ola yağmur ile çisenti şeklinde yağan bir yağmura benzetilmiştir. Çünkü her iki yağış hâli de öyle bir noktada bulunan bahçedeki ürünü artırmış olmaktadır. Nitekim; bu kimselerin az veya çok olarak. Allah'ın rızasını isteyerek O'nun yolunda yaptıkları harcamaları, bu gibi kimselerin Allah'a yaklaşmalarını daha fazlasıyla sağlamış olacaktır ve olmaktadır, aynı zamanda Allah katında durumlarının güzelleşmesini de sağlayacaktır.

Zira Allah, ne yapıp ederseniz hepsini görmektedir. “Allah sizin çok ya da az ne amel işlemişseniz bunların hepsini gördüp gibi, aynı zamanda çok ya da az olarak yaptığınız harcamaları hangi niyetle yaptığınızı da çok iyi bilir.

266

Sizden herhangi biriniz ister mi ki, kendisine âit hurmaliği ve üzüm bağı bulunsun da içinden akan dereleri ve her türden meyveleri olsun? Bu kimsenin henüz bakıma muhtaç çocukları varken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın. İşte tam böyle bir anda ateşli bir kasırga çıksın bahçesini kasıp kavursun. (Şüphesiz böyle bir felâketi kimse arzulamaz). İşte düşünüp aklınızı başırııza alasınız diye Allah âyetlerini açıklar.

Sizden herhangi biriniz ister mi ki, kendisine âit bir hurmaliği ve üzüm bağı bulunsun da içinden akan dereleri ve her türden meyveleri olsun?”

(.......) kelimesinin başında yer alan, (.......) harfi inkâr manasınadır. (.......) ile bahçe sâhibinin yararlanacağı ve elde edeceği faydalı şeyler denmek isteniyor. Ya da hurma ağaçları ve üzüm asmaları ağaçlar içerisinde en değerlileri ve en çok yararlı olanlarıdır da bundan dolayı özellikle bu ikisinin adına yer verilmiş oldu. Gerçi her ne kadar bahçede farklı ağaçlar ve ürünler bulunmuş olsa da sanki bütün bahçedeki ürünler bu ikisi imiş gibi bu özelliğinden ötürü yer verilmiş ve sanki diğer ağaç ve ürünler nerede ise yok imiş gibi ele alınmıştır. Zira bu ikisinin sağladıkları diğerlerinkine göre çok daha değerlidir. İşte âyette önce hurmalıklarla üzüme yer verildi hemen bu ikisinin ardından da her türden meyvelere yer verilmiş oldu.

“Bu kimseye, henüz bakıma muhtaç çocukları varken bunun üzerine bir de ihtiyarlık gelip çatsın.” (.......) hâl içindir. Manası da şöyledir: “Adamın bu manada bir bahçesi olsun bir de bunu üzerine yaşlılık gelip çatsın.”

(.......) kavlindeki (.......) harfi hâl içindir. (.......) ise küçük ve bakıma muhtaç çocuklar, demektir. Cümle ise, (.......) kavlinde bulunan (.......) harfinden hâl olarak gelmiştir.

İşte tam böyle bir anda ateşli bir kasırga -hortum- çıksın, adamın bağını bahçesini kasıp kavursun, şüphesiz böyle bir felâketi kimse arzulamaz.” (.......) dolana dolana göğe doğru yükselerek çıkan rüzgâr, kasırga veya hortum demektir. (.......) kelimesi zarf olarak merfû' kılınmıştır. Çünkü zarf, (.......) kelimesinin sıfatı olarak gelmiştir.

İşte bu örnek, yaptığı iyilik ve harcamaları gösteriş olsun diye yapanların durumunu sergilemektedir. Çünkü; yarın kıyamet gününe gelindiğinde o yaptıklarının boşa gittiğini ve bir işe yaramadığını göreceklerdir. İşte böyle bir anda duyulacak üzüntü, hasret ve insanın belini büken manzara âdeta âyetin örnek olarak sunduğu gibi meyve ve ürünlerle dolu bir bahçesini, varı yoğu olan bu varlığını yitiren kimsenin o anki ruh haletinin ne olduğunu ve riyakarların da nasıl olacaklarını gözler önüne sermektedir. Çünkü; bahçe sâhibi yaşlanmış, fakat geride küçücük ve yardıma muhtaç çocuklar, bir aile, maişetleri ve gelir kaynakları olan bir bahçeleri var, ancak yazık ki o da bir hortum ya da kasırga ile yanıp yok oluyor. Siz şimdi böyle bir kimsenin hâlini düşünün!...

İşte düşünüp aklınızı başırııza alasınız diye Allah âyetlerini açıklar”

Yani; az önce geçen örnekte açıklandığı gibi Allah, tevhit ve din konusundaki âyetlerini size açık olarak bildirir ki; belki böylece uyanabilirsiniz.

267

Ey îman edenler! Kazandığınız şeylerin iyi, temiz ve helâl olanlarından ve yerden size rızık olarak çıkardıklarınıızdan hayra harcayın. Size verilmesi hâlinde göz yumup alanayacağınız kötü (ve basit) malı hayır olarak vermeye kalkışmayın. Biliniz ki; Allah zengindir, (kimseye muhtaç değildir) ve her övgüye lâyıktır.

“Ey îman edenler! Kazandığınız şeylerin iyi, temiz ve helâl olanlarından ve yerden size rızık olarak çıkardıklarınıızdan hayra harcayın.” (.......) ile, ticaret mallarından da zekât vermenin farz olduğunu öğreniyoruz.. Çünkü âyetin bu kısmı buna delildir. (.......) yani daneli ürünler, Meselâ, buğday ve arpa gibi, meyveler, madenler ve daha buna benzer şeyler gibi. Âyetin bu kısminin takdiri şöyledir:

Sizin için çıkardığımız temiz ve güzel şeylerden...” demektir. Ancak bu cümlede, (.......) kelimesi hazfedilmiştir. Çünkü bir önceki cümlede yer alması sebebiyle tekrar edilmemiştir.

Size verilmesi hâlinde göz yumup alanayacağınız kötü (ve basit) malı hayır olarak vermeye kalkışmayın.” (.......) kötü, basit işle yaramaz, değersiz malı vermeye çalışmayın.

(.......) Halbuki siz o tür malları yardımda kullanıyor, harcıyorsunuz. Bu cümle hâl mahallinde gelmiştir. Mana şöyle olmaktadır: “Kötü, işe yaramaz şeyleri nafaka olarak takdir edip vermeye kalkışmayın. “

(.......) Halbuki siz kendiniz böyle basit ve işe yaramaz bir şeyi almazsmız. (.......) Meğerki o şeye göz yummuş olasiniz ya da görmezden gelesiniz, işte bu şekilde almış olmanız başka.” Meselâ; bu ifade tıpkı şuna benzer:

“Filân kimse bir kısım hakkından vazgeçti, görmezlikten, geldi.”

Yani; gözünü kapadığında, görmezden geldiğinde, böyle denir. Nitekim;

Satıcıya, (.......) denir ki bu, “Beni görmüyor sanarak eksik tartma. “demektir. Abdullah b. Abbâs'tan rivâyete göre der ki:

“Onlar hurmanın işe yaramayanını, kötü olanını sadaka ve yardım olarak verirlerdi, fakat bundan menolundular.”

Biliniz ki; Allah zengindir, (kimseye) kimsenin sadakasına- (muhtaç değildir) ve her övgüye lâyıktır.” Hamd olunmaya lâyıktır veya zaten hamd olunandır, övülendir.

268

Şeytan Allah yolunda harcama yapmanız hâlinde sizi hep fakirlik (ve yoksullukla) korkutur ve size cimriliği, (her türden fenaliği teşvik ve) telkin eder. (Halbuki) Allah kendi katından bir mağfiret ve lütuf vaad eder. Allah fazlı (ve ikramı) bol olan, her şeyi hakkıyla bilendir.

Şeytan Allah yolunda harcama yapmanız -infakta bulunmanız- hâlinde sizi hep fakirlik (ve yoksullukla) korkutur.” Size der ki: “Sizi harcamada bulunmanız ve infaka kalkışmanız sizi yoksullaştırır, fakirleşirsiniz.”

Vadetme ifadesi -ki biz burada onu korkutma olarak verdik- hem hayır için ve hem de şer için kullanılan bir kelimedir.

Ve size cimriliği, her türden fenaliği teşvik ve telkin eder.” Sizi cimrilik ve pintiliğe çağırır, size bunları emreder. Sadaka yoluyla yardımda bulunmamanızı ister. Kısaca emreden konumunda olan birinin emredileni sürekli olarak etki ve baskı altında tutmasıdır. Araplar, fahiş kelimesini aynı zamanda, cimri ve pinti anlamında da kullanırlar.

Halbuki Allah kendi katından -yaptığınız infak ve yardım sebebiyle günahlarınızdan- bir mağfiret -ve kefaret- ve lütuf -sizin yaptığınız iyilikten daha fazlasını size vermeyi veya bundan ötürü âhirette sevabı- vadeder.” Allah, fazlı ve ikramı -dilediklerine genişleten ve ihsanı- bol olan, her şeyi -yaptıklarınızı ve niyetlerinizi- hakkıyla bilendir.”

269

Allah hikmeti; dilediğine verir. Hikmet (faydalı ilim) kime verilirse, ona dünya ve âhiret hayrı verilmiş demektir. Ancak gerçek akıl sahihleri bu hakikatleri anlayıp düşünürler.

Allah hikmeti, dilediğine verir.” Allah, Kur'ân'ı, sünneti, faydalı ilmi ve bu ilimle amel etmeyi, bilgisinin pratiğini uygulamasını dilediği kimselere verir. Allah katında “hakim” , ilmiyle amel eden, yani bildiklerini pratiğe dönüştüren kimse demektir.

