143İşte böylece insanlara karşı şâhit olmanız ve Peygamberin de size karşı şâhit olması için sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık. Senin halen yönelmekte olduğun hedefi, kıbleyi (Kâ'be'yi) biz ancak peygambere uyanları, iki ökçesi üzerinde geri dönecek olanlardan ayırt edelim diye kıble yaptık. Gerçi bu, Allah'ın kendilerine hidâyet verdiği kimselerden başkasına oldukça ağır gelecektir. Fakat Allah sizin imanınızı ve Kudüs'e doğru kılmakta olduğunuz namazınızı asla zayi edecek (boşa çıkaracak) değildir. Şüphesiz Allah insanlara karşı pek şefkatli ve çok merhametlidir. “İşte böylece sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık.” İşte böylene hayret ve şaşkınlık duyulacak bir şekilde sizi vasat ümmet kıldık. (........) kelimesindeki (........) harfi teşbih (benzetme) içindir. (........) ise (........) harfiyle mecrûrdur. Kelime bünyesindeki (........) harfi de yakın ve uzağı birbirinden ayırt etmek için kullanılan bir işaret harfidir. (........) harfi de i'rabtan mahalli olmayan ve hitap için gelen bir harftir. (........) demek hayırlı olan ümmet demektir. Çünkü, hayırlı manasında, “vasat” kelimesi kullanılmaktadır. Çünkü aşırı uçlarda yer almak hep sıkıntı getirir, oldukça çabuk yıpranır. Ortalarda yer almak, merkezde bulunmak her zaman güven altında bulunmak demektir. Nitekim nasıl ki, sizin kıbleniz en hayırlı ve merkez kıble kılınmış ise yüce Allah sizi de aynen o şekilde ümmetlerin ve milletlerin en hayırlısı ve en mutedil olanları kılmıştır. Bunun sebebi, yani orta bir ümmet kılınma nedeni ise şudur: Sizin ortaya konan hüccet, delil ve kanıtları düşünerek ve tartarak öğrenmeniz bakımındandır. Kadı ki, Allah Tealâ, kitabı olan Kur'ân'ı üzerinize indirdi ve orada şu gerçeklere yer verdi. Hiçbir kimseye cimrilik ederek Haksızlık ve zulümde bulunmamıştır. Aksine Allah tüm yolan açıklamış, peygamberlerini göndermiş ve onlar da kendilerine indirilenleri tebliğ etmişler ve nasihatlerde bulunmuşlardır. Fakat inkârcı kâfirlere gelince, düşmanlık, kötülük onları şehevi arzu ve istekleri doğrultusunda yönlendirdi. Onlar da böylece gelen âyetlerden, mu'cizelerden yüz çevirdiler. İşte siz bu hâlinizle, yani orta ve hayırlı bir ümmet olmakla kendi çağdaşlarınız olan bu kimselere şâhitlik ve tanıklık ettiğiniz gibi, sizden öncekilere de ve sonra gelecek olanlara da yine siz şâhit ve tanık olacaksınız. Ya da bu “vasat ümmet” ifadesinden, oldukça adil olan ümmet demektir. Çünkü vasat demek, aşırı uçlar arasında adaleti sağlamak demektir. Yoksa bu, ucun birine yakınlık gösterip ötekisinden uzak durmak demek değildir. Yani: “Nasıl ki, kıblenizi doğu ile batı arasında orta ve merkez bir yer olarak değerlendirmiş ve böyle kılmış ise, sizi de iki aşırı ucun arasında yani en uç noktada olan ile en geri noktada olan arasında orta ve hayırlı bit ümmet kılmıştır. Çünkü, sizler Hırıstiyanlar gibi çok aşırı giderek, onların Mesih Îsa'ya ilâhlık vasfını verdikleri gibi bir yola gitmediniz. Aynı zamanda Yahûdîler gibi de haddini aşıp Hazret-i Meryem'e zina fiilini isnadettikleri ve Hazret-i Îsa'yı da zina ürünü gösterdikleri gibi bir alçaklığa ve düşüklüğe de düşmediniz. “İnsanlara karşı şâhit olmanız için.” Buradaki, (........) te'nis elifi sebebiyle gayn Munsarıftır. (........) de (........) kelimesinin sılasıdır. “Ve peygamberin de size karşı şâhit olması için ...” Burası, (........) üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Rivâyete göre ümmetler kıyamet gününde peygamberlerin tebliğlerini inkâr edeceklerdir. Bunun üzerine Allah peygamberlerden, ümmetlerine tebliğde bulunduklarına ilişkin kamt talebinde bulunacaktır. Kaldı ki, Allah zaten gerçeği bilmektedir. Onlar da bunun üzerine Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ümmetini gösterecekler ve onlar da gelip peygamberlerin tebliğde bulunduklarına ilişkin şâhitlik edeceklerdir. Bu defa diğer ümmetler, “Siz bunları nereden öğrendiniz?” diye itirazlarını ileri süreceklerdir. Bizim peygamberimizin ümmeti de: —Yüce Allah'ın konuşan (natık) kitabıyla, doğru söyleyen peygamberinin diliyle verdiği haber sayesinde öğrendik.” diyecekler. Bu durum karşısında bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) huzura getirtilir ve ona ümmetinin durumundan sorulur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onları tezkiye eder, ümmetin adil olduklarına dair şâhitlikte bulunur.” Şâhitlik bazan müşahedesiz, yani olay ve durumu görmeden de olabilir. Meselâ, bilinip tanınmış olan şeyler hakkında duyduklarını söylemesi gibi. Mademki şâhit ya da tanık tıpkı bir murakıp (gözetmen) gibidir. Bu, İsti'la kelimesiyle yani, (........) ile getirilmiştir. Meselâ şu âyet gibi: “.... Onların üzerine gözetleyici yalnız sen oldun.” Mâide, 117. Bir diğer tefsire göre, (........) âyeti, peygamberimizin ümmetinin dünyada onlara şâhitlik etmeleri gerçeğini dile getiriyor. Çünkü, bir şeyin gerçekliliği ve doğruluğu ancak, dürüst, hayırlı ve adil olan şâhitlerin şâhitliğiyle mümkündür. (........) Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de sizi tezkiye etsin, sizin adil olduğunuzu bilsin ve bildirsin. İmâm Muhammed Ebû Mansûr Maturidî bu âyeti delil göstererek ve buna dayanarak, “İcma” nın hüccet (delil) olduğunu belirtmiştir. Çünkü Yüce Allah bu âyette bu ümmeti, “Adalet” vasfıyla tanıtmaktadır. Adi: Şehadette bulunmaya ya da tanıklık etmeye lâyık olan ve şâhitliği kabul edilen demektir. Dolayısıyla onlar bir şey üzerinde toplanırlar ve buna şâhitlik ederlerse artık bundan böyle o şeyin kabul edilmesi gerekir. Başta “şehadet” kelimesinin sılası tehir edildi, sonraya bırakıldı. Sonundakinde ise sıla önce getirildi. Neden? Çünkü ilkinden asıl amaçlarıan şey, onların, yani bizim peygamberimizin ümmetinin şâhitliklerinin diğer ümmetler hakkında tesbiti ve gerçekliği konusu belirtildi. Yani ilk başta bu ümmet Onlara tanıklık edecek, bunun gerçekleşmesinden sonra da, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şâhitliğinin de bu ümmete has olduğu gerçeği anlatılmış olacağından böyle gelmiştir. “Senin halen yönelmekte olduğun hedefi, kıbleyi — Kâ'be'yi, .... yaptık.” Yani, “Senin halen üzerinde bulunduğun - yöneldiğin ciheti-, -ki burası Kâ'be'dir-.... kıldık,yaptık.” Âyetin bu kısmında yer alan, (........) cümlesi kıble kelimesinin sıfatı değildir. Aksine bu, (........) fiilinin ikinci mef'ûlüdüf. Rivâyete göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) henüz Mekke'de bulunduğu sırada Kâ'be'ye doğru namazını kılarlarınış. Ancak hicret ettikten sonra namaz için Beyt-i Makdis'te bulunan Mescit-i Aksa'ya (Taş kubbeye) yönelmekle emrolundu. Bunun amacı Yahûdîleri yeni dine ısındırmak ve onları İslâm'a kazandırmaktı. Bu daha sonra tekrar eski haline yani Kâ'be'ye doğru çevirildi. Bu aynı zamanda şu hususun da delili olmaktadır. Sünnet ile Kitabın neshi (yürürlükten kaldırılması) câizdir. Fakat Şâfiîlerin ileri sürdükleri bunu aksinedir. Bilindiği üzere Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılma olayı vahyi gayri metlüvle (okunmayan vahiyle) sabit olmuştur. Kitap ile de oraya dönüş (oraya doğru namaz kılınması) neshedilmiştir. (........) Biz ancak peygambere uyanları, iki ökçesi üzerinde geri dönecek olanlardan ayırdedelim diye kıble yaptık.” Senin halen üzerinde bulunduğu ve yönelmekte olduğun, hep sevip istediğin ciheti -ki burası daha önceleri Mekke'deki Kâ'be idi- sana şunun için kıble yaptık; insanları denemek ve imtihan etmek. Böylece İslâm'a inanmada samimi ve dürüst olan ile, b'ir yarin kenarında olanları bilip öğrenelim diye. Çünkü, içlerinde öyle kimseler var ki, bir uçurumun kenanndadır, en ufak bir sarsıntıyla hemen iki ökçesi üzerinde gerisin geri esli inancına döner, irtidaf eder. Kıblenin değişmesiyle İslâm'a pamuk ipliğiyle bağlı bulunanlar hemen dini terk eder, mürted olur. Şeyh Muhammed Ebû Mansûr Maturidî der ki: “Bilelim, ayırt edelim “manasındaki bu kelimenin asıl manası şöyledir: “Ezelde olacağını ve meydana getirilmiş olacağını bildiğimiz bir gerçeği oluyor ve ileride olabilecek haliyle bilelim diyedir. “Çünkü var olmasını murad ettiği her şeyi ezeli ilmiyle bildiği