25Îman edip sâlih amel işleyenleri de müjdele ki, gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildiği her defasında, “İşte bu, daha önce dünyada bize verilenlerdendir.” derler. Bu rızıklar kendilerine bazı yönlerden dünyadakilere benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz zevceler de vardır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. “Îman edip sâlih (iyi) amel işleyenleri de müjdele ki...” Bu âyette, “müjdele” emriyle görevli bulunan kişi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu gibi ayrıca herkes olabilir. İşte bu, daha güzel ve yerinde bir tefsirdur. Çünkü, böylece söz konusu emrin büyüklüğü, önemi ve şanının üstünlüğü bakımından böyle bir durumu müjdelemeye güç yetiren her kimse buna gerçekten lâyık bulunmaktadır. Aynı zamanda, “müjdele” demek olan, (.......) kelimesi, “Sakının “kelimesi üzerine atfolunmuştur. Meselâ: “Ey Temîm oğulları! işlediğiniz suçların cezâsından sakının. Ey filân kimse! Sen de benim, Esed oğullarına olan ihsanımı kendilerine müjdele.” gibi. İşte yukarıdaki âyetler de bu çerçevede değerlendirilmeli. Ya da bu, mü'minlerin sevaplarını tanıtan (vasfeden) bir cümle olup kâfirlerin cezâsını (ikabını) anlatan cümle üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Meselâ: “Zeyd zincire (kelepçeye) vurulmak ve sindirilip baskı altına alınmakla cezâlarıdırılacaktır. Amr'ı da, affolunmak ve salıverilmekle müjdele...” gibi bir ifade. Beşâret: Kendisine haber verilen kimsenin sevincini gelen haber ile açıkça göstermesidir. İşte bunun içindir ki, İslâm bilginleri şöyle demişler: Bir kimse kölelerine, “Sizden hanginiz filân kişinin gelişini bana müjdelerse o bundan böyle özgürdür.” dese ve köleleri de ayrı ayrı gelip o şahsın gelişim müjdelerlerse, bunlardan ilk defa müjdeyi getiren kim ise o özgür olur, yani âzat olunur. Çünkü haberi alan zât, ilk haberi getirenin müjdesi üzerine sevincini ve mutluluğunu göstermiştir. Diğerlerinin haber vermesiyle böyle bir durum söz konusu değildir. Eğer efendileri “Kim bana müjde verirse...” ifadesi yerine, “Kim bana haber verirse...” demiş olsaydı, bu dururrıda hepsi âzat olunurlardı. Ayrıca vücûdun dış yüzüne, yani tene de, (.......) denir. (.......) da günün ilk ışıması vakitleri demektir. Ancak: “Onlara acıklı bir azâbı müjdele-haber ver, bildir.” Âl-i Imrân,21. âyetine gelince, bu bir bakıma bir alay içermektedir. Karşı tarafa daha ağır bir darbe vurmanın bir habercisi durumundadır. Yani, kendilerine karşı aşırı öfke dolu bulunulan ve alay edilen kimseye karşı bu sınırsız öfkesini gösteren bir ifade tarzıdır. Meselâ; adam düşmanına karşı, “Sana soyunu öldürmeyi (öldüreceğini) ve malını da yağmalanayı (yağmalayacağım) müjdelerim.” gibi. (.......) kelimesi de, tıpkı, (.......) gibi isim yerine geçen bir kelimedir. (.......) kelimesi de akıl, Kitap ve Sünnetin öngördüğü deliller çerçevesinde doğru olan her amele ya da şeye verilen isimdir. Başında yer alan, (.......) harfi cins içindir. Ayrıca bu âyet, amelleri îman olarak değerlendirip kabul edenlere karşı bir hüccet (delildir). Çünkü görüldüğü gibi sâlih amelleri îman üzerine atfetmiştir. Ma'tûf, yani affolunan ise ma'tûfun aleyhten, yani üzerine atıf yapılan şeyden ayrı olan bir