ÂL-İ İMRAN SÛRESİ

Bu sûre Medine'de nâzil otmuştur, 200 âyetten müteşekkildir.

1

Elif, Lâm, Mîm.

Önce kırâat açısından bunu ele alacağız. Daha sonra ikinci âyetin tefsirine geçeceğiz.

(.......) Bu, “Elif. Lâm. Mimellahu ...” olarak kırâat imâmlarınca okunmuştur. Şöyle ki:

(.......) kavlindeki, (.......) harfi sakin olduğundan ve ondan sonra gelen, (.......) lâfz-ı celâldeki (.......) harfi de sakin olması sebebiyle, (.......) harfine fetha (üstün) bir hareke verilmiştir. Çünkü; iki sakin yani harekesiz harf yan yana geldiğinden okunma zorluğu doğmuştur. Bu zorluğu önlemek için fetha harekesiyle (.......)harfi harekelenmiştir. Fetha harekelerin en hafifi (kolayı) olması sebebiyle bu hareke verilmiştir. Ancak, “mîm” diye söylerken, mimden önce var olan (.......) ile ve (.......) harfinden önce gelen esreli (.......) göz önünde bulundurularak sondaki (.......) harfine esre harekesi verilmemiştir. Bunun da nedeni peş peşe esre harflerin gelmesinden sakınmaktır. Bir de, (.......) harfinin fetha ile harekelenmesi, (.......) harfi sakindir ve ondan önceki (.......) harfi de sakindir diye değildir. Eğer gerçekten böyle olmuş olsaydı bu takdirde, (.......) ifadesinde geçen (.......) harfinin mutlak manada fetha olması gerekirdi, vacip olurdu. Bunun için: (.......) harfinin fetha harekesi, (.......) lâfz-ı celâlin başında yer alan hemze harfinin fetha (üstün) harekesidir, işte bu hareke (.......) harfinden alınıp (.......) harfine taşırıdı demek doğru olmaz. Çünkü;

(.......) harfi, vasıl hemzesidir.

Bu hemze geçiş hâlinde düşer, okunmaz. Dolayısıyla onunla beraber bunun harekesi de düşer. Eğer bu vasl (.......) sinin fetha harekesinin (.......) harfine nakli câiz olabilseydi, mutlaka (.......) nin kendisinin de yerinde kalması gerekirdi. Halbuki vasl (.......) sinin gösterilmesi câiz değildir.

Yani; yazılışta sabittir ve fakat kırâatte yoktur.

Ancak kırâat imâmlarından Ebû Cafer Yezid ile A'şa diye şöhret kazanan Ebû Yûsuf Ya'kûb İbn Halîfe (.......) harfini sakin okumuşlar yani, “Elif, lâm, mîm” olarak okumuşlardır. Bu iki kırâat imâmı aynı zamanda, (.......) lâfzının başındaki (.......) harfini de harekeli olarak, (.......) tarzında kırâat etmişlerdir. Bu ikisinin dışında kalan kırâat imâmları ise, (.......) i vasletmişler ve (.......) harfini de fetha ile okumuşlardır.

Yani, “Elif Lâm Mimellahu...” olarak okumuşlardır.

2

Allah, kendisinden başka hiçbir mabud bulunmayan bir tek ilâhtır. Hay'dır (diridir), Kayyum'dur.

(.......) mübtedadır. (.......) bunun haberidir. (.......) harfinin haberi muzmerdır. Bunun takdiri de şöyledir: “Varlık aleminde O'ndan başka hiçbir şey yoktur.”

(.......) zamîri raf mahallinde gelmiştir. Çünkü; (.......) ve isminin mahalli (yeri) bakımından ondan bedeldir. (.......) mahzûf bir mübtedanın haberidir.

Yani bu, (.......) demektir. Ya da bu, (.......) zamîrinden bedeldir.

(.......) kavli, (.......) vezninde (kalıbında) bir kelimedir. Kelime, (.......) fiilinin kökünden türemedir. Bu da “adaleti ayakta tutan ve her nefsin kazandıklarına hükmeden, onlar üzerinde kâim olan “demektir.

3

(Ey Peygamber!) O, sana Kitab'ı, kendisinden önce gönderilen kitapları doğrulayan ve gerçekleri de açıklayan hak bir kitap olarak indirdi. Tevrât'ı ve İncîl'i de O indirmiştir.

“(Ey Peygamber!) O, sana Kitab'ı, kendisinden önce gönderilen kitapları doğrulayan ve gerçekleri de açıklayan hak bir kitap olarak indirdi.”

Burada, (.......) fiili, (.......) takdirindedir. Kitap'tan gaye da Kur'ân'dır. (.......) ise hâldir.

Yani, “Onu sabit ve kesin hak bir Kitap (Kur'ân) olarak indirdi.” demektir.

(.......) ise kendinden önce manasınadır. “Tevrât'ı ve İncîl'i de O indirmiştir.” Tevrât ve İncîl isimleri yabancı olan yani Arapça olmayan iki isimdir. Tevrât ismi, (.......) kelimesinden, İncîl ismi de (.......) isminden türemiştir. Ancak bu zoraki bir tefsirlamadır. Bu kelimelerin kalıpları da şöyledir. Tevrât, (.......) kalıo bmda, İncîl de, (.......) kalıbında gelmiştir. Ancak bu isimlerin Arapçalaşmalarından sonra böyle olmaları doğru ve sahih kabul edilebilir. Bir de bu âyette Kitab’ın, (yani Kur'ân’ın) indirilmesiyle Tevrât ve İncîl'in indirilmelerinde yer alan kelimeler farklı kalıplarda kullanılmıştır. Meselâ; Kitap için, (.......) ifadesi zikredildiği hâlde, Tevrât ve İncîl için, (.......)ifadesi zikredilmiştir. Çünkü; Kur'ân tek bir defada toplu hâlde indirilmemiştir. Kur'ân 23 yıllık bir zaman dilimi içerisinde nâzil olmuştur. Bunun için, (.......) fiili kullanılmıştır. Halbuki Tevrât ile İncîl bir defada ve toplu hâlde nâzil olmuşlardır. Bu sebepten dolayı, onlar için, (.......) fiili kullanılmıştır.

4

Bundan (Kur'ân'dan) önce insanlar için birer hidâyet idiler. Ve Allah, Furkân'ı (Kur'ân'ı) da indirdi. Şüphesiz Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için pek şiddetli bir azap vardır ve Allah, intikamı en güçlü olan ve üstün gelendir.

Ki bunlar Kur'ân'darı önce -Mûsa ile Îsa'nın kavmine veya tüm- insanlar için birer hidâyet idiler.” “Ve Allah, Furkân'ı (Kur'ân'ı) da indirdi.”

Bu âyette yer alan, (.......) kelimesi, cins manasında ele alındığı takdirde, hak ile batılı birbirinden ayırdeden her ilâhi ve semavî kitap demektir. Ya da bununla denmek istenen, “Zebûr” adındaki kitaptır. Ya da Kur'ân’ın bir sıfatı olması bakımından ve onun değerini, şanını yüceltmek anlamında Kur'ân yerine olmak üzere bunu tekrarlamıştır.

Şüphesiz, Allah'ın âyetlerini -indirilen kitaplarını ve daha başkaca şeyleri- inkâr edenler için pek şiddetli bir azap vardır.” “Ve Allah intikamı en güçlü olan ve üstün gelendir.” Oldukça şiddetli ve ağır cezâ verme yetkisi ve gücüne sahip olandır. Bu itibarla onun azâbı ve cezâsı gibisi bir intikamı ve öç almayı asla hiçbir kimse güç yetiremez.

5

Şüphesiz ki, gökte ve yerde olan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.

Âyette, “gök ve yer” ifadelerine yer verilmiş olmasının sebebi şu açıdandır: Allah kimler inkâr ediyor, kimler îman ediyor, onların hepsini bilir ve hepsine muttalidir ve dolayısıyla onları buna göre ya cezâlarıdıracak veya ödüllendirecektir, demektir.

6

Sizi rahîmlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O Azîzdir, Hakîmdir.

Sizi rahîmlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O Azîz'dir (her şeye gücü yetendir) kendi yarattığı alemlerde hükümrandır-, Hakîm'dir (her hükmü bir hikmete dayalıdır) Her işi bir hikmete bağlı olarak yerine getirir -.

Rivâyete göre Mecranoğullarına (Hırıstiyanlarına) âit bir heyet Medine'ye gelmişti. Sayıları altmış kadar idi. Aralarında on dört kişi kadarı ileri gelenlerden idiler. Başlarında da bir emirleri, bir vezirleri bir de alimleri bulunuyordu. Emirleri Akib adında biri idi, vezirleri de Seyid diye andıkları Eyhem admda biri idi. Bir de papaz olan ve Ebû Harise diye anılan alimleri bulunuyordu. Bunlar Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) konusunda tartışmaya giriştiler ve:

“—Eğer Îsa Allah'ın oğlu değilse, o hâlde babası kimdir, dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine:

— Siz bilmez misiniz, bir çocuk olmasın ki babasına benzememiş olsun, diye söyledi. Gelen heyet:

— Elbette babasına benzer, dediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu defa:

— Siz, Allah'ın Hayy (hep diri olan ve ölmeyen) olduğunu, Îsa'nın ise öldüğünü bilmez misiniz? diye sordu. Halbuki bizim Rabbimiz kulları üzerinde egemendir, onları ayakta tutan ve koruyan, rızık veren O'dur. Îsa ise bunların hiçbirisini yapmaya asla kâdir değildir. Yerde ve gökte her ne varsa hiçbir şey asla Allah'a gizli kalmaz, Allah hepsini bilir. Halbuki Îsa sadece kendisine öğretilenlerin dışında asla bir şey bilmez, bilemez. Kaldı ki; yüce Allah, Îsa'yı anasının rahminde dilediği gibi şekillendirmiş, annesi de onu karnında taşımış ve daha sonra zamanı gelince de doğurmuş ve büyütmek üzere de emzirmiştir. Îsa da yer, içer ve konuşurdu; çünkü o da hadistir, sonradan yaratılmadır. Halbuki Rabbimiz bütün bunlardan münezzehtir.”

İşte Resûlüllah’ın bu konuşması karşısında hepsi seslerini kestiler, bir şey diyemediler. İşte bunlarla ilgili olmak üzere Âl-i İmran Suresinin başından itibâren seksen küsur âyet bunlarla ilgili olarak indirmiştir. İbn Cerir ve İbn Ebû Hatim rivâyet etmişlerdir. Bk. el-Dürrü’l-Mensur, 2/142. Vahidi, Esbabu’l-Nüzul, S: 53. el-Bahru'l-Muhit, 2/373 vd.

7

(Ey Resûlüm Muhammed!) Kitab'ı (Kur'ân'ı) sana indiren O'dur. Onun bir kısım âyetleri muhkemdir (açıktır). Bunlar kitabın esasıdır. Diğerleri de müteşabih (tefsire açık) ayetlerdir. Fakat kalplerinde eğrilik bulunanlar sadece fitne çıkarmak ve te'vil etmek için müteşabih ayetlerle uğraşırlar. Halbuki onların te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşip yüksek payeye erenler ise, “Biz onlara îman ettik. Hepsi de Rabbimizin katındandır.” derler. Şüphesiz bu inceliği ancak sağduyu sâhibi akıllı kimseler gereğince düşünüp anlarlar.

Ey Resûlüm Muhammed! Bu Kitab'ı (Kur'ân'ı) sana indiren O'dur.” Onun -Kitabın- bir kısım âyetleri muhkemdir (açıktır).” İbareleri net olarak anlaşılır durumdadır. Çünkü; yanlış tefsirlerdan korunmuş, bir takım müteşabih anlamlara gelmekten korunma altına alınmıştır. Bu muhkem âyetlerde herhangi bir karışıklık söz konusu olmaz.

“Bunlar kitabın esasıdır.” Müteşabih denilen ve anlaşılmaları kolay olmayan âyetler bu esas olan ayetlere göre değerlendirilir ve anlaşılamamaları durumunda muhkem ayetlere başvurulur. “Bir kısım âyetler ise, mütesabihtir.” Farklı farklı ihtimalleri taşıdıkları gibi birçok benzer manada ifadeleri de içerirler. Meselâ;

Rahmân olan Allah Arş'ı istiva etti.” Taha, 5. âyetinde yer alan, (.......) kelimesi gibi. İstiva kelimesi, hem oturmak, hem güç ve kudret ve hem'de istila gibi manalara gelir. Bir defa ilk mana olan, “oturma “manasına gelmez. Çünkü bu manaya gelmediğine dair elde muhkem delil, âyet vardır. Bu muhkem delil ya da âyet şöyledir, Rabbimiz buyuruyor ki:

“O'nun (Allah'ın) benzeri hiçbir şey yoktur.” Şura, 11.

Bir başka ifadeye göre muhkem, Allah'ın indirmiş olduğu her kitabında emrettiği şeylerdir. Meselâ; Rabbimizin şu kavli gibi:

“De ki: Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım...” En'am, 151. İşte bu ve devamındaki âyetler bu gerçeği açık olarak anlatmaktadırlar.

Yine Rabbimiz bir başka yerde de şöyle buyuruyor:

Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ... kesin bir şekilde emretti.” 60 İsrâ',23. âyeti ve devamındaki âyetler de yine aynı gerçeği dile getirmektedir.

Müteşabih, muhkemin ötesinde olan, muhkem gibi bir kesinlik ifade etmeyen, demektir. Ya da müteşabih demek, tek bir ihtimalden başka bir şeye ihtimali olmayan yahut birçok yönlere göre ihtimali bulunan demektir. Ya da tevili bilinen ve tevili bilinemeyen demektir. Ya da bu, kendisiyle amel olunan neshedici, yani nâsih olan hüküm ile kendisiyle amel olunmayan mensûh (hükmü yürürlükten kaldırılan) demektir.

Ancak Kur'ân’ın tamamı muhkem olarak gelmedi. Çünkü; müteşabih olanlarda kimi imtihan edilmesi konusu vardır. Çünkü; bu hak üzere sabit olan ile, bu konuda yalpalayan arasındaki gerçeği ayırdetmek, gerçek îman edenle imanında sıkıntısı olanı belirlemek içindir. Bir bu konuda alimlerin kafa yormaları, fikir yürütmeleri, gerçek nedir, ne değildir açısından düşünerek bu alarıda derinlemesine; akıllarını yorarcasına çalıştırmaları istenmektedir. Sonuçta bunu muhkem olanlar ile değerlendirerek gerçeğe ulaşmaları talep edilmektedir. Çünkü; müteşabih olanları sonuçta muhkem olanlar çerçevesinde ele alıp değerlendirmekte gerçekten önemli ve güzel yararlar bulunmaktadır. Aynı şekilde birçok ilimler kazanmak ve Allah katında da üstün derecelere ermek demektir.

Fakat kalplerinde eğrilik bulunanlar” Bu tür kimseler gerçekten bidat ehli olan sapıklardır. “Sadece fitne çıkarmak ve onları farklı tefsirlamak için müteşabih ayetlerle uğraşır dururlar.” Bidat ehli sapıklar, hep muhkem olarak tatbik edilemeyecek olan müteşabih âyetleri gündeme getirirler ve kafaları hep onlara takılıp kalır. Bu arada hak ehlinden olan ve bir bakıma muhkem ile bir mutabakatı bulunan hükümlere yani müteşabih meselelere takılıp kalırlar. Çünkü; bidat ehlinin bu gibi meselelere takılıp kalmalarının amacı halkın inançlarını sarsmak ve dinleri hakkımda kafalarında bir şüphe ya da şüphe uyandırma ve onları hak olan doğru yoldan saptırmaktır. Çünkü; istedikleri şey, onu kendi kafalarında oluşturdukları sapık bir manaya göre tevil edip tefsirlamaktır.

Halbuki onların tecilini ancak Allah bilir”

Yani; asıl verilmesi gereken mana ve yapılması icabeden tefsirunu ise yalnızca Allah bilir, Allah'tan başkası asla bilemez.

(.......) derler.” Gerçek anlamda bir ilmi ehliyete ulaşanlar, o noktada söz sâhibi bulunanlar ve bu konu üzerinde durup meseleye dört elle sanlanlar var ya, işte onlar bunun için, “Biz onlara inandık, çünkü hepsi de Rabbimiz tarafından indirilmedir. “derler.

Cumhûr Ulema'ya göre, (.......) diye devam eden kısım yeni bir cümledir. Dolayısıyla cumhura göre, (.......) kavli üzerinde vakfetmek, yani durmak gerekir. Bunlar müteşabihi de, Allah'ın, bilgisini, sadece kendisine ayırdığı ve kendisine özgü kıldığı ilim, diye tefsirlamışlardır. Cumhûr’a göre bu, mübtedadır ve bunu haberi de, (.......) kavlidir. Yüce Allah bu kavliyle ilimde derinleşip yüksek payelere erişenleri senada bulunuyor ve onları imanlarındaki teslimiyetleri herhangi bir keyfiyeti araştırmaksızm bildinlen şeyin gerçekliliğine aynen îman etmeleri sebebiyle övüyor.

Müteşabih ayetlerin indirilmesindeki yarar ise şöyledir: Buna îman edip etmemeleri hususunu -ki kendisi zâten bilmektedir-, Allah'ın bunların hak olduklarına ilişkin neyi murat ettiğine îman etmelerini belirlemek, ortaya koymasını sağlamaktır. Bir de bunun yanında beşer olarak insan aklının bilemeyeceği ve bilmesine akıl erdirip o noktalara ulaşamayacağı, bu hususta akıllarının bu gerçekleri öğrenmede yetersiz kaldığını bildirmektir. Nitekim; Übeyy b. Ka'b’ın (.......) kırâati ile Abdullah b. Mesud'un, (.......) kırâati bu gerçeği teyid etmektedir.

Ancak bazı kırâat imâmları ise, (.......) üzerinde durmamakta, yani vakfetmemektedirler. Bunlar, ilimde yüksek payeye erenlerin, üstün bir dereceye gelenlerin yani rusûh sâhibi olanların da bunu bileceklerini söylemektedirler. O takdirde ise mana şöyle olmaktadır:

“Şu tevili bilenler var ya, işte onlar, (.......), derler.”

“Bunların tamamı Rabbimiz katındandır.”

Şüphesiz; ancak akıllı kimseler gereğince düşünüp anlarlar.” Öğüt alırlar.

(.......) kelimesinin aslı, (.......) dür. (.......) ise akıl sahipleri demektir. Bu da ilimde yüksek manevi derecelere erenlerin zihin açısından ileri bir seviyeye geldiklerine, Rabbimin manevi lütfuna mazhar olduklarına ve makul, sağduyulu bir düşünceye sahip olduklarına işaretle onlar için bir övgüdür. (.......) kavli de, (.......) kavlinden hâldir.

8

(İlimde derinleşip yüksek payeye erenler şöyle yakarırlar:) “Rabbimiz! Bize doğru yolu gösterip bizi o yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma! Katından bize rahmet bağışla! Muhakkak ki Sen lütfü en bol olansın.

(İlimde derinleşip yüksek payeye erenler şöyle yakanrlar:) “Rabbimiz! Bize doğru yolu gösterip bizi o yola ilettikten -muhkem olanlarla amel edip müteşabih olanlara da teslimiyet gösterdikten- sonra kalplerimizi sapürma! -kalplerde şüphe yaratmak suretiyle gönüllerimizin haktan dönmesine fırsat verme!- Katından bize rahmet -nimet ver- ve merhametinle -ona muvaffakiyet ve onda sebat etmemizi sağlamakla- muamele buyur! Çünkü; Sen gerçekten bol bol ikram edip -hibesi ve ihsanıyla- bağışlayansın.”

Âyetin bu kısımları ilimde gerçekten üstün derecelere erenlere âit olan sözlerdir. Bunun aynı zamanda yeni bir cümle olarak değerlendirilmesi de mümkündür. Nitekim; bunu izleyen âyet de böyledir. O âyet de şudur:

9

“Rabbimiz! Geleceğinden asla şüphe olmayan günde muhakkak insanları toplayacak Sensin. Şüphesiz Allah sözünden asla caymaz.”

“Rabbimiz! Geleceğinden asla şüphe olmayan günde muhakkak insanları toplayacak olan Sensin. Şüphesiz Allah sözünden asla caymaz.” Onları gelmesinde asla bir şüphe ve şüphe duyulmayan hesap gününde veya cezâ gününde kesin olarak toplayıp bir araya getireceksin. Mana şöyledir:

“Şüphesiz ilâhlık ya da ilâh olabilme özelliği, sözünden caymakla, sözde durmamakla çelişki gösterir. Bu itibarla ilâh olan bir zât asla ve kat'a sözünden caymaz. O mutlak manada sözünde durur ve verdiği sözü de yerine getirir.” Bu, esasen şu ifadeye benzer bir ifadedir. Gerçekten cömert olan kişi, asla kendisinden bir istekte bulunan kimseyi boş çevirmez, hayal kırıkliğina uğratmaz. Dolayısıyla âyetin ifade ettiği mana da şöyle olmaktadır:

“Allah, Müslümanlara ve kâfirlere ne gibi bir söz vermiş ise, sevap ve cezâlarıdırma olarak asla bunlardan caymaz, kesinlikle bunları yerine getirir.”

10

Şüphesiz kâfirlerin malları da çocukları da (çevreleri) onları Allah'tan gelecek olan azaptan asla kurtaramayacaktır. İşte onlar cehennemin yakıtıdırlar.

Şüphesiz -Resûlüllahnü reddeden- kâfirlerin malları da çocukları da (çevreleri) onları Allah'tan gelecek olan azaptan asla kurtaramayacaktır -kendilerine bir fayda getirmeyecek ve azâba da mani olamayacaklardır-. İşte onlar cehennemin yakıtıdırlar, odunudurlar.

11

(İşte bu kâfirlerin tutum ve davranışları tıpkı) Fir'avun hanedanı ile daha önceki inkârcıların hâli gibidir. Onlar da bizim âyetlerimizi ve hükümlerimizi yalanladılar. Allah da hemen onları -işledikleri- günahları üzerinde suçüstü yakalayıverdi. Allah cezâlarıdırması pek şiddetli olandır.

Âyette geçen, (.......) hâl, durum, herhangi bir işteki tutum ve davranış demektir. Herhangi bir işte veya şeydeki çaba ve gayreti, çalışması ve elde ettiği şey, demektir.

Yani bu, genel manada iş ve durum olarak insanın yaptığı fiiller manasına gelir.

(.......) kavlinde yer alan, (.......) harfi, mahallen merfûdur. Takdiri de şöyledir: “Hakk'ı yalanlama konusunda şu kâfirlerin hâli tıpkı kendilerinden önce geçen Fir'avun hanedanı ile onlar gibi daha önce geçen diğer kâfirlerin halleri gibidir.”

Ya da bu, (.......) nasb edatıyla mahallen mensûbdur.

Yani, “Onları .... kurtaramayacaktır. Tıpkı şu kimselerin kurtulamadıkları, varlıklarının bir yararı olmadığı gibi” demektir.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr, (.......) kelimesini Kur'ân’ın geçen her yerinde (.......) siz olarak (.......) le, (.......) olarak okumuştur.

(.......) kavli ise, yaptıkları şeyler veya onlara yapılanlar açısından, (.......) kavlini açıklamaktadır. âdeta onların durumlarını sorgulayan mukadder bir sualin cevabı niteliğindedir. Aynı zamanda bunun hâl olması da câizdir.

Yani, “yalanlamış oldukları hâlde “demektir.

Bir de, (.......) denir ki bu, (.......) yani onu bundan dolayı yakalayıp cezâlarıdırdım demektir.

“Allah, cezâlarıdırması pek şiddetli olandır.” Buradaki izafet, izafet-i gayrimahzadır.

Yani; bu şekil itibariyle bir izafet olup hakikat ya da gerçek manada bir izafet terkibi değildir.

12

(Rasûlüm!) Kâfirlere de ki: “Pek yakın bir gelecekte siz mağlup olacak ve cehennemde de toplanacaksınız. Orası ne kötü kalınacak bir yerdir.”

Yani; karar kılacakları, yerleşip kalacakları yer olan cehennem ne kötü bir yerdir.

Âyette her ne kadar Mekke müşrikleri denmek isteniyorsa da, bu, her türden, renk ve boyadan kâfiri içermektedir.

Yine yalan bir gelecekte yenilecek olanların her ne kadar Bedir savaşırıda yenilen kâfirlerden söz ediliyor ise de, bu ayını zamanda tıpkı Mekke'de mağdur ve mazlum kalıp hicret etmek zorunda bırakıları o altın nesil gibi, nesiller her şeye rağmen oldukça pek yakın bir gelecekte yenileceklerini Rabbimiz burada onların şahısında tüm mazlum Müslümanlara müjde vermektedir. Ebû Cehil ve benzeri kimselerin şahsında da kâfirlerin sonlarını bildiriyor.

(.......) kelimesi, dipsiz kuyu manasında olup, (.......) kelimesinden alınmadır. Ayrıca kırâat imâmlarından Hamza ve Ali, (.......) kelimesiyle, (.......) kelimesini (.......) harfiyle değil de, (.......) harfiyle, (.......) ve (.......) olarak kırâat etmişledir.

13

Şüphesiz karşı karşıyla gelen iki toplulukta sizin için büyük bir ders vardır. (Bunlardan) biri Allah yolunda savaşan bir topluluktu, diğeri de kâfir bir topluluktu. (Müşrikler) Müslümanları kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda uzağı görebilen basiret Erbâbı için çıkarılacak büyük bir ders vardır.

(.......) Aslında bu hitap Mekkeli Kureyş müşriklerine olmakla birlikte genelde tüm kâfir ve müşrikleredir. “Şüphesiz karşı karşıyla gelen iki toplulukla sizin için büyük bir ders vardır. Bunlardan biri Allah yolunda savaşan -mü'min- bir topluluktu, diğeri de kâfir bir topluluktu.”

(Müşrikler) Müslümanları kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı.”

Yani; müşrikler Müslümanların sayılarını tıpkı kendilerininki gibi iki bin olarak veya (savaşa kâtiları) Müslümanların 313 olan sayılarını iki kat olarak görüyorlardı. Çünkü, yüce Allah, Müslümanların sayılarının, müşriklerin sayılarından oldukça az olmasına rağmen, müşrikler korksun için Müslümanların sayılarını düşmanlarının gözlerinde kat kat olarak göstermiştir ki; müşrikler Müslümanlarla girişecekleri bir savaşta korksunlar istenmiştir.

Kırâat imâmlarından Nâfi de, (.......) kavlini, (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuştur.

Yani: “Ey Kureyş müşrikleri! Siz Müslümanların sayısını tıpkı kâfir olan toplumunuzun sayısı gibi iki katı olarak göreceksiniz.” Veya, “Kendilerinin olduğunun iki katı gibi göreceksiniz. “Ancak burada ele alınıp anlatılanlar, Enfal Sûresinde yer alan, “Sizi onların gözlerinde az gösteriyor.” Enfal, 44. ile herhangi bir çelişki meydana getiriyor değildir. Çünkü; ilk başta onlar ötekilerin gözlerinde oldukça az bir sayı olarak gösterildi ki; böylece onlara karşı saldırabilme cesaretini kazansınlar istenmiştir. Ne zamanki toplarııp savaş için bir araya geldikler, ta ki onları yenene kadar hep onların gözlerinde sayıca oldukça çok olarak gösterildiler. Burada azlık ve çokluk durumları iki farklı durum açısındandır. Bunun benzeri farklı durumlarda ve konumlarda meydana gelen olaylara göre değerlendirilir. Nitekim, Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“İşte o gün insanlara da cinlere de günahları sorulmaz.” Rahmân, 39.

Özellikle burada dikkat çekilen nokta kıyamet gününde mahşer alanında herkes simalarından tanmacaklarından bu bakımdan onlara bir şey sorulmayacaktır, demektir. Dolayısıyla bu âyetin tefsirinde her şey ortama göre değerlendirilirden maksat bu ve benzeri şeylerdir. Nitekim; bir diğer ayetde de Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Onları tutuklayın, çünkü onlar sorgulanacaklardır.” Saffât, 24.

Onların gözünde kimi zaman çok bir sayı olarak gösterilmesi ve kimi zaman da az sayıda gösterilmeleri, gücün gösterilmesini, yüce Allah'ın kudretini daha net olarak ve mübalağalı ya da beliğ bir tarzda ortaya koymaktadır. Âyetin ya da mu'cizenin açık bir şekilde gösterilmesidir.

Âyette yer alan, (.......) kavli hâl olarak mensûbdur. Çünkü bu, bizzat gözle görülme olayıdır. Çünkü bunu, (.......) kavlinden öğrenmekteyiz. Delil burasıdır.

Yani; “Apaçık bir şekilde çıplak gözlerle, arada herhangi bir şey olmaksızın gördüler.” demektir.

“Allah dilediğini yardımıyla destekler. “Nitekim; Bedir ehlinin sayılarını düşmanlarının gözünde çok göstererek onlara destek verdiği gibi bu samimiyette olan her mü'mini de bu manada destekleyecektir. “Şüphesiz bunda -az sayıdakileri çok sayıda göstermede- basiret Erbâbı için büyük bir ders -öğüt— vardır.”

14

Şehevî isteklere, kâdirılara, oğullara, kantar kantar yığılmış alto ve gümüşe, salma ve damgalı güzel atlara, hayvanlara ve ekine olan düşkünlük insanlar için cazip hale getirildi. Halbuki bütün bunlar bu dünya hayatının metaıdır. Fakat en güzel varılacak yer Allah katında olanıdır.

“Şehevî isteklere, .... olan düşkünlük insanlar için cazip hale getirildi?'Cumhûr’a göre bunları insanlara süslü ve cazip olarak gösteren bizzat yüce Allah'ın kendisidir. Nitekim; Rabbimiz bir başka kavlinde şöyle buyurmaktadır:

“Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi dünyanın kendine mahsus bir ziynet yaptık.” Kehf,7.

Nitekim; İmâm Mücahid'in kırâati de ayrıca zaten bunun delilidir. O bunu, (.......) olarak malum şeklinde okumuştur. Ancak Hasen-ı Basrî ise, süslü ve cazip hâlde gösteren şeytandır, demiştir.

Şehvet, nefsin bir şeyi şiddetle çekmesi, aşırı olarak istemesi demektir. Özellikle âyette kimi şeylerden söz edilerek ele alınmış olması, insanların bu gibi şeylere aşırı olan düşkünlüklerinden ve arzu etmelerindendir. Veya bunlara şehevat olarak isim verilmiş olması, bunların oldukça basit ve önemsiz şeyler olduğunu demek ve murat etmek istediğindendir. Çünkü; şehvet denen şey, esasen bilge kimseler açısından pek de uygun kabul edilmeyen rezilce şeylerdir.

Yani; insanı rezil edebilecek konumlara ve komikliklere düşürecek önemsiz ve basit şeylerdir. Dolayısıyla şehevî duyguların ve burada tek tek sayıları şeylerin esiri konumuna gelenler yerilmeyi, uyanlmayı hakkeden kimseler demektir. Çünkü; bunlar kendi adlarına bir tür behimî ya dahayvanca bir yaşantıyı kabullenmişlerdir, demektir.

kâdirılara -ve cariyelere-, oğullara,...” Burada, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Burada bu ifade ile “erkek çocuklar” kasdolunurken, Kur'ân’ın başka yerlerinde geçen bu ifade hem erkek ve hem kız çocuklarını kapsamaktadır.

Yani; genel olarak çocuklar, demektir. Çünkü doğal olarak insanlar hep erkek çocukları olsun isterler. Kaldı ki; erkek çocuklar bir bakıma insanın geleceğidir ve ailesini ya da toplumunu savunmaları için onlardan yararlarıılır.

kantar, kantar yığılmış altın ve gümüşe,” Âyette yer alan, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da “oldukça çokça mal ve varlık” demektir. Bir tefsire göre de bu, “bir sığır tulumu dolusu altın ve gümüş” ya da, “yüz bin dinar” demektir.

İslâm'ın geldiği ilk dönemlerde Mekke'de gerçekten yüklerle ya da kasalarla ifade edilecek mal varlığına sahip yüz kadar kişi vardı.

(.......) kasalarda veya belli yerlerde saklarııp gizli tutulan, defnedilen manasınadır. Burada, altın manasına gelen, (.......) kelimesiyle meselenin isimlendirilmesinin sebebi,o bunun harcama yoluyla çabucak elden çıkıp yok olmasındandır. (.......) yani gümüş ismini alması ise, bunun da yine infak ve harcama'yoluyla dağılıp gitmesi sebebiyledir. Çünkü; (.......) kelimesi ayrıma ve dağılma manasmadır. Nitekim; diğeri de, (.......) kelimesinden alınmadır ki o da gitmek anlamına gelir.

“Salma ve damgalı güzel adara,” Yine burada, (.......) diye isimlendirilmesi, yürürken âdeta böbürlenerek, büyüklük göstererek yürümesi sebebiyle bu isim verilmiştir.

(.......) damgalanmış, özel işaret vurulmuş, belirlenmiş manasınadır ki, kelime, (.......) kelimesinden türemedir. Bu da alâmet, belirti demektir. Ya da bu, meraya yaylıma bırakıları serbest atlar demektir.

Nitekim, (.......) da bu manadadır.

“....hayvanlara ve ekine olan düşkünlük insanlar için cazip hale gedrM.” Âyette geçen, (.......) kavlinden kasıt ileride bir başka surede göreceğimiz gibi erkekli ve dişili olmak üzere sekiz sınıf hayvan kastedilmektedir.

Yani; deve, sığır, koyun ve keçi, ki bunlar erkekli dişili sekiz sınıf oluştururlar.

Halbuki bütün bunlar -bu sayıları şeyler- bu dünya hayatının melaldir.” Çünkü insan dünyada bunlardan yararlanır. “Fakat en güzel varılacak yer Allah katında olanıdır.”

Daha sonra Rabbimiz onları dünyadan uzaklaştırarak bir başka aleme götürerek şöyle buyurdu:

15

(Habibim, onlara) de ki: “Size tüm bunlardan çok daha hayırlı ve üstün olan şeyleri bildireyim mi? Şüphesiz takva sahipleri için Rableri katında altından ırmaklar akan ve içinde ebedî olarak kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah kullarını görür.”

(Habibim, onlara) de ki: “Size tüm bunlardan çok daha hayırlı ve üstün olan şeyleri bildireyim mi? Şüphesiz takva sahipleri için Rableri katında altından ırmaklar akan ve içinde ebedî olarak kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Kaldı ki; Allah kullarını görür.” kanda sayıları ve insanlara cazip gelen şeylerden... “Şüphesiz takva sahipleri için Rableri katında altından ırmaklar akan ve içinde ebedî olarak kalacakları cennetler,” Bu, yeni ve açıklayıcı mahiyette olan bir cümledir. Burada insanlar için nelerin daha hayırlı olabileceklerine âit delil verilmektedir, yol gösterilmektedir.

Âyette geçen, (.......) kelimesi mübteda yani öznedir. (.......) kavli ise bunun haberidir. (.......) kavli de (.......) kavlinin sıfatıdır. Diğer taraftan, (.......) harfinin, (.......) kelimesine taallûku da câizdir. Özellikle takva” sahiplerinden tahsisle söz edilmiş olması, burada sayıları nimetlerden yararlanacak olanların bu kimseler olması sebebiyledir. (.......) kavlinin merfû' olarak gelmesi ise, bunun, (.......) olarak takdir edilmesindendir. Bir de bu kelimeyi, (.......) kavlinden bedel olarak kabul edenlere göre (.......) kelimesini cer ile okuyanlar da var ki, onların bu okuyuşunu işte bu bedel olma hâli destekliyor.

tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır.” Allah'ın nzasma ve hoşnutluğuna ermek vardır. ““Kaldı ki; Allah kullarını görür.”

16

“Rabbimiz! Biz kesin olarak îman ettik. Kusurlarınıızı bağışla. Ve bizi cehennem ateşinin azâbından koru!” diyenler,

“Rabbimiz! Biz -senin davetine icabet ederek- kesin olarak îman ettik. Kusurlarınıızı -verdiğin söze göre- bağışla. Ve bizi -fazlınla- cehennem ateşinin azâbından koru!” diyenler, (.......) kavli medih üzere mensûbdur veya merfûdur. Ya da “takva sahiplerinin” sıfatı olarak mecrûrdur. Ya da, (.......) kelimesinin sıfatı olarak mecrûrdur.

17

(Onlar) sabredenler, dosdoğru olanlar, (Allah'a) itâat edenler, Allah yolunda infak edenler ve seher vakitlerinde Allah'tan mağfiret dileyenlerdir.”

Onlar sabredenler,” Allah'a taatte, musibetlere ve felâketlere dayanmada hep sabrederler. (.......) kavli de yine medih üzere mensûbdur. “dosdoğru olanlar” Hep söz olarak haktan haber verililer, hükümlerin gerektirdiği şekilde amelleri fiilen yerine getirirler ve kesin bir kararlılıkla ve niyetle hakka ve gerçeğe sarılırlar. “(Allah'a) itâat edenler,” içtenlikle ve sadakatle yalvarıp yakaran, dua edenler, itâat edenler, “Allah yolunda infak edenler” tasadduku elden bırakmayıp ihtiyaç sahiplerinin dertlerine derman olanlar, “ve seher vakitlerinde Allah'tan mağfiret dileyenlerdir.” Hep Allah'tan affedilmelerini isteyenlerdir. Özellikle burada “seher vaktine” dikkat çekilmesinin bir nedeni vardır. Bu, dualara en çok icabet olunan bir vakittir ya da duaların en çok kabul edildiği vakit olmasındandır. Çünkü bu, halvet vaktidir. Zira herkesin uyumakta olduğu bir sırada, sıcak yatağmdan kalkarak Rabbine dilekçe sunmak, ağlayarak derdini ve zorlukini O'na aktarmak gibi Nâfile bir ibâdet yoktur. Nitekim; Hz Lokman (aleyhi’s-selâm) oğluna şöyle bir öğütte bulunuyor:

“Ey oğul! Seher vaktinde uyanıp öten horoz senden daha erken ve akıllıca davranıp kalkmasın, sen ondan önce davran, sakın o öterken sen mışıl mışıl uyumayasın.”

Sıfat ya nitelikler arasında yer alan ve bir bağ edatı olan (.......) harfi, burada bu özellikleri taşıyan kimselerin taşıdıkları bu niteliklerin her biri açısından ayrı ayrı bir kemale, özelliğe ve üstünlüğe delâlet olsun içindir. Aynı zamanda her bir nitelik ya da özelliğin övme ya da medih konusunda bağımsız birer sıfat olduklarını, bu açıdan birinin diğeriyle bağlı olmadığını bildirmek ve öğretmek içindir.

18

Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şâhitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de (Allah'tan başka ilâh olmadığına) adaletle şâhitlik ettiler. Azîz ve Hakîm olan Allah'tan başka ilâh yoktur.

Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şâhitlik etti.” (.......) Burada mana olarak hükmetti ve dedi, söyledi manalarına gelir.

Melekler (de) ...” Burada geçen “Melekler de” kavli ise, “Onlar açıkça da görmüş oldukları yüce Allah’ın muazzam kudreti karşısında gördükleri gerçeklere ve o muazzam kudretin sâhibi dışında bir başka ilâh olmadığına tanıklık ettiler. “demektir.

ve ilim sahipleri de Allah'tan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler..” Âyetin bu kısmında yer alan, (.......) kavlinden murat peygamberleri ilim adamları ve inanmış bilgili kimseler, demektir. (.......) kavli de, dağıtıları ya da taksim edilmiş olan rızık ve eceller konusunda Allah'ın yaratmış olduğu gerçeğin dışma çıkarak adalet sinirianın çiğnemezler. Allah'ın dağıttığı sevap olsun, ya da amellere göre cezâlarıdırması olsun bu hususlarda da adalet ölçüsünün dışına taşmazlar.

Aynı şekilde Rabbimizin kullarının bir birlerine karşı acımaları ve insaf ölçülerini çiğnememeleri, aralarındaki meselelerde eşitlik esaslarını ayakları altına almamaları konusunda adalet ölçüleri içerisinde hareket edenler demektir.

(.......) kelimesi Allah isminden müekked hâldir veya, bu, (.......) zamîrinden hâldir. Bilindiği gibi iki çeşit hâl vardır. Bunlardan biri, müekkidedir, ki zilhâlden ayrılmaz. Diğeri de mütehavvile veya muntakile ismini alır ki, burası yeri olmadığından detaylarına inmek istemiyoruz.

Ya da bunun iki ma'tûf kılmaksızm halin nasbryla ifradı da, yani bu manada müfret olması da câizdir. Meselâ; Arapça olarak, (.......) diyecek olursan bu, câiz olmaz. Çünkü; aralarında bir ilbas yani bir anlaşılamayan taraf yoktur. Zira her ikisi de erkektir. Fakat, (.......) diyecek olursan bu, câizdir. Çünkü burada Zeydi, Fîind'den ayıran özellik onun erkek olmasıdır. Ya da, (.......) kelimesi medih üzere mensûbdur.

Bir de âyette, (.......) kavli iki kez geçti ki bu, te'kit maksadıyladır.

Azîz ve Hakîm olan Allah'ları başka ilâh yoktur.”

Âyetin sonunda yer alan, (.......) kavli, istinaf cümlesi yani yeni bir cümle olarak merfûdur.

Yani bu, (.......) demektir. Yoksu bu, (.......) zamîrinin bir vasfı yani sıfatı demek değildir. Çünkü zamîrler tavsif olunamazlar (nitelenemezler). Dolayısıyla, “yenilmeyen, her an üstün ve güçlü olan” demektir. (.......) ise asla haktan dönmeyen, taviz vermeyeni manasınadır.

19

Allah katında (tek makbul) din İslâm'dır. Ancak kitap ehli kendilerine ilim (gerçekler) geldikten (bildirildikten) sonra sadece aralarındaki haset ve azgınlık sebebiyle ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki; Allah hesabı çok çabuk görendir.

“Allah katında (tek makbul) din İslâm'dır” Bu bir cümleyi, müstenefedir yani mübteda olan bir cümledir yoksa bu- açıklama mahiyetinde olan bir istinaf cümlesi, yeni bir cümle değildir. Burada, (.......) kavlindeki, (.......) edatı hemzenin fethiyle, kırâat imâmı olan, Ali Kisâî tarafından, (.......) şeklinde okunmuştur. Bu da, (.......) kavlinden bedel yapılmak suretiyle böyle okunmuştur.

Yani mana şöyledir: Allah katında gerçek inanılacak dinin İslâm olduğuna Allah şâhitlik etti.”

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Her kim bu âyeti uyuyacağı sırada okursa, işte bundan dolayı Allah, yetmişbin varlık yaratır. Bu yaratılanlar ta kıyamet gününe kadar onun bağışlanması için Allah'tan mağfiret dilerler. Her kim de bu âyeti okuduktan sonra ben de Allah'ın kendisine bunu şâhit kıldığı şeylerle şâhitlikte bulunacağım ve ben bu ğahitliği Allah'a havale buyuracağım. Çünkü bu, yarın Allah katında benim için bir vedia (emanet), depozito olacaktır. Kıyamet gününde Allah şöyle buyuracaktır: Şüphesiz kulumun benim katımda emanet olarak duran bir sözü (ahdi) bulunmaktadır. Halbuki ben verdiği sözü yerine getirmede vafara en çok lâyık olanım. Bu bakımdan bu kulumu cennete sokun hele!”

Ancak kitap ehli kendilerine ilim geldikten (bildirildikten) sonra sadece aralarındaki haset ve azgınlık sebebiyle ayrılığa düştüler.”

Kitap ehlinden kasıt Yahûdî ve Hırıstiyanlardan olanlardır. İhtilâfa ve anlaşmazlığa düştükleri nokta ise, her iki kesim de Tevhid dini olan İslâm'ı terk ettiler, kabul etmediler. Nasâra denilen Hırıstiyanlar teslis, yani üç ilâh inancına sarıldılar. Yahûdîler ise, Uzeyir Allah'ın oğludur, dediler.

(.......) ile bildinlen gerçek ise, kendisinde asla bir yanlışlık ve eğrilik bulunmayan hak din olan İslâm'dır.

(.......) demek, aralarında baş gösteren ihtilâf ve ayrılık sırf birbirlerini çekememeleri ve haset etmeleri sebebiyledir. Çünkü; her iki toplum da liderlik peşinde ve baş olma davasındadırlar, hepsi de dünyalık çıkar kaygısıyla hareket etmektedirler. Çünkü; her iki toplumda bir takım insanları peşlerine takarak ve onları aldatarak hakkın kendilerinde olduğu yalanını savunuyorlardı. Halbuki İslâm'ın hak dini oluşunda şüphe olmadığı gibi onlar da zaten bunda şüphe etmiyorlardı. Çıkarları ve menfaatleri öyle gerektirdiğinden dolayı böyle yanlış ve bâtıl bir yol izliyorlardı.

Ancak bir tefsire göre bunlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliği konusunda ihtilâf edip duruyorlardı tartışma bunu üzerinde idi. Çünkü; kimisi onun peygamberliğini kabul ediyor ve kimisi de red ediyordu.

Bir tefsire göre de, bu ihtilâfa düşenler Nasâra dediğimiz Hırıstiyanlardır. Çünkü; kendilerine gerçek bilgi geldikten ve onun da Allah'ın bir kulu olduğunu öğrendikten sonra işte bu gerçeğe rağmen onun hakkında ihtilâfa düştüler. Teslis inancını savundular.

“Kim Allah'ın âyetlerini -hüccet ve delilleri, kanıtları- inkâr ederse, bilsin ki; Allah hesabı çok çabuk görendir.” Cezâyı pek hızlı olarak uygulayandır.

20

Eğer seninle tartışırlarsa (onlara) de ki: “Bana uyup îman edenlerle birlilikte ben, kendimi tamamiyle Allah'a adayıp teslim ettim.” Ve yine kitap ehline ve ümmî olanlara de ki: “Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?” Eğer kabul ederlerse, kesin olarak hidâyete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, senin üzerine düşen yalnızca tebliğ etmektir. Allah kullarının her haline vakıftır.

Eğer seninle tartışırlarsa,”

Yani; hak din islâm'dır, konusunda seninle tartışıp mücadele ederlerse. Burada bu konu ile ilgili olarak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartışan ve mücadele edenlerin cumhura göre Necran oğullarına mensup Hırıstiyanlarıdır.

“(Onlara) de ki: Bana uyup îman edenlerle birlikle ben, kendimi tamamiyle Allah'a adayıp teslim etlim.”

De ki ben varlığımı ihlâs ile ve tümüyle kendimi bir tek olan Allah'a teslim ederek Müslüman oldum. Allah'a ibâdet etmekle birilikte kesinlikle bu konuda bir başkasını O'na ortak koşmadım. Allah ile birlikte bir başka ilâhı çağırıp ona dua ile onu mabud edinmedim.

Yani; kısaca benim dinim tevhid dinidir. Bir tek Allah'a îman etme dinidir. Ki bu din, en sağlam ve her şüpheden uzak olan tek dindir. Nitekim; bu gerçek benim tarafımdan böyle olduğu bilinmenin yahmda zaten sizin de tarafınızdan bilinmektedir. Ben gerçekten yeni ve aykırı bir şey getirmiş değilim ki bu konuda kalkıp benimle tartışıp mücadele edesiniz?...

Diğer taraftan bunun bir benzeri âyet de yine tefsirini yaptığımız bu surede yer alan şu ayettir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“(Ey Peygamber) de ki: Ey kitap ehli, bizim de sizinde üzerinize inen tüm semavî kitaplarda inen eşit ve ortak olan noktada gelin birleşelim; Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na eş koşarak asla hiçbir şeyi kendisine denk edinmeyelim. Allah'ı bırakarak kimimiz kimimizi rab edinmesin. Eğer kabul etmeyip yüz çevirirlerse, şöyle deyin: “Şâhit olun ki; biz Allah'ın her hükmünü kesin olarak kabul eden Müslümanlarız!” Al-i İmran, 64.

İşte bu âyet, onların üzerinde bulundukları inançlarını ve savunageldikleri şeyleri reddetmektedir.

Bir de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte onun yanında yer alan mü'minler de hiçbir şüphe ve kuşkuya yer vermeksizin aynen teslim olmuşlardır. O hâlde bu konuda tartışmanın ne anlamı var söyletebilir misiniz?

Kırâat imâmlarından Nafı, Ebû Cafer, İbn Âmir, Hafs, A'şa (Ebû Yûsuf Ya'kûb b. Halîfe) ve Burcumi (Abdülhamit b. Sâlih), (.......) kavlini gördüğünüz gibi, (.......) olarak (.......) harfinin fethasıyla okumuşlardır. Bu imâmların dışında kalan İbn Kesîr, Ebû Amr, Âsım, Hamza, Kisâî, Ya'kûb, Hadrami ve Halef ise (.......) harfinin sükunu ile, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Bk. Mu'cemu’l-Kırâati’l-Kur'aniyye, 2/16

(.......) kavli ise, (.......) kavlindeki (.......) harfi üzerine atfolurmıuşrur.

Yani; bu (.......)demektir ki,. “Ben ve bana uyanlar teslim olduk.” demektir. Ayrıca bu kelimenin mef'ûl ile ayrılması da nahiv açısından güzeldir.

Diğer taraftan (.......) kavlindeki (.......) harfinin “İle-beraber” manasına gelen, (.......) manasında olması da câizdir. Böyle olması hâlinde bu kelime mef'ûl-ü meah olur. Bu kelime, (.......) olarak okunduğu gibi, (.......) olarak da okunabilir.

Yani; hem vasl (geçiş) ve hem vakf (duruş) hâlinde de böyle okunabilir, câizdir. Bunu her iki hâlde câiz görenler kırâat imâmlarından Sehl b. Muhammed ile Ya'kûb b. İshak'tır. Ancak kırâat imâmlarından olan Ebû Amr ise bu iki imâma sadece vasl okuyuşu hâlinde katılmıştır.

Ve yine kitap ehline ve ümmi olanlara -Kendilerinin herhangi ilâhi bir kitabı olmayan müşrik Araplara- de ki: Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?”

Buradaki, (.......) kavlinde iki hemze yer almaktadır. Bunu bu şekilde okuyan kırâat imâmları Kûfe kırâat okulu mensuplarıdırlar.

Yani bunu manası şöyledir: “Çok açık ve net delillere dayalı olarak İslâm'ın hak olduğu gerçeği size geldi ve bildirildi. Siz bu gerçekler karşısında İslâm'ı kabul ettiniz mi? Yoksa siz hâlâ küfrünüz üzere direnip kalmakta mısınız?”

Bir diğer tefsire göre bu lâfız bir soru lâfzıdır, mana itibariyle de emir anlamındadır.

Yani, “Hemen Müslüman olun!” Ya da “İslâm dinine girin!” demektir. Bu âdeta, şu Âyetteki ifadeye benzer bir ifadedir:

Artık vazgeçtiniz mi?” Mâide,91.

Bu her ne kadar meallerde ve burada da bizim yaptığımız gibi sora olarak görüyorsanız da esasen bunun manası, “vazgeçin” şeklinde emir manasmadır. İşte yukarıdaki âyette de, (.......) olarak soru şeklinde gelmiş ise de bu, “Müslüman olun, İslâm'a girin.” demektir.

Eğer İslâm dinini kabul ederlerse, kesin olarak hidâyete ermişlerdir.” Bu demektir ki; irşat olmuşlardır ve böylece sapıklıktan kurtulup hak yolu bulmuşlardır. “Eğer yüz çevirirlerse, senin üzerine düşen yalnızca tebliğ etmektir.”

Yani; onlar sana hiçbir şey yapamazlar ve zarar da veremezler. Çünkü sen uyaran bir elçisin. Bu itibarla senin vazifen risâleti ve yüklendiğin mesajı tebliğ etmek, iletmek ve bildirmektir. Bir de hidâyet yolunu gösterip bu hususta onları uyarmandır.

Allah kullarının her haline vakıftır” Müslüman iseler, bundan dolayı onları mükâfatlarıdıracak, kâfir iseler, küfürleri yüzünden onları cezâlarıdıracaktır.

21

Şüphesiz, Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler ve bir de halka adaleti emredenleri öldürenler var ya, işte onlara çok acıklı bir azâbı müjdele!

Şüphesiz, Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, peygamberleri haksız yere zulmederek öldürenler” Burada peygamberleri öldürenler” diye kendilerinden söz edilenler Yahûdîler olup, bunlardan sonra gelen nesilleri de atalarının bu vahşetine ve zulmüne nza gösterip memnun olanlardır.

(.......) kavli burada müekked hâldir. Çünkü peygamberin öldürülmesi hiçbir zaman hak olarak değerlendinlemez ve hak olamaz. “ve bir de -peygamberler dışmda- halka adaleti emredenleri -Hazret-i Hamza'yı- öldürenler var ya,” Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)em gelen rivâyete göre demiştir ki:

“Günün hemen ilk saatlerinde İsrâ'il oğulları kırk üç peygamberlerini bir anda öldürdüler. İşte bu olay karşısında haksızlığa dayanamayan İsrâ'il oğullarından îman etmiş olan ibâdet ehli tam yüz on iki kişi harekete geçerek, iyilikleri ve hakkı anlatan peygamberleri haksız yere öldürenlere iyiliği emredip onları kötülük işlemekten menettiler. Onlar da kendilerine karsı böyle bir görevle harekete geçen yüz on iki inanmış kişinin tamamım ayni günün sonunda kılıçtan geçirip hepsini öldürdüler.” Bk. İbn Cerir, Tefsîr; 2/216.

İşte onlara çok acıklı bir azâbı müjdele!” Bu âyette, (.......) edatının haberi olan, (.......) kavlinin başına, (.......) harfi gelmiştir. Çünkü, bunun ismi cezâ manasmı içermektedir.

Sanki âyette şöyle denilir gibidir:

“O küfürde ısrar edenler var ya, işte onları müjdele!”

Yani bu şöyle demektir: “Her kim inkâr ederse, küfürde direnirse, işte onları müjdele! “Bunu da sebebi şundan dolayıdır:

(.......) edatı mübteda olmanın manasmı değiştirmez.

Yani; kelime yine görev olarak mübteda görevini üstlenmiştir ama, burada bu edatm görevi, orada tahkik ve kesinlik manasmı kazandırmak için gelmiştir. Burada, (.......) harfini gelmiş olması, sanki gelmemiş mesabesindedir. Eğer burada söz konusu, (.......) edatının yerine, (.......) veya (.......) edatlarından biri gelmiş olsaydı, bu takdirde (.......) harfinin gelmesi mümkün olamazdı, yani mümteni olurdu.

22

Onların tüm yaptıkları hem dünyada ve hem âhirette boşa gitmiştir -zayi olmuştur-, onların hiçbir zaman yardımcüarı da olmayacaktır.

Dünyada Allah'ın rahmetinden uzak kalarak lânete uğrayacaklar, ve rezil rüsvay olacaklardır. Âhirette ise en acıklı azâba çarptırılacaklardır. Âyetin sonu başı olması itibariyle sırf vakfetmek yani durmak için cemi' yani çoğul olarak gelmiştir. Eğer böyle olmasaydı nekra olan müfret bir kelime mana itibariyle nefiy yani olumsuzluk açısından daha bir genel olurdu.

23

(Ey Peygamber!) Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi ki, aralarında hüküm verilmesi için Allah'ın kitabına çağrılıyorlar da sonra aralarından bir grup bundan cayarak bu hükme sırt çeviriyor.

(Ey Peygamber!) Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi kir” Bu âyette konu edilenler Yahûdî din bilginleri yani hahamlardır. Onlar gerçekten Tevrât konusunda doğru manada bir hayli bilgilere s'âhip bulunuyorlardı.

Âyette yer alan, (.......) cer edatı ya teb'îz manasınadır ya da beyan içindir

Yani; ya bir kısmı veya bazısı demektir ya da açıklama anlamındadır, demektir.

aralarında hüküm verilmesi için Allah'ın kitabına -yani Tevrât'a ya da Kur'ân'a- çağrılıyorlar da” bir hüküm sebebiyle aralarında hakim olması, ona göre hüküm verilmesi ya da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in aralarında hüküm vermesi için çağrılıyorlar da,...

Rivâyete göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellemyonlaıa âit bir mektebe (eğitim kurumuna) gitti de onları hakka davet etti.. Öunun üzerine Yahûdî din bilginlerinden Naim b. Amr ile Haris b. Zeyd Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) di.