Hikmet (faydalı ilim) kime verilirse, ona dünya ve âhiret hayrı verilmiş demektir.” Kırâat imâmlarından Ya'kûb, (.......) kelimesini (.......) olarak okumuştur.

Yani; (.......) Bunun manası şöyledir:

Allah hikmeti kime verirse kesin olarak ona çok verilmiştir.”

Yani; ona hayır verilmiştir, hem de çok çok hayır verilmiştir, demektir.

(.......) kelimesindeki tenkir yani nekrelik tazim ve çokluk içindir.

Ancak gerçeklen akıl sâhibi olanlar bu hakikatleri anlayıp düşünürler” Allah'ın ortaya koyduğu şeylerden ders alacak olanlar şüphesiz ancak selim akıl sâhibi olanlardır, sağduyulu, kimselerdir. Ya da ilimleriyle gerektiği şekilde amel edenlerdir. Bundan maksat ise, âyetlerde ele alınan Allah yolundaki infak ve harcama konusuna teşvikte bulunmak, onlara bu gerçeği telkin etmektir.

270

Yaptığınız her çeşit infakı ve harcamayı, adadığınız her adağı Allah kesin olarak bilir (ve bundan dolayı sizi ödüllendirir). Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur.

Yaptığınız her çeşit infak ve harcamayı” İster Allah yolundadsun, ister şeytan adına olsun bu türden her harcamayı, “adadığınız her adağı” Bu adaklar ister Allah'a itâat manasında olsun, ister Allah'a karşı bir ma'siyet amacıyla olsun “Allah kesin olarak bilir.” Çünkü; Allah'a hiçbir şey asla gizli kalmaz. Ve Allah bu yapılan harcamalarda bu kişilerin niyet ve amaçlarına göre ya onları ödüllendirir veya cezâlarıdırır. “Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur.” Allah yolundaki'hizmetleri ve sadakalan engelleyenlerin ve mallarını Allah'a karşı gelmek, İslâm şerî'atını önlemek için harcayanların, bu yolara yardım edenlerin, ma'siyet yolunda adak adayanların veya adaklarını yerine getirmeyenlerin yardımcıları olmayacaktır. Çünkü bunlar zalimdirler. Dolayısıyla yarın Allah katında hiçbir kimse onlara yardımcı olmayacağı gibi onları Allah'ın azâbından da kurtaracak değildir.

271

Eğer Allah rızasını gözeterek verdiğiniz sadakalan açık olarak verirseniz güzel; eğer bu yardımlarınızı fakirlere gizlice verirseniz bu, sizin için çok daha hayırlıdır. İşte Allah bundan ötürü sizin kötülüklerinizin de bir kısmını bağışlar. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.

Eğer Allah rızasını gözeterek verdiğiniz sadakalan açık olarak verirseniz güzel;.” Onları açık ve alenî olarak vermeniz ne güzel bir davranış! (.......) kelimesindeki, (.......) harfi, Nekre-yi gayrimevsûledir. Yoksa sıfat olan yani mevsûfe olan değildir. Mahsusun bil medih de, (.......) zamîridir.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr ve Veri dışında Nâfi, (.......) kelimesini, (.......) harfinin esresi ve (.......) harfinin sükunu ile, (.......) olarak okumuşlardır. Ancak İbn Âmir, Hamza ve Ali ise bunu, (.......) harfini üstünü ve (.......) harfinin de esresiyle, (.......) olarak okumuşlardır. Diğer kırâat imâmları ise âyette görüldüğü gibi hem (.......) ve hem (.......) harflerinin esresiyle okumuşlardır.

eğer bu yardımlarınızı fakirlere gizlice verirseniz” bununla onların masraflarını gizlice karşılarsanız, “Bu, sizin için çok daha hayırlıdır.” Yaptığınızı yardımı gizli tutmanız sizin adınıza daha hayırlıdır. Burada gizli verilmesinden söz edilen sadakalar Nâfile türünden olanlar olup, farz olan zekât değildir. Çünkü farz olan zekâtı açık olarak vermek daha faziletli ve önemlidir. Herhangi bir şekilde töhmet altında kalmamış olur, zekâtmı vermiyor, dedikodularından kendisini kurtarır. Hatta zekât veren kimse, eğer halk tarafından zengin olarak bilinip tanınan biri değilse bu kimsenin zekâtmı açıktan vermesi daha faziletli ve önemlidir. Eğer Nâfile olarak yardımda bulunmak isteyen kimse başkalannm da kendisini örnek almalarını arzu ediyorsa, bu kimselerin açıktan bu tür yardımlarını yapmaları daha uygundur ve daha faziletlidir.

İşte Allah bundan ötürü sizin kötülüklerinizin de bir kısmını bağışlar. Allah -açık ve gizli olarak- yaptığınız her şeyden haberdardır.” bilendir.

(.......) kelimesini kırâat imâmlarından, Nafı, Hamza ve Ali, (.......) harfi ve (.......) harfini de cezmiyle (.......) olarak okumuşlardır. İbn Âmir ile Hafs ise bunu, (.......) harfi ve (.......) harfinin de ref’i ile (.......) okumuşlardır. Diğer kırâat imâmları da bunu, (.......) harfiyle ve merfû' olarak, (.......) okumuşlardır. Meczum olarak okuyanlar, kelimeyi, (.......) harfinin ve mabadının mahalline yani (.......) den sonra gelen kısmın mahalline atfetmektedirler. Çünkü o şartın cevâbıdır. Merfû' olarak okuyanlar ise, bunu istisna üzere değerlendirmeleri sebebiyle okumaktadırlar. (.......) ile okunması hâlinde, mana, Allah ....bağışlar, kefaret sayar.” olarak değerlendirilir. (.......) ile okunması hâlinde, (.......) takdirinde olur ki; bunun da manası “biz bağışlarız, örteriz” , demek olur.

272

(Ey Rasûl!) onları hidâyete erdirmek sana âit değil. Fakat Allah dilediklerini doğru yola iletir. Hayır olarak Allah yolunda neyi harcarsanız o sizin kendi iyiliğinizedir. (Kaldı ki;) siz Allah rızasını gözetmeksizin bir hayır yapmazsınız. Hayır olarak ne harcama yapmışsanız o, eksiksiz olarak size döner. Ve” siz hiçbir zaman haksızlığa uğratılmayacaksınız.

(Ey Rasûl!) onları hidâyete erdirmek senin vazifen değil.” Ey Peygamber! Kimi insanların rencide etmek maksadıyla işledikleri başa kakma fiilini, onur kırmalarını, haram olan şeylerden infak etmelerini zor kullarıarak ve yasaklama getirerek onları doğru yola iletmek senin görevin değildir. Senin vazifen yalnızca yasakları onlara bildirmen ve tebliğ etmendir, başka değil.

Fakat, Allah dilediklerini doğru yola iletir.” Ya da bu şöyle tefsir edilmiştir: “Onları hidâyete muvaffak kılmak senin elinde değildir.” , ya da “Hidayeti var etmek senin elinde olan bir şey değildir. Bu sadece Allah'a âittir. “

Hayır olarak Allah yolunda neyi ne tür bir malı- harcarsanız, o sizin kendi iyiliğinizedir.” Bundan sizin dışınızda bir başkası faydalanacak değildir. O hâlde bunu insanların başına kakıp durmayın, onlara karşı üstünlük taslayarak onurlarını kırmayın, eza etmeyin ve üzmeyin.

Kaldı ki; siz Allah rızasını gözetmeksizin bir hayır yapmazsınız.” Sizin infakımz sadece Allah nzasma yöneliktir.

Yani; Allah'ın nzasını ve O'nun katında sizin olan şeyleri istersiniz. O hâlde size ne oluyor ki yaptığınız harcama ve iyilikleri insanların başına kakıyorsunuz ve asla öyle bir şeyle Allah nzası gözetilmezken nasıl oluyor da bu türden malları infaka kalkışırsınız? Bu olacak şey mi? Ya da bu nefiy olarak gelen ve fakat mana itibariyle nehiy, yani yasak koyan bir durumdur.

Yani bunun manası şöyle demektir:

Allah'ın rızasını istemekten başka bir şekilde infakta bulunmayın, harcap ma yapmayın.”

Hayır olarak ne harcama yapmışsanız o, eksiksiz olarak size döner. Ve siz hiçbir zaman haksızlığa uğratılmayacaksınız.” Yaptığınız haynn karşılığı size kat kat verilecektir. Dolayısıyla ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunmaktan kaçınmak için herhangi bir mazerete sarılmayın. Aynı zamanda yardım yaptığınız takdirde bunun en güzel ve kişiyi en incitmeyecek, onurunu kırmayacak manada en güzel ve en iyi olmasından da kaçınmayın. Çünkü; yaptığınız yardımlar açısından size haksızlık yapılmayacaktır. Bu tıpkı:

“Onda hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı.” Kehf, 33. âyetinde geçtiği gibidir. Dikkat edilirse burada, (.......) kelimesi eksik bırakmadı, manasma gelmektedir.

273

(Bu yardımlar,) kendilerini Allah yoluna adayan ve bu yüzden rızık aramak için uğraşamayan fakirler içindir. Çekinip istemediklerinden dolayı bilmeyen kimseler onları zengin sanırlar. (Fakat sen ey Rasûlüm!) onları simalarından, tanırsın. Çünkü onlar, yüzsüzlük ederek kimseden bir şey istemezler. Siz hayır olarak her ne verirseniz muhakkak Allah hepsini hakkıyla bilendir.

“Bu yardımlar, kendilerini Allah yoluna adayan ve bu yüzden rızık aramak için uğraşamayan fakirler içindir.”

(.......) kelimesindeki cer edatı, bir mahzûf kelimeye taallûk etmektedir.