şeydir. Ancak şöyle bir gerekçe ile de karşı çıkılamaz: “Siz diyorsunuz ki, hiçbir sâlih ameli bulunmaksızın mü'min olan kimse cennete girebilir, bu, câizdir. Halbuki Yüce Allah, îman edip sâlih amel işleyenleri cennetle müjdeliyor. Çünkü, mutlak anlamda cennetle müjdelenmenin şartı ya da koşulu, îman ile birlikte sâlih amelin de var olmasıdır. Kaldı ki, biz Ehl-i sünnet olarak, büyük günah işleyenleri mutlak manada cennetle müjdelemiyoruz. Aksine biz onların cennetle müjdelenmelerini bir kayda bağlıyoruz, Allah'ın dilemesine bırakıyoruz ve diyoruz ki, Allah dilerse büyük günah işleyeni affeder, dilerse onu işlediği günahı kadar ona azap eder ve sonra da cennetine sokar.” “Gerçekten onlar için cennetler vardır.” Bu, (.......) takdirindedir. Burada, (.......) ve amel ettiği şey, İmâm-ı Sîbeveyh'e göre, (.......) fiiliyle mensûb olmasıdır. Ancak Halîl b. Ahmed bunu kabul etmemektedir. Ki bu, Kur'ân'da oldukça çok bulunmaktadır. Cennet: Hurmalıklardan ve sık ağaçlardan oluşan bağ, bahçe, demektir. Ancak cennet kelimesini oluşturan harfler mana bakımından örtmek, setr anlamındadır. Nitekim, (.......) ve (.......) hep aynı kök harflerden oluşmuş kelimelerdendir. Nitekim sevap yurduna de cennet denmektedir, çünkü; orada sonsuz bahçeler, saraylar ve nimetler vardır. Cennet de mahlûktur, yani şu anda vardır ve yaratılmıştır. Nitekim, yüce Allah'ın şu kavli buna delildir. “Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennette yerleşin.” Bakara, 35. Ancak Mu'tezile mezhebi mensuplarından bazıları bunu kabul etmemektedirler. “cennet” kelimesinin çoğul ve nekra olarak gelmesinin tefsiri de şöyledir: Cennet: Tüm bir sevap yurdunun adıdır. Bu ise sayısız cennetleri-bahçeleri içinde bulunduran bir yurttur ve herkesin amel durumuna göre kendilerine verilen mertebe ve dereceler demektir. Dolayısıyla her bir tabaka için söz konusu cennetlerden (bağ ve bahçelerden) oluşan cennetler vardır. “Altlarından ırmaklar akan” Bu cümle, “cennât” kelimesinin sıfatı olarak nasb mahallinde gelmiştir. Bundan murat da, “cennet ağaçlarının altlarından” demektir. Nitekim büyüyüp gelişmiş olan ağaçların özellikle akar su kenarlarında ve nehir boylarında daha gür olarak yetişip geliştiklerini görürsün. Cennet nehirleri ya da ırmakları ise, herhangi bir kanal olmaksızın akarlar. En değerli ve nezih bahçeler, ağaçları gölgelik yapan ve aralarında durmaksızın aralıksız bir hâlde nehirler akanlardır. (.......) kelimesi, “İttirat” manasında olup bu da devamlı akıp duran, kesintisiz devam eden,anlammdadır. Nehir: Denizden aşağı ve fakat derelerin üzerinde daha geniş akarsu, demektir. Nitekim, Nil nehrine de Mısır Nehri denmektedir. Aslında fasih kullanımda bu, “Neher” olarak söylenip konuşulur. Ancak kelime (.......) harflerinden oluşan kelimeler cinsinden olması itibariyle genişlik manası, baştan sona kadar gibi manalar içerir. Bir de “akma” fiilinin nehre isnadı vardır ki, bu mecâzî manadadır. Yoksa akan nehir değil, nehir yatağındaki sudur. (.......) kelimesini ma'rife olarak gelmesi ise, bununla cennet nehirlerinin murat olunduğu ihtimaliyledir. Burada izafetle ma'rifelik yerine, (.......) harf-i ta'rîfiyle ma'rife kılınmıştır. Nitekim, Yüce Allah'ın şu kavlinde de yine