NİSA SÛRESİ

Bu sûre Medine'de nâzil olmuştur, 176 âyetten müteşekkildir.

1

Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da kendi eşini yaratan ve bu ikisinden birçok erkekler ve kâdirılar üretip yayan Rabbinizden sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde en iyi gözetleyicidir.

(.......) Ey insanlar!

-Ey Âdemoğulları!- Sizi bir tek candan yaraları -bir tek asıldan, ki bu tek can ise babanız Âdem (aleyhi’s-selâm) dir- ve ondan da kendi eşini, yaraları ve bu ikisinden -Âdem ile Havva'dan- birçok erkekler ve kâdirılar üretip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının.

(.......) kavli mahzûf olan bir mahzûfa mütealliktir. Sanki şöyle denilmektedir: “Bir tek candan, onu var etti. Ve ondan da onun eşini (zevcesini) yarattı. “Mana şöyledir:

“İşte nitelikleri (özellikleri) şunlar olan bir tek candan sizi üretip çoğalttı, dallarıdırıp budaklarıdırdı: Bu özellik ise, Allah onu topraktan var etti, onun eşi Havva'yı ise onun kaburga kemiklerinden birinden yarattı.” Bu iki tür cinsten erkekler ve kâdirılar olarak birçok kimseleri çoğaltıp yaydı. Burada o nefsi ya da canı bir vasıfla nitelemiştir ki; bu, o şeyden onların yaratılışlarını bir bakıma açıklama ve detaydır. Ya da sizin yaratılışınız üzerinde bir açıklama ve detaydır.

“Ey insanlar!” diye olan hitap veya sesleniş ise, kendilerine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamber olarak gönderildiği kimseleredir. Bunun manasına gelince o da şöyledir: “Sizi Âdem'in kendisinden, o nefisten (candan) da anneniz Havva'yı yarattı Bu ikisinden de sayısız erkek ve kadınları, sizin dışınızda geçen sayısız ümmetleri üretip yaydı.”

Eğer şöyle bir soru sorar ve dersen ki:

“Âyetin (nazmın) akışı gereği, (.......) emrinin hemen peşinden, buna yapılan çağrının getirilmesi veya yer alması gerekirdi. O hâlde Allah'ın onları bir tek nefisten veya candan gayet detaylı olarak yaratması nasıl olmuştur? Ki o detayı açıklayan gerçeğe davet ediyor?” Buna cevap olarak derim ki:

“Çünkü bu en yüce kudrete delâlet etmektedir. Dolayısıyla bu gibi bir şeye kâdir olan, güç yetiren varlık, aynı zamanda her şeye kâdirdir ve güç yetirir. Nitekim, bu bağlamda olmak üzere Allah kâfir ve facir (kötü) olan kimseleri cezâlarıdırmaya da kâdirdir. İşte bu gerçek üzerinde düşünüldüğünde, bu, insanların bütün bu şeylere kâdir olan zata karşı gelmemeleri, onun azâbından ve cezâlarıdırmasından korkmaları gerektiği bilincine ulaştırır. Çünkü bu, Allah'ın onlara vermekte olduğu gerçek ve mükemmel nimetlerin varlığına da delâlet etmektedir. Dolayısıyla kendilerine her türlü nimet ve imkânları sunan zata karşı insanların da görevi, o nimetlere karşı nankörlükte bulunmamalarıdır. Bu âyetin nâzil olması üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Kadın, erkekten yaratılmıştır. Bu bakımdan onun hep ilgilendiği, erkeklerle ilgili hususlardır. Erkek ise topraktan yaratılmıştır, onun da hep amacı toprak ile ilgili (ziraat vb. gibi) şeylerdir.”

Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının” Buradaki, (.......) kelimesi, aslmda (.......) idi. (.......) harfinde bulunan hems sıfatı bakımından (.......) harfiyle sıfat bakımmdan yakın olduklarından (.......) harfi (.......) harfine dönüştürüldü.

Yani (.......) hâline getirildi. Bu kırâat ise Nâfi, İbn Kesîr, Ebû Amr, İbn Âmir, Ebû Cafer, Ya'kûb ve Halefe âit kırâattir. Ancak kırâat imâmlarından Âsım, Hamza, Kisâî ve Halef bunu âyette görüldüğü gibi, (.......) olarak okumuşlar ve iki (.......) harfini okuyuş bakımından dilde bir ağırlık olarak gördüklerinden ikincisini hazfetmişlerdir (kaldırmışlardır).

Yani; mana şöyle oluyor:

“Kiminiz kiminize Allah adım vererek ve akrabalık hukukunu öne sürerek birbirinizden dilekte bulunursunuz.

