26

Şüphesiz Allah ibret ve öğüt olması için bir sivri sineği, hatta ondan küçük ya da büyük olsun benzeri bir şeyi örnek vermekten kaçınmaz. Îman edenlere gelince onlar, kesinlikle bu tür misallerin Rablerinden gelen bir hak (gerçek) olduğunu bilirler. İnkarcı kâfirlere gelince onlar, Allah böyle basit şeyleri örnek olarak vermekle ne murad eder, derler. Allah böyle misallerle birçok toplumları saptırır, birçoklarını da hidâyete (doğru yola) yönlendirir. Allah verdiği bu tür örneklerle ancak fâsıkları (yolunu şaşırmışları) saptırır.

(.......) örneğimde bunu görmekteyiz. Dolayısıyla burada bu iki durum da ihtimal dahilindedir. (.......) Darbı Mesel, “kerpiç/tuğla başınak, yapmak” ve “yüzük/mühür başınak” ifadelerinden alınma olup, “ders alınacak örnek üretmek, göstermek” manasındadır. Âyette yer alan, (.......) ise, ibham içindir, yani “mâ-i ibhâmiyedir” . Bu (.......) harfi eğer nekra olan bir isimle birlikte zikredilirse onu tam anlamıyla mübhem (kapalı), anlaşılamaz kılar ve ona umum (genellik) manasım ekler (yükler). Meselâ;

(.......) cümlesinde de gördüğün gibi, (.......) var ve bu da sözünü ettiğimiz harftir. Bununla şunu demek istiyorsun, “Bana herhangi bir kitap ver, kitap olsun da.” Veya bu harf te'kit için gelen bir sıla (ilgi) zamîridir. Tıpkı Rabbimizin şu âyetinde geçtiği gibi:

Nisa, 155. İşte bu âyetteki (.......) te'kit için gelen ve aynı zamanda sıla (ilgi) zamîri olan (.......) dır. Sanki tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyette şöyle der gibi:

“Şüphesiz Allah, kesinlikle misal vermekten çekinmez...” Ayrıca, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin atf-ı beyanî (onu açıklayan tarzdaki) bir atıftır ya da, (.......) kelimesinin mef'ûlüdür. (.......) kelimesi de nekra olan, (.......) kelimesinden hâl olup ona takaddüm etmiştir, (ondan önce gelmiştir). Veya (.......) kelimesinin, (.......) manasında kabul edilmesiyle her ikisi de mef'ûlleri olarak mensûbturlar.

(.......) kelimesi, kelimesinden türemedir. Bu da kesmek anlamındadır. Tıpkı, (.......) ve (.......) kelimeleri gibi. Meselâ: (.......) gibi kı bu, “Sinek onu ısırdı.” demektir. Nitekim, (.......) demek, o şeyden bir parça manasındadır. Aslında (.......) kelimesi, (.......) ve (.......)

Ondan büyük ya da küçük olsun benzeri bir şeyi misal vermekten çekinmez.”

Yani, ondan daha büyüğünü ve örnek olarak gösterilen şeyden manaca daha fazlasını göstermekten çekinmez. Halbuki onlar verilen örneği basit, az ve hakir bir şey olarak değerlendiriyorlardı. Dolayısıyla, hacim bakımından ondan daha basitini de veya büyüğünü de gösterebilir. Allah böyle bir şeyden çekinmez.

Sanki böyle bir ifade ile söylenmek istenen şey; o kâfirlerin bir misal olarak gösterilen sinek ve örümceğin örnek gösterilmesine karşı takındıkları inkârcı tavırlarını red manası yer alır gibi bir durum var. Çünkü sinek de, örümcek de sivri sinekten daha büyük hacimdedirler.

Yani, “Sivrisinekten daha küçük olan bir şey ile nasıl ibret veren bir örnek verilebilir ki? O, en basit ve en küçük bir canlıdır. Çünkü sivrisineğin kanadı ötekilerinkinden daha küçük ve basit ve derecelerle de ondan küçüktür” denilemez. Kaldı ki, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu, dünyayı değerlendirme noktasından bir misal olarak vermiştir. Bk. Tirmizî; 2320. İbn Mâce El-İklil, 1/154.