böyle geçmektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “....ve başımın saçı bembeyaz alev gibi tutuştu.” Meryem, 4. Veya harf-i ta'rîf olan (.......) harfiyle aşağıdaki âyette sözü edilen ırmaklara işaret olmuş olabilir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “O cennet içinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır.” Muhammed, 15. Şüphesiz Allah'ın verdiği akarsu nimetlerin en büyüğü, lezzetlerin en üstünüdür. İşte bu bakımdan yüce Allah cennetlerden söz ederken hep akar sularla, nehirlerle birlikte zikretmiştir. Cennetin diğer özellikleri arasında hep ırmaklara öncelik vermiştir. “Kendilerine rızık olarak yedirildiği her defasında...” Bu, “cennetler” kelimesinin ikinci bir sıfatıdır. Yahut da bu, yeni bir giriş cümlesi olabilir. Çünkü kendilerine, “Gerçekten onlar için cennetler, bağ ve bahçeler vardır.” denildiği vakit, bunu duyanların kalbine ya da aklına, “acaba bu bahçelerde yetişen meyveler de tıpkı dünyadaki bağ ve bahçelerde yetişenlere mi benzer veya sözü edilen cinslere benzemeyen başka cins ürünler mi var? “diye bir düşünce gelebilir. İşte buna verilen cevap; şüphesiz o bağ ve bahçelerin meyveleri dünya meyvelerinin benzeridirler. Yani, onların cinsleri her ne kadar bir dereceye kadar değişiklik gösterseler de dünyadakilerin cinsleri gibidir. Fakat yine de mahiyetini yüce Allah'tan başkası bilemez. “O meyvelerden bir meyve verildiğinde işte bu ... derler.” Yani, cennet denilen o sevap yurdunun bağ ve bahçelerinin meyvelerinden her ne zaman bir meyve verilirse, türü ne olursa olsun, ister elma, ister nar veya başka bir meyve olsun, rızık olarak sunulduğunda, işte o zaman böyle derler. Âyetin bu kısmında yer alan birinci ve ikinci cer edatı (.......) harflerinin her ikisi de ibtidai (başlarıgıç) gaye içindirler yani zarf-ı lağvdırlar. Çünkü rızık, bahçelerden (cennetlerden) ilk olarak çıkmaya başlar. Cennetlerden (bahçelerden) ilk olarak çıkan rızık da ilk defa meyve olarak çıkar. Nitekim bunun benzeri şöyledir. Meselâ; birine, beni Filanca rızıklarıdırdı (yedirdi), demen gibi. İşte bunun üzerine, “Seni nereden yedirdi?” diye gelen soruya da cevabın şöyle olur: “Bahçesinden” Bu defa, “Bahçesinin hangi meyvesinden sana yedirdi?” diye sorulur. Sen de, “Nar meyvesinden.” diye cevaplarsın. Âyette yer alan, (.......) kelimesi bir tek meyve, yani elma demek değildir Ya da bir tek nar meyvesi demek de değildir. Bundan asıl maksat mey ve türleridir. “Rızıklarıdırıldık.” ifadesi, (.......) yani, ondan rızıklarıdırıldık, manasındadır. Burada âid (zamîr) mahzûftur (zikredilmemiştir). (.......) bu da, (.......) demektir. Bu kelime izafetten kesilince, yani tamlama yapılmayınca mebnî hale gelir. Bu itibarla mana şöyle olur: “İşte bu, bundan önce rızık olarak yedirildiklerimiz (nimetlendirildiklerimiz) gibi...” Dolayısıyla burada bir teşbih, yani benzetme vardır, bunu da âyetin şu ifadesinden anlıyoruz: “Bu rızıklar kendilerine bazı yönlerden dunyadakilere benzer olarak verilmiştir.” İşte buradaki ifade âdeta şu ifadenin bir benzeri gibidir. Meselâ, “Ebû Yûsuf, Ebû Hanîfe'dir” sözü gibi. Yani burada Ebû Yûsuf (113-182/731-798) un Ebû Hanîfe'ye benzemesini öyle bir dile getiriyorsun ki, âdeta şöyle demek