Yani Allah adına ve akrabalık hukuku adına şöyle yapacağım dersiniz.” Bu ise şefkat ve merhamet duygularını canlarıdırmak kasdıyla olur.

(.......) kelimesi yüce Allah'ın Lâfzayı Celâli üzerine maruf bulunduğundan mensûbdur.

Yani, “Akrabalık hukukunu çiğnemekten sakının. “demektir. Veya bu kelime car ve mecrûr yerindedir. Bu tıpkı, (.......) cümlesine benzer bir ifade olmuş olur. Ya da cer ile okunur. Bu okuyuş kırâat imâmlarından Hamza'nm kırâatidir. Bu ise bir zahir ismin zamîr olan bir kelime üzerine atfolunması demek olup zayıftır. Çünkü; muttasıl yani bitişik zamîr tıpkı muttasıl olan ismi gibidir. Cer ile mecrûru ise tek şeydirler. Bu ise atfı bir kelimeye benzetmek demektir.

Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde en iyi gözetleydcidir.” Siz koruyandır ve sizi en iyi bilendir.

2

(Ey veli ve vasiler!) Yetimlere mallarını verin. Pis olanı temiz olanla değiştirmeyin. Onların mallarını kendi malınıza katarak (malınızmış gibi) yemeyin. Gerçekten bu, çok büyük bir günahtır.

(Ey veli ve vasiler!) Yetimlere mallarını verin.” Yetimler demek, babaları ölen ve yalnız, olarak kalanlar demektir. Nitekim (.......) kelimesi tek olmak, yapayalnız kalmak, bir başına olmak gibi manalara gelir. Bu manada olmak üzere (.......) tek inci tanesi, nadir bulunan diye de bir deyiş hâlini almıştır. Hatta şöyle denilir: “İnsanlar, babaları ölünce hayvanlar ise anaları ölünce yetim kalırlar. “

Esasen bu ismin küçük ve büyük herkese verilmesi gerekir. Çünkü; babalarının ölümleri üzerine geride kalanların tümünde bu isim aslen var demektir. Fakat bu genel olarak henüz ergenlik çağma ulaşamamış olanlar için kullanılır olmuştur. Çocuklar büyüyüp de kendi adlarına iş yapabilecek ve kendi kendilerini idare edebilecek duruma geldiklerinde artık onlardan yetim ismi kalkar. Bir hadislerinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

“Ergenlik çağından sonra artık yetimlik yoktur.”

Bu, şerî'at açısından bir ifade ve anlatım olup dil bakımından değildir.

Yani; çocuk ergenlik çağma gelip kendi başına hareket edebilecek bir duruma gelmekle artık onun hakkında küçük çocuklar için uygularıan hükümler uygularınaz. Mana şöyledir:

“Ergenlik çağına ulaştıktan sonra artık yetimlerin mallarını kendilerine verin.” Bu kimselere yetim adının verilmiş olması; henüz küçüklük çağından yeni kurtulmuş olmaları ve ergenlik çağma girmeleri bakımındandır.

Burada aynı zamanda şuna işaret olunmaktadır: “Eğer kendilerinden rüştlerini kanıtlama durumu görülüyor ise, hemen ergenlik çağından itibâren bunlara âit olan mallar, kendilerine herhangi bir gecikmeye yer verilmeksizin verilmesi gereğidir.

Yani; bu kimselere henüz üzerlerinden yetimlik ve çocukluk ismi gitmeden o mallar kendilerine verilmelidir.”

Malların kötüsünü onlara vererek kötüsüyle değiştirmeyin.” Yetimlere âit olup da sizin için haram olan mallarını, size âit olan helâl malınızla karıştınp değiştirmeyin. Yahut, yetimlere âit olup da iyi bir şekilde korumanız gereken ve üzerinde titizlik ve hassasiyet göstermeniz icabeden mallarını, önemsemeyip çarçur etmeyin, yağmalanayın. Böyle kötü bir şeyle değiştirmeyin. Burada geçen ve (.......) babmdan olan, (.......) kelimesi (.......) manasında olup çok çok demektir. Nitekim, (.......) kelimesi de bu manada (.......) anlamına gelmektedir.

Onların mallarını kendi malınıza katarak malınızmış gibi yemeyin.” Bu Âyetteki, (.......) cer edatı, mahzûf olan bir kelimeye taallûk etmektedir o da hâl yerinde gelnüştir.

Yani; “Kendi malınıza ekleyerek.” demektir. Mana şöyledir:

“O malları infak konusunda kendi mallarınıza ekleyip katınayın ki, sizin mallarınızla onların malları arasında size helâl olmayan aşırı bir farklılık belirmemiş olsun. Bir dengesizlik ortaya çıkmamış olsun. Onlarla helâl arasında bir eşitlik gözükmüş olsun.”