gibi, O aynı zamanda var olmasını istediği şeyin aynı zamanda var edeceği vaktiyle de bilir. Ancak Allah, o şeyler ezelde olduğu ve olacağı için bilir diye bu şekliyle vasıflanamaz, nitelenemez. Çünkü, o şeyler ezelde var değildi, o hâlde ezelde olmamış olanı nasıl var olmuş gibi bilebilsin ki? Zaten bir şey eğer mevcut (var) ise bu, Allah'ın ezeli bilgisi altına girer, onun içinde değerlendirilir. Dolayısıyla, bu da Allah için mevcut ve ileride olabilecekler manasında malum (bilinen) olmuş olur. Bu bakımdan meydana gelen değişiklik zaten bilinenler üzerinde olan değişikliktir. Yoksa Allah’ın ilminde bir değişiklik asla söz konusu değildir. Ya da kimler peygambere uyuyor ve kimler yan çiziyor, inanmıyor, bu gerçek aydınlarısın ve ortaya çıksın, diyedir. Nitekim, Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Bu, Allah'ın murdarı (kâfiri) temizden (mü'minden) ayıklaması içindir.” Enfal, 37. Bu manasıyla, “İlim” kelimesi ayırt etmek ve ayıklamak anlamında değerlendirilmiş bulunmaktadır. Çünkü insan ancak ilim sayesinde gerçekleri ayırt edebilir. Yahut da bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minler bu gerçeği bilsinler diyedir. Ancak bunların bilgilerinin yüce Allah'ın zâtına isnad olunma nedeni, bunların Allah'ın has ve üstün kulları olması sebebiyledir. Ya da bu, meseleyi bilmeyenlere karşı nezaket kuralları içerisinde meseleyi aktarıp öğrenmeye benzer. Meselâ, altın madeni erimez, diyen bir kimseyi ikna etmek ve bunu nezaket kuralları içerisinde yerine getirmek için, o inkâr eden kişiye, “Sen onu ateşe at da, eriyor mu, erimiyor mu?” demeyip ona, “Gel öyle ise birlikte onu ateşe atalım, bakalım eriyecek mi, erimeyecek mi?” gibi bir ifadedir. “Gerçi bu, -değiştirme olayı, bu hayırlı ümmet kılış hâli veya kıble durumu- Allah’ın kendilerine hidâyet verdiği kimselerden başkasın oldukça ağır -zor ve güç- gelecektir.” Bu, (........) kelimesinin başında yer alan, (........) harfi muhaffefedir. (........) kelimesi, (........) fiilinin haberidir. Başındaki (........) harfi de lâm-ı farikâdir. (........) Yani, Allah’ın kendilerini hidâyette kıldıkları kimseler. Burada “âid” mahzûftur (gizlidir). Yani, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e tabi olmakta sebat eden, doğru, samimi ve dürüst davrananlar, demektir. “Fakat Allah sizin imanınızı ve Kudüs'e doğru kılmakta olduğunuz namazlarınızı zayi edecek (boşa çıkaracak) değildir.” Burada Müslümanların Medine'ye hicretlerinden sonra Beyt-i Makdis'e doğru kıldıkları namazlarının boşa kılınmadığı, zayi olmadığı ve olmayacağı gerçeğine dikkat çekiliyor. Yine âyette, “namaz” ifadesi, “îman” kelimesiyle zikredildi. Çünkü namaz, ancak mü'minlere, îman etmiş olanlara farzdır da ondan. Yine ! ancak îman ehli olanlardan namaz kabul edilir. Kaldı ki, bu ibâdetin cemaat hâlinde edası da yine imanın bir delilidir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâ'be'ye doğru namaza durunca sahâbe Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e: -— Kıblenin değişmesinden önce Kudüs'e doğru namaz kılmış ve fakat bu gün hayatta olmayan, ölen kardeşlerimizin namazları ne olacak, diye sorarlar. İşte bu âyet bunun üzerine nâzil olmuştur. Daha sonra da Rabbimiz bunun illetim ve sebebini şöyle gösterdi: “Şüphesiz Allah insanlara karşı pek şefkatli ve çok merhametlidir.” Bk. İbn Kesîr, Tefsîr: 1/378. (........) Bu kelime hemze ile, “şekur” kalıbında ve hemze belirtilerek okunur. Bu kırâat Hicaz kırâat okulunun, yani Mekke ve Medine kırâat okulunun okuyuşudur. Bu okulun temsilcileri de İbn Kesîr ve Nâfi'dir. Ayrıca Şam okulundan İbn Âmir ve bir de Hafs böyle kırâat etmişledir. Bunlar dışındaki kırâat imâmları ise, (........) kalıbında olmak üzere, (........) şeklinde okumuşlardır. Her ikisi de mübalağa içindir. (........) demek, Allah onların ecirlerini zayi etmez, boş'a çıkarmaz, demektir. (........) anlam bakımından, (........) kelimesinden manaca daha mübalağalıdır. Rabbim bu âyette bu her iki vasfı, tıpkı Fâtiha Sûresi, 3. âyetindeki (........) gibi birlikte zikretmiştir. |
﴾ 143 ﴿