ister gibisin; “Sanki Ebû Yûsuf un kendisi, Ebû Hanîfe'nin ta kendisidir.” İşte âyetteki benzerlik de bu manadadır. Nasıl ki; Ebû Yûsuf Ebû Hanîfe'nin ta kendisi değilse, Cennet meyveleri de dünyadakinin ta kendisi değildir. Ancak bazı yönlerden benzerlikleri vardır. (.......) deki zamîr hem dünyada rızıklanmış olanlara ve hem âhirette rızıklarıanlara râcidir. Çünkü, (.......) cümlesi her iki dünyada da rızıklananları içermektedir. Kaldı ki cennet meyveleri de tıpkı dünya meyveleri gibidirler. Farklı cinsler değiller. Çünkü insan alışık olduğu şeye daha bir yakınlık duyar, alışık olduğu şeye daha çok yönelir. Eğer alışık olmadığı, aşınaliği bulunmadığı bir şeyle karşılaşırsa yaratılış olarak ondan uzak durur, kaçar. Nefsi onu o şeyden muaf tutar (istemez). Zira, insan eğer daha önce kendisiyle geçmişi bulunan bir şeyle karşılaşır ya da görürse ve onda da açık bir meziyet (farklılık) görürse, apaçık bir durum sezerse gerçekten buna karşı daha fazla şaşkınlık duyar, hayretler içinde kalır ve fazlasıyla garipser. Dolayısıyla rızık olarak yedikleri her meyvenin ya da ürünün yamnda bu sözü tekrarlamaları bu işin sonsuza kadar hep böyle olacağına da bir delildir. Meziyetin ortaya çıkışı, bu halin hep böyle uzayıp gideceğinin delilidir. Bu duruma göre meyvelerde görülen farklılık her an onların bu hayretlerini dile getirmelerine neden olacaktır. Veya (.......) deki zamîr rızka râci olabilir. Nitekim, bu ayni zamanda ona işaret de etmektedir. Buna göre mana şöyle olmaktadır: “Şüphesiz o cennet meyvelerinden kendilerine yedirilenler, her meyvenin getirilişinde onlara âdeta aynı cinsten imişler izlenimini verir.” Nitekim, Hasen-ı Basrî (rahmetüllahi aleyh) den hikâye olunduğuna göre demiştir ki: “Cennet ehlinden birinin önüne bir tabak (sofra) konulur. O bu tabaktan yer. Sonra başkası getirilir. Yiyen kimse de; bu, bize daha önce verilip yedirilendir, der. Melek de ona: “Bundan ye, çünkü bunların renkleri bir ve fakat tatları farklıdır” der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivâyete göre şöyle buyurmuş: “Muhammed'in varlığı elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, cennet ehlinden olan adam bir meyveyi yemek için ağzına götürdüğü zaman daha o, o meyveyi ağzına ulaştırmadan Allah onun yerine onun gibi bir meyveyi hemen yerleştirir.” Taberânî, “el-Kebir, 1449. Bezzâr, “Keşfül Estar” ; 3530. Ebû Nuaym, Sıfatu'l-cennet; 345. Buradaki lafız da şöyledir: “Cennet ehlinden biri o cennet meyvelerinden koparır koparmaz, hemen onun yerine Allah onun gibisini yaratır.” Bir de bakarlar ki, durum aynen eskisi gibi, sanki eksilen bir şey olmamış gibi. İşte bu durumda dedikleri o sözleri söylerler. (.......) Rabbimizin bu kavli de muterize (parantez) cümlesidir. Durumu tespit ya da takriri içindir. Bu, âdeta şu ifadeye benzer bir durumdur. Meselâ: “Filân kimse filân ile ne güzeldir -yaptığı şey ne güzeldir- Şöyle bir görüş ortaya attı ve doğru da oldu.” İşte burada da, iki parantez cümlesi yer aldı, biri; “Yaptığı şey ne güzeldir” , biri de, “ve doğru da oldu” cümlesidir. Nitekim, Rabbimizin şu kavli de böyledir: “Ve halkının ulularını alçaltırlar. Herhâlde onlar da böyle yapacaklardır.” Neml, 34. “Onlar için orada zevceler