Yani, “Fakirleri hedefleyin, onlara verin.” demektir. Ya da bu, mahzûf bir mübtedanın haberidir.

Yani: “Bu sadakalar fakirler içindir.” demektir.

(.......) Kendilerini Allah yolunda adayan, demek, Allah yolunda cihat etmeleri sebebiyle başka bir şey yapamayan kimseler, demektir. Çünkü cihat onları ticaretten alıkoymaktadır. (.......) cihat ile meşguliyetleri, İslâm ordusunda hizmetleri, onları kazanç elde etmekten uzak tutmaktadır.

Bir tefsire göre bu âyette sözü edilen yoksullar Ashâb-ı Suffe'dir. Bunlar Kureyş muhacirlerinden olup sayıları dörtyüz kadar idi. Mekke'den Medine'ye sadece inançlarını yaşamak için göç eden bu insanların Medine de bir yuvaları yoktu, yalanları da orada bulunmuyordu. İşte bu kimseler Peygamber mescidinin bir bölümünde kendilerine yapılan bir gölgelik yerde kalıyorlardı. Bir bakıma ilk yatılı okul gibiydi. Bunlar burada Kur'ân öğreniyorlar, gündüzleri çekirdek kırarak çalışırlar, Medine'den aynlmayıp her savaşa hazır birlik hâlinde kâtilmak için beklerler ve gerek görüldüğünde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hemen bunlar savaşa gönderirdi. Ya da Resûlüllah’ın gönderdiği her savaşa bunlar kâtilırlardı. Kimin yanında fazladan bir yiyecek, içecek vb. gibi bir şey varsa, akşam olunca o kişi onu alıp bu kimselere getirir, yardımcı olurdu.

Çekinip istemediklerinden dolayı -durumlarını- bilmeyen kimseler onları zengin sanırlar.” Kırâat imâmlarından İbn Âmir, Ebû Cafer Yezid, Hamza, A'şa dışında Âsım ve Hubeyre, (.......) kelimesini burada görüldüğü gibi, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Diğerleri ise, (.......) harfinin esresiyle, (.......) olarak okumuşlardır. (.......) yani iffetleri sebebiyle istemekten ve dilenmekten kaçınırlar, dilenmezler.

(Fakat ey Rasûlüm!) Onları simalarından, tanırsın. “Çünkü; onların yüzleri iyi beslenememeleri yüzünden soluktur, benizleri sararmıştrr, üst başları perişandır. “Çünkü; onlar yüzsüzlük ederek kimseden bir şey istemezler.” İnsanların yakasına yapışıp mutlaka bir şey vereceksin gibisinden bir harekete girişmezler.

Bir tefsire göre bu âyet, kişinin yakasına yapışıp bir şeyler istemek dahil olmak suretiyle dilenmenin her çeşidini red ediyor. Nitekim; Şâir şöyle der:

( Burada, (.......) kelimesinin ifade ettiği anlam ne ise, (.......) kelimesinin ifade ettiği aynıdır. Burada, (.......) denilen yoldaki nirengi noktalarının bir anlam ifade etmediğini, yol göstermediğini dile getirirken bunun nehyini değil nefyini murat ediyor.

Yani; açık bir yoldadır ama, onun kılavuzluk eden nirengi işaretlerinden ya da trafik kurallarından yararlarııp aydınlarınııyor, demek gibi.

İlhah, bir şeye bağlı kalmak ısrar etmek, aynlmamak, demektir.

Yani; kendisine bir şey verilmeden veya bir şey almadan aynlmamak istediğini almakta ısrarcı olmak demektir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Şüphesiz Allah, diri, halim ve iffetli olanı sever, ağzı kötü söz söyleyen, adamın yakasından olmayıp ısrarla dilenen kimseye de buğz eder.” Bk. İbn Ebû Şeybe, Mûsannaf, 8/335.

Bir tefsire göre de bunun manası şöyledir: “Eğer bu tür kimseler bir şey isterlerse, onu istemekte ısrarcı olamazlar, adamın yakasına yapışıp illâ da şunu vereceksin demezler, uygun bir dil ile dertlerini dile getirirler.”

Siz hayır olarak her ne verirseniz muhakkak Allah, hepsini hakkıyla bilendir.” O'nun katında asla bir şey zayi olmaz.

274

Gece ve gündüz, gizli ve açık olarak mallarını Allah için harcayanlar var ya, işte onlar için Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değildir.

Burada, (.......) kelimelerini her ikisi de hâldirler.

Yani; gizleyerek ve açıktan olarak, demektir. Âyette, “gece ve gündüz, gizli ve aşikâr” ifadeleriyle her zaman ve her durumda, demektir. Yoksa söz konusu vakitler demek değildir. Çünkü; burada demek istenen husus günün her saati ve her ortamda demektir. Çünkü; böyle yapanlar öylene hayır ve iyilik yapmaya düşkündürler ki, hayır yapmadan bir anları geçsin istemezler. Ne zaman herhangi bir ihtiyaç sâhibinin zorluki ve derdi kendilerine ulaştınlırsa bunlar derhal onu karşılamak üzere harekete geçer ve gereğini yaparlar ve onu savsaklayıp geciktirmezler, demektir. Dolayısıyla şu veya bu vakit gelsinler ya da şu veya bu zamanda bunu yaparım diye herhangi bir neden ileri sürmezler.

Rivâyete göre bu âyet Hazret-i Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) hakkında nâzil olmuştur. Çünkü kendisi kırk bin dinar sadaka olarak dağıtmış, bunun on bin dinarını geceleyin, on bin dinarım gündüz, on bmirıi gizli ve on binini de açıktan olarak dağıtmıştı. İşte bu âyet bununla ilgili olarak inmiştir.

Ya da âyet Hazret-i Ali (radıyallahü anh) hakkında nâzil olmuştur. Hazret-i Ali (radıyallahu anh) dört dirhemden fazla bir varlığı yoktu. Ancak buna rağmen bu dört dirhemden bir dirhemini gece, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gizli ve bir dirhemini de açıktan olarak dağıtmıştı.

İşte onlar için Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değiller.”

275

Faiz yiyenler (âdeta) şeytan çarpmış kimselerin kalkışları gibi kalkarlar. Bu, onların “Alışveriş de tıpkı faizdir.” demelerinden dolayıdır. Halbuki Allah alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt ve uyan gelir de hemen faizden vazgeçerse geçmişte elde ettiği şeyler kendisinindir. Bununla ilgili durumu artık Allah'a kalmıştır. Her kim (bu yasaklamadan sonra) yeniden (faize) dönerse işte onlar cehennemliktirler. Orada ebedî olarak kalıcıdırlar.

Faiz yiyenler âdeta şeytan çarpmış kimselerin kalkışları gibi kalkıp hareket ederler.”

Âyette geçen (.......) yani faiz kelimesi, mal karşılığı mal vermek suretiyle karşılığında bir bedel olmaksızın verilen maldan veya paradan ya da eşyadan fazla olarak, alınan şeydir. (.......) kelimesinin (.......) ile yazılması tefhim ile okuyanlara göredir. Tıpkı (.......) ve (.......) kelimelerinin (.......) harfiyle yazılıp tefhimle okunması gibi. Cem'î vavma benzetilerek (.......) harfinden sonra bir (.......) harfi eklenmiştir.

(.......) Kabirlerinden diriltilip kalktıklarında âdeta saraya tutulmuş kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. Çünkü yaptıkları muamelede çarpmaya ve aldatmaya kalkışmışlardır, dolayısıyla aynı şekilde cezâlarıdırılacaklardır.

Habt kelimesi, önünü göremeyen; deve gibi doğru dürüst hareket edemeyen ve sağa sola, bir ileri bir geriye yalpalanma demektir.

(.......) delilikten, çarpmaktan... bu biraz önce geçen, (.......) kelimesine taallûk etmektedir.

Yani, mana şöyledir: “Şeytan çarpmasından dolayı âdeta sara hastaliğina yakalanmış kimsenin uyanışı gibi kalkarlar.”

Ya da bu, (.......) fiiline mütealliktir. Dolayısıyla: “Sara hastaliğina tutulan kimsenin bu nöbetinden kalkışı gibi kalkar. “Mefhumu şöyledir:

“Bu faiz yiyenler kıyamet gününde âdeta sara nöbetine yakalanan saralı hastanın nöbetinden uyanışı gibi uyanır ve kalkarlar.” Çünkü bu onların hesap alanında bekleme sırasındaki hareketleridir. Bunlar bu özellikleriyle tanınıp bilineceklerdir. Bir tefsire göre de şöyle denmiştir:

“Kıyamet gününde kabirlerinden çıkanlar sadece faiz sofrasına koşarlar. Oraya doğru koşup giderlerken hep sara nöbetine yakalanmış olanlar gibi bir düşerler, bir kalkarlar. Çünkü yedikleri hep faiz idi. Allah bu faizi onların karınlarında artırarak büyüttü ve bu onlara bir ağırlık yaptı. Dolayısıyla yürümeye, hareket edip koşmaya güçleri kalmamıştır.”

“Bu -azap ve cezâlarıdırma- onların, (.......) demelerinden dolayıdır.” Burada, (.......)

Yani, “Faiz de tıpkı alışveriştir.” demedi. Halbuki konu faizdir, alışveriş değil. Bunun âyette böyle ifade edilmiş olması, mübalağa (yani abartma) açısındandır. Çünkü bu kimseler, kendi inançlarınca faizi helâl kabul ediyorlar ve bunu, faizi helâl kılmada temel bir yasa ve ölçü olarak kabul etmektedirler. Bunun içindir ki faizi tıpkı alışveriş gibi gördüklerinden ona benzetmişlerdir.