Îman edenlere gelince onlar, kesinlikle bu tür misallerin Rablerinden gelen bir hak (gerçek) olduğunu bilirler.” Burada, (.......) daki zamîr, ya (.......) örnek kelimesine veya, (.......) kelimesine râcidir.

Hak: İnkârı hiçbir zaman doğru olmayan ve sabit olan gerçek, demektir. Nitekim bir şeyin sabit ve gerekli olması durumunda, (.......) artık bu iş kesinleşti, denilir. “Rablerinden” bu ifade hâl olarak nasb mahallinde gelmiştir. Burada amil, Hak kelimesinin taşıdığı manadır. “Zül hâl” ise müstetir (gizli) zamîrdir.

İnkârcı kâfirlere gelince onlaı; (.......) derler.” Bu âyette, (.......) kelimesi üzerinde vakfedilir (durulur). Eğer vakfedilmeyip de vasl edilirse (yani bitiştirilerek ve durulmayarak okunursa), bu takdirde mabadi yani kendisinden sonra gelen ibâre bunu sıfatı olur ki, durum öyle değildir.

İnkârcıların Allah böyle basit şeyleri örnek olarak vermekle ne murad eder?” sözleri ise meseleyi aşağılamak, küçümsemek ve basit olarak görmektir. Nitekim, Abdullah b. Amr hakkında Hazret-i Âişe (radıyallahü anha) nin şu sözü buna bir örnektir. Hazret-i Âişe, Abdullah b. Amr (radıyallahü anhüma) hakkında onu aşağılamak maksadıyla demiştir ki: “Tüh yazıklar olsun! Abdullah b. Amr b. El-Asl'ye!”

(.......) kelimesi, olduğu gibi temyiz veya şu âyet misalde olduğu gibi hâl olarak mensûbtur:

Bu âyette, (.......) kelimesi müellif tarafından hâl olarak değerlendirilmiştir. Yine âyette yer alan, (.......) kelimesi, şart manasını taşıyan bir harftir. İşte bu bakımdan bunun cevabının başına bir (.......) harfi getirilmiştir. Bunun yaran ise, cümleye te'kit manasım kazandırır ve te'kidin değerini gösterir. Meselâ, (.......) gibi. Bu basit bir ifadedir. Şayet bunu te'kit etmek istersen bu ve Zeyd'in kesinlikle gitmiş olduğunu belirtmek istersen te'kitli bir ifade ile şöyle denilir:

(.......) İşte bu bakımdan Sîbeveyh bu cümlenin tefsirunu şöyle yapmıştır. “Her ne olursa olsun, Zeyd mutlaka gidecektir, bu, kesindir.” İşte böyle bir tefsir bu harfin te'kit (pekiştirmek) için olduğu ve böyle bir mana ifade ettiği ortaya çıkıyor ve bu şart manasınadır.

Bir de âyetteki her iki cümle de, (.......) ile başlamaktadır. Dolayısıyla bu âyette, “Îman edenler bilirler ve kâfirler de derler. “manasında; (.......) dememesi mü'minlerin işine oldukça büyük bir önem atfetmiş olması ve övgüye değer bulmasıdır.

Bir de mü'minlerin bunu hak olduğunu bilmeleri de beliğ manada bir güvenin de göstergesidir. Rabbimiz böylece buna işaret buyuruyor. Kâfirlerin ise kendi payîanna gaflet ve aymazlık içinde olduklarını ilân etmenin yanında onların ahmak kimseler olduğunu da açık olarak ifade ediyor.

(.......) kelimesine gelince, bunun için iki görüş bulunmaktadır:

Buradaki, (.......) harfi ya da kelimesi, (.......) manasında ilgi, zamîridir. (.......)ise soru edatıdır. Bu takdirde iki kelime olmuş olurlar. Bu ilk görüştür. İkincisine gelince; (.......) ile (.......) kelimeleri birleştirilerek tek kelimelik bir soru edatı, ismi haline getirilmişlerdir.

İlk görüşü doğru kabul edersek, (.......) kelimesi mübteda olarak mermdur ve bunun haberi de, sılasıyla (ilgi cümleciğiyle) birlikte (.......) kelimesidir. Yâni, “Murat etti” demektir. Âid (zamîr) ise mahzûftur.