“—Sen hangi dindensin veya hangi din üzeresin? diye soru yönelttiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de:

— İbrâhîm'in dini üzereyim, cevabını verdi. Bu iki Yahûdî Haham, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e:

— Aslında İbrâhîm Yahûdî idi, diye karşılık verince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Onlara:

— Öyle ise, gelin Tevrât'a gidip onu hakem kılalım, aramızda gerçek hükmü o versin, İbrâhîm gerçekten Yahûdî miydi, değil miydi bakalım?” diye teklif edince, her iki Yahûdî köşeye sıkıştıklarını anladılar ve Tevrât'a bakmaktan kaçındılar, kabul etmediler. Bk. Bir önceki kaynak, 2/217.

sonra aralarından bir grup bundan cayarak bu hükme sırt çeviriyorlar.” Çünkü; bu zaten oldum olası onların adetidir. Onlar karakter olarak böyle bir yapıya sahiptirler. Tarih boyunca hep döneklik etmişler ve hep arkadan vurup hançerlemişlerdir. Dolayısıyla onların bu hâlini garipsememek gerekir.

24

Bunun sebebi, “Bize sayılı birkaç günden başka cehennem ateşi dokunmayacaktır.” demeleridir. Gerçekten dinleri konusunda uydurageldikleri şey onları bu hususta yanılgıya düşürmüştür.

“Bunun sebebi: «Bize sayılı birkaç günden başka cehennem ateşi dokunmayacaktır», demeleridir. “Yahûdîlerin kendilerine uygulanacak olan azâbı pek umursamadıklarından ve basit bir azap olarak gelip geçecektir düşünce ve inancı sebebiyle böyle hareket ediyorlar ve haktan yüz çeviriyorlar. Çünkü; inançlarına göre birkaç gün yandıktan sonra ateşten çıkıp kurtulacaklardır ki bu günlerde öyle uzun süreli değildir.

Meselâ; Yahûdî inancına göre ya kırk gün yanacaklar, cezâ görecekler, ya da yedi gün kadar bir cezâ göreceklerdir. Onun için de her şeyi yapmak onlara göre mubah sayılmaktadır.

Âyetteki, (.......) mübtedadır. (.......)ise haberidir.

Gerçekten dinleri konusunda uydurageldikleri şey, onları bu hususta yanılgıya düşürmüştür.” .

Yani; Allah'-a karşı iftiraya kalkışmaları onları yalan uydurmaya ve yanılgıya düşürmüştür. Çünkü; Yahûdîler şöyle bir gerekçeyle ortaya çıkıyorlar:

“Biz Allah'ın öz oğullarıyız ve aynı zamanda O'nun yanında yer alan en sevgili kullarıyız. Bizim bu açıdan diğer insanlara göre bir ayrıcaliğimız vardır. Bu ayrıcalık sebebiyle Allah diğer kullarına azap ettiği gibi bize işlediğimiz günah ve cinâyetlerimiz sebebiyle uzun bir müddet azap etmeyecek ve bizi gayet kolay ve basit bir cezâlarıdırmadan oldukça kısa sürecek bir zaman içerisinde geçirecektir.”

25

Asla şüphe bulunmayan kıyamet gününde onları topladığımızda acaba halleri nice olur ki? Ve o günde hiçbir kimseye asla haksızlık edilmeksizin herkesin kazandığı kendilerine tastamam verilecektir.

Asla şüphe bulunmayan kıyamet gününde onları topladığımızda acaba halleri nice olur ki? Ve o günde hiçbir kimseye asla haksızlık edilmeksizin -işledikleri günahlarında bir artışa ye yaptıkları iyiliklerde de bir eksikliğe gidilmeksizin- herkesin kazandığı kendilerine tastamam verilecektir.

Acaba o inkârcı Yahûdîlerin ve onları onayanların hâli nice olacak ki!? Çünkü; şüphesiz olarak gelecek olan o kıyamet gününde herkese ne kazandıysa o verilecektir.

Âyetteki, (.......) zamîri “Her nefis ya da herkes” anlammdaki ifadenin üzerine mana itibariyle râcidir.

26

(Ey Rasûlüm!) De ki: “Ey mülkün (ve hakimiyetin) sâhibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden de çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Çünkü; her iyilik Senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kâdirsin.

“(Ey Rasûlüm!) De ki: Ey mülkün ve hakimiyetin sâhibi Allah'ım!” Bu âyetin başmda yer alan, (.......) kavlindeki, (.......) harfi, ünlem harfi olan ve ey manasına gelen (.......) harfine karşılıktır. İşte bu bakımdan bu ikisi aynı kelimede bir araya gelemezler.

Yani, (.......) denemez. Zaten bu, bu değerli ismin bazı hususiyetlerindendir.

Nitekim; yemin manasında aynı durumu (.......) harfinde de görmekteyiz, bu özellik orada da vardır. Yine nida (ünlem) harfinin buna dahil olması, kendisinde lâm-ı tarif denilen belirtme harfinin bulunması da bunun özelliklerindendir.

Aynı şekilde başına gelen hemzenin kat'î hemze olması da böyledir.

Yani, (.......) denir ve fakat bu manada, (.......) denemez. Aynı zamanda tefhim ile okunur.

(.......) kavli ise, mülkün cinsine, kendisine sahip olan, tıpkı varlık sahiplerinin kendi mal varlıklarında diledikleri gibi nasıl tasarrufta bulunuyorlarsa Allah da öylece kendi mülkünde dilediği ve istediği gibi tasarrufta bulunur. O'na asla kimse müdahale etmez, edemez. İşte âyetin bu kısmı da ikinci bir ünlemdir, nidadır.

Yani bu, “Ey mülkün Mâliki ve sâhibi!” demektir.

Sen mülkü dilediğine verirsin.” Sen mülkünde kime ne kadarlık bi'r pay ve nasip ayırmış isen o kadar verirsin.

ve dilediklerinden de çekip alırsın.”

Yani onu da ondan çeker alırsın. İlk geçen, “mülk” ifadesi genel yani amm'dır. Daha sonra geçen iki “mülk” ifadeleri ise genel olandan yani tümden cüz (tikel/kısmî) olandır. Bu manada hastırlar.

Rivâyete göre Hz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethedince, ümmetine Fars yani Acem dediğimiz İran ile Rum/Bizans mülkünü ümmetine vadetmiştir. Bunun üzerine Yahûdîler ile iki yüzlü kimseler olarak tanımlarıan münâfıklar bunun karşısında şöyle alay eder oldular.

“Heyhat! heyhat! Şu zavallılara bakın hele!?.. İran ve Bizans mülkünü Muhammedmi alacakmış, bu nasıl olacak ki? Mekke ve Medine Muhammed'in nesine yetmiyor ki, her hâlde Muhammed hayal görüyor.” gibisinden havalara girmişlerdi. Çünkü; ismi geçen bu iki toplum da hem güçlü ve hem de engelleyici varlığa sahipler, diyorlardı. İşte bunu üzerine biraz sonra gelecek âyetin şu kısmı nâzil olmuştur: Bk. Vahidi, Esbabu'l- Nüzul, s. 63.

(.......) Çünkü mülkünde kimine varlık vererek “dilediklerini yüceltirsin,” dilediklerini de -elinde ve avucunda ne varlıpı varsa onlardan alarak- alçaltırsın.” Çünkü her iyilik Senin elindedir.”

Yani; iyilik de kötülük de senin elindedir. Dolayısıyla yüce Allah burada birbiri olan iyiliği zikretmekle yetindi diğeri de anlaşılacağından ondan, yani şer denen kötülükten söz etmedi.

Ya da buradaki ifade ile söylenmek istenen şey; kâfirlerin kabul etmeyip inkâr ettikleri ve mü'minlerin ise yöneldikleri hayır olan şeylerle ilgili hususlardır. İşte bunu için, (.......) diye buyurdu. Mademki hayır ve iyilik senin elindedir. Sen onu, düşmanlarına rağmen velilerine, dostlarına, dinini hakim kılmak için çalışanlara verirsin.

Şüphesiz Sen her şeye kâdirsin.” Senin kendilerine güç vermemen durumunda hiçbir kimse hiçbir şeye asla güç yetiremez. Çünkü; Senden başka güç ve iktidar sâhibi olan asla yoktur.

Bir tefsire göre ise, (.......) kavlinden maksat, afiyet ve sağlıkla alâkalı olan mülktür. Ya da kanaatkarlıkla alâkalı olan mülk demektir. Nitekim; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:

“Ümmetimden cennet (melikleri), günlük rızıklarıyla yetinen kanaat sâhibi olan kimselerdir.”

Ya da burada geçen, “mülk” kavlinden kasıt geceleyin kalkıp ibâdet etmek demektir. İmâm Şiblî’ de şöyle der:

“Kainatı ver edenle yetinip dünya ve âhireti düşünmemek, sadece onları var eden ile yetinmek gerekir.

Yani; ma'rifet yoluyla, kişinin Rabbini tanımasıyla insan yücelir. Ya da sadece kainatı var edenle yetinmekle Azîz olur veya kanaat sâhibi olmakla yücelir. İnsan bunların zıddı olan şeylerle de zelil olup alçalır.”

Daha sonra da Rabbimizin yüce kudretini zikretmeye, gece ve gündüz arasındaki münasebeti, mevsimler çerçevesinde uzayıp kısalmalarını, birbiri ardı sıra hep geldiklerini, ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarma olayını ele almaya başladı ve bunu için de Rabbimiz bundan sonraki ayetiyle bu gerçekleri dile getirdi. Bunların hemen ardından geniş ve bol rızık verdiğini bu gerçeklere bağlı olarak bildirdi.

27

Geceyi (kısaltarak) gündüze katarsın, gündüzü de (kısaltarak) geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden de ölüyü çıkarırısın. Dilediklerini de hesapsız olarak rızıklarıdırırsın.”

Geceyi kısaltarak gündüze katarsın, gündüzü de kısaltarak geceye katarsın.” (.......) kelimesi, mastar ifadesiyle, (.......) kelimesi, bir şeyi diğer bir şeyin içine sokmak ve girdirmek demektir. Bu ifade burada mecâzî anlamda kullanılmıştır.

Yani; gecenin saatleri eksilir, ya da geceler kısalmaya başlar ve gündüzleri de uzar. Aynı şekilde zamanı geldiğinde bu defa gündüzün saatleri kısalmaya ve geceler de uzamaya başlar.

Ölüden diriyi çıkarırsın.” Nutfe denen spermden ya da meniden canlıyı çıkarıp yaratırsın veya yumurtadan civciv çıkarırısın ya da kâfir olandan mü'min kimse var edersin. “diriden de ölüyü çıkarırısın.” İnsandan meniyi ya da nutfeyi veya spermi, tavuktan yumurtayı ve mü'minden de kâfiri çıkarır var edersin.

Dilediklerini de hesapsız olarak rızıklarıdırırsın. “Gerçi her ne kadar bunun durumu Allah katında bilinen bir gerçek ise de yaratılanlar bunun ne sayısını, ne miktarım ve ne de ölçüsünü bilebilirler. Bunun da nedeni yaratılanlar, akıllara böylene durgunluk veren ve hayret uyandıran manasındaki bu muazzam ve yüce fiilleri var eden kudretin ne kadar üstün olduğunu delilleriyle anlayıp kavrayabilsinler.

Bunun yanında aynı kudretin kullarından dilediklerine sonsuz ve hesapsız manada rızık verme kudretine sahip olduklarını da anlayıp kavrasınlar. Dolayısıyla böyle bir gücün ve kudretlin sâhibi olan Allah, Arap olmayan toplumlardan mülkü alıp Araplara vermeye kâdir olması yanında aynı zamanda ellerinden mülklerini ve varlıklarını aldığı Arap olmayan unsurları veya o dönemin ateşe tapan İran toplumu ile yine sapık olan Bizans toplumunu da zelil kılmaya kâdirdir. Onları zelil hale getirdiği gibi Müslüman Arap toplumunu da Azîz ve güçlü kılar. Bazı kaynaklarda ise şöyle ifadeler yer almaktadır:

“Ben Allah, melikler melikiyim, krallar üstü kralım. Bütün kralların kalpleri ve perçemleri benim elimdedir. Gerçekten kullarını bana itâat ettikleri müddetçe, ben o kralları başlarında onlara merhamet eder hale getiririm. Eğer kullarını bana karşı gelir ve hükümlerimi tanımazlarsa, ben o kralları onların başlarında kendilerine zulmeden kimseler kılarını. Sakın krallara, sizi idare edip duranlara küfredip bununla zamanınızı geçirip durmayın. Ancak yaptıklarınızdan dolayı tevbe ederek bana dönün ki; size şefkat edeyim, onların aleyhinde olarak yanınızda yer alayım.”

İşte bu ifadeler bize Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu hadislerinin ifade ettiği manayı hatırlatıyor:

“Siz nasıl iseniz, başırııza sizi öyle idare edecek biri getirilir.” Kudai bu hadisi, “Müsnedu'l-Şihab” kitabında rivâyet etmiştir. S: 372.

Kırâat imâmlarından Medine okulu ile Ebû Bekir dışında Kûfe okulu mensupları, Kur'ân’ın hangi yerinde geçerse geçsin, (.......) kavli ile, (.......) kavillerindeki (.......) harflerini şeddeli ve meksur olarak kırâat etmişlerdir.

28

Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri (işlerinde) dost (edinip söz sâhibi) kümasmlar. Her kim böyle yaparsa hiçbir şeyde Allah'tan yardım göremez. Meğerki o kâfirlerden (can ve mal güvenliğiniz açısından bir) korkunuz olmuş olsun. Allah sizi kendisinden sakındırıyor. (Sonuçta) varış Allah'adır.

Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri islerinde dost edinip söz sâhibi kılmasınlar.”

Bu âyet, inanlarla kâfirler arasındaki yakınlık ve karabet sebebiyle var olan içten dostluk ve samimiyet, sır bildirmeleri yasakladığı gibi, İslâm öncesi aralarında var olan sadakat sebebiyle onları kendilerine yakın bilip sırdaş edinmeleri veya buna benzer şeyleri de yasaklamaktadır. Nitekim; bu gerçek Kur'ân'da çok çok tekrar edilmiş ve mü'minler bu açıdan uyanlmışlardır. Kaldı ki; îman açısından Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek gerçekten büyük ve önemli olan bir meseledir.

(.......)

Yani burada şu gerçeği vurguluyor ve diyor ki, “Kâfirleri bırakıp mü'minlerle dostluk kurmanız, yetkiyi onlara vermeniz sizin için kaçınılmaz bir görevdir. Sakın kâfirleri mü'minlere tercih etmeyin.”

Her kim böyle yaparsa iste onlar Allah'ın yardım ve rahmetinden uzaktırlar.”

Yani; her kim ne tür olursa olsun kâfirlerden yana tavır takınır, onlarla birlikte hareket ederse, artık onun Allah'tan her hangi bir yardım ve velayet beklemesi ortadan kalkmıştır. Böyle yapanlar Allah'tan bir şey beklemesinler. Çünkü; hem dost ile beraber olma görüntüsünü vermek ve bir de onun düşmanlarının safında yer alarak onîan da veli edinmek esasen birbiriyle çelişir, bir şaşkınlıktır.

Meğerki o kâfirlerden (can ve mal güvenliginiz açısından bir) korkunuz olmuş olsun.”

Yani; gerçekten düşmanlarınız olan kâfirler tarafından mutlak kaçınmanızı gerektiren bir korku ve endişe hâliniz varsa, o zaman durum değişir.

Kısaca bulunduğunuz ortamda gerçekten kâfirlerden ve kâfirleşmiş kafalardan üzerinizde yetki sâhibi bir güç varsa ve bunlar da sizin mal ve can güvenliğiniz açısından gerçekten büyük bir tehlike oluşturuyorlarsa, korkunuz da bu sebepten ise, işte bu gibi durumlarda görünürde dost imiş gibi gözükmek ve öyle davranmak suretiyle düşmanlıklarını bertaraf etmek ya da önlemek için câiz olur.

Allah sizi kendisinden sakındırıyor.”

Yani; bizzat yüce Allah'ın kendisi sizi uyanyor. Bu itibarla Allah'ın düşmanlarını bağrınıza basarak onlara yetki vermek suretiyle üzerinize Allah'ın gazâbını ve öfkesini çekmeyin. Eğer dikkat edilirse bu, gerçekten büyük bit tehdit demektir. Mü'minler bu tehdidi iyi değerlendirsinler.

(Sonuçta) varış Allah'adır.”

Yani; sonunda dönüp varacağınız yer Allah'ın huzuru olacaktır. Zaten azaplarıdırma ve cezâ verme de O'nun katında olacaktır. İşte bu da bir başka tehdit ve uyandır.

29

(Ey Rasûlüm!) onlara de ki: “(Niyetinizi) ister içinizde gizli tutun, ister onu açığa vurun, Allah bunların hepsini bilir göklerde olanları da, yerde olanları da bilir. Allah her şeye kâdirdir.”

“(Ey Rasûlüm!) Onlara de ki: (Niyetinizi) kafirlere karşı dostluğunuzu ve ayrıca Allah'ın hoşlanmadığı, rıza göstermediği şeyleri- ister içinizde gizli tutun, isler onu açığa vurun, Allah bunların hepsini bilir.” Ona karşı işlediğiniz hiçbir şey gizli kalmaz, hepsini bilir. Şüphesiz bu, en net ve en beliğ bir tehdittir.

Ve Allah, göklerde olan (bitenleri) de, yerde olan (bitenleri) de bilir.” Bu bir yeni cümledir. Yoksa şartın cevabı üzerine atfedilen bir cümle değildir. Bu şu demektir: “O Allah, göklerde var olanları da yerde var olanları da bilendir. Dolayısıyla sizin ne bir saklınız, gizliniz ve ne de alenen yaptığınız bir şey O'na asla gizli kalmaz. O sizin her şeyinizden haberdar olandır.”

Allah her şeye kâdirdir.” Bu itibarla Allah sizi cezâlarıdırmaya da elbette kâdirdi.

30

Herkesin iyilik olarak ne yaptıklarını ve kötülük olarak işlediklerini karşısında göreceği âhiret gününde, (kötülük işlemiş olanlar), kendileriyle işledikleri günahtan arasında uzak bir mesafe olsun arzu edeceklerdir. Allah (kendisine karşı gelmemeniz için) sizi uyarıyor. Zira Allah kullarına karşı çok şefkat ve merhamet sâhibidir.

“Herkesin iyilik olarak yaptıklarını ve kötülük olarak işlediklerini karşısında göreceği âhiret gününde, (.......) (kötülük işlemiş olanlar,) kendileriyle işledikleri günahları arasında uzak bir mesafe olsun arzu edeceklerdir.”

Bu âyette geçen (.......) kelimesiyle mensûbdur.

Diğer taraftan, (.......) kavlinde bulunan zamîr de, (.......) kelimesine âittir.

Yani; bunun manası şöyle olmaktadır:

“Kıyamet gününde herkes işlediği hayrı (iyiliği) ve şerri (kötülüğü) hazır ve gerçek olarak karşısında gördüğünde, işte o gün ile kendisi arasında hiçbir zaman varıp ulaşılamayacak bir mesafe, bir aralık olsun temennisinde bulunacaktır.”

Ya da bu, (.......) kelimesi, “hatırla, an” manasında olan, mukadder (.......) fiiliyle mensûbdur. Dolayısıyla bu, sadece, (.......) üzerinde vaki olur, gerçekleşir. (.......) kavli de mübteda olarak merfû' olur. (.......) kelimesi de bunun haberi olur. Bu takdirde de mana şöyledir: “Kötülük işlemiş olan kimse de, kendisiyle o kötülüğü arasında uzaklaşabileceği (kaçabileceği) bir mesafe olsun isteyecektir.”

Ancak burada, (.......) kavlinin merfû' olması sebebiyle, âyette geçen, (.......) kelimesinin şart için olması sahih (doğru) olmaz. Evet burada merfû' olmak câiz olabilir; ama, bu takdirde şartın mazi fiil olması gerekir. Bu olmadığı takdirde câiz olmaz. Ancak daha çok cezm olabilmektedir. Nitekim, bu sahanın otorite alimlerinden olan İmâm Müberred Ebû'l-Abbâs Muhammed b. Yezid b. Abdulekber’den gelen rivâyete göre der ki: “Merfû' olarak okunması şazdır.” yani, az rastlarıan bir durumdur.

Yüce Allah, bizzat sizin (kendisine karşı gelmemeniz için) sizi uyarıyor.” Bu âyetin burada da tekrar edilmesinin sebebi, insanların gaflete düşmemeleri için ve her an kendilerini âhiret ve ölüm ötesi hayat için iyi olarak hazırlamalarını akıllarında tutmalarını isteyen bir uyandır. “Halbuki Allah kullarına karşı çok şefkat ve merhamet sâhibidir.” Nitekim; Allah'ın kullarına karşı merhametli olduğu ve onlara şefkatle muamele ettiğinin bir delili da bizzat kendisinin kullarını burada da görüldüğü gibi tekrar tekrar uyarmasıdır. Evet uyanyor ki ileride Allah'ın gazâbı ile karşı karşıya kalmasınlar.

Ayrıca yüce Allah'ın kemal manasındaki kudreti sebebiyle kullarını uyarması yanında burada, rahmetinin genişliği sebebiyle bunu umut etmeleri ve beklemeleri manasının da var olabilmesi de câiz olduğu da murat olunmuş olabilir. Çünkü; Rabbimiz bir başka âyetinde şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz senin Rabbin tevbe eden mü'min kulları için kesin olarak mağfiret sâhibi olduğu gibi, Allah düşmanı kâfirleri cezâlarıdırmak için de mutlak manada acıklı bir azâbın sâhibidir de.” Fussilet,43.

Bu âyetin nüzul sebebi, şöyledir. Yahûdîler:

“Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz.” diyorlardı. Onların bu tür konuşmaları üzerine Rabbimiz şöyle buyurdu:

31

(Ey Rasülüm!) De ki: “Eğer siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı da bağışlasın. Çünkü; Allah çok çok mapret eden ve çok çok merhamet edendir.”

(.......) (Ey Rasülüm!) De ki: Eğer siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah sizden memnun ve hoşnut kalsın” Kulun Allah'ı sevmesi ancak şöyle olur; Allah'a taat ve itaati başkalannm taat ve itaatine tercih edecektir. Allah'ın kulunu sevmesi ise, kulundan râzı olması ve yaptıklarını övmesidir. Hasen-ı Basrî'den gelen rivâyete göre demiştir ki:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde bazı kimseler ve toplumlar Allah'ı seviyor iddiasında bulundular. İşte bunu üzerine ileri sürdükleri ve söyleyip durdukları iddialarını amelleriyle doğrulanmalarını istedi Çünkü sevgi, doğrulanmayı gerekli kılar. Dolayısıyla kim Allah'ı seviyor iddiasında bulunuyorsa ve buna rağmen de Resûlüllahın sünnetine ve onun dininin yani şerî'atının uygulamalarına karşı çıkıyorsa, o ve benzerleri kesin yalancıdırlar. Çünkü; Allah'ın Kitab'ı olan Kur'ân onlar yalanlamaktadır.”

Bir diğer tefsire göre de, Allah sevgisi denen, “mahabbetullah” ya da “muhabbetullah” Allah'ı bilip tanımak yani “ma'rifetullah” demektir. Sürekli olarak hep Allah korkusunu ve O'na olan bağlılık duygusunu devam ettirmektir. Kalbini ve fikrini hep O'nunla ve onu anmak, onun dinini yani şerî'at ahkamını uygulamakla meşgul bulundurmalı, bunun planları üzerinde kafa yormalıdır. Hep Rabbiyle ünsiyet ve yakınlık elde etmeli, sürekli bu yolları denemelidir.

Farklı bir tefsir ise şöyle yapılmıştır: “Allah sevgisinin ya da mahabbetinin alâmeti, Müslümanlar, söz, fiil (eylem) ve davranışlarıyla sadece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e âit olan ve ona has (özgü) bulunan davranışları tatbik etmeli, uygulamalı ve buna uyarak hep o yolda yürümelidir.”

Yine bir tefsire göre de mahabbetin, yani Allah'ı sevmiş olmanın en belirgin bir özelliği de, Müslümanın sürekli ya da daimi manada tefekkür hâlinde bulunmalıdır. Burada tefekkürden kasıt Allah'ın şerî'atını ve kanunlarını uygulayabilme açısından ne yapılabilirin üzerinde fikir jimnastiğini yapması, pratik hayatta çözümler üretmesi, eğitiminden, öğretimine, öğretiminden de pratik hayattaki tatbikatına varıncaya kadar gerekeni yapmalıdır. Bunun için halveti yani boş zamanları değerlendirmeli ve buna zaman ayırmalıdır. Yoksa uçmak kaçmak anlamındaki halvet değildir bu.

Hep sessizliği yeğleyerek doğru düşünme imkanlarını kazanabilmelidir. Bakınca hatayı, yanlışı ve kötüyü görmemeli, onlara da göz yummamalıdır. Kısaca baktığı zaman hep Allah'ın hükümlerini görmeli, çağınlmca ya da seslenilince de hakkın dışında başka bir şey duymamalı, dinlememeli, bunlara izin vermemelidir. Allah için başına herhangi bir şey isabet edince de buna üzülmemeli, başkasının başına bir şey gelince de bundan sevinç duymamalıdır. Allah'tan başka kimseden korkmamalı ve yine Allah'tan başkasından bir beklenti içine girmemelidir.

ve günahlarınızı da bağışlasın. Çünkü Allah, çok çok mağfiret eden ve çok çok merhamet edendir.”

32

(Rasûlüm!) De ki: “Allah'a ve Rasûlüne itâat edin. Eğer (Allah ve Rasûlüne itaatten) yüz çevirirlerse, şüphesiz ki; Allah kâfirleri asla sevmez.

Çünkü; Allah ve Rasûlüne itâat demek, sevginin kanıtlanması ve alâmeti demektir. Eğer itaatten yüz çevirecek olurlarsa Allah onları asla sevmez.

(.......) kelimesinin muzari olması ihtimali de vardır.

Yani; (.......) demek de olabilir.

33

Şüphesiz Allah -insanliğin babası- Âdem'i, -rasûllerin şeyhi, piri- Nûh'u, İbrâhîm ailesini -İsmâîl'i, İshak'ı ve bu ikisinin soyundan gelenleri- ve İmran ailesini -İmran b. Yashur'un iki çocuğu olan Mûsa ve Harun'u- seçerek alemlere üstün kıldı.

Yine bir tefsire göre de, “Hazret-i Îsa ve İmran b. Masan kızı Meryem'i” evet bunların hepsini kendi dönemlerinin insanlarına üstün kılarak seçti.

Ancak Hazret-i Mûsa ile Hazret-i Harun'un babaları olan İmran b. Yashur ile, Hazret-i Îsa'nın dedesi ve Hazret-i Meryem'in de babası olan İmran b. Masan arasında, kısaca iki İmran arasında geçen zaman 1800 yıllık bir zamandır.

Yani; iki İmran arasında on sekiz asırlık bir zaman geçmiştir.

34

(Bunlar) birbirlerinin zürriyetindendir (aynı soydandır). Allah her şeyi işitendir, bilendir.

Allah kimin seçilmeye ve tercih edilmeye daha lâyık olduğunu elbette kendisi çok daha iyi olarak bilir. Ya da Allah, İrnran’ın hanıminin dediklerini ve niyetini işitendir ve bilendir.

Burada yer alan, (.......) kelimesi, “Al-i İbrâhîm” ile “Al-i imran'dan” bedeldir. (.......) mübtedadır. Bunun haberi de nasb mahallinde olup zürriyet kelimesinin sıfatıdır.

Yani ismi geçen her iki aile de, İmran ve İbrâhîm aileleri müteselsil manada bit tek soydan birbirlerini izleyerek geliyorlar, demektir. Hepsi de aynı soy kütüpnden gelmektedirler.

Meselâ; Hazret-i Mûsa ve Hazret-i Harun İmran’ın çocuklarıdırlar. İmran ise Yashur'un oğludur. Yashur Kahes'in, Kahes de Lavi'nin, Lavi ise Ya'kûb'un çocuğudur. Ya'kûb îshak'tandır. Nitekim; Meryem oğlu Îsa da dedesi ve annesinin babası İmran b. Masan da böyledir. Bunlar Yahuza b. Ya'kûb b. İshak'ta yani İshak torunu Ya'kûb oğlu Yahuza'da soy olarak birleşmektedirler. Bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ise Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in soyundandır.

Yine bir tefsire göre bunlar din açısından da aynı köktendirler. Bu bakımdan da biri diğerinden sayılmaktadır.

35

İmran’ın hanımı demişti ki: “Rabbim! Ben, karnımdakini Sana hizmet etsin diye adadım. (Bu adağımı) benden kabul buyur! Çünkü; Sen (yapılan her duayı) duyan ve (her maksadı) en iyi bilensin.”

İmran'ın hanımı demişti ki: Rabbim/ Ben, karnımdakini Sana hizmet elsin diye adadım.”

Bu âyetin başında yer alan (.......) kelimesi, (.......) kavliyle mensûb olmuştur veya burada muzmer olan bir, (.......) fiiliyle mensûb kılınmıştır. Burada geçen İmran'dan kasıt ise, İmran b. Masan'dır ve Meryem'in annesi Hanne'nin kocası, Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın da dedesidir. Hanne de Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın ninesi ya da anne annesidir. Hanne de Fakuza'nın kızıdır.

“Sana adadım” yani, senin uğrunda mabedinde hizmette bulunması için bunu kendim için kesin bir görev edindim, kendime vacip ya da gerekli saydım. (.......) kavlinde yer alan, (.......) kelimesi, (.......) harfinden hâldir. Bu da, (.......) manasınadır.

Yani bu, “Onu Beytu'l-Makdise hizmet için özgür kıldım, onun üzerinde hiçbir kimsenin söz sâhibi olmamasını diledim ve ben onu bu gayenin dışında herhangi bir maksat ile de bir hizmete koşmayacağım.” demektir.

Aslında bu türden bir adakta bulunmak onların inançlarına göre meşru idi. Ya da bunun manası, “Sırf sana ibâdet etsin diye adadım, başka değil. “manasınadır. Meselâ; “özgür çamur harç” diye bir tabir söylenir ki, bunu manası, “pürüzsüz en sağlıklı harç “demektir. İşte buradaki ifade de buna benzer bir anlam taşımaktadır.

(Bu adağımı) benden kabul buyur!” Kırâat imâmlarından Nâfi, Ebû Cafer ve Ebû Amr, burada geçen, (.......) kavlini, (.......) olarak (.......) harfinin fethasıyla okumuşlardır.

Takabbul, bir şeyden memnun kalarak ve hoşnutluğunu göstererek almak demektir.

Çünkü; Sen (yapılan her duayı) duyan ve (her maksadı) en iyi bilensin.”

36

(İmran’ın hanımı) onu (bebeği) doğurunca demişti ki: “Rabbim! Onu kız olarak doğurdum.” Halbuki Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir. (İrnran’ın karısı:) “Erkek ile kız aynı değildir. Ben ona Meryem ismini verdim. Onu ve soyunu, şeytanın şerrinden koruman için senin himayene bırakiyorum.” dedi.

İmran'ın hanımı onu (bebeği) doğurunca demişti ki:”

Burada geçen zamîr, (.......) kavline râcidir. zamîrin müennes bir zamîr olarak gelmesi ise, kız çocuğuna hamile olması açısındandır. Ya da, “nefs” kelimesine râcidir. Çünkü bu, müennes bir kelimedir veya (.......) kelimesine râcidir, çünkü bu da zaten müennes bir kelimedir. İşte tüm bu ihtimaller sebebiyle zamîr müennes olarak gelmiştir.

Rabbim! Ben onu kız çocuk olarak doğurdum” Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) kavlindeki zamîrden hâldir.

Yani; bunun manası şu demektir: “Ben gebe kaldığım çocuğu ya da nefsi (canı) veya nesemeyi (canlıyı) kız olarak doğurdum.”

Hazret-i Meryem'in annesi Hanne'nin böyle söylemesinin sebebi, genelde mabede adanan kimseler erkek çocuklar olması sebebiyledir. Dolayısıyla kız çocuk dünyaya gelince Rabbine bir bakıma bir mazeret arz ediyor, özür beyan ediyor. Rabbine karşı üzünmsümuve mahzun olduğunu sunuyor. İşte Meryem'in annesi Hanne'nin böyle mahzun, üzüntülü ve kederli bir şeklide söylenmesi üzerine Rabbi de şöyle buyurdu:

Halbuki Allah zaten onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir.” Burada yüce Allah, onun doğurduğuna tazim ifadesiyle teselli babında böyle buyurdu. Çünkü Allah, onun doğurduğu şeyin ne olduğunu zaten bizzat en iyi olarak bilmektedir. Aynı zamanda buna bağlı olarak olabilecek çok büyük ve önemli olayları, işleri de en iyi bilendir.

Kırâat imâmlarından İbn Âmir ile Ebû Bekir (.......) kelimesini, olarak kırâat etmişlerdir. Bunun da manası şöyle olur: “Ola ki Allah'ın bunda bir sırrı ve bir hikmeti vardır. “Bu durumda bu ifade de, “Meryem'in, söyledikleri içerisinde yer alan bir ifade” demek olur. Birinci duruma göre, (.......) kavli üzerinde vakfedilir, yani durulur. (.......) kavli, bir giriş ya da başlarıgıç cümlesi olup, yüce Allah'ın ne buyurduğunu haber vermektedir.

(İmran’ın karısı:) istemekte olduğu- erkek ile -ona verdiği, bağışladığı- kız aynı değildir.” Burada, (.......) kavillerinde yer alan lâm her ikisinde de ahd içindir.

“Ben ona Mer)fem ismini verdim.” Âyetin bu cümlesi, daha önce geçen, (.......) kavli üzerine ma'tûftur.

Bunların arasında ise iki tane mutarize (parantez) cümlesi bulunmaktadır.

Burada özellikle, Meryem'in annesi Hanne tarafından, kızma Meryem ismini verdiğini Rabbine belirtip söylemiş olmasının amacı şudur. Çünkü İbrânîce dilinde “Meryem” demek, “İbadet eden kadın” , manasına olduğu içindir. Hanne bu ismi kızma vermekle Rabbinden şunu diliyordu, Rabbine daha çok yaklaşmak, O'ndan kızım her tür fenalıktan korumak arzu ediyordu, talebi ve dileği bu idi. Böyle kızını yapacakları şeyler verilen isimle bir uyum sağlasm isteniyordu. Onun için olmasını arzuladığı her şeyi doğrulamasını istemekteydi. Nitekim; âyette söylediklerini ve dilekleri görmez misin? Ne söyledikleri üzerinde düşünmez misin? O hemen bu isteklerine şunları da ekliyor, Rabbinden onu ve ondan doğacak olan çocuğu şeytanın her kötülüğünden koruması için hemen şöyle yakanyor:

Onu ve soyunu, kovulmuş şeykmın şerrinden koruman için senin himayene bırakiyorum, dedi.”

Kırâat imâmlarından Nâfi, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuştur. Racim, larıetlenmiş, uzaklaştrnlmış demektir.

Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:

“Doğan hiçbir çocuk olmasın ki, doğum esnasında şeytan ona dokunmamış olsun. İşte şeytanın çocuğa (bebeğe) bu dokunuşu esnasında bağırıp feryad etmesi bundandır. Şeytan doğum sırasında sadece Meryem ile oğluna dokunamamıştır.”

Buhârî, 3431. Müslim, Fedail, (146) 2366. Ahmed, Müsned; 2/233.

37

Rabbi, onu güzel bir hoşnutlukla kabul etti. Onu güzel bir bitki gibi büyüterek yetiştirdi. Onun bakıminin üstlenmesini de Zekeriya'ya verdi. Zekeriya her ne zaman onun bulunduğu mabede girdiyse, onun yanında bir rızık (farklı yiyecekler) bulurdu. Zekeriya: “Ey Meryem! Bunlar sana nereden geliyor?” diye sorardı. O da: “O rızık Allah tarafından bana gönderilmektedir. Şüphesiz Allah dilediklerine hesapsız rızık verir.” derdi.

Rabbi, onu güzel bir hoşnutlukla kabul elli.” Allah Meryem'i adak olarak kabul etti, erkek adak yerine onu memnuniyet ve hoşnutlukla aldı ve güzel bir kabul ile kabul buyurdu.

Kabul, kendisiyle herhangi bir şeyin kabullendiği ve alındığı şeye olan ad ya da isim. Meselâ; tıpkı enfiyenin (burun otunun) içine konduğu enfiye kutusu gibi. Çünkü; buranın adanan erkekler gibi Meryem'e âit kılınması, orada kalmasına izin verilmesi bu kabulü gösteriyor. Çünkü; Hazret-i Meryem'e gelene kadar ondan önce hiçbir kız çocuk, adak olarak kabul edilmemiştir. Ya da ondan önce hiçbir kız, annesi tarafından hemen doğumun ardından ve henüz yetişme ve olgunluk çağma gelmeden ve hizmet edebilir bir olgunluğa gelmeden oraya teslim edilmemiştir.

Anlatıldığına göre Meryem'in annesi Hanne, kızını doğurunca hemen onu bir bez parçasına (kundağa) sararak, alıp Mescid-i Aksa'ya götürmüştür. Kız bebeğini Hazret-i Harun (aleyhi’s-selâm) un soyundan olan ve hahamlık (din) görevini yapan oğullarının yanma bırakır. Onlar da Beyt-i Makdis'te kalıyorlardı ve oranın bakımını üstlenmişlerdi. Bu tıpkı Kâ'be'nin bakımını üstlenen kimselerin yaptığı görev gibi bir görev idi.

Meryem'in annesi Hanne onlara, işte bu benim kız bebeğim buraya adanmıştır, dedi. Onlar da derhal bunun bakımı için birbirleriyle yarıştılar. Çünkü bu bebek onların imâmlarının, liderlerinin ve kurbanlarının sâhibinin kız bebeği idi. Çünkü; onlar Allah'a bir şeyi kurban ederlerken onun nezaretinde bu görevi yerine getirirlerdi.

Masanoğulları, İsrâ'il oğullarının liderleri ve onların din görevlileri, din bilginleri idiler. Hazret-i Zekeriya (aleyhi’s-selâm) bakım için kendileriyle tartışıp yarıştığı kimselere:

“Ben bu bebeğe bakmaya daha hak sâhibiyim, ona bakmak öncelikli olarak benim görevimdir. Çünkü; ben onun annesinin kız kardeşiyle, yani teyzesiyle evliyim.” demiş ise de, diğerleri bunu kabul etmemişler ve:

“Aramızda kura çekelim, kura kime isabet ederse, kız çocuğun bakımım da o üstlensin.” dediler. Hazret-i Meryem'in bakımını üstlenmek isteyenler on yedi kişi idiler. Hepsi beraberce bir nehre gittiler. Hepsi de Tevrât'ı yazdıkları ellerindeki kalemlerini nehre attılar. Nehre kura maksadıyla atıları kalemlerden herkesin kalemi suya batıp kaybolurken Hazret-i

Zekeriya (aleyhi’s-selâm) nın kalemi batmadı, o su üzerinde kaldı. İşte böylece bebek Meryem'in bakımını da Hazret-i Zekeriya (aleyhi’s-selâm) üstlenmiş oldu.

Yine bir görüşe göre, bu mastar bir kelimedir ve burada bir muzaf takdir olunmaktadır. Şöyle ki: “Rabbi onu güzel bir kabul ediş şekliyle kabul etti.”

Yani, “Güzel bir kabulü içeren bir hâlde kabul buyurdu.” Demektir. Bu da ihtisası gerektirir, yani bir bakıma bir hususiyet göstermektedir.

Onu güzel (bir bitki gibi) büyüterek yetiştirdi” Burada Meryem'im yetiştirilmesinin, eğitilip büyütülmesinin bir bitkiye benzetilmesi, güzel terbiye anlamında bir mecâz ifadesidir. Nitekim; İbn Ata Ebû'l Abbâs Ahmed b. Muhammed b. Sehl şöyle der:

“Şüphesiz onun Îsa gibi bir meyvesi oldu, işte bu nebatların ya da bitkilerin en güzelidir.”

(.......) kelimesi “Sadr” m aksine mastar bir kelimedir. Ya da bunun takdiri, (.......) şeklindedir.

(.......) yani onu kabul etti veya onunla ilgilenilmesi garantisini verdi. “Onun bakıminin üstlenmesini de Zekeriya'ya verdi.”

Yani; yüce Allah, Meryem'in bakım görevini, işleriyle ve durumuyla ilgilenmesini Zekeriya (aleyhi’s-selâm) peygambere verdi, bakımına onu kefil kıldı.

Kırâat imâmlarından Âsım, Hamza, Kisâî ve Halef, (.......) ismini elifsiz (.......) olarak Kur'ân’ın her geçen yerinde kasr ile okumuşlardır. Sadece Ebû Bekir Şube Kasr ile okumamıştır. Ebû Bekir bu ismi sadece burada med ile, yani uzatarak ve mensûb olarak okumuştur. Diğer kırâat imâmları ise tıpkı ikinci ve üçüncü isimde olduğu gibi med ile merfû' olarak okumuşlardır.

“Zekeriya” İbrânîce dilinde “hep zikreden, sürekli olarak teşbihte bulunan, sübhanallahdiyen kimse manasınadır.

Zekeriya her ne zaman onun bulunduğu mabede girdiyse, onun yanında bir rızık (farklı yiyecekler) bulurdu.” Hazret-i Meryem'im rızkı ona cennetten gelirdi. O asla hiçbir meme emmemiştir. Hazret-i Zekeriya (aleyhi’s-selâm), onun yanma vardığında eğer mevsim yaz ise, kış meyvelerinden, şayet kış ise yaz meyvelerinden bulurdu.

Rivâyete göre Hazret-i Zekeriya (aleyhi’s-selâm), Meryem için, mescitin içerisinde mihrap diye isimlendirilen bir oda (yer) yaptı. Buraya Meryem merdivenlerle çıkardı.

Yine söylendiğine göre mihrap, oturulması ya da meclis edinilmesi için tahsis edilen en değerli, en önde bulunan ve en kutsal olan yer demektir. Sanki bu, Beyt-i Makdis'in, yani Mescid-i Aksa'nm en değerli ve en en kutsal kabul edilen yerinde kurulmuş anlamına gelir gibidir. Yine bir başka tefsire göre o dönemde bunlar mescitlerine mihrap ismini verirlermiş, dolayısıyla bu da bu manada bir mescit demek olur. İşte mihrap denilen ve Hazret-i Meryem için hazırlarıan bu yere sadece Hazret-i Zekeriya (aleyhi’s-selâm) tek başına girip çıkardı, bir başkası onunla beraber oraya çıkamazdı. İşte Zekeriya onun yanında her defasında farklı rızıklar bulması üzerine:

(.......) diye sorardı.”

Yani; bu dünyadaki rızıklara hiç benzemeyen bu rızıklar, yiyecekler sana nereden geliyor, diye sorardı. Çünkü gelenler henüz o mevsimlerde bulunması mümkün olmayan şeylerdi.

O da: (.......) Şüphesiz Allah dilediklerine hesapsız rızık verir.'derdi.” Buradaki ifade ya Meryem'in söylediği ifadelerden bir cümledir veya âlemlerin Rabbi Allah’ın kelâmmdandır.

“Hesapsız” demek, onun çokluğu asla takdir olunamaz ölçüye gelemez, onun muhasebesi yoktur ve o bir tek amele karşılık çok çok mükâfatlar verebilir, demektir.

38

Orada Zekeriya, Rabbine dua ederek dedi ki: “Rabbim! Bana katından tertemiz ve sâlih bir nesil ver! Çünkü gerçekten sen dua edenin duasını işitirsin.”

(.......) demek, o yerde, demektir. Çünkü; Hazret-i Zekeriya (aleyhi’s-selâm) henüz Hazret-i Meryem'e âit olan mihrap yani odada oturuyorken, demektir. Ya da işte o zamanda, o esnada veya o vakitte, demektir. Bilindiği gibi, (.......) kelimesi, (.......) kelimesi ve (.......) kelimesi bazen zaman ve vakit manalarında kullanılırlar.

Hazret-i Zekeriya (aleyhi’s-selâm) Meryem'deki olağanüstülüğü görünce, Allah katındaki yerini ve değerini, kerametini görmesi üzerine, kendisinin de tıpkı İmran’ın hanımı Hanne'den doğan Meryem gibi kendisinin de imran kızı Îsa'dan bir çocuğunun olmasını diledi. Gerçi Hazret-i Zekeriya (aleyhi’s-selâm) nın hanımı İşa hem yaşlı ve hem kısır idi, doğurmuyordu ama, yine de o bundan bir çocuğu olsun istiyordu. Nitekim; annesi de böyle idi.

Yine bir tefsire göre de şöyle denilmiştir: “Hazret-i Zekeriya (aleyhi’s-selâm) Meryem'in yanında mevsimi olmayan meyveleri görünce hemen uyandı, bu olay dikkatini çekti, böylece kısır olan eşinin de doğurabileceğini bundan çıkardı. Bunun üzerine de âyette geçtiği şekilde dua etti.”

“zürriyet” kelimesi, çocuk manasınadır. Bu kelime hem tekil manasında olarak ve hem çoğul anlamında olarak kullanılan bir kelimedir.

(.......) kelimesi, mübarek, temiz ve sâlih manalarına gelir. Bu kelımenin müennes olarak gelmesi, (.......)

39

Zekeriya mabedde durup namaz kdıp dua etmekte iken, melekler ona şöyle seslendiler: “Şüphesiz Allah sana Yahya'nm doğumunu müjdeler. O Allah'tan gelecek olan bir kelimeyi doğrulayan, kavminin efendisi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olacaktır.”

Zekeriya Mabedde durup namaz kdıp dua etmekte iken, melekler ona şöyle seslendiler:” Esasen Hazret-i Zekeriya (aleyhi’s-selâm) ya seslenenin Hazret-i Cebrâîl (aleyhi’s-selâm) olduğu söylenir. Fakat, “melekler” diye çoğul ifadesiyle zikredilmiş olması şundandır:

Hazret-i Zekeriya (aleyhi’s-selâm) ya gelen ses bu türden bir çoğul ses gru: bu idi. Tıpkı şu ifadeye benzer bir cümle, “Filân kimse atlara biniyor.” gibi Halbuki binilen bir tek attır, tamamı değil. İşte burada da bu türden bir mana inceliği vardır.

Ancak kırâat imâmlarından. Hamza ile Ali bu kelimeyi hem (.......) harfiyle ve hem de imaleli olarak, (.......) şeklinde kırâat etmişlerdir.

Ayrıca bu ayetten şu gerçeği de öğrenmekteyiz. İnsanlar arzularına ancak namaz ve dualarla kavuşabilirler. Çünkü; namazlarda birçok dualar yer aldığından dolayısıyla dualara icabet daha fazladır, duaların kabulü daha çok namaz ile kazanılır. Aynı şekilde insanın ihtiyaçlarının karşılarıabilmesi de onun namaz kılmasına ve bundaki niyetine bağlıdır. Nitekim; İbn Ata şöyle der:

Yüce Allah kulu üzerinde en değerli ve en üstün halin ya da durumun kapısını, onun emirlere olan bağlılığı ve onlara uyması ölçüsüne, Allah'a karşı yapmakta olduğu taatlerindeki ihlâsına ve samimiyetine, bir de mescitlere ve bu manadaki önemli yerlere devam durumuna göre açar.”

Şüphesiz Allah sana Yahya'yı müjdeler.”

Kırâat imâmlarından İbn Âmir ve Hamza, (.......) edatını “kavi” Kodesi sinin izmariyle esreli olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. Ya da zaten nida yani ünlem ifadesi kavi manasındadır, bu bakımdan da kesre ile okumuşlardır. Bunlar dışında kalan kırâat imâmları ise, fetha ile (.......) olarak okumuşlardır.

(.......) kavlini ve mabadını Hamza ve Ali, sülâsiden olarak, (.......) olarak okumuşlardır. Bu takdirde kelimenin sülâsisi, (.......) fiilidir. İster şeddeli olarak olsun, ister şeddesiz olarak olsun Arap dili açısından her ikisi de kullanılmaktadır.

(.......) kelimesi eğer Arapça bir kelime değilse gayrimunsarif olan bir kelimedir. Ki doğru olanı da budur. Tıpkı Mûsa ve Îsa isimleri gibi ma'rifelik ve ucmelik vardır.

Yani; kelime bu manada hem özel bir isimdir ve hem de Arapça kökenli olmayan bir isimdir. Eğer bu isim Arapça kökenli ise, bu takdirde ma'rifelik yani özel isimlik ve bir de fiil kalıbında (vezninde) olan özelliği taşımaktadır. Meselâ “yağmur” kelimesi gibi. Bu kelime hem özel isimdir ve hem de fiil kalıbında olan bir kelimedir. Her iki hâlde de gayrıMunsarıftır.

O Allah'tan gelecek olan bir kelimeyi doğrulayan” (.......) kelimesi Yahya'dan hâldir. Âyette tasdik edeceği kelime ise Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) dır ki, Yahya (aleyhi’s-selâm) ona îman edecektir, onun peygamberliğini kabul edecektir. Nitekim; Hazret-i Îsa (Aiey-hi’s-Selâm) ya ilk îman eden Hazret-i Yahya (aleyhi’s-selâm) dır. Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) ya, Allah’ın kelimesi yani, “kelimetullah” denmiştir. Çünkü; yüce Allah Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) yi babasız olarak, (.......) emriyle var etmiştir. Ya da, Allah'tan gelecek bir kelimeyi doğrulayan... “demek, ondan gelecek olan bir kitabı tasdik edecek olan demektir.

Kavminin efendisi,” yani; kavmine önderlik edecek olan, şeref, saygınlık ve derece halanından onların üzerinde bir değere sahip olacak olan, demektir. Çünkü; Hazret-i Yahya (aleyhi’s-selâm) kavminin üzerinde onlar arasında bir değer ve üstünlüğe sahip bulunuyordu. Zira o hiçbir zaman bir kötülük işlememiştir. Gerçek efendi diye işte ona ancak denir! Nitekim; Cüneyd-i Bağdadi şöyle der:

“O kendisini yaratanın değerini bildiğinden her iki kainatta da cömertlikle değer kazanan bir kimsedir.”

“İffetli ve sâlihlerden bir peygamber olacaktır.” Burada geçen, (.......) kavliyle, gücü ve imkanı olasına rağmen şehevî duygulardan uzak duran ve kâdirılara yaklaşmayan, demektir. Aynı zamanda sâlih peygamberlerden doğup yetişecektir. Çünkü; Hazret-i Yahya, peygamberler soyundan gelen bir peygamberdir. Ya da kendisi de peygamberler kervanından bir peygamber olacaktır, demektir.

40

(Zekeriya:) “Rabbim! Ben yaşı hayli ilerlemiş bir ihtiyar olduğum hâlde, karım da kısır iken nasü olur da bir çocuğum olabilsin?!” dedi. (Rabbi de) şöyle dedi: “Evet aynen öyle (senin bir çocuğun olacak). Zira Allah ne dilerse onu yapar.”

(Zekeriya:) “karım da kısır iken...” eşim de doğum yapmayan bir kadın iken. Bu sırada hanımı 98 yaşında bulunuyordu.

“Benim nasıl olur da bir çocuğum olabilsin?!”

Çünkü böyle bir şey normalinde uygun olan bir durum değildir. Bu bakımdan âdeta uzak bir ihtimal gibi görüyor olmanın yanında yüce Allah'ın gücü ve kudretini de bir bakıma tazim ile karşılıyor ve bunda her hangi bir kuşkuya da kapılmıyor.

(Rabbi de) şöyle buyurdu: “Çünkü; gerçekten bunlar hayret ve şaşkınlık doğuran fiillerdendir.

41

(Zekeriya) dedi ki: “Rabbim! bana bir alâmet göster.” (Rabbi de) şöyle buyurdu: “Senin alâmetin, insanlarla işaretle anlaşman dışında üç gün süreyle konuşmamandır. Bir de Rabbini çok çok an ve akşam sabah hep Rabbini tesbih et.”

(Zekeriya) dedi ki: “

Yani; öyle bir alâmet göster ki, onun sayesinde eşimin gebe kaldığını bileyim ve o nimet gelince de onu şükür ile karşılayayım, dedi.

Kırâat imâmlarından Nafı ve Ebû Amr, (.......) kavlinde yer alan, (.......) kelimesini (.......) olarak okumuşlardır. Diğerleri ise, (.......) olarak kırâat etmişlerdir.

(Rabbi de) şöyle buyurdu: “Ya sadece el ile veya baş ile, ya da göz veya kaşlarınla işaretle konuşmandır.

Yani; konuşmama dışında bir takım hareketlerle meramım anlatmaktır. Nitekim; bir hareketle işaret yapıldığında Arapça'da (.......) denir. İşretleşme ile anlaşma konuşmaktan istisna edildi. Çünkü; işaret esas itibariyle konuşma cinsinden olan bir şey değildir. Zira konuşan bir kimse söz söylediğinde ve söylenen ya da konuşuları bu sözden de bir şey anlaşıldığında işte bu, Kelâm yani söz ya da konuşma ismini alır. Ya da bu, burada istisnayı münkatidir.

Âyette özellikle “İnsanlarla konuşmama “noktasının istenme nedeni, onlarla konuşabilme gücüne sahip olduğu hâlde, dilini onlarla konuşmamak için tutması, hapsetmesidir, istenen budur. Çünkü insanlarla konuşmamasına rağmen Allah'ı zikretmeye ve teşbihte bulunmaya gücü yetiyor, onun bu özelliği kendisinde bâkîdir. Bunun içindir ki, Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Bir de Rabbini çok çok an ve sabah akşam hep Rabbini teşbih el.”

Yani; insanlarla konuşmakta acze düştüğün o günlerde Rabbini zikret, Sübhanellah, diyerek tesbihatta bulun.

Gerçekten bu, oldukça apaçık olan mu'cizelerden ve kanıtlardan birer delil ya da âyet ve mu'cizedir. Böylece üç günlük bir süreyle insanlar konuşmamak suretiyle onlarla bir bakıma alâkasını kesecek ve tüm ihlâsıyla o günlerde Rabbini zikre kendisini adayacaktır. Dili zikirden ve tesbihattan başka bir şeyle meşgul olmayacaktır.

Burada âdeta şöyle bir durum sergilenmiş bulunmaktadır. Hazret-i Zekeriya (aleyhi’s-selâm) Rabbine şükretmek için ondan bir âyet isteyince, ona şöyle denildi: “Senin işaretin ya da alâmetin, Allah'a şükretmen dışında dilini tutmandır.” Kaldı ki; burada cevapların en güzeli, sorunun kendisinden çıkarılarııdır.

(.......) kelimesi, Zeval vaktinden gün batımına kadar olan vakte denir, (.......) ise, tan vaktinden itibâren kuşluk zamanma kadar olan vakte denir.

42

Melekler: “Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni temizledi ve âlemlerin kadınlarına üstün kıldı” demişlerdi.

Âyetin başında yer alan, (.......) kavli daha önce geçen, (.......) kavli üzerine atfedilmiştir. Ya da bu, (.......) takdirindedir.

Rivâyete göre melekler Hazret-i Meryem'le şifahi (sözlü) olarak konuşmuşlardır:

“Şüphesiz Allah önce seni annenden adak olarak kabul etmekle seni büyütüp yetiştirmekle ve seni çok üstün meziyet ve değerlere sahip kılmakla seçti. Seni kirletecek fiillerden de arındırıp tertemiz hâlde kıldı bir başka husus da seni dünya kâdirılarının üzerinde bir değere ve üstünlüğe sahip kıldı. Çünkü babasız olarak sana Îsa'yı bağışladı. Halbuki böyle bir durum hiçbir dünya kadınına nasip olmuş bir şey değildir.”

43

Ey Meryem! Rabbinin huzurunda dur, secde et ve rükû edenlerle birlikte rükû et.

Ey Meryem! Rabbine ihlâs ve samimiyetle itâat et -taatini sürekli yap veya namazda kıyamını uzun tut-, namaz kılarak secdeye kapan -burada kunut ve secde ile emredilen şey namazdır, diye tefsir edilmiştir. Çünkü kunut ve secde namazın asli unsurlarındandır. Daha sonra da Meryem'e şöyle denildi:- ve rükû edenlerle (cemaate kâtilarak namaz kılanlarla) birlikte sen de (namaz kıl ve) rükûya var.