Halbuki Allah alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır.” İşte bu nokta, iki şey arasında bir eşitliğin olduğunu reddediyor, çünkü helâl ile haramın bir arada eşit olarak gösterilmesi birbiriyle zıttır. Zıt olan iki şey birbiriyle nasıl denk olabilir ki? Kaldı ki; delâlet yoluyla da zaten kıyas bunu reddetmektedir. Çünkü eldeki delil onların kıyaslarının bâtıl, anlamsız ve geçersiz olduğunu ortaya koymaktadır. Zira Allah'ın bir şeyi helâl ve haram kılması onların yapmış oldukları kıyasın geçersizliğini ve bâtıl oluşunu göstermektedir.

“Bundan böyle kime Rabbinden -faizle ilgili olarak- bir öğüt ve -yasaklama ile alâkalı bir- uyarı gelir de hemen -yasağa uyarak- faizden vazgeçerse geçmişte elde ettiği şeyler kendisinindir.” Dolayısıyla geçmişte olanlardan ötürü hesaba çekilmeyecektir. Çünkü almış olduklarını haram ve yasaklama âyetinden önce almıştır. “Bununla ilgili durumu Allah'a kalmıştır.” Yüce Allah kıyamet gününde onun hakkında hükmünü verecektir. Dolayısıyla onun geçmişte olan şeyleri hakkında sizin bir şey yapmanız gerekmez. Haram emrinden önce yaptığı şeyleri ondan istemeye kalkışmayın.

Her kim bu yasaklamadan sonra yeniden (faize) dönerse,” Zeccâc'tan rivâyete göre faizi helâl sayarsa ya da faizi helâl diye almayı sürdürürse, (.......).” İşte onlar cehennemliktirler. Orada ebedî olarak kalıcıdırlar.” Çünkü bunlar faizi helâl kılmakla ve saymakla kâfir olmuşlardır. Zira; kim Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helâl kılar veya sayarsa bu kimse kesin olarak kâfirdir. Bunun için de ebedî olarak cehennemde kalmayı hak etmiştir.

Bu ayetten de anlıyoruz ki; Mu'tezile mensubu kimselerin fâsıklar da ebedî olarak cehennemliktir, tarzındaki inançlarına âyet delil değildir bununla bir alâkası yoktur.

276

Allah faiz bereketini yok eder, sadakanın bereketini artınr. Kaldı ki; Allah, küfür ve günahda ısrar eden azgın ve sapıkları asla sevmez.

Allah faiz bereketini yok eder.” İçinde faiz bulunan malın bereketini kaldırır. Allah içinde faizin bulunduğu malı helâk eder. “Sadakanın bereketini artırır “O malları nemalandınr, ziyadeleştirir.

Yani; zekâtı ve sadakası verilen malı artınr, onu bereketlendirir. Nitekim; bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Verilen bir zekât hiçbir zaman verildiği maldan asla bir eksiltme yapmamıştır. Müslim, 2588.

Allah, küfür ve günahlarında -Faizi helâl sayarak, onu yemeyi sürdürerek- ısrar eden azgın ve sapıkları asla sevmez.'

277

Şüphesiz îman edip sâlih amel işleyen, namazlarını kıları ve zekâtlarını verenler var ya, işte bunların mükâfatları Rableri kalındadır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değillerdir.

Şüphesiz -faizin haram kıkndığma- îman edip sâlih amel işleyen, namazlarını kıları ve zekâtlarını verenler var ya, işte bunların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değillerdir.

278

Ey îman edenler! Allah'tan korkun ve eğer gerçekten îman etmişseniz, var olan faiz alacaklarınızı terk edin.

Faiz olarak halktan almayı şart kostaklarını, faizden arta kalan şeylerin alınmayıp terk edilmesi ve kalannm istenmemesi emrolunmaktadır.

Rivâyete göre bu âyet Sakifliler hakkında inmiştir. Bunların bir Kureyşliden alacakları vardı. Süre bitiminde Sakifliler gelip alacaklı oldukları mallarını faiziyle birlikte istediler. Bu bakımdan, “Eğer gerçekten îman etmişseniz... “Buyurularak buna dikkatleri çekilmiştir. Çünkü kamil imanın delili, kişinin emredilene bağlı kalıp kalmadığıdır. Bk.Vahidi, Esbabu'n- Nüzul, s. 125.

279

Eğer (faizden) vazgeçmezseniz (bunun) Allah ve Rasûlünden (faizcilere karşı açıları) bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe edip faizi terk ederseniz, (bu takdirde) sermayeniz size âittir. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz.

Eğer faizden vazgeçmezseniz (bunun) Âlfah ve Rasûlünden (faizcilere karşı açıları) bir savaş olduğunu bilin!” Savaşı bilin. “Bir şeye izin vermek” demek, o şeyi bilmek demektir. Nitekim, Hasen-ı Basrî'nin kırâati bu manayı desteklemektedir. Bu kırâat, (.......) şeklindedir.

Ancak kırâat imâmlarından Hamza, Ali ve Cafer İbn Ğalib dışında Ebû Bekir, (.......) kelimesini, (.......)olarak okumuşlardır.

Yani, “Bunu sizin dışınızdakilere bildirin.” demektir.

Âyette, (.......) diye söylemedi, çünkü, (.......) kavli daha mübalağalıdır ve meseleyi daha açık olarak ortaya koymaktadır. Çünkü mana şöyledir: Allah ve Rasûlünden bir tür hayal edemeyeceğiniz manada bir büyük savaş bekleyin.”

Rivâyete göre bu âyet nâzil oluca Sakif kabilesi mensupları şöyle demişlerdi:

“Bizim Allah ve Rasûlü ile savaşmaya gücümüz yoktur.”

Eğer tevbe edip faizi terk ederseniz, bu takdirde sermayeniz size âittir.” Artık, “Böylece -borçlulardan fazladan faiz alarak- ne haksızlık etmiş ve ne de -ana malınızdan eksilterek bir- haksızlığa uğramış olursunuz.”

280

Eğer (borçlu gerçekten) sıkıntı içinde ise, rahatlayana kadar ona zaman tanıyın. Eğer biliyorsanız bunu tasadduk etmeniz sizin adınıza daha hayırlıdır.

Eğer borçlu gerçeklen sıkıntı içinde ise, rahatlayana kadar ona zaman tanıyın.” Eğer kendisinden alacaklı bulunduğunuz borçlularınız gerçekten borcunu ödeyemeyecek derecede sıkıntı ve zorluk içinde bulunuyorsa burada yapılacak şey, ona ileride ödeyebilmesi için fırsat verin, süre tanıyın.

Kırâat imâmlarından Nafı, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuştur. Bu her iki kelime de dilde kullanılmaktadır.

“Eğer biliyorsanız bunu tasadduk etmeniz sizin adınıza -kıyamet gününde- daha hayırlıdır: Eğer bununla amel ederseniz sizin için daha hayırlıdır. Burada eğer bildiği hâlde gereğini yapmıyor ve amel etmiyorsa âdeta onu bilmeyen konumundadır.

Kırâat imâmlarından Âsım, (.......) harfinin tahfifi ile, (.......) olarak okumuştur.

Yani; burada iki (.......) harfinden bir hazfedilrniştir.

Aslı, (.......) dur. Âsım dışlmdakiler ise teşdid ile kırâat etmişlerdir.

Teşdid hâlinde idgam yapılmıştır.

Yani;

“Ana paranızı, malınızı sadaka olarak vermeniz, ya da borçlularınızdan en zor durumda bulunan kimseden bir kısmım bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.”

Yine bir tefsire göre, “tasadduk” ile murat olunan şey, mühlet verilmesi, süre tanınmasıdır. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlar:

“Herhangi bir Müslümanın borç süresinin dolması hâlinde, alacaklının onu ertelemesi durumunda, ertelediği her gün için bir sadaka sevabı vardır.” Bk. İbn. Mace, 2418.

281

Allah'a döndürüleceğiniz günden korkun. Sonra herkesin kazanıp hak ettiği şey -iyi ya da kötü ne işlediyse- kendisine eksiksiz olarak verilecek ve onlara -iyilikleri eksiltilerek veya kötülükleri artırılarak- haksızlık da yapılmayacaktır.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr, (.......) kelimesini, (.......) olarak kırâat etmiştir. (.......) kelimesi hem lâzım ve hem müteaddi'olan bir kelimedir.

Rivâyete göre bu âyet, Hazret-i Cebrâîl (aleyhi’s-selâm) tarafmdan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e indirilen son ayettir. Cebrâîl (aleyhi’s-selâm) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e demiştir ki:

“Bu âyeti, Bakara Suresinin iki yüz sekseninci âyetin hemen peşine yerleştir.”

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyetin nâzil olmasından ya 21 gün veya 81 gün, ya da 7 gün veya üç saat yaşamıştır.

282

Ey îman edenler! Birbirinizden belli bir süre ile borç alıp verdiğiniz zaman onu yazın. Onu, aranızda adaletle tanınan bir katip yazsın. Hiçbir katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın. Üzerinde hak olan (borçlu) kişi de (taahhüdünü) yazdırsın. Rabbinden korksun ve borcundan herhangi bir şeyi düşük olarak kaydettirmesin. Eğer borçlu olan kimse sefih (harcamasını bilmeyen savurgan) veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak bir durumda ise_velisi (olan kişi) adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şâhit bulundurun. Eğer iki erkek şâhit bulunamazsa bu durumda kendilerini şâhit olarak kabul edebileceklerinizden bir erkek ve iki de kadın şâhit bulundurun ki, bu ikisinden birisinin yanılması hâlinde diğeri ona hatırlatsın. (Şâhitler) çağırıldıkları zaman şâhitlikten kaçınmasınlar. İster küçük olsun ister büyük olsun, anlaşmanın tüm maddelerini vadesiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. İşte bu şekilde yazmanız Allah katında daha adil, şâhitliğin isbatı için daha sağlam ve şüpheye düşmemeniz bakımından daha yerinde olan bir iştir. Meğerki yaptığınız muamele hemen aranızda peşin olarak so-nuçlanmışsa işte bu, değişir. Çünkü böyle bir hâlde bunu yazmamanızda sizin için bir vebal yoktur. Alışveriş yaptığınızda da yine şâhit bulundurun. (Bunlardan ötürü) yazan kimse de, şâhit olan kimse de bir zarara uğratılmasın. Eğer bunu yaparsanız (zarara uğratırsanız) muhakkak ki bu haktan sapmanız demektir. Allah'tan korkun. Allah size gerçekleri öğretiyor. Allah her şeyi bilendir.