İkinci değerlendirmeye göre, bu, (.......) fiiliyle mahallen mensûbtur ve bunun takdiri de şöyledir: Allah neyi, hangi şeyi murat etti? “

“İrade” kelimesi mastar (kök) kelimedir. Kişinin herhangi bir şeyi kendi adına istemesi ve gönlünün de ona meyletmesidir ki, “Ben şunu murat ettim, kendi özgür irâdemle istedim.” der.

Kelâm bilginleri açısından bu, mümkünattan olan şeyleri şu veya bu şekilde herhangi bir varlığa tahsis etmeyi, ona âit kılmayı gerektiren bir manadır.

Ehl-i sünnet açısından ise her şeyden münezzeh olan yüce Allah gerçek anlamda “İrâde” sıfatına sahiptir.

Bağdat Mu'tezile okulu ise; Yüce Allah gerçek anlamda irâde sıfatıyla vasıflanmaz, görüşünü benimsemişlerdir. Bunlara eğer, Allah şöyle murat etti.” denilirse bu eğer Allah'ın fiiliyle alâkalı bir şey ise, bu durumda bunun manası; Allah bunu yaptı, işledi. “demektir. Çünkü, O yanılmaz ve O şeye zorlanamaz (ikrah olunmaz). Eğer yapılan veya meydana gelen şey, başkasına âit bir fiil ise, bu durumda bunun manası, Allah bunu emretti.” oldu, derler.

Allah böyle misallerle birçok toplumları saptırır birçoklarını da hidâyete erdirir.” Âyetin bu kısmı daha önce geçen ve (.......) ile başlayan iki cümleyi tefsîr edip açıklar mahiyettedir. Onun hak olduğunu bilenler grubu ile bunu bümeyip câhillik ederek alaya alanlar grubu olarak her ikisi de “birçoğu “ifadesiyle nitelendirilmiştir.

Bir şeyin hak olduğunu bilmek hidâyet açısındandır. Cehalet ise en güzel ifadeyle dalâlet (sapıklık) türündendir. Nitekim, kendi adlarına hidâyete erenler oldukça çokturlar. Ancak dalâlet ehline kıyasla az sayıda olarak değerlendirilirler. Halbuki hidâyete erenlerin görünürde az sayıda kimseler olarak görülmeleri önemli değil, çünkü onlar gerçekte çokturlar. Kısaca, şekil ve görünürde az sayıda da olsalar, gerçekte öyle değil. Bakın şâir ne söyler:

Az gibi gözükseler de cömertler ülkelerde yine fazladırlar herkesten

Çok gibi görünseler de namertler ülkelerde azdırlar er olanlardan

İdlâl: Kulda dalâlet ya da sapıklık fiilinin veya eyleminin yaratılmış olması işidir.

İhtida: Kulda hidâyet bulma, doğru yola erme fiilinin yaratılması işidir. İşte Ehl-i sünnet açısından “İdlâl ve ihtidanın” anlamı gerçek manâsıyla böyledir.

Âyetin siyakından, yani ifade tarzından şöyle bir açıklamanın var olduğunu çıkarıyoruz. Kâfirlerden olup da câhil kesimin inkâr etmeye kalkıştıkları ve örnek olarak gösterilmesini garipseyip aşağıladıkları, alaya aldıkları şeylerin basit olmadıklarını, inkâr edilemeyeceklerini, garipsenmemeleri gerektiğini ifade ediyor. Çünkü temsil getirmek, o şeyle ilgili mana derinliğini ortaya çıkarmak ve görülüp müşahede olunanlardan olan beklentileri daha yakına getirip gerçeğin anlaşılmasının ortaya sermek içindir.

Eğer mütemesselün leh (yani kendisi için örnekleme yapılan şey) büyük ve önemli ise, mütemesselün bih (yani gösterilen örnek) de o değerdedir. Eğer kendisi için örnekleme yapılan şey basit ise gösterilen örnek de o nisbette basit olur. Görmez misin hak açık, net ve büyük olması bakımından bu, ziya (ışık) ve nur (aydınlık) ile örneklendirildi. Bâtıla gelince bunun tamamen hakkın taşıdığı sıfatın zıddı olması açısından zulmet (karanlık) ile örneklendirildi.