Yani; senin de namazın namaz kılanlarla birlikte yani cemaatle olsun. Ya da kendini bizzat namaz kılanlar arasında hep gör, hep onların sayıları arasında yer al, başkalannın sayılarına kâtilma, demektir.

44

Bütün bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb (bilinmezlik) ile ilgili haberlerdir. Meryem'in sorumluluğunu kimin üzerine alacağına ilişkin kura maksadıyla kalemlerini attıkları sırada sen yanlarında değildin. Kaldı ki; onlar bu hususta aralarında çekişirlerken de sen yanlarında bulunmuyordun.

Bütün bunlar,”

Yani; daha önce geçen İmran'ın karısı Hazret-i Meryem'in annesi Hanne'nin, Hazret-i Zekeriya, Hazret-i Yahya ve Meryem'in (aleyhimü's-selâm) durumlarıyla ilgili hususlar, “Sana vahyetmekte olduğumuz gayb (bilinemezlik) ile ilgili haberlerdir.”

Yani; bu anlatılanlar, senin daha önceleri bilmediğin, ancak vahiy yoluyla öğrenebildiğin ğayb ile alâkaliyani bilinemeyen gerçeklerle ilgili bilgilerdir.

Kimin Meryem'in sorumluluğunu alacağına ilişkin kura maksadıyla kalemlerini, attıkları sırada sen yanlarında değildin.” Burada geçen kalemlerden kasıt, fal oklarıdır. Onlar bu okları, kura çekmek amacıyla nehre atarlardı. Ya da burada sözü edilen kalemlerden kasıt, kendisiyle Tevrât'ı yazmakta oldukları kalemlerdir. Bu kalemleri mübarek saydıklarından teberruken kura atmak için bu kalemleri kullanmayı tercih ettiler, demek olabilir.

(.......) kavli, (.......) kavlinin delâlet ettiği bir mahzûfa taallûk etmektedir. Burada sanki şöyle denilmiştir:

Meryem'in sorumluluğunu hangisi üstleniyor diye (.......) kalemlerini (fal oklarını) o nehre atıyorlardı.”

Veya o mahzûf (.......) ifadesidir. Bu durumda mana; “Meryem'in sorumluluğunu hangisinin üstleneceğini (.......) kalemlerini (fal oklarını) o nehre atıyorlardı.” şeklinde olur.

Ya da o mahzûf (.......) ifadesidir. Bu durumda ise mana şu şekildedir:

Onlardan hangisi Meryem'in sorumluluğunu üstlenecek (.......) kalemlerini (fal oklarını) o nehre atıyorlardı.”

onlar bu hususta aralarında tartışırlarken de sen yanlarında değildin.”

Yani; Meryem'in hâli hakkında, onun sorumluluğunu üstlenmek hususunda birbirleriyle yansırlarken sen orada bulunmuyordun.

45

Hani melekler Meryem'e demişlerdi ki: “Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni katından bir kelime ile müjdelemektedir. Onun ismi Meryem oğlu Îsa Mesih'tir. O hem dünyada ve hem âhirette (Allah katında) ona yakın kılınanlardandır.

Hani melekler Meryem'e demişlerdi ki:” Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) manasınadır. “Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni katından bir kelime -Îsa- ile müjdelemekledir.” Burada, (.......) cer mevziinde gelmiştir ve (.......) kavlinin de sıfatıdır. (.......) mübtedadır. Kelimeye râci olan buradaki zamîrin müzekker olarak gelmiş olması, Kelimenin müsemması olan şeyin –ki bu Hazret-i Îsa'dır- müzekker olması sebebiyledir. Bunun haberi de, (.......) kelimesidir. Cümle bütünüyle, (.......) kavlinin sıfatı olması hasebiyle cer mahallinde gelmiştir.

-” mesih” kelimesi tıpkı, “sıddîk” ve “faruk” kelimeleri gibi üstünlük manası ifade eden lâkaplardandır. Bunun İbrânîce deki aslı, (.......) dir. Manası da mübarek, demektir. Tıpkı onun şu kavli gibi:

“Her nerede olursan olayım Rabbim beni mübarek kıldı.” Meryem, 31.

Bir başka tefsire göre, Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın “Mesih” diye adlarıdırılmış olması, hastalıklı olan birine dokunmuş ise mutlaka o iyileşmiştir, demektir. Bir diğer tefsire göre ise, Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) herhangi bir yeri, vatan edinmeyip hep gezip dolaşması sebebiyle “Mesih” denmiştir. Îsaismi, “mesih” kelimesinden bedeldir.

(.......) kavli mahzûf bir mübtedanın haberidir.

Yani; “O, Meryem'in oğludur.” demektir. Ancak bu ifadenin, Îsaisminin sıfatı olması câiz olmaz. Çünkü çocuğun ismi sadece Îsaolup, yoksa “Meryem oğlu Îsademek değildir. Ancak âyette özellikle “Meryem oğlu Îsadiye vurgulanmış olması, onun babasız dünyaya geldiğini bildirmek içindir. Dolayısıyla annesinden başkasına nisbet olunamaz.

O hem dünyada -peygamberlikle ve taatle- ve hem ahirelte -yüksek bir makama ve şefâat etmeye hak kazanan- ve (Allah katında) semâya çekilmekle- ona yakın kılınanlardandır. “

Yani; yakın kılındığı sabit olanlardandır.

46

Beşikte bir bebek iken ve yetişkinlik çağında iken de insanlarla konuşacak ve sâlihlerden olacaktır.

Burada, (.......) kelimesi, (.......) manasına olup, konuşacak olan, demektir. (.......) kavli ise, (.......) kelimesinin zamîrinden hâldir.

Yani; henüz beşikte bir bebek olduğu sabit iken de konuşacak olan, demektir.

(.......) Bebeklerin dinlenmesi ve uyumaları için hazırlarıan beşik ve benzeri şeylerdir. Burada mastar olarak zikredilmiş oldu. (.......) kavli de bunun üzerine ma'tûftur.

Yani, “O hem bebek iken ve hem olgunluk çağında iken insanlarla konuşacaktır.” demektir.

Yani; o bu iki durumda da halkla konuşabilecektir. Çünkü; peygamberlerin konuşmaları bebeklik çağlarında olsun olgunluk dönemlerinde olsun, anlaşılamayacak veya yadırganacak bir hâl değildir. Çünkü; onlarda akıl her zaman yerinde ve sapasağlamdır, aklî melekelerinde bir sıkıntı sala söz konusu değildir. O hep peygamberlerin verdikleri haberleri ve bilgileri hayatının her çağında -ki buna bebeklik dahildir- verecektir.

47

Meryem bunun üzerine dedi ki: “Rabbim! Bana bir beşer eli dokunmamış olduğu hâlde nasıl olur da benim bir oğlum olabilir?” Allah şöyle buyurdu: “Evet işte böyledir. Allah dilediğini yaratır. Allah bir şeye hükmedince ona yalnızca, “ol” der, o şey de hemen oluverir.”

Yani; Allah bir şeyin olmasını takdir buyurunca, onu hiç ertelemeksizin derhal var eder. Fakat onu, (.......) kavliyle ya da emriyle ifade buyurur. Bu da, bir şeyi yaratıp var etmedeki sürati ve hızı haber vermektedir.

48

(Allah) ona kitabı, hikmeti (eşyanın sırlarını), Tevrât ve İncîl'i de öğretecek.”

Kırâat imâmlarından Nâfi ve Âsım, (.......) kelimesini burada görüldüğü gibi aynen okumuşlardır.

Yani (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır. Konumu itibariyle de, (.......) Üzerine ma'tûfolduğundan hâldir. Ancak bu iki kırâat imâminin” dışındakiler ise, bu kelimeyi (.......) harfiyle, (.......) olarak ve mübteda olan bir söz yani bir yeni cümle kabul ederek okumuşlardır.

Âyette yer alan, (.......) kavli de yazı yazmak, yani kitabet manasınadır. Çünkü; Hazret-i îsa (aleyhi’s-selâm) kendi döneminin yazı yazan kişi olarak en güzel hat sâhibi olan bir kimse idi Bir diğer tefsire göre de bundan maksat, Allah'ın kitaplarıdır. (.......) kavlinden murat ise, Helâl ve haram konulannı açıklanması demektir. Ya da, âyette geçen, “kitaptan” kasıt, el ile yazı yazmasıdır, “hikmetten” kasıt ise dil ile yani güzel bir anlatımla anlatmak demektir.

49

“O, İsrâ'il oğullarına bir elçi olarak gönderildiğinden onlara diyecek ki: Şüphesiz ben, size Rabbiniz tarafından bir mu'cize ile geldim. Şüphesiz ben, size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, bunun ardından da ona üflerim. O da Allah'ın izniyle hemen canlarıan bir kuş oluverir. Aynı zamanda anadan doğma kör olanları ve abraş (denilen tendeki alaca) hastaliğinı da iyileştirir ve Allah'ın izniyle ölüleri de diriltirim. Bu arada size, yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiğiniz şeyleri de haber veririm. Eğer gerçekten inanan kimselerden iseniz bütün bunlarda sizin için kesin deliller vardır.”

O, israiloğullarına bir elçi olarak gönderildiğinden onlara diyecek ki:”

Âyetin başmda yer alan, (.......) kavli, “Biz onu bir elçi, bir Rasûl kılacağız.” demektir. Ya da bu, hâl konumundadır.

Yani, “O dünyada da âhirette de değerli, şerefli, saygın olmanın yanında, İsrâ'il oğullarına gönderilen bir elçi olacak.” demektir.

(.......) Şüphesiz ben, size Rabbiniz tarafından bir mu'cize ile geldim.” Burada, (.......) kavli, (.......) demektir. Burada yukandaki manaya delâlet eden ve peygamberlik iddiamı doğrulayan bir gerçekle geldim yad bir gerçeği, bir mu'cizeyi size getirdim. “Şüphesiz ben, size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar,” yani; ben sizin için kuş suretinde bir şey yapabilme gücüne sâhibim, demektir.

Burada, (.......) kavli, (.......) kavlinden bedel olarak mensûbdur. Ya da, (.......) kavlinden bedel olarak mecrûrdur. Veya mahzur bir mübtedanın haberi olarak merfüdur. Bu mahzûf mübteda da (.......) zamîridir.

Yani, “Onu sizin için ben yaparım.” demektir.

Kırâat imâmlarından Nâfi ise bunu yeni bir cümle olarak, (.......) diye okumuştur.

“Bunun ardından da ona üflerim.” (.......) kavlindeki zamîr, (.......) harfine râcidir.

Yani; “O kuş şeklinde temsil edilen şeye üflerim.” O da Allah'ın izniyle hemen canlarıan bir kuş oluverir.” O da tıpkı diğer kuşlar gibi bir kuş olar. Haliyle bütün bunlar da Allah’ın izni ve emriyle olmaktadır.

Kırâat imâmlarından Nâfi, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuştur. Rivâyete göre Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) yarasa kuştu dışında bir başka kuş yaratmamıştır.

Aynı zamanda anadan doğma kör olanları ve abraş denilen tendeki alaca hastaliğinı da iyileştirir ve Allah'ın izniyle ölüleri de diriltirim.” Âyette özellikle, Allah'ın izniyle” ifadesinin tekrarlanmasının sebebi, Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) ya ilâhlık isnadının vehmini önlemeye yöneliktir. Böyle bir inanç ve düşünceye kapılmması ihtimalini ortadan kaldırmak içindir.

Rivâyete göre kavmi bakıp dururken Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm), Hazret-i Nûh (aleyhi’s-selâml) un oğlu Şam'ı diriltmiştir. Bunun üzerine orada bulunanlar şöyle demiştir:

“Bu apaçık bit büyüdür. Bize bundan başka bir âyet, bir mu'cize göster.” Onların bu isteği üzerine Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) şöyle dedi:

“Ey filân kişi, sen şu yemeği yedin ve ey filân kimse, senin için de şu gizlenmiştir.” Nitekim; işin bu noktasını şimdi ele alacağımız âyetin bu kısmı bize bildirmektedir.

“Bu arada size yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdikleriniz şeyleri de haber veririm.”

Bu âyette yer alan her iki (.......) harfi, (.......) manasınadır ya da mastariyedir.

Eğer gerçekten inanan kimselerden iseniz bütün bunlarda -bu anlatıları şeylerde- sizin için kesin deliller ve mu'cizeler vardır.”

50

“Ve ben, benden önce gönderilen Tevrât'ı doğrulamak ve size haram kılman bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim. Ben size Rabbinizden bir mu'cize getirdim. Öyleyse Allah'tan korkun ve (bana) itâat edin.”

Ve ben, benden önce gönderilen Tevrât'ı doğrulayan olarak” da gönderildim. Ve “size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim.” Yine burası da, “Size Rabbinizden bir âyet (mu'cize) ile gönderildim.” kısminin bir cevâbıdır.

Yani, “Ben Rabbiniz tarafından bir mu'cize ile gönderildim, Allah'ın size Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) nın şerî'atında haram kıldıklarını helâl kılmak için gönderildim.” Çünkü; Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) nın şerî'atında'iç yağı haram kılındığı gibi, deve eti, balık ve tırnaklı olan her hayvan haram kılınmıştı. İşte Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm), onlara bu sayılanların bir kısmını Allah'ın emri ve izni gereği helâl kılmıştır.

“Ben size Rabbinizden bir mu'cize gelirdim.” Bu cümlenin tekrarı te'kit içindir. “Öyleyse Allah'tan -ve beni yalanlamaktan, bana karşı gelmekten- korkun ve (bana) emirlerime- itâat edin.”

51

“Şüphesiz Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde hemen Ona kulluk edin! İşte dosdoğru olan yol budur.”

Şüphesiz Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir.” Bu ifade ile Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) kul olduğunu kabullenip ikrar ettiği gibi, kendisinden rububiyyeti (rab olmayı) nefyediyor. Halbuki Hırıstiyanlar, Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın ulûhiyetine, Allah'ın oğlu olduğuna inanırlar.

O hâlde hemen O'na kulluk edin.” Bana değil. “İşte dosdoğru olan yol budur.” Çünkü bu yol, sâhibini ebedî olan nimetlerin olduğu yere ulaştırır.

52

Îsa, onların inkârlarında ısrar ettiklerini sezince, “Allah yolunda benim yardımcılarını kimlerdir?” dedi. Havariler, “Allah'ın dininin yardımcıları bizleriz, biz Allah'a îman ettik. Bizim Müslüman olduğumuza şâhit ol.” dediler.

Îsa onların inkârlarında ısrar ettiklerini sezince,” Yahûdîlerin gerçek anlamda inkârcı olduklarını ve bunda hiçbir kuşkuya yer olmadığını, tıpkı duyu organlarıyla kesin olarak bilinen gerçekler gibi kesin olarak öğrenince, “(.......) dedi.”

Kırâat imâmlarından Nâfi ve Ebû Cafer, (.......) kelimesinin sonundaki (.......) harfini üstünlü olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. Bu kelime, (.......) kelimesini çoğuludur, tıpkı (.......) kelimesinin, (.......) kelimesinin çoğulu olduğu gibi veya (.......) kelimesi nasıl ki (.......) kelimesinin çoğulu ise bu da (.......) kelimesinin çoğuludur. (.......) kavli bir mahzûfa mütealliktir ve kelimenin sonunda yer alan, (.......) harfinden hâldir.

Yani, “Benimle Allah’ın dinine yardım konusunda kim Allah'a gidecek ve kim ona sığınacak? “demektir.

Havarileri, “biz Allah'a îman ettik.” -Ey Îsa- “bizim İslâm'ı kabul elliğimize şâhit ol.” dediler.” Havariler, Müslüman olduklarına ilişkin olarak ve imanlarını pekiştirmek maksadıyla Hazret-i Îsa'nın kendilerine şâhitlik etmesini istediler. Çünkü; peygamberler yarın kıyamet gününde kavimlerinin durumlarına göre ya onların lehlerinde veya aleyhlerinde şâhitlik yapacaklardır. Buradan da İslâm ile imanın aynı olduklarını anlıyoruz. Çünkü bu, bunun için bir delildir.

53

“Ey Rabbimiz! İndirdiğine (kitaba) inandık. Peygamberine de uyduk. Bizi, şâhitlerle birükte yaz.”

Kıyamet gününde ümmetlerine şâhitlik yapacak olan peygamberlerle beraber yaz ya da senin vahdaniyetine şâhitlikte bulunacak olanlarla beraber yaz veya Ümmet-i Muhammed'le beraber yaz. Çünkü onlar halkın üzerinde yarın şâhitlikte bulunacaklardır.

54

(Yahûdîler,) Tuzak kurdular. Ama Allah, onların tuzaklarını boşa çıkardı. Çünkü Allah, tuzak kuranları en iyi biçimde cezâlarıdırır.”

(.......) Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) yı öldürmek veya çarmıha germek istemeleri sırasında, Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm), kâfir Yahûdîlerin ya da İsrâ'il oğullarının kesin küfürlerini ve kendisini öldürmek istediklerini sezdiği kimseler tuzak kurdular, komplolara giriştiler.

(.......) Ancak Allah onların tuzaklarını kendi başlarına geçirdi. Çünkü Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) yı semâya yani göğe çekti. Dolayısıyla Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) yı öldürmek isteyeni, ona benzeterek, o böylece öldürülerek kendisinin kurduğu tuzağa kendisi yakalandı. Allah'a tuzak kurmak gibi bir durum izafe olunamaz. Ancak bu, Allah'ın onları cezâlarıdırması manasında kullanılır. Çünkü; böyle bir ifadenin kullanılması halk nezdinde pek kabul görmez ve hoş karşılanmaz. Nitekim; aldatmak ve alay etmek gibi ifadeler için de Allah hakkında söylenmez, zira yine bunlar da halk açısından nahoş olarak karşılarıan ifadelerdir.

Yani, Allah tuzak kurdu, Allah aldattı, Allah alay etti. “türünden ifadeler genelde, Allah cezâlarıdırdı” olarak anlamlarıdırılırlar. Nitekim, “Şerhu'l-Te'vilât” adlı eserde de böyle yazar.

(.......) Cezâlarıdıranların en güçlüsü Allah'tır. Cezâlarıdırıları kimsenin hiç de bilemeyeceği ve farkına varamayacağı yerden cezâlarıdırmaya, tokadı indirmeye güçlü olanların en kâdir olanıdır.

55

Allah şöyle buyurmuştu: “Ey Îsa! Ben seni dünyada vefat ettireceğim. Seni katıma yükselteceğim. Seni kâfirlerden temize çıkaracağım. Sana îman edip tâbi olanları da kıyamet gününe kadar inkârcıların üstünde tutacağım. Sonra hepinizin dönüşü banadır. İşte o zaman aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz her konu hakkında hükmü ben vereceğim.”

“Hani Allah şöyle buyurmuştu: (.......) kavli, (.......) kavlinin zarfıdır. (.......) kavli de, “seni eceline erdireceğim, ecelini tamamlatacağım” demektir. Manası ise şöyledir: “Kâfirlerin seni öldürmelerinden seni koruyacağım. Senin ölümün onların elinden olmayacak ve seni normal ecelinle ölüme götüreceğim, öldüreceğim.”

Seni katıma yükselteceğim.”

Yani; kendi semâma ve meleklerin bulunduğu, karargâh kurdukları yere alıp yükselteceğim. “Seni kâfirler (tuzakların)efan kurtarıp arındıracağım. “Onlaim kötü komşuluklarından, yakınlarında bulunmaktan ve iğrenç, kötü sohbet ve konuşmalarından arındırıp temizleyecek ve kurtaracağım.

Bir tefsire göre, (.......) demek, Seni yerden alacağım kabzedeğim, demektir.

Yani; herhangi bir şeyi eksiksiz olarak yerine getirildiğinde bu kelime kullanılır. Meselâ; (.......) denir ki, “Filanın üzerindeki malımı tümüyle aldım.” , demektir. Ya da bunun manası şöyledir: “Ben seni şimdilik katıma yükseltiyorum. Ancak sen semadan (gökten) indikten sonra zamanın gelince, ömrün sona erince seni öldüreceğim.” Çünkü; aralarında yer alan (.......) harfi yani (.......) kelimeleri arasındaki (.......) harfi, tertibi gerektirmez, bir sırayı izlemez. Nitekim; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Îsa ümmetim üzerine bir halîfe olarak inecek (gelecek), haçı parçalayacak, domuzları öldürecek ve yeryüzünde kırk yıl kadar kalacak, evlenecek, çocukları olacak ve daha sonra da ölecektir. Şüphesiz başında ben, sonlarında da Îsa bulunacak olan bir ümmet nasıl olabilir ki (hiç helâk olur mu)? Kaldı ki; Ehl-i Beytimden olacak olan Mehdi de onların ortasında yer alacak.” Bk. İbn Cerir, 3/291. el-Dürrü'l-Mensur, 2/225.

Ya da bunun tefsiru şöyledir: “Seni uyutacağım ve sen uyuyorken seni katıma yükselteceğim ki; herhangi bir korku ve endişeye kapılmayasın. Bir de uyanmca kendini göğe yükselmiş ve mukarreblerle (bana yakın olanlarla) birliktesin.”

“Sana îman edip tabi olanları -Müslümanları- da kıyamet gününe kadar -reddeden- inkârcıların üstünde tutacağım.” Çünkü; Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) ya tabi olanlar, uyanlar, her ne kadar şerî'atleri farklı olsa da, temelde İslâm'ın özüne uyanlardır. Ancak onu yalanlayanlar değil, Yahûdî ve Hırıstiyanlardan olup da onun aleyhinde yalan uyduranlar üstün tutulacak değillerdir. Müslümanların ya da o dönemde Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) ya uyanların onlara üstün gelmeleri kimi zaman hüccet, delil ya da kanıtlarla olacaktır, çoğu zaman da hem hüccet yani delil ve kanıtlarla hem de kılıç

Yani silâh ve teknoloji üstünlüğü ile. (Müterc.) üstünlüğü ile galebe çalacaklardır.

Sonra hepinizin -âhirette- dönüsü banadır. İşte o zaman aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz her konu hakkında hükmü ben vereceğim.”

56

“İnkâr edenlere gelince, onları hem dünyada ve hem âhirette şiddetli bir azâba çarptıracağım. Onların yardımcıları da olmayacaktır.”

57

Îman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, Allah onların amellerinin karşılığını tastamam olarak verecektir. Allah zalimleri sevmez.

İşte bu iki âyet nihâyetinde hükmü ortaya koymaktadır, sonucu açıklamaktadır. (.......) kırâati Hafs'a âittir.

58

(Ey Rasülüm!) Bunları sana âyetlerden ve hikmet dolu Kur'ân'-dan anlatıyoruz.

Burada, (.......) ile Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) ile alâkalı ve daha başka konularla ilgili geçen olaylara işaret etmektedir. Bu, aynı zamanda mübtedadır. (.......) kavli de bunun haberidir. (.......) haberden sonra bir ikinci haberdir. Ya da mahzûf bir mübtedanın haberidir. (.......) kavli de, Kur'ân demektir.

Yani; muhkem, sağlam haberler getiren anlamındadır. Ya da birçok hikmetleri taşıması bakımından sanki hep hikmetle konuşur, anlamındadır.

59

Îsa'nın durumu Allah kafanda tıpkı Âdem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı ve ona, “Ol!” dedi, o da hemen oluverdi.

Îsa'nın durumu, Allah katında tıpkı Âdem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı.”

Yani; Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın durumu ve onun garipsenen veya yadırganan hâli tıpkı Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm)’in durumu gibidir. “Çünkü; Allah onu da topraktan yarattı.” Ona çamurdan bir ceset ya da beden takdir buyurdu. Aslında Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) ile alâkalı olarak araya giren bu cümle açıklama ve tefsîr mahiyetinde bir cümledir. Çünkü; Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nm da yaratılışı onunkisine benzemektedir. O hâlde esas itibariyle bu, üzerinde tartışılması gereken bir husus olmamalıdır.

Yani; Allah, Îsa (aleyhi’s-selâm) yı babasız yaratmış olduğu gibi Âdem (aleyhi’s-selâm)’i de topraktan yaratmış ve ortada ne bir baba ve ne de bir anne var. O hâlde Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın yaratılışında şaşılacak ne var ki? Eğer Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın babasız olarak yaratılması hâli yadırganacak bir durum ise, o hâlde anne ve babası olmadan Âdem (aleyhi’s-selâm)’in yaratılması olayı ondan daha da yadırganacak bir durum olmaz mı? Babasız olarak dünyaya gelen Hazret-i. Isa (aleyhi’s-selâm) ya göre Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm)’in anne ve baba olmadan yaratılması harikulade bir şey değil midir, olağan dışı bir durum ve normal doğum ölçüsü ele alındığında bu, daha da garipsenemez mi?

Burada garip olan bir olay ondan çok daha garip olan bir diğer olaya benzetilerek durum ortaya konuyor ki, böylece hasım olan taraf artık konuşamaz ve tartışamaz bir duruma gelmiş olsun. Dolayısıyla sağlıklı bir şeklide düşünebilen bir kimse, kendisince yadırgadığı bir olayın çok daha ötesinde yadırganan bir olay ile karşılaştığında, bundan böyle dili tutulur ve konuşamaz olur. Eğer inada sapmayacaksa gerçeği teslim eder ve kabullenir.

Bir ilim adamından gelen rivâyete göre, kendisi Rumların (Bizanslıların) eline esir düşer. Bu arada,-onlara:

— Neden sizler Îsa'ya tapıyorsunuz, diye sorar. Onların cevabı:

— Çünkü, o babasız olarak dünyaya gelmiştir, olur. Bu defa o alim kişi, onlara şöyle bir karşılık verir:

— Öyleyse tapınılmaya Âdem, ondan daha lâyıktır; çünkü onun ne annesi ve ne de babası vardır. Onlar:

Îsa ölüleri diriltir, derler. Bu defa o alim kişi:

— Burada da tapınılmaya daha lâyık olan kişi bu takdirde sekiz bin kişiyi dirilten Hizkil (aleyhi’s-selâm) olmalıdır. Çünkü Îsa peygamber sadece dört kişi diriltmiştir. Bu defa onlar tekrar:

— O anadan doğma körleri ve alaca ten hastaliğinı tedavi edip iyileştirir, derler. Âlim zât da:

— O hâlde Circis (aleyhi’s-selâm) ondan daha çok tapınılrnaya lâyık olmalıdır. Çünkü önce pişirilir ve sonra da yakılırdı, fakat sonra dipdiri olarak kalkardı, kendisine bir şey olmazdı, diye onlara cevap verdi.

Ve ona, (.......) dedi, o da hemen oluverdi. “

Yani; Allah onu bir beşer olarak var etti. O da hemen bir beşer olarak var oldu.

(.......) burada, (.......) demektir.

Yani, (.......) denmeliydi. Ancak burası yeri olmadığından detaya inmek istemiyoruz. Bu da mazi olan yani dili geçmişin hâl hikâyesidir veya mazi halin hikâyesidir. (.......) ise haberin haber üzerine tertibi içindir, yoksa kendisinden haber verilenin tertibi için değildir.

60

(Ey Peygamber!) Rabbinden sana gelen vahiy haktır. Sakın -ey duyup işiten- şüpheye kapılanlardan olma!

Buradaki hitabın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e olması ihtimali de vardır. Bu takdirde bu, daha çok sebat etme noktasında bir heyecana getirmektir. Çünkü; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) masumdur, bu bakımdan da şüpheye düşmekten beridir, uzaktır. (.......) kavli mahzûf mübtedanrn haberidir.

Yani, “O haktır, gerçektir” demektir.

61

Sana gelen bu gerçek bilgilerden sonra kim seninle tartışmaya girerse onlara de ki: “Gelin! Çocuklarınıızı ve çocuklarınızı, kâdirılarınıızı ve kâdirılarınızı çağıralım ve sonra topluca dua ederek, kimler yalan söylüyorsa, Allah'tan o yalancıları helâk etmesini dileyelim.

“Sana gelen tüm bu gerçek bilgilerden sonra -Hnstiyanlardan- kim seninle -Îsa hakkmda- tartışmaya girerse onlara de ki:” Kesin bilgi anlamına gelen beyyinelerden, delillerden sonra... (.......) burada (.......) anlamındadır.

Gelin!” Burada gelin, demekten murat, gayretle ve kendi reyiyle karar vererek gelmek manasmadır. Yoksa zaten kendileri hep oradalar. Bu, “gelin birlikte bir şey yapalım ve karar verelim ki, sonucuna'da katlarıalım.” anlamında bir eyleme veya fiile çağrıdır. Bu tıpkı, “Gelin şu mesele konusunda düşünelim. “demek gibi bir ifadedir.

Bizler ve sizler hepimiz kendimizi ortaya koymak suretiyle biz kendi çocuklarınıızı, siz de kendi çocuklarınızı, biz kâdirılarınıızı siz de kâdirılarınızı çağıralım.” Bizden ve sizden hepimiz bizzat kendimizi ortaya koymak suretiyle çocuklarınıızı ve kâdirılarınıızı da çağıralım, hep birlikte lânetleşelim.

ve sonra topluca larıetlenmek için dua ederek,” Burada, (.......) kelimesi, (.......) demektir. (.......) veya (.......) lânet manasındadır, lânet etmek, larıetlemek demektir. Meselâ; (.......) demek, Allah ona lânet etsin, Allah onu rahmetinden ırak eylesin, uzaklaşırsın. “demektir. İşte “İbtihal” ın asıl manası budur. Daha sonra bu kelime zorda kalman her durum için dua ya da beddua manasında kullanılır oldu.

Yani; karşılıklı bir lânetleşme söz konusu olmasa da artık her sıkışık anlarda başvurulan dua olarak ele alındı.

Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları bu manada mübaheleye, lânetleşmeye çağırdığında, dediler ki:

Bu konuda biraz bekleyip düşünelim ve bir karara varalım. Nihayet; içlerinde Akib dedikleri ve sözcüleri konumunda bulunan Abdulmesih adındaki kişi adamlarına karşı söze şöyle başladı ve:

— Ey Hırıstiyan topluluğu! Allah'a yemin ederim ki; siz de Muhammed'in gerçekten gönderilen bir elçi (peygamber) olduğunu görüp anladınız. Herhangi bir kavim bir peygamberle lânetleşmemiş olsun ki, mutlaka onların yaşlıları ortadan yok olmuş ve geriden de küçükleri artık yetişip gelmemiştir. Eğer siz böyle bir şey yapacak olursanız kesin olarak helâk olup gidersiniz. Eğer yapmazsanız, dininize sarılın kâim, başka da bir şey yapmayın. Gidin bu adamla (Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile) vedalaşırı ve ülkenize dönün, diye konuştu.

Nihayet ertesi sabah Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a gittiler. Bu sırada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) torunu Hüseyin (radıyallahü anh)’i kucağına almış, Hasen (radıyallahü anh)’in da eline yapışmış, arkasından klZl Hazret-i Fatima (radıyallahü anha) Ve Onun da arkasından Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bulunduğu hâlde yürüyorlardı ve onlara şöyle diyordu:

— Ben dua ettiğim zaman siz de benim yaptığım duaya amin deyin.

Necran heyetinin lideri, papazları ya da dini konuda bilgili adamları bu manzarayı görünce kendi adamlarına dönerek şöyle dedi:

— Ey Hırıstiyanlar topluluğu! Şüphesiz ben karşımda öyle yüzler görüyorum ki; eğer bunlar bir dağın yerinden sökülüp atılması için dua etseler, Allah o dağı onların bu duasıyla yerinden yok eder. Sakın bunlarla mübaheleye, lânetleşmeye girmeyin, aksi takdirde helâk olursunuz ve bundan böyle yer yüzünde bir tek Hırıstiyan bile kalmaz.

Bunun üzerine dediler ki:

— Ey Ebû'l-Kasım (Ey Resûlüm Muhammed!) Biz, seninle böyle bir mübaheleye girişmemeye karar verdik. Onların bu kararları üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlarla, her yıl Müslümanlara, iki bin hülle (takım elbise) veya altın cizye (vergi) vermek üzere antlaşma yaptı, banş imzaladı. Sonra da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

“Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki; gerçekten helâk olmaları Necran heyetini yüzlerinden okunuyordu (üzerlerine inmiş sarkıp duruyordu). Eğer lânetleşmiş obalardı, mutlaka maymunlarla domuzlara dönüştürüleceklerdi.”

Ebû Nuaym, bunu, “Delâil'un-Nübüvve” de Muhammed b. Mervan el-Süddi yoluyla Kelbi'den, o da Ebû Sâlih yoluyla İbn Abbâs'tan rivâyet ediyor. İbn Mervan ise metruktür ve yalancılıkla töhmet altında bulunmaktadır. Haşiyeni'l-Keşşâf, 1/369.

Burada mübahele olayı her ne kadar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile onu yalanlayan kimseleri ilgilendiren bir konu ise de, çocukların ve kadmların yani tümüyle ailesinin buna eklemesi, bunun daha çok güven verici ve inancı pekiştirici olması sebebiyledir. Kendisine olan kesin güven hâlini ortaya koymak, kendisinin davasında doğru ve samimi olduğuna dair kesin inancı göstermek içindir. İşte bunu için Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) en sevdiklerini, ciğerparelerini bundan dolayı ortaya koyma ve tehlikeye atma cesaretini gösterdi. Meseleyi sadece kendini ortaya koymakla, bırakmadı. Kaldı ki; hasminin da kesin olarak yalancı olduğunu bildiğinden, onların hem kendileri ve hem de tüm sevdikleri varhkları ve ciğerpareleriyle helâk olmalarını istiyordu. Çünkü; mübahele yani lânetleşme olayı eğer gerçekleşmiş olsaydı mutlaka helâk olacaklardı. Zaten Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların helâk olacaklarını bu manada kesin olarak biliyordu.

Aile bireylerinden olan çocukların ve kadmların da böyle bir olayda yer almalarının istenmesi, bunların aile bireylerinin en değerli varhkları olması sebebiyledir. Gönülden en çok bağlarııları varlıklar olması sebebiyledir. Bir de âyette görüldüğü gibi kendisinden önce bunların ortaya konmalarının sebebi, onlara karşı olan sevgisinin ve onların kalbindeki yerlerinin ne kadar fazla olduğunu göstermek içindir.

İşte bütün bu anlatılanlardan çıkan gerçek şudur. Bu âyette anlatılanlar ve âyetin kendisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğinin sahih olduğunun delilidir. Çünkü; bu konuda ne muhalif olan birinden ve ne de taraftar olan herhangi bir kimseden buna cevap ve karşılık verildiğine ilişkin bir rivâyet yapılmamıştır.

Kimler yalan söylüyorsa, Allah'ın o yalancıları helâk etmelerini dileyelim.”

Yani; bizden olsun, sizden olsun Îsa hakkında kim yalancıysa, Allah onları helâk etsin, isteyelim. Buradaki, (.......) ve (.......) kelimeleri, (.......) kelimesi üzerine ma'tûfturlar.

62

İşte bu anlatılanlar gerçek kıssalardır. Allah'tan başka da kendisine kulluk edilecek bir başka ilâh da yoktur. Şüphesiz Allah Azîzdir, Hakîmdir.

İşte bu anlatılanlar gerçeğin ta kendisidir.”

Görüldüğü gibi, (.......) edatının ismi ile haberi arası, (.......) kavliyle ayrılmıştır. Ya da mübtedadır. (.......) kavli ise bunu haberidir. Cümle de, (.......) edatının haberidir. Yine görüldüğü gibi fasıl zamîr olan, (.......) kelimesinin başına (.......) harfinin gelmesi yani duhulü câizdir. Mademki burada görüldüp gibi haber olan bir kelimeye (.......) harfini gelmesi câiz görülmektedir, bu takdirde fasl zamîri olan kelimenin başına gelmesi haydi haydi câizdir. Çünkü bu, mübtedaya, habere göre daha çok yakmdır. Esasen işin doğru olanı bunun mübtedanın başına dahil olmasıdır.

“Allah'tan başka da kendisine kulluk edilecek bir başka ilâh da yoktur.”

Burada yer alan, (.......) cer edatı tıpkı, (.......) kelimesinde oldup gibi feth üzere mebni kabilindedir. Bu da istiğrak manasını elde etmek için böyledir. Bunda asıl gaye, Hırıstiyanların teslis yani üçleme, üç ilâh kabul etme yanlışını reddetmek içindir.

Şüphesiz Allah - intikam almada - Azîzdir, (her şeye gücü yetendir, her şeyi bir hikmete bağlı olarak işleyendir) hükümleri değerlendirmede ve gereğini yapmada - Hakîmdir.”

63

Eğer yüz çevirirlerse -kabul etmezlerse-, muhakkak Allah, fesat çıkaranları en iyi bilendir.

İşte bu durum bir başka âyette belirtildiği gibi onlar için söz konusu azap ile bir tehdit demektir. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

“Onlara bozgunculuk yapmalarına karşılık azap üstüne azap ekleriz.” Nahl, 88.

64

(Ey Rasülüm!) de ki: “Ey Kitap ehli! Gelin bize ve size vahiy yoluyla indirilen aramızda ortak bir söze gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim.” Eğer yüz çevirirlerse, bu takdirde, “Şâhit olun ki; bizler Allah'ın hükümlerine boyun eğmiş olan Müslümanlarız.” deyin.

(Ey Rasülüm!) De ki: “

Yani; Ey Yahûdîler ve Hırıstiyanlar veya ey Necran heyeti ya da ey Medine'de ikamet etmekte olan Yahûdîler! “Gelin, bize ve size vahiy yoluyla indirilen aramızda ortak bir söz üzerinde anlaşalım” Üzerinde tartışılamayacak olan Kur'ân, Tevrât ve İncîl kitapları üzerinde anlaşalım. Âyette geçen, (.......) kavlinin açıklaması ise âyetin şimdi ele alacağımız bu kısmıdır:

Gelin, Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim.”

Yani atamızdaki o ortak kelimeye gelin, gelin ki; “Uzeyir Allah’ın oğludur ve ya Isa Mesih Allah’ın oğludur. “gibi şeyler demeyelim. Çünkü; bu her iki kimse de bizlerdendir ve bizim gibi birer insandırlar. Aynı zaman Allah'ın şerî'atında izin verdikleri dışında din bilginlerinizin kendiliklerinden getirdikleri kimi helâl ve haram konulannda onlara itâat etmeyelim.

Adiy b. Hatim'den gelen rivâyete göre, demiştir ki:

“— Ey Allah'ın Rasûlü! Biz onlara kullukta bulunmadık ki. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur:

— Onlar sizin için bazı şeyleri helâl sayıp bazı şeyleri de haram kılmıyorlar mı? Siz de onların bu yaptıklarına kâtilıp onları almıyor musunuz? Adiy de:

— Evet demiş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de:

— İşte sizin bu yaptığınız şey onlara kullukta bulunmanız, itâat etmeniz, Rab edinmenizdir.” Tirmizî, 3095. Tirmizî bu, garip bir hadistir, demiştir.

Eğer -tevhit inancından- yüz çevirirlerse, bu takdirde, (.......) deyin.”

Yani; hüccet ve deliller sizi bağlar, dolayısıyla sizin gerçekleri itiraf etmeniz gerekir. Gelin, bizim Müslüman olduğumuzu kabullenin ve sizin/kendinizin yanıldığınızı söyleyin..

Yani; tıpkı birbirleriyle güreşip yenişenlerin sonunda galip gelen tarafın yenilen tarafa, “Artık galibin ve yenen kimsenin ben olduğumu itiraf et ve bana seni yendiğim gerçeğini teslim et.” gibi bir ifadedir bu.

65

Ey Kitap ehli! İbrâhîm konusunda ne diye tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrât da, İncîl de kesin olarak ondan sonra indirilmiştir. Siz hâlâ buna mı akıl erdiremiyorsunuz?

Ey kitap ehli! İbrâhîm konusunda ne diye tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrât da, İncîl de kesin olarak ondan sonra indirilmiştir.” İster Yahûdîler olsun, ister Hırıstiyanlar olsun, Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâmY in kendilerinden olduğunu iddia ettiler. Bu konuda Hazret-i Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ona îman eden mü'minlerle tartıştılar.

Denildi ki; Yahûdîlik, ancak Tevrât'ın nâzil olmasından sonra meydana geldiği gibi, Hırıstiyanlık da ancak İncîl'in inmesinden sonra meydana gelmiştir. Halbuki Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ile Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) arasında geçen zaman bin yıldır. Yine Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ile Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) arasında geçen süre ise iki bin yıldır. Nasıl olur da İbrâhîm peygamberden bunca uzun yıllar değil asırlar geçtikten sonra İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) Yahûdî veya Hırıstiyan dini üzere olabilsin ki? Bu, mümkün mü? “Siz hâlâ buna da mı akıl erdirmeyeceksiniz?” Hâlâ kalkıp bu türden münakaşalara, tartışmalara artık girmeyin. Bu tür mücadele ve tartışmaları bırakın.

66

İşte sizler böyleniz. (Varsayalım ki;) sizler bildikleriniz hakkında tartışıp duruyorsunuz; ama, hakkında hiç bilgi sâhibi olmadığınız konularda ne diye tartışıyorsunuz? Halbuki gerçekleri en iyi Allah bilir, siz bilemezsiniz.

İşte sizler böyleniz;” (.......) burada tenbih içindir. (.......) mübtedadır. (.......) haberdir.

(Varsayalım ki;) sizler, bildikleriniz hakkında tartışıp duruyorsunuz,” (.......) kavli ilk cümleyi açıklayan yeni, müstenefe bir cümledir.

Yani; mana şöyledir: “Siz öyle ahmak kimselersiniz ki; sizin ahmakliğinızın ve akılsızliğinızın açıklaması da şudur. Sizler Tevrât ve İncîl'in ele aldığı ve diyelim ki, hakkında bilgi sâhibi olduğunuz konulan tartışıyorsunuz.”

ama, hakkında hiç bilgi sâhibi olmadığınız konularda'ne diye tartışıyorsunuz?” Meselâ; siz Yahûdî ve Hırıstiyanların kitaplarında Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in dini hakkında hiçbir şey ele alınmazken, neden tartışıyorsunuz?

Bir diğer tefsire göre, (.......) burada, (.......) manasınadır. (.......)ise onun sılası yani ilgi ya da yan cümleciğidir.

Kırâat imâmlarından Nâfi ve Ebû Cafer ile Ebû Amr, (.......) kavlini med ile ve fakat hemzesiz olarak, Kur'ân'da geçen her yerde (.......) şeklinde kırâat etmişlerdir.

Halbuki -hakkında tartıştığınız- gerçekleri en iyi Allah bilir, siz bilemezsiniz.” Çünkü; sizin o konulardan haberiniz yok, siz o konulann câhilisiniz.

Daha sonra Rabbimiz, Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)ın onların inançlarından beri olduğunu, onların bâtıl birtakım inanışlarıyla alâkası bulunmadığını şöyle açıklıyor:

67

İbrâhîm, Yahûdî de değildi, Hırıstiyan da. Fakat o muvahhid bir Müslümandı. O, Allah'a ortak koşan müşriklerden asla olmadı.

Sanki burada bu âyette geçen, “müşrikler” ifadesinden yüce Allah Yahûdî ve Hırıstiyanian'murat eder gibidir. Çünkü; bunlardan biri Hazret-i Uzeyir (aleyhi’s-selâm)i, diğeri de Mesih (aleyhi’s-selâm)i Allah'a ortak koşmaktadırlar. Ya da bunun manası, “İbrâhîm onlardan olmadığı gibi müşriklerden de değildi.” demektir.

68

İnsanlar içinde İbrâhîm'e en yakın olanlar şüphesiz ona îman edenler, onun soyundan gelen şu peygamber (Muhammed) ve ona îman edenlerdir. Allah mü'minlerin velisidir.

İnsanlar içinde İbrâhîm'e en yakın olanlar -ona en candan bağlı bulunanlar- şüphesiz -onun döneminde ve ondan sonra- ona îman edenler, onun soyundan gelen -özellikle- şu peygamber (Muhammed) ve -ümmetinden- ona îman edenlerdir. Allah mü'minlerin velisi, yardımcısı ve dostudur.

Burada ayrıca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e vurgu yapılması, onun fazileti açısındandır. Ki “şu peygamberifadesinden kasıt da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dir.

(.......) — El-Vely, yakınlık manasınadır.

69

Kitap ehli bir grup, sizi dininizden saptırmayı arzulamaktadırlar. Halbuki onlar sadece kendilerini saptırırlar da bunun farkında bile olmazlar.

Kitap ehlinden bir grup -Yahûdî- sizi dininizden saptırmayı arzulamaktadırlar. Halbuki onlar sadece kendilerini saptırırlar -insanları doğru yoldan saptıranlara! vebali sadece kendilerinedir. Çünkü sapmalarının ve saptırmalarının azâbı kendilerine katlarıarak yüklenir. Onlar hâlâ da bunun farkında bile olmazlar.”

Çünkü; Yahûdîler, Hazret-i Huzeyfe'yi, Hazret-i Ammar'ı ve Hazret-i'Muaz'ı (radıyallahü anhüm) Yahûdîliğe çağırmışlardı.

70

Ey kitap ehli! Sizler (bütün gerçeklere) tanıklık edip durduğunuz hâlde ne diye Allah'ın apaçık âyetlerini inkâr ediyorsunuz?

Ey kitap ehli! Sizler (bütün gerçeklere) tanıklık edip durduğunuz hâlde -bu gerçeklerin Allah'ın âyetleri olduğunu itiraf ettiğiniz hâlde- ne diye Allah'ın apaçık âyetlerini -Tevrât ve İncîl'i- inkâr ediyorsunuz?

Çünkü Yahûdî ve Hırıstiyanlar, bu kitaplarda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğinin sıhhatine ilişkin olarak ve daha başka hususlar açıkça zikredildiği hâlde, onlara îman etmemektedirler.

Ya da ne diye Kur'ân'ı, ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğine ilişkin delilleri ne diye inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizler onun niteliklerin hem Tevrât'ta ve hem İncîl'de görüp duruyorsunuz. Ya da sizler anlatılanların ve gelen tüm ayetlerin hak olduklarını bildiğiniz hâlde neden dolayı o âyetleri inkâr ediyorsunuz?

71

Ey kitap ehli! Niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyor ve bile bile hakkı (gerçeği) gizliyorsunuz?

Ey kitap ehli! Niçin hakkı bâtıl -Mûsa ile Îsa'ya îman ederken Muhammed'i inkâr- ile karıştırıyor ve bile bile hakkı (gerçeği) Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in vasfını- gizliyorsunuz? Halbuki onun hak olduğunu sizler de bilmektesiniz.

72

Kitap ehlinden (Yahûdîlerden) bir topluluk birbirlerine yol gösterip şöyle dediler: “Müslümanlara indirilene günün başında îman etmiş gibi gözükün; (fakat çok fazla beklemeden) günün sonunda da onu inkâr edin, ola ki, (dinlerinden) dönerler.

Kitap ehlinden (Yahûdîlerden) bir topluluk -kendi aralarında- birbirlerine yol gösterip şöyle dediler: “Müslümanlara indirilene -Kur'ân'a- günün başında îman etmiş gibi gözükün; (fakat çok fazla beklemeden) günü sonunda da onu inkâr edin. Ola ki, dinlerinden dönerler.”

(.......) kavli burada zarftır.

Yani; günün başında, ilk saatlerinde, demektir. Mana şöyledir:

“Müslümanlara indirilenlere günün erken saatlerinde inanmış gibi gözükün, fakat günün sonunda ise onu inkâr edin. Ola ki, böyle bir durumda Müslümanlar şöyle düşünebilir ve diyebilirler ki: “

73

(Kitap ehli) dediler ki: “Sakın ha! Kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın.” (Ey Peygamber! Onlara) de ki: “Asıl hidâyet, Allah'ın hidâyetidir.” Dediler ki: “Size verilenin benzerinin, sizden olmayan birine verilmesinden dolayı delil getireceklerine de inanmayın.” (Ey Peygamber!) De ki: “Gerçek lütuf Allah'ın elindedir. Allah onu dilediğine verir. Allah, lütuf ve ihsanı geniş olan ve her şeyi en iyi bilendir.”

(Kitap ehli) dediler ki: «Sakın ha! Kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın.» (Ey Peygamber! Onlara) de ki: «Asıl hidâyet, Allah'ın gerçek hidâyetidir.»“

Âyetteki, (.......) kavli, “Dediler kı: «size verilenin benzerinin sizden olmayan birine verilmesinden dolayı...” kavline mütealliktir. Aralarında yer alan cümle ise mutarize (parantez) cümlesidir.

Yani bu şu manayadır: “Sedan ha! Sizden olmayan birine size verilenin bir benzeri verildi diye inancınızı onlara açıklamayın, bunu sadece kendi dindaşlarınıza açıklayın, başkalanna değil. “Yahûdîler bununla şunu demek istiyorlar:

“Müslümanlara da tıpkı size verilen (gönderilen) Tevrât gibi bir kitabın gelişini bu manada tasdik etmeyin, doğrulamayla, bu gerçeği içinizde gizli tutun, onu kendi taraftarlarınız dışında kalanlara açıklamaya, ifşaya kalkışmayın. Çünkü; bu gerçeği öğrenirlerse dinlerinde yani Müslüman olmalarında direnmeleri ve bağlılıkları artar. İslama fazlasıyla sarılırlar. Özellikle de müşriklerin yanında böyle şeyler konuşmayın ki; Müslüman olmasınlar. Müslümanlar da bu sayede onları dinlerine davet etmesinler.”

delil getireceklerine inanmayın.” âyetin bu kısmı, (.......) kavline ma'tûftur. (.......) kavlindeki zamîr de, (.......) kavline âittir. Çünkü bu (.......) kelimesi çoğul manasınadır. Dolayısıyla mana şöyle olmaktadır:

“Size tabi olanların (uyanların) dışında hiçbir kimseye uymayın. Çünkü; yarın kıyamet gününde Müslümanlar hak üzere olduklarına ilişkin olarak karşınıza delil ile çıkarlar. Böylece Allah katında ellerindeki sağlam deliller sayesinde size üstün gelirler.”

Burada yer alan, “Asıl hidâyet Allah'ın elinde olan gerçek hidâyettir. Allah kimi dilerse onu Müslüman olması için hidâyete erdirir ve o da böylece İslâm üzere sebat kılar ve bu öyle de olmuştur.” İtiraz ya da parantez cümlesi, işte bu gerçeğin ifadesidir. Dolayısıyla sizin tuzaklarınız, planlarınız size bir yarar sağlamadı, sağlamayacaktır da, hatta sizin kendi aranızda onların doğruluğunu bildiğiniz hâlde Müslümanlarla müşriklere işin bu tarafını gizleyerek İslâm'ı kabul etmeye engel çabalarınız da size bir fayda getirmedi.

“(Ey Peygamber!) De ki: «Gerçek lütuf Allah'ın elindedir. Allah onu kullarından dilediğine verir.»“Bununla hidâyete erdirme ve muvaffakiyet murat olunmaktadır. Ya da cümlenin manası, (.......) kavliyle tamamlanmaktadır.

Yani, “Böyle görünürde inanmış gibi gözükmeyin.” demektir. Çünkü; Yahûdîler günü başında îman etmiş gibi ortaya çıkıyorlardı. Ancak sizin dininize uyanlara, sizden olanlara açıklayın.

Yani; sizden Müslüman olup da sizin talimatlarınıza göre hareket edenlere açıklayın. Çünkü; böylelerinin İslâm'ı bırakıp eski inançlarına dönmeleri diğerlerinin dönüşüne göre daha inandmcı olur.

(.......) kavlinin manası, (.......) demektir. Evet siz bunu söylediniz ve bu manada gereken yolları denediniz, yoksa bir başka şey için değil.

Yani, tüm başvurduğunuz bu yollar sizin azgınliğinız ve hasediniz yüzündendir.

(.......)

Yani, size verilen ilim ve Kitap'tan sizden olmayan birine verilmiş olması sizi bu söylediklerinizi söylemeye sevk etti, sırf bunun için böyle bir yolu denediniz. Nitekim; İbn Kesîr'in de kırâati bunu gösterir. Çünkü o, (.......) kelimesini soru manasında (.......) şeklinde elifi uzatarak med ile okumuştur.

Yani, “Kendilerine haset edip çekemediğiniz kimselere size verilen kitabın bir benzerinin verilmesi yüzünden mi?...” Buna göre, (.......) kavlinin manası şöyle olur:

“Size verilen bir benzerinin verilmiş olması sebebiyle sizler yapabileceklerinizin tamamını yaptınız, denemedik yol bırakmadınız. Her şeyi denediniz. Ya da yarın Rabbiniz katında onların sizin karşınıza delil ile çıkmaları ve onu inkâr ettiğiniz gerçeğinin gelip sizi yakalanası korkusundan böyle bir yola girdiniz.”

Allah lütuf ve ikramı -rahmeti- geniş olan ve maslahat açısından- her şeyi de en iyi bilendir.”

74

Allah rahmetini dilediği kuluna âit (haleyhisselâm) kılar. Allah büyük (geniş) lütuf sâhibidir.

Allah rahmetini -İslâm'ı- dilediği kuluna âit (haleyhisselâm) kılar. Allah büyük (geniş) lütuf ve ihsan sâhibidir.

75

Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki, kendisine kasalarla dolu hazineler emanet etsen, onu sana eksiksiz olarak tekrar iade eder. Yine onların içinden öyle kimseler de vardır ki; kedisine bir tek dinar da bı-raksan tepesinde durup dikilmezsen onu sâna iade etmez. Bunun nedeni, “Bizden olmayanlara böyle davranmak günah değildir.” demelenndendir ve onlar bilerek (kasten) Allah'a yalan söylemektedirler.

Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki; kendisine kasalar dolu hazineler emanet etsen, onu sana eksiksiz olarak iade eder.” Burada sözü edilen kişi Abdullah b. Selâm’dır. Kureyş'ten biri kendisine 1200 ukye (yedi miskal) altın emanet bırakır, o da aynen onu kendisine iade eder. “Yine onların içinden öyle kimseler de vardır ki; kendisine bir tek dinar bıraksan, tepesinde durup dikilmezsen onu sana iade etmez.” Bu şahıs da Finhas b. Azura'dır. Çünkü Kureyş'ten biri ona bir dinar emanet bırakır; ancak Finhas bunu inkâr eder ve emanete ihanette bulunur.

Bir tefsire göre genelde güvenilir olan toplum Hırıstiyanlardır. Çünkü olara güven daha fazla idi. Az da olsa ihanet içerisinde bulunanlar ise Yahûdîlerdir. Çünkü; onlar daha çok ihanet içinde yaşadıklarından bu, onlarda bir huy hâlini almıştır.

(.......)

Yani; ey hak sâhibi! Sen onun başında dikilip durmadığın müddetçe, bu hususta yakasına sanlmadıkça çıkarıp vermez.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, İbn Âmir, Nâfi, Ali el-Kisâî ve Hafs, (.......) kavliyle, (.......) kavlindeki (.......) harfini kesre ile ve tok bir sesle okumuşlardır. Bir rivâyete göre Ebû Amr, ihtilas yapmıştır. Diğer kırâat imâmları da bunu (.......) harfini sükunu ile okumuşlardır.

“Bunun nedeni, (.......) demelerindendir.”

(.......) işaret ismiyle belirtilmek istenen şey, (.......) kavlinin ifade ettiği, “onu iade etmez, gerivermez” manasına işarettir. Çünkü; ödemeleri ya da geri vermeleri gereken şeyi vermeyip edayı terk etmişlerdir.

Yani; onların, üzerlerine düşen hakkı çiğneme sebebi, şu ifadeleridir:

Bizden olmayanlara, ümmî Araplara bir şey ödemek bize gerekmez.” Çünkü, bizden olmayanların varlıklarını alıp yemek bize mubahtır, demelerinden ileri gelmektedir.