(.......) denir ki bu, alıp ya da vermek suretiyle kişiye borçlanmak veya borç vermek manasında bir muamele yapmak anlamını taşır.

“Belli bir süre ile” demek, bilinen bir zamana kadar demektir. Meselâ; hasat zamanına kadar, harman zamanına kadar, hac dönüşüne kadar... gibi.

Bu âyette, (.......) denmedi, Bunun sebebi, (.......) kavimdeki zamîr buna râci olmasındandır. Eğer zamîr zikredilmemiş olsaydı bu takdirde mutlaka, “Borcu yazın. “demesi gerekirdi. Fakat böyle olması hâlinde asıl âyette yer alan nazım güzelliğinde olmazdı. Çünkü bu, belirlenen süreye ve işin çözümü açısından her türden borcu daha açık olarak ifade etmektedir. Ancak âyette, borcun yazılmasının emredilmiş olması, bunun daha güvenli olmasından, unutmayı önlediğinden ve inkâra kalkışmaya da bir fırsat bırakmamasındandır. Mana şöyle olmaktadır:

“Süresi belli bir borç muamelesi yaptığınızda onu yazın.”

Âyetteki emir farz anlamında değil, nedip anlamındadır, menduptur. Abdullah b. Abbâs'tan rivâyete göre, o bundan maksadın, “selem” ile olan alışveriştir. Çünkü Allah, faizi haram kılınca selem ile alışverişi helâl kılmıştır. Yazımmda Allah, belirli bir süre ile teminat verilen, diye ifade etmektedir ki; bu konuda yüce Allah en uzun âyetini indirmiştir. Nitekim bu, selem ile yapılan bir alışverişte sürenin şart koşulmasının şart olduğunun da bir delilidir.

Onu aranızda -yani borç alıp verenler arasında- adalede tanınan bir katip yazsın.” (.......) kavimdeki cer edatı, (.......) kelimesinin sıfatı olması itibariye ona mütealliktir.

Yani, “yazdığı şeyde kendisine güven duyuları bir katip” demektir. Dolayısıyla katip, “Yazdıklarını ihtiyatla yazsın, dikkatli ve titiz davransın, yazması gerekenden ne fazlasını, ne de eksiğini yazsın.” İşte âyetin bu noktasından öğreniyoruz ki, borç alışverişinde olayı kayda geçen kişinin konuyu bilen bir bilgin (fakih) olması, konu ile ilgili şartları bilmesi de gerekmektedir. Çünkü; böyle olmalı ki, yazdığı şeyler şerî'at açısından uygun ve adalet ölçüsünde yazılmış bir vesika kabul edilebilsin. Bu, borç ile muamele yapan taraflar açısından onlara olan bir emir olup, katip seçiminde muhayyerdirler. Ancak yazdıracakları kimse de fakih, dindar bir olmalı ki, üzerinde ittifak olunan şeyleri yazmış olsun.

Hiçbir katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın.” Herhangi bir katip hiçbir zaman, Allah’ın vesika niteliğinde olan şeyleri yazmayı kendilerine öğrettiği gibi herhangi bir değişikliğe ve tahrife gitmeksizin olduğu gibi gerçeği yansıtarak aynen yazsın. Yazdığı şey konusunda haktan sapmasın. (.......) kelimesi, (.......) kelimesine mütealliktir.

Üzerinde hak olan borçlu kişi de taahhüdünü yazdırsın.” Yazdıran kişi borçludan başkası olmasın, borcu ödemek zorunda bulunan kimsenin kendisi gerekeni yazdırsın. Çünkü kendisinin yazdırmasıyla, o bu borcun kendisine âit olduğunu orada kabul ve ikrar ederek bir kendisi için şâhitlikte bulunmaktadır. Bu da adamın kendi ağzından, borcun kendisine âit olduğunu söyleyip ikrarı demektir, “İmlal” ve “İmla” kelimelerinin her ikisi de aynı manayı ifade eden iki ayrı kelimedirler.

Rabbi olan Allah'tan korksun.” Borçlu olan bir kimse borcunu kayda geçirmekten, yazdırmaktan kaçınmasın, bu konuda Allah'ın emir ve yasakları çerçevesinde hareket etsin ve Allah'ın kendisini cezâlarıdırmasından sakınsın. Çünkü kaçınması ve yazdırmaması hâlinde herkesin kendisinde olan hakkını bu manada inkâr etmiş demektir.

Ve borcundan herhangi bir şeyi düşük olarak kaydettirmesin.” Üzerinde hak olarak sabit ve var olan bir şeyi yazdırırken eksik yazdırmaya kalkışmasın, bu takdirde kimine âit hakları inkâr etmiş olur veya kendisinin olan bazı hakları inkâr etmiş olur. “Eğer borçlu olan bir kimse sefih (harcamasını bilmeyen savurgan) biri ise,” deli ise, çünkü “sefeh” kişinin akılca sıkıntısının olması, aklı hafif olması manasınadır. Ya da hacr altındadır. Çünkü; eline geçeni saçıp savurmakta, neyi nasıl ve nereye, niçin harcadığını bilmemekte, savurganlık etmektedir.

herhangi bir nedenle borcu yazdırabilecek bir hâlde değilse” henüz çocuk yaşta ise veya ileri derecede yaşlanmış ve bilmez durumda ise, “veya kendisinde var olan herhangi bir rahatsızlık sebebiyle söyleyip yazdırabilecek bir hâlde değilse,” derdini doğru dürüst anlatamıyorsa, dilsiz ise veya o dili bilmiyorsa, “Bu takdirde velisi adaletli bir şekilde yazdırsın.” Böyle bir durumda borçlunun velisi veya işlerini üstlenip yürütmekte olan kimse, doğru olarak, hakkaniyetten ayrılmadan ve adaletli bir şeklide gerekeni yazdırsın.

Erkeklerinizden de iki şâhit bulundurun. “Bu arada borçlanma konusunda size şâhitlikte bulunabilecek iki de şâhit isteyin, Ancak isteyeceğiniz bu şâhitler rnü'min erkeklerden olmuş olsunlar. Müslüman olmaları yanında bir de şart olarak özgür olmaları ve ergenlik ve rüşt çağına ermiş olmaları gerekir. Biz Hanefîlere göre kâfirlerin birbirleri hakkındaki tanıklıkları geçerlidir.

Eğer iki erkek şâhit bulunamazsa,” “Bu durumda kendilerini şâhit olarak kabul edebileceklerinizden bir erkek ve iki kadın şâhit bulundurun ki,” biri erkek ve ikisi kadm olmak üzere şâhitlikte bulunsunlar. Erkeklerle birlikte kâdirıların şâhitliğinin kabulü ancak hadler (cezâlar) ve kısas dışındaki konularla alâkalıdır.

“....şâhit olarak kabul edebileceklerinizden” yani, adaletli olduklarını bilip tanıdığınız kimselerden, demektir. Âyetin bu kısmından öyle anlaşılıyor ki, memnun kalmadığımız ya da tanımadığımız kimselerin de şâhitliği kabul olunabilir, Çünkü âyetin bu kısmı buna delildir.

“Bu ikisinden birisinin yanılması hâlinde diğeri ona hatırlatsın.”

Yani; iki kadm birinin şâhitliği unutabilir ihtimaliyle, bunu hatırlayan kadın söz konusu şâhitliği diğer kadma hatırlatsın içindir.

Bir de şart olarak, (.......) kavli değerlendirilmesi hâlinde, kırâat imâmlarından Hamza bundan sonra gelen, (.......) kelimesini (.......) harfini ref ve (.......) harfini de şeddeli olarak, (.......) tarzında okumuştur. Bu tıpkı: (.......) kavli gibidir.

İbn Kesîr ile Ebû Amr ve Ya'kûb aynı kelimeyi (.......) harfinin nasbıyla, (.......) olarak okumuşlardır ki bu kelime de, (.......) kelimesinden değil, (.......) kelimesinden türemedir.

Şâhitler çağırıldıkları zaman, şâhitlikten kaçınmasınlar.” Şâhitler şâhitlik görevlerini yerine getirmek veya şâhitliği üstlenmek için çağırıldıklarında, hakların kaybolmaması için bu görevden kaçınmasınlar. Âyette henüz insanlar bu manada bir şâhitliği üstlenmedikleri hâlde burada onlardan, “şâhitler” diye söz edilmesi veya bu isimle anılmaları, sanki bu olay gerçekleşmiş anlamında söylenen bir ifadedir. Çünkü bu, zaten gerçeMeştirilecektir. Bunlardan ilki farz içindir, ikincisi de mendupluk bildirir.

İsler küçük olsun, ister büyük olsun anlaşmanın tüm maddelerini vadesiyle birlikle detaylarıyla yazmaktan üşenmesin” Nitekim; (.......) kelimesine örnek olarak şâir Züheyr b. Ebû Sülma'nın aşağıdaki beytini göstermişlerdir. Çünkü bu kelime, “usanmak, bıkmak, üşenmek” gibi manalara gelmektedir. Dolayısıyla bu manada şiirden bir örnek getirilmiştir. Şâir demiştir ki:

Hayatın sıkıntılarından bitkin düştüm (üşenir oldum),

Yaşarsa da kişi seksen yıl sanmasın

O da üşenip kalacaktır iyi bil!...