vardır.” Burada, (.......) kelimesi mübtedadır, (.......) da haberidir. (.......) da zarf-ı müstekardır. “Tertemiz” kötü ahlâktan arınınış, kocalarına buğzetmezler ve başkalanna da bakmazlar. Ya da aynı zamanda kâdirılara âit aybaşı hâlini ve istihaza kanını görmezler, kısaca kâdirılara âit rahatsızlıklardan arınınıştırlar. Aynı zamanda küçük ve büyük abdest gibi şeylerden ve benzeri tiksindiricilik veren durumlardan tamamen arınınış, tertemiz zevceler. Burada sıfat mevsûfu (niteleyen niteleneni) gibi cemi' (çoğul) olarak gelmedi. Çünkü her ikisi de dil açısından fasihtirler. Ayrıca âyette, (.......) yerine, (.......) kelimesi söylenmedi, Bunun nedeni ilk kelime ikinciye göre daha mübalağalı olmasıdır. Kaldı ki, (.......) kelimesinin binası teksir (çokluk) içindir. Bir de bu kelimede şöyle bir mananın var olduğu da ayrıca görülmektedir. “Onları tertemiz kıları, ak pak haline getiren bir mutahhir (temizleyen, tertemiz kıları) vardır ki, bu da elbette Allah'tan başkası değildir.” “Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.” Âyette bulunan, (.......) kelimesi, sonu gelmeyen ve sürekli olan kalış, ebedî kalış (demektir). Bu aynı zamanda Cehmiye mezhebi mensuplarının görüşlerinin bâtıl ve geçersiz, anlamsız olduğunu da ortaya koymaktadır. Çünkü, bu mezhep mensuplarının görüşlerine göre, “Cennet ve cennet ehli de fena bulacaklardır, onlar da yok olacaklardır. Çünkü yüce Allah kendisini Evvel ve Âhir (ilk ve son) olarak vasfedip tanıtıyor. Allah'ın ilk olduğunun gerçekliliği bütün yarattığı varlıklardan daha önceliklidir, yani öncesi yoktur. Dolayısıyla sonluluk olayının gerçekleşmesi için de diğer yaratıklarının sonrasına kalmasının gerekliliğidir, ebedî sonsuzluk. Şimdi yüce Allah açısından bunun böyle olabilmesi de ancak yaratılmış olan tüm varlıkların fena bulmasından ve yok olmalarından sonra gerçekleşebilir. Aksi hâlde zorunlu olarak Allah için böyle bir şey gerçekleşmemiş olur deriz. Halbuki yüce Allah bâkîdir. Nitekim, sıfatları da bâkîdir. Eğer cennet, ehliyle birlikte bâkî olacaksa, kalıcı ise bu durumda yaratan ile yaratıları arasında teşâbüh (benzeşme) meydana gelir. Bu ise muhâldir, olamazdır. Ehl-i sünnet, olarak bizim buna cevabımız şudur: deriz ki; “Allah için Evvel (ilk) oluş, varlığının başlarıgıcının olmaması gerçeğidir. Âhir (son) olması da zatının bir nihâyetinin, sonunun olmaması anlamındadır. Ancak bizim açımızdan ise ilk oluş, Onun ferdi sabık olmasıdır, Âhir ise, Onun ferd-i lâhik olmasıdır. Yüce Allah'ın bu iki vasıfla nitelenmiş olması, kemal sıfatlarını beyan (açıklamak) ve aynı zamanda nakisayı (eksikliği) ve zevali (yok oluşu) reddetmek içindir. Bunun böyle anlatılması, yüce Allah'ı hadis olma ve fena bulma (yok olma) ihtimallerinden tenzih içindir, uzak kılmak içindir. Yoksa dedikleri şey için değildir. Hiç beka ile bir teşâbüh olabilir mi? Halbuki ki, yüce Allah zâtı itibariyle bâkîdir ve bâkî olması da varlığının bir gereğidir, yani vâcibu'l-vücûddur. Kaldı ki yaratılanların bekası ve varlığı da O'nun varlığıyla kâimdir. Bu ise varlığı câiz olandır, yani bekası başkasının bekasına (Allah'ın bakiliğine) bağlı olanlar ise caizu'l-vücûddurlar, varlıkları ya da yoklukları da câiz olanlar demektir. |
﴾ 25 ﴿