Yani, ümmiler konusunda bizi ilgilendiren bir günah, bir yerme söz konusu değildir. Bununla kitap ehli olmayanları kasdediyorlar ve şunu demek istiyorlar, onların mallarını herhangi bir yoldan almamızda bize bir vebal yoktur. Onların mal varlıklarını tutmamız, vermememiz, onlara zarar vermemiz gayet olağan bir şeydir. Çünkü; onlar bizim dinimizden değillerdir. Nitekim; Yahûdîler bu manada kendilerine karşı çıkanlara zulmetmeyi helâl saymaktadırlar ve diyorlar ki: “Bizim kitabımızda onlara saygı göstermemiz gerektiğine ilişkin bir hüküm yoktur. “

Rivâyete göre Kureyşlilerden bazı kimselerle Yahûdîlerle alışverişte bulunurlar. Kureyşliler Müslüman olduktan sonra Yahûdîlerde olan alacaklarını istediler. Onlar da:

— Sizin bizden bir alacağmız yoktur. Çünkü siz dininizi bvaktmız, diye karşılık verdiler. Gerekçe olarak bunu kitaplarına dayandınyorlardı ve:

— Bizim kitabımızda böyle bir borcun ödeneceğine dair bir bilgi yok, diyorlardı.

Ve onlar -kendilerinin yalancılar olduğunu- bilerek (kasten) bu ödememe olayı bizim kitabımızda var diye- Allah hakkındayalan söylemektedirler.”

76

Hayır, gerçek hiç de onların ileri sürdükleri gibi depdir. Her kim verdiği sözünü yerine getirir, (Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak) sakınırsa, şüphesiz ki Allah sakınanları sever.

(.......) Ümmiler veya kendilerinden olmayanlar hakkında kendi lehlerine olabilecek şekilde ortaya attıkları gerekçelerini bu ifade ile Rabbimiz red ediyor ve bilâkis onların söyledikleri bu gerekçe onların dediği gibi değildir, durum onların aleyhinedir.

Hayır! Gerçek hiç de onların ileri sürdükleri gibi değildir. Her kim verdiği sözünü yerine getirir, (Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak) sakınırsa,”

Aslında, (.......)eümlesi yeni bir cümledir ya da müste'nefe cümlesidir. Bu, (.......) kelimesinin yerini aldığı bir cümleyi tesbit edip ortaya koymaktadır. (.......) kavlindeki zamîr ise yüce Allah'a râcidir.

Yani, “Allah'a verdiği sözü yerine getiren bu manada Emir ve yasaklar çerçevesinde sakınan herkes. “demektir.

İyi bilsin ki; Allah, emir ve yasakları çerçevesinde hareket eden takva sâhibi kullarını sever.”

Yani, onları sever. Burada zamîr gelmesi gereken yere bizzat ismin kendisi (ismi zahir) getirilmiştir. Bu da, (.......) kelimesidir. Dolayısıyla tüm müttakiler, cezâ edatı olan, (.......) kelimesine râci olan zamîr yerine geçmiştir. Bu konu içerisine îman ve bunun dışında tüm sâlih ameller girdiği gibi sakınılıp kaçınılması gereken Mfür ve her kötü amel de bunun kapsamma girer.

Söylendiğine göre bu âyet kitap ehlinden olan Abdullah b. Selâm ve benzerleri hakkında nâzil olmuştur.

Diğer taraftan zamîrin, (.......) kavline râci olması da câiz olur.

Yani; verdiği sözü yerine getiren herkim, ihanette bulunma ve tuzağa düşürme gibi kötü şeylerden uzak durarak sakınır, Allah’ın emir ve yasaklarını uygularsa, işte Allah onu sever. “

Bu âyet Yahûdîlerden Tevrât'ı tahrif ederek. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in özeliklerini anlatan âyetleri ve hükümleri değiştirip bunun için rüşvet alanlar hakkında nâzil olmuştur.

77

Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini basit (önemsiz) bir bedel karşılığında değiştirenlerin âhirette asla bir nasipleri yoktur. Allah, onlarla kıyamet gününde onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize de çıkarmayacaktır. İşte onlar için acıklı bir azap vardır.

“Allah'a karşı verdikleri sözü -yanlarında olanı tasdik eden peygambere îman edeceklerine dair Allah'a verdikleri sözü- ve -Vallahi biz o peygambere îman edeceğiz ve ona mutlaka yardımcı olacağız diye- yeminlerini basit (önemsiz) rüşvet almak, makam kapmak ve bunun gibi— bir bedel karşılığında değiştirenlerin âhirette asla nasipleri yoktur.”

(.......) kavli, (.......) kavlindeki zamîrin Allah'a râci olduğunu güçlendiriyor. (.......) nasibi, payı ve hissesi yoktur, demektir.

Allah, onlarla kıyamet gününde -kendilerini sevindirecek bir- güzellikle konuşmayacak, onlara rahmet gözüyle bakmayacak ve onları -övgüyle- temize çıkarmayacaktır.” İşte onlar için acıklı bir azap vardır.”

78

Şüphesiz kitap ehlinden öyleleri de vardır ki; dilleriyle kitabı eğip bükerek siz onu, kitaptan okuyor sanasmız diye çarpıtarak okurlar. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Bu, “Allah katından gelmedir.” derler, Halbuki o, Allah katından değildir. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.

Şüphesiz kitap ehlinden öyleleri de vardır ki; dilleriyle kitabı eğip bükerek, sız onu, kitaptan okuyor sanasınız diye çarpıtarak okurlar.”

Burada sözü edilenler Ka'b b. Eşref, Mâlik b. Sayf, Huyey b. Ahtap ve başkalandırlar. Bunları doğru olan şeklini dilleriyle değiştirerek okurlardı.

(.......) — Leyy, eğmek, bükmek ve sarmak ve değiştirmek gibi manalara gelir. Bundan murat ise, Yahûdîlerin Tevrât'ı tahrif etmeleri ve bozmalarıdır. Meselâ; recm âyetini, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile alâkalı nitelikleri ve daha başka hükümleri değiştirip bozmuşlardır.

(.......) kavimdeki zamîr, (.......) kavlinin ifade ettiği manaya râcidir. O da Tevrât'ın ya da Kitabın tahrif edildiği gerçeğidir. Ayrıca bundan muradın şöyle olduğu da câiz olabilir; “Kitaba benzer sözler söyleyerek, bu benzetilenleri kitaptan sanasınız, diye parlar. “Zaten Kitaptan kasıt da Tevrât'tır.

Halbuki okudukları kitaptan değildir,”

(.......) derler. “Bu cümle, (.......) kavlini te'kit içindir. Bu ifade ile onlar daha da aşağılanmakta ve şenaatleri ortaya konmaktadır. “Halbuki o Allah katından değildir. Onlar bile bile Allah hakkında (Allah adına) yalan uyduruyorlar.” Onlar kesin yalancıdırlar.

79

Hiçbir beşerin, Allah'ın kendisine kitap, hikmet (hüküm) ve peygamberlik verdikten sonra kalkıp insanlara, “Allah'ı bırakıp bana kul olun.” demesi mümkün değildir. Aksine o şöyle der: “Öğretmekte ve okutmakta olduğunuz Kitap sayesinde rabbaniler (halis ve samimi kullar) olun.”

Hiçbir kimsenin, Allah'ın kendisine kitap, hikmet (hüküm) ve peygamberlik verdikten sonra” Bu âyet Hazret-i îsa (aleyhi’s-selâm) ya tapınmaya itikadı yalanlamaktadır. Anlatıldığına göre bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e gelir ve:

“— Ey Allah'ın Rasûlü! Biz aramızda birbirimizle selâmlattığımız gibi seninle selâmlamıyoruz. Senin önünde eğilip secde etmeyelim mi, diye sorar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurur:

Allah'tan başkasına secde etmek, eğilmek yakışık almaz. Ancak peygamberinize saygılı olun ve hakkı da ehil olana verin.”

Bk. Vahidi, Esbabu'l-Nüzul; S:74. Hasen-ı Basrî rivâyet etmiştir. Ancak İbn Hacer şöyle diyor: “Ben bu hadisle ilgili olarak bir isnada rastlayamadım. Bk: Haşiyetu’l-Keşşâf; 1/378

Âyette yer alan, “hüküm” kelimesinden kasıt hikmet demektir veya Sünnet manasınadır ya da hüküm vermek, yargılamak, demektir.

kalkıp halka, (.......) deme hakkına sahip değildir.”

Burada, (.......) kavli, (.......) kavline ma'tûftur.

Aksine O şöyle der: “Fakat o, “rabbaniler olun “der.

(.......) — rabbaniy kelimesi, (.......) ve (.......) harflerinin ilâvesiyle “Rabbe mensup, Rabbe âit” demektir. Bu da, Allah'a çok fazla bağlı ve itaatkâr olan, demektir. Nitekim; Abdullah b. Abbâs öldüğü zaman İbn Hanefî'ye demiştir ki:

“Bu ümmetin rabbanisi vefat etti.” Hasen-ı Basrî'ye göre rabbaniler; “Fakih (derin anlayış sâhibi) olan alimlerdir.” Kimilerime göre de; “Öğretici olan alimlerdir.” Bazıları da: “Rabbani demek, ilmiyle amel eden alim, demektir.” demişlerdir.

Kırâat imâmlarından Âsım ve İbn Âmir, (.......) olarak kırâat etmişlerdir.

Yani; kendinizden başkalannı, demektir. Fakat bu imâmların dışında kalanlar da bunu, (.......) olarak kırâat etmişlerdir.

(.......)

Yani; okutmakta olduğunuz, demektir. Mana şöyledir: “Sizin ilim öğrenmeniz ve öğretmeniz sebebiyle rabbaniler var oldu.” “Rabbani” Allah'a itaate son derece bağlı olan demektir. Çünkü bu, hem ilim öğrenmeye ve hem öğretmeye sebep teşkil eder. Dolayısıyla kendini tümüyle ilme adayan, ömrünü bu yolda tüketenler, sıkıntılara katlarıanlar ve fakat bunun gereğiyle amel etmeyenler için delil olması bakımından bu âyet yeter. Çünkü böyleleri güzel bir ağaç dikerek onun güzel manzarasıyla eğlenip durduğu hâlde, fakat onun meyvesinden yazık ki yararlarınııyor. İşte kendini ilme adadığı hâlde bütün zamanım onunla yararlanmadan geçiren kimsenin geçirdiği zamana yazık olur.

Bir tefsire göre de: (.......) kavlinin manası, onu halka okuyan, demektir. Nitekim; Rabbimizin şu kavli de bunun gibidir:

“Biz onu, Kur'ân olarak, insanlara dura dura okuyasın diye ayırdık.” İsrâ', 106.

İşte bunun manası da, (.......) olur, bu da tedris kökünden alınmadır. Nitekim; İbn Cubeyr'in de kırâati böyledir.

80

Size: “Melekleri ve peygamberleri rabler edinin.” diye de emretmez. Siz Allah'ın emirlerine boyun eğip Müslüman olduktan sonra o size hiç küfre gireceğiniz bir şeyi emreder mi?

O aynı zamanda size: (.......) diye de emretmez.”

Burada, (.......) kavli nasb ile olmak üzere, (.......) kavli üzerine ma'tûftur. Bunun durumu ise, (.......) kavlindeki olumsuzluk manasını artırmak ya da te'kit için baştaki, (.......) mezîdedir. Bunun manası şöyledir:

“Hiçbir insan, Allah kendisinden haber versin diye peygamber olarak göndersin, Allah'ın kullarını yalnızca Allah'a kulluk etsinler ve Allah'a eşler ve denkler edinmeyi terk etsinler göreviyle diksin, sonra da bu adam kalksın insanlara, onların kendisine kulluk etmelerini emretmiş olsun” ve size de, (.......) diye emretmiş olsun. İşte bu, olacak şey değildir.”

Meselâ; bu âdeta şu ifadeye benzer:

“Ben Zeyd'e ikramda bulunayım da o da kalksın beni aşağılasın ve beni önemsememiş olsun.”

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Nafı,-Ebû Amr ve Ali, (.......) fiilindeki (.......) harfini merfû' olarak okumuşlar; çünkü bunu yeni bir cümleye giriş olarak değerlendirmişlerdir.

Siz Allah'ın emirlerine boyun eğip Müslüman olduktan sonra o size hiç küfre gireceğiniz bir şeyi emreder mi?”

(.......) kavlinin başında yer alan hemze, inkâr içindir. Bir de, (.......) kavliyle, (.......) kavlindeki zamîrler de, (.......) kavline veya (.......) lâfza-i celâline râcidir. (.......) kavli ise, burada muhatapların Müslümanlar olduğunu göstermektedir. Çünkü; Müslümanlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e secde etmek için kendisinden izin istemişlerdi.

81

(Ey Kitap ehli!) Hani Allah nebilerden “Ben size kitap ve hikmeti (şerî'atın srrlarını) verdim. Sonra da yanınızda olanı doğrulayan bir rasûl gelince mutlaka ona îman edecek ve onu mutlaka destekleyeceksiniz.” diye söz almıştı ve “Kabul edip bununla ilgili ahdimi (emirlerimi) yüklendiniz mi?” diye buyurduğunda, (nebiler de:) “İkrar ettik.” (kabul ettik) diye cevap vermişlerdi. Allah da: “Öyle ise birbirinize şâhit olun! Ben de sizinle beraber size şâhitlikte bulunanlardanım.” buyurdu.

(Ey Kitap ehli!) Hani Allah nebilerden söz almıştı.” Ayete hemen baktığımızda, kendilerinden kesin söz alınanların, peygamberler olduğunu görmekteyiz. Ancak ayetten, “kendilerinden kesin söz alınmış olanların, peygamberlerin soylarından gelen çocukları olduğu” manası da çıkabilir. Bunlar ise İsrâ'iloğullarıdır. Bu ise muzafın hazfedildiği varsayımına göredir.

“Ben size kitap ve hikmeti (şerî'atın sırlarını) verdim.”

Buradaki, (.......) kelimesinde yer alan, (.......) harfi, lâm.-ı tavdadır. Çünkü; ayete baktığımızda, “kendilerinden söz alınma” olayı sanki bir yemine dayalı alınan bir söz, yemin ile alâkalı bir ifade imiş gibi bir mana sergiliyor. (.......) kavlindeki (.......) harfi ise, kasemin, yani yeminin cevâbıdır. Ayrıca (.......) edatının şart manasını taşıması (içermesi) de câizdir. (.......) ise hem kasem yani yemin ve hem şartın cevabı yerine geçmesi olabildiği gibi şu manada ilgi cümleciği olması da câizdir. Size onu verince, (.......) yani: “size gönderdiğim o peygamber gelince, mutlaka ona îman edin ....” (.......) ilgi cümleciğine (sıla üzerine) mamftur. Burada bulunan âid (zamîr) mahzûf olup (.......) edatına râcidir. Bu, (.......)takdirindedir.

Sonra da yanınızda olanı -yanınızdaki kitabı- doğrulayan bir peygamber -Muhammed- gelince, mutlaka ona -o peygambere- îman edecek ve onu -Muhammed'i- mutlaka destekleyeceksiniz, diye söz almış.”

Kırâat imâmlarından Hamza, (.......) harfinin kesresı ile, (.......) olarak okumuştur. Âyetteki, (.......) edatı ise, (.......) manasınadır veya bu (.......) edatı mastar manasında olan bir edattır.

Yani; mana şöyledir: “Size bir kitap ve hikmet vermemden sonra da yanınızdakini doğrulayan bir elçi (Muhammed'i) göndermemden dolayı..,” (.......) harfi ise talil yani sebep (illet) bildirmek içindir.

Yani; bu durumda mana şöyle olur:

“Allah, Rasûle mutlaka îman edesiniz ve size hikmeti verdiğimden dolayı mutlaka onu destekleyesiniz, diye Allah kendilerinden (sizden) kesin söz aldı. Kaldı ki; size, kendisine îman etmenizi ve ona destek vermenizi emrettiğim peygamber, size karşı aykırı bir şey getirmiş değildir, nitekim o da îman noktasında size muvafakat etmektedir, îman edilecek hususlara zaten îman etmektedir.”

Kırâat imâmlarından Nâfi ve Ebû Cafer, (.......) kavlini birinci çoğul şahıs olarak (.......) olarak okumuştur.

ve (.......) diye buyurduğunda”

Yani; Allah, “Siz, benim sizden istediklerimi, ahdimi kabul ettiniz mi?” diye buyurdu.

Âyette, (.......) kelimesine yer verilmesinin sebebi, yani; “ağır yük, zor olan yük” demektir. Bu ağır ve zor olan yükü üstlendiniz mi, manasınadır.

Nebiler de: (.......) diye cevap vermişlerdi.” Allah da: (.......) diye buyurdu.” Kiminiz kiminize bu ikrar ve kabulünüzden dolayı şâhitlikte bulunun. Ben de sizinle beraber sizin bu ikrar ve kabulleriniz için ve birbirinize olan şâhitlikleriniz için olan tanıkliğinıza şâhitlikte bulunacağım.

İşte bu, onlardan ilerisi için alınan pekiştirilmiş bir ifadedir ve gerçeklerden sapmamaları için bir uyandır. Çünkü; ortada Allah'ın şâhitliği ile birlikte bir de kendi aralarında birbirlerine olan şâhitlikleri bilinince, bundan kolay kolay dönmek mümkün olmaz.

Bir başka tefsire göre ise, yüce Allah meleklerine: “Bunlara şâhit olun.” diye buyurmuştur.

82

Artık bundan sonra her kim dönerse, işte onlar, fâsıkların ta kendileridir.

Artık her kim îmandan dönerse,” verdiği kesin sözden, pekiştirilmiş ifadeden, kabul ettikten sonra verdiği kesin antlaşmadan döner, ahdini bozarsa, gelecek olan peygambere îman etmekten yüz çevirirse, “İşte onlar, fâsıkların ta kendileridir.”

Yani azılı kâfirlerdendir.

83

Onlar Allah'ın dininden başka bir din mi istiyorlar? Halbuki göklerde ve yerde var olan her şey ister istemez Ona boyun eğmiştir sonunda da Ona döndürüleceklerdir.

Onlar Allah'ın dininden başka bir din mi isliyorlar?” Bir cümleyi diğer bir cümleye atfeden (.......) harfinin başına soru şeklinde inkâr manasına gelen (.......) harfi gelmiştir. Dolayısıyla mana şöyledir:

“İşte onlar, Allah'ın koyduğu sınırları (hükümleri) çiğneyip inkâr edenlerin ta kendileridir ve bu yüzden Allah'ın dininden başka bir din istiyorlar. -” Daha sonra bu iki cümle arasına inkâr manasındaki hemze harfi yer aşmıştır.

Ayrıca bu cümlenin mahzûf bir başka cümle başka üzerine atfedilmesi de câizdir. Bu cümlenin takdiri de şöyledir: “Onlar hâlâ yüz çeviriyorlar da Allah'ın dininden başka bir din mi istiyorlar? “

Burada mef'ûl yani tümleç, fiili (yüklemi) üzerine takdim olunmuştur. Mef'ûl ise, (.......) kavlidir. Çünkü; inkâr bakımından bu, oldukça önemlidir. Diğer taraftan inkâr manasını taşıyan harf ise (.......) harfidir. Bu ise bâtıl olan ma'bûtlara, ilâhlaştırıları şeylere ve sistemlere yöneliktir.

Halbuki göklerde ve yerde var olan her şey isler islemez O'na teslim olmuşlar.”

Yani; gökte melekler, yer yüzünde insan ve cinler, kısaca her varlık ya eldeki mevcut .

delillere bakarak ve akıl yürüterek kendi istekleriyle Allah'ın dinini kabul edip teslim olmuşlardır. Ya da kendilerine karşı silâh, ok veya kılıç kullanılarak zorla yola getirilmişlerdir. Yahut da azâbı görerek yola gelmişlerdir. Meselâ; İsrâ'iloğuUarmın başları üzerine Tûr dağının kaldmlması, Fir'avun'un suda boğulması, insanların ölümle yüz yüze gelmeleri gibi. Nitekim; yüce Allah bir başka âyetinde şöyle buyuruyor:

“Artık o çetin azâbımızı gördükleri zaman: Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik.'derler.” Ğafir/Mü'min, 84.

(.......) ve (.......) kelimeleri hâl olmaları bakımından her ikisi de mensûbdurlar.

Yani; “İtaat ederek (kendi istekleriyle de olsa), zorla da (istemeyerek de) olsa...” demektir.

Ve sonunda O'na döndürüleceklerdir.” Dolayısıyla işledikleri amellere göre cezâlarıdırılacaklardır.

Kırâat imâmlarından Hafs, (.......) ve (.......) kelimelerini (.......) harfiyle okumuştur. Fakat kırâat imâmlarından olan Ebû Amr ise, (.......) kavlini (.......) harfiyle ve (.......) harfinin de fethiyle, (.......) olarak okumuştur. Çünkü; azıtıp sapanlar bizzat yüz çevirenlerdir. Halbuki Allah'a dönecek olanlar ise, bütün insanlardır. Bu iki kırâat imâmı dışındaki diğer kırâat imâmları ise, söz konusu her iki kelimeyi de (.......) harfiyle ve bir de (.......) harfinin fethiyle olmak üzere, (.......) ve (.......) olarak okumuşlardır.

84

(Ey Resûlüm Muhammed!) de ki: “Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm, İsmâîl, Ya'kûb ve torunlarına indirilenlere, Mûsa'ya, Îsa'ya ve diğer peygamberlere Rableri tarafmdan verilenlere îman ettik. Biz (îman bakımından) hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz, hepsine imâm ederiz. Ve biz Allah'a teslim olmuşuz.

(Ey Resûlüm Muhammed!) De ki: Biz Allah'a, bize indirilene, .... îman ettik.” Bu âyette yüce Allah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e ve îman edip onunla beraber hareket edenlere, kendileriyle ilgili durumlarını açık olarak ortaya koymaları için kendilerine emir buyuruyor. İşte bu bakımdan, “de ki” kavlindeki zamîri tekil olarak zikretti ve “îman ettik” kavlindeki zamîri de çoğul olarak getirdi.

Ya da krallar nasıl ki kendilerinden söz ettiklerinde saygı ifade eden kelimelerle söz ederlerse, Allah da peygamberine, kendisinden söz etmesini ve Allah tarafmdan görevlendinlen peygamberinin değerini yücelttiğinden söz etmesini emretmektedir.

Bu âyette, (.......) fiili, isti'lâ harfi olan, (.......) cer edalıyla müteaddi (geçişli) kılınmıştır. Nitekim; Bakara Suresinin 136. âyetinde ise bu, intiha (sonuç) ve neticeye varma ve varacağı noktaya ulaşma manasında olan (.......) cer edatıyla müteaddi kılınmıştır. Çünkü; bu âyetlerde her iki mana da bulunmaktadır.

Yani; hem isti'lâ (yukandan aşağıya iniş) ve hem intiha (bitiş noktasına ulaşma) vardır. Çünkü; vahiy üstten yüce Allah'tan geliyor ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ta son buluyor. Dolayısıyla bazen bu iki manadan biriyle ve bazen de diğeriyle gelmektedir.

“Lübab” adlı eserin yazan diyor ki: “Bakara Sûresi, 136. Âyetteki, “deyin/söyleyin” kavlinin olması dolayısıyla, bununla hitap ümmetedir. Dolayısıyla burada ancak, (.......) cer edatının gelmesi doğrudur. Orada, (.......) cer edatının zikredilmesi yerinde olmaz. Çünkü; gönderilen ilâhî kitaplar sonuçta gelip peygamberlerde ve onların ümmetlerinde son buluyor. Halbuki bu âyette yüce Allah, (.......) — “de ki” emriyle söze başlamaktadır. Bu emir de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in ümmetine değil, bizatihi Resûlüllah’ın kendi şahsınadır. Bunun için de burada uygun olan da, (.......) cer edatının gelmesidir. Çünkü; peygambere indirilen kitapta ümmetin herhangi bir ortakliği yoktur.” Ancak “Lübab” adlı eserin müellifinin bu görüşü ihtiyatla ele alınmalıdır. Çünkü bu âyet meselenin müellifin dediği gibi olmadığına işaret etmektedir.

Burada yüce Allah'ın şu kavline bir işaret yardır: Al-i İmran, 72.

İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshak'a, Ya'kûb'ave torunlarına indirilenlere, ... îman ettik.” Bu âyette yer alan, (.......) kelimesi torunlar demek olup, bununla Hazret-i Ya'kûb (aleyhi’s-selâm) un oğulları, soyu kasdolunmaktadır. Çünkü; yüce Allah onun soyundan peygamberler göndermiştir. “Mûsa'ya, Îsa'ya ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilenlere îman ettik.”

Bu âyette geçen (.......) kavli, Bakara Sûresi, 136. âyette tekrar olunduğu hâlde bu âyette, (.......) kavlinde tekrar olunmamıştır. Çünkü; daha önce zaten, (.......) kelimesi zikrolunmuştur. Kaldı ki; bundan önce 81. âyette, (.......) buyurmuştur. Yine bu âyette geçen,. (.......) “Rablerinden” kavli, “Rableri tarafından, Rableri katından, Rableri nezdinden” demektir.

Siz (îman bakımından) hiçbirini diğerlerinden ayırt etmeyiz, hepsine îman ederiz.” Nitekim; Yahûdî ve Hırıstiyanlar îman açısından kimi peygamberlere inanıyor ve kimilerini inkâr ediyorlardı. “Ve biz Allah'a teslim olmuş (boyun eğmiş) Müslümanlarız.” Kendimizi O'na bağlamış tevhit inancına sahip kimseleriz. Allah'a kulluk ve ibâdetimizde Allah'a hiçbir şeyi asla şerik (ortak) kurmayız.

85

Her kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o (istediği din) asla kendisinden kabul edilmeyecek ve o âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.

Her kim islâm'dan başka bir din ararsa...”

Yani tevhit inancı olan bir tek Allah'a îmanı ve İslâmi yaşantıyı bırakıp başka bir din ve inanç ararsa... bu âyette geçen (.......) kelimesi dilbilgisi bakımından temyizdir ve bundan dolayı da mensûbdur.

Bilsin, ki; o istediği din asla kendisinden kabul edilmeyecektirve-o âhirette kendine yazık edenlerden olacaktır.”

Yani, hüsrana uğrayacaktır.

Şimdi tefsirini ele alacağımız âyet, önce İslâm'ı kabul edip sonra da İslâm'dan dönen ve ondan sonra da Mekke'ye giden bir topluluk hakkında nâzil olmuştur.

86

Îman edip, Rasûlün hak olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine apaçık beyyineler (kanıtlar) geldikten sonra inkârcılığa sapan bir topluma Allah nasıl hidâyet nasip eder? Halbuki Allah zâlim bir toplumu asla hidâyete erdirmez.

Îman etmelerinden, Rasûlün hak olduğuna şehadet ellikten ve kendilerine apaçık beyyineler (kanıtlar) geldikten sonra inkârcılığa sapan bir topluma Allah, nasıl hidâyet eder?” Bu âyette geçen, (.......) kelimeşinin başında yer alan (.......) harfi hâl vavıdır. Ancak burada, (.......) kelimesi muzmâr (gizlidir), Bu, şu demektir:

“İnkâr ettiler. Halbuki Rasûl Muhammed'in hak peygamber olduğuna kesin olarak şâhitlikte bulunmuşlardı. “

Ya da buradaki (.......) harfi, (.......) kelimesinde var olan fiil manası üzerine atfolunmuştur. Çünkü; bunun manası; “îman ettikten sonra...” Ve kendilerine apaçık beyyineler (kanıtlar) geldikten sonra” nın ifade ettiği manada, “Kur'ân ve benzeri diğer mu'cizeler gibi şâhitler geldikten sonra “demektir.

Halbuki Allah, zâlim bir topluma asla doğru yola iletmez.”

Yani; onlar kâfirliği tercih ettikleri sürece ya da onların kâfir olarak ölmeleri hâlinde, Allah onlara cennet yolunu asla göstermez.

87

İşte onların cezâları, Allah'ın meleklerin ve bütün insanların larıetlerinin üzerlerine olmasıdır.

Bu âyette geçen, (.......) ikinci mübtedadır. Bunun haberi de, (.......) kavlidir. Bu haber ve ikinci mübteda ikisi birlikte birinci mübteda olan, (.......) kelimesinin haberidirler. Ya da (.......) kavli, (.......) kavlinden bedeli istimaldir.

88

Onlar, o lânetin içinde ebediyen kalıcıdırlar. Onlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yüz verilmez.

Bu âyetin (.......) kavli, (.......) kavlindeki (.......) zamîrinden hâldir.

89

Ancak tevbe edip îman ederek durumlarını düzeltenler müstesna. Şüphesiz ki Allah gafurdur, rahîmdir.

Ancak dinden -büyük asli küfürden veya irtidattan- tevbe edip îman ederek durumlarını -bozduklarını ve yanlışlarını- düzeltenler -veya salâha girenler- müstesna. Çünkü; Allah tevbe edenleri -küfürlerini- mağfiret buyuran ve onlara merhamet edendir.

Şimdi tefsirini okuyacağımız âyet Yahûdîler hakkında nâzil olmuştur.

90

Îman ettikten sonra (yeniden) küfre girenlerin, sonra da azıtıp çok daha ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve onlar sapıkların ta kendileridir.

Şüphesiz -Mûsa ve Tevrât'a- îman ettikten sonra yeniden küfre girenlerin” Îsa ve İncîl'i inkâr edenlerin “Sonra da -Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i ve Kur'ân'ı inkâr ederek- küfürde azıtıp çok daha, ileri gidenlerin,” Ya da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) & henüz peygamber olarak gönderilmezden önce ona inandıkları hâlde sonradan inkâr edenlerin ve daha sonra da bu'küfür ve inkârlarında ısrar ederek azıtıp daha da ileri gidenlerin, her fırsatta ve her zaman ona dil uzatanların “Tevbeleri asla kabul edilmeyecektir.” Veya bu âyet, dinden dönen mürtedler hakkında nâzil olmuştur. Bunlar dinden döndükten sonra, Mekke'ye dönerler ve küfürlerini daha da ileri götürerek şöyle derler:

“Biz şimdilik Mekke'de ikâmet edip kalıyoruz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ilgili olarak, ondan önce gelenlerin başına gelen felâketlerin onunda başına gelecek günleri bekleyip duruyoruz.”

İşte bunların “Tevbeleri asla kabul edilmeyecektir.”

Yani; yeis (umutsuzluk) anında, iş işten geçtikten sonra bunların îman etmeleri işe yaramayacaktır ve kendilerinden tevbeleri de kabul olunmayacaktır. Çünkü bunlar, ancak ölüm anında ve iş işten geçtikten sonra, varacakları yeri de gördükten sonra îman etmişlerdir. Nitekim; yüce Allah bunlarla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

91

Şüphesiz inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, işte onlar, yeryüzü dolusu altını fidye olarak verseler bile, bu, asla onlardan kabul edilmeyecektir. Onlar için kıyamet gününde acıklı bir azap vardır ve onları azaptan kurtaracak hiçbir yardımcdarı da olmayacaktır.

Bu âyette bulunan (.......) kavlindeki (.......) harfi, bu cümlenin şart ve cezâ cümlesi olarak geldiğini bildirmek içindir. Bu kimselerden fidyenin kabul edilmeme nedeni, bunların kâfir kimseler olarak ölmelerindendir. Daha önce geçen 90. âyette benzer kelimede (.......) harfinin yer almaması, cümlenin mübteda ve haber cümlesi olduğunu yani isim cümlesi olduğunu göstermek içindir. Âyetteki (.......) kelimesi de temyizdir.

İşte durumları böyle olan inkârcılar, yeryüzü dolusu altını fidye olarak verseler bile yine de onlardan bu fidye kabul edilmeyecektir. Onlar bu bakımdan azaptan da kurtulmayacaklardır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet gününde kâfirlere denilecek ki: (.......) O da, (.......) diyecek. Ancak kendisine, (.......) denilecektir.” Ahmed b. Hanbel, Müsned; 3/218. Buhârî, 6538. Müslim, 2805/52.

Bir başka tefsire göre, (.......) kavlindeki (.......) harfi, olumsuzluğu daha da pekiştirmek içindir.

92

Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça asla gerçek “İyi” ye eremezsiniz. Her ne harcarsanız şüphesiz ki Allah onu hakkıyla bilir.

Siz sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla gerçek (.......)ye eremezsiniz.” (.......)

Yani; gerçek iyiyi elde edemezsiniz veya gerçek iyilerden olamazsınız. Ya da Allah’ın sizin için hazırladığı gerçek “İyi” ye, sevaba ve cennete kavuşamazsınız. (.......) Taki yaptığınız harcamalarınız sizin için en gözde olan malınızdan ya da farklı bir değer biçtiğiniz mallarınızdan vermedikçe... Hasen-ı Basrî diyor ki:

“Kim sevdiği şeylerden, bu sevdiği şey tek bir hurma tanesi de olsa, Allah için harcarsa, işte o kimse hüküm bakımından bu âyetin içerisinde yer alır.”

Vasıti Ebû Bekir Muhammed b. Mûsa ise'şöyle diyor:

“Birr'e yani gerçek'iyi'ye ulaşabilmek kişinin sevdiği şeylerden harcamasıyla olur. Allah'a kavuşmak ise, her iki dünyadan da feragatle elde edilir.”

Ebû Bekir el-Verrak da şöyle der: “Sizin gerçek iyiliğiniz ve hizmetiniz kardeşlerinize ulaşmadıkça, benim gerçek iyiliğim/sevabım ve mükâfatım size ulaşmaz.”

Eğer özetle demek gerekirse; “Kişi, istediğini elde edebilmesi, ancak onun uğrunda sevdiğini gözden çıkarmasıyla kazanabilir.”

Ömer b. AbdülAzîz'den aktarıldığına göre:

“Kendisi heybeler (paketler) dolusu şeker satın alır ve sonra da satın aldığı bu şekerleri de sadaka olarak dağıtırmış. Kendisine:

Bu şekerlere harcadığın parayı sadaka olarak dağıtsan olmaz mı, diye sorduklarında, şu karşılığı verir:

— Çünkü, ben şekeri çok daha fazla seviyorum. Dolayısıyla en çok sevdiğimi Allah yolunda harcamak istiyorum.”

Âyette geçen, ilk (.......) cer edatı teb'îz içindir.

Yani bir kısmı, bazısı manasını taşır. Bu ise Abdullah b. Mesud'un kırâatine göredir.

Yani; mana şöyledir: “Sevdiğiniz şeylerin bir kısmını ya da birazını verinceye kadar vermedikçe...” demektir. İkinci (.......) edatı ise tebyîn yani açıklama mahiyetindedir.

Yani; “Hangi şeylerden harcamak iyi olursa siz onu istersiniz (seversiniz). Hangi şey kötüdür siz onu harcamak istemezsiniz.”

Şimdi tefsirini okuyacağımız âyetin nüzul sebebi şöyledir:

'Yahûdîler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e,

— Sen İbrâhîm'in dini üzere olduğunu ileri sürüyorsun. Halbuki İbrâhîm peygamber deve etini yemez ve deve sütünü de içmezdi. Fakat sen hem deve etini yiyor ve hem sütünü içiyorsun, demişlerdi. İşte bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

Bu söyledikleriniz İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’e helâl idiler ve biz de onları helâl sayıyoruz.” Vahidi, Esbabu'l-Nüzul, s: 75-76.

Ancak Yahûdîler bunların hem Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ve hem Hazret-i Nûh (aleyhi’s-selâm) un dinlerinde haram olduğunu ve haramlıklarını sürdürdüklerini iddia ettiler. İşte onların bu iddialarının bir yalandan ibâret olduğunu açıklamak üzere şimdi okuyacağımız bu âyet nâzil olmuştur.

93

Tevrât'ın indirilmesinden önce İsrâ'il'in (Ya'kûb'un) kendisine haram kıldığı şeyler dışında, İsrâ'iloğullarına yiyeceklerin her çeşidi helâl idi. (Ey Resûlüm Muhammed!) de ki: “(Ey Yahûdîler!) Eğer iddianızda doğru iseniz, Tevrât'ı getirin de onu okuyun.”

Tevrât'ın indirilmesinden önce, İsrâ'il'in (Ya'kûb'un) kendisine haram kıldığı şe)der dışında, israiloğullarına yiyeceklerin her çeşidi helâl idi.”

Bu âyette geçen, (.......) kavli hakkında tartışma söz konusu olan her yiyecek demektir. Bu yiyeceklerin içinde daha önceden haram olan leş ve kan gibi şeyler de yer almaktadır. (.......) Burada geçen, (.......) helâl idi demektir. Kelime olarak ise mastar bir kelimedir. Meselâ; (.......) denir ki, “Şey helâl olarak helâl kılındı. “manasındır. İşte bu açıdan bu, hem müzekker (eril) ve hem müennese (dişi kelimeye) sıfat olmada eşit olduğu gibi müfret (tekil) ve cemi' (çoğul) oluşta da eşit olan bir kelimedir. Nitekim, yüce Allah bir başka âyette de şöyle buyuruyor:

“Bu kâdirılar onlara helâl değildir.” Mümtehine, 10.

Âyette geçen “İsrâ'il” Hazret-i Ya'kûb (aleyhi’s-selâm) un diğer adıdır.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Ebû Amr ve Ya'kûb'a göre, (.......) kelimesi tahfif ile yani (.......) harfinin sükûnu ve (.......) harfinin şeddesiz okunmasıyla, (.......) olarak kırâat etmişlerdir.

Bu âyette söz konusu edilen haram şey, deve eti ve sütüdür. Çünkü; bu yiyecek maddeleri onun için daha lezzetli ve yiyeceklerin en gözdesi, iyisi idi. Âyetin manası şöyledir:

“İsrâ'il'in, yani Ya'kûb'un bizzat kendi kendisine haram kıldığı şeyler dışında henüz Tevrât indirilmeden önce İsrâ'iloğullarına ya da Ya'kûboğullarına yiyeceklerin her çeşidi helâl idi. Ancak Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) ya Tevrât inince (gelince) onlara deve eti ile deve sütü de haram kılındı. Çünkü; bizzat İsrâ'il'in; yani Hazret-i Ya'kûb (aleyhi’s-selâm) un kendisi bunları kendisine haram kılmış idi. İşte bundan dolayı bu, Yahûdîlere de haram kılınmış oldu.”

(Ey Resûlüm Muhammed!) de ki: “İşte âyetin bu kısmında yer alan ifade onları susturan bir emirdir. Çünkü bu ayetle, Yahûdîlerle yapılacak olan tartışmada, bizzat onların kendi kitapları olan Tevrât'ı getirmeleri ve Tevrât'ta var olan gerçekle onların susturulmaları isteniyor. Zira Tevrât'ta, onlara haram kılınan bizzat onların zulümleri, azgınlıkları ve taşkınlıkları yüzünden meydana gelen bir haramdır. Yoksa onların ileri sürdükleri gibi öteden beri var olan bir haram değildir. Ancak Yahûdîler Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-selâm) t, Tevrât'ı getirip okumaya cesaret edemediler. Nihayet apışıp kaldılar. Çünkü; verecekleri bir cevap kalmamıştı.

İşte bu âyet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in doğruluğuna ilişkin apaçık bir delil olduğu gibi aynı zamanda inkânna kalkıştıkları şeyin de neshedilebileceğinin, yani yürürlükten kaldırılabileceğinin de câiz olduğunu gösteren bir delil ve delildir..

94

Artık her kim bundan sonra Allah adına yalan uydurursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.

Yani; her kim kendilerine gösterilen kesin kanıtlardan sonra söz konusu yiyeceklerin haram olduğunu savunur ve iddia ederse, onlar kendilerine acımayan ve büyüklük taslayan, apaçık kanıtları tanımayan zalimlerin ta kendileridirler.

95

(Ey Resûlüm Muhammed!) De ki: “Allah, doğru söylemiştir. O hâlde hakka (tevhide) yönelmiş olarak İbrâhîm'in dinine uyun Çünkü o, Allah'a ortak koşanlardan değildi.”

(Ey Resûlüm Muhammed!) De ki: Allah bildirdiklerinde doğru söylemiştir.”

Yani; söz konusu yiyeceklerin haram olmadığım bildirmesinde Allah, doğru söylemiştir. Ayrıca burada YaHûdüerin yalancı kimseler olduklarına ilişkin bir tariz bulunmaktadır.

Yani; Allah'ın indirdiği hükümlerde doğru söylediği artık kesin olarak sabit olduğu gibi, Yahûdîlerin de yalancı kimseler olduğu gerçeği de kesinleşmiş bulunmaktadır.

O hâlde hakka (tevhide) yönelmiş olarak İbrâhîm'in dinine uyun.” Çünkü bu din, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile onun yanında yer alıp ona îman etmiş olanların dini olan İslâm dinidir. Bu dine uyun ki; sizi fesâdm, bozgunculuğun her çeşidine bulayan, dininizi ve dünyanızı mahveden Yahûdîlikten kurtulasınız. Çünkü bu Yahûdîlik, sizin kötü emellere ve amaçlara yönelmeniz için, sizleri Allah’ın kitabını tahrife (değiştirip bozmaya) kadar götürmüştür. Sizi buna zorlamıştır. Allah'ın, İbrâhîm'e ve ona uyanlara helâl kıldığı temiz şeyleri haram kılmaya kadar götürmüştür.

Âyette geçen, (.......) kelimesi İbrâhîm'den hâldir. Bu, bâtıl dinlerden hak olan dine, tevhide yönelmek ve dönmek demektir.

Çünkü o, Allah'a ortak koşanlardan değildi.”

Yahûdîler bizim kıblemiz sizin kıblenizden öncedir, diye itiraz ettiklerinde işte şimdi okuyacağımız âyet nâzil olmuştur.

96

Şüphesiz insanlar için ilk mabet olarak kurulan ey, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olan Mekke'deki ev (Kâbe) dir.

Şüphesiz insanlar için ilk mabet olarak kurulan ev” Esasen'o mabedi'kuran Azîz ve Celîl olan yüce Allah'tır. “Allah insanlar için bir beyt (ev) kurdu.” demek, onlar için ibâdet edecekleri bir yer belirlerdi, tayin etti demektir. Sanki âyette şöyle der gibi:

“İnsanlar için ibâdet edecekleri merkez olarak kurulan ilk ev (yer) Kâ'be'dir.” Nitekim; bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Mescid-i Harâm, Beyt-i Makdis'ten tam kırk yıl önce kurulmuştur.” Buhârî; 3366. Müslim; 520. Ahmed, Müsned; 5/160, 166.

Bir rivâyete göre bunu ilk inşa eden Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) dir. Yine rivâyete göre Hazret-i Nûh (aleyhi’s-selâm) tufanından sonra ilk hac edilen yer (ev) burasıdır. Bir başka rivâyete göre de gök ile yer yaratıldığı sırada su yüzüne ilk çıkan ev (beyt) burasıdır. Bir diğer rivâyete göre ise, Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm) tarafından yer yüzünde yapılan ilk ev burasıdır.

(.......) kavli de burada, (.......) kelimesinin sıfatı olup cer mahallinde gelmiştir. Haberi ise, “Mekke'de olan evdir. “kavlidir. Bekke ismi haram beldenin özel adıdır. İster Mekke ve ister Bekke ismi olsun, her ikisi de Mekke için kullanılan oraya âit iki özel isimdir.

Bir tefsire göre Mekke, beldenin, yani genel olarak yörenin adıdır. Bekke ise mescide âit yerin adıdır. Başka bir tefsire göre Mekke ismi, kök itibariyle Bekke isminden türemedir. Bu ise mana bakımından sıkışıklık, izdiham ve kalabalık manalarına gelir. Çünkü; insanlar buraya kalabalıklar hâlinde gelirler. Ya da burası, zalimleri boyunlarını eğmeye mecbur bıraktığı için Bekke ismi verilmiştir. Çünkü; oraya hangi zâlim saldırmışsa, Allah onun belini mutlaka kırmıştır.

(.......) kavli, hayrı ve bereketi bol olan demektir.

Yani; hac ve umre ibâdetini işleyenler için bol bereketli sevap olduğu gibi, aynı zamanda günahların bağışlanması da vardır. (.......) Alemlere hidâyet oluşu ise, buranın bütün Müslümanlara âit kıble olmasındandır ve ibâdetlerinde döndükleri istikamettir.

(.......) ve (.......) kelimeleri, (.......) kelimesindeki zamîrden hâldirler.

97

Orada (Beytü’l-Haram'da) apaçık âyetler ve ayrıca İbrâhîm'in makamı vardır. Her kim oraya girerse (her saldırıdan) emin (güvencede) olur. Oraya yol bulabilenlerin o evi (beyti) haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Artık her kim inkâr ederse (bilsin ki), şüphesiz Allah âlemlere muhtaç depdir.

“Beylü'l-Haram'da apaçık âyetler ve ayrıca İbrâhîm'in makamı vardır.”

Yani hiçbir kimsenin şaşırmayacağı, birbirine kanştıramayacağı apaçık işaretler vardır.

Âyetteki, (.......) kavli (.......) kavlinin atfı beyanıdır. Cemi' (çoğul) olan bir kelimenin tekil olan bir kelime ile açıklanması sahihtir. Çünkü; o tek olan şey bile yeri ve makamı itibariyle birçok âyetler ve mu'cizeler değerindedir. Zira; şanının yüceliği zaten ortadadır. Çünkü bu, yüce Allah'ın kudretine delâlet bakımından en güçlü delildir.

Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in peygamberliğinin eseri, kaskatı olan taş üzerinde ayak izini bırakması ve daha başkaca âyetleri kapsamına alması böyledir. Çünkü; ayağının izi o kaskatı taş üzerinde çıkmıştır, bunun çıkması bir mu'cizedir. Ayaklarının ta topuklarına kadar taşta iz bırakması bir başka ayettir. Kaldı ki; bir taşırı diğerine göre yumuşaması da bir mu'cizedir. Hatta bu taşırı diğer peygamberlerin mu'cizeleri yanında daha sonraki nesillere kadar varlığını sürdürmesi de yine Hazret-i .İbrâhîm'e âit bir mu'cizedir.

Her kim oraya girerse (her saldırıdan) emin (güvencede) olur.” Bu cümle her ne kadar mana bakımından bir ibtida veya şart cümlesi ise de (.......) kavimin atfı beyanıdır. Çünkü bu cümle, oraya girecek bir kimsenin güvencede olduğunu gösteriyor. Sanki burada şöyle denir gibidir:

“Orada apaçık âyetler, mu'cizeler vardır; Hazret-i İbrâhîm'in makamı var, oraya girenin can güvenliği var.” Burada zikredilen bu iki örnek, çoğul anlamındadır.

Yani; orada birçok mu'cizeler ve birçok şeyler var demektir. Şunu söylemek de câizdir:

Bu iki âyetin zikredilmesiyle diğer ayetlerin, mu'cizelerin bunların kapsamı içerisinde var olduğu gerçeğidir. Çünkü; bu ikisi zaten birçok âyet ya da mu'cizenin olduğuna delildirler. Bu ikisi dışında da daha birçok âyetler ya da mu'cizeler var demektir. Meselâ; atanlarının çokluğuna rağmen atıları taşların yok olması, Kuşların uçarlarken Beytullah'ın üzerinden yüksekten uçarak gitmekten sakınmaları, Beytullah'ın üzerinden uçmamaları ve daha buna benzer nice örnekler, âyetler... Yine bunun bir örneği de dünya ile alâkalı olan bir şeyin bir zikir ya da dua ile birlikte ele alınmış olmasıdır. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadınlar ve gözümün nuru namaz.” Ahmed b. Hanbel, Müsned; 3/108. Nesai, Sünenu'l-Kübra; 8888. Hakîm, Müstedrek; 2/160.

Hadiste yer alan, “gözümün nuru (aydınliği) namaz” maddesi, sayıları dünyalık üç maddeden biri değildir. Aksine bu, yeni bir isim cümlesidir. Çünkü; namaz dünyaya âit olan bir şey değildir. Dolayısıyla üçüncü madde burada zikredilmeden var olduğu kabul edilerek hemen âhiretle ilgili olana geçilmiştir. Sanki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) üçüncü maddeyi zikretmek istemedi ve onu bu sebepten terk etti ve şu noktaya dikkatimizi çekti gibi; Peygambere düşen görev dünyaya âit bir şey üzerinde durmamaktır. İşte bunun için hemen âhiretle alâkalı olan ibâdete, namaza geçti, din ile alâkalı olanını zikretti.

Bu eser (hadisin) sebebiyle alâkalı olarak şöyle bir tefsir yapılmıştır: Beytullah'ın (Kâ'be'nin) duvarları yükseltilirken Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in yorgun düşmesi ve güçsüz duruma düşmesi üzerine taşları yerine yerleştirmede zorlanınca, işte üzerinde ayak izlerinin bulunduğu taşırı üzerine çıkarak duvan yükseltmeye çalıştı. Bu sırada üzerine çıktığı taşırı üzerinde ayakları gömülerek taşırı üzerinde iz bıraktı.

Başka bir tefsire göre Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) Şam'dan ziyaret için Mekke'ye gelir. Gelini (Hazret-i İsmâîl (aleyhi’s-selâm)’in eşi) de kayınpederi olan Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’e:

— Binitinden in de, başırıı yıka (serinlen), der. Ancak Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) bineğinden inmez. Bunun üzerine Hazret-i İsmâîl (aleyhi’s-selâm) -in hanımı olan gelini, söz konusu taşı Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in üzerinde olduğu binitin yanma getirir. Taşı önce sağ tarafa koyar, Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) de sağ ayağını bu taşırı üzerine basar, gelini de Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ın başırıın sağ yanını yıkar. Sonra taşı alır ve sol tarafa koyar. Bu defa Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) sol ayağını taşm üzerine basar gelini bu sefer de başırıın sol tarafını yıkar. İşte Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in ayakları bu esnada taş üzerinde iz bırakır.

Her kim oraya girerse her (saldından emin) (güvencede) olur.” demek Hazret-i İbrâhîm (Aleyhi1s-Selâmy'in duası bereketiyle oraya girenin güvencede olacağı gerçeğidir. Çünkü; Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) şöyle dua etmişti:

“Rabbim! Bu şehri emin belde kıl” Bakara, 126.

Eğer bir kimse gerçek anlamda bir cinayet ya da suç işlese, sonra gidip Harem'e sığınırsa, dokunulmazdır, orada bulunduğu sürece yakalanmaz.

Hazret-i Ömer şöyle der:

“Ben Harem sınırları içerisinde babam Hattab'ın kâtilini yakalana imkânını bulabüsem, o kimse oradan çıkmadıkça asla dokunamam.”

Eğer Harem sınırları dışında bir kimse bir suç işler veya irtidat eder (dinden dönerse) ya da zina fiilini işleyen biri gidip Harem'e sığınırsa, o kimseye dokunulmaz. Ancak onun orada bannmasma, orada yiyip içmesine imkân verilmez. Ona orada bulunduğu müddetçe bir şey de satılmaz. Böylece baskı altında tutulur ki; sonuçta oradan çıkmak mecburiyetinde kalabilsin ve yakalansın.

Bir başka tefsire göre de; “Cehennem ateşinden güvencede olur.” Çünkü; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Her kim iki haremden birinde ölürse, kıyamet gününde cehennem ateşinden emin olmuş olarak diriltilir.” Beyhaki, Şuab;4180.

Yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlar:

“Hacun ile Bâkî denilen yerler çevresiyle birlikte alınır ve her ikisi de cennete serpiştirilir. Bu iki yer Mekke ile Medine'nin mezarlıklarıdır.” İbn Hacer, ben bu hadisi bulamadım, diyor. Bak. Haşiyetu’l-Keşşaf; 1/389.

Yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

“Kim gündüzün bir vaktinde (bir saatinde) ya da anında Mekke'nin kavurucu sıcaklığına sabrederse, cehennem o kimseden iki yüz yıllık bir yol mesafesinde uzaklaşır.” Ukayli, el-Duafau'l-Kebir; 1/226. Ukayli bu hadisle alâkalı olarak; “Bu, bâtıl ve aslı olmayan bir sözdür” demiştir.

(.......) harfinin kesriyle (.......) olarak okumuşlardır. Bu kırâat tarikine Kûfe okulu denir. Kesre okuyuşuna göre, (.......) kelimesi isimdir. Fetha ile yani, (.......) olarak okunması hâlinde bu, kelimenin mastar şekli olur.

Bir tefsire göre bu kelime ister kesre ile okunsun ister fetha ile okunsun dil bilgisi bakımmdan'her ikisi de, (.......) fiilinin maştandırlar. (.......) edatına gelince bu kelime, Külden bedeli ba'zdır.. Bu bakımdan da mahallen mecrûrdur.

oraya yol bulabilenler” kavlini Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); “azık ve yol vasıtası, binit ve bağlı şeyler” olarak tefsîr etmişlerdir. Bak. Tirmizî; 2998.

(.......) kavlindeki zamîr ise, “Beyt” e veya “hac” ca râcidir. Dolayısıyla bir yere veya bir şeye nereden ve nasıl çıkış bulunursa, işte o şeyin veya o yenn yolu odur. Yüce Allah'ın, (.......) kavli nâzil olunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün dinlere mensup kimseleri toplayarak onlara şöyle seslendi:

Yüce Allah size haccı farz kılmıştır. Bundan böyle haccedin.” Taberi, Tefsîr; 4/20.

İşte bunun üzerine ona îman eden tek bir din Erbâbı oldu. Bunlar da Müslüman olan toplumdur. Beş din Erbâbı ise onu inkâr ettiler. Biz ona îman etmeyiz ve biz oraya doğru ibâdet edip namaz kılmayız, hac ibâdetini de yapmayız, dediler, işte bunun üzerine, “Artık her kim inkâr ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir.” Kavli nâzil oldu.

Yani bu, her kim hac ibâdetinin farz oluşunu inkâr ederse, demektir. Bu görüş, Abdullah b. Abbâs'ın, Hasen-ı Basrî'nin ve Atâ'nm görüşüdür. Aynı zamanda bu küfür ifadesinin, nankörlük manasında olması da câizdir.

Yani, “Her kim Allah'ın kendilerine bahşeylediği vücut sağliğina, vermiş olduğu bol rızka şükretmez ve aynı zamanda hac ibâdetini de yapmazsa, bilsin ki, Allah âlemlere muhtaç değildir. “Allah'ın onların kendisine itaatlerine de ihtiyacı yoktur.

Bu âyette farklı şekilde tekit ifadeleri, aynı zamanda şiddet içeren manalar vardır. İşte bunlardan bir kısmını şöylece sayabiliriz. Meselâ:

(.......) ve (.......) cer edatı gibi.

Yani, “O hac ibâdeti halkın boynunda farz olan bir haktır.”

Yine bu âyette ibdal var ve amacı (maksadı) defalarca vurgulama var. Burada aynı zamanda konuyu tekrar var. Çünkü kapalı olan bir anlatımdan sonra, açıklama, mücmel (kısa ve toplu) anlatımdan sonra detay var ki bu konu dolayısıyla farklı iki şekilde anlatılıyor. İşte bunlardan biri, (.......) kavlidir. Bu ifade, (.......) yerinedir. Böylece hac ibâdetini imkânı olduğu hâlde yerine getirmeyen, terk eden kimse hakkında daha ağır bir ifade kullanılmış bulunmaktadır. Burada diğer bir husus da istiğna durumudur.

Yani; Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığıdır.

Bu da, Allah'ın gazâbına, kin ve öfkesine bir delildir. Bu ifadelerden bir diğeri de, (.......) kavlidir. Çünkü; yüce Allah burada, (.......) dememiştir. Zira (.......) kavlinin içerdiği mana delâlet bakımından çok daha geniş kapsamlıdır. Bu ise delil ve burhana dayalıdır. Çünkü; yüce Allah âlemlere muhtaç olmayınca, dolayısıyla hiçbir şeye ve kimseye asla muhtaç olmaz. İşte bu, kamil manada istiğnaya, yani hiçbir varlığa muhtaç olmadığma delâlet eden bir ifade ve delildir.. Dolayısıyla bu, aynı zamanda bu maksatla gelecek olan en büyük azâba daha fazlasıyla delâlet eder.

98

(Ey Peygamber!) De ki: “Ey kitap ehli! Allah yaptıklarınızı görüp durduğu hâlde neden Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?”

(.......) kavlindeki (.......) harfi, hâl içindir. Mana ise şöyledir:

Hazret-i Muhammed (aleyhi’s-selâm)’in davetinde bildirmiş olduğu haberde doğru söylediğine dair tüm deliller bu gerçeği gösterirken nasıl olur da bu âyet ve delilleri inkâr edersiniz? Halbuki Allah sizin tüm amellerinize (yaptıklarınıza) kesinlikle şâhittir. Bundan dolayı da sizi cezâlarıdıracaktır.”