(.......) kelimesindeki zamîr, deyne (borca) veya hakka râcidir. (.......) Hak ne türden olursa olsun, küçüklüğüne ve büyüklüğüne, önemli olup olmamasına bakılmaksızın her şeyi kayda geçirin. Âyetin bu kısmı, “selem” muamelesinin giysilerde de geçerli olduğunu gösteren bir delil konumundadır. Çünkü kile veya tartı ile değerlendinlen bir şey için, “küçük/büyük” ifadesi kullanılamaz. Bu tür bir ifade ancak zira ile yani metre hesabıyla ölçülen ya da değerlendinlen şeylerde kullanılır. Bu arada, zamîrin yazan katiplere râci olması da câizdir.

Yani “yazacaklarını özet olarak veya detaya inerek yazmaları...” (.......) üzerinde ittifak edip anlaşmış oldukları hususun her iki tarafça bilinen ve tayin edilen süresine kadar..

İşte bu şekilde onu yazmanız Allah katında daha adildir,” Burada, (.......) ile, (.......) kavline işaret olunmaktadır. Çünkü bu, mastar manasmadır.

Yani, “şuyazma işi” demektir. (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden alınmadır bu da adalet manasına gelir ve “daha adaletli, daha adil” demektir. (.......) kavli, (.......) kelimesinin zarfıdır.

şâhitliğin isbalı için daha sağlam”

Yani; şâhitliği gereğince yerine getirebilmek için daha uygun ve yerinde bir şeydir. Burada, (.......) ile (.......) kelimeleri ism-i tafdil (en üstünlük) sıfatı kalıbında ya da kipinde gelmişlerdir. Bunun sebebi Nahiv bilgini İmâm Siybeveyh'in görüşü doğrultusunda, biri, (.......) diğeri de, (.......) kökünden alınmış kabul edildiğindendir.

ve şüpheye düşmemeniz bakımından daha yerinde, bir iştir” Bu şekilde davranmak hem şâhit açısından, hem hakim bakımından ve hem de hak sâhibi yönünden gerçeğe daha uygun olan bir harekettir. Çünkü; olur ki, bazen insan borcun miktarı konusunda kuşkuya düşebilir, bazen niteliği hakkında bu şüphe olabilir. Ancak yazılı belgeye başvurulduğunda artık bu kuşkuların tamamı önlenmiş olacaktır. (.......) kelimesinin (.......) harfi (.......) harfinden dönüştürmedir. Çünkü kelime, (.......) kökünden türemedir.

Meğerkiyaptığınız muamele hemen aranızda peşin olarak sonuçlanmışsa, işte bu, değişir.” Kırâat imâmlarından Âsım bunu, (.......) olarak okumuştur. Buna göre mana şöyledir: “hemen alım satım esnasında peşin muamele ile olan bir ticaret ise,” ya da “yapılan muamele peşin bir ticarete dayalı ise... “.

Âsım dışındaki kırâat imâmları ise (.......) fiilini tam fiil olarak kabul ettiklerinden her ikisini de merfû' olarak, (.......) olarak kırâat etmişlerdir.

Yani, “meğerki peşin olabilecek bir ticaret olmuş olsun... “Ya da (.......) fiili nakıs fiildir. Bu takdire, (.......) bunun ismidir. (.......) ise bunun haberidir. “Aranızda idare ettiğiniz, çevirip durduğunuz...” demek, hemen elden peşin olarak alıp verdiğiniz demektir.

Çünkü böyle bir hâlde bunu yazmamanızda sizin için bir vebal yoktur.”

Yani; meğer yaptığınız ticari alışveriş peşin olarak hemen elden teslim edilip alınmış olsun. Böyle peşin yapılan bir muameleyi yazıya geçirmemenizde sizin için herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü peşin yapılan bir alışverişte, borca dayalı olarak yapılan işlemlerde olduğu gibi herhangi bir şüphe ve vehim söz konusu olamaz.

Alışveriş yaptığınızda da yine şâhit bulundurun. “Âyetin bu kısmından, yapılan alış verişlerde mutlaka manada şâhit bulundurmanın hem peşin olan ve hem de vadeli olan için bir emir olduğunu görüyoruz. Çünkü bu, ihtiyatlı davranma açısından daha yerinde bir işlemdir. İleride doğabilecek tartışmalara da son veren bir işlemdir.

Ya da, (.......) kavliyle demek isten şey, az önce söz konusu ettiğimiz peşin olan alışveriştir. Böyle bir alışverişte şâhit bulundurmak yeterlidir. Ayrıca bunun yazılmasına da gerek yoktur. Bu durumda emir mendupluk bildirir.

“Bunlardan ötürü yazan kimse de şâhit olan kimse de sakın zarara uğratılmasın.” Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)’in kırâatine göre bu kelime malumdur ve mana buna göredir.. Çünkü Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bu kelimeyi, (.......) olarak kırâat etmiştir. Ancak Abdullah b. Abbâs (Radıyallahu Anh/m kırâatine göre meçhul fiildir. Çünkü; o bu kelimeyi, (.......) olarak kırâat etmiştir. Mana şöyle değerlendirilmektedir:

İster yazacak olan katip olsun ister şâhit olsun her ikisi de kendilerinden istenilen görev için çağırıldıklarında, bundan kaçınmamalarını emrediyor, kaçınmalarını ise yasaklıyor. Aynı zamanda yazıyı tahrif etmemeleri, fazla veya eksik yazmamaları isteniyor. Ya da her ikisine de, onları önemli işlerinden alıkoymak ve mecbur bırakmak suretiyle bu şâhit ve yazan kimselere zarar verilmemesini emretmektedir. Ya da yazan kimseye ücretini vermemekle haksızlık edilmemesi istenmektedir. Veya şâhit olan kimseyi şâhitlik etmesi için ülkesinden onu bir minnet altmda tutarak alıp getirmemeli, üzerinde baskı uygulamamalıdır.

Kısaca her iki tarafın da zarara sokulmaları yasaklanmaktadır. İster yazan katip olsun, ister şâhit olan olsun. Ne alacaklı olan kimseyi ne de borçlu konumda bulunan kimseyi yazıyı tahrif edip değiştirerek, fazla veya eksik yazarak, ya da şâhitlik yapmaktan veya katibin yazmaktan kaçınması suretiyle bir zarar meydana getirmeleri yasaklanmakta ve böyle bir davranışm içine girmemeleri istenmektedir. Hak sâhibi olan alacaklı kimse veya borçlu olan kimse, yazan ve şâhit olanlara bir takım yanlış teklifler sunarak şâhitlik ve katipliğe yakışmayacak bir fiili işleterek şâhit ve katip zarara uğratılmasınlar.

Eğer onlara zarar verecek bir davranışın içine girerseniz -size yasaklarıan şeyleri işlemeye kalkışırsanız-, bu, -zarar verme ya da zarara uğratma işi- haktan sapmanız ve hakkı çiğnemeniz -günah işlemeniz- demektir.” Allah'ın emir ve yasaklarını istendiği gibi uygulamamaktan sakının. Çünkü Allah gerçekleri -işlerinizle ilgili hususları ve dininin prensiplerini- size öğretendir ve Allah her şeyi bilendir.” O ne yanılır ve ne de kusur işler.

283

(Eğer siz bir) yolculukta olur, (borcu) yazacak bir katip de bulamazsanız, (bu takdirde borca karşılık) alacağınız bir rehin de yeter. Birbirinize güvenerek herhangi bir emanet bırakmışsanız, güvenilip de kendisine emanet bırakıları kimse, hemen emaneti sâhibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Görüp bildikleriniz hakkında şâhit olduğunuz şeyleri gizlemeyin. Her kim (görüp bildiklerini yapacağı şâhitlikle) gizlerse muhakkak kalben (vicdanen) günahkârdır. Allah yaptıklarınızın hepsini en iyi bilendir.

Eğer siz bir yolculukta olur, (borcu) yazacak bir kâtip de bulamazsanız, bu takdirde (borca karşılık) alacağınız bir rehine de yeter.”

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Ebû Amr, (.......) kelimesini, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. (.......) ve (.......) kelimelerini her ikisi de, (.......) kelimesinin çoğuludurlar. Tıpkı, (.......) ve (.......) ve (.......) kelimeleri gibi. Çünkü böyle bir durumda meselenin güvence altına'alınabilmesi ancak rehin alınmak suretiyle olabilir. Aslında, (.......) kelimesi mastardır. Sonra bu isimlerin çoğulu olarak bu şekilde zikredilmiş oldu. Mademki yolculuk esnasında bu tür muamelenin yazılması, belgelendirilmesi ve şâhit bulundurulması ihtimali ve sıkıntısı vardır. İşte böyle bir durumda bir çıkar yol olarak bu gibi yolculuk durumlarında rehin alıp verilmek suretiyle de bu, belgelenebilir. Tıpkı mukim iken konunun katip ve şâhitlerle belgelenmeye bağlarııp gerçekleştirildiği gibi yolculukta da bu, rehin alınıp verilmesiyle sağlarıabilir. İşte burada bu emir gündeme getiriliyor. Yoksa yolculuk, rehin alınıp verilmenin bir şartı veya koşulu değildir.

