2İşte bu o Kitaptır ki, Allah tarafından gönderildiğinden asla şüphe yoktur. Emirlerine bağlılık gösterip yasaklarından kaçman takva sahipleri için bir yol gösterendir. (.......) Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) İle Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) ın dilleriyle vaat olunan işte bu Kitap! Ya da, (.......) burada “Elif -Lam-Mim” sûresini, yani bu sûre ve âyeti işaret etmektedir. Görüldüğü gibi işaret ismi olan, (.......) müzekker (eril) olarak gelmiş, Halbuki işaret ettiği şey (müşarun ileyh) ise müennes (dişi) bir kelime olan “Sûre” kelimesidir. Şayet “Kitap” bunun haberi (yüklemi) ise, bu da zaten aynı manaya gelmektedir. Dolayısıyla her ikisinin de müsemması (ad olarak aldıkları şey) aynıdır. Bu itibarla bunun hükmü de müzekker (eril) olarak söz konusu kelime üzerinde icrası mümkündür. Şayet sıfat olarak gelmiş ise bu takdirde bu kelime ile Kitaba işaret olunduğu gayet açık olarak ortadadır. Çünkü işaret ismiyle, kendisi için sıfat olarak gelen bir kelimeye (cinse) işaret olunabilir. Meselâ: “Hind, şu insan ha?” gibi. Halbuki “Hind” kadın ismi olmakla birlikte, (.......) ile işaret olunmuştur. Çünkü “İnsan” müzekkerdir. Bu itibarla o da bir insan olduğundan, (.......) nin getirilmesinde bir salarıca yoktur. Bir başka örnek, “Şu şahıs şöyle yaptı.” gibi. Yine burada da, (.......) işaret ismi kullanılmıştır. Şimdi, (.......) ile, (.......) in arasım nasıl bulacağız? Bunun ortası şöyle bulunabilir. Eğer, “Elif-Lam-Mim” ifâdesini sûrenin ismi olarak alır ve mübteda (özne) olarak değerlendirirsek, (.......) de ikinci bir mübtedâ olur. “Kitap” kelimesi de bunun haberi (yüklemi) olur. Cümlenin tamamı ise, yani, (.......) ise bütünüyle ilk mübtedanın -ki bu “Elif-Lâm-Mim” idi- haberi olur. Bu bakımdan mana da şöyle olacaktır: “Şüphesiz bu, bizzat O kamil ve mükemmel olan Kitaptır.” İşte bu ifadeyle sanki onun dışındaki tüm kitaplar eksiktir, onlarda mükemmeliyet yoktur, manası anlaşılmaktadır. Meselâ bu, şu ifadeye benzer bir ifadedir: “O, adam gibi adamdır.” Yani, erkeklikte kemal ve olgunluk derecesine erişen biridir, anlamı çıkar. Diğer insanlarda var olan tüm hoşa giden özellikleri ve güzel hasletleri kendisinde toplayan demektir. İşte burada, “Bu, o Kitaptır ki,” ifadesiyle anlatılmak istenen gerçek budur. Ayrıca, (.......) in mahzûf (yani var sayıları) bir mübtedanın öznenin haberi (yüklemi) olarak değerlendirilmesi de uygundur. Bu da, (.......) takdirindedir. İşte mahzûf olan (yani var sayıları), (.......) burada mübtedâdır. Diğeri de onun haberidir. Buna göre, (.......) bir cümledir. (.......) da ikinci bir cümledir. Eğer, (.......) i, bir sesleniş (savt) olarak değerlendirirsek, bu takdirde, (.......) mübteda (özne) olur. (.......) da bunu haberi (yani yüklemi) olur. Bu durumda mana şöyle olur. “Şu indirilen Kitap var ya, işte şüphesiz kamil Kitap odur.” “Şüphe yoktur.” Bu kelime, (.......) kökünden masdar bir kelimedir. Rayb: İnsanda herhangi bir kuşkunun, rahatsızlık veren bir şeyin meydana gelmesidir. Gerçekte ise bu, insanda ruh bozukluğu ve bundan doğan bir