99

De ki: “Ey kitap ehli! (Gerçek dinin İslam olduğuna) tanık olup durduğunuz hâlde, neden Allah'ın yolunu eğri (yanlış) göstermeye kalkışarak îman edenleri Allah'ın yolundan saptırmaya çalışıyorsunuz? Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.”

De ki: (.......) kelimesi menetmek, engel olmak manasınadır. Dolayısıyla mana şöyledir: “Allah'ın gidilmesi ve izlenmesini emretmiş olduğu yolun gerçek hak din olduğu bilindiği hâlde ad, bu da İslâm'dır- siz insanları bile bile bu yoldan nasıl engelleyip men edersiniz?”

Bilindiği gibi kitap ehli denilen Yahûdî ve Hırıstiyanlar, İslâm dinine girmek isteyenleri gayret ve çabalarıyla bu hak yoldan çevirmek gayreti içinde idiler. İşte âyet bu noktaya dikkat çekmektedir.

Âyetteki, (.......) kelimesi mahallen mensûbdur ve manası da “İstiyorsunuz” demektir. (.......) kelimesi de doğru ve mutedil olan ana yoldan ve çizgiden insanları soğutmak, yolu eğri ve yanlış göstermek, demektir. Dolayısıyla mana şöyledir:

“Siz doğru ve normal olan yoldan kitabınızda yer alan son peygamberin asıl niteliklerini değiştirerek ve benzeri yollar deneyerek saptırmak istiyorsunuz. “

Halbuki siz ona tanık olup durmaktasınız.” Buna rağmen doğruluğuna tanık olduğunuz o hak (gerçek) olan Allah yolundan insanları saptırıyorsunuz. Kaldı ki; bu doğru olan yoldan sapan kimse hem kendisi sapıktır ve hem de başkalannı da saptırandır. Ancak “Allahyaptıklarınızdan gâfil değildir.”

Yani; Allah'ın yolundan sapmanızdan Allah haberdardır. Bütün yaptıklarınızı bilir.

İşte âyetin bu son kısmı gerçekten büyük bir tehdidi ve şiddetli bir azâbı içermektedir.

Şimdi ele alacağımız bu ayetle mü'minlerin, dine karşı engel çıkaran bu kimselerden uzak durmaları isteniyor ve onlarla beraber olmaları yasaklarııyor. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

100

Ey îman edenler! Eğer siz kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir kesime itâat eder (uyar)sanız sizi imanınızdan (inanmanızdan) sonra yeniden kâfirler olarak geri döndürürler.

Rivâyet edildiğine göre Medineli Yahûdîlerden Şas bin Kays, Ensardan olan Evs ve Hazrec kabilelerinden insanların bir araya gelip toplandıkları ve birlikte sohbet ettikleri, meselelerini görüştükleri yere gelir. Fakat Ensardan Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki samimiyeti ve güzel muhabbetlerini görünce, Yahûdî Şas b. Kays, Evs ve Hazrec arasındaki bu birlik ve beraberlikten oldukça büyük bir rahatsızlık duyar. Çünkü; bu iki kabile câhiliye döneminde, îslâm öncesi dönemde birbirleriyle kanlı bıçaklı iki düşman toplum idiler.

Ancak Müslüman olmalarından sonra aralarındaki geçmişe âit tüm kin ve düşmanlıkları bir tarafa bırakmışlar ve hepsi de candan kardeş olmuşlardı. Bu, İslâm kardeşliğinden başka bir şey değildi.

İşte Yahûdî Şas bin Kays bu dikkat çekici manzarayı görünce, bundan dolayı büyük bir rahatsızlık duydu. Müslümanların birliğini kıskanmaya başladı. Bu adam söz konusu bu birliği bozmak üzere hemen harekete geçti. Yanında bulunan bir Yahûdî delikanlısını çağırır. Daha önce Evs ile Hazrec kabileleri arasında cereyan eden Buas olayını hatırlatmasını ve aralarında bir fitne çıkması için gerekeni yapmasmı istedi. Böylece iki kardeş kabile arasında yeniden fitne ateşini yakmasını ve bunları tekrar düşman kardeşler yapmasını emretti.

Buas Savaşı, Evs kabilesiyle Hazrec kabilesi arasında çıkan bir savaştır. Bu savaşta Evs tarafı Hazrec kabilesini yenmişti.

Emri alan genç Yahûdî derhal işe koyulur. Bunun etkisiyle iki kabile arasında eski câhiliye duyguları harekete geçer. Hemen birbirlerini silahlı düelloya, çarpışmaya davet ederler ve silâha sanlırlar. Bu durum hemen Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellemj'e İletilir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de beraberindeki muhacir ve Ensar ile birlikte toplarıtı yerine gelir ve:

Allah size, İslâm sayesinde ikramda bulunduğu hâlde ve aranızda sevgi, kardeşlik bağlarını pekiştirmişken ve henüz ben de sizin aranızda hayatta iken, yeniden bu câhiliye adetine davetiye çıkarıyorsunuz?” uyansında bulunur.

Bu uyan üzerime orada bulunanlar derhal, bu işin şeytandan kaynaklarıan bir fitne eseri olduğunun farkına varırlar. Hemen silâhlarını bırakıp ağlaşarak birbirlerinin boyunlarına sanlıp kucaklaşrrlar.

İşte bu âyet bununla ilgili olarak nâzil olmuştur. Taberi, Tefsîr; 4/23.

101

Size Allah'ın âyetleri okunup dururken, bir de Allah'ın Rasûlü aranızda iken nasıl oluyor da hakkı inkâr ederek dalâlete saparsınız. Her kim Allah'ın dinine bağlanırsa (tutunursa) o kimse kesinlikle doğru yola iletilmiştir.

Size Allah'ın âyetleri okunup dururken, bir de Allah'ın Rasûlü aranızda iken nasıl oluyor da hakkı eder de dalâlete saparsınız?”

(.......) Buradaki istifham/soru, inkâr, şaşkınlık ve taaccüp/hayret manalarınadır.

Yani; “Küfür nereden gelip size bulaşır? Nereden gelip kapmızı çalar?” Halbuki Allah'ın âyetleri -ki bu, benzerini getirmekten herkesi âciz bırakan Kur'ân'dır-, Resûlüllah’ın dilinden size taptaze okunup durmaktadır. Kaldı ki; Resûlüllah de sizin aranızda bulunuyor, sizi uyanyor ve size öğüt veriyor. Kafanızda oluşan şüphe ve kuşkuları ortadan kaldırıyor.

Her kim Allah'ın dinine (şerî'atına) bağlanırsa (tutunursa),” kitabına sanlırsa ya da bu onların kâfirlerin kötülük ve tuzaklarının bertaraf edilmesinde Allah'a sığınmaları için bir teşvik manasındadır. “O kimse kesinlikle doğru yola iletilmiştir.” Hak olan dine kesin olarak iletilmiştir. Veya o kimse şüphe anlarında olsun, şiddet ve sıkıntılı durumlarında olsun Rabbini kendisi için bir sığınılacak yer ve makam kabul ederse...

102

Ey îman edenler! Allah'tan nasd sakınmak gerekiyorsa öyle sakının ve Müslüman olarak ölün.

Ey îman edenler.1 Allah'tan nasd sakınmak gerekiyorsa öyle sakının.” Çünkü; Allah'ın emir ve yasaklarına uymak, gereğini yapmak Allah'a lâyık olacak bir şekilde çalışmak farzdır. Bu ise, farz olan görevleri yapıp yerine getirmek ve haram olan şeylerden, yasaklardan da sakınmak demektir. Abdullah b. Mesud'dan gelen rivâyete göre demiştir ki:

“Allah'a isyan etmemek ve karşı gelmemek kaydıyla itaatte bulunmak, şükretmek ve nankörlükte bulunmamaktır. Allah'ı unutmamak ve her an hatırlamaktır.” Ya da, “Allah için, kınayanın kınamasına asla aldırış etmemek, kişinin kendisinin, çocuklarının veya babalarının aleyhine de olsa hep adalet üzere bulunup doğruluk üzere hareket etmektir.”

Başka bir tefsire göre ise; “Bir kul, diline sahip olmadığı müddetçe gereği gibi Allah'ın emirlerine bağlanmış sayılmaz.”

(.......)“et-Tuka” kelimesi, (.......) kelimesinden türemedir. Bu da tıpkı, (.......) “et-Tu'detu” kelimesinin (.......) kelimesinden türediği gibidir.

Ve Müslüman olarak ölün.” Sakın ölümünüz İslâm'dan başka bir din, bir durum ve inanç üzere olmasın. Ölüm gelip sizi yakaladığı zaman inancınız sadece İslâm inancı olsun.

103

Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve (câhiliyede olduğu gibi) dağılıp parçalanmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini de hatırlayın; hani sizler bkbmnize düşman idiniz de, Allah gönüllerinizi birbirinize yaklaştırmıştı. Onun nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz. Yine bir ateş çukurunun tam kenarında bulunurken, Allah sizi oradan (îman ve İslâm sayesinde) kurtarmıştı. İşte Allah, doğru yola eresiniz diye âyetlerini size böylece açıklar.

Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın.” Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:

“Kur'ân yüce Allah'ın asla kopma imkân ve ihtimali bulunmayan en sağlam ipidir. Onun incelikleri ve hayret uyandıran hikmetleri asla bitip tükenmez. O çok okunmakla yıpranıp eskimez. Ona dayalı olarak konuşan mutlaka doğru söyler. Onun emir ve yasakları doğrultusunda amel eden mutlaka doğru yolu bulur. Her kim ona tutunup bağlanırsa kesinlikle dosdoğru olan Allah'ın yoluna iletilir.”

Tirmizî, 2906. Bu hadis burada anlatılarıdan çok daha uzundur. Ancak Tirmizî, bu, isnadı meçhul/bilinemeyen olan bir hadistir ve ravileri arasında yer alan Haris'ul A'ver ise, hakkında pek güzel sözler söylenen biri değildir, der.

(.......) muhatap zamîrinden hâldir. Bir tefsire göre de bu âyetin tefsirinde, “Ümmetin icmaına sarılıp bağlanın.” diye ele alınmıştır.

Câhiliyede olduğu gibi dağılıp parçalanmayın.” Sakın parçalanmayın. Ümmetin icmaına delil olarak işte âyetin bu dağılıp parçalanmayın kısmı gösterilmiştir. Kısaca sonuçta Müslümanların bölünüp parçalanmalarına neden olabilecek hareket ve davranışlardan uzak durun. Zira böyle yapılması hâlinde birlik, beraberlik ve toplu hâlde hareket etme ortadan kalkar. Ya da âdeta Yahûdîlerle Hırıstiyanların anlaşmazlığa düştükleri gibi aranıza aynen bü manada ihtilâf ve anlaşmazlık girer. Bu sebepten dolayı da haktan uzaklaşıp ayrılmış olursunuz. O hâlde böyle bir duruma düşmeyin. Veya tıpkı câhiliye döneminde olduğu gibi anlaşmazlığa düşerek birbirinizle savaştığınız gibi savaşıp parçalanmayın.

Allah'ın üzerinizdeki, nimetini de hatırlayın; hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah, gönüllerinizi birbirinize yaklaştırmıştı. Onun nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz.” Çünkü; câhiliye döneminde bunların arasında hem düşmanlık vardı ve hem de savaş bulunuyordu. Allah İslâm sayesinde bunların gönüllerini birleştirdi. Kalplerine sevgi ve muhabbet yerleştirdi. İşte bu sayede onlar birbirleriyle kimseler oldular.

Siz yine bir ateş çukurunun tam kenarında bulunurken” Neredeyse siz, üzerinde bulunduğunuz ve savunduğunuz inkârcılık ve küfür yüzünden tam cehennem ateşinin düşüverecektiniz. “Allah sizi oradan îman ve islâm sayesinde kurtarmıştı. “İşte âyetin bu kısmı Mu'tezile aleyhine bir cevaptır. Çünkü; Mu'tezile mezhebinin görüşüne göre, onları ateşten kurtaran yine bizzat onların kendileridir. (Haşa) Allah değildir.

(.......) kelimesindeki zamîr, (.......) kelimesine râcidir. Bu zamîrin müennes (dişi) olması (.......) kelimesiyle izafet (isim tamlaması) meydana getirmesi sebebiyledir. (.......): Bir tarafı, kenan manasınadir. (.......) kelimesinin lamel fiili yani sonu (.......) harfidir. Bu bakımdan bu kelimenin tesniyesi (ikili) (.......) olarak gelir.

İşte Allah, doğru yola eresiniz diye âyetlerini size böylece açıklar.”

Yani; içinde emir ve yasaklarının, vaad ve vaidinin (tehdidinin) yer aldığı Kitabını (Kur'ân'ı) böylece açıklar ki; bu sayede doğru yolu bulabilesiniz ya da doğru olan gerçeğe ulaşmayı, kendisiyle sevap kazanabileceğiniz şeyi elde edesiniz.

104

(Ey mü’minler!) İçinizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

(Ey mü’minler!) İçinizden iyiliğe çağıran, -Şerî'atın ve aklın güzel ve uygun bulduğu- iyilikleri emreden kötülükleri -şerî'atın ve aklın çirkin gördüklerini- de meneden bir topluluk bulunsun.” Bir diğer tefsire göre âyette geçen “maruftan “kasıt Kitap ve sünnete uygun olan demektir, “münkerden” kasıt ise, Kitap ve sünnete aykın olan şeylerdir. Veya maruftan kasıt Allah'a karşı yapılması gereken taattır, münker de Allah'a karşı gelmek, isyana kalkışmaktır.

“Hayra davet” veya “İyiliğe çağrı, irşad” yapılması gereken veya terk edilmesi icabeden yükümlülükler konusunda gerekeni yapmakla ilgili her türlü sorumluluk demektir. Ancak atıf yoluyla buna eklenen diğer iki husus ise daha özel bir anlam taşırlar.

Âyette geçen (.......) edatı teb'îz için olup, bir kısmı/bazısı, manasına gelir. Çünkü; “marufu emretmek ve münker olanı da menetmek” far-z-ı kifaye olan bir ibâdettir. Dolayısıyla bu görevi yapabilecek veya üstlenecek olan kimselerin mutlaka özel bir eğitimden geçirilmeleri, maruf ve münker ile alâkalı ilimleri öğrenmeleri gerekir. Bu görevi nasıl ve ne şekilde yapmaları gerektiği hususunda da ayrıca bunu ilmini, eğitim ve öğretimini almaları icabeder.

Meselâ; önce işe basitten ve kolayından başlar, bu yoldan uyanlarını değerlendirir. Eğer bununla basan elde olunamazsa hafif cezâdan ağrına doğru basamak basamak gereken tedbirleri uygular. İşte bu da ehliyet işidir. Nitekim; yüce Allah önce: “Onların arasını bulun, ıslah edin, düzeltin..” Hucurat, 9. diye buyurur, eğer bu onlara kâr etmezse bu defa: “....Allah'ın hükmünü kabul edene kadar saldıran tarafla savaşırı.” diye buyurmaktadır.

Ya da bu (.......) edatı tebyin (açıklama) manasınadır. Dolayısıyla bunun manası, “Emreden bir ümmet olun.” demek olur. Nitekim; yüce Allah'ın şu kavlinde olduğu gibi:

İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. “

Yani; kamil anlamda gerçek kurtuluşu hak eden bunlardır. Nitekim; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

“Her kim Allah'ın emrettiği doğrultuda iyiliği emreder ve kötülüğü de menederse o kimse Allah'ın arzında (yeryüzünde) onun halîfesidir, Rasûlünün halîfesidir ve Kitabının halîfesidir.” Zehebi, Mizanu'l-İ'tidal, 3/400 eserinde Kadih bin Rahmet'in hâl tercemesinde şöyle diyor: “Ezdi ve başkalan bu şahsın oldukça pek yalancı biri olduğunu söylemişlerdir.”

105

(Siz,) kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.

Çünkü; bunlar birbirlerine olan düşmanlıkları yüzünden dinde ayrılığa düştüler de birbirlerini tekfir ettiler. Halbuki kendilerinde üzerinde ittifak etmeleri, birleşmeleri gereken bir kelimeleri (kitapları) vardı ki bu Hak olan Allah'ın kelimesi idi. Bu hak kelimesi ise onların îman birliğini sağlayan bir kelime idi. “İşte onlar için büyük bir azap vardır. “

106

Nice yüzlerin ağardığı ve nice yüzlerin de karardığı (o kıyamet gününde), yüzleri kararmış olanlara (şöyle denir:) “Siz imanınızdan sonra inkâr mı ettiniz? Öyleyse inkâr ettiğiniz şey sebebiyle tadın azâbı!”

(.......) Nice yüzlerin ağardığı ve nice yüzlerin de karardığı o kıyamet gününde,” Yüzleri ağaranlar mü’minlerdir, yüzleri kararanlar ise kâfirlerdir. Çünkü; beyazlık nurdan kaynaklandığı gibi karanlık veya siyahlık da zulmetten kaynaklanır. (.......) kavlindeki (.......) kelimesi zarf olarak mensûbdur bu ise, (.......) kavlidir. Ya da (.......) kelimesi (.......) kelimesiyle veya (.......) fiiliyle mensûbdur.

Yüzleri kararmış olanlara -misak gününde- şöyle denir: Siz imanınızdan sonra inkâr mı ettiniz?” Esasen burada murat olunan bütün kâfirlerdir. Bu görüş Übeyy'e âit olup doğru olan da bu görüştür.

Ya da bunlardan maksat mürtedler (dinden dönenler) veya münâfıklardır.

Yani; siz görünürde inanır gibi gözüküp gerçekte inancınızı saklayarak kâfir mi oldunuz?

Veya bunlardan maksat kitap ehli olan Yahûdî ve Hırıstiyanlardır. Bunların îman etmelerinden sonra kâfirlikleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz henüz peygamber olarak gönderilmezden önce onun Allah elçisi olduğunu itiraf ettikleri hâlde, peygamber olarak gönderilmesinden sonra onu yalanlamaya kalkışmışlar ve yalanlamışlardır. İşte bu, onların îman etmelerinden sonra küfre girmeleri demektir.

Diğer taraftan bu cümlenin başmda yer alması uygun olan, (.......) kavli mahzûftur.

Yani; hem (.......) harfi ve hem kavi maddesi hazf olunmuştur. Çünkü zaten bu, mananın gelişi itibariyle bilinmektedir.

(.......) kelimesinin başındaki hemze de tevbih yani azarlama ve onların durumlarından ötürü şaşkınlık ve hayret bildirmek manasınadır.

Öyleyse inkâr etliğiniz şey sebebiyle tadın azâbı!”

107

Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın rahmetiyle cennettedirler ve onlar orada ebedî olarak kakçıdırlar.

Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın rahmetiyle cennettedirler.” Allah'ın rahmeti demek, onun ebedî olan sevabı demektir. Daha sonra yeni bir girişle Rabbimiz şöyle buyuruyor: “ve onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar. “Oradan bir daha'aynlmazlar ve onlara orada ölüm de yoktur.

108

İşte bunlar sana hak olarak okuduğumuz, Allah'ın ayetleridir. Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek istemez.

İşte bunlar sana hak olarak okuyup anlattığımız şeyler, Allah'ın ayetleridir.”

Yani; iyilikte bulunanlara mükâfat vadeden, kötülük işleyenlere de tehdit ve uyanda bulunan ve daha başkaca hükümler içeren Allah’ın hakkı ve adaleti gösteren ayetleridirler. Böylece iyilik yapana bunun karşılığı verileceği gibi, kötülük işleyene de kötülüğünün cezâsı verilecektir.

Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek islemez.”

Yani; yüce Allah suçsuz yere haksızlık ederek asla hiçbir kuluna haksızlık yapmaz veya bir suçlunun cezâsmı olması gerekenden fazla olarak vermez ya da iyilikte bulunan bir kimsenin de sevabmı olması gerekenden düşük olarak vermez, hiçbirine haksızlıkta bulunmaz.

109

Göklerde ve yerde var olan her şey Allah'ın mülküdür. (Sonunda) bütün işler Allah'a döndürülür.

İyilikte bulunan kimseye işlediği iyilik sebebiyle mükâfatını, kötülük işleyene de kötülüğü yüzünden cezâsını verir.

Kırâat imâmlarından İbn Amr, Hamza ve Ali Kisâî (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır.

Bu âyetin tefsirine geçmeden önce bir noktayı iyice belirtmek gerekir. Nakıs fiillerden olan, (.......) fiili, herhangi bir şeyin mübhem (kapalı), anlaşılamaz veya zor anlaşılır olması itibariyle geçmişte bir şeyin var olmasının söz konusu olması gerekir. Nitekim; bununla ilgili olarak daha önce geçen bir örnek sergilenmediği gibi aynı zamanda devam edegelen bir şeyin de artık kesilmiş olduğuna dair de bir delil yoktur.

Konuyu daha iyi anlayabilmek için bunu biraz açalım; (.......) fiili, herhangi bir şeyin, niteliğin var olduğunu (mevcudiyetini) belirtir. Fakat, burada asıl mesele nakıs bir fiil olan, (.......) kelimesiyle ilgilidir. Çünkü; eğer (.......) kelimesi tam fiil olursa, bu takdirde bu, (.......) manasında olur. Bu ise herhangi bir şeyin var olduğu manasında, (.......) demek olur. O takdirde de bu, (.......) vaki oldu, meydana geldi ve (.......) meydana geldi manalarına gelir. Dolayısıyla bu fiilin geçmişle ilgili olarak bir şeyin meydana gelmesine herhangi bir delâleti yoktur, bu, böyle bir ihtimalden uzaktır, denemez.

Yani; bu fiil de geçmişte olmuş olan bir şeye delâlet edebilir.

Halbuki nakıs olan (.......) fiilinin bu anlamda herhangi bir şeye delâleti yoktur. Nakıs olan bu fiilde sadece mübhemlik (kapalılık) manası vardır. Bu bakımdan bu nakıs fiil olabilecek şeylerde yani hadis olanlarda söz konusudur.

Meselâ; “Zeyd, binen (binici) oldu.” gibi. Bir de süreklilik manası ifade eder. Meselâ; “Allah, Gafur ve Rahîmdir.” gibi. İşte, (.......) kavli de böyledir.

Yani; kavli ile, “Bu ümmet daha önce hayırlı bir ümmet değildi de, şimdi öyle bir ümmet oldu.” gibi bir manaya delâlet etmez veya “Bu hayırhhk onlardan kesildi.” gibi bir anlam da ifade etmez. Ancak burada (.......) ifadesi bunun (.......) fiilinin tam fiil olduğu manası vehmettirmesin. Çünkü; (.......) fiilinin nakıs fiil olduğu apaçık ortadadır.

110

Siz insanların (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a îman edersiniz. Eğer Kitap ehli îman etseydi, kesinlikle bu, onlar için çok daha hayırlı olurdu. Gerçi içlerinden îman edenler de var ama, onların çoğu fâsıktır.

Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz.” Bu Âyetteki, (.......) kavli ile sanki, (.......) denir gibidir.

Yani; “Siz en hayırlı bir ümmet oldunuz.” veya “Siz Allah'ın ezeli olan ilminde en hayırlı bir ümmet idiniz-” veya Levh-i Mahfûz'da en hayırlı bir ümmet idiniz.” Yahut da “Siz, sizden daha önce geçen ümmetler için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmet olarak tanınan bir ümmet idiniz.” demektir.

(.......) kelimesindeki (.......) cer edatı, (.......) fiiline mütealliktir.

İyilikleri emreder, kötülükleri meneder ve Allah'a îman edersiniz.”

Bu Âyetteki (.......) diye başlayan cümle yeni bir cümledir. Bu cümle ile bu ümmetin neden hayırlı bir ümmet oldukları yönleri açıklarııyor. Meselâ; “Zeyd, insanları yediren ve giydiren soylu bir kimsedir.” cümlesinde olduğu gibi. Dikkat edilirse bu cümlede de Zeyd adındaki kimsenin soyluluk yönü yedirme ve giydirme özellikleriyle açıklarııyor.

(.......) yani; “Îmanı ve Resûlüllahne itaati emredersiniz. “Küfürden ve her sakıncalı şeyden de menedersiniz.” ve Allah'a imanda devam edersiniz.” Ya da bu özellikler arasında yer alan atıf edatı (.......) harfi tertibi gerektirmeyebilir.

Eğer Kitap ehli îman etmiş olsalardı, kesinlikle bu, onlar için çok hayırlı olurdu.”

Yani; hâlen üzerinde bulundukları ve inatla sürdürdükleri inançlarından vazgeçerek Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e îman etmiş olsalardı bu, onlar için daha iyi ve hayırlı olurdu. Çünkü; kitap ehli sırf makam, mevki ve şöhret peşinde koşturduklarından ve başkalannın kendilerine uymalarını istediklerinden dolayı kendi sapık ve bâtıl inançlarını îslâm dinine tercih ediyorlardı. Halbuki Kitap ehli îman etmiş olsalardı istedikleri o şeylere de, riyâsete yani makam ve mevkilere de gelebilir ve başkalan da kendilerine tâbi olabilirdi. Ancak bunlar dünya çıkarlarını bâtıl inançları adına tercih ettiler, Bu itibarla kendileri için hayırlı olanı bâtıl dinleri uğruna feda ettiler. Hâlbuki îman etselerdi belki dünyada da istediklerini yine elde edebilirlerdi. Çünkü; îman etmeleri hâlinde kendilerine iki kat ecir vaad buyurulmuştu.

Gerçi içlerinden -Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi- îman edenler de var ama, onların çoğu fâsıktır.” Küfürde inat eden aşırı ve azılı kimselerdir.

111

Onlar (Kitap ehli) size (dilleriyle incitip) rahatsız etmekten başka asla bir şey yapamazlar. Eğer sizinle savaşa girecek olsalar, arkalannı dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da olunmaz.

Kitap ehli size (dilleriyle incitip) rahatsız etmekten başka bir şey yapamazlar.” Size verecekleri zarar sadece sözle sataşmaktan başka bir şey olamayacaktır. Onlar dininiz konusunda size sataşacaklar veya sizi tehdit edecekler ya da bu ve benzeri türden sıkıntı vermeye çalışacaklardır. “Eğer sizinle savaşa girecek olsalar, size arkalannı dönüp kaçarlar.”

Yani; hezimete uğrarlar, öldürmek veya esir almak gibi size bu anlamda asla zarar veremezler. “Sonra onlara yardım da olunmaz.”

Yani daha sonra hiçbir kimse tarafından onlara destek verilmez, onlara yandaş çıkmaz, size karşı onların yanmda yer alacak bir kimse bulunmaz.

Âyetin bu kısmında bunlardan Müslüman olanlar için İslâm'da sebat ettikleri gerçeği anlatılıyor. Çünkü; Yahûdîler, kendilerinden olup da Müslüman olanları hep rahatsız etmişler, onları tehdit ederek rahatsızlık verip durmuşlardır.

Buradaki (.......) kavli şart ve cezâ cümlesi üzerine ma'tûf haber manasında yeni bir cümledir. Yoksa bu, (.......) üzerine ma'tûf bir cümle değildir. Eğer bu cümle (.......) kavli üzerine ma'tûf olsaydı bu takdirde, (.......) denilirdi.

Ancak bu, yeni bir cümle olarak getirildi ki, bununla, İster savaşsınlar, ister savaşmasınlar, onlara herhangi bir yardımın olmayacağını bildirmek için Allah bu cümleyi zikrediyor. Cümlenin takdiri şöyledir: “Size bildiriyorum ki, eğer onlar sizinle savaşırlarsa mutlaka bozguna uğrayacaklardır ve size yine haber veriyorum ki onlara yardım da olunmayacaktır.”

(.......) edatı mertebe açısından terahi manasınadır.

Yani; aralıklarla, zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirmektedir. Çünkü; Yahûdîlere hep rezil olmak ve aşağılanmak gün bir durumlarının olacağmı bildirmek, onlara arkalannı dönüp kaçacaklarını haber vermekten daha büyük bir olaydır.

112

Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Ancak (bu zilletten) Allah'ın ahdine ve mü'minlerin himayesine sığınanlar müstesna. Onlar Allah’ın gazâbına uğramışlar ve üzerlerine miskinlik damgası vurulmuştur. Bunun sebebi, onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleridir. Bu da onların isyan etmelerinden ve haddi aşmalarındandır.

Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur.”

Yani; bu zillet ve aşağılanma damgası artık onların kendilerinden aynlmaz bir özellikleri olmuştur. “Ancak bu zilletten Allah'ın ahdine ve mü'minlerin himayesine sığınanlar müstesna.”

Buradaki, (.......) hâl olarak mahallen mensûbdur. Kelimenin başındaki(.......) harfi mahzûf olan bir kelimeye mütealliktir. Bu ise, Allah'ın dinine, himayesine girmeleri, ona sıkı sıkıya sarılıp bağlanmaları hâli müstesna.” demektir. Âyette geçen, “İp “kelimesi burada ahd ve zimmet manalarınadır. Dolayısıyla bunun manası şöyledir:

“Her halükârda Yahûdîlere zillet damgası vurulmuştur. Meğerki onlar Allah'ın ve inananların himayesine girmiş olsunlar, Onun dinine girip himayesini istesinler. İşte bu, müstesna.”

Yani; Allah'ın ve Müslümanların himayesine girmeleri hâli onları kurtarır. Çünkü; onlar için bu hâlin dışında bir izzet ve üstünlük yoktur. Bu ise, onların cizye (vergi) vermeyi kabullenerek bu himaye ya da korunma altma girmeyi kabullenmeleriyle sağlarıabilir.

Onlar döne dolaşa her bakımdan Allah'ın gazâbına uğramışlardır -Allah'ın gazâbı onlara artık gerekli hâle gelmiştir- Üzerlerine miskinlik damgası vurulmuştur.”

Yani; fakirlik onlar için artık vazgeçilmez bir cezâ hâlini almıştır. Onlar her şeye rağmen hep ihtiyaç içinde kalacaklardır. Çünkü onlar: “Şüphesiz Allah fakirdir (ihtiyaç içindedir). Biz ise zenginiz (hiçbir şeye muhtaç değiliz).” demişlerdi.

Veya varlık içinde olsalar bile hep fakirlik ve yoksulluk endişesi ve rahatsızliği içinde kıvranıp duracaklardır.

“Bunun sebebi onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleridir.”

Burada, (.......) işaret ismiyle âyette söz konusu edilen zillet, aşağılanma, meskenet, Allah'ın gazâbına uğrayarak dönmeleri gibi durumlarına işaret olunmaktadır.

Yani işte onların başlarına gelen bu şeyler, bu kimselerin Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri de öldürmeleri sebebiyledir. Yüce Allah devamla şöyle buyuruyor:

(.......) “Başka bir sebep ise, Allah'a isyan etmeleri ve hadlerini aşmalarıdır.”

Yani; bu küfür ya da inkâr ve bu öldürme olayı onların Allah'a isyan ederek karşı gelmeleri ve hadlerini aşmaları yüzündendir.

113

Bununla beraber kitap ehlinin hepsi bir değildir. Onların içlerinde öyle samimi inanmış bir topluluk vardır ki; gece vakitlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar.

Kitap ehlinin hepsi bir değildir.”

Yani; kitap ehlinin hepsi aynı değiller. “Onların içlerinde öyle samimi inanmış bir topluluk vardır ki;” adaletli, dürüst ve dosdoğru bir cemaat vardır.

Bu âyette geçen, (.......) kavli, (.......) kavlini açıklamak için bir müstenef cümledir. Tıpkı, (.......) kavlini açıklamak için gelen (.......) kavli gibi. Al-i İmran, 110.

(.......) kelimesi de (.......) fiilinden alrnma olup bu, âdeta, (.......) kavli gibidir.

Yani, “Ben değneği diktim, o da hemen ayakta durdu.” ifadesi gibi.

Yani; yolunu ve hedefini düzeltti, demektir. Bunlar da onların içinden Müslümanliği kabul eden Yahûdîlerdir. “gece vakitlerinde -saatlerinde- secdeye kapanarak -namaz kılarak- Allah'ın âyetlerini -Kur'ân'ı- okurlar.” Bir tefsire göre burada söz konusu edilen yatsı namazıdır.. Çünkü Kitap ehli yatsı namazmı kılmazlardı.

Yine bir tefsire göre burada “Gece vakitlerinde secdeye kapanarak Kur'ân okurlar.” demekten kasıt, teheccüd (gece) namazı kılarlar, demektir.

Âyetteki (.......) kelimesi, tıpkı (.......) kelimesi gibi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Ya da tıpkı, (.......) kelimesi gibi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Veya (.......) kelimesi gibi (.......) kelimesinin çoğuludur.

114

(Onlar) Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten menederler ve hayır işlerinde yarışırlar. İşte bunlar sâlih kimselerdendir.

(Onlar) Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten menederler ve hayır islerinde yarışırlar.”

Yani; îmanı ve her tür iyiliğin kapılarını gösterip emrederler. Küfürden ve şerî'atın yasakladığı şeylerden de menederler. Hayır ve iyilikleri kaçırmamak için o işlerde acele ederler.

Âyetteki, (.......) kavliyle (.......) kavli mahallen merfû' olup ümmet kelimesinin sıfatıdırlar.

Yani; “onlar hep ayakta durup namaz kılan, Kur'ân okuyan mü’min kimselerdir.”

Yüce Allah burada mü'minleri öyle vasıflarla niteliyor ki; bu vasıf ya da özellikler Yahûdîlerde bulunmayan özelliklerdir. Çünkü onlar geceleyin secdeye kapanarak, namaz kılarak Allah'ın âyetlerini okumadıkları gibi, mü'minler gibi de îman etmemişlerdir. Onların imanları Hazret-i Üzeyir (aleyhi’s-selâm)’i Allah'a ortak koşmak olan bir inançtır. Aynı zamanda onlar Allah'ın bazı kitapları ile bazı peygamberlerini de inkâr ederler. Âhirete imanları da yine farklıdır. Çünkü; Yahûdîler Allah (celle celâlühü) ı, vasfedilmemesi gereken niteliklerle tanıtıyorlar. Aynı şekilde Allah'ın istediği doğrultuda emretmek ve nehyetmek konusunda da farklı bir inanca sahiptirler. Çünkü; Yahûdîler hep yalâkalık yapan bir toplumdurlar. Hayırda yanşta da farklı özelliklere sahiptirler. Çünkü; bu konudaki işleri hep ağırdan alırlar. Hayırda yanş yapmak, o işe istekle girişmek demektir. Çünkü; bir işe rağbet eden ya da ona istekli olan kimse mutlaka onu yerine getirmek için de hemen ara vermeden derhal gereğini yapar.

İşte bunlar -yukandaki özellikleri taşıyanlar- iyi kimselerdendir.”

Yani Müslümanlardandır. Ya da duramları Allah katında iyi olan ve Allah'ın kendilerinden râzı olduğu kimselerdendir

115

Onların işledikleri hiçbir iyilik asla karşılıksız kalmayacaktır. Allah takva sahiplerini çok iyi bilir.

Onların işledikleri, hiçbir iyilik asla karşılıksız kalmayacaktır.” Bu Âyetteki (.......) ve (.......) fiilleri, Ebû Bekir Şu'be dışında Kûfe okuluna mensup kırâat marnlarına göre (.......) harfiyle okunmuştur. Ancak Ebû Amr muhayyer hareket etmiştir.

Yani, bu zât hem (.......) ve hem (.......) harfleriyle gaip ve muhatap olarak okumuştur. Kûfe okuluna mensup imâmlar; Hafs, Hamza, Kisâî ve Halef. Bunların dışında kalan diğer kırâat imâmları da bu kelimeleri (.......) harfiyle okumuşlardır.

Her ne kadar, (.......) ve (.......) filleri tek bir mef'ûle müteaddi iseler de bu âyette, (.......) kelimesi iki mef'ûle müteaddidir; yani iki mef'ûl almıştır. Meselâ; (.......) ve (.......) fiilleri mahrumluk manasmı içermeleri bakımından, (.......) dersin. Sanki şöyle denir gibi: “Onu mahrum bırakmayacaksınız.”

Yani; “Onu alacağı mükâfattan yoksun ve mahrum bırakmayacaksınız.”

Allah takva sahiplerini çok iyi bilir.” İşte burada yüce Allah, Emirlerini yerine getiren ve yasaklarından da uzak duran takva sahiplerine bol sevap müjdesi veriyor.

116

İnkâr edenlere gelince şüphesiz ki, onların malları da, çocukları da Allah katından gelecek bir azâba karşı kendilerine asla fayda sağlamayacaktır. İşte onlar, cehennemliktirler; onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar.

117

Onların bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamalarının durumu, kendilerine zulmetmiş (yazık etmiş) bir toplumun ekinlerini vurup da yok eden kavurucu bir rüzgârın durumu gibidir. Onlara Allah zulmetmemiştir, ancak onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.

Onların bu dünya hayatında yapmakla oldukları harcamaların durumu,” Kendileri için övünç vesilesi olan şeyler, kimi üstünlükler ve övgü kazanmaya neden olan şeyler, toplum arasında güzel olarak anılmak gibi şeylerin durumu veya İdifürleriyle birlikte kendilerini Allah'a yaklaştıracak şeyler yapmalarının ve harcamalarının durumu, “kendilerine -küfürleri sebebiyle- zulmetmiş (yazık etmiş) 6ir toplumun ekinlerini vurup da yok eden kavurucu bir rüzgârın durumu gibidir.” Çünkü bu onların inkârlarının sonucu olarak onlara verilen bir cezâdır.

Âyetteki, (.......) kavli, “Tıpkı helâk edici, yok edici bir rüzgârın durumu gibidir.” demektir. Bundan maksat ise ekin demektir.. Ya da, yaptıkları harcamalarının helâk olması durumu âdeta bir rüzgârın ekini helâk etmesi gibidir. (.......) demek şiddetli ve kavurucu soğuk demektir. Bu, İbn Abbâs (radıyallahü anh)’in görüşüdür. Bu, aynı zamanda mübteda ve haberdir, yani isim cümlesidir. Aynı zamanda (.......) kelimesinin sıfatı olması bakımından mahallen mecrûrdur.

“Onlara -ekinlerini yok etmekle- Allah zulmetmedi. “Ancak onlar kendi kendilerine zulmettiler.”

Yani; kazandıkları ve işledikleri suç sebebiyle kendileri bu cezâyı hakkettiler.

Ya da «amir infak edenlere râcidir.

Yani; “Allah'ın söz konusu kâfirlerin harcamalarını kabul etmemesiyle Allah onlara zulmetmedi. Fakat bunlar kendi kendilerine yazık ettiler. Çünkü, yaptıkları harcama ya da infak ile kabul olunabilir liyâkatte bir şey getirip sunmadılar.” demektir.

118

Ey mü’minler! Kendi dışmızdakileri kendinize sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar hiçbir vakit size fenalık yapmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri hep ister dururlar. Gerçekten kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde gizledikleri (kin ve düşmanlık) ise (açıkladıklarından) daha büyüktür. Eğer düşünüp aklediyorsanız işte size âyetlerimizi böyle açıkladık.

Şimdi tefsirini okuyacağımız âyet, mü'minlerin münâfıklarla aynı safta yer almamalarını ve onlara karşı dikkatli olmalarını emrediyor:

Ey îman edenler! Kendi dışmızdakileri kendinize sırdaş edinmeyin.”

(.......) demek, kişinin en yakın dostu, içten ve candan arkadaşı, sırdaşı ve her türlü gizli işlerine vakıf olan kimse demektir. Burada durum elbisenin astarına veya vücûdun tene isabet eden kısmına (.......) ifadesiyle benzetilmesi ile Rabbimiz münâfık olan kimselerle bu manada iç içe olmamamızı istiyor. Nitekim, “Filân kimse benim şiarımdır. “denir ki; bu ifade ile o kimsenin onun en yalan ve candan dostu ve arkadaşı olduğunu dile getirmek ister. Nitekim, bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

Ensar, şiardır (iç elbisedir), diğer Müslümanlar ise disar (dış elbise)dır.” Buhârî, 4330. Müslim, 1061.

Burada Ensarın yani Medineli Müslümanların iç elbiseye benzetilmesi, İslâm'a ve Müslümanlara kucak açmaları sebebiyle Müslümanların ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in sırlarına vakıf olmaları denmek istenmiştir. Onların dışmdakileri de dış elbiseye benzetmesi ise, ten ile temas eden elbise misali her sırdan haberdar olmamaları anlammadır.

(.......) kavliyle yani “sizden olmayanlar, sizin dışınızdakiler” ifadesiyle İçendi cinsinizden olan çocuklarınızdan, yani Müslümanlardan başkasını sırdaş edinmeyin, demektir. Bu, (.......) kavli, (.......) kelimesinin sıfatıdır.

Yani, “Sizin dışınızdakileri, kendinize sırdaş ve karındaş edinmeyin ki, sonunda sizi cezâlarıdıracak bir duruma gelmesinler.”

Çünkü; onlar hiçbir vakit size fenalık yapmaktan geri durmazlar.” Bu, (.......) kavli (.......) kavlinin sıfatı olması itibariyle mahallen mensûbdur.

Yani mana şöyledir: “Dininizi fesâda uğratmak ve bozmak için ellerinden geleni yaparlar, önlerindekini arkalanna bırakmazlar.”

Âyette geçen (.......) kelimesi bir şeyde eksik ve kusur yapmak, demektir. (.......) kelimesi de fesat ve bozgunculuk demektir. Bu kelime temyiz olduğu için de mensûbdur. Ya da cer harfinin hazfiyle -ki bu harf de (.......) cer edatıdır- mensûbdur ve bu, (.......) demektir.

Size sıkıntı ve zarar verecek şeyleri hep ister dururlar.”

Yani, sizin sıkıntı yaşamanızı ve zarar görmenizi arzu ederler. Âyetteki, (.......) edatı mastariyedir. (.......) ise, “şiddetli ve ağır zarar ve sıkıntı. “demektir.

Yani; “Dininiz konusunda olsun dünyanız bakımından olsun size en ağır zararı ve sıkıntıyı ve en aşırı olanını vermek isterler.” Bu, Yeni bir cümledir. Çünkü münâfıkların sırdaş edinmenin yasakliğinın gerekçesini ve nedenini ortaya koymaktadır, sebebini açıklamaktadır. Tıpkı bundan sonra gelen şu cümle gibi:

Gerçekten kin ve düşmanlıkları ağızlarından dökülen sözlerinden belli olmaktadır.” Çünkü; bu münâfıklar her ne kadar kendilerini açığa vurmamak için konuşmamak ve bir şey söylememek maksadıyla kendilerini zorlasalar da yine de kendilerine hakim olamayarak bir şeyler ağızlarından kaçmyorlar. Müslümanlara olan kinlerini ve salyalannı istemeyerek de olsa bazen kusmak zorunda kalıyorlar.

Kalplerinde gizledikleri kin ve düşmanlık ise açıkladıklarından daha büyüktür. Eğer düşünüp aklediyorsanız işte size âyetlerimizi böyle açıkladık.”

Yani; dinde ihlâs ve samimiyet sâhibi olmanın, Allah'ın dostlarına sevgi göstermenin ve Allah düşmanlarına da düşmanlık beslemenin gerekliliğini gösteren âyetleri size açıkladık. Eğer bu açıklarıanlar üzerinde akıl yorarsanız gerçeği bulabilirsiniz.

119

İşte siz (öyle kimselersiniz ki); onlar sizi sevmedikleri hâlde siz onları seversiniz. Ve, bütün kitaplara inanırsınız. Onlar sizinle karşı-laştıkları zaman, “Îman ettik.” derler. Yalnız kaldıklarında ise, size karşı olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısınrlar. De ki: “Kininizle kahrolup geberin!” Şüphesiz Allah, kalplerin içindekini hakkıyla bilendir.

İşte siz (öyle kimselersiniz ki); onlar sizi sevmedikleri hâlde, siz onları seversiniz.”

Âyetteki, (.......) tembih yani uyan manasınadır, (.......)mübtedadır. Bunun haberi de, (.......) kelimesidir.

Yani, mana şöyle olmaktadır: “Ey kitap ehlinden münâfık olanları dost ve sırdaş edinen yanlış (hatalı) yoldaki mü'minler! Siz onları seversiniz ama onlar, sizi sevmezler. “İşte âyetin bu kısmı münâfıkları dost ve sırdaş edinenlerin hatalarını açıklıyor. Çünkü; mü'minler buğzedilmeleri ye kendilerine karşı tavır sergilenmesi gerekenlere karşı her tür sevgilerini sunuyorlar.

Yahut da buradaki (.......) kavli mevsuktur. Bunun sılası ise (.......) kavlidir.

Halbuki siz bütün kitaplara inanıyorsunuz. “Âyetin bu kısminin başında yer alan (.......) harfi hâl vavıdır. Bu, (.......) kavliyle mensûbdur.

Yani mana şöyle olmaktadır:

“Onlar sizi sevmezler. Halbuki siz onların kitaplarının tamamına da îman ediyorsunuz. Bununla beraber onlar size buğzedip kin güdüyorlar. Onlar sizin kitabınızdan hiçbir şeye inanmazlarken size ne oluyor da onları sevip duruyorsunuz?”

İşte âyetin bu kısmmda böyle hareket eden mü'minler için oldukça büyük bir uyarı, tekdir ve kınama bulunmaktadır. Çünkü o münâfıklar bâtıl olan davalarında sizin hakkınızda daha da katı tutumludurlar, çok daha serttirler.

Bir tefsire göre buradaki “kitaptan” kasıt cins anlamında olup bütün semavî (ilâhî) kitaplar kasdedilmiştir.

Onlar sizinle karşılaştıkları zaman, (.......) derler.”

Yani, tevhid kelimesini açıkça okuyup söylerler. “Yalnız kaldıklarında ise,”

Yani; sizden ayrılınca ve kendi adamlarıyla baş başa kaldıklarında ise, “Size karşı olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar.” Dikkat edilirse öfkeli olanlarla nedamet/pişmanlık duyanlar parmaklarını, parmaklarının uçlarını ve başparmaklarını ısıranlar olarak niteleniyor.

De ki: “Bu onlar aleyhine yapılan bir bedduadır. Bununla kin ve öfkelerinin giderek artması ve sonuçta bu kinleriyle helâk olmaları istenmektedir. Âyette “kinlerinin artmasından “murat İslâm'ın güçlenmesiyle öfke ve düşmanlıklarının çoğalması, İslâm'ın güçlenmesinden rahatsızlıklarını artması vurgulanmak isteniyor. Müslümanların da güçlenmeleri ve münâfıkların giderek zelil ve rezil olmaları dile getiriliyor.

Şüphesiz Allah, kalplerin içindekini hakkıyla bilendir.” Şüphesiz Alîah, münâfıkların içlerinde sakladıkları kin, öfke ve düşmanlıklarını en iyi bildiği gibi, onların kendi adamlarıyla başbaşa kaldıkları zaman ne yaptıklarına ilişkin olan durumlarını da en iyi bilir. Çünkü bu mananın varlığı da zaten cümle içinde ve kapsamında var demektir.

Yani bu şu manadadır:

“Onlara, kendi adamlarıyla baş başa kaldıklarında kin ve öfkelerinden dolayı parmaklarını nasıl ısırdıklarını da bildir ve onlara de ki: “

Ya da bu, söylenenin dışındadır.

Yani, âyetin sonuç ve netice kısmıdır:

“Ey Resûlüm Muhammed! Şunu onlara söyle! Onların gizlemekte oldukları şeye muttali olup bunu sana bildirmeme şaşkınlık gösterme! Çünkü Ben, bundan çok daha gizli olanlarını, en gizli olanlarını bilirim. Bu da, onların sinelerinde gizledikleri kin ve düşmanlıklarıdır.”

120

Size bir iyilik dokunursa bu, onları huzursuz eder. Eğer başırııza bir musibet gelirse buna da sevinirler. Eğer sabreder ve (Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda) sakınırsanız onların tuzağı size hiç bir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.

Size bir iyilik -bolluk, bereket, ganimet ve zafer, basan- dokunursa bu, onları huzursuz eder.” Bu başanlardan onlar rahatsız olurlar ve üzülürler. .” Eğer başırııza bir musibet gelirse -yukanda anlattıklarınıızm tersi bir durum olursa- buna da sevinirler.” felâketlerin gelmesinden sevinç duyarlar. Âyette geçen, (.......) kelimesi, isabet etmekten ve başa gelmekten istiâredir. Sanki her ikisi de mana itibariyle bir gibidir. Görmez misin bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Eğer sana bir iyilik (zafer) erişirse bu, onları üzer. Şayet başına bir musibet gelirse bu defa da, (.......) derler.” Tevbe, 50.

Eğer -onların düşmanlıklarına veyahut, dini yükümlülüklere ve bununla ilgili sıkıntılara- sabreder ve Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda sakınırsanız,” Sizi menettiği gibi onlarla dostluk kurmaktan veya Allah'ın haram kıldıklarından uzak durursanız, “Onların tuzağı size bir zarar vermez.” Hilesi size bir şey yapamaz. Çünkü siz, Allah'ın himayesindesiniz. İşte bu, Allah'tan bir öğretimdir, bir irşaddır. Dolayısıyla sabır ve takva sayesinde düşmanların tuzağından kurtulma imkânı sağlanmış olmaktadır.

Bir bilge kişi şöyle der:

“Eğer seni çekemeyen ve haset eden birini rezil etmek ve susturmak istersen kendi adına ona karşı ihsanda bulun.”

Kırâat imâmlarından İbn, Kesir, Ebû Amr, Ya'kûb ve Nâfi (.......) kelimesini (.......) olarak okumuşlardır. Bu da kök olarak, (.......) kökünden alınmadır ve (.......) manasınadır. Bu ise galebe çalmak, üstün gelmek manasınadır.

Ancak işin müşkil (zor) yanı bunların dışmdakilerin kırâatidir. Çünkü bu, şartın cevâbıdır. Halbuki şartın cevabı da meczum olur. Mufaddal İbn Muhammed Dabbi'nin Âsım'dan rivâyeti olan kırâatinde olduğu gibi bunun (.......) harfinin fethasıyla olması gerekirdi. Ancak (.......) harfini mazmum (ötreli) olarak gelmesi (.......) harfinin ötreli olması bakımmdan ona uygun olarak gelmiştir. Meselâ; (.......) fiili gibi. İşte bu da böyledir.

Şüphesiz Allah, onların yapıp ettiklerini çepeçevre kuşatmıştır.”

Yani; Allah onların sabırlarını, takvalarını ve daha başka her şeylerini tümüyle kuşatmıştır, bilendir. Dolayısıyla siz neye lâyıksanız, Allah onu size yapacaktır. Bu mana kırâat imâmlarından Sehl b. Muhammed’in okuyuşuna göredir. Çünkü Sehl buradaki (.......) kelimesini (.......) olarak (.......) harfiyle okumuştur. Sehl dışmdakiler ise bunu, (.......) harfiyle (.......) okumuşlardır. Mana şöyledir:

Allah, sizin düşmanlık konusunda yaptıklarınızı bilir ve buna göre de onları cezâlarıdırır.”

121

Hani sen, mü'minleri savaşa uygun yerlere yerleştirmek üzere erkenden ailenin yanından ayrdmıştın. Allah hakkıyla işiten ve hakkıyla büendir.

Hani sen mü'minleri savaşa uygun yerlere yerleştirmek üzere erkenden ailenin yanından ayrılmıştın.” Ey Resûlüm Muhammed! Sen ailenin yanından bir sabah erkenden Medine'den aynlmıştm. Burada belirtilmek istenen husus, Resûlüllah’ın hücresinden (sallallahü aleyhi ve sellem) ayrılıp Uhûd'a gitmesidir.

Mü'mirileri yerleştirmek.” bu, hâldir..” Savaşyerleri ve menzilleri” demektir.

Yani; sağ, sol, merkez noktalarına ve her iki savaş kanadına ve artçılar olarak yerleştirmek için... (.......) kelimesi burada, (.......) kelimesine taallûk etmektedir.

Allah hakkıyla konuştuklarınızı işiten ve yaptıklarınızı -niyetlerinizi ve içinizden geçenleri- de en iyi bilendir.”

Anlatıldığına göre müşrikler çarşamba günü Uhûd'a konarlar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashâbıyla istişarede bulundu. Bu arada Abdullah b. Übey'i de çağınp onunla istişarede bulundu. O da bunun üzerine:

— Medine'de kal, diye görüş bildirdi ve:

— Biz ne zaman bir düşmana karşı çıkıp savaştıysak, mutlaka o savaşı kazanmışızdır. Her ne zaman onlar bizi bulunduğumuz yerde vurmaya geldilerse, biz onlardan darbe almışızdır, dedi. İşte bunu üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

— Ben rüyamda birtakım sığırların etrafımda boğazlanmış olduklarını gördüm. Ancak ben bunu hayra tefsirladım. Aynı zamanda kılıcımın keskin tarafından bir kısminin kesmez olduğunu gördüm. Bunu da bozguna uğrama olarak tefsirladım. Yine ben, ellerimi oldukça sağlam olan bir zırha koyduğumu gördüm bunu da Medine olarak tefsirladım.

Ancak kimileri gidip savaşmak için durmaksızın can atıyorlardı. Sonunda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) zırhmı giydi. Fakat Medine dışında savaşmak için can atanlar bu defa yaptıklarına pişmanlık duydular ve dediler ki:

— Ey Allah'ın Rasûlü! Sen ne buyurursan biz onu işlemeye hazırız. Ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

— Bir peygamberin, zırhını giyilikten sonra savaşmadan tekrar çıkarması yakışık almaz. Nihayet, cuma namazından sonra çıktı ve yanındakilerle beraber şevval ayının ortasında Cumartesi günü dağ yolunu tutarak Uhûd'da sabahladı. Ahmed, Müsned; 1/271. Beyhaki, Delailu'l-Nübüvve; 3/205.

122

Hani, Allah kendilerinin yardımcısı olduğu hâlde sizden iki grup bozulmaya yüz tutmuştu. Mü'minler ancak Allah'a dayanıp güvensinler.

Hani Allah, kendilerinin yardımcısı olduğu hâlde sizden iki bölük bozulmaya yüztutmuştu.”

Burada (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden bedeldir. Ya da bunda amel yapan amil, (.......) kelimesidir. (.......) kavlinden maksat Ensardan iki kabile olup bunlar da Hazrec kabilesinden Selemeoğulları ile Evs'ten Hariseoğulları idiler:

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bin kişilik bir kuvvetle Uhûd'a çıktı. Müşriklerin sayısı ise üç bin kişi idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sabretmeleri hâlinde ashâbma fetih ve zafer sözü verdi. Ancak münâfıkların başı ve lideri olan Abdullah b. Übey b. Selul kendisine bağlı olan askerleri alıp ayırdı ki; bunların sayıları üçte bir kadar bulunmaktaydı ve “Neden biz canımızı ve çocuklarınıızı ölüme atalım ki? “dedi. İşte bunun üzerine ismi geçen iki kabile de neredeyse onlara kâtilmak üzere niyetlenmişlerdi. Ancak Allah onları korudu. Böylece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte savaşa kâtildılar.

(.......) kavli, (.......) takdirindedir.

Yani, korkmaya ve zayıf düşmeye başladılar, çözüldüler, demektir. Çünkü (.......): korkaklık ve zayıflık demektir.

(.......) Allah onların dostudur, yardımcısı ve sevenidir. Ya da işlerini düzenleyen, üzerine alarıdır. O hâlde neden korkup zaafa düşüyorlar? Neden Allah'a dayanıp güvenmiyorlar ki?

Mü'minler ancak Allah'a dayanıp güvensinler.” Allah onlara, kendisinden başkalanna güvenmemelerini emretti. İşlerini yalnızca Allah'a havale etmelerini istedi. Cabir diyor ki:

“Biz karar ve önem verdiğimiz, niyet ettiğimiz şeyi yerine getirmedikçe Allah'a yemin olsun ki; biz o şeyden memnun kalmayız. Çünkü; yüce Allah bize, velimiz ve yardımcımız olduğunu haber vermiştir.”

123

Şüphesiz ki siz Bedir'de zayıf bir durumda iken, Allah yardım etmişti. Allah'tan sakının ki, şükretmiş olasınız.

Şüphesiz ki siz Bedir'de zayıf bir durumda iken Allah size yardım etmişti.” Bedir, Mekke ile Medine arasında bulunan bir suyun adıdır. Burası Bedir adında bir kişiye âit olduğu için onun ismiyle anılmıştır.