Kâfirlerin Yüce Allah'a -hâşâ- denk tuttukları ilâhların hâlinden daha aşağılık ve daha rezil bir durum olamaz ve daha azı da. İşte bu bakımdan örümcek ağını (evini) zayıflıkta, basitlik ve önemsizlikte bunların inançlarına örnek gösterdi. Hatta sinekten de daha basit olarak değerlendirdiği için bunların durumlarını da sivrisinekle örneklendirdi. Çünkü sivrisinek sineğe göre daha basit bir şey... İşte bu açıdan bunu reddetmedi, uzak bir şey olarak görmedi ve bunu örnek olarak verene de: “Bunları sivri sineğe benzemekten sıkıl, uzak dur.” diye de bir şey söylenmedi. Çünkü, bunu böyle bir örnekleme ile sunmada isabetlidir. Kavlinde, yani söylemiş olduklarında da Rabbimiz gerçeği ve hakkı ortaya sermiştir. Dolayısıyla örneği de verilmesi gerektiği şekilde gözler önüne sermiştir.

Âdetleri ve durumları hep insaf ölçüleri içinde hareket etmek, olayları akıl süzgeci içinde değerlendirmek olan mü'minlerin hâlini açıklamak için de görüldüğü gibi aynı makul yol izlenmiştir. Çünkü; mü'minler böyle bir temsili ya da ders çıkarılacak örneği işittiklerinde, o şeyin gerçekten hak olduğunu bildiler.

Halbuki cehaletleri akıllarına baskın çıkmış olan kâfirlere (inkârcılara) gelince, bunu duyduklarında büyüklendiler, kibirlilik gösterdiler, inadettiler ve bunun bâtıl olduğu yargısma vardılar, dolayısıyla da inkâr ile karşıladılar, kabul etmediler.

İşte bu durum mü'minlerin hidâyetlerine, doğru yolu bulmalarına sebep oluştururken, fâsıkların ise sapıkliğina neden olmuştur. Ancak burada şaşılacak nokta nasıl oluyor da bütün bü gerçeklere rağmen bunu inkâr etmeleridir. Halbuki, insanlar genelde herhangi bir hususta bir darbı mesel vermek istediklerinde, hayvanlardan, kuşlardan, böceklerden hep örnekler vermişlerdir. Meselâ; işte bunlardan bazı temsiller, insanlar bu örneklemede şöyle derler:

“Karıncalardan daha toparlayıcı, sineklerden daha atak (cüretkâr), maymundan daha uyanık, pervaneden (kelebekten) daha zayıf, güveden daha zararlı, daha çok yiyen, sivrisinekten daha güçsüz ve sivrisineğin beyninden daha değerli, az rastlanır.” gibi.

Fakat bütün gerçeklere rağmen yenilen pehlivan güreşten vazgeçmez misali bu kâfirler de yenildikçe ve şaşkın duruma düştükçe, açık, net ve meydanda olan gerçekleri gördükçe şaşkınlığa rıza gösteriyorlar da parıldayan hakikati ise inkâr ediyorlar.

Allah verdiği bütün örneklerle ancak sapıkları (yolunu şaşırmışları) saptırır.” Burada, (.......) kelimesi, (.......) fiilinin mef'ûlüdür. Yoksa istisna ile mensûb kılınmış değildir. Çünkü “Yudillu” kelimesinin mef'ûlü tamamlanmamıştır.

Fısk: Orta yoldan çıkmak, demektir. Şerî'at/Din dilinde ise, büyük günah işleyerek Allah'ın emrinden dışarı çıkmaktır. Kısaca bu, iki menzile arasında bir yerdedir.

Yani; ne mü'mindir, ne de kâfir, ikisi arasında bir yerdedir demektir ki, bu, Mu'tezile'nin görüşüdür. Allah'ın izniyle ilerideki sayfalarda bunların görüşlerinin bâtıl ve geçersiz olduğunu gösteren kanıtları öğreneceksin.

26 ﴿