ısdıraptır. Nitekim, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Sana şüphe veren şeyi bırak, şüpheye düşürmeyeni al. Şüphesiz şek (şüphe) huzursuzluk doğurur. Doğruluk ise gönül huzurudur, tümüyle tatmin olmak, rahata kavuşmaktır.” Bk. Ahmed b. Hanbel, Musned; 1/200. Tirmizî, Kıyamet, 60 “2518” . Buhârî, Buyu', 3. Hadiste vurguları nokta şudur; eğer bir şeyde şüphe ve şüphe bulunuyorsa, işkillendiriyorsa, ondan dolayı insan rahatsızlık duyar, manen huzur bulamaz, kendisinde istikrar ya da kararlılık bulunamaz. Eğer bir şey de sahih yani sağlıklı ve doğru ise, nefis (ruh) bunda huzur bulur, tatmin olur ve sükunet kazanır.. Nitekim, “Raybu'z-zaman” da bu manada olup, zamanın cilvesi, zaman içinde meydana gelen rahatsızlıklar anlamındadır ki, bu yüzden insanlar hep huzursuzluk ve rahatsızlık duyarlar. Durr ak bilmeyen olaylar sebebiyle şaşkın hâldedir. Burada, (.......) kelimesi tümünü kapsamak manasında nefıy-olumsuz hâlde gelmiştir. Halbuki, şüphe ve kuşkularıanlar oldukça fazladır. Burada nefyedilen, yani kabul edilmeyen husus, bunun “rayb” taallûk etmesi olayıdır. Bunda bir şüphenin var edildiği zannıdır ki, red olunan budur. Zira bu, açık bir şekilde görülmektedir, delil (burhan) açısından bir kapalılık yok, netlik vardır. Öyle ki, herhangi bir kuşkucunun böyle bir şüphenin içine düşmesi, bundan işkillenmesi doğru değildir. Aynı zamanda bu, hiçbir kimsenin şüphe etmeyeceği manasında da değildir. Dikkat edilirse âyette, “Yoktur bunda şüphe” demedi yani, “Cennette içilen şarapta bir sersemletme yoktur.” Saffât, 47. âyetindeki gibi bir ifade taşimâmaktadır. Burada, “rayb” kelimesine nefıy (olumsuzluk) edatının eklenmesi, Kur'ân'da herhangi bir işkillenme, kuşkulanma durumunun var olmadığını açıklamak içindir. Bir de Kur'ân’ın, kâfirlerin ileri sürdükleri gibi bâtıl bir kitap değil Hak bir kitap olduğunu ispat etmek içindir. Şayet nefıy (olumsuzluk) edatı olan (.......) harfi (.......) kelimesiyle değil de, zarf olan, (.......) ile beraber, (.......) şeklinde gelmiş olsaydı maksadı anlatmaktan gerçekten uzak olacaktı. Bu da şöyle bir anlam ifade ederdi: “Bunda değil ama bir başka kitapta şüphe var.” Yani tıpkı, (.......) Saffât, 47. âyetindeki ifadeye benzer bir mana çıkardı. Yani, “Cennette içilen içkide, dünyadakilerde olduğu gibi bir sersemletme yoktur.” Çünkü burada demek istenen şey zaten budur. Cennet şarabının ya da içkisinin dünyadaki içkilerden üstün olduğunu göstermektir. Çünkü biri akılları giderirken, sarhoş ederken, diğerinde böyle bir durum yoktur. Halbuki, (.......) ile belirtilmek istenen böyle bir şey değildir. İşte bu nokta gözden kaçırılmamalıdır. Kırâat ilmine göre meşhur olan, (.......) üzerinde durmaktır (vakfetmektir). Ancak kırâat imâmlarından Nâfi' ile Âsım (.......) üzerinde vakfetmişlerdir. Burada vakfeden (okurken duran) bir okurun mutlaka, içinden bir habere niyet etmesi, yani bunun için bir haber düşünmesi gerekir ve (.......) şeklinde değerlendirmelidir ve buraya, bir ikinci, (.......) takdir etmelidir. Nitekim biz de bunu burada gösterdik: “....onda asla şüphe yoktur.” Hemen bunun ardından da şöyle devam ediyor “Onda hidâyet ve yol gösterme vardır.” Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, (.......) deki tüm (.......) harflerini, “İşba” ile okumuştur. Hafs ise, ona sadece, (.......) Furkân, 69. âyetinde muvafakat etmiştir ki, asıl olan da budur. “İşba” ile okumak demek, (.......) harfinden sonra hemen bir med (uzatma) harfi olan (.......) harfini getirerek okumaktır. Yani, “fi hî” şeklinde uzatarak okumaktır. Meselâ, (.......) ve (.......) gibi. Burada altı çizili olanlarda (.......) harfi işba ile yani bir (.......) harfi veya, (.......) da olduğu gibi bir (.......) harfi eklemek suretiyle okunur. (.......) harfi iyice belirtilmiş olur. Ancak söz konusu harf belirtilmeksizin, kısa olarak, (.......) veya (.......) denemez. Böyle denmeyeceğine göre, kısaca, (.......) de denmemesi gereklidir. Ancak İmâm-ı Sîbeveyh şöyle diyor: “İbn Kesîr'in dediği şöyle bir duruma sebep olur. Ortada üç tane sakin harf bir arada toplanmış olur. Bunlardan ilki, (.......) harfinden önce okunmayan yani sessiz harf olan, (.......) harfi, hemen bundan sonra gelen ve yine sessiz bir harf olan, (.......) harfi. Çünkü harekeli (.......) harfi Mekkelilerin dilinde sakin (sessiz) harf hükmündedir. Çünkü (.......) harfinde gizlilik (sessizlik) vardır. Gizlilik yani sessizlik ise sakin olan harfe daha yakındır. Ve üçüncüsü de, (.......) harfinden sonra gelen sakin (.......) harfidir.” (.......) kelimesi, tıpkı, “el-Büka/Büka” kelimesi gibidir ve fiil olarak masdar hâlinde gelmiştir. Bu da, “kişiyi istediğini elde etmeye ulaştıran, yol gösteren” demektir. Çünkü bu gerçeği, bunun karşıtı ya da zıddı olan “dalâlete düşmek” olduğunu şu âyetten anlayıp çıkarmaktayız. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “İşte onlar, hidâyete karşı dalâleti satın alanlardır.” Bakara, 16. Ancak burada şöyle denildi: “(Emirlerine bağlılık gösterip yasaklarından kaçman) takva sahipleri için bir hidâyettir (yol gösterendir).” Takva sahipleri demek, hidâyete erenler, istediklerine kavuşanlar, demektir. Bu âdeta değerli ve saygın bir kimse için kullanılan şu ifadeye benzer bir durum sergilemektedir: (.......) yani, “Allah seni Azîz ve soylu (saygın) bir kimse kılarak ikramda bulunsun.” Böyle denmekle o kimse hakkında Allah'tan, onda var olan iyilik hâlinin sabit kalmasını ve devamını istemiş olmaktır. Tıpkı şu kavli (isteği ya da talebi) gibi: “Bizi dosdoğru yola ulaştır.” Fâtiha, 5. Çünkü yüce Allah'ın, muttaki olmayanları takva sahipleri olarak isimlendirmesi, onların takva giysisini giymek üzere olmaları sebebiyledir. Bu tıpkı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu hadisindeki ifadeye benzer: “Kim ölmek durumunda olan birini öldürürse, üzerinde bulunan her şey öldürene âittir.” Müslim, Cihad; H. No. 1751/41. Buhârî, 3142. Yani cihad ya da gazâ esnasında bir gazi herhangi bir düşmanı öldürürse üzerinde var olan şeyler gaziye âittir, onun hakkıdır. Nitekim İbn Abbâs'ın -Allah her ikisinden de râzı olsun- : “Herhangi biriniz haccetmek istediğinde acele etsin. Çünkü o hastayı hastalarıdırır.” Hadiste, “maktûl” manasında “kâtil” ifadesi kullanılmış ki bu “ölmüş kimse” demektir. Halbuki ölmüş olan öldürülemez. Burada, ölmek durumunda olan, ölmeye kesin yaklaşmış olan, demektir. İbn Abbâs da, “O hastayı hastalarıdırır.” demekle, haccm hastalık sebebi olduğunu değil, yolculuğun meşakkati açısından hastalık sebebi hac ifadesiyle zikredilmiştir ki, genelde insanlar yolculuklarda daha çok hastalarıabilirler, daha yakın ihtimal yolculuk olduğu gerçeğine dikkat çekiliyor. İşte buradaki âyette de buna benzer bu inceliğe dikkat çekiliyor. Çünkü, ölmek üzere olana “ölmüş” , hastalanma ihtimalinin kuvvetli olduğu yerde de, “hasta” ifadesini görüyoruz. Bu âyette, “Takva sahiplerini hidâyete erdirir.” denildi ve fakat, olanları, “dalâlettekileri hidâyete erdirir.” denmedi. Çünkü, dalâlet Erbâbı iki gruptur. Bu gruplardan birinin dalâlette kalacakları, birinin ise hidâyete, doğru yola yönelecekleri bilindiğinden dolayı denmemiştir. İşte takvaya en yakın olanlar bunlar olmaları sebebiyle, “müttakîler” ifadesi bunlar için zikredilmiştir. İşte anlattığımız üzere ifade bu açıdan böylece kısa ve öz tutulmuştur. Burada süreye böylece başlamanın yanında, “Takva sahipleri için bir hidâyettir.” denilmesi -ki bu sûre Zehraveyn ismini taşıyan iki sûreden ilki olup, ikincisi de Âl-i İmran süresidir, Kur'ân'ın en üst noktası ismi da verilmiş olması- yüce Allah'ın sevgili kulları dediğimiz velileri hakkında bu sûrede oldukça çok söz edilmesindendir. “Muttaki” kelimesi lügatte ism-i fâil (yani etken sıfat/fiil)dir. Kelime, (.......) kökünden alınmadır ve “İfiial” kalıbında, “İtteka” dır. Bu kelimenin “Feal fiili” (yani ilk harfi) (.......) harfidir, “lamel fiili” (yani son harfi) ise (.......) harfidir. İşte bu kelime iftial kalıbında olması bakımından, kelimedeki (.......) harfi, (.......) harfine dönüştürülmüştür. Sonra da bu (.......) harf diğer (.......) harfinin içine katıştınlmış, idgam olunmuştur. Böylece, (.......) fiili elde edilmiştir. Vikaye: Aşırı derecede korumak, himaye etmek, demektir. Şerî'at dilinde vikaye: Yapılmaması ya da işlenmemesi gereken bir şeyi yapmak ya da işlemek, yapılması veya işlenmesi gerekli olan bir şeyi de terk etmek sonucu gelebilecek cezâ ve azaptan kişinin kedisini istenilenleri yerine getirmek suretiyle korumasıdır. (.......) kelimesi mahzûf bir mübtedanın (öznenin) haberi (yüklemi) olarak mahallen merfûdur. Ya da, hüden kelimesi, (.......) ile birlikte, işaret ismi olan, (.......) nin haberi olarak mahallen merfûdur. Yahut da, (.......) deki (.......) zamîrinden hâl olmak üzere mahallen mensûbtur. Ancak dil, edebiyat ve belâgat bakımından söylenmesi gereken en uygun söz şudur: “Elif - Lâm - Mim” başlı başına bağımsız bir cümledir veya yine kendi başına bağımsız bir takım mûcem (yani manaları pek anlaşılamayan, mübhem ve kapalı) harflerdir. Bu bir. (.......) ise ikinci cümledir. Bu da iki. (.......) de üçüncü cümledir, bu da üç ve dördüncüsü olarak; (.......) de dördüncü cümledir. İşte söylenmesi gereken en doğru söz de budur. İşte böyle bir tertip ile gerçek anlamda belâgat ölçülerine dikkat olunmuş