Ya da burada Rabbimizin önce Uhûd Savaşırıı zikredip ardından da Bedir'i zikretmesi, sabır ile şükür olayını bir arada göstermesi içindir. (.......) kavliyle Müslümanların sayıca azlıklarını dile getirmiştir. Çünkü, Müslümanlar sayı bakımından 313 kişi idiler. Halbuki buna karşılık düşman kuvvetinin sayısı bine ulaşıyordu. Kaldı ki; maddi yapılan ve silâh gücü açısından da üstün idiler.

Ancak sayıca az ve güçsüz olan Müslümanların her şeye rağmen manevi güç ve moral üstünlüğü vardı. Müslümanlarda sadece tek bir deve ve bir at bulunuyordu. Diğerleri ise piyade idiler. Düşmanların ise yüz kadar atı bulunuyordu, ayrıca savaş araç ve gereçleri, mızrakları ve yük develeri bakımından da üstün idiler.

Âyette, “zelil” kelimesinin çoğulu olan (.......) kelimesi cem-i kıllet (azlık çoğul) olarak gelmiştir. Bunun sebebi de, onların zelil olmaları demek sayılarının azliği manasındadır. Yoksa perişanlık ve hezimet manasında değildir.

Allah'tan sakının ki, şükretmiş olasınız.”

Yani; Resûlüllah ile birlikte olup sebat edin ki; Allah'ın emir ve yasaklarını uygulamanız sebebiyle Allah'ın zafer ve nimetlerine ererek buna şükredesiniz.

124

Hani sen mü'minlere o zaman şöyle diyordun: “Rabbinizin indirmiş olduğu üç bin melek ile sizi güçlendirmesi, sizin için yeterli değü midir?”

Hani sen mü'minlere o zaman şöyle diyordun:” Bu cümle, (.......) kavlinden zarftır. Çünkü Bedir gününde onlara bunu söylemişti.

Yani: Allah size bu sözü söylediğinizde size yardımda o bulunmuştu.” demektir. Ya da bu, (.......) kavlinden ikinci bedeldir. Bu takdirde bu söz onlara Uhûd Savaşmda denilmiştir, demektir.

Rabbinizin indirmiş olduğu üç bin melek ile sizi güçlendirmesi, sizin için yeterli değil midir?”

Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuştur. Ebû Hayve de bunu, (.......) olarak kırâat etmiştir. Bu da yardım ve zafer demektir.

(.......) kavlinin manası şöyledir: Onlara üç bin melekle destek verilmesinin onlara yetmeyeceğini belirten inkâr manasında bir istifhamdır. Burada (.......) edatmm getirilmesi ise nefyi yani olumsuzluğu pekiştirmek ya da tekit içindir. Bir de onların azliğina ve zayıflıklarına rağmen, düşmanlarını sayılarının çokluğu yanında, güç ve kuvvetleri açısından sanki umutlarını kesmiş gibidirler.

125

Evet, bu size yeter. Eğer sabreder ve sakınırsanız, (düşmanlarınız da) ansızın üzerinize baskın yapacak olurlarsa Rabbiniz, işaretlenmiş beş bin melekle sizi takviye eder.

Evet, bu size yeter.” Bu ifade (.......) edatından sonra olumsuz manaya karşı olumluluğu belirtiyor.

Yani; “Onlarla size takviye yapılması size yeter” , demektir. Bu yeterliliği gerektirmektedir. Sonra şöyle buyurdu:

Eğer -savaşa- sabreder ve Allah'tan sakınırsanız” Resûlüllahne muhalefetten ve karşı gelmekten uzak durursanız, “düşmanlarınız da ansızın üzerinize baskın yapacak olurlarsa,” müşrikler ansızm size saldınrlarsa...

Âyetteki (.......) kelimesi, “kazanın ya da tencerenin kaynaması” manasınadır. Nitekim, (.......) tabiri bu manadadır. Bu ifade sürat ve hız manasında istiâre olarak kullanılmıştır. Daha sonra bu, hakkında asla bir oyalanma ve sâhibi tarafından bir zikzak söz konusu olmayan şeylere isim olarak kullanılmıştır. Nitekim, (.......) denir ki; bu, “Hemen acele ile çıktı.” demektir. Hatta, “Geldiği gibi anında çıktı, durmadı. “ifadesi de böyledir. Nitekim; Hanefî alimlerinden büyük; imâm Ubeydullah b. Dilhem Ebû'l-Hasen Kerhî’nin;

“Mutlak emir fevrilik ifade eder, terahi ifade etmez.” kavli de bu manadadır.

Yani; “Mutlak manadaki bir emir, derhal gereğinin yapılmasını icabettirir, yoksa geciktirmeyi değil.” Bu durumda âyetin bu kısminin manası şöyledir: “Onlar hemen şu anda size saldıracak olurlarsa.”

Rabbiniz, işaretlenmiş beş bin melekle size takviye eder.” Meleklerin getirilmesi durumunda onların getirilmesi ya da gönderilmesi açısından inişleri ertelenmesi geciktirilmez.

Yani; yüce Allah, sizin zafere ermenizde ve size yardım etmede acele eder, sizin fethinizi kolaylaştırır. Meğerki sabretmiş olasınız ve Allah'ın emirlerine ve yasaklarına bağlı kalarak Allah'tan sakmasmız.

(.......) kelimesini İbn Kesîr, Ebû Amr, Âsım ve Sehl (.......) harfinin esresiyle olmak üzere, (.......) olarak okumuşlardır. Bunun da manası, “İşaretli, alâmeti olan” demektir. Ya da onların binekleri olan atları nişanlı, işaretli veya alâmetli olup bununla savaş atları olduğu anlaşılsın diyedir. Zaten (.......) kelimesi alâmet, işaret ve nişan demektir.

İmâm Dahhak ise, bunların hayvanların alınlarında ve kuyruklarında beyaz yün ile damgalanmış olduklarını söylemiştir.

Yukanda ismi geçen imâmların dışındaki kırâat imâmları ise bu kelimeyi (.......) harfinin fethasıyla, (.......) olarak okumuşlardır. Bu da işaretli, üzerlerinde nişan bulunan demektir. İmâm Kelbi’de şöyle demiştir:

“Omuzları üzerinden sarkıtılmış sarı renkli sarıklarla işaretli melekler.” Bedir savaşı gününde Zübeyr b. Avvam'ın sangı san renkli idi. Nitekim, inen melekler de böyle san renkli sanklarla inmişlerdir.

Katâde’nin rivâyetine göre önce bin, daha sonra üç bin ve en son olarak da beş bin olarak inmişlerdir.

126

Allah, (bu yardımı size) sırf bir zafer müjdesi olsun ve bununla gönülleriniz rahatlasın diye yaptı. Yoksa yardım ve zafere erdirmek ancak güç ve hikmet sâhibi olan Allah karındandır.

Allah, bu yardımı size sırf bir zafer müjdesi olsun ve bununla gönülleriniz rahatlasın diye yaptı.” Bu âyette (.......) kavlindeki zamîr, (.......) kavlinin delâlet ettiği imdada (takviyeye) râcidir. (.......) yani;

Yüce Allah’ın meleklerle size takviye göndermesi sizin zafere ereceğinizi bildirmek maksadıyla bir müjdeci olsunlar diye ve bir de, nasıl ki, “sekine” İsrâ'il oğullarının zaferi ve kalplerinin huzur bulması için verilmiş ise “Bununla sizin gönülleriniz huzur bulsun diye size göndermiştir.”

Yoksa yardım ve zafere erdirmek güç ve hikmet sâhibi olan Allah katındandır.” Yoksa bu savaşma ile olacak bir şey değildir.

Yani; zafer savaşan güçlünün ya da zayıfın tarafından değil, ancak Allah'tandır. Yoksa melekler tarafından da değildir. Ancak bu, kendisinden yardım ve zafer umut edilen ve bu güce sahip olan Allah'ın takviyesi ve Onun rahmetinden umutvar olmakla olabilir.

(.......) O “Azîzdir” hükümlerinde Ona karşı koyacak ve galebe çalacak bir başka güç yoktur. (.......) O “Hakîm'dir” yani; O dostlarına zafer verir, yardımda bulunur, onları düşmanlarının saldınsıyla dener.

127

(Bu yardım ile) kâfirlerden bir kısmını helâk edip (ortadan kaldırmak) ve bir kısmını da ümitlerini yitirmiş olarak dönüp gitsinler diye perişan etmek için sizi desteklemiştir.

“Bu yardım ile kâfirlerden bir kısmını helâk edip ortadan kaldırmak” (.......) kavlindeki (.......) edatı ya, (.......) kavline, veya (.......) kavline ya da, (.......) kavline mütealliktir.

Mana şöyledir: “Onlardan bir grup helâk olmak üzere ve bir grup da esir düşerek helâk olsunlar diye.” Bilindiği gibi Bedir gününde müşriklerden yetmiş kişi öldürülmüş ve yetmiş kişi de esir alınmıştı. Bunlar arasında Kureyş'in önde gelen liderleri de bulunuyordu.

ve bir kısmını da hezimete uğratıp perişan etmek için onları hezimete uğratmıştır.” Burada, (.......) kavli onları rezil rüsvay etmek için ya da hezimete uğratmakla öfkelerini artırmak için demektir. Aslında, (.......) kelimesi kalpte oluşan aşırı korku olup bundan dolayı yüzde bunun belirtileri görülür ve hemen durum yüze yansır. (.......) kavli de; zafere ermeden ve bir basan kazanmadan, isteklerine ulaşamadan dönüp gitmek demektir.

128

Senin onlar için yapabileceğin bir şeyin yoktur. Allah dilerse Müslüman olsunlar diye ya onların tevbelerini kabul eder veya küfürleri yüzünden onlara azâb eder. Çünkü onlar zalimdirler.

Senin onlar için yapabileceğin bir şeyin yoktur.” Âyetteki, (.......) kelimesi (.......) kelimesinin ismidir. Haberide, (.......) kavlidir. (.......) kavli ise, (.......) kelimesinden hâldir. Çünkü bu, mukaddem sıfattır.

“Allah dilerse Müslüman olsunlar diye ya onların tevbelerini kabul eder.” Bu cümle, (.......) kavli üzerine atfolunmüştur. (.......) kavli de ma'tûf ile ma'tûfun aleyh arasında itiraz (parantez) cümlesi, yani yan cümleciktir. Mana ise şöyledir:

Yüce Allah onların her şeylerine sahip ve mâliktir. Dolayısıyla ya onları helâk eder veya hezimete uğratıp perişan Marya da Müslüman olmaları hâlinde onların tevbelerini kabul buyurur.”

veya küfürleri yüzünden onlara azâb eder.” Eğer kâfirliklerinde ısrar ederlerse onları azâb eder. Senin onlar adına yapabileceğin hiçbir şey yoktur. Sen ancak onları uyarmak, onlarla cihat etmekle memur bir kulsun.

İmâm Ferrâ' Ebû Zekeriya Yahya b. Ziyad b. Abdullah’a göre buradaki (.......) kelimesi (.......) manasınadır. İbn Isa (Ebû'l-Hasen Ali b. Îsa) ya göre bu, (.......) manasınadır.

Meselâ; (.......)

Yani; “Ya hakkımı verirsin. Ya da ben onu zorla almasını bilirim. “demektir. Buna göre mana şöyle olmaktadır: “Onların durumuyla ilgili olarak senin yapabileceğin bir şey yoktur. Meğerki Allah onların tevbelerini kabul etmiş olsun, bu takdirde sen onların durumuna sevinir mutlu olursun ya da Allah onlara azâb eder, bu durumda da sen onlardan intikamım almış olursun.”

Bir tefsire göre de; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara bedduada bulunmak istemiş, ancak Allah onların içinden îman edecek olanları bildiği için Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı böyle yapmaktan menetmiştir.

Çünkü onlar zalimdirler.” Dolayısıyla azaplarıdırılmayı hak etmişlerdir.

129

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine de azâb eder. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Emir sana değil, Allah'a âittir. Çünkü göklerde ve yerde her ne varsa hepsi Onun mülküdür. Bu bakımdan dilediği mü'minleri bağışlar ve dilediği kâfirlere de azâb eder.

130

Ey îman edenler! Kat kat arttırdmış olarak faiz yemeyin. -Faiz yeme hususunda- Allah'tan sakının ki, kurtuluşa eresiniz.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve İbn Âmir (.......) kelimesini şeddeli olarak, (.......) okumuşlardır. Bu ise faiz konusunda şiddetli kınama ve uyan ile birlikte almış oldukları faizin her türünü, yani katlamalı olanını da olmayanını da yasaklıyor. Çünkü câhiliye döneminde adam faizle para mal veriyor, vade bitiminde ise gelip borçluya ya alacağımı verirsin ya da faizin miktarını artırırsın diye baskı uygulardı. Ancak bu artırma hâlinde süreyi biraz daha uzatırdı.

131

Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının.

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (rahmetüllahi aleyh) diyor ki: “Bu âyet, Kur'ân'da yer alan en korkutucu bir ayettir. Çünkü; Allah bu âyette kâfirler için hazırlanmış olan cehennem ateşiyle mü'minleri tehdit edip korkutmaktadır. Eğer Allah'ın haramlarından sakınmazlarsa bu tehdit onlar içindir.”

Bundan sonra mü'minlerin Allah ve Rasûlüne itâat etmeleri hâlinde Allah'ın rahmetinden umutvar olabileceklerini şu kavliyle ifade buyuruyor:

132

Allah'a ve Rasûlüne itâat edin ki, merhamet olunasınız.

İşte bu ayetle Mürcie mezhebinin görüşleri reddedilmektedir. Çünkü; bu mezhebin görüşüne göre, “Bir kimse eğer îman etmiş ise, onun günah işlemesi imanına zarar vermez.”

Ancak bize (Ehl-i sünnete) göre, kâfir olmayan isyankâr mü'minler-den kimileri cehenneme girerler. Fakat sonunda cezâlarını çektikten sonra onlar da cennete gireceklerdir.

Yüce Allah'ın, (.......) ve (lealle) yani; “umulur ki” manalarına gelen bu edatları, bu gibi yerlerde zikretmiş olması -her ne kadar tefsîr bilginleri bu iki edat için, “Bunlar, Allah tarafından zikredilirse kesinlik anlamı ifade eder.” demişlerse de- arif olan bir kimsenin mutlaka işin takva yönüne dikkat etmesi gerekir ve Allah'ın rızasının öyle kolay kolay kazanılmayacağına işaret etmeleri icabeder. Allah'ın rahmet ve sevabının güç kazanılacağını bilmeleri gerekir.

133

Rabbinizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cennete koşun. (Bu cennet,) müttakiler için hazırlanmıştır.

(.......) harfi olmaksızm (.......) diye okumuşlardır. Bunu (.......) ile yani; (.......) olarak okuyanlar bu âyeti makabline (bir öncesine) atfetmektedirler. (.......) harfini hazfedip (düşürüp) okuyanlar ise, bunu yeni bir cümle olarak kabul etmektedirler.

Mağfiret ve cennete koşmak” demek, kişiyi bu iki nimete kavuşturacak amellerde bulunması ve onlara koşması demektir. Daha sonra da bu amellerin şunlar olabileceği belirtilmiştir: beş vakit namaz, namazın ilk (iftitah) tekbiri veya Allah'a karşı olan taatler, ihlâs, tevbe, cuma namazı ve cemaat.

O cennetin genişliği gökler ile yerin genişliği kadardır. “Nitekim, Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

“... O cennetin genişliği gökle yerin genişliği kadardır.” Hadid,21.

Bundan murat, cennetin genişlik ve yayılmışlıkla tanıtılmasıdır. Burada Rabbimiz, halk tarafından bilinen yaratılmışların en geniş ve yayılmış olanına benzeterek cenneti tanıtmaktadır. Özellikle “genişlik” ifadesinin kullanılması sırf mübalağa için ve uzun olmaya göre daha yaygın olan bu ifadeye yer verilmiştir.

Yani; cennetin uzunluğunun çok daha fazla oluşuna dikkat çekmek içindir.

İbn Abbâs'tan rivâyete göre; “Eğer cennet birbirine eklense, genişliği yedi kat gök ile yedi yeryüzü kadardır.”

“Cennet yedinci kat ya da dördüncü kat göktedir.” tarzında gelen rivâyetin manası, “Cennet, o cihette ya da yöndedir.” demektir. Yoksa “oradadır” veya, “onun bir kısmmdadır” demek değildir. Bu ifade tıpkı, “ev bahçededir” ifadesine benzer ki, eğer ev, ona ekli ise, evin kapısı bahçe kapısından tarafadır, anlamında demektir.

(Bu cennet,) Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda sakınanlar için hazırlanmıştır.” (.......) kavli aynı zamanda “cennet” kelimesinin sıfatı olduğundan mahallen mecfurdur.

Yani, “....sakınanlar için hazırlanmış olan geniş bir cennet.”

Geçen her iki âyet de hem cennetin ve hem cehennemin yaratılmış olduklarını göstermektedir. Muttaki (sakınan) demek, şirkten uzak duran demektir. Nitekim; yüce Allah şöyle buyurmuştur:

134

(O takva sahipleri) bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları bağışlarlar. Allah da iyilikte bulunanları sever.

O takva sahipleri bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcarlar,”

Eğer, (.......) kavli mübteda kabul edilirse (.......) kavli üzerinde vakfedilir (durulur). Dolayısıyla, (bir sonraki Âyetteki) (.......) kavli de bunun üzerine atfedilmiş olunur. (.......) diye başlayan âyet de haber yapılır. Eğer (.......) kavli (.......) kavline sıfat yapılırsa ve (.......) kavli de buna atfedilirse, bu takdirde vakfedilmez (durulmaz).

Yani, “Sakınanlar ve tevbe edenler için hazırlanmıştır. “olarak değerlendirilirse durulmaz.

Eğer:

“Cennet, hatalarında ısrar edenler için değil, sadece emir ve yasaklar doğrultusunda sakınan ve tevbe edenler içindir.” diye söylersen ben de buna karşılık derim ki:

“Bunun her iki kesim için de hazırlanmış olabilmesi de câizdir. Daha sonra Allah'ın lütfü ile ve bağışlamasıyla bu ikisinden başkalan da girecektir. Meselâ: (.......), denilir ki; daha sonra aynı sofradan onu izleyenler, tabi olanlar da yiyebilir, manası da çıkar. İşte bu da bunun gibidir. Nitekim, yüce Allah'ın şu buyruğunu görmez misin:”

“Kâfirler için hazırlanmış olan cehennem ateşinden sakının.” buyurulduğu gibi kâfirler dışında da bazı kimselerin oraya gireceği hususunda ittifak bulunmaktadır. Çünkü buna, yalnızca kâfirler girecektir anlamına gelmez.

Âyette infaka, yani Allah yolunda harcamaya öncelik verilmesinin sebebi, Allah yolunda harcama yapmanın nefse en ağır gelen bir ibâdet olmasından ve ihlâsa en çok delâlet etmesindendir. Çünkü; Allah yolunda infakta harcamada bulunmak günümüzün en çok ihtiyaç duyuları amellerin en önemlisi ve en büyüğüdür. Çünkü düşmana karşı koyabilmek ve gerektiği gibi savaşmak buna bağlıdır. Aynı şekilde Müslüman fakir ve yoksullarına karşı gerekeni yapmak da infaka bağlıdır.

Bir başka tefsire göre ise her durumda ve her halükârda infakta bulunmalıdır. Çünkü; her zaman bolluk hâli yaşayan olduğu gibi darlık çekenler de vardır.

öfkelerini yutarlar”

Yani; öfkelerini gereğini yapmaktan geri dururular. Nitekim, kırba (testi) ağzına kadar dolup taştığmda, (.......) denir. Nitekim; öfkeyi yutmak, öfkesine sahip olmak veya öfkesini tutmak ifadesi de bu manayadır.

Yani, sabretmek suretiyle nefsine hakim olmaktır ve öfkeden bir iz ve eser bırakmamaktır.

Aslında (.......) Gayz: Öfkeden kalpteki hararetin yanması (kan dolaşıminin artması) demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dm rivâyete göre şöyle buyurmuştur:

“Herhangi bir kimse öfkesinin gereğini yapabilecek durumda iken eğer öfkesini yutarsa Allah onun kalbim güven ve îman ile doldurur.”

ve insanları bağışlarlar.”

Yani; herhangi biri kendisine karşı bir yanlışlık yapar, hata işlerse onu hesaba çekmez. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Kıyamet gününde bir ünleyici şöyle seslenir: (.......) Bu sese ancak bağışlayanlar kalkıp karşılık vereceklerdir.”

Süfyan İbn Uyeyne bunu Harun Reşid'e anlatır. Harun Reşit ise birine oldukça öfkelenmişti. Ancak bunun üzerine ona dokunmadı, bağışladı.

Allah da iyilikle bulunanları sever.” (.......) kelimesinin başındaki (.......) harfi Eğer cins manasında ise, bu, her tür iyiliği kapsar. Aynı zamanda burada söz konusu olan özelliklere sahip bulunanlar da girer. Eğer bu (.......) harfi ahd içinse sadece burada söz konusu edilenlere işaret eder.

İmâm Sevri de diyor ki: “İhsan, senin kötülük yapan kimseye iyilikte bulunmandır. Çünkü; iyilikte bulunan kimseye iyilik yapmak karşılıklı alışverişte bulunmak, ticaret yapmak demektir.”

135

(İşte bu özellikleri taşıyanlar) herhangi bir kötülük yaptıklarında veya kendi kendilerine yazık ettiklerinde Allah'ı hatırlayıp hemen günahları yüzünden bağışlanmalarını dilerler. (Zaten) günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki? Bir de onlar işledikleri günahlar üzerin-de bile bile ısrar etmezler.

(İşte bu özellikleri taşıyanlar) herhangi bir günah işlediklerinde”

(.......) kelimesi oldukça çirkin ve iğrenç fiil demektir. Burada, (.......) kavlinin mübteda, (.......) kavlinin de haber olması da câizdir.

veya kendi kendilerine yazık etliklerinde Allah'ı hatırlayıp hemen günahları yüzünden bağışlanmalarını dilerler.” Bir tefsire göre, (.......) büyük günahlar demektir, “Nefse zulmetmek, kendine yazık etmek” ise küçük günahlar manasınadır. Ya da “fahişe” kelimesinden kasıt zina demektir. Nefse zulmetmek ise öpmek, dokunmak ve benzeri günahlar demektir.

(.......) Hemen tevbe etmeleri için dilleriyle veya kalpleriyle derhal Allah'ı hatırlayıp anarlar. (.......) İşledikleri şeyin çirkin ve günah olması sebebiyle onlardan vazgeçip mağfiret ve bağışlanma dilerler. Anlatıldığına göre bu âyet nâzil olduğu zaman İblîs ağlamış.

Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki?” Burada, (.......) mübtedadır. (.......) ise bunun haberidir. Ayrıca bu kelimede (.......) edatına râci bir zamîr vardır. (.......) kavli ise (.......) kelimesindeki zamîrden bedeldir. Bunun mana olarak takdiri şöyledir:

“Aslında Allah'tan başka günahları bağışlayacak hiçbir güç yoktur. Yalnızca Allah bağışlar.” Bu ise ma'tûf ile ma'tûfun aleyh arasında bir muterize (parantez) cümlesidir. Bu ifade ile kulların gönüllerini almak ve hoş tutmak da bulunmaktadır. Tevbeye özendirme ve ona teşvik vardır. Umutsuzluktan ve yeisten kurtulma duygusu bulunmaktadır. Aynı zamanda Allah'ın rahmetinin bol ve geniş olduğu ve tevbe edeni Allah'ın bağışlayabileceği inancı verilmektedir. Öyle ki; bir kimsenin günahı ne kadar büyük olursa olsun Allah'ın mağfiretinin bunun çok çok üstünde büyük olduğu, kereminin ve lütfunun daha büyük olduğu inancı yerleştiriliyor.

Bir de onlar işledikleri günahlar üzerinde bile bile ısrar etmezler.”

Yani; işledikleri kötü fiillerinde durup onda ısrar etmekle, durmazlar. Bir şeyde ısrar etmek demek, onun üzerinde çok durmak demektir. Nitekim; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:

“Eğer bir kimse günde yetmiş kere de günah işlese mağfiret dilediği müddetçe o günahlarda ısrar etmiş sayılmaz.”

Yine şöyle rivâyet olunmuştur:

“Mağfiret dilendiği müddetçe büyük günah kalmaz, günahta ısrar edildiği müddetçe de küçük günahlar küçük olarak kalmaz, büyür.”

(.......) kavli, (.......) kavlindeki zamîrden hâldir:

Yani onlar kötülük yaptıklarını, yanlış iş işlediklerini bilirler veya onlar günahları yalnızca Allah'ın bağışlayacağını, Ondan başka hiçbir kimsenin günahları bağışlamayacağını bilirler.

136

İşte onların -bu nitelikleri taşıyanların- mükâfatları -tevbe etmeleri sebebiyle- Rablerinden bir bağışlanma, -Allah'ın rahmetiyle- içlerinde sonsuza kadar kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Bu şekilde amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir.

Âyette mahsusun bil medih mahzûftur.

Yani, “Bu şekilde amel işleyenlerin mükâfatlarının mağfiret ve cennetler olması ne güzeldir. “demektir.

Bu âyetin nüzul (iniş) nedeni bir hurma satıcısıyla alâkalıdır. Kendisinden hurma satm almak isteyen bir kadına, “Evimde bunların daha güzeli var.” diyerek kadını alıp evine götürür ve onu kucaklayıp öper. Fakat daha sonra ise yaptığına pişmanlık duyar.

Bir başka anlatıma göre ise âyet Ensardan biri hakkında nâzil olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bununla Sakif kabilesinden birini kardeş yapmıştı. Sakifli kardeşi Ensardan olan kardeşini bir gazaya gitmesi sebebiyle evinin ihtiyaçları için görevlendirmişti. Bu şahıs söz konusu ailenin ihtiyacı var mı yok mu diye sormak üzere o ailenin evine gider, arkadaşırıın hanımını görünce onu öper ve fakat yaptığı bu şeyden dolayı pişmanlık duyar. Çığlıklar atarak çöle kaçar Allah da tevbesini kabul buyurur. İşte bu sebeple bu âyet nâzil olmuştur.

137

Sizden önce nice (ümmetler hakkında) ilahi kanunlar gelip geçmiştir. Şöyle bir yeryüzünü (dünyayı) dolaşırı da, (Allah'ın hükümlerini ve âyetlerini) yalanlayanların sonlarının ne olduğunu bir görün.

Yani; Allah'ın âyetlerini ve hükümlerini yalanlayanların başlarına gelen olayları ve onların uygulamalarını görün de bunlardan kendiniz için ders çıkarıp ibret alın.

138

İşte bu (Kur'ân'da anlatıları gerçekler), insanlar için bir açıklama ve (Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket edip) sakınanlar için de bir hidâyet ve bir öğüttür.

İşte bu (Kur'ân'da anlatıları gerçekler), -veya bu Kur'ân- insanlar için bir açıklama ve (Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket edip) şirkten- sakınanlar için de bir hidâyet -irşat ve doğru yolu gösterme- ve bir öğüttür. Bir teşvik ve uyandır.

139

Gevşeklik göstermeyin ve üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten îman etmişseniz, en üstün sizsiniz.

Gevşeklik göstermeyin.” Başırııza gelen hezimet sebebiyle, bozguna uğramanız yüzünden cihat görevinden gevşeyip geri kalmayın, cihadı hep sürdürün.

ve üzüntüye kapılmayın.” Ele geçiremediğiniz ganimetler ya da sizden ölenler ve yaralarıanlar için üzülmeyin. Uhûd Savaşırıda Müslümanların başlarına gelenlerden dolayı Allah tarafmdan hem Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ı ve hem ashâbını teselli babmda bir hükümdür ve onların gönüllerini güçlendiren bir ayettir.

En üstün sizsiniz.” Sizin durumunuz onlardan çok daha üstündür ve siz galipsiniz. Çünkü onların Uhûd Savaşırıda size verdirdikleri kayıpların çok çok üstünde siz Bedir gününde onlara tattırdınız, sizin yaşadıklarınızın en ağırını onlar Bedir gününde ölü ve esirleriyle, bozguna uğramakla yaşadılar. Ya da sonuç bakımından hem yardım ve hem zafer açısından siz onlardan en üstünsünüz. Bu, Müslümanların üstünlük ve galip gelme bakımından kendilerine verilen bir müjdedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz bizim ordumuz mutlaka onlara üstün gelecektir.” Saffât, 173.

Kaldı ki; siz durum ve konum bakımından da onlardan en üstünsünüz. Çünkü; sizin savaşmanız Allah içindir, Allah'ın Kelimesini, şerî'atını yüceltmek içindir. Halbuki onlar şeytan adına ve küfrü yüceltmek için çarpışıyorlar. Ya da sizin ölüleriniz cennette, Halbuki onların ölüleri ise cehennemdedirler.

Eğer gerçekten îman etmişseniz..” Bu nehye (.......) kavline mütealliktir.

Yani; eğer sağlam ve sıhhatli bir inanca sahipseniz “gevşeklik göstermeyin.” Çünkü; imanın sıhhatli oluşu kalbin kuvvetlenmesini gerektirir, Allah'ın vadine güvenmeyi sağlar, düşmana önem vermemeyi, onu basit görmeyi öğretir. Ya da (.......) kavli, (.......) kavline mütealliktir.

Yani “Eğer siz Allah'ın size vadettiği şeyi ve size vermiş olduğu galip gelme müjdesini doğruluyorsanız... “demektir.

140

(Ey mü'minler!) Eğer siz (Uhûd'da) bir yara almışsanız, (Bedir'de düşmanınız olan) o kavim de aynı şekilde bir yara almıştır. İşte biz o günleri (kiminde zafer ve kiminde hezimetle) insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Allah, îman edenleri ortaya çıkarsın ve içinizden şâhitler (şehitler) edinsin. Allah zalimleri sevmez.

(Ey mü'minler!) Eğer siz (Uhûd'da) bir yara almışsanız,” Kırâat imâmlarından Hafs dışında Kûfe kırâat okulu mensuptan (.......) harfinin ötersiyle (.......) kelimesini Kur'ân’ın her neresinde geçerse (.......) olarak okumuşlardır. Bunların dışındaki kırâat imâmları ise fetha harekesi ile (.......) olarak okumuşlardır. Her iki kelime de tıpkı (.......) ve (.......) gibi dil bakımından aynı manada kullanılan iki kelimedir. Bir tefsire göre eğer fetha harekesiyle olursa yara manasına gelir, eğer ötüre harekesiyle olursa yaradan dolayı oluşan ağn ve acı manasınadır.

(Bedir'de) düşmanınız olan o kavim de aynı şekilde bir yara almıştır.”

Yani; onlar Uhûd'da sizi yenmişlerse, siz de daha önce Bedir gününde onları yenmiştiniz. Dolayısıyla onların o gün Bedir'de yenilgiye uğramaları kalplerinde size karşı bir zaaf oluşturmadı ve bu, onları sizinle yeniden savaşmaktan alıkoymadı. O hâlde sizin bu durumda hiç zaafa düşmemeniz ve korkuya kapılmamanız daha yerinde olmaz mı? “İşte biz o günleri kiminde zafer ve kiminde hezimetle insanlar arasında döndürür dururuz.”

Yani; onda var olan nimet ya da külfeti, intikamı bazen bir tarafa ve bazen de diğer tarafa veririz. Nitekim; İmâm Siybeveh'in kitabında yer verdiği şu beyit bu dile getirir:

Bir gün biz yeneriz savaşta, bir gün yeniliriz Bir gün seviniriz bir gün de üzülürüz.

(.......) mübtedadır. (.......) ise bunun sıfatıdır. (.......) ise haberdir. (.......)ve içinizden şâhitler (şehitler) edinsin. “

Yani; sizden bazılarınıza şehitlik vererek ikramda bulunsun. Rabbimiz burada bununla Uhûd gününde şehit düşen mü'minleri murat ediyor. Ya da yarın kıyamet gününde diğer ümmetler üzerinde sizden şâhitlik yapmaya elverişli kimseler çıkarsın için. Nitekim; Rabbimizin şu kavli de buna işaret ediyor:

“İşte böylece insanlara karşı şâhit olmanız, ve peygamberlerin de size karşı şâhit olması için sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık.”

Allah zalimleri sevmez.” Bu cümle kimi sebeplere işaret için gelen itiraz (parantez) cümlesidir. Manası ise şöyledir: “Allah, imanda sebat ederek kendi yolunda cihat üzere hareket edenlerden olmayan münâfıklarla kâfirleri sevmez.”

141

(İşte bu aynı zamanda,) Allah'ın mü'minleri ortaya çıkarması ve kâfirleri (inkârcıları) helâk etmesi içindir.

Âyette geçen, “temhis” kelimesi, temizlemek ve arındırmak, tasfiye edip ayıklamak manalarına gelir. (.......) ise helâk etmek ve yok etmek manasınadır.

Yani; mana şöyle olmaktadır:

“Eğer devlet ve üstünlük inananlardan yana olmazsa bunu ayıklamak, tasfiye etmek, şehadete ermek ve şâhitlik içindir. Eğer yenilgi kâfirlerin olursa bu, onların helâk olmaları ve izlerinin silinmesi içindir.”

142

Yoksa siz, Allah içinizden cihat edenleri belli etmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?

Yoksa siz, cennete gireceğinizi mi sandınız?” Âyetin baş tarafında yer alan (.......) edatı, münkatıadır. Başmdaki hemze ise inkâr manasınadır.

Yani; “Sanmayınız” demektir.

Allah içinizden cihat edenleri belli etmeden”

Yani; siz savaşmadığınız müddetçe, demektir. Çünkü; ilini maluma (bilgi bilinene) taallûk eder, onunla bağlarıtılıdır. Dolayısıyla burada bilginin olmayışını onun mutaallâkmm olmadığı manasında gelmiştir. Çünkü; olması gerekenin olmaması diğerinin de olmadığı manasınadır. Meselâ; “Allah filân kimseden bir hayır bilmedi (bilmiş değildir) denir ki; bu, “onda hayır beklenecek bir durum yok ki; Allah onun bir iyilik işlediğini bilmiş olsun.” manasınadır.

Yani; o hiç iyilik yapmaz demektir.

(.......) edatı ise (.......) manasınadır. Ancak bunda bir bakıma her an bir beklenti var manası bulunmaktadır.

Yani bu, geçmişte bir cihadın olmadığını bildirmekle beraber geleceğe dönük olarak her an çıkabilir, demektir.

ve savaşta sabredenleri ortaya çıkarmadan...” (.......) fiili, (.......) edatının izmariyle mensûbdur. Başındaki (.......) harfi de cemi' (çoğul) manasınadır. Meselâ; (.......) sütle birlikte balık yeme, gibi. Ya da bu kelime, daha önce geçen, (.......) kavli üzerine ma'tûf olup bundan dolayı meczumdur. Ancak iki sakin kelime yanyana geldiklerinden ötürü mim harfine hareke “verilmiştir. Fetha harekesiyle harekelenmiş olması makablinin meftuh (üstünlü) olmasındandır.

143

And olsun ki; siz ölümle karşılaşmazdan önce onu (şehit olmayı) isteyip dururdunuz. İşte şimdi onu karşınızda gördünüz; ama hâlâ bakıp duruyorsunuz.

And olsun ki; ölümle karşılaşmazdan önce ölümü (şehit olmayı) isteyip duruyordunuz.” Bu ifadeyle Bedir savaşma kâtilmamış olanlara sesleniliyor. Çünkü; bunlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber bir gazaya kâtilmak arzusunda olan kimselerdi. Çünkü; şehit olma temennisini gösteriyorlardı. Bunlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile müşriklere karşı çıkmak için istek Ve ısrar gösterenlerdi. Bunun için Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ı zorluyorlardı. Halbuki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'de kalıp savunma savaşı yapmak istiyordu.

Yani; mana şöyledir: “Siz onu görmezden önce ölmek, şehit olmak için hep isteyip duruyordunuz. Bunun ne manaya geldiğini, şiddetini de biliyordunuz.”

“İşte şimdi onu karşınızda gördünüz; ama hâlâ bakıp duruyorsunuz.”

Yani; kardeşleriniz gözlerinizin önünde öldürülüp şehit olunurken ve siz de ölümle yüz yüze gelmişken onu çıplak gözlerinizle görüp gözetip yaşadınız.

İşte bu, onlar için bir ayıplama ve kınamadır. Çünkü; ölümü istemişlerdi. Aynı zamanda bu ölüme neden olan şeyi şiddetle arzulamışlardı. Bu, Resûlüllahın isteğine rağmen onu Medine dışında savaşa zorlamaları isteği idi. Daha sonra hezimete uğramaları, yenilgileri de bundan dolayı oldu.

Esas bilinmesi gereken gerçek şehitlik mertebesine ermeyi arzulamaktır. Onlar bunun için şehitliği istediler. Halbuki bunun içinde kâfirlere galebe çalmayı, onlara üstün gelmeyi kastetmediler, sadece şehit olmayı dilediler. Bu âdeta şu örneğe benzer. Adam gidip Müslüman olmayan bir doktora tedavi olup onun verdiği ilâçtan alıp içiyor. Ona tedavi için giden kimsenin amacı ondan bir şifa beklemektir, iyileşmektir. Ancak aklına hiçbir zaman Allah düşmanına bir menfaat ve çıkar sağladığını getirmez ve sanatma yardımcı olduğunu, ona değer kazandırdığını düşünemez.

İbn Kamia bir taş atarak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in azı dişini kırınca, hemen Resûlüllah'ı öldürmek üzere atıldı. Ancak Mus'ab b. Umey (radıyallahü anh) derhal engel oldu ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı savundu. Hazret-i Mus'ab (radıyallahü anh), bayrak (sancak) taşırdı. Fakat Hazret-i Mus'ab (radıyallahü anh), İbn Kamia tarafından şehit edildi. İbn Kamia, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ı öldürdüğünü sanarak,

Muhammed'i öldürdüm, diye seslendi. Derken bu arada:

— Haberiniz olsun, Muhammed öldürüldü, diye bir ses duyuldu. Bu sesin şeytan tarafından olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in öldürüldüğü yalanı halk arasında yayılmış oldu. Böylece orduda çözülüp dağılma başgösterdi. Ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) .

— Ey Allah'ın kulları! Bana doğru gelin, diyerek ashâbmı böylece toparlamaya çalışıyordu. Nihayet ashâbından bir kısmı gelip çevresinde toplandılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kaçışları sebebiyle onları kınadı. Onlar da:

— Ey Allah'ın Rasûlü! Babamız ve anamızla hepimizin cam uğruna feda olsun. Bize senin öldürüldüğün haberi geldi. Biz de bunun üzerine geri dönüp kaçak, dediler. İşte şimdi mealini okuyacağımız âyet bunun üzerine nâzil olmuştur.

144

Muhammed, ancak (diğer peygamberler gibi) bir peygamberdir. Ondan önce de (nice) peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür ya da öldürülürse, ökçelerinizin üzerine yeniden küfre mi döneceksiniz? Her kim dininden dönerse, hiçbir şeklide Allah'a zarar vermiş olmayacaktır. (Dininde sebat edip) şükredenleri Allah mükâfatlarıdıracaktır.

Muhammed ancak diğer pegamberler gibi bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir.” Daha önceki peygamberler nasıl gelip girmişlerse Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de gidecektir. Önceki peygamberlerin gitmelerinden sonra nasıl ki, onların dinlerine bağlı kalan tabileri onlardan sonra var olmuşlarsa, sizin de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) den sonra onun dinine bağlarııp sanlmanız gerekir. Çünkü; peygamberlerin gönderilmelerinin asıl amacı risâleti, peygamberlik görevini tebliğdir, gerekli ve bağlayıcı delili ya da hücceti sunmaktır. Yoksa hep kavmi arasında kalıp yaşaması demek değildir.

Eğer o ölür ya da öldürülürse, ökçelerinizin üzerine yeniden küfre mi döneceksiniz?” Âyetin başmda bulunan (.......) harfi kendisinden önceki cümleye şart cümlesi olarak taallûkta bulunmaktadır ki; kendisinden önceki cümle sebebiyet manasınadır. Baştaki hemze de inkâr manasmadır. Böylece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) den önce geçen peygamberleri, bunların gerisingeri ökçeleri üzerinde dönmelerinin sebebi kılmak doğru değildir.

Yani; ölüm veya öldürülme sebebiyle o peygamberlerin bu dünyadan gitmiş olmaları, onların bıraktıkları davalarını terk etmeye neden olamaz. Çünkü; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kavmi de biliyorlar ki, ondan önce gelip geçen peygamberlerin gitmiş olmaları, dinlerinin sona ermesi anlamında değildir. Onlardan sonra onların o din üzerinde varlıklarını sürdürmeleri, hak dine olan bağlılıklarından ve ona sanlmalarından kaynaklarııyor. Dolayısıyla bu, Müslümanların da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in dinine sanlıp ona bağlanmalarını gerektirmektedir, yoksa gerisin geri ökçeleri üzerinde dönmeyi değil.

Ökçeler üzerinde geriye, dönmek demek, mecazî anlamda olup, dininden dönmek, irtidat etmek veya hezimete (bozguna) uğramak manasınadır.

Her kim dininden dönerse, hiçbir şekilde Allah'a zarar vermiş olmayacaktır.” O ancak kendisine zarar verir. “Dininde sebat edip şükredenleri Allah mükâfatlarıdıracaktır.”

Yani; dininde sebat edip dönmeyenler... Allah, onları “şükredenler” diye adlarıdırıldı. Çünkü onlar yaptıkları şeyler sebebiyle İslâm nimetine şükrettiler..

**************145

Hiçbir nefis yoktur ki, ölümü Allah'ın iznine bağlı olmasın. Ölüm belirli bir süreye göre yazılmış (takdir edilmiştir). Her kim dünya nimetlerini isterse, ona ondan veririz, kim de yaptıklarıyla âhiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz (dinlerinde sebat ile) şükredenleri mükâfatlarıdıracağız.

Hiçbir canlı yoktur ki; ölümü Allah'ın iznine bağlı iznine bağlı olmasın.”

Yani; hepsi Allah'ın bilgisi ve ilmi dahilindedir. Veya Allah'ın, o kimsenin ölümü hususunda ölüm meleğine izin vermesine bağlıdır. Burada mana şöyle olmaktadır: Allah'ın dilemesi ve izni olmaksızın bir canlının ölümü imkânsızdır.” İşte âyetin bu kısmında cihada teşvik ve düşman ile karşılaşmaya da cesaretlendirme bulunmaktadır. Dolayısıyla bundan sakınıp kaçınmanın herhangi bir yarar sağlamayacağını da bildirmektedir. Çünkü; hiçbir kimse eceli gelmeden, süresi bitmeden ölmeyecektir. Hatta en tehlikeli olayların içerisine dalsa ve insanların oraya girenin kurtuluşu olamaz dedikleri yerlerde bile eğer ecel bitmemişse ölüm gelip onu yakalanaz. Bombardıman misali her taraftan silâh ve mermilerle, öldürücü silâhlarla devam eden savaşların ortasında kalsa da eceli gelmemişse ölüm gelip onu yakalanaz.

Ölüm belirli bir süreye göre yazılmış (takdir edilmiştir). “

Yani; ölüm vakti belirlenen bir şey olup ne bir an öne alınır ve ne de bir an geri atılır. Kısaltılıp uzatılmaz. Süresinde gerçekleşir. (.......) kelimesi müekked mastardır. Çünkü mana: “Ölüm, süresi tayin edilmiş bir yazı olarak kesinleşmiş bir yazıdır. “demektir.

Kim de yaptıklarıyla âhiret sevabını -Allah'ın kelimesinin yücelmesini ve âhiretteki derecesinin üstün olmasını- isterse ona da ondan veririz. Biz dinlerinde sebat ile şükredenleri mükâfatlarıdıracağız.” Allah'ın dininde sebat ederek Allah'a şükreden ve cihat yapmaktan hiçbir şeyin kendilerini alıkoymadığı ve meşgul etmediği kimseleri de hiç kimsenin hayal etmediği mükâfatlarla ödüllendireceğiz.

146

Nice peygamberler vardır ki; beraberlerinde kendilerini Rablerine adamış kişilerle birlikte savaştüar. Onlar Allah yolunda başlarına gelenler sebebiyle gevşemediler, zaaf göstermediler ve boyun da eğmediler. Allah sabredenleri sever.

Nice peygamberler vardır ki; beraberlerinde kendilerini Rablerine adamış kişilerle birlikte savaştılar.” Bu Âyetteki, (.......) kelimesinin aslı (.......) dir. Burada (.......) kelimesinin başına teşbih anlamında olan (.......) harfi gelmiştir. Bu da teksir, yani çokluk manasında olan, “nice” kelimesi manasınadır.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Kur'ân’ın neresinde gelirse gelsin, (.......) kavlini, (.......) vezninde, (.......) olarak okumuştur. Diğer kırâat imâmları ise âyette görüldüğü gibi okumuşlardır.

(.......) kelimesini ise kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Ebû Amr, Ya'kûb ve Nâfi (.......) olarak okumuşlardır. (.......) ise (.......) kelimesindeki zamîrden hâldir. Manası da şöyledir: “Beraberlerinde kendilerini Rablerine adamış alimler olduğu hâlde öldürüldüler.”

(.......) ise rabbaniler (kendilerini Rablerine adayanlar) manasınadır. Hasen-ı Basrî bunu (.......) harfinin dammesiyle (ötreyle) (.......) olarak kırat ederken kimisi de (.......) harfinin fethasıyla, (.......) olarak okumuşlardır. Fetha yani üstün hareke ile okumak kıyasa göredir. Çünkü bu şekliyle “Rabbe mensup” demektir. Ancak damme ve kesre hareke ile okumak ise olagelen değişiklikler sebebiyledir.

Onlar Allah yolunda başlarına gelenler sebebiyle gevşemediler -peygamberlerinin öldürülmesi sırasında çözülüp dağılmadılar-, düşman karşısında zaaf göstermediler” ondan sonra cihat etmekten geri kalmadılar “ve onlara boyun eğmediler.” Düşmanlarının önünde eğilmediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in öldürüldüğü haberi üzerine meydana gelen panikte ve gösterilen zaaf sebebiyle burada onlara bir tariz yer almaktadır. Çünkü bazı sahabi öylene zaaf içine girdiler ki; bunlar münâfıkların başı olan Abdullah b. Übey b. Selûl'ü aracı kılıp Ebû Süfyan'a göndermeyi ve ondan eman dilemeyi bile düşünmüşlerdi. “Allah -kâfirlerle yapılan cihada- sabredenleri sever.”

147

Onların (kendilerini Rablerine adamış olanların) sözleri sadece şöyle demekten ibârettir. “Rabbimiz! Günahlarınıızı ve işimizdeki aşırıliğimızı bağışla; ayaklarınıızı (yolunda) sabit kıl; kâfir olan kavme (topluma) karşı bize zafer ver.”

(Kendilerini Rablerine adamış olanların) sözleri sadece şöyle demekten ibârettir:” Onların bu esnada söyledikleri sözler ancak şu ifadelerden ibâret bulunmaktadır. “Rabbimiz günahlarınıızı ve işimizdeki aşırdığımızı bağışla;” Kul olmamız bakımından yaptığımız yanlışları bizden geç. Bu, onların kendilerini Rablerine adayanlar olmalarına rağmen, yine de günah ve suçu kendilerine izafe etmeleri, kusuru kendilerinden bulmaları manasınadır. “Ayaklarınıızı yolunda sabit kıl;” Savaşta bize sebat ver. “kâfir olan kavme (topluma) karşı bize zafer ver.” Bizim üstün gelmemizi sağla.

Dikkat edilirse burada geçen duanın baş tarafına ilk madde olarak günahlardan mağfiret istenmiştir. Bu madde savaşırı tam ortasında ayakların sebatı, savaşa direnme gücü ve düşmana karşı zafer isteklerinden önce getirilmiştir. Bunun da sebebi, duanın kabul edilmesi ve icabeti bakımından en uygun yol olmasındandır. Çünkü; bununla alçak gönüllülük, düşmana boyun eğmeme manası aslında dile getiriliyor.

148

(Sonunda) Allah da onlara dünya nimetini ve (en önemlisi) âhiret sevabmm güzelliğini verdi. Allah ihsanda bulunanları sever.

Sonunda Allah da onlara dünya sevabını (nimetini)yardımı, zaferi ve ganimeti “ve en önemlisi âhiret sevabının güzel olanını verdi.” Mağfireti ve cenneti verdi. Âyette “güzel” ifadesine yer verilmiş olması, âhiretin fazlı ve öncelikli olması bakımındandır. Çünkü; Allah katında kulu için hazırlarıan şey budur. “Allah ihsanda bulunanları sever.”

Yani; ihsanda bulunan ve iyilik yapan işte bu rabbanilerdir, ki işte Allah onları sever.

149

Ey îman edenler! Eğer kâfirlere (sözlerine) uyarsanız sizi ökçelerirüzin üzerine (eski dininize) çevirirler. İşte o zaman büsbütün kaybedenlerden olursunuz.

“Ey îman edenler! Eğer kâfirlere (sözlerine) uyarsanız, sizi ökçelerinizin üzerine gerisin geri eski dininize çevirirler.”

Yani; sizi şirke geri döndürürler. “İşte o zaman büsbütün kaybedenlerden olursunuz. “Bir tefsire göre bu hüküm bütün kâfirler için olmak üzere âmm (genel)dır. Dolayısıyla mü'minlere düşen görev onlardan uzak durmaktır, hiçbir konuda onlara itâat etmemektir. Aksi takdirde bu, onlarla muvafakate, anlaşmaya kadar gidebilir. Aralarında mesafe olmalı ki; onlarla birliktelik olmamış olsun.

Süddi Kebir'den gelen tefsire göre demiştir ki: “Eğer Ebû Süfyan ve arkadaşlarına sığınır, onlardan eman dilerseniz, onlar sizi tekrar şirke, küfür inancına döndürürler.”

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) den gelen rivâyete göre demiştir ki: “Bu âyet, rnü'minlerin bozguna uğramaları üzerine münâfıkların, (.......) demeleri üzerine nâzil olmuştur.”

150

Halbuki sizin Mevlarıız (Allah'tır). O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.

Size yardım edecek olan O'dur. O hâlde başkalanndan yardım istemekten uzak durun.

151

Allah'ın kendileri haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmaları sebebiyle kâfirlerin kalplerine yakında korku salacağız. Onların gidecekleri yer de cehennemdir. Zalimlerin varacakları yer ne kötüdür!

Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah'-a ortak koşmaları sebebiyle kâfirlerin kalplerine yakında korku salacağız.” Kırâat imâmlarından İbn Âmir ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini Kur'ân’ın neresinde geçerse geçsin (.......) harfinin ötresiyle, (.......) olarak okumuşlardır. Her ikisi de dil açısından okunabilmektedir.

Rivâyete göre Allah, Uhûd Savaşırıda müşriklerin kalplerine korku salmıştır. Bundan dolayı ortada hiçbir durum yok iken ve galip durumda iken kaçıp Mekke'ye gitmişlerdir.

Allah'a ortak koşmaları sebebiyle”

Yani; şirkleri yüzünden. Kısaca kalplerine korku atılmasının nedeni, onların Allah'a ortak koşmaları, kimi şeyleri Allah'a şerik tanımalarıdır. “Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği.”

Yani; kendisine şerik (ortak) koşulsun diye yüce Allah'ın haklarında hiçbir delil ve hüccet indirmediği şeyleri ilâhlar olarak tanıdılar.

Yani; “Aslında şirk için bir delil vardır da, Allah bunlara bu konuda bir delil (hüccet) indirmedi.” demek değildir. Çünkü; şirkin hangi türü olursa olsun kesinlikle onun lehinde bir delilin ya da hüccetin inmesi asla söz konusu olmadığı gibi zaten doğru değildir. Buradaki ifadeden asıl maksat şudur; Şirkle alâkalı hiçbir delilin inmeyeceğini, inmesinin de mümkün olmadığını bütünüyle reddetmektir. Nitekim, şâir şöyle der:

Orada bir kertenkele yok ki, ürküp deliğe girsin:

Yani; orada herhangi bir kertenkelenin bulunmasına önem vermediği gibi deliğe de girip saklanmaz. Onu umursamaz, demektir.

Onların gidecekleri -dönecekleri- yer cehennemdir. Zalimlerin dönüp gidecekleri yer ne kötüdür.” Ki onların girecekleri yer cehennem ateşidir. Burada mahsusun bizzem mahzûftur.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashâbıyla beraber Medine'ye döndüklerinde bazı kimseler:

“Bize bu yenilgi nereden geldi? Halbuki Allah bize yardım ve zafer vadetmişti.” demişlerdi. İşte bunun üzerine şimdi tefsirini okuyacağımız âyet nâzil olmuştur:

152

Şüphesiz Allah, size verdiği sözünü yerine getirmiştir. Siz düşmanlarınızı Allah'ın izni ve yardımıyla kırıp geçiriyordunuz. Ne var ki Allah size, istediğiniz galibiyeti (üstünlüğü) gösterdikten sonra zaafa düştünüz ve peygamberin verdiği emir konusunda tartışmaya başladınız ve emre karşı geldiniz. İçinizden kiminiz dünyayı istiyor ve kiminiz de âhireti istiyordu. Sonra Allah, sizi denemek için onları yenmenizden alıkoydu. Bununla beraber yine de sizi bağışladı. Allah, mü'minlere karşı çok lütufkârdır.

Şüphesiz Allah, size verdiği sözünü olduğu gibi yerine getirmiştir.”

Yani; Allah sözünü ve vaadini gerçekleştirmiştir. “Siz düşmanlarınızı Allah'ın izni ve yardımıyla kırıp geçmiyordunuz.”

Yani; onların köklerini kazırcasma Allah'ın emri ve bilgisi ile hızlı bir şekilde öldürüyordunuz. İbn Îsa da: “onu öldürmekle ortadan kaldırdı.” diye bu kelimeyi manalarıdmyor.

Nihayet zaafa düştünüz” korktunuz “ve peygamberin verdiği emir konusunda tartışmaya başladınız” ihtilafa düştünüz “ve emre karşı geldiniz.”

Yani, merkezi bırakarak peygamberinizin emrini tanımadınız, gidip ganimetle meşgul oldunuz. “Allah, size istediğiniz galibiyeti (üstünlüğü) gösterdikten sonra...” Zaferi kazandıktan, kâfirleri kahredip ezdikten sonra.. (.......) kelimesinin müteallâkı (taallûk ettiği kelime) mahzûftur. Takdiri ise, (.......) kavlidir. Yardımım sizden esirgedi. Ayrıca mananın şöyle olması da câizdir: Allah siz zaafa düştüğünüz ana kadar verdiği sözünü olduğu gibi yerine getirdi.” İçinizden kiminiz dünyayı istiyor.” ganimete konmak istiyor. İşte merkezi bırakıp ganimete koşan bunlardır.

Rivâyete göre savaşta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhûd'u arkasına almış ve Medine istikametlerine gelecek şekilde durmuştu. Okçuları da dağın önemli merkezine yerleştirmişti. Okçuların yerlerinden hiçbir şekilde aynlmamaları için de kesin bir talimat vermişti. Müslümanlar ister kazansınlar, ister kaybetsinler, okçuların hiçbir şekilde yerlerini terk etmemelerini kesin bir dille ifade buyurmuştu. Müşrikler gelmeye başladıklarında okçular onların atlılarını vuruyorlardı, geri kalanlar ise kılıçlarıyla düşmana saldınyordu. Nihayet bozguna uğradılar, Müslümanlar da peşlerine bakarak onları öldürüyorlardı.

Sonunda Müslümanlar zaafa düştüler ve peygamberin emrini tartışmaya başladılar. Kimisi:

— Müşrikler artık bozguna uğradılar, biz neden hâlâ yerimizde bekleyelim ki, demeye başladılar.

— Hemen siz de gidin Müslüman askerlerine kâtilın, kardeşlerinizle birlikte siz de ganimete koyulun, diye konuşurken, kimisi de:

Resûlüllah’ın emrine karşı gelmeyin, uyansında bulunuyordu.