(.......) kavline gelince, bu, kabz olayını yani, alma meselesinin şart olduğuna delâlet etmektedir. Yoksa mesele İmâm Mâlik'in dediği gibi, kabz olmadan icab ve kabul ile bu, sahih olabilir, demek değildir “Birbirinize güvenerek herhangi bir emanet bırakmışsanız,”

Yani; borç veren taraf ile borçlarıan taraflar olarak birbirlerinin iyi niyetlerine dayanarak birbirinize güveniyorsanız, bu takdirde meseleyi yazıyla ve şâhitlerle belgeleme imkanı da bulunamıyorsa, bunun için rehin alınıp verilebilir.

güvenilip de kendisine emanet bırakıları kimse, hemen emaneti -aldığı borcu- sâhibine geriversin” (.......) kelimesi iftial babmdandır. (.......) kökünden alınmadır. Bu ifade ile borçlu olan kimsenin alacaklının zarım altmda olduğu hatırlatılıp üzerine düşeni yapması için kendisine teşvikte bulunulmaktadır. Çünkü; alacaklı ona güvenmiştir. Alacaklmm borçlusuna güveni bakımından, ondan herhangi bir rehin alma yoluna gitmemiştir. Halbuki alması hakkıdır. İşte âyette, “deynin (borcun) emanet olarak zikredilmiş olması, karşılığında herhangi bir rehin alınmadığından bir bakıma emanet kapsamı içinde de değerlendinlebilmektedir. Çünkü; alacaklısı kendisine borçlu olan kimseye güveni bakımından rehin almamıştır.

(ile emanet hususunda) Rabbi olan Allah'tan korksun.” Alacaklısının hakkım inkâra kalkışmasın. “Görüp bildikleriniz hakkında şâhit olduğunuz şeyleri gizlemeyin.” İşte bu sesleniş tanıklar içindir. “Her kim görüp bildiklerini yapacağı şâhitlikle gizlerse muhakkak kalben (vicdanen) günahkârdır. “

Burada, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin faili (öznesi) olarak merfû' olmuştur. Sanki burada, ism-i fâil olan kelime, (.......) şeklinde bir fiil cümlesi gibidir. Ya da, (.......) kelimesi mübteda olarak merfûdur ve (.......) ise bunun mukaddem haberidir. Cümle ise bütünüyle, (.......) edatmm haberidir. Ancak bu, (.......) kelimesine isnad olunmuştur ama, cümle ise, hem (.......) (günahkâr olma) ile hem de kalptir. Yoksa yalnızca kalb demek değildir. Çünkü; şâhitliğin ya da tanıkliğin saklanması veya gizli tutulması ancak kalpte olabilen bir şeydir. Kimse o şâhitliği konusunda çıkıp konuşmaz, söylemez.

İşte şâhitliğin kalpte gizlenen bir günah olması, kalp ile işlenmiş olması sebebiyle bu günah burada kalbe isnad olunmuştur. Çünkü; işlenen günahın bizzat onu işleyen organa isnadı gerçekten daha etkili bir anlatımdır. Nitekim; bir kimse gördüğü bir şeyi anlatırken bazen, “Onu gözlerim gördü.” der, ya da “Bunu kulaklarını duydu.” veya “Kulaklarınıla bunu duydum. “der yahut da, “Bunu kalbim (gönlüm) biliyor.” ya da “Bu, gönlümün bildiği bir şeydir.” Çünkü kalb, tüm organların başı ve lideridir. O öyle bir et parçasıdır ki, eğer o düzelirse bütün beden salaha erer, düzelir. Eğer o bozulursa bütün bir beden sarsılıp bozulur.

âdeta şöyle denir gibidir: “Günah tamamen kalpte kökleşip yerleşmiştir ve o bedende en değerli ve en önemli olan yeri elde etmiştir.” Çünkü kalp ile işlenen fiiller, diğer organlarla işlenen fiillerden çok daha büyük vebal ya da sevap getirir.

Nitekim; iyiliklerle kötülüklerin temeli îman ile küfre dayanmıyor mu? Bu gerçeği görmüyor musun? İşte bunun her ikisi de kalbi ilgilendiren fiillerdir. Mademki burada görüldüğü gibi, “şâhitlikte bildiklerini gizlemek” kalbin işlediği günahlardandır, dolayısıyla bu günahın da günahların en büyüp olduğuna bu, şâhitlik etmektedir. Abdullah ibn Abbâs (radıyallahü anhüma)'dan gelen rivâyete göre demiştir ki:

“Büyük günahların en büyüğü Allah'a şirk koşmak, yalan yere şâhitlikte bulunmak ve bildiği şâhitliği gizlemektir.”

(.......) Şâhitlikte bildiklerinizi gizlemek veya açıkça ortaya koymak konusunda Allah yaptıklarınızın hepsini en iyi bilendir.” Hiçbir şey O'na gizli kalmaz.

284

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. İçinizde var olan şeyi (niyeti) ister açıkça söyleyin, ister gizli tutun, bundan dolayı Allah sizi hesaba çekecektir. Daha sonra Allah dilediğini bağışlayacak ve dilediğini de cezâlarıdıracaktır. Allah, gücü her şeye yetendir.

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi -de hem yaratılmış olmaları bakımından ve hem de mülk olarak- Allah'-indir.” İçinizde var olan şeyi (niyeti) kötülükleri- isler açıkça söyleyin, isler gizli tutun, bundan dolayı Allah sizi hesaba çekecektir.” Ya ödüllendirecek veya cezâlarıdıracaktır.

Ancak insan içinden geçen vesveseler ve benzeri insanın gizli tuttuğu şeyler bu hükmün içine girmezler. Çünkü insanın bu gibi şeylerden kendini kurtarması kendi gücü dahilinde değildir. Ancak insanın inanarak ve karar vererek bir şeye teşebbüs etmesi hâli bunun içine girer.

Özetle söylemek gerekirse; Küfre yönelik bir şeyi isteyerek ve inanarak yapması hâlinde bu, küfürdür. Ancak istemeyerek ve önceden tasarlamaksızm bir günaha düşme hâlinde bu, bağışlanır. Eğer günaha bile bile girerse, sonradan da bundan ötürü pişmanlık duyarsa ve cayıp geri dönerse, bundan ötürü de Allah bağışlanmasını dilerse, bu da bağışlanır. Eğer bir kimse bir kötülük (günah) işlemeye karar verse ve bu kararında da kararlı ise, ancak kendi elinde olmayan bir sebepten ötürü o kötülüğü işlemeye bir fırsat bulamazsa, bu kimseye o fiili işlemiş anlamında cezâ verilemez, bundan dolayı o kişi cezâlarıdırılamaz. Meselâ; adam zina fiilini işlemeye karar vermiş ve bunu işlemekten de vazgeçmemiş, fakat fırsatını bulamamıştır. İşte bu kimseye zina fiilinin cezâsı uygulanmaz, bundan ötürü cezâlarıdırılamaz.

Peki ya bu kimseye zina işlemeye azmetme cezâsı verilebilir mi? Bunun için Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bir hadisine dayanılarak, “hayır, verilemez” denmiştir. Çünkü; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlar:

“Şüphesiz Allah, ümmetimi, içinden geçenleri işlemedikçe veya onu konuşmadıkça bundan dolayı affetmiştir.” Buhârî, 2528. Ebû Dâvud, 2209. Tirmizî, 1183. Nesai, 6/156-157. İbn Mâce, 2044. Ahmed, Müsned; 2/255.

Cumhûrun görüşüne göre, bu hadis hata ve yanılma sonucu böyle bir tehlikeye düşenlerle ilgilidir. Yoksa azmedip kesin kararlı olanları içermemektedir. Nitekim; İmâm Mansûr Mâturîdî ve Şemsul-Eimme el-Hulvani de bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak eldeki deliller ise bunun aleyhinedir. Meselâ; yüce Allah şöyle buyuruyor:

“İnananlar arasında kötü şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için hem dünyada ve hem de âhirette acıklı bir azap vardır.” Nur, 19.

Nitekim; Hazret-i Âişe validemiz (radıyallahü anh) den rivâyete göre demiştir ki: “KuL, herhangi bir ma'siyete niyet eder de, onu işlemezse bundan dolayı o kimse dünyada başına gelebilecek bir tasa ve üzüntü ile cezâlarıdırılır.”

Birçok tefsirlerde yer aldığına göre bu âyet nâzil olduğu zaman sahabeden birçokları ürpermişler ve rahatsızlık duymuşlardır. Bundan dolayı da: “Biz içimizden geçen her şey yüzünden hesaba mı çekileceğiz?” diye sorarlar. İşte bunun üzerine bundan sonra gelecek olan iki âyet, yani bu surenin son iki âyeti nâzil olmuştur. Bu, 285. âyetin tamamı ile 286. âyetin de, (.......) kısmına kadar olan yerinde bu gerçeğe işaret olunmaktadır. Dolayısıyla bu durum bu âyette, işi “kesbe”

(işlemeye, kazanmaya) dayandırmakta ve buna taallûk etmektedir. Yoksa azmetmeye, kararlılıkla kötülüğün üzerine gitmeye değil. Kimilerine göre bu âyet, bundan sonraki 286. ayetle neshedilmiştir. Ancak tahkik ehli alimlere göre nesih olayı ahkam ile alâkalı hususlarda geçerlidir, yoksa haberlerle ilgili şeylerde değil.

Daha sonra Allah dilediğini bağışlayacak ve dilediğini de cezâlarıdıracaktır.”

Kırâat imâmlarından İbn Âmir ile Âsım, görüldüp gibi, (.......) kelimesiyle, (.......) kelimesini merfû' olarak okumuşlardır.

Yani bu,

(.......) demektir. Bu iki imâm dışında kalanlar ise, her iki fiili de şartın cevabı üzerine atfederek meczum olarak, (.......) ve (.......) şeklinde kırâat etmişlerdir. Ebû Amr ise bu iki kelimeyi idgam ile, (.......) ve (.......) olarak okumuştur.