Gerçekten bu, çok büyük bir günahtır.”

Yani; yetim malını yemek çok büyük bir günah ve suçtur.

3

Eğer (bakımınız altındaki yetim kızlarla evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız, beğendiğiniz (size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenin. Şayet adalet yapamayacağınızdan (haksızlık yapmaktan) korkarsanız o takdirde ya bir tane alın veya sâhibi bulunduğunuz (cariye) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.

Eğer bakımınız altındaki yelim kızlarla evlenmediğiniz takdirde o yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız,” Erkekler için, (.......) ifadesi nasıl ki kullanılıyorsa, tıpkı onlar gibi yetim kızlar için de aynı kelime kullanılır. Bu kelime, (.......) ve (.......) kelimesinin çoğuludur. Ancak (.......) kelimesine gelince bu, yalnızca (.......) kelimesinin çoğuludur, başkasının değil. Adil davranamamaktan korkarsanız...

(.......), adil oldu, adaletli davrandı manalarına gelir.

“Beğendiğiniz/size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenin.” Çünkü; kimi kâdirılar vardır ki, onlarla evlenmeniz size haram kılınmıştır. Nitekim, bu husus kendileriyle evlenme yasağı bulunan kâdirılarla ilgili âyette açıklarınıştır.

Bu âyette, geçen (.......) kelimesi, sıfata yöneliktir. Çünkü; (.......) akıl sâhibi olan varlıkların sıfatlarında var olur, gelir. Sanki burada, “kâdirılardan temiz olanlardan, hoşunuza gidenlerden, sizin için helâl olanlarından “denir gibidir. Çünkü; akıl sâhibi kâdirılar sanki akıl sâhibi değilmiş gibi değerlendiriliyorlar. Nitekim, yüce Allah'm:

“veya sâhibi bulunduğunuz cariyelerle yetinin.” kavlinde geçen (.......) gibi.

Bir tefsire göre zina yapmaktan geri durmazlar ve fakat yetimlerin velâyetinden, onların bakımların üstlenmekten geri dururlar. Bir de şöyle bir tefsir yapılmıştır:

“Eğer yetimlerin haklarına riayet edememekten korkar ve endişe duyarsanız, bu takdirde zina yapmaktan korkun da, kadınlardan sizin kendileriyle evlenmeniz helâl olanlarla evlenin. Gidip yasak sınırlarda gezip dolaşmayın.” Ya da:

“Yetimlerin mallarina velayet etme bakımından bir sıkıntı çekerler, bundan geri durumlar da, çok kâdirıla evlenmekten (beraberlikten) geri durmazlar, onların haklarını gözetmezler. Halbuki fazla kâdirıla evlendikleri takdirde aralarında adaletle davranamayacağuıdan, onlara zulmedeceğinden sakınmaz.”

Burada sanki şöyle bir mana bulunmaktadır:

“Mademki bunu kendiniz için ağır bir yük ve vebal görerek geri duruyorsunuz, bu takdirde fazla kâdirıla evlenmekten de geri durunuz. “

Yine bir başka tefsir de şöyledir:

“Eğer bakımınız altındaki yetim kızlarla evlendiğiniz takdirde onların haklarına riayet edememekten korkarsanız, bu takdirde yetişmiş, erginlik ve olgunluk çağına gelmiş kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olmak üzere evlenin.”

Dikkat edilirse, (.......) kelimeleri nekre kelimelerdir. Bu kelimelerin Munsarıf olmamaları, yani gayri Munsarıf olmalarının sebebi iki özellikten dolayıdır. Bunlardan bir adl/udul, diğeri de vasıf olmasıdır. Nitekim, İmâm Siybeveyh'in ifadesi de buna delâlet etmektedir. Bu kelimeler, (.......) kelimesinden veya (.......) kelimesinden hâl olarak mahallen mensûbdurlar. Bunun takdiri de şöyledir: “Sizin için helâl olan kâdirılardan sayıları ikiye, üçe veya dörde ulaşana kadar evlenin. “

Eğer:

“Nikah, yani evlenme meselesinde çoğul olarak mutlak anlamda kullanılması gereken durum, “İki, veya üç ya da dört” sayıları arasında çoğul yapılmasının uygun olduğudur, o hâlde ikişer, üçer ve dörder ifadesinin tekrar edilmesinin manası nedir?” diye soracak olursan benim buna cevabım şöyle olur:

“Burada hitap yani sesleniş herkesedir. Bu bakımdan tekrar etmek gerekli (vacip) olmuş oldu. Böylece evlenmek isteyen bir kimse âyette mutlak manada anlatıları sayılardan birini dilediğinde kendisinde toplayabilsin.”