Emre uyarak yerinde kalanlar şunlardı; Okçuların komutanı Abdullah b. Cübeyr ile sayıları onu bulmayan birkaç kişi kalmışlardı. İşte şimdi manasını okuyacağımız âyet bu noktaya işaret ediyor:

ve kiminiz de âhireti istiyor.” Müşrikler hemen Müslüman okçuların bulunduğu tarafa saldırarak, ktfmutan Abdullah b. Cübeyr'i öldürdüler. Oradan da Müslümanların üzerine saldınya geçtiler. Bunun üzerine Müslümanlar bozguna uğradılar. Dolayısıyla bunun üzerine Müslümanlardan da şehit düşenler oldu. İşte âyetin şu kavli de buna işaret buyuruyor:

Sonra Allah, sizi -musibetlere karşı sabretme ya da etmeme, böyle bir durumda sebat edip etmeme konusunda- denemek için onları yenmenizden sizi alıkoydu.”

Yani; Allah sizden yardım elini çekti. İşte bunun sonucu olarak da onlar sizi yendiler. Kısaca Allah sizi bir denemeden, smavdan geçirdi. Çünkü Allah, kulunun durumuna göre onu değerlendirip ya ödüllendirecek veya cezâlarıdıracaktır. Yoksa Allah katında bilinen duruma göre değil.

Yani; kulunu imtihan etmeden ne yapacağını zaten bildiği gerçeğiyle muamele edecek değildir.

“Bununla beraber yine de sizi bağışladı.” Çünkü; Allah'ın Rasûlü'nün emrine karşı gelmenizden sonra duyduğunuz pişmanlık sebebiyle sizden meydana gelen aşırı ve yanlış davranışınızı Allah bağışladı.

Allah mü'minlere karşı çok lütufkârdır. “Onları affetmekle, tevbelerini kabul buyurmakla lütufkârdır. Ya da O Allah her halükârda onlara karşı lütuf sâhibidir. İster basan ve üstünlük mü'minlerden yana olsun, ister düşmanlardan yana olsun, Allah her halükârda mü'minlere karşı lütuf ve ikram sâhibidir. Çünkü imtihan olmak, birtakım denemelerden geçmek de bir rahmettir. Nitekim; basan zaferdi, yardım da zaferdi.

153

Resûlüllah arkanızdan sizi çağırıp durduğu hâlde siz hiç kimseye bakmaksızın (savaş alarınıdan kaçarak) uzaklaşıyordunuz. İşte bunun için Allah size keder üzerine keder verdi ki; bundan dolayı ne elinizden gidenlere ve ne de başırııza gelenlere üzülmeyesiniz. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Resûlüllah arkanızdan sizi çağırıp durduğu hâlde siz hiç kimseye bakmaksızın savaş alanından kaçarak uzaklaşıp duruyordunuz.” Âyetin baş tarafındaki, (.......) kavli, ya (.......) kavliyle veya, (.......) ya da gizli bir (.......) kavliyle mensûbdur.

Yani, siz yeryüzünde hızlıca kaçıp gidiyordunuz. (.......) İs'âd kelimesi, yeryüzünde gitmek, yürümek, hareket etmek manalarına olup uzaklaşmak da bu mananın içerisinde yer almaktadır.

(.......) yani “kimseye dönüp bakmıyorsunuz.” Bu ifade Müslümanların büyük bir panik ve korku içinde kaçışmalarını ve düşmandan olan korkularını sergileyen bir ifadedir. “Halbuki Resûlüllah arkanızdan sizi çağırıp duruyordu.” Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashâbına şöyle sesleniyordu:

“Ey Allah'ın kulları! Bana gelin, bana! Kim geri dönüp bana gelirse cennet onu bekliyor.”

(.......) cümlesi hâl olarak gelmiştir. (.......)

Yani; arkanızdan, oluşturduğunuz kaçış grubundan. Meselâ; insanların ardından geldim, onlardan sonra geldim, tabirleri de bu manadadır. Nitekim, Onların ilki olarak geldim, ifadesi de “öncüleri gelen ilk cemaatleri olarak geldim” demektir.

İşte bunun için Allah size keder üzerine keder verdi ki,” Bu cümle, (.......) üzerine mamftur.

Yani, Allah, sizin onları yenmenizi engellemesiyle sizi keder ve üzüntü üzerine kederle cezâlarıdırdı. Çünkü siz, Resûlüllah'ne karşı gelmekle, emrini tutmamakla ona karşı gelmiştiniz ve ona böyle bir acıyı tattırmıştımz. Bunun için de Allah size keder üstüne keder tattırdı. Ya da kat kat üzüntü, çok şiddetli sıkıntı verdi, tasa üzerine tasa getirdi, biri bitmeden diğerini getirdi.”

Kısaca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in öldürüldüğü, yaralandığı, müşriklerin zafer kazandığı haberinin yayılması, kendilerinden öldürülenlerin haberlerinin yaygınlaşması, ganimeti elden kaçırmaları, zafer kazanmamaları gibi korku, panik ve dağılma hareketleri hep bu keder cinsinden olan şeylerdir.

“Bundan dolayı ne elinizden gidenlere ve ne de başırııza gelenlere üzülmeyesiniz.”

Yani; bundan böyle tasa ve üzüntü tatmanız hâlinde bir daha elde edemediğiniz çıkarlarınız için ve gelecekte başmıza gelebilecek musibetler bakımından deneyimli olasınız ki; bir daha aşırı bir hüzne ve üzüntüye kapılmayasmız. Korkularınızın ve endişelerinizin yersiz olduğunu bilesiniz.

Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” Amelinizi ve işlediklerinizi Allah bilir. Yaptıklarınızdan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. İşte bu, Allah'a itaate teşvik ve isyandan uzaklaşmaya da bir uyan ve korkutmadır.

154

Sonra o kederin ardından Allah size bir güven (duygusu) ve uyuklama (hâli) indirdi ki; bu, içinizden bir kısmınızı bütünüyle örtmüştü. Bir kısmı ise canlarının derdine düşmüşlerdi. Allah'a karşı haksız yere câhiliye dönemindeMne benzer düşüncelere kapılmaya başladılar, “Bu işten bize bir şey var mı?” diyorlardı. (Ey Resûlüm Muhammed) De ki: “Bütün işler Allah'a âittir.” Onlar sana açıklayamadıkları şeyleri içlerinde gizli tutuyorlar. Yine diyorlar ki: “Eğer bu işten bizim bir payımız olsaydı, burada öldürülmezdik.” Onlara de ki: “Eğer evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmeleri (almlarına) yazümış olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden giderlerdi. Allah, gönüllerinizde olanları yoklamak ve kalplerinizdekileri temizlemek için sizi bu denemelerden geçiriyor. Allah sinelerin özünde olanı çok iyi bilir.”

Sonra o kederin ardından Allah size bu güven ve uyuklama hâli indirdi ki; bu, içinizden bir kısmınızı bütünüyle örtüp bürümüştü.” Daha sonra Allah mü'minlere güven indirdi, kendilerinde oluşan korkuyu yok etti. Öyle ki; bu güvenden ötürü uyuklamaya başladılar, kendilerini uyku hâli bastı.

Ebû Talha diyor ki: “Biz savaş saflarında bulunuyor olduğumuz hâlde, hepimizi bir uyuklama bürüdü, Hatta kimimizin elinden kılıcı düşüyordu da, hemen uyanıp alıyordu, kılıç tekrar düşüyor ve düşen kılıcı yine alıyorduk.” Buhârî, 4562.

(.......) kelimesi, emniyet ve güven demektir. (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden bedeldir veya Mef’ûlun bihtir. Fakat, (.......) kelimesi de (.......) kelimesinden mukaddem hâldir. Tıpkı, (.......) gibi. Dolayısıyla âyet esasen şöyle demektedir: Allah üzerinize güven dolu bir uyuklama indirdi.” Çünkü uyuklamanın kendisi güven demek değildir. Burada aynı zamanda, (.......) kelimesinin mef'ûlü leh veya “güven sâhibi” anlammda muhataptan hâl olması da câizdir. Ya da, (.......) kelimesinin tıpkı (.......) kelimesinin, (.......) kelimesinin çoğulu olduğu gibi, (.......) kelimesinin çoğulu olması da câizdir. (.......) yani, uyuklama bürüdü (kapladı), tuttu. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali bu kelimeyi (.......) harfiyle ve imaleyle okumuşlardır.

Yani, bunu “güven” kıldı.

(.......) Bunun manası sizden bir grup, bir cemaat ve yakin sâhibi kimseler, demektir.

Bir kısmı -münâfıklar- ise canlarının derdine düşmüşlerdi.” Bunlar yalnızca kendilerini ve canlarını nasıl kurtaracaklarını düşünüyorlardı. Bunların din adına bir endişeleri, bir dertleri yoktu. Resûlüllah'ı ve Müslümanları -Allah onlardan râzı olsun- dert edinmemişlerdi.

Allah'a karşı haksız yere câhiliyye dönemindekine benzer düşüncelere kapılmaya başladılar.” Buradaki (.......) kavli mastar hükmündedir.

Yani; “Bu münâfıklar hak manadaki bir zan ile düşünmeleri gerekirken tam bunun tersi olan ve hak ile ilgisi bulunmayan bir şekilde ve zan ile düşünürler.” Bu da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e yardım etmeme düşüncesi ve arzusudur.

(.......) kavli bir öncesinden bedeldir. Bundan maksat; câhili toplumlara ve dinlere âit düşünce sistemine bağlı bir düşünceye sahip çıkarlar. Ya da câhiliye toplumunun düşünce sistemine bağlı bir düşünceyi gündeme getirirler.

Yani; böyle bir düşünceye başkalan değil, sadece müşrikler, Allah'a ortak koşan câhiller sahip çıkarlar, onlar savunurlar.

“Bu işten bize bir şey var mı, diyorlardı.” Ey Müslüman toplumu, Allah’ın bu emrinde (işinde) bizim bir payımız var mı? Müşrikler böyle bir soru ile Allah’ın yardımını ve düşmanlara üstün gelmeyi soruyorlardı.

De ki: Bütün işler Allah'a âittir.”

Yani; yardım, zafer ve üstün gelme işi. Hepsi de Allah’ın dost ve velileri olan mü’minler içindir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

“Doğrunu bizim ordumuz mutlaka üstün gelecektir.” Saffât, 173.

(.......) kavli emri tekit içindir. (.......) lâfza-i celâli (.......) edatmm haberidir. (.......) kavli mübtedadır, haberi de; (.......) lâfza-i celâlidir. Cümlenin kendisi de, (.......) edatmm haberidir.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr; lâm harfinin ref iyle, (.......) olarak okumuştur.

Onlar sana açıklayamadıktan şeyleri içlerinde gizli tutuyorlar.” Kılıç ve öldürme korkusuyla açıklayamıyorlar.

Yine diyorlar ki:” O münâfıklar senin onlara dediğin, “Her şey Allah'ın elindedir.” sözünü inkâr maksadıyla kendi kendilerine veya birbirlerine şöyle derler:

Eğer bu işten bizim bir payımız olsaydı, burada öldürülmezdik.”

Yani; iş, Muhammed'in; “Her şey Allah'ın elindedir.” ve Allah'ın dostları içindir, diye söylediği gibi olsaydı, galip olanlar mutlaka Müslümanlar olurdu, hiçbir zaman biz mağlup olmazdık, dediler. Bu ifadeleri, söz konusu Uhûd Savaşırıda kimi Müslümanların şehit düşmeleri üzerine söylüyorlardı.

(.......) kavli, (.......) kavlinin sıfatıdır. (.......) kavli de, (.......) kavlinin haberidir veya bir başka sıfattır. Ya da hâldir.

Yani, “Bizzat kendileri sandılar ki.” demektir. (.......) kavli de, (.......) kavlinden bedeldir. (.......) kavli ise, (.......) kavlinden hâldir. (.......) kavli de hâl ile zi'l-hâl arasında muterize (parantez) cümlesidir. (.......) fiili, (.......) fiilinden bedeldir ya da istinaf cümlesidir.

Onlara de ki: “

Yani; yüce Allah’ın ezeli ilminde sizden eğer bu Uhûd Savaşırıda öldürülecek olanlar olacak idiyse ve bu da Levh-i Mahfûz'da takdir edilip yazılmış idiyse, sizin bundan kurtuluşunuz asla mümkün olmayacaktı. Hatta sizler evlerinizde oturuyor olsa idiniz bile yine ölüm gelip sizi bulurdu. Mutlaka sizin kendinizin arasında bir arbede çıkardı ve sizden üzerine öldürülmeleri takdir edilenler kesinlikle öldürülüp düşecekleri yerlere gelirlerdi.

Yani Uhûd'daki düşecekleri yerlere gelirlerdi. Çünkü; Allah'ın bildiği gerçek mutlaka olacağına varırdı.

Mana şöyledir: Allah Levh-i Mahfûzda mü'minlerden kimin öldürülüp şehit edileceğim yazmıştır. Buna rağmen galip olanların üstün gelenlerin de sonuçta onlar olacağını da yazmıştır. İslâm dininin de bütün dinlere üstün geleceğini de bu manada takdir buyurmuştur. Ancak kimi zamanlarda meydana gelen bir takım yenilgilerin sebebi de onların arındırılmaları içindir, bir tür denemedir.”

Allah, gönüllerinizde olanları yoklamak ve kalplerinizdekileri temizlemek için sizi bu denemelerden geçiriyor.” Mü'minlerin gönüllerindeki samimiyet ve ihlâsı denemek, ortaya çıkarmak ve onların kalplerindeki şeytanî vesveseyi de anndırmak için bu yollardan geçirip deniyor. Nitekim; bunu yaptı ya da bunları birçok maslahatlar gereği işledi. İmtihan ve deneme için işledi. “Allah sinelerin özünde olanı çok iyi bilir.”

Yani; orada nelerin gizlenip saklandığını her bakımdan bilir.

155

(Uhûd'da) iki ordunun (mü’minlerle müşriklerin) karşı karşıya geldikleri gün, içinizden sizi bırakıp kaçanları, işledikleri birtakım yanlışlar yüzünden, şeytan yoldan çıkarmak istemişti. Yine de Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok şefkatlidir.

(Uhûd'da) iki ordunun, mü'minlerle müşriklerin karşı karşıya geldikleri gün, içinizden sizi bırakıp kaçanları,” Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in imanlı ordusu ile Ebû Süfyan’ın müşrik ordusu savaşmak için karşı karşıya geldikleri gün, geri dönenleri “İşledikleri bir lakım yanlışlar yüzünden, şeytan yoldan çıkarmak istemişti.” Şeytan kendilerini yanlışa çağırmış ve onları bu yanlış yola sürüklemişti. Çünkü; merkez noktayı terk etmemeleri emrini almışlardı. Buna rağmen terk ettiler. Resûlüllahın orada durup sebat etmeleri emrine rağmen oradan aynlmışlardı.

Burada “Şeytan onları yoldan çıkarmak istemişti. “diye meselenin şeytana izafe edilmesi bir lütuf ve bir gerçeği vurgulamak içindir. Ayrıca konuyu, “onların işledikleri” ile irtibatlarıdırması da bir öğüt ve yola getirmedir, tediptir.

Uhûd Savaşırıda Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in ashâbından sadece on üç kişisi hariç diğerleri savaş alanından aynlıp uzaklaşmışlardı. Bu zatlar da; Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ali, Hazret-i Talha, Abdurrahmân b. Avf, Sa'd b. Ebû Vakkas idiler. Diğerleri de Ensardan idiler.

Yine de Allah onları bağışlamıştı.” Onların hatalarını geçti, görmezden geldi. “Şüphesiz Allah -günahları- çok bağışlayandır, çok şefkatlidir.”

156

Ey îman edenler! Sizler, (herhangi bir maksatla) yolculuğa çıktıkları veya savaşa kâtildıkları zaman (ölen) kardeşleri için; “Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler ve öldürülmezlerdi.” diyen inkârcı münâfıklar gibi olmayın. Allah (bunu) kendi kalplerinde (onlara karşı) bir hasret (ve üzüntü) yaratmak için (söyletti). Zira canı veren de alan da Allah'tır. Allah bütün yapıp ettiklerinizi çok iyi görendir.

“Ey îman edenler! Sizler, herhangi bir maksatla -ticaret veya başka şeyler için- yolculukta veya gazada iken hayatlarını kaybeden -soy veya nifakta- kardeşleri için; «Eğer bizim yanımızda kalsalardı, ölmezler ve öldürülmezlerdi.» diyen inkârcı münâfıklar -Abdullah b. Übey b. Selul ve arkadaşları- gibi olmayın.”

Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesini çoğuludur. Tıpkı (.......) ve (.......) kelimeleri gibi. Gidenlerin bir kısmı ölmüş ve bir kısfi mı da öldürülmüştü. Bunun için de böyle konuşmakta idiler.

Allah, bu düşünceyi, onların kaza ve kadere îman etmemeleri ve kaybettikleri yakınları sebebiyle onulmaz bir yara olsun için gönüllerine yerleştirdi.” (.......) kavlindeki (.......) harfi, (.......) kavline mütealliktir.

Yani; mana şöyledir:

“Bu ifadeleri kullarıan şu adamlar gibi olmayın, onların inandıkları gibi inanmayın. Özellikle Allah, bunun o toplumun gönüllerinde bir üzüntü var etmesini istedi ve sizin gönüllerinizi de bundan kurtardı.”

Veya bu (.......) harfi, (.......) kavline taallûk etmektedir. Bu durumda ise mana şöyle olur: “Onlar bu ifadeleri söylediler ve böyle inandılar ki; bu, onların kalplerinde bir yara (hasret) oluştursun.”

Hasret, sevdiğini ya da sevgiliyi elden kaçırmaya karşı duyuları pişmanlık, nedamet demektir.

Canı veren de alan da Allah'tır.” işte âyetin bu kısmı, münâfıkların, “Savaş eceli keser, ecel gelmeden ölüme neden olur.” inanç ve düşüncelerini, görüşlerini reddetmektedir. Çünkü her şey Allah'ın elindedir. Kimi zaman yolculuğa çıkanı da, gazaya gideni de yaşatır, öldürmez. Fakat, Allah bazen de mukim olanı, oturanı, yerinden ayrılmayanı öldürür.'Çünkü bunlar yalnızca Allah'ın elindedir. “Allah bütün yapıp ettiklerinizi çok iyi görendir.” Sizi amellerinize göre ya cezâlarıdırır veya ödüllendirir.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Hamza ve Ali, (.......) kelimesini, (.......) olarak kırâat etmişlerdir.

Yani; “İnkârcıların, küfredenlerin yaptıklarını çok iyi görendir. “

157

(Ey Mü'minler!) Eğer Allah yolunda öldürülür veya bir ölürseniz iyi bilin ki; Allah'ın mağfiret ve rahmeti, onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.

(Ey mü'minler!) Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz.”

Kırâat imâmlarından Âsım dışında Nafı, Hamza Kisâî ve Halef (.......) kelimesini (.......) harfinin kesriyle, (.......) olarak okumuşlardır. Bu sûre dışında Hafs da onlara tabi olmuştur. Sanki Hafs bu surede, (.......) kavliyle, (.......) kavli arasında okuma bakımmdan bir uyum olsun istemiş gibidir. Bu imâmların dışındakiler ise Kur'ân'ın bütününde bunu, (.......) olarak zamme ile okumuşlardır. Zamme ile okuyuş, (.......) dan alınmadır. Kesre ile okuma ise, (.......) dan alınmadır. Tıpkı, (.......)gibi. Nitekim; nasıl ki, (.......) diyorsan aynen bunun gibi, (.......) dersin.

Allah'tan sizin için olacak olan bir mağfiret ve rahmet, onların toplayıp biriktirdikleri bütün dünyalıklarından daha hayırlıdır.” Âyetteki, (.......) edatı (.......) manasınadır. Âid mahzûftur. Âyette görüldüğü gibi, kırâat imâmlarından Hafs, (.......) kelimesini aynen olduğu gibi okumuştur. Ancak bunun dışında kalan Nâfi, İbn Kesîr, Ebû Amr, İbn Âmir, Âsım, Hamza ve Kisâî, (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır.

158

Şüphesiz ki, ölseniz de öldürülseniz de, muhakkak ki, hesap için âhirette yalnızca Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.

Rahmeti geniş ve bol olan, sevap ve mükâfat veren, verdiği sevabı oldukça büyük olan Rahîm Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.

Burada yüce Allah'ın adının öncelikli olarak yer alması ve O'na bağlı olan harfe lam harfinin gelmiş bulunması, delile ve burhana gerek duymayan önemli bir durumdur. (.......) Kasemin (yeminin) cevabıdır. Bu da şartın cevabı yerine geçen bir şeydir. Nitekim, (.......) kavli de böyledir.

Münâfıklar, yandaşlarından yolculuğa çıkanlar ya da savaşa gidenler için: “Eğer Medine'de oturup kalmış olsalardı, ölmeyeceklerdi. “diyorlardı. İşte bu âyet, öncelikle kâfirlerin bu iddialarını reddediyor. Müslümanları da böyle düşüncelere sahip olmaktan menediyor. Çünkü; böyle bir inanış, sonuçta cihada kâtilmamak gibi bir rahatsızlığa sebep olabilir. Sonra Allah onlara şöyle buyuruyor:

“Eğer ölümle ya da Allah yolunda öldürülmekle korktuğunuz hayatın son bulması gerçekleşecekse, unutmayın ki; Allah yolunda ölmek suretiyle elde edeceğiniz mağfiret ve rahmet, sizin dünyada iken elde edip topladıklarınızdan hayırlıdır. Çünkü; dünya âhiret için azık hazırlama yeridir. Kul eğer amaca ulaşırsa, artık bundan böyle herhangi bir azığa da gerek duymayacaktır.”

159

(Ey Resûlüm Muhammed!) Allah'ın bir rahmeti sebebiyle sen onlara yumuşak davrandım Şayet sen kavmine kaba ve katı yürekli olsaydın, mutlaka onlar çevrenden dağılıp giderlerdi. O hâlde onları bağışla ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. İşlerinde onlarla istişarede bulun. Kesin olarak bir işe karar verdiğinde de Allah'a (dayanıp) güven. Çünkü Allah kendisine (dayanıp) güvenenleri sever.

(Ey Resûlüm Muhammed!) Allah'ın senin kalbinde var ettiği bir rahmet sebebiyle sen kavmine yumuşak davrandın.” Burada ki (.......) edatı mezîde olup tekit manasındadır. Bir de, Resûlüllah’ın kavmine yumuşak davranmasının nedeninin Allah'tan olan bir rahmet sayesinde olduğuna delâlet etmek içindir.

Rahmet: Kişinin sükunetini ve soğukkanlıliğina koruması, yumuşak davranmayı başarması, karşısındakine lütufkâr olmasıdır.- İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de sahabesine ve askerlerine böyle davranmış, onları kendisine bağlamıştır.

Şayet sen kavmine kaba ve katı yürekli bir kimse olarak davransaydın, mutlaka onlar çevrenden dağılıp giderlerdi “Hepsi senden uzaklaşıp giderlerdi, yanında onlardan bir tek kimseyi bile bulamazdın. “O hâlde onları bağışla” Onların Uhûd gününde sana karşı olan davranışlarını bağışla, görmezden gel. “ve onları affetmesi için Allah'tan mağfiret dile.” Allah'a karşı yapmaları gereken görevlerindeki kusurlarını bağışlaması için ve onlara karşı şefkatli olduğunu göstermek için Allah'tan bağışlanmalarını iste. “İşlerinde onlarla istişarede bulun.”

Yani; hakkında sana vahiy gelmemiş olan şeylerde, Meselâ savaş ve benzeri konularda, onlara danış, görüşlerini al ki, gönülleri hoş kalsın, içlerinde bir ferahlık oluşsun, değerleri yücelmiş olsun. Böylece ümmetin de seni bu gibi konularda örnek edinsinler. Nitekim, bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Herhangi bir toplum yoktur ki istişare etmemiş olsunlar, onlar mutlaka işlerinin en doğru olanına sevkedilirler.”

Ebû Hureyre'den rivâyete göre demiştir ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ashâbından daha çok istişarede bulunan başka hiçbir kimse görmedim.”

“Filân kimseyle istişare yaptım.” demek, herhangi bir konuda her ikimiz de görüşlerimizi ortaya koyduk, demektir. Nitekim, (.......) demek balı kaynağından, peteğinden çıkarıp aldım, manasınadır.

Bu âyet, aynı zamanda içtihadm câiz olduğuna delâlet ettiği gibi, kıyasın da hüccet/delil olduğunu da açıklamış olmaktadır.

Kesin olarak bir işe karar verdiğinde de Allah'a dayanıp güven.” İstişare yaptıktan sonra ise, eğer bir konuda kesin karara varırsan, vardığın karan uygulamak için karannı en doğru olan yönde kulları. Yoksa meşverete göre değil, kendi kesin kanaat ve karann ne ise onu uygula. “Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”

Tevekkül, Allah'a dayanıp güvenmektir, işi, gerekeni yaptıktan sonra Allah'a havale etmektir.

Zinnun Mısrî şöyle der: “Tevekkül; esbabı aradan çekmek ve sebepleri kesmektir.”

160

Eğer Allah size yardım ederse artık size üstün gelecek (hiçbir kimse ve kuvvet) yoktur. (Ve eğer) bir de sizi yardımsız bırakırsa, Ondan sonra size yardım edecek olan kimdir? İşte bunun içindir ki, mü'minler yalnızca Allah'a dayanıp güvensinler.

Eğer Allah -tıpkı Bedir'de olduğu gibi- size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiçbir kimse ve kuvvet yoktur.” Çünkü Allah yardımı, kuvvet ve zaferi, üstünlüğü kendisinde görmeyene, kendi gücüne güvenmeyene verir, onlara destek çıkar. Rabbine ve O'nun kudretine yapışıp O'na sığmana imdat eder.

Ve eğer sizi -Uhûd Savaşırıda yardımsız bıraktığı gibi- yardımsız bırakırsa ondan -yenilgiden- sonra size yardım edecek olan kimdir?” Çünkü Allah onlara yardımı bırakmıştı. Bu, tıpkı, “Artık filân kimseden sonra sana kim iyilikte bulunur ki? “ifadesine benzer bir ifadedir.

Yani; sen haddini bilmezsen, sana hep yardım eden filân kimseyi de yanında bulamazsın, demektir. Bu, her işin Allah’ın elinde olduğu hakkında bir uyandır, tembihtir ve Allah'a tevekkül etmenin gerektiğinin de bir ikazıdır.

“İşte bunun içindir ki; mü'minler, yalnızca Allah'a dayanıp güvensinler.” İnananlar güven konusunda Allah'tan başkasma yaslarııp durmasınlar, işlerini hep O'na havale etsinler. Çünkü kendileri de bilirler ki; Allah'tan başka onlara bir yardım eden olmayacaktır. Kaldı ki; zaten imanları da bunu gerektirir.

161

Hiçbir peygamberin, gizlice ganimet malından alıp ihanet etmesi söz konusu olamaz. Her kim bu hıyanetliği yaparsa kıyamet günü hıyanetliği ile (aşırdığı şeyin günahını boynunda taşıyarak) gelir. Sonra herkese kazandığı tastamam olarak verilir ve onlar hiçbir haksızlığa uğratılmazlar.

Hiçbir peygamberin, gizlice ganimet malından alıp ihanet etmesi söz konusu olamaz.”

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Ebû Amr ve Âsım, (.......) kelimesini âyette görüldüğü gibi okumuşlardır. Bu da ihanet etmek manasına gelir. Bu kırâat imâmlarının dışında kalanlar ise, (.......) harfinin dammı ve (.......) harfinin de fethasıyla, (.......) olarak okumuşlardır. (.......) O ve (.......) kelimeleri ganimete ihanet etmek, bir şeyi gizlice almak, aldatan olarak bulmak ve görmek demektir.

Yani; Peygambere böyle bir şeyi yapması doğru değildir.

Yani; peygamberlik görevinin kendisi bizzat böyle bir şeye engeldir. Nitekim, bu kelimeyi meçhul okuyanlar da neticede aynı sonucuna varırlar. Çünkü manası şöyledir:

Peygamberde böyle bir davranışın varlığı doğru değildir, söz konusu bile olamaz.”

Anlatıldığına göre Bedir savaşı gününde, müşriklerin yenilmesi üzerine müşriklerden alınan ganimet malları arasında bir kadife parçası kaybolur. Bunun üzerine münâfıklardan biri;

“Belki de o parçayı Resûlüllah almıştır.” diyo iftiraya kalkışınca, bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur.

Her kim ganimete ihanet ederse kıyamet günü aşırdığı şeyin günahını boynunda taşıyarak gelir.”

Yani; çalıp aşırdığı şeyin aynısını, sırtında taşımak suretiyle mahşer yerine gelir. Nitekim, hadiste de böyle belirtilmiştir.

Ya da çaldığı şeyin günahnu ve vebalini yüklenerek mahşer yerine gelir. “Sonra herkese kazandığı tastamam olarak verilir.”

Yani; ne kazanmışsa ameline göre ya ödül olarak veya cezâ olarak kendisine verilir.

Dikkat edilirse bu âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) harfiyle geldi, (.......) olarak (.......) harfiyle gelmedi. Çünkü öyle gelseydi, (.......) kavliyle bir mana birliği olabilirdi. Böyle getirmedi ki, mana genel olmuş olsun. Çünkü buradaki gibi, (.......) olarak getirilmesi, genel olsun diyedir. Böylece amel bakımından aldatan ve aldatmayan herkes manaca burada yer alsın istenmiştir. Dolayısıyla mana bakımından onunla irtibatlarıdmlmış oldu. Zira, bu ifade daha uygun ve daha beliğ bir ifadedir. Çünkü aldatma, ihanet bilinince, dolayısıyla ister iyilik işlesin, ister kötülük işlemiş olsun herkes kazancının karşılığını eksiksiz olarak alacaktır. Bu arada bunlar arasında böyle ihanet içinde olanlar da mutlak manada ve kesin olarak onların kaçıp kurtulmaları da mümkün olmayacaktır. “Ve onlar hiçbir haksızlığa uğratılmazlar.”

Yani, herkes kazandığı kadanyla cezâlarıdmlacaktır.

162

Hiç Allah’ın rızasına uyanla -Muhacirin ve Ensarla- Allah'ın hışmına (gazâbına) uğrayan -münâfık ve kâfirler- bir olur mu?

Allah'ın hışmına (gazâbma) uğrayanın yeri cehennemdir. Ve orası ne kötü bir varış yeridir -dönüş yeridir-.

163

Onlar (insanlar) Allah katında derece derecedirler. Allah onların yaptıklarını çok iyi görmektedir.

İnsanlar işledikleri amel bakımından âhirette Allah katında derece derecedirler.”

Yani; insanların kendileri amel bakımından nasıl farklılık gösteriyorlarsa dereceleri bakımından da derece derecedirler. Ya da dereceler sâhibidirler. Mana şöyle olmaktadır: “Bu insanlardan ödüllendirilmiş olanlarla cezâlarıdırılmış olanların dereceleri farklı farklıdır. Ya da bunların sevap ve cezâ bakımından dereceleri birbirlerinden ayrıdır.”

Allah onların yaptıklarını çok iyi görmektedir.” Allah onların işledikleri amellerini bilip gördüğü gibi alacakları derecelerini de bilip görmektedir. Dolayısıyla onları işte bu durumlarına ve hesaplarına göre cezâlarıdıracaktır.

164

And olsun ki; Allah mü'minlere, içlerinden bir peygamber göndermekle büyük bit lütufta bulunmuştur. Bu peygamber, onlara Allah’ın âyetlerini okur, onları (maddi ve manevi her tür kirden) arındırır, onlara Kitap ve hikmeti (sünneti) öğretir. Halbuki onlar bundan önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.

And olsun ki Allah mü'minlere, içlerinden bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.” Kavminden Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber olup îman edenlere büyük ikramda bulunmuştur. Özellikle bunlardan mü'min olanlardan söz etmesinin nedeni, Peygamberin gönderilmesinden yararlananların bunlar olması sebebiyledir.

“İçlerinden bir peygamberdemekle onların arasından onlar gibi Arap olan biri demektir veya Hazret-i İsmâîl (aleyhi’s-selâm)’in soyundan olması sebebiyledir. Çünkü kendileri de o soydan gelmişlerdir. Buradaki minnet ve lütuf ise, peygamberin onların arasından ve içlerinden biri olmasındandır. Çünkü dilleri birdir. Dolayısıyla konuşup anlaşabilmeleri ve ondan alıp öğrenmek istedikleri şeyler konusunda gayet kolaylık çekeceklerdir. Kaldı ki; o peygamberin nasıl bir kimse olduğunu, doğruluk ve güvenilirlik yönünü de her bakımdan çok iyi bilmektedirler. İşte işin bu yönü, ona daha kolay inanmalarını sağlayacaktır ve daha yakinen onu doğrulayacaklardır. Kaldı ki; peygamberin kendilerinden bir olması da, onlara bir yer ve şeref kazandıracaktır.

Ayrıca; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kırâatinde, (.......) diye okuması da, onların en şereflisi ve saygını, manası vardır.

“Bu peygamber onlara Allah'ın âyetlerini okur,” Kur'ân'ı okur. Halbuki daha önce câhiliye döneminde yaşayan bir toplum idiler. Kulakları vahiy duyup dinlememişti.

onları maddi ve manevi her tür kirden arındırır,” Onları îman etmeleri sebebiyle küfür batakliğindan, azıp sapmaktan temizler veya onlardan farz olan zekâtı alır.

onlara Kitap ve hikmeti (sünneti) öğretir. Halbuki onlar bundan -Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmezderi- önce -hakkında hiçbir şüphe olmayan- apaçık bir sapıklık -körlük ve cehalet- içinde bulunuyorlardı. “

(.......) edatı ise, (.......) edatının hafifletilmiş şeklidir. (.......) kavlindeki (.......) harfi de, bununla nefı arasını belirlemek ve ayırdetmek içindir. Takdiri ise şöyledir: “Halbuki asıl durum ve mesele onlar bundan önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.”

165

(Uhûd'da) başırııza gelen bir felâket sebebiyle, “(Biz doğru yolda iken, başımıza bu) nereden geldi?” mi diyorsunuz? Halbuki siz bu felâketin iki katını düşmanlarınıza tattırmıştınız. (Ey Peygamber! Onlara) de ki: “Bu felâket, sizin kendinizin kusurudur.” Şüphesiz Allah Kâdir'dir.

Başırııza gelen bir felâket sebebiyle, (.......) mi diyorsunuz? Halbuki siz bu felâketin iki katını düşmanlarınıza tattırmıştınız.” Burada söz konusu edilen, Uhûd Savaşırıda ölen yetmiş şehittir. Halbuki Bedir savaşırıda Müslüman taraf olarak siz de kâfirlerden yetmişini öldürmüş ve yetmiş kişilerini de esir almıştınız. (.......) kavli (.......) kavlinin sıfatı olarak raf mahallinde gelmiştir.

Ey Peygamber/ Onlara de ki: “Çünkü Medine'den çıkıp Medine dışında savaşmayı siz kendiniz istediniz Veya terk etmemeniz gereken merkezi (mevzii) kendiniz terk ettiniz de ondan.

(.......) edatı, (.......) kavhyle mensûbdur. (.......) kavli de, (.......) edatıyla izafet (isim tamlaması) oluşturduğundan dolayı mahallen mecrûrdur. Bunun takdiri de şöyledir: “Başırııza felâket geldiğinde siz mi dediniz?”

(.......) kavli ise kavlin makulü olması sebebiyle mensûbdur. Âyetin başında yer alan hemze ise takrir yani meseleyi tespit ve bir de durumu başlarına vurup uyarmak, dikkatlerini çekmek içindir. (.......) harfi de, bu cümleyi daha önce geçen ve Uhûd kıssasını aktaran, (.......) âyeti üzerine atfolunmuştur. Veya mahzûf olan bir cümle üzerine mamftur. Sanki şöyle deniliyor gibi: “Siz böyle mi yaptınız? Bu takdirde siz şöyle mi dediniz? “

Şüphesiz Allah Kâdirdir.” Allah yardım edip zafer vermeye kâdir olduğu gibi, bunu engellemeye de kâdirdir.

166

İki ordunun karşı karşıya geldiği gün başırııza gelenler, Allah'ın izniyle olup mü'minleri ortaya çıkarmak içindi.

Âyetteki, (.......) edatı, (.......) manasınadır ve mübtedadır. (.......)

Yani; mü'minlere âit ordu ile müşriklere âit ordunun karşı karşıya geldiği gün, demektir. Bunu haberi de, (.......) kavlidir.

Yani: Allah'ın izni ve ilmi ya da bilgisi veya kazası dahilinde olmaktadır.

167

Bir de münâfık olan kimseleri (meydana çıkarmak içindi). Onlara (münâfıklara): “Gelin Allah yolunda savaşırı veya savunmada bulunun.” denildiğinde; onlar, “Savaş olacağını buseydik, mutlaka size uyardık.” dediler. O gün onlar, îmandan daha çok küfre yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Halbuki Allah, gizlediklerini çok iyi bilendir.

Bir de münâfık olan kimseleri meydana çıkarmak içindi.” Nitekim, öyle de olmuştur. Böylece inananlarla münâfıkları meydana çıkarmak için. Kısaca berikilerin mü'min kimseler olduğunu diğerlerinin de ikiyüzlü münâfık kimseler olduğunun ortaya çıkarılması içindir. “O münâfıklara: (.......) denildiğinde”

(.......) kavli mübteda ya da giriş olan yeni bir ifadedir. Bir tefsire göre (.......) kavli, “Eğer savaşmayacaksanız, bari cihat edenlerin gücünü olsun artırmak için sayınızla düşmana karşı savunmaya geçin. Çünkü; sayıca fazla olmak düşmanın psikolojik bakımdan ürküp korkmasına neden olur, bu da mü'minlerin ya da mücahitlerin güç ve kuvvet bakımından üstünlüğü” manasmı taşır.

onlar: (.......) dediler.”

Yani; savaş olarak adlarıdırılan şeyin gerçekte savaş olduğunu bilmiş olsaydık kesinlikle size uyardık. Böyle diyerek bununla, “Siz savunmakta olduğunuz şeyde ve savaş yapma konusunda hata ediyorsunuz. Görüşünüz yerinde değildir. Çünkü bunun gibisine savaş ismi verilmez. Çünkü savaş demek, kişinin canını tehlikeye atması demektir.” İşte münâfıkların görüş ve itirazları..

O gün onlar, îmandan daha çok küfre yakındılar.”

Yani; o gün onlar sureta inanıyor gibi gözüküyorlardı. Küfürlerinden bir şey sergilemiyorlardı. Çünkü; kendilerinde küfrün belirtilerini gösteren herhangi bir durum yoktu. Ancak İslâm ordusunda çözülme başgösterince ve yenilgi, bozgun görülünce işte bu durumla birlikte kendilerinde var olduğu sanılan îmandan uzaklaşmaya başladılar ve böylece küfre daha yakın bir hâle gelmiş oldular.

Ya da bunlar yardım ve güç bakımından mü'minlere yakın olmaktan daha çok küfür ehlime yakın idiler. Çünkü; bunla mü'minlerin safından ayrılıp uzaklaşmakla bir bakıma İslâm ordusunun gücünü zayıflattılar ve müşrikleri de takviye etmiş oldular.

Onlar kalplerinde olmayanı ağızlarıyla'söylüyorlardı.”

Yani; bunlar esas itibariyle kalplerinde var olmayan îman ve benzeri şeyleri varmış gibi dilleriyle söyleyip duruyorlardı.

Burada onların bu iki yüzlü durumlarını bir de “Ağızlarıyla söylüyorlardı. “diye ayrıca belirtmesi, konuyu tekidetmek ve pekiştirmek ve bir de mecazı önlemek içindir.

Halbuki Allah, gizlediklerini çok iyi bilendir “

Yani; iki yüzlülüklerini ve münâfıklıklarını en iyi bilendir.

168

(O münâfıklar,) kardeşleri için: “Eğer bizi dinleselerdi, (savaşa gidip) öldürülmezlerdi.” diyen kimselerdir. (Ey Resûlüm Muhammed! Onlara) de ki: “Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, kendinizden ölümü uzaklaştırın bakahm!.”

-” (O münâfıklar) kardeşleri için: (.......) diyen kimselerdir”

Yani; münâfıkların başı Abdullah b. Übey b. Selûl ve arkadaşları.

(.......) kavli, (.......) zamîrinin takdiriyle mahallen merfûdur.

Yani; (.......) takdirindedir. Veya bu, (.......) kavlindeki (.......) harfinden bedel olarak merfûdur. Ya da bu, (.......) kelimesinin izmariyle mensûbdur. Yahut da, (.......) kavlinden bedel olarak mensûbtur. Veya bu, (.......) ya da, (.......) kavillerindeki zamîrlerden bedel olarak mecrûrdur.

(.......)

Yani Uhûd Savaşırıda öldürülen münâfık kardeşleri için, bu gibileri için. (.......)

Yani; bu münâfıklar söylediklerini söylediler ama, kendileri de Medine'de oturup savaşa kâtilmadılar.

(.......)

Yani; “Eğer bizim kendilerinden istediğimizi, emirlerimizi kardeşlerimiz yerine getirmiş olsalardı ve bize itâat edip Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e kâtilmasalardı, İslâm ordusundan aynlmış olsalardı, bizim gibi Medine'de oturup kalsalardı ve bize muvafakat etselerdi, biz bugün nasıl öldürülmemiş isek onlar da bugün öldürülmüş olmayacaklardı.”

(Ey Resûlüm Muhammed! Onlara) de ki: “

Yani; kaçmak ve sakınmak eğer kadere bir fayda getirecekse elinizden geleni yapın bakalım. Kısaca ölüme karşı tedbirinizi gösterin de görelim.

Ya da bunun manası şöyledir: “Habibim onlara de ki: Eğer, siz öldürülmeyi, savaşa kâtilmayıp evlerinizde (Medine'de) oturmakla kendinizden uzaklaştırmak için bir yol bulabilmişseniz, öyleyse kendinizden ölümü uzaklaştırın, bundan böyle ölmeyin bakalım.”

Rivâyete göre münâfıkların bu sözleri konuşup sarfettikleri günde yetmiş münâfık hiç savaşa kâtilmadıkları hâlde o gün öldü.

169

Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın. Aksine onlar Rableri katında diridirler. Orada rızıklarıdırıhyorlar.

Bu âyet Uhûd'da şehit düşenler hakkında nâzil olmuştur.

(.......) kavlini kırâat imâmlarından İbn Âmir, Hamza, Ali Kisâî ve Âsım burada görüldüğü gibi okumuşlardır. Bu marnların dışındakiler ise, bu kelimeyi (.......) harfinin kesresiyle, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Burada bununla hitap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e olduğu gibi aynı zamanda herkesedir. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (.......) kelimesini (.......) olarak okumuştur.

Söz konusu bu şehitler Allah katında ona yakın olarak yaşayan kimselerdir. Nasıl ki, dünyada insanlar yiyip içiyorlarsa, onlar da aynen orada öyle yiyip içiyorlar.

Yeme ve içme ifadelerini Rabbimiz, onların yaşamakta olduklarını teyit etmek için getirmiştir. Allah, orada onlara verdiği rızıkla nimet içinde bulundukları durumu anlatıyor.

170

(İşte bu şehitler,) Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği (mükâfatlarla) sevinç ve mutluluk içindedirler. Arkalanndan henüz kendilerine kâtilmamış (hayatta) olanlara da, “onlar için herhangi bir korku olmadığını ve mahzun da olmayacaklarını müjdelerler.

(İşte bu şehitler,) Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği (mükâfatlarla) sevinç ve mutluluk içindedirler. “Bu, Allah'ın onlara şehitliği vermesi, buna muvaffak kılması ve buna bağlı olarak Allah'a yakın olmaları ve yaşıyor (diri) olmaları bakımından yüce Allah'ın ayrıca kendilerini başkalanndan üstün kılarak ikram ve ihsanda bulunmak suretiyle cennet nzkını ve nimetlerini onlara derhal ikram etmesidir. Nitekim; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

“Kardeşleriniz Uhûd Savaşırıda şehit düşünce yüce Allah onların ruhlarını yeşil kuşların kursaklarına yerleştirdi. Kuşlar kendilerini cennet nehirlerinin etrafında gezdirip duruyorlar. Cennetin meyvelerinden yiyiyor ve Arş'ın altında altımdan kandillerde/köşk ve saraylarda barınıyorlar.”

Bir diğer tefsire göre bu rızık kıyamet gününde cennette onlara verilecektir. Ancak bu, zayıf bir görüştür. Çünkü; mana âmm (genel) iken bunu ayrıca tahsis etmede (özel bir duruma indirmede) bir yarar yoktur.

Arkalanndan henüz kendilerine kâtilmamış (hayatta) olanlara da;'onlar için herhangi bir korku ve kederin bulunmadığını'müjdelerler.”

Yani; henüz öldürülmeyip şehit düşmemiş olan ve hayatta kalıp da arkalanndan cihadı sürdüren Mücâhid kardeşlerine de sevindirici haberi vermek isterler. Yeya,” henüz kendilerine kâtilmamış olanlar” dan maksat henüz onların derecesine ve eriştikleri faziletli makama erişmemiş olanlar, demektir. İşte bunlara herhangi bir korkunun bulunmadığının müjdesini vermek dilerler. (.......) kavli, (.......) kavlinden bedeldir. Bunun manası şöyle olmaktadır:

“Kendileri şehit düştükten sonra geride kalan mü'minlerin durumuyla alâkalı olarak kendilerine açıkça gösterilen ve açıklarıan gerçeklerden dolayı sevinmek ve müjdeyi de vermek isterler.” Bu sevinç ve müjde olayı, kendilerinin kıyamet gününde yerlerinden kalktıklarında gayet emin ve güvencede olarak diriltilip kaldırılacakları hâlidir. Çünkü yüce Allah onlara bu müjdeyi bildirmiştir. İşte onlar da bu müjdeden ötürü oldukça mutlu oldukları gibi, kendilerinden sonra gelecek olan Mücâhid kardeşlerine de içinde bulundukları bu mutlu durumu haber vermenin sevincini yaşarlar.

Şehitlerin durumunun burada ele alınmış olması ve bu şehitlerin kendilerinden sonra gelecek olanları bundan ötürü müjdelemek istemelerinin nedeni, gerideki Mücâhid kardeşlerinin cihat ibâdetine daha ciddi bir anlamda sanlmalarını arzulamalarındandır. Bir de, şehitler mertebesine erişmeye onları teşvik edip özendirmektir. İşte bundan dolayı şehitler orada üzüntü de duymayacaklardır..

171

(Yine onlar,) Allah'tan gelecek bir nimeti ve fazlını -Allah'ın kendilerine verdiği nimetle ve yine kendilerine sunulan daha fazla ihsanlarla- ve Allah'ın, (sâlih amel işleyen) mü'minlerin ecirlerini zayi etmeyeceğini müjdelerler.

Aksine çok daha fazlasını vereceğinin mutluluğunu yaşarlar. (.......) kavli nimet ve fazilet üzerine atfolunmuştur.

Kırâat imâmlarından Ali Kisâî, yeni bir cümle kabul ederek, (.......) kavlini, hemzenin esresiyle, (.......) olarak okumuştur. Cümleyi de muterize, yani parantez cümlesi olarak kabul etmiştir.

172

Aldıkları yaraya rağmen Allah'ın ve Rasûlü'nün çağrısına icabet eden, özellikle içlerinden iyilikte bulunan ve sakınanlar için pek büyük bir ecir vardır.

Aldıkları yaraya rağmen Allah'ın ve Rasûlünün çağrısına koşup gelenlere,” (.......) kavli mübtedadır. Bunun haberi de, (.......) kavlidir. Veya bu, (.......) kelimesinin sıfatıdır ya da medih olarak mensûbdur. (.......) cerh, yani yaralana manasınadır.

Anlatıldığına göre Ebû Süfyan ve arkadaşları savaş alarıı olan Uhûd'dan aynlıp Ravha denilen yere geldiklerinde aynlışlarına pişmanlık duyup tekrar dönmek ve savaşı sürdürmek isterler. Ancak onların bu niyetleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e ulaşır. İşte bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara gözdağı ve korku vererek onları ürkütüp uzaklaştırmak ister. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu maksatla hemen ashâbını görevlendirir, Ebû Süfyan’ın peşinden giderek onu ve arkadaşlarını izlemelerini söyler. Uhûd Savaşırıda bu maksatla Medine'den yetmiş sahabi yola çıkar.

Nihayet bunlar Hamrâu'l-Esed denilen yere gelirler. Buranın Medine'ye olan uzakliği sekiz mil mesafededir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bu ashâbı arasında yaralı olanlar da bulunuyordu. Yüce Allah, Ebû Süfyan ve arkadaşlarını, yani müşrik ordusunun kalbine korku saldı, Tekrar Müslümanların karşısına çıkıp savaşmaktan korkup kaçtılar. Halbuki müşrikler sözde galiptiler. Buna rağmen Müslümanlardan, Allah'ın izniyle, korkup kaçtılar. İşte bu âyet bu olay üzerine nâzil olmuştur.

(.......) edatı Tebyin, yani açıklama içindir. Bu, tıpkı Allah Teâlâ'nm şu âyetinde geçen (.......) edatı gibidir. Rabbimiz bu âyette şöyle buyuruyor:

Allah, onların içinden îman edip sâlih amel işleyenler için mağfiret ve büyük mükâfat vadetmiştir.”

Çünkü Allah ve Rasûlünün çağrısına uyanların hepsi de özellikle iyilikte bulunup, emir ve yasaklar doğrultusunda hareket eden ve Allah'ın azâbından sakınan kimselerdir. Yoksa bunlardan bir kısmı böyledir, demek değildir. Bu açıdan âhirette bunlar için büyük bir ecir ve mükâfat vardır.

173

(O mü'minler ki,) birtakım kimseler kendilerine: “Şüphesiz, (düşmanlarınız olan) insanlar size karşı bir araya geldiler; onlardan korkun” demişlerdi de bu söz, onların Allah'a olan imanlarını artırdı ve: “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.” dediler.

(O mü'minler ki,) bir takım kimseler kendilerine dediler ki:” Âyetin bu kısmı, (.......) kavlinden bedeldir.

Şüphesiz düşmanlarınız olanlar sizin için, büyük bir ordu hazırladılar. Aman ha onlardan korkun!.” Anlatıldığına göre Ebû Süfyan Uhûd'dan aynlacağı sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e:

“— Ey Resûlüm Muhammed! Seneye Bedir'de karşılaşmak üzere, diye seslenir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de:

— İnşallah, diye karşılık verir. Ertesi sene Ebû Süfyan bu maksatla Mekke halkıyla birlikte yola çıktı, ancak yüce Allah Ebû Süfyan'ın kalbine bir korku saldı. Bunun üzerine geri dönmeyi uygun buldu. Ebû Süfyan bu sırada umre ziyaretini yapmak için Mekke'ye gelmiş olan Naim b. Mesud el-Eşcai ile karşılaştı. Ona dedi ki:

— Ey Mesud! Bedir'de buluşmak üzere Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile sözleşmiştik. Ben bundan böyle gitmemeyi, bu işten kurtulmayı düşünüyorum. Medine'ye git, onları böyle bir savaştan alıkoy, sana on deve var.”

İşte bu teklif üzerine Naim yola çıkar. Medine'ye geldiğinde onların Bedir'de savaşmak üzere tam anlamıyla hazırlanmış olduklarını görür. Bu durum karşısında Müslümanlara dedi ki:

— Siz onlara karşı mı çıkmak istiyorsunuz? Halbuki onlar size karşı, sizin karşı koyamayacağınız kadar büyük bir ordu hazırlamışlar? Allah'a yemin ederim ki; onların elinden bir tek kişiniz bile kurtulamaz.” Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurdu:

Allah'a yemin olsun ki, benimle birlikte bir kişi de çıkmasa ben tek başıma onlarla savaşmak üzere çıkacağım! Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yetmiş ashâbıyla birlikte yola, çıktı ve çıkışlarında hep şöyle diyorlardı:

Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.

Nihayet Bedir'e ulaştılar. Burada tam sekiz gece kaldılar. Beraberlerinde ticaret eşyası da bulunuyordu. Onu orada sattılar. Büyük kâr elde ettiler. Daha sonra elleri dolu olarak kazanç elde ederek Medine'ye bol imkânlarla ve sağ salim olarak ve herhangi bir savaş olmaksızın geri döndüler.

Ebû Süfyan da Mekke'ye geri döndü. Mekke halkı bundan böyle Ebû Süfyan'ın ordusuna, “Kar av ana/Sevik ordusu” ismini verdiler. Mekke halkı;

— Siz püre, ezme ve karavana yemek için sefere çıktınız.” diye konuşuyorlardı.

Bu âyette geçen birinci, (.......) kelimesinden maksat, Naim b. Mesud el-Eşcai'dir. Ancak kelime mana itibariyle çoğul olsa da bununla belirtilmek istenen tek kişidir. Ya bundan maksat ona tabi olarak engel çıkarmaya çalışan benzer kişilerdir, ikinci, (.......) kelimesinden kasıt ise Ebû Süfyan ve arkadaşlarıdır. “Onlardan korkun, onlardan uzak durun ha!” demektir.

“İşte bu söz onların Allah'a olan imanlarını artırdı ve:”

Yani; “Düşmanlarınız sizin için büyük bir ordu hazırladılar, aman ha onlardan uzak durun.” sözü, mü'minlerin imanlarını daha fazlasıyla artırdı. Kısaca söz konusu olan ifade veya Naim'in verdiği haber, söyledikleri şeyler, mü'minlerin gözünü açmış oldu, gerçeği daha net olarak gördüler ve, “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir, dediler.”

Yani; Allah bize kafidir. Her şeye karşı Allah bize yeter, biz sadece O'nun gücüne güveniriz. Nitekim, yeterlilik anlamında olmak üzere, (.......) denir ki; bu, “o şey ona yeter.” demektir. Bu, yeterlilik manasında, (.......) demektir. Bunun da delili, “Sana yetecek bir adam” demektir. Bu ifade ile nekire (belirsizlik) nitelenmektedir. Çünkü; buradaki izafet (tamlama) hakiki olmayan bir tamlamadır yani lâfzîdir, ma'rifelik ifade etmez. Çünkü bu, ism-i fâil manasınadır. (.......) İşlerin kendisine vekâlet olunduğu Allah ne güzeldir.

174

(Nitekim; bu mü'minler, düşmanlarla karşılaşmak için çıktıktan sonra,) kendilerine hiçbir fenalık dokunmaksızm Allah'tan bir nimet ve büyük bir bollukla geri döndüler. (Bu uğurda) Allah'ın rızasına da uygun hareket ettiler. Allah pek büyük lütuf sâhibidir.

Nitekim, (bu mü'minler,) daha sonra, kendilerine hiçbir fenalık dokunmaksızın -düşmanın hile ve tuzaklarından başlarına bir şey gelmeden- Allah'tan bir nimet -Selâmet ve düşmandan kurtulmakla- ve büyük bir bollukla -ticarette büyük bir kazançla, bir dirhem kazanç yerine iki dirhem kazançla- sağ salim geri döndüler.” Buradaki, (.......) kavli, (.......) kavlindeki zamîrden hâldir. Aynı şekilde, (.......) böyledir. Bunun mana yönünden takdir ise şöyledir: “Bedir'den dönerlerken herhangi bir kötülüğe maruz kalmaksızın aynı zamanda büyük bir kar elde ederek geri döndüler.” “Bu uğurda Allah'ın rızasına da uygun hareket ettiler.” Âyetin bu kısmı, (.......) kavli üzerine ma'tûftur.

Düşmanın karşısına cesaretle, metanetle, hiçbir geri adım atmaksızm çıktılar. “Allah pek büyük lütuf ve kerem sâhibidir.” Yapmış oldukları şeylerde Allah onlara muvaffakiyet ve basan vererek büyük bir üstünlük kazandırdı.

175

Hiç şüphesiz sizi dostlarıyla korkudan (ürkütmeye çalışan) şeytandır. Eğer gerçekten inanıyorsanız, onlardan korkmayın, Benden korkun.

Hiç şüphesiz sizi dostlarıyla -münâfık olan adamlarıyla- korkutup ürkütmeye çalışan şeytandır.”

Bu cümledeki, (.......) kelimesi, (.......) işaret isminin haberidir.

Yani bu, şöyledir: “Sizi bu işten (.......) şeytandır.” Bu ise Ebû Süfyan tarafından on deve yerilerek gönderilen Naim ya da Nuaym adındaki kişidir. (.......) cümlesi müstenefe (yeni bir) cümledir. Düşmanın şeytanlıklarını açıklamaktadır. Veya, (.......) kelimesi işaret isminin sıfatıdır. Bu durumda, (.......) kavli de haberidir.