olmaktadır. Çünkü; öyle bir cümle düzeni kurulmuştur ki, cümleler arasında herhangi bir bağlaç (bağ edatı) kullanılmadan birbiriyle ahenkli cümleler hâlindedirler. Çünkü görüldüğü üzere cümleler peş peşe ya da art arda, biri diğerini kucaklar hâlde gelmişlerdir. Kısaca cümleler hep iç içe olmuşlardır. Meselâ, ikinci cümle birinciyle müttahid (birleşmiş), onu kucaklamış bir hâldedir ve cümleler böyle devam edip gitmektedirler. Yani üç iki ile, dördüncüsü de üçüncüsüyle iç içedirler. Bunun böyle olmasının açıklaması ise şöyledir: Öncelikle ilk cümle ile, meydan okunmak üzere ortaya konan bu Kitap hakkında uyan ve ikazda bulunuluyor. Hemen bunun peşinden bu Kitabın en üst seviyede kemal derecesine ulaşan ve bu özelliği taşıyan bir Kitap olduğu gerçeği anlatılıyor, buna vurgu yapılıyor. Bu ise işin meydan okuma yönünü kesin olarak ortaya döküyor. Hemen bundan sonra da, bu kitapta bir şüpheye, işkillenmeye yer olmadığı hususu kesin bir dille anlatılıyor. Bu ise bu, Kitabın bu yönüne bir tanıklık ve onun kemal yönünü tescildir, onaylamadır. Çünkü, hak olan ve bunun hak olduğu gerçeği de yakin olarak bilinmesi açısından dolayısıyla bunların kemâl derecesinden daha üstün bir kemal gösterilmez, gösterilemez. Nitekim bâtıl ve şüpheye dayalı olan şeylerden de daha eksik ve kısır olanı yoktur ve olamaz. Nitekim bir alime: — “Neden haz alır ve hoşnut kalırsın?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: — “İzah ve açıklamaya fırsat vermeyecek açıklık ve netlikteki susturucu bir hüccet (delil) ile insanı küçültüp rezil eden, aşağılayan bir şüphe...” Sonra Rabbimiz bu Kitabın, “Takva sahipleri için bir hidâyet” olduğunu haber vermiştir. Böylece yakin denilecek bir kesinlikte bu Kitabın etrafında bir şüphenin yer almayacağım tescil etmiş ve “Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez.” 403 demekle de hak ve gerçek olduğunu belgelemiş olmaktadır. Diğer taraftan bu cümlelerin bu kadar ince bir tertip ile ve tatlı bir nazım ve düzen ile sıralanmasının yanında bir takım nükteler ve göndermeler de vardır. Şöyle ki; ilk cümlede hem hazif var, hem de en güzel bir şekilde matluba (istenip arzularıana) da bir işaret vardır. İkincisinde ma'rife oluştaki azamet ve fehamet ifadesi bulunmaktadır. Üçüncüsünde ise, “rayb-şüphe, şüphe ve işkillenme” ifadesinin bir zarf olan, (.......) üzerine takdimi, bundan önce zikredilmesindeki incelik. Dördüncü cümlede ise hem hazf vardır. Bir de bir masdar kelime olan, “hüda” kelimesinin ism-i fâil yerinde ve o manada getirilmiş olması yani, “el-Hâdi” anlamında, “hidâyete erdiren, doğru yolu gösteren “manasında zikredilmiş bulunmasıdır. Sanki burada âdeta; “O Kur'ân'ın kendisi bizzat hidâyettir, hidâyet kaynağıdır.” der gibi bir mana. Bir de, (.......) kelimesinin nekra (belirsiz) olarak gelmiş olması da şöyle bir manayı göstermek içindir: “Bu öyle bir kitaptır ki, hiçbir kimse onun künhüne, detaylarına asla vakıf olamaz. Onu gerçek manasıyla ihata edemez.” Daha önce geçtiği üzere müttakiler konusunda da icaz hususu var idi ki, az bir ifadeyle birçok manayı içermesi gibi. |
﴾ 2 ﴿