Bu, âdeta şu ifadeye benzer, adamın biri birkaç kimseye, “Alın şu bin dirhemi aranızda ikişer ikişer, üçer üçer ve dörder dörder paylaşırı. “diyor. Eğer, “Alın bunu birer birer paylaşırı.” demiş olsaydı bunun bir manası olmazdı. Bir de burada söz konusu ifadeler arasına, atıf edatı olan, (.......) harfi getirilmiştir. Bunun sebebi de söz konusu bu sayılardaki eşleri bir arada bulundurmanın câiz olduğudur. Eğer (.......) edatı yerine ya da manasına gelen, (.......) atıf edatı getirilmiş olsaydı bu takdirde böyle bir mananın anlaşılması câiz olmaz, uygun görülmezdi.

Yani; cevaz manası yok olurdu.

Şayet -söz konusu sayılarda kâdirılar arasında- adalet yapamayacağınızdan (haksızlık yapmaktan) korkarsanız o takdirde ya bir tane kadın alın -ya da bir tanesini tercih etmelisiniz- veya sâhibi bulunduğunuz cariyelerle yetinin.” Böylece bir kolaylık olsun ve eşitlik sağlarısın. Bu şekilde hür (özgür) olan bir tek kadın ile sayısız cariye alma arasında bir kolaylık ve bir eşitlik olmuş olsun. Kısaca kolaylık olması halanından bir tek özgür kadın ile sayısız hâlde cariye arasında bu manada bir ayırım söz konusu değildir.

“Bu, -yani; bir tek eş seçme veya odalık edinme meselesi-, adaletten ayrılmamanız -başka şeye yönelmemeniz ve zulmetmemeniz, haksızlıkta bulunmamanız- için en uygun olanıdır.” Meselâ; (.......) denilir. Bu terazi bir tarafa ağır basmca söylenir. Nitekim, hakimin hükmünde yanlı hüküm vermesine de yani taraflı davranarak haksızlık yapmasma da, (.......) denir.

İmâm-ı Şâfiî’den hikâye olunduğuna göre kendisi, (.......) kavlini, “Ayaliniz, (çoluk çocuğunuz) çok olmasın, bakımıyla yükümlü olduklarınızın sayıları fazla olmasın.” diye tefsîr etmiştir. Ancak İmâm-ı Şâfiî'ye bu konuda itirazda bulunulmuş ve bu, (.......) kelimesiyle ifade olunur denmiştir. Bu da ailesi, halanını üstlendiği kimselerin çok olması demektir. Zira ailede nüfus sayısı arttıkça, sıkmtı da o nisbette artar ve aynı zamanda onlara bakma gereği doğar. İşte böyle bir durumda insan haramdan veya şüpheli şeylerden sakınmakta ya da korunmakta zorluk çeker. Helâl kazanç zorlaşır.

Aslında bu türden bir ifade bir bakıma sembol ifadeler olup bunun mutlaka doğru olan manada tefsirlerınası daha bir gerçekçi olur. Bu bakımdan bu kelimenin, (.......) kelimesinden bozularak (.......) elde olunmuştur düşüncesi sanılmasın.

Yani; kelime kök itibariyle (.......) harfi ileydi de sonra (.......) harfiyle olana dönüştürüldü, demek değildir. Sanki bu kelimenin tefsirinde kinaye yolunu izlemiş gibidir.

4

Kâdirılara mehirlerini gönül nzasıyla (cömertçe) verin. Eğer kendileri gönül hoşnutluğuyla bizzat mehirlerinden size bir kısmmı bağışlarlarsa onu da gönül rahatliğiyla yiyin.

Kâdirılara mehirlerini gönül rızasıyla, cömertçe verin.” Âyetteki, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden türemedir. Bu da, birine bir şey vermek, gönül rahatliğiyla birine bağışta bulunmak manasınadır. Bu, (.......) mastar olarak mensûb kılınmıştır. Çünkü ister, (.......) kelimesi olsun, ister, (.......) kelimesi olsun her ikisi de, vermek manasmadır. Sanki burada şöyle denilmektedir:

“Kâdirılara mehirlerini hol bol ve gönül huzuruyla verin.”

Yani; “Onların mehirlerini isteyerek, içtenlikle verin.” demektir.

Ya da bu, muhataplardan hâl olarak mensûbdur. Buna göre mana şöyledir: “O kâdirılara mehirlerini canı gönülden isteyerek ve fazlaca vermek suretiyle yerine getirin.” Yahut da bu, (.......) kelimesinden hâl olarak mensûbdur. Bu durumda mana şöyledir: “Gönül huzuruyla, içtenlikle cömertçe verilen bir mehir olarak verin.”