Eğer gerçekten inanıyorsanız onlardan -şeytanın dostları olan kâfirlerden- korkmayın. Benden korkun. “Çünkü îman, kula, Allah korkusunu başka tüm korkulara tercih etmesini sağlar.

Kırâat imâmlarından Sehl b. Muhammed ve Ya'kûb b. İshak, hem vasl (geçiş) ve hem vakf (duruş) hâlinde, (.......) kelimesinde (.......) harfini göstererek, (.......) olarak okumuşlardır. Fakat, bu iki imâma sadece geçiş, yani vasl hâlinde Ebû Amr muvafakat etmiştir.

176

(Ey Resûlüm Muhammed!) İnkârda yarışanlar seni üzüntüye düşülmesinler. Zira; onlar asla Allah'a zarar veremezler. Allah, âhiretten yana onlara hiçbir nasip bırakmamak ister. Onlar için çok büyük bir azap vardır.

İnkârda yarışanlar seni üzüntüye düşülmesinler.”

Kırâat imâmlarından imâm Nâfi, Enbiyâ' Sûresi hariç (.......) kavlini Kur'ân’ın tamamında (.......) olarak okumuştur. Enbiyâ' sûresindeki âyeti kerimede ise şöyledir:

(.......) Enbiyâ', 103.

Yani; “Sana zarar vermeleri korkusu, seni üzüntüye, kedere düşürmesin. “Görmez misin bak yüce Allah ne buyuruyor:

Çünkü; onlar asla Allah'a -Allah'ın dostlarına- zarar veremezler.”

Yani; onlar Mfürde yansırlarken sadece kendilerine zarar verirler. Bundan dolayı doğacak vebal onların kendilerine dönecektir, başkasına değil. Nitekim, yüce Allah şu kavliyle de onların işlediklerinin vebalinin kendilerine döneceğini ve onlara âit olacağım şöyle açıklıyor:

Allah âhiretlen yana onlara hiçbir nasip bırakmamak ister. Onlar için -sevaba karşılık- çok büyük bir azap vardır.” İşte bu ifade, bir kimsenin kendi kendine verdiği zaran daha net olarak ortaya koymaktadır.

Ayrıca bu âyet, küfür ve ma'siyetlerin de kişinin irâdesine bağlı şeyler olduğunun delilidir. Çünkü; bu kimseler irâdelerini, tercihlerini seçimlerini âhirette kendileri için bir sevap olmaması yönünde kullanmışlardır. Dolayısıyla Mfür ve ma'siyetleri irâdeleri dışında olan bir şey değildir.

177

Şüphesiz; îmanı verip karşılığında küfrü (inkârı) satın alanlar, asla Allah'a zarar veremeyeceklerdir. Onlar için çok elim bir azap vardır.

Şüphesiz Îmanı verip karşılığında küfrü (inkârı) satın alanlar, -îmanı küfürle değiştirenler- asla Allah'a -hiçbir şekilde ve hiçbir şeyde- zarar veremeyeceklerdir. Onlar için çok elim bir azap vardır.

Bu Âyetteki, (.......) kelimesi mastar olarak mensûbdur.

Bundan önce geçen âyet, savaştan geri kalmak suretiyle cihada kâtilmayan münâfıklar hakkındadır. Veya İslâm'dan dönen mürtedlerle alâkalıdır. İkinci âyet ise bütün kâfirlerle alâkalıdır veya birincisi tüm kâfirlerle alâkalıdır, bu âyet ise ötekilerle ilgilidir.

178

İnkâr edenler, mühlet vermemizi kendileri için daha hayırlı olduğunu sanmasınlar. Aksine onlara zaman tanimâmız sadece günahlarını artırmaları içindir. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.

İnkâr edenler, mühlet vermemizi kendileri için daha hayırlı olduğunu sanmasınlar.”

Bu ayetten sonra gelen üç âyet daha, (.......) kavimdeki (.......) harfini ötreli olarak okumakla birlikte (.......) harfiyle (.......) olarak okunmaktadır. Bu kırâat, İbn Kesîr ve Amr’ın kırâatidir. Ancak kırâat imâmlarından Hamza bunların hepsini (.......) harfi yerine (.......) harfiyle, (.......) olarak kırâat etmiştir. Nâfi, Ebû Cafer ve İbn Âmir bunların tâmammı (.......) harfiyle kırâat etmişlerdir. Ancak İbn Âmir, Âl-i İmran,

188. âyetindeki bu kelimeyi (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuştur. Diğerleri ise ilk ikisini (.......) harfiyle, son ikisini de, (.......) harfiyle okumuşlardır.

(.......) kavli, (.......) kelimesini (.......) ile okuyanlara göre merfûdur.

Yani; “kâfirler sanmasınlar ki” demektir.

(.......) kavlindeki, (.......) edatı ismi ve haberiyle beraber, (.......) kelimesinin iki mef'ûlü yerindedirler. Bunun mana bakımından takdiri şöyledir: “Kâfir olanlar, bizim onlara mühlet vermemizin kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar.”

(.......) daki (.......) edatı, mastariyedir. Dolayısıyla yazım tekniğine uygun olarak bu (.......) nm ayrı olarak yazılması gerekir. Ancak bu kelime İmâm olarak kabul edilen Hazret-i Osman (radıyallahü anh) Mushaf mda, (.......) şeklinde bitişik olarak yazılmıştır.

Bu kelimeyi (.......) harfiyle, (.......) olarak okuyanlar açısından da, (.......) kavli mensûbdur. Buna göre manası şöyle olur: “Kâfirlere mühlet vermemizi, onlar için hayırlı olduğunu sanma.”

(.......) kavli, kâfirlerden bedeldir.

Yani;

“Bizim kâfirlere mühlet vermemizi onlar için hayırlı olduğunu sanma:” (.......) edatı isim ve haberiyle beraber iki mef'ûl yerine geçmektedirler. “İmlâ” demek, onlara mühlet verilmesi, süre ye zaman tanınması demektir, ömürlerinin uzun kılınmasıdır.

Aksine onlara zaman tanimâmız sadece günahlarını artırmaları içindir.” İşte buradaki, (.......) kelimesinin yazı tekniği bakımından bitişik yazılması gerekir. Çünkü bu kelime birinciye göre farklıdır ve bu, (.......) edatı mâ-i kâffedir. Ayrıca bu, cümle olarak yeni bir cümle (müstenefe)dir. Bir önce geçen cümleyi sebep yönünden açıklamaktadır. Sanki şöyle denir gibi: “Neden onlar bu süreyi kendileri için hayırlı olarak sanmasınlar? “Bunun üzerine şöyle cevap veriliyor: “Aksine onlara zaman tanimâmız sadece günahlarını artırmaları içindir.” Aslâh olan yani en iyiyi yaratma ve ma'siyet işlemenin de irâde ile olduğu meselesinde bu âyet Mu'tezilenin aleyhine ve bizim de lehimize olmak üzere bizim için bir delildir.

Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.”

179

Allah, mü'minleri üzerinde bulunduğunuz şu durumda (münâfıklarla iç içe olmuş hâlde) bırakacak değildir; sonuçta murdar olan ile temiz olanı ayırt edecektir. Ey îman edenler! Allah size gaybı bildirecek de depdir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer (ve onu gaybtan haberdar kılar). O hâlde Allah'a ve Rasûlüne îman edin. Eğer îman eder ve sakınırsanız, bu takdirde sizin için pek büyük bir ecir vardır.

Allah mü'minleri, üzerinde bulunduğunuz şu durumda (münâfıklarla içice olmuş hâlde) bırakacak değildir;”

Yani; samimi, ihlâs sâhibi ve dürüst olan mü'minlerle münâfıkları birbirine kanşmış, biri ötekisinden ayırt edilemez bir durumda bırakacak değildir. (.......) kelimesindeki (.......) harfi, nefyi yani olumsuzluğu tekit (pekiştirmek) içindir.

Sonuçta murdar olan ile tertemiz olanı ayırt edecektir.”

Yani, böylece ikiyüzlü münâfık kimse ile samimi, dürüst ve ihlâs sâhibi mü'min olan kimse ortaya çıkıp anlaşılmış osun. (.......) kelimesini kırâat imâmlarından Hamza ve Ali, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. (.......) yani “siz” kelimesindeki muhatap ifade; tasdik eden halis mü'minlerle münâfıklara yöneliktir. Sanki burada şöyle denir gibidir:

Allah, içinizden samimi ve dürüst olan mü'minlerle, kiminizin kimi münâfıklarla içli dışlı olan hâli ortaya çıkıp anlaşılarıa kadar bırakacak değildir ki, böylece Allah'ın peygamberine göndereceği vahiy yoluyla ve durumlarınızı bildirmekle onlarla sizin durumunuz meydana çıkıp anlaşılabilsin.”

Ey îman edenler! Allah size gaybı bildirecek değildir.” Yüce Allah sizden herhangi birinizi gayb, yani bilinemeze âit ilimlere sizi vakıf kılacak değildir. Dolayısıyla Resûlüllahın size herhangi bir kimsenin münâfık olduğunu bildirmesine, birinin de samimi ve ihlâs sâhibi olduğunu söylemesine yanlış bir anlam vererek bakmayın, hatalı bir değerlendiremeye girişmeyin. Çünkü yüce Allah kalplerde var olan gizli şeyleri ona bildirerek peygamberini bu konuda bilgilendirmektedir. Böylece Peygamber birinin küfründen bilgi verirken, diğerinin de imanından haber verebiliyor.

Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer ve onu gaybtan haberdar kılar.”

Yani; ancak Allah peygamber gönderir ve ona vahyeder ve bu yoldan gayb âleminde şu şeyler şöyle ve şöyledir, diye bilgi ve haber getirir. Buna bağlı olarak da, “filân kimsenin kalbinde münâfıklık vardır, filân kimsenin gönlünde ise dürüstlük, ihlâs ve samimiyet vardır.” diye ümmetini, inananlarını haberdar kılar. Peygamberin verdiği bu türden haberler, onun kendi kafasından değil bizzat yüce Allah'ın ona bildirmesiyle olmaktadır.

Bu âyet Batıni görüşe sahip olanlar aleyhine bizim için delildir. Çünkü Batmiler, imâmlarının da bu ilme sahip olduğunu ileri sürmektedirler. Eğer böyle bir kimsenin peygamberliği sabit değilse, dolayısıyla eldeki bu nassa (delile) aykın hareket ediyorlar, demektir. Zira Batmiler rasûl olmayanın da gayba âit bilgileri bileceğini iddia ediyorlar. Eğer böyle biri için peygamber olduğunu ileri sürerlerse bu takdirde bu nassm dışında bir başka nassa da ayları davranmış olurlar. Bu ise, peygamberlerin sonuncusu” manasında olan, (.......) Ahzâb, 40. âyetine aykındır.

O hâlde Allah'a ve Rasûlüne -ihlâs ile- îman edin, Eğer îman eder ve -nifaktan- sakınırsanız, bu takdirde sizin için -âhirette- pek büyük bir ecir vardır.”

Şimdi tefsirini okuyacağımız âyet zekâta karşı çıkan ve mani olan kimseler hakkında nâzil olmuştur.

180

Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeylerde cimrilik gösterenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Aksine bu, onlar için serdir (çok daha kötüdür). Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet günü boyunlarına bir halka olarak dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yapıp ettiklerinizden haberdardır.

Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeylerde cimrilik gösterenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar.” Buradaki, (.......) harfiyle, (.......) olarak okuyanlar buraya bir tane mahzûf muzaf takdir etmektedirler.

Yani, “cimrilerin cimriliğini.... sanma” demektir. (.......) zamîri, fasl zamîridir. (.......) kavli burada ikinci mef'ûldür.

Nitekim; bu kelimeyi, (.......) olarak (.......) harfiyle okuyanlar, bu kelimenin failini (öznesini) Resûlüllah'ne veya herhangi birine racizamîri olarak değerlendiriyorlar. Kimisi de bu kelimenin failini, (.......) kavlini kabul ediyorlar. Bu durumda cümlenin takdiri şöyledir: Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeyleri Allah yolunda harcamayıp cimrilik gösterenler” in cimriliklerinin “kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar.”

(.......) zamîri, fasl zamîridir. (.......) kavli de ikinci mef'ûldür.

Aksine bu, onlar için serdir (çok daha kötüdür).” Çünkü mal ve varlıkları pek yakın bir gelecekte kendilerinden yok olacaktır. Dolayısıyla ellerinde sadece cimrilikleri sebebiyle kazandıkları veballeri kalacaktır. “Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet günü boyunlarına bir halka olarak dolanacaktır.” Âyetin bu kısmı, (.......) kavlinin tefsiridir.

Yani; hakkını ve zekâtmı vermedikleri, menettikleri malları, yarın kıyamet günüde bir halka şeklinde boyunlarına dolanacaktrr. Nitekim; bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Kim malının zekâtını vermezse o mal tüysüz ve iki dişi olan çok zehirli bir erkek yıları hâline gelir, o şahsın boynuna dolanır, ona durmadan sokarak onu böylece cehennem ateşine sürükler.”

Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır” Gök ve yer ehlinin miras yoluyla buralardan elde ettikleri mal ve başka şeylerin tamamı Allah'a âittir. Onlara ne oluyor ki; Allah’ın mülkünde onun malında cimrilik ediyor ve bu malı Allah yolunda harcamıyorlar?

“miras” kelimesinin aslı (.......) olup, makabli meksur olduğundan burada (.......) harfi (.......) harfine dönüştürülmüştür.

Allah bütün yapıp ettiklerinizden haberdardır. “Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Ebû Amr, (.......) kelimesini (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır. (.......) harfiyle okumak ise, iltifat yoluyladır. Bu tehdit ve uyan bakımından çok daha etkilidir. Ancak (.......) harfiyle okumak ise zahire göredir.

181

“Gerçekten Allah fakirdir, biz ise zenginiz.” diyenlerin sözlerini muhakkak Allah işitmiştir. Biz onların bu söylediklerini ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini yazacağız ve: “Tadın o yakıcı azâbı!” diyeceğiz.

«Gerçekten Allah fakirdir, biz ise zenginiz.» diyenlerin sözlerini muhakkak Allah işitmiştir. “Bu ifadeyi Yahûdîler,

“Var mıdır Allah'a güzel bir ödünç verecek bir kimse?”

mealindeki âyeti dinlediklerinde söylemişlerdi. Demişlerdi ki:

Muhammed'in Rabbi bizden ödünç istiyor. Bu takdirde biz zenginiz, Allah fakirdir.”

Allah, onu işitmiştir.” demenin manası, Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. Allah ona uygun bir cezâ hazırlamıştır. “

Biz onların bu söylediklerini...amel defterlerine yazacağız.”

Yani; biz hafaza meleklerine, onların söylediklerini deftere yazmalarını emredeceğiz. Ya da onları muhafaza edeceğiz. Çünkü; yazma işi, insanların yapageldiklerini muhafaza edeceğiz, demektir. Bu ifade mecâzî bir mana olarak isimlendirilmiştir.

(.......) edatı ise burada mastariyedir ve bu, (.......) manasınadır.

“....haksız yere peygamberleri öldürmelerini, yazacağız ve ...” Âyetin bu kısmı, (.......) edatı üzerine maruftur. Peygamberlerin öldürülmesi olayını bunu bir karinesi kılıyor ve burada her iki olayın da büyük günah olması bakımından eşit manadadırlar. Çünkü; Allah'ın peygamberlerini öldürenler, böyle bir sözü söylemekten de geri durmazlar, buna da çekinmeden kalkışabilirler. (.......) kıyamet gününde onlara “Tadın o yakıcı azâbı, diyeceğiz.” Siz Müslümanları nasıl üzüp kedere boğmuşsanız, şimdi de siz cehennem ateşini tadın.

İmâm Dahhak diyor ki:

“Cehennem bekCinleri bu sözü onlara söyleyecekler. Bunun yüce Allah'a izafe olunmasının sebebi, bu emri verenin yüce Allah olması sebebiyledir.” Nitekim; Rabbimizin, “yazacağız” kavli de böyledir.

Kırâat imâmlarından Hamza, (.......) diye okudu.

182

İşte bu azap, sizin dünyada iken kendi ellerinizle işlemiş olduğunuz şeylerin karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmedici değildir.

(.......) bir önceki âyette anlatıları cezâlarıdırma olayına işaret etmektedir. (.......) İşte bu azap sizin daha önce işlemiş olduğunuz Mfür ve measi sebebiyledir. Meselenin, (.......) kelimesine izafesi, şundan dolayıdır. Yapılan işlerin çoğunun el ile yapılmasından dolayıdır. Dolayısıyla yapılan her iş genelde el ile işlendiğinden bunun (diğer azalara) galebe çalması sebebiyledir. Nitekim; herhangi bir şeyi emrederken, bunu işleyen ya da yapan için bunun faili diye ad verilir, “ellerin” âyette zikredilmesi tahkik içindir.

Yani; bizzat kendisinin emriyle kendisi yaptı, başkası değil.

(.......) Çünkü; Allah kullarına zulmetmez ve herhangi bir suç işlemeden de onları cezâlarıdırmaz.

183

“Şüphesiz Allah bize Tevrât'ta, gökten inen ateşin yiyeceği (yakıp kor edeceği) bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamız hususunda söz aldı.” diyenlere de ki: “Benden önce size, apaçık mu'cizelerle ve aynı zamanda bu söylediğiniz mu'cizeyle nice peygamberler geldi. Eğer iddianızda doğru kimseler idiyseniz, öyleyse ne diye onları öldürdünüz?”

(.......) Şüphesiz, Allah bize Tevrât'ta, gökten inen ateşin yiyeceği (yakıp kor edeceği) bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamız hususunda söz aldı, diyenlere” Bu âyette geçen, (.......) kavli daha önceki âyette geçen, (.......) kavlinden bedel olarak cer mahallinde gelmiştir. Ya da bu, (.......) fiilinin izmariyle mensûbdur. Ya da bu, (.......) zamîrinin izmariyle merfûdur.

(.......) Allah bize Tevrât'ta emretti, bize tavsiye etti.

Yani; Allah'a bir kurban adayacak, bu arada gökten bir ateş inerek o kurbanı yiyecek (yakıp kor hâline getirecek)tir. Eğer sen bize bunu getirirsen biz de seni tasdik ederiz.

İşte onların bu sözleri, bâtıl birtakım boş sözlerden ibârettir. Allah'a bir iftirada bulunmaktır. Çünkü; ateşin kurbanı yemesi meselesi onların, o olayı getirip gösterene îman etmeleri için bir sebep oluşturacaktır. Ancak bu da bir mu'cizedir. Ve diğer mu'cizelerle bu da aynı derecede bir mu'cizedir. Ayrıca bir de bunu istemenin hiç bir manası yoktur.

Eğer iddianızda doğru kimseler idiyseniz, öyleyse ne diye onları öldürdünüz?” Eğer îman etmemenizin gerekçesi bu söyledikleriniz ise, o hâlde onların size getirdiklerine neden îman etmediniz? Ve niçin onları öldürdünüz? Gerçekten, “Bizim îman etmemizi geciktirme sebebimiz budur.” sözlerinizde dürüst ve samimi idiyseniz, buyurun!

184

(Ey Rasûlüm!) Eğer seni yalanladılarsa, senden önce de apaçık mu'cizeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygamberler de yalanlanmıştı.

Eğer Yahûdîler seni yalanladılarsa, bu seni sıkıntıya sokmasın. Çünkü senden önce geçen milletler de peygamberlerine aynı şekilde davranmışlardır. Onlar da apaçık mu'cizelerle, kitaplarla ve sabitelerle, ayrıca aydınlatıcı kitapla geldiler.

(.......) kelimesi (.......) kelimesinin çoğuludur'. Bu ise, (.......) kelimesinden alınmadır. Bu da yazmak manasınadır. Kitap ise bütün ilâhi kitaplar'-demektir. (.......) ise aydınlatma anlammdadır. Söylendiğine göre her ikisi de esasen birdir. Fakat sadece iki vasfın farklı olması sebebiyle burada ikisi de verilmiştir.

Zebûr ise; ilâhi bir kitap olup bunda zecri tedbirler ve ağır cezâyı içeren hükümler vardır. (.......) ise doğru yolu gösteren, hidâyete erdiren kitap demektir.

185

Her nefis ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü, (iyi ya da kötü) yaptıklarınızın karşılığı size tastamam olarak verilecektir. Kim cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa o, muhakkak kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı, aldatıcı (geçici) şeylerden başka bir şey değildir.

Her nefis ölümü tadacaktır.” Burada, (.......) kavli mübtedadır. (.......) kavli de bunun haberidir. Eğer kelime mana bakımından genellik (umum) ifade ediyorsa bu takdirde nekre (belirsiz) olan bir kelimeyle giriş yapmak câiz olur. Mana ise şöyledir:

“Salkın onların seni yalanlamaları, seni üzmesin. Çünkü, sonuçta insanların dönüp huzura gelecekleri Benim. Dolayısıyla seni yalanlamalarından ötürü onları cezâlarıdıracağım gibi, seni de sabrettiğin için mükâfatlarıdıracağım.”

İşte bu, “Ancak kıyamet günü, iyi yada kötü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam olarak verilecektir.” Âyetinin belirttiği manadır.

Yani; kıyamet gününde işlediklerinizin sevabı eksiksiz olarak size verilecektir. Çünkü; dünya ödüllendirme veya cezâlarıdırma yurdu değildir. (.......) “Kim cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa, o mutlak kurtuluşa ermiştir.”

Âyette geçen, (.......) uzak oldu. (.......) kelimesi ise uzaklaştırmak manasınadır. (.......) Hayrı kazandı, demektir. Bir tefsire göre, “Bu kimse için mutlak manada kurtuluş meydana gelmiştir.” demektir.

Nitekim; (.......) fevz: “Sevgiliye, sevilen ve arzularıan şeye kavuşmak, onu elde etmek, arzulanmayan ve istenmeyen şeyden de uzak olmak. “demektir.

“Bu dünya hayatı, aldatıcı geçici şeylerden başka bir şey değildir.” Dikkat edilirse bu âyette dünya, pazarda satış için getirilen ayıplı bir malın ayıbının gizlenerek iyi ve değerli imiş süsü verilerek satılıp ve fakat sonradan ayıbı anlaşılınca bir hiç olan eşyaya benzetilmiştir. İşte burada asıl aldatan hileci düzenbaz olan şeytandır.

Said b. Gubeyr'den rivâyet olunmuştur, demiştir ki: “Bu âyet, dünya hayatım âhiret hayatına tercih edenler içindir. Fakat her kim de dünya ile âhiret hayatım kazanmak istiyorsa, bu takdirde dünya, kişiyi âhirete ulaştıran bir eşya yani metadır.”

Tabiinden olan Hasen-ı Basrî ise şöyle demiştir: “Dünya, tıpkı sonuçta insanın elinde bir şey bırakmayan yeşil bitki ve çocukların oyun ve eğlencesine benzer. Çünkü; yeşillik kurur, oyunda son bulur.”

186

And olsun ki; siz mutlaka mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz; ister sizden önce kendilerine kitap verilenlerden, ister Allah'a ortak koşanlardan olsun, sizi oldukça rahatsız eden sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder, (Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda) sakınırsanız, işte bu (davranış, üzerinde kararlılıkla durulması gereken) önemli işlerdendir.

And olsun ki; siz, mutlaka mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz;” Allah'a yemin olsun ki, sizler malınızı Allah yolunda harcadınız mı, harcamadınız mı bu konuda deneneceğiniz gibi malınıza gelen birtakım âfetlerle de imtihan olunacaksınız. Ayrıca öldürülmek, esir düşmek, yaralanmak gibi hususlarda carımızla da imtihan olunacaksınız. Hatta buna benzer daha farklı ve çeşitli felâketlerle de imtihan geçireceksiniz.

Bu âyette geçen, (.......) kelimesi görülmeyen ve içte olan can (ruh) olmayıp görülen beden olduğunu gösteriyor. Bu açıdan âyet bunun için bir delildir. Yoksa birtakım filozofların ileri sürdükleri gibi görülmeyen can demek değildir. Nitekim; bu gerçek, “Şerhu 1-Te'vilat” adlı eserde de aynen böyle ele alınmıştır.

“İster sizden önce kendilerine kitap verilenlerden -Yahûdî ve Hıristiyanlardan-, ister Allah'a ortak koşanlardan olsun, sizi oldukça rahatsız eden sözler işiteceksiniz.” Meselâ; dininize dil uzatmaları ve îman etmek isteyenlerin îman etmelerini engellemeleri ve îman etmiş olanları da hatalı yoldadır, diye göstermeleri ve benzeri şeyler gibi.

Eğer -onların ezalarına- sabreder,'Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda -hareket eder ve Allah'ın emirlerine karşı gelmekten- sakınırsanız, işte bu davranış, üzerinde kararlılıkla durulması gereken önemli işlerdendir.”

Yani; bu manada kararlılık önemli meselelerdendir, kısaca üzerinde durulması gereken işlerdendir.

Burada böylece mü'minlere seslenilmesi, ileride başlarına gelebilecek bu türden olaylar karşısında hazırlıklı olsunlar ve şiddete, musibetlere karşı sabır göstersinler, diyedir. Böyle bir durumda paniğe kapılmasınlar, geri adım atmasınlar, ürkmesinler içindir.

187

Vaktiyle Allah, kendilerine kitap verilenlerden, “(Kitaplarında yer alan tüm hükümleri) mutlaka insanlara açıklayacak ve onu gizlemeyeceksiniz.” diyerek söz almıştı. Fakat onlar bunu kulak ardı edip umursamadılar ve az bir dünyalığa sattılar. Yaptıkları alış veriş ne kadar da kötü!

Vaktiyle Allah, kendilerine kitap verilenlerden, (.......) diyerek söz almuştı.” İşte yüce Allah’ın onlardan söz aldığı zamanı bir hatırla. (.......) kelimesi (.......) harfiyle muhatap kipi olarak gelmiştir. Bunun sebebi, onlara hitap olayını hikâye etmiş olmasındandır. Nitekim; benzer durum, Allah Teâlâ'nın şu kavlinde de şöyle geçmektedir:

“Biz, Kitap'ta (Tevrât'ta) İsrâ'il oğullarına: «Sizler, yeryüzünde iki defa fesat (bozgunculuk) çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız.» diye bildirdik.” İsrâ', 4. Bu Âyetteki, (.......) kelimesi ile, (.......) kelimesi buna örnektirler.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Ebû Amr ve Ebû Bekir, (.......) kavlini (.......) olarak (.......) harfiyle okumuşlardır. Çünkü bunlar gaiptirler. zamîr ise kitaba râcidir.

Yüce Allah burada Kitabın (yani Tevrât'ın) açıklanmasının mutlak manada gerektiği ve farz olduğu gerçeğini belirttiği gibi, aynı şekilde onu gizlemekten de kaçınmalarını farz kılmıştır.

Fakat onlar bunu kulak ardı edip umursamadılar” Misakı, verdikleri sözü terk ettiler. Kendilerinden alınan kesin sözü tutmadılar.

Yani; sözlerine riayet etmediler, ona iltifat dahi etmediler.

(.......) yani “arkalanna atmak” demek, bir şeye değer vermemekten, önemsememekten bir özlü sözdür. Bunun için gerekli çalışmayı yapmayıp terk etmek manasınadır.

Burası, ilim adamlarının halka hakkı yalm olarak ve saklamadan, tüm gerçekleriyle anlatmalarının vacip (farz) olduğu konusunda bir delildir. İlim adamları, bildikleri gerçekleri mutlaka halka anlatmak zorundalar. Kötü bir gaye için ve zalimlere kolaylık sağlamak maksadıyla ya da bazı kimseleri hoş tutmak ve memnun etmek için hareket etmemeliler, gerçekleri saklamamalıdırlar. Aynı zamanda kendisine bir menfaat sağlamak veya kendisine bir zarar gelecek düşüncesiyle yahut da sırf başkalanna bilgi vermemek, başkalannın öğrenmelerini istememek düşüncesiyle ilmi saklaması, öğretmemesi doğru değildir. Çünkü; bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Kim, ehil olan birinden ilmi saklarsa (öğretmezse), Allah ateşten bir gem ile ağzına gem vurur.” Ahmed b. Hanbel, Müsned; 2/263. Ebû Dâvud, 3658. Tirmizî, 2649. İbn Mâce; 261.

ve az bir dünyalığa -basit bir çıkara karşılık- sattılar. Yaptıkları alışveriş ne kadar da kötü.”

188

(Ey Resûlüm Muhammed!) Yaptıklarıyla sevinen ve yapmadıklarıyla da övülmeyi isteyen kimselerin azaptan kurtulacaklarını sanma! Onlar için elem verici bir azap vardır.

Ey Resûlüm Muhammed! Halkı saptırarak yaptıklarıyla sevinen ve yapmadıklarıyla da övülmeyi isteyen kimselerin azaptan kurtulacaklarını sanma!” Burada, (.......) fıilindeki hitap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dır. Bunun iki mefullerinden biri, (.......) kavlidir, ikinci mef'ûl ise, (.......) kelimesidir.

“Sakın ha azaptan kurtulacaklarını sanmayasın!” Ancak buradaki, (.......) kavli tekit içindir. Bu, “Sakın ha onların kurtulacaklarını sanmayasın.” takdirindedir. Burada, (.......) kavli yaptılar, işlediler, demektir. Bu kırâat Übey b. Kab'ın kırâatidir. Bu aynı zamanda, (.......) olarak da zikredilmiştir. Her ikisi de “İşledi/yaptı” manasınadırlar. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

(.......) kelimesini, (.......) olarak kırâat etmiştir. Bu da verdiler, manasmdır.

Onlar için elem verici bir azap vardır.”

Rivâyete göre; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Yahûdîlere, bir konu hakkında Tevrât'ta ne söylendiğini sormuş, Yahûdîler de gerçeği gizleyip tam onun aksi olan şekilde, yani Tevrât'ta var olmayan bir bilgi vermişlerdir. Bununla da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)i güya doğruladıklarını, tasdik ettiklerini göstermek istediler, böylece sözde Resûlüllah'ı överlerken aslmda yaptıkları hile ile de kendi kendilerine sevinip duruyorlardı.

İşte bu durumu yüce Allah, Rasûlüne bildirdi ve onları tehdit ifade eden âyetini indirerek Rasûlünü böylece teselli etmiş oldu.

Yani; Rabbimiz burada şöyle buyurmaktadır:

“Sevinerek sana karşı koymaya çalışan, hile ve tuzaklar hazırlayan, bununla mutlu olan ve yapmadıklarıyla da övülmek isteyen, senin kendilerine sorduğun şeyde yanlış bilgi vererek sana doğru habermiş gibi bildiren Yahûdîlerin azaptan kurtulacaklarını sakın sanmayasın!”

Bir diğer görüşe göre burada söz konusu edilenler, münâfıklardır. Çünkü; bunlar görünürde îman etmiş gibi gözüktükleri hâlde esasta inanmamaktaydılar. Bundan dolayı da seviniyorlardı. Böylece asıl amaçlarını elde etmek istiyorlardı. Gerçekte var olmayan imanlarıyla da övülmeyi arzu ediyorlardı.

Bu âyette, yaptığı bir iyilikle şımararak sevmen kimselere, böbürlenenlere bir tehdit yer almaktadır. Çünkü; bunlar aslmda hiç kendilerinde var olmayan bir değerin varmış gibi halk tarafından söylenip bundan ötürü övülmelerini isterler.

189

Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah, her şeye güç yetirendir.

Burada yüce Rabbimizin, “Göklerin ve yerin mülkü Allah'indir.” buyurması, onların her şeylerine mâlik ve sahip olduğunu ifade etmesidir. Bunun aynı zamanda, “Muhakkak Allah fakirdir...” Al-i İmran, 181. âyetinde ifade edildiği gibi onların bu sözlerini de yalanlama hususu yer almaktadır.

Allah her şeye güç yetirendir. “Buyurmakla da, Allah onları cezâlarıdırmaya da kâdirdir, buyurmaktadır.

190

Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardmca gelip gidişinde elbette sağduyu sâhibi kimseler için (Allah'ın yüce kudreti hakkında fikir veren) deliller vardır.

Yani; tıpkı kabuktan özün çıkarıldığı gibi aklını heva ve hevesinden arındıran kimseler için kadim, her şeyi en iyi bilen ve her şeye gücü yeten, hikmet sâhibi bir sanatkarın varlığını gösteren deliller vardır.

Yani; böyleleri şu gerçeği çok iyi kavrarlar.” Cevherlerden meydana gelen arazlar (şeyler), aynı zamanda o cevherin de sonradan var olduğunun delilidirler. Çünkü; sonradan var edilmiş olan bir şeyden ayrılmayan bir cevher, ve sonradan var olma özelliğinden hâli olmayan ve hadislikten ayrılmayan şey de aynen hadistir (sonradan var edilmedir).

Diğer taraftan bir şeyin hadisliği, (sonradan var edilmiş olması,) mutlak manada onu meydana getiren bir muhdisin (yaratanın) varlığına, kadimliğine delâlet eder. Aksi takdirde o şey de yine bir başka muhdise (var ediciye) muhtaçtır. Bu da böylece sonsuza kadar sürer gider. Kaldı ki; sanatının güzelliği ise ayrıca o zatın ilminin delilidir. En iyi olarak yaratması (itkanı) da O zatın hikmet sâhibi bir zât olduğuna delâlet eder. Bu zatm bekası da kudretinin delili ve delilidir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Bu âyeti okuyup da üzerinde gereği gibi düşünmeyenlere yazıklar olsun!” Bk. Süyuti, el-Dürr'ül-Mensur, 2/409.

Hikâye olunduğuna göre İsrâ'il oğullarından bir kimse otuz yıl müddetle Allah'a ibâdet edince, bir bulut gelip onu gölgelenmiş. İşte bu manada bir genç Allah'a ibâdet eder, ancak herhangi bir bulut bu genci gölgelemez. Bunun üzerine annesi kendisine:

— Belki bu otuz yıllık süre içerisinde bir yanlış iş yapmış olabilirsin, bu durum ondan kaynaklarııyor olabilir, der. Oğlu da:

— Ben böyle bir şey hatırlayamiyorum, diye cevaplar. Annesi:

— Belki de sen, göğe bakarken bu bakışların herhangi birisine ibret nazarıyla bakmamış olabilirsin, der. Oğlu da:

— Belki de böyle bir şeydir, deyince, annesi:

— İşte bulutun gelip seni gölgelememesi bundan başka bir şey değildir, der.

191

Onlar, ayakta dururlarken, otururlarken, yanları üzerinde yatarlarken (her zaman) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin (ince ve eşsiz) yaratılışı konusunda derin derin düşünürler. Ve şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın. Seni teşbih ve tenzih ederiz. Bizi cehennem ateşinin azâbından koru!”

Onlar, ayakta dururlarken -ayakta durabilecek güçleri varken-, otururlarken, -güçleri yetmediğinde de- yanları üzeri yatarlarken her zaman Allah'ı anarlar.” Namaz kılarlar. (.......) burada, (.......) kelimesinin sıfatı olarak mahallen mecrûrdur veya (.......) kelimesinin izmariyle mensûbdur. Veya gizli (.......) zamîriyle merfûdur.

(.......) kelimeleri, (.......) fiiline âit failin zamîrinden hâldirler. Nitekim,'aynı şekilde, (.......) kavli de hâldir. Diğer taraftan bu kelimeyle, “herhâlükârda Allah'a anmak” da murat olunmuş olabilir. Çünkü; insan her an bu gibi durumları yaşayabilir. Nitekim; bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Kim cennet bahçelerinden daha fazla yararlarııp yemek istiyorsa, Allah'ı çokça ansın.” İbn Ebû Şeybe, Mûsannaf; 10/302.

Göklerin ve yerin ince ve essiz yaratılışı konusunda derin derin düşünürler.”

Yani; bütün bu muazzam ve yüce kainatın ve içinde var olan her şeyin yaratılışı konusunda, Allah’ın varlığına işaret eden her varlık hakkında tefekküre dalarlar. Hatta kimi varlıkları anlamada zorluk çekmesiyle de bunlar üzerinde derin olarak düşünür durur. Yüce Allah’ın zatının yüceliğini düşünüp tefekküre dalar. Nitekim; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den şöyle rivâyet olunmuştur:

“Adam yatağına uzanıp yatarken bir de başım yukarı kaldırıp yıldızlara ve göğe bakar. Bunun üzerine şöyle der: (.......) Rabbi de kuluna bakar da kulunu böylece bağışlar.” Salebi rivâyet etmiştir. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf, 1/454.

Yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

“Tefekkür gibi ibâdet yoktur.” Bak. Beyhaki, Şuabu’l-Îman; 4648.

Söylendiğine göre tefekkür, gafleti yok eder. Gönülde de Allah korkusunu meydana getirir. Şüphesiz gönülleri parlatmada üzüntü gibisi olmadığı gibi, gönülleri aydınlatmada da tefekkür gibisi yoktur.

“Bu akıl sahipleri şöyle derler: “Bu cümle hâl yerindedir.

Yani; düşünürlerken şöyle derler. Mana ise şöyledir:

“Sen yarattığın hiçbir şeyi boş yere yaratmadın, bir hikmete dayanmadan yaratmadın. Aksine hepsini de büyük bir hikmet gereği olarak yarattın. Sen bütün bunları mükellef olanlar için yerler oluştursun için, yaratıkların seni tanırlarken delil olsunlar için var ettin.”

Burada, “halk” (yaratma) tabiriyle yaratılanlar (mahlûkat) murat olunmuştur. Ya da göklerle yere işaret olunmuştur. Çünkü; bunlar da yaratılmış şeyler manasındadırlar. Sanki şöyle denilmektedir: “Sen, bu hayret uyandıran yaratılmışları boşuna yaratmadın.”

Seni teşbih ve tenzih ederiz.” Seni yaratılmışlardan bâtıl olan şeylerle vasfetmekten uzak kılar, tenzih ederiz. Bu muterize (parantez) cümlesidir. “Bizi cehennem ateşinin azâbından koru!” Burada, (.......) kavlinin başına gelen, (.......) harfi cezâ manasını verdirmek içindir. Bunun takdiri de şöyledir: “Öyleyse seni tenzih ederiz, Sen de biz koru!”

192

“Ey Rabbimiz! Şüphesiz Sen kimi cehennem ateşine sokarsan, muhakkak onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur.”

Ey Rabbimiz! Şüphesiz Sen, birini cehennem ateşine sokarsan, mutlaka onu rezil etmişsindir.” Aşağıladın, helâk ettin, rüsvay ettin, demektir. Vaid yani tehdit ehli veya uyarılanlar bu âyeti ve bir de şu âyeti kendilerine delil gösterdiler:

Peygamberleri ve onunla birlikte îman edenleri utandırmayacağı günde Allah sisi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar.” Tahrîm, 8.

Yani; bu ayetlere dayanarak mü'min olarak kimse cehenneme girmez ki, ebedî olarak kalmış olsun, diyorlar. Ehl-i sünnet olarak biz de diyoruz ki: “Hazret-i Cabir (radıyallahü anh) şöyle diyor:

“Mü'minin cezâlarıdırılması, onun tedibidir, eğer bunun üzerinde bir cezâsı varsa bu da, mutlak manada rezil olmasıdır.”

Zalimlerin de hiçbir yardımcıları yoktur.” (.......) kelimesindeki (.......) harfi, cehenneme girenlere işarettir. Bundan maksat da kâfirlerdir. Bu bakımdan kâfirlerin kendilerine yardım edecek olan yardımcıları da şefâat edenleri de mü'minlerin olduğu gibi olmayacaktır.

193

“Ey Rabbimiz! Biz, (.......) diye îmana çağıran bir davetçiyi işittik ve hemen îman ettik. Rabbimiz! Artık bizim günahlarınıızı bağışla, kötülüMerimizi ört, canımızı da iyilerle beraber al.”

Ey Rabbimiz! Biz,...bir davetçiyi işittik.” Meselâ, “Adam şöyle derken duydum.” dersin. Dolayısıyla yapılan eylemi adama isnad etmiş olursun ve bu arada duyuları ya da dinlenen şeyi hazfedersin (söylemezsin). Çünkü sen, kişiyi ondan dinlediğinle tanıtmaktasın. Dolayısıyla duyduğun ya da dinlediğini zikretmeye gerek duymazsın. Eğer herhangi bir vasıf ya da tanıtma olmasaydı, onun bunda herhangi bir payı da olmazdı. Bu bakımdan, Filancanın sözünü dinledim, denilir.

Âyette seslenenden gaye; Ya Resûlüllah'dür (sallallahü aleyhi ve sellem) veya Kur'ân'dır.

diye... îmana çağıran, ...” Allah'a îman etmeleri için.. Burada böylece çağıran zatın yüceliğinin, üstünlüğünü göstermektedir, Çünkü; îmana davet denen daha üstün bir davetçi olamaz.

Rabbinize îman edin, ... diye.. biz de hemen îman ettik.” Buradaki, (.......) kavli, (.......) demektir. Ya da, (.......) Rabbinize îman edin, demektir.

Şeyh Muhammed Mansûr Mâturîdî'ye göre bu âyet, imanda istisna yapmanın bâtıl olduğuna delildir.

Rabbimiz! Artık bizim günahlarınıızı -büyük günahlarınıızı- bağışla,” kötülüklerimizi -küçük günahlarınıızı- ört,” canımızı da iyilerle beraber al.”

İyilerin” sohbetine devam edenlerle beraber hareket eden ve onlardan sayıları.

(.......) Ebrar: Sünnete bağlı olarak hareket edenler demektir. Bu kelime, (.......) kelimesinin veya (.......) kelimesinin çoğuludur. Tıpkı (.......) ve (.......) kelimeleriyle (.......) ve (.......) kelimeleri gibi.

194

“Ey Rabbimiz! Peygamberlerin aracüığıyla bize vadettiklerini bize ver. Kıyamet gününde bizi rezil rüsvay etme. Şüphesiz Sen vaadinden dönmezsin.”

Ey Rabbimiz! Peygamberlerin aracıliğiyla bize vadeltiklerini de'bize ver,” Peygamberlerini doğrulamak konusunda ya da peygamberlerin yoluyla bize söz verdiğin makamı, ya da onların diliyle verdiklerini de isteriz!

(.......) edatı, (.......) kavline mütealliktir. Vadolunan şey ise, sevap olan şeylerdir ya da düşmana karşı zafer ve üstünlük kazanılmasıdır. Bu kimseler, Allah'ın vadettiklerini yerine getirmeyi istemektedirler. Allah ise asla sözünden caymaz. Çünkü; bunun manası, kıyamet ile alâkalı olarak verilen sözlerin yerine getirilmesi için gereken sebeplere sanlıp onları sürdürmeyi muhafaza konusunda basan istemektir. Yahut da bundan murat şudur:

“Bizi, kendilerine söz verdiklerinden eyle.” Çünkü; verilen söz, kimin için verildiği belli değil, bu, açıklanmamıştır. Veya bundan murat: “Biz, senin bizim için hazırlamış olduğun ve söz verdiğin şeylere ulaştırmada sebatlı kıl.”

Kıyamet gününde bizi rezil rüsvay etme!” Ya da bu, alçak gönüllülük göstermenin bir göstergesidir. “Şüphesiz Sen vaadinden asla dönmezsin.” Buradaki, (.......) kelimesi, vaat manasında mastardır.

195

Bunun üzerine Rableri onların dualarına şöyle karşüık verdi: “Ben, erkek olsun kadm olsun içinizden sâlih amel işleyenlerin amelini boşa çıkarmam. Hep birbirinizdensiniz. Artık dinleri uğruna hicret edenlerin, ülkelerinden çıkarılanların ve Benim yolumda işkence görenlerin, çarpışanların ve öldürülenlerin günahlarını mutlaka örtecek ve and olsun ki, kendilerini altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu, Allah katından (onların güzel amellerine) bir karşılıktır. Mükâfatların en güzel olanı Allah karındadır.

“Bunun üzerine Rableri onların dualarına şöyle karşılık verdi:” Cevap verdi, icabet etti. Nitekim, (.......) ve (.......) de bu manayadır.

“Ben, erkek olsun kadın olsun içinizden sâlih amel işleyenlerin amelini boşa çıkarmam.” Burada, (.......) kavli, (.......) demektir. (.......) burada, (.......) kelime-

(.......) kavli de amili açıklayan bir ifadedir.

Hepiniz, eşitsiniz, birbirinizden bir üstünlüğünüz yoktur.”

Yani; erkek kadındandır, kadın da erkektendir. Hepiniz Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm)’in çocuklarısmız. Ya da din ve yardım açısından birbirinizdensiniz.

Bu, bir muterize (parantez) cümlesidir. Bununla kadmların erkeklerle, yüce Allah’ın güzel amel işleyen kullarına vadettiği şeylerde ortak oldukları açıklanmıştır.

İmâm Cafer Sâdık - Allah kendisinden râzı olsun- der ki:

“Herhangi bir konuda bir kimse bir zorluk yaşarsa, bunun üzerine beş kez: (.......) diye yakarma, Allah o kimseyi korktuğundan emin kılar ve istediğini de verir, dedikten sonra burada dua olarak geçen âyetleri okudu.”

Arlık dinleri uğrunda hicret edenlerin,” Bu cümle mübtedadır ve, “onlardan güzel amel işleyenler” kısmmı açıklamaktadır.. Bu da âdeta onlara tazim ve saygı ifadesini belirtmek için söylenmiştir. Sanki şöyle buyurulmaktadır: “Şu üstün ve değerli işleri yapanlar ki; bu da vatanlarından ayrılıp uzak düşmektir, nerede güvenli bir şekilde imanlarının gereğini yaşayacağız diye dinlerini yaşamak için Allah'a kaçıp koşanlardır.”

Hicret olayı İslâm'ın başlarıgıcında var olduğu gibi ahir zamanda da var olacaktır ve var oluşu hep sürdürecektir.

ülkelerinden çıkanların,” doğup büyüdükleri ve yetiştikleri vatanlarından çıkarılıp sürgün edilenlerin, “ve Benim yolumda işkence görenlerin,” hakaret edilerek, dövülerek, malları yağmalarıarak zulüm ve işkence çekenlerin, Burada, “Benim yolumda” ifadesinden murat, “dinim uğrunda, dinim yolunda” demektir.

Çarpışanların ve öldürülenlerin günahlarını mutlaka örtecek.” Allah'a ortak koşanlarla, müşriklerle savaşan ve bu uğurda şehit düşenlerin günahlarını mutlaka örteceğim.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve İbn Âmir, (.......) kavlini,

(.......) olarak okumuşlardır. Ayrıca kırâat imâmlarından Hamza ile Ali Kisâî de, (.......) kavlini takdim ve tehir suretiyle, (.......) şeklinde krraat etmişlerdir. Bu okuyuş tarzıyla, (.......) harfinin tertip için olmadığını görüyor ve bunu delil gösteriyoruz.

(.......) mübtedasmın haberi, (.......) kavlidir ve bu, mahzûf bir kasemin (yeminin) de cevâbıdır.

ve and olsun ki, kendilerini altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım.” Bu cümle az önce belirttiğimiz gibi mahzûf bir kasemin cevâbıdır.

“Bu, Allah katından onların güzel amellerine bir karşılıktır.”

(.......) kelimesi burada müekked mastardır.

Yani, sevap veya ödül olarak, demektir. Kaldı ki; (.......) kavli,

“And olsun ki; onlara sevap vereceğim, onları mutlaka ödüllendireceğim. “manasınadır.

Mükâfatların en güzel olanı Allah katındadır”

Yani; mükâfat verebilecek yegâne zât yüce Allah'tır. O'ndan başkası asla buna kâdir olamaz.

Rivâyet olunduğuna göre, kimi mü'minler, Allah düşmanlarının bolluk ve refah içinde yaşadıklarını gördüklerinde;

“Şüphesiz Allah düşmanları gördüğümüz kadarıyla bolluk ve refah içerisinde bir hayat geçiriyorlar. Bize gelince, biz açlıktan ölmek üzereyiz, nefesimiz kokuyor.” diye yakınmışlar. İşte şimdi tefsirini okuyacağımız âyet bununla ilgili olarak nâzil olmuştur. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

196

(Ey Resûlüm Muhammed!) İnkâr edenlerin bolluk ve refah içinde diyar diyar gezmeleri sakın seni yanıltmasın.

Bu Âyetteki hitap herkes içindir ya da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e olup, onun şahsında başkalanna yapılmış olmaktadır. Ya da bir toplumun liderleri veya önderleri onlar adına bir şey söylerler. Dolayısıyla o kimsenin söylediği şey ya da hitabı herkese ve herkes adına olmuş olur, anlamındadır. Burada âdeta şöyle denir gibidir: “Sizi aldatmasın, sizi yanıltmasın.” Ya da “Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların hâline aklanmış değildi, bununla beraber Resûlüllah’ın sahip bulunduğu bu özelliği bununla pekiştirilmiş ve buna bağlı olarak sebat etmiş bulunmaktadır. Bu tıpkı şı Âyetteki ifade gibidir:

“Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma!” Kasas, 86. ve

“Sakın müşriklerden olma!” En'am, 14.

Yukanda sunulan yasaklamalar âdeta emir konusunda Rabbimizin şu ayetlerinde geçen hükme benzemektedir:

Bize doğru yolu göster!” Fâtiha, 6. ve “Ey îman edenler! Îman edin (imanda sebat edin!)Nisa, 136. gibi.

197

O azıcık bir menfaattir. Sonunda onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir.

Bu, mahzûf bir mübtedanın haberidir.

Yani; “Onların ülkeleri gezip dolaşmaları, bundan yararlanmaları geçici ve oldukça önemsiz bir yararlanmadır.” Burada söylenmek istenen şey, elde ettikleri dünyalıkları, âhiretteki nimetlere oranla bir hiç mesabesindedir, denmektedir veya Allah'ın âhirette mü'minler için hazırladığı sevap yanında bunların dünyalıklarının ismi bile geçmez. Veyahut, onların bu imkânları geçici olduğundan bu bakımdan hiçbir değeri ve önemi yoktur, demektir. Çünkü; bir şey yok olacaksa o şey az demektir ve bu manada yok olan her şey az hükmündedir, hiçtir, denir. Bu itibarla bu kimselerin kendi varacakları asıl yer için hazırlamakta oldukları şeyler ne kötüdür.

198

Ancak Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için,Allah tarafından bir ikram olarak hazırlarıan altlarından ırmaklar akan cennetleri vardır. Orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Allah katında var olan şeyler de ihsan sâhibi kimseler için daha hayırlıdır.

Ancak takva sahipleri -Rablerine şirk koşmaktan sakınanlar- için, allından ırmaklar akan cennetler vardır” Orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Allah tarafından kendilerine hazırlarıan nice ağırlama ve ikramlar vardır.”

(.......) ve (.......): Gelen konuk için konulan şey, inen sofra demektir. Bu kelime de, (.......) kelimesinden hâldir. Çünkü sıfatla tahsis edilmiştir. Amil ise, (.......) kavlindeki (.......) harfidir. Ya da bu, müekked bir mastardır. âdeta, “Bir rızık ve bağış, vergi olarak” demek gibidir. (.......) kavli de bunun sıfatıdır.

Allah katında var olan şeyler de ihsan sâhibi kimseler için daha hayırlıdır.”

Yani; Allah karında sürekli ve çok olanlar, facirlerin, inkârcıların gezip dolaşarak elde ettikleri az ve geçici olan şeylerden daha hayırlıdır.

(.......) kelimesi aynı zamanda, (.......) şeklinde şeddeli olarak da kırâat olunmuştur. Bu takdirde artar, manasını da içerir. Bu, istidrak içindir.

Yani; onların yararlanmalarının ya da yararlarıdmlmalarının bir devamlıliği yoktur. Ancak böyle bir devamlılık takva sahipleri için vardır.

Aşağıda gelecek âyet Kitap ehlinden olup da Müslüman olan Abdullah b. Selâm ve diğerleri hakkında ya da Necran Hırıstiyanlarından olan kırk kişi hakkında nâzil olmuştur. Bunların otuz iki kişisi Habeşistan, geri kalan sekiz kişisi de Rum (Bizansallallahü aleyhi ve sellem) Hırıstiyanlarından idiler. Bunlar Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın dininde iken İslâm dinini kabul etmişlerdi. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

199

Kitap ehlinden öyleleri de vardır ki; Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek îman ederler. Allah'ın âyetlerini az bir değer karşılığında satmazlar. İşte onlar için Rableri katında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir.

Kitap ehlinden öyleleri de vardır ki; Allah'a, size indirilene -Kur'ân'a- ve kendilerine indirilene -Tevrât ve İncîl'e- tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek îman ederler.” Burada, (.......) edatmm ismi olan, (.......) üzerine ibtida için olan (.......) harfi gelmiştir. Bunun sebebi aralarında var olan zarf ile aralarını ayırmak içindir. (.......) kelimesi, (.......) fiilinin failinden hâldir. Çünkü; (.......) kavli cemi' (çoğul) manasınadır.

Allah'ın âyetlerini az bir değer karr şıliğinda satmazlar. “Ymi; onlardan İslâm dinin kabul etmeyen hahamlarla büyüklerinin yaptıkları gibi yapmazlar. Allah'ın dinini satan kimseler değillerdir onlar. Bu cümle de yine hâlden sonra ikinci bir hâl cümlesidir.

İşte onlar için Rableri katında mükafatları vardır.”

Yani; onlar için tahsisi edilen ecirleri vardır ki; bu, şu âyette söz konusu edilen ecirdir.

“İşte onlara, (sabretmelerinden dolayı,) mükâfatları iki defa verilecektir.”

Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir.” Çünkü; yüce Allah'ın ilmi her şeyde geçerlidir, ilmi her şeyi kuşatmıştır.

200

Ey îman edenler! Sabredin; sabırda düşmanlarınızın karşısında sebat edin (cihat için) hazırlıklı ve uyanık bulunun, Allah'tan sakının ki, felâha erişesiniz.

Ey îman edenler! Sabredin;” Din konusunda ve dini sorumlulukları için sabredip göğüs gerin. Cüneyd-i Bağdadi diyor ki:

“Sabır: Feryadı ve sıkıntıyı bir tarafa atarak bütün gücü o istenmeyen şey üzerinde yoğunlaştırıp gerekeni yapmaktır.”

“Sabırda düşmanlarınızın karşısında sebat ederek onlardan öne, geçmeye çalışın,” Savaşırı tüm şiddetlerine karşm sabırda onları yenin. Onlardan daha az sabır ve sebat göstermeyin. Cihat sırasında Allah'ın düşmanları karşısında direnin, geri çekilmeyin. “cihat için hazırlüclı ve uyanık bulunun.” Smır ve nöbet yerlerinde direnip bekleyin, nöbetinizi ihmal etmeyin. Oralarda atlarınızı, her türlü silâhlarınızı, savaş araç ve gereçlerinizi sağlama alm. Sürekli teyakkuz hâlinde bulunun ve her an savaşa çıkacakmış gibi hazır olun. “Allah'tan sakının ki; başarıya erişebilesiniz.”

(.......) Felah: Arzu edilmeyen olaydan ya da şeylerden kurtulduktan sonra istenen şeyde sürekli olarak kalmaktır.

(.......) edatı, geleceğin bilinememesi gibi şeylerde kullanılır. Buda , kişi umduğu ve beklentisi içinde olduğu şeylere dayanıp güvenerek geleceği için amel işlemekten geri kalmaması manasmı içerir.

Bir başka tefsir ise şöyledir: “Bana olan muhabbetiniz için sabredin, nimetlerime karşı da elinizden geldiği kadar sabır yarışında olun ve Benim dinime hizmet için canınızı ortaya koyun. Böyle yapmanız hâlinde olur ki kurtuluşa erersiniz ve bana yakın olma imkânını kazanmış olursunuz.”

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyuruyor:

“Zehraveyni, Bakara ve Âl-i Imrân surelerini okuyun. Çünkü bu ikisi kıyamet gününde âdeta iki bulut veya iki kuş sürüsü imişcesine sizi gölgelemek üzere gelecekler ve kendilerini okuyanları savunacaklar.” Bak. Müslim; 804.

Allah en iyiyi ve en doğruyu bilendir. Sonuçta dönüş ve varış O'nadır.

0 ﴿