Yani; ilk fiilde (.......) harfi (.......) harfine, ikincisinde de, (.......) harfi, (.......) harfine idgam olunmuştur. Nitekim Aşere kırâatiyle ilgili, “el-İşaretu ve'l-Beşaretu” adlı eserde de böyle geçmektedir.

Keşşaf tefsiri sâhibi, demiştir ki:

“(.......) harfini (.......) harfine idgam eden bir kimse hatalıdır ve yanlış yapmaktadır. Çünkü; (.......) harfi tekrarlarıan bir harftir. Böylece muzaaf kelime konumuna gelir Halbuki muzaaf olan bir kelimenin de idgamı câiz olmaz.”

Bunu Ebû Amr'dan rivâyet eden ravi de iki defa hata etmiş bulunmaktadır. Çünkü; lahn yapıyor, hata işliyor ve bu hatasını da Arapçayı en iyi bilen bir kimseye nisbet ediyor ki, bu da büyük bir cehaleti sergiliyor.

Allah gücü her şeye yetendir.” O dilerse bağışlar, dilerse azâbeder veya bu ikisi dışında neyi dilerse onu yapar. Çünkü O, her şeye kâdirdir.

285

Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene îman etti. Mü'minler de îman ettiler. Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine îman ettiler. Onlar: “Allah'ın peygamberleri arasında asla hiçbir ayırım yapmayız, işittik ve itâat ettik, Rabbimiz! Mağfiretini dileriz. Çünkü dönüş sanadır.” dediler.

Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene îman elli. Mü'minler de îman eltiler.” Eğer, (.......) kelimesi, (.......) üzerine affedilirse, (.......) kelimesindeki tenvîn zamîri hem Resûlüllahne ve hem mü'minlere râcidir.

Yani, “hepsi” demektir.

Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine îman eltiler.” Tecvid kuralı gereği, (.......) kelimesi üzerinde vakfedilir. Eğer bu, mübteda ise bunun üzerinde durulur ve (.......) kelimesi de ikinci mübteda olur. Bunun takdiri de şöyledir: “Onlardan hepsi de.”

(.......) fiili de ikinci mübtedanın haberidir. Cümle ise birinci haberdir. zamîr de mü'minlere âit olur. (.......) fiilinde (.......) kelimesinin zamîri müfret olarak kabul edilmesi şu manaya dayanmaktadır: “Onlardan her biri îman etti.”

Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali, (.......) kelimesini Kur'ân'ı veya cins anlamında tüm kitapları kastederek (.......) olarak tilâvet etmişlerdir.

“Onlar -derler ki-: (.......) kelimesi burada cemi' (çoğul) manasınadır. Bunun için, (.......) kelimesi başına gelmiştir. Çünkü; (.......) kelimesi ancak çokluk manası ifade eden isimlerin başına gelir. Meselâ; (.......) yani

“Mal varlığı toplum arasındadır. “, denir de fakat, “Mal Zeyd arasındadır. “denmez.

İşittik -sözüne icabet ettik- ve -emrine- itâat ellik. Rabbimiz! Mağfiretini dileriz -bizi bağışla-. Çünkü dönüş sanadır dediler.” (.......) kavli muzmer (gizli) bir fiil ile mensûbdur. (.......) kavlinde, öldükten sonra dirilme ve hesap gününü ikrar etme manası vardır. Aynı zamanda âyet, îman noktasından kimi istisnalara girmeyi de çürütüyor, bunun bâtıl olduğunu gösterdiği gibi aynı zamanda büyük günah işleyen kimsenin de mü'min olduğuna delâlet ediyor.

286

Allah hiçbir kimseye taşıyamayacağı bir yükü yüklemez. İnsanın işlediği her iyilik kendi lehine ve her kötülük de kendi aleyhinedir. Rabbimiz! Eğer unutursak veya yandırsak bizi hesaba çekme! Rabbimiz! Bizden önce geçenlere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme! Rabbimiz! Altından kalkamayacağımız şeyleri bize taşıtma! Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.

Allah hiçbir kimseye taşıyamayacağı -gücünün yetmediği, altından kalkamayacağı- bir yük yüklemez.” Âyetteki, (.......)

Yani; Allah hiçbir kimseye.... yüklemez.” kavli konusunda Ehl-i sünnet tarafından anlatıları şey budur. Ya da bu, yeni bir cümledir. Çünkü; teklif ya da sorumluluk, ancak mükellefin yapabileceği bir fiili ya da işi red ile mümkün olabilir.. Gücünün üzerinde olan bir fiili red söz konusu değildir. Nitekim bu konu, “Şerhul-Te'vilat” adlı eserde de bu şekilde zikredilmiştir.

Keşşaf sâhibi diyor ki: (.......) denen şey, insan gücünün kaldıracağı ve yapabileceği şey demektir. Ona zor gelmeyen, onu sıkıntıya sokmayan, anlamındadır.

Yani; Allah hiçbir kimseye gücünün kaldıramayacağı bir şeyi yüklemez.” Ona gücünün yetebileceği, kolayına gelebileceği manada gücünün son sınırına kadar yapabilecekleri yükler. Meselâ; bir kimse günde beş vakit namazdan fazla olarak namaz kılabilir, bir aydan fazla olarak oruç tutabilir ve birden fazla hac ibâdetini yapabilir. Bütün bunlar kişinin gücüne dahildir.

İnsanın işlediği her iyilik kendi lehine ve her kötülük de kendi aleyhinedir.”

Yani; hayır olarak işlediği şeylerin yaran kendisine olduğu gibi, işlediği kötülüğün zaran da kendisine dokunacaktır. Âyette, “hayır” konusu, “kesb” kelimesiyle ifade edildiği hâlde, “şer” konusu da, “İktisab” kelimesiyle anlatılmıştır. Çünkü; iftial babmdan alınan bir kelime -ki iktisab kelimesi de bu baptandır-, mana itibariyle bir şeye daha fazla veya çok yönelmek, meyletmek manasınadır. Dolayısıyla insan nefsi şer olana yani kötülüğe karşı daha çabuk ve daha hızlı kayar. Halbuki hayır işlemede ise zorlanır.

Rabbimiz! Eğer unutursak -Senin emirlerinden herhangi birini yanılarak terk edersek- veya yanlışlıkla bir kötülük işlersek bundan dolayı bizi hesaba çekme!” Âyetin bu kısmı bir kimsenin unutarak veya hata ile bir şeyi yapması hâlinde, Allah'ın o kimseyi hesaba çekebileceğinin câiz olduğunu göstermektedir. Ancak Mu'tezile mensubu kimseler buna karşı çıkmaktadırlar. Çünkü; Mu'tezileye göre bunlardan kaçınmak esasen mümkündür.

Fakat, Allah'ın bu şeylerden dolayı insanı muaheze edeceği ya da hesaba çekeceği câiz olamamış olsaydı, bu takdirde duada bunu istemenin bir manası kalmazdı.

Rabbimiz! Bizden önce geçenlere -Yahûdîlere- yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme!” Taşıyanın altında belinin büküleceği, kaldırmayacağı ve altından kalkamayacağı şeyleri yükleme. Âyette, “sorumluluk” denen, “teklif için zor ve ağır kelimesi istiâre yoluyla zikredilmiştir. Meselâ; bir günah sebebiyle insanın kendi hayatına son vermesinin tevbe etmenin bir şartı ve gereği olarak istenmesi, elbiseye veya giyilen ayakkabı ya da mestin bir yerine bulaşan necaset (pislik) sebebiyle o noktayı yıkamak değil de kesip atmak gibi ve daha benzeri ağır yükler.

Rabbimiz! Altından kalkamayacağımız şeyleri -bizden önce geçen toplumlara verdiğin cezâlar ve belâlar türünden şeyleri- bize taşıtma!” Bizi affet, bizi bağışla, bize merhametinle muamele buyur.” Kötülüklerimizi bizden sil, günahlarınıızı ört, gösterip bizi utandırma, iflâs etmiş olduğumuz hâlde sevap mizanımızı ağır eyle. Ya da bizi bir başka varlığa dönüştürme, zelzele gibi felâketlerle bizi yerin dibine geçirme, bizi suda boğulmaktan koru.

(.......) Bu, bir tekrar manasında değildir. İlk cümle, büyük günahlarınıızı bağışla, ikincisi de küçük günahlarınıızı affet, demek anlammadır. “Sen bizim meolâmızsın -Sen bizim efendimiz biz ise Senin kullarınız, Sen bizim yardımcımızsın ve işlerimizi çekip çevirensin- Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.” Dolayısıyla Mevlâ olan bir yüce zata yaraşanı da kullarına yardım etmesidir.

Hadiste şöyle buyurulmaktadır:

“Her kim (.......) ile başlayan âyeti ve devamını bir gecede sonuna kadar okursa bu iki âyet o gece her şeyden koruması bakımından ona yeter.” Ahmed, Müsned; 4/122. Buhârî, 5009. Müslim, 807'255'.

Yine şöyle buyurulmuştur:

“Her kim o iki âyeti yatsı namazından sonra okursa gece kıyamı için onun adına kâfi gelir.” İbn Adiy, İbn Mesud'dan rivâyet etmiştir. Bu hadisin isnadında Velid b. İbad var ki; bu, meçhul biridir. Eban b. Ayaş'tan rivâyet etmiştir ki, bu da metruktur.

Bu sûre ile ilgili olarak, “Ben Bakara Sûresini okudum.” demek câiz olduğu gibi, “Bakara'yı okudum. “demek de câiz olur. Çünkü Hazret-i Ali (radıyallahü anh) den şöyle rivâyet olunmuştur:

“Bakara Suresinin son âyetleri Arş’ın altından indirilmiştir.” Kimilerine göre de, bu, mekruhtur. Şöyle denilmelidir:

“İçinde sığır (inek) olayından söz edilen sûreyi okudum.”

Allah her şeyi en iyi bilendir.

0 ﴿