Nitekim, Yüce Allah'tan birnihle” denildiğinde bu, Allah'tan kâdirılara bir bağış, fazladan onlara bir lütuf ve ikram “manasınadır. Bu (.......) kelimesi aynı zamanda, millet, yani din manasma da gelir. Meselâ; “Filân kimse şöyle kabullendi, şunu benimsedi.” denir ki bu, “Şu inanca ve şu yaşayışa sahip oldu. “demektir.

Yani; “Kâdirıların mehirlerini dini bakımdan ve inanç yönünden kendilerine verin. Çünkü; o kadınlarla evlenilmiştir, mef'ûlün leha olan onlardır.” Burada hitap ya kendilerine seslenilenler kocalardır. Bu hitap onlara yapılmaktadır. Bir tefsire göre de bu, hitap velilere âittir, çünkü kızların ya da kâdirıların mehirlerini o velayet yetkisi olanlar alırlar.

Eğer kendileri gönül hoşnutluğuyla bizzat mehirlerinden size -kocaları olarak- bir kısmını bağışlarlarsa, “Sıdak mehir demek olup sadakalar manasmadır. (.......) kelimesi burada temyizdir. Bu kelimenin müfret, yani tekil olarak gelmesi ise, sadece bir cinsi açıklamasındandır, gaye budur. Dolayısıyla kelimenin tekil olması cinse delâletindendir. Mana şöyle olmaktadır: “Eğer hanımlarınız mehirlerinden size kendi arzularıyla bizzat bir şey bağışlayıp hibe ederlerse, sizin herhangi bir baskınız veya huysuzluğuz karşısında bir mecburiyette kalmaksızın, kötü muamelenizden dolayı zorda kalmaksızın canı gönülden verirse...”

Bu âyet, özellikle bu konuya ilişkin olarak bir zora koşma ve sıkıntı verme ya bir darboğaza girme olabileceği gerçeğine de bir delil olmaktadır. Dolayısıyla mutlaka ihtiyatlı davranma gereğini vurgulamaktadır. Çünkü; dikkat edilirse bu konu, “Kendiliklerinden ve gönül rahatliğiyla şartına bağlarınıştır.”

Yine dikkat olunursa burada, (.......) diye buyuruldu da, “eğer size hibe ederlerse” dîye buyurulmadı. Bunun sebebi, yapılan bağışın ya da hibenin gönül rahatliği içerisinde verilmesine uyulup uyulmadığını bildirmek ve bun anlatmak içindir.

onu da gönül rahatliğiyla yiyin.”

Burada, (.......) kavlindeki (.......) zamîri, (.......) kelimesine râcidir. (.......) herhangi bir günah yoktur, demektir. (.......) ise, bunda herhangi bir rahatsızlık verecek şey de yoktur, anlamındadır. Bu her iki kelimeyi de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tefsîr etmiştir. Ya da, (.......) dünyada yeniden sizden herhangi bir geri isteme olmaksızın ve (.......) kıyamet gününde de bir vebal ile karşı karşıya kalmaksızın ondan yiyebilirsiniz.

Bu kelimelerin her ikisi de sıfattır, sağlık ve afiyetle yemek yemek manasma gelirler

Yani, boğazdan rahatlıkla geçer, boğazmıza takılıp kalmaz. Her iki kelime de mastar olan iki sıfattır.

Yani; “Afiyetle ve sağlıkla yemek suretiyle yiyin.” demektir. Ya da bunlar zamîrden hâldir.

Yani onu yiyin.” demektir.

Yani; afiyetle, istediğiniz gibi yiyin. Bu iki kelime mubahlıkta aşırıliği ya da mübalağa ve ardmdan bir başa kakmanın bir vebal getirmenin olmadığı manasını ifade ederler.

“Kırâat imâmlarından Ebû Cafer bu kelimeleri, (.......) olarak okumuş, Hamza ise buna sadece vakf hâlinde böyle olannuştur. Bu iki imâmın dışında kalanlar ise hemzeli olarak, (.......) olarak okumuşlardır. Hazret-iAli'den rivâyete göre demiştir ki:

“Herhangi birinizin bir şey sebebiyle bir rahatsızliği olursa, hanıminin mehirinden olmak üzere hanımından üç dirhem/bir miktar mehir istesin. Bununla bir miktar bal satın alsın ve bu balı yağmur suyu ile karıştırsın. Allah bunu, onun için sağlık, afiyet, şifa ve bereket kılar.”

5

Allah'ın, geçiminize dayanak yaptığı mallarınızı aklı ermeyenlerin ellerine vermeyin. Bununla beraber o mallardan onları yedirin, giydirin ve kendilerine güzel söz söyleyin.

Allah'ın sizin geçiminize dayanak yaptığı mallarınızı aklı ermeyenlerin ellerine vermeyin.” (.......) savurganlar demek olup mallarını harcanmaması gereken yerlerde harcayıp tüketenler, har vurup harman savuranlar, aynı zamanda mallarını doğru dürüst harcama ve bunları üretip çoğaltma gibi güçleri de olmayanlar demektir. Aynı şekilde o malları doğru bir şekilde tasarruf etme gücünden de yoksun kimseler manasmadır.

Buradaki hitap ve sesleniş esas itibariye bunların velileri olan kimseleredir. Burada velilere aynı zamanda, (.......) yani; “sizin mallarınız” kavliyle sefih denilen ve yukanda açıklamada geçtiği gibi olan kimselerin malları da eklenmiş bulunmaktadır. Çünkü; o malları idare edenler ve ellerinde tutanlar bunlardır.

Allah'ın, sizin geçiminize dayanak yaptığı” kavli de, “Bedenlerinizin sağliği, ailenizin ve çocuklarınızın geçimi ve geleceği için dayanak ve destek kıldığı.” demektir. (.......) kelimesini kırâat imâmlarından Nâfi ve İbn Âmir, (.......) olarak okumuşlardır. Bu da yine, (.......) manasmadır. Bu, âdeta, (.......) manasına olan, (.......) kelimesi gibidir. Esasen (.......) kelimesi aslmda (.......) idi. (.......) harfinin makabli, yani vavdan önceki harf meksur (esreli) olduğundan, (.......) harfi (.......) harfine dönüştürülmüş ve kelime böylece, (.......) olmuştur.

Selef büyüklerinden biri şöyle der: “Mal, mü'min kimsenin silâhıdır. Geride, Allah katında kendisinden hesaba çekileceğim bir mal bırakmak, kendi adıma halka muhtaç olup onlara el açmaktan daha hayırlıdır.”

Süfyan Sevri de elinde bulunan bir miktar ticaret malı ya da parası için şöyle söylemiş:

“Eğer bu varlık olmasaydı, kesinlikle Abbasi halîfeleri beni aşağılarlar, el silinen bir mendil gibi ellerini silip atarlardı.”

Yani; Süfyan burada şöyle demek istiyor: “Beni kendisiyle el silinen bir mendil durumuna getirmeyin, böyle bir konuma düşürmeyin. “

“Bununla beraber o mallardan onları yedirin,”

Yani; o malları onlar için geçimlerini karşılayabilecek, ihtiyaçlarını sağlayacak bir kaynak yapın: Onunla ticaret yapsınlar, kazanç sağlasınlar ki, böylece yediklerini sermayeden değil de elde ettikleri karlardan yemiş olsunlar. Bu sayede de sermayeden harcayıp varlıklarını tüketmemiş olsunlar.

giydirin ve kendilerine güzel söz söyleyin.” İbn Cureyc diyor ki; onlara: “Eğer dürüst, sâlih ve olgun kimseler olursanız, biz size mallarınızı geri verip teslim edeceğiz.” gibisinden güzel ifadelerle vaatlerde bulunun.

Maruf: Gerek akıl bakımından ve gerekse şerî'at açısından güzel olması sebebiyle insanın hoşuna giden ve huzur veren her tür söz ve davranış demektir.

Münker: Yine akıl ve şerî'at bakımından kişinin çirkinliği ve kötülüğü sebebiyle hoşlarınayıp iğrendiği ve reddettiği şeydir.

6

Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri gözetip deneyin. Reşit olduklarını görürseniz, hiç zaman geçirmeden mallarını kendilerine teslim edin. Büyürler (ve o mallarını geri alırlar) düşüncesiyle israf ederek ve tez yoldan hemen yemeyin. Zengin olan veli ve vasi iffetli davransın (yetim malına dokunmasın). Fakir olan da (kendi ihtiyacı ve emeği karşılığmı) uygun bir şekilde alıp yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman yanlarında şâhit bulundurun. Hesap gören olarak Allah yeter.

Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri gözetip deneyin.” Burada, (.......) yani, “yetimleri... deneyin” kavli, akıl bakımından onları sınayın, tecrübe edin, henüz ergenlik çağma gelmezden önce durumlarını ve bilgi ve becerilerini gözden geçirin, tasarruf konusunda ne kadar beceriklidirler veya değiller deneyin.

Biz Hanefîlere göre deneme şöyle olur: Henüz ergenlik çağma gelmemiş olan kimseye tasarruf yapabileceği bir miktar mal veya para verilir ve bu para ile ne yapıp yapmayacağı, güzel bir şekilde elindekini değerlendirip değerlendirmeyeceği sınanır. Böylece durumu net olarak ortaya çıkana kadar bu deneme sürer.

Aynı zamanda bu âyet henüz ergenlik çağma gelmemiş ve fakat küçük yaşta olan çocuğun akıllı olması hâlinde ticaret yapabileceğine de izin olduğunun bir delilidir.

Evlenme çağına gelinceye kadar...” Burada geçen, “nikah-evlenme” ifadesi, ergenlik çağma ermek manasınadır. Çünkü; ancak bu yaşa gelindiği vakit evlenmeye elverişli bir yaşa gelmiş olunmaktadır. Çünkü; ancak bu yaşta, evlilikten beklenen çocuk sâhibi olma imkânı sağlarıabilir. Bundan önceki çok küçük yaşta böyle bir şey söz konusu olamaz. “Reşit olduklarını görürseniz,” Bu konuda elinizde doğruyu yapabildiğine ilişkin açık ve net bilgiler varsa, böyle açık bir durum görülüyorsa ve yaptığı muamelelerde bir uygunluk ve olgunluk görürseniz, “hiç zaman geçirmeden mallarını kendilerine teslim edin.” Ergenlik çağından sonraki dönemlere erteleyerek geciktirmeyin.

Bu cümlenin düzeni şöyledir: (.......) edatından sonra (.......) kavline kadar olan cümle, deneme ve imtihan etmenin gayesi kılınmıştır. Bu da, kendisinden sonra gelen (.......) edatı için söz konusudur. Meselâ; şâirin şu beytinde olduğu gibi:

Ölülerin hâlâ Dicle nehrinde akar kanı

Öyle ki; Dicle su yerine akıtır kanı

Burada bizim için örnek olan kısım, (.......) kısmıdır. Bunun manası; “Öyle ki; Dicle nehrinin suları bile kan renginde akar oldu.” demektir. (.......) edatmdan sonra gelen şart cümlesidir. Çünkü; (.......) edatı şart manasını içerir. Şart fiili ise, (.......) kavlidir.

Diğer taraftan, (.......) kavli de şart ve cezâdan oluşan bir cümle olup, ilk şarta cevap olarak gelmiştir O da, (.......) kavlidir. Sanki burada mana şöyledir: “Yetimleri, ergenlik çağına ve mallarını kendilerine vermeye hak elde ettikleri çağlarına kadar deneyin. “Onların mallarında tasarruf sâhibi olmaları kendilerinde rüşt durumlarının sabit olmasıyladır.

(.......) kelimesinin nekre olarak gelmesi, ya şu manayı ifade içindir; burada söz konusu pları özel bir rüşt (olgunlaşma) denemesi ve gerçeği olup o da, tasarruf ve ticaretteki rüştüdür, kendini ispatlamasıdır. Veya azlık manasmı ifade etmesi içindir ki, bu da tam bir rüşt olayı değil de kendisini kısmen kanıtlaması demektir. Bunun için tam rüştünü kanıtlayana kadar beklenmesi gerekmez.

Yani, her alarıda kendini kanıtlaması bu takdirde icabetmez.

İşte işin bu yönü İmâm Ebû Hanîfe için delil sayılmaktadır. Ebû Hanîfe buna dayanarak çocuk yirmi beş yaşma geldiğinde malının kendisine verilmesini gerekli görür.

Büyürler ve mallarını geri alırlar düşüncesiyle israf ederek ve tez yoldan hemen elden çıkarıp yemeyin. “O malları, büyüyecek ve elimizden alacaklar diye çarçur etmeyin.

(.......) kelimelerinin her ikisi de hâl olarak gelmiş mastardırlar. (.......) kavli mastar konumunda olup, yer itibariyle, (.......) kelimesiyle mensûbdur.

Aynı zamanda her ikisine de mef'ûl olması da câizdir.

Yani, “büyüyecekler diye hemen israf ederek ve malı çarçur etmeye kalkışıyorsunuz, harcamada aşırıya kaçıyorsunuz. “diyorsunuz ki, “Henüz yetimler büyümeden mallarını harcayarak bununla istediğimizi alalım. İşte böylece o mal varlığını elimizden çıkaralım.”

Zengin olan (veli ve vasi) iffetli davransın, yetim malına dokunmasın. Fakir olan da kendi ihtiyacı ve emeği karşılığını uygun bir şekilde alıp yesin.” Dikkat edilirse burada durum, vasinin zengin ve fakir olması durumuna göre iki madde içerisinde ele alınmış oldu. Eğer vasi olan kimse zengin biri ise, yetim malını yemekten sakının, uzak dursun.

Sanki âyette, “İffetli davransın” denmekle çok daha fazla titiz olmaları ve yetim malma dokunmamaları istenmektedir. Fakir kimse de, normal günlük yeme ve içme ihtiyacı ne idiyse ihtiyatı elden bırakılmamak kaydıyla, aynı miktarda yer ve o miktar ne ise kendisi için o takdir olunur.

Tâbiînden olan İbrâhîm Nehaî de bu hususta şöyle diyor: “Bu miktar, açliği önleyecek ve açık yerleri (avret yerlerini) kapatacak olan şeyler için yapılacak harcamadır.”

Yetimlere, olgunluk çağına eriştikten sonra mallarını teslim ettiğinizde, inkâr etmemeleri için kendilerine karşı şâhit bulundursun.” Çünkü bunlar, o yetimlerin mallarını teslim aldıklarına ve ellerine geçirdiklerine ilişkin olarak tanıklıkta bulunarak olabilecek bir inkânn önü alınmış olacaktır. Yine herhangi bir çekişme, karşılıklı bir inkârlaşma olayında taraflara yemin verdirmenin önüne geçilmiş olacaktır.

Hesap gören olarak Allah yeter.” Sizin hesabınızı görücü olarak Allah yeter. İşte bu bakımdan size doğru olmanızı ve doğruluktan aynlmamanızı, birbirinizi yalanlamamanızı ve doğrulamanızı isterim. Bu ifade aynı zamanda, “uygun bir şekilde alıp yesin” kavline râcidir.

Yani; israfta bulunmasın, savurganlık etmesin. Çünkü onu Allah hesaba çekecek ve yaptığına karşı ya ödüllendirecek veya cezâlarıdıracaktır. (.......) fiilinin faili, (.......), yani lâfzatullah'tır. (.......) harfi ise zâiddir. (.......) kelimesi iki mef'ûl alır. Bunun da delili: (.......) Bakara, 137 kavlidir.

7

Erkekler için anne ile babanın ve yalanların geriye bıraktıklarından bir pay vardır. (Aynı şekilde) kâdirılar için de anne ile babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından bir pay vardır. Az ya da çok olsun o maldan erkeğe de, kadına da farz kılınmış (belirlenmiş) bir pay vardır.

Erkekler için anne ile babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından bir pay vardır. Aynı şekilde kadınlar için de anne ile babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından bir pay vardır” Bu âyette söz konusu edilen mirasçılar kendi yakınlık durumlarına göre mirastan hisse alacak olan akrabadır.

Az ya da çok olsun, o maldan erkeğe de kadına da farz kılınmış (belirlenmiş) bir pay vardır.” Burada, (.......) kavli, (.......) kavlinden amilin tekranyla bedeldir. (.......) kavlindeki zamîr ise, (.......) kavline râcidir.

(.......) kelimesi mastar olarak ihtisas üzere mensûbdur. Çünkü bu, “Ben bir pay demek istiyorum, kasdediyorum.” manasmadır. (.......) kesinleşmiş bir pay, demektir. Onlar için mutlaka bunu yerine getirmeleri gerekir.

Rivâyete göre Evs b. Sabit bir cihat sırasında ölünce geride karısı Ümmü Kühha ile üç kız bıraktı. Amcasının iki oğlu bunlardan miraslarını alıp gizlediler, kendilerine vermediler. Çünkü bunlar câhiliye döneminde yetişen kimselerdi, câhiliye inancına göre kadınlara ve çocuklara miras bırakılmazdı. Gerekçe olarak da şöyle diyorlardı:

— Ancak ok kullarıabilen (eli silâh tutan) ile ganimet elde eden mirasçı olabilir. İşte bunun üzerine Ümmü Kühha, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e gelir ve bu durumdan dolayı şikayette bulunur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dâ kendisine:

— Dön git, ta ki bu konuda Allah emrini gönderene kadar bekleyeceğim, diye buyurdu. İşte bu âyet bununla ilgili olarak nâzil oldu. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) iki amca çocuğuna şöyle haber gönderdi:

— Evs'e âit malı iki kişi arasında paylaştırmayın. Çünkü Allah, o maldan onların kâdirılarına ve kızlarına da pay vermiştir. Allah bu paylaşma konusunu tam olarak açıklayana kadar, durum açıklarınadı.

İşte bunun üzerine de “Allah size emreder.” âyeti nâzil oldu. Âyetin nâzil olması üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ümmü Kühha'ya sekizde bir, kızlara da üçte bir olarak verdi. Kalan kısmı da iki amca oğluna verdi. Hafız İbn Hacer diyor ki; SaTebi bunu bu şekilde rivâyet etmiştir. Sonra da Beğavi herhangi bir isnada dayanmaksızın zikretmiştir. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf; 1/477.

8

(Mirastan payları olmayan) yakınlar, yetimler ve yoksullar miras bölüşmesinde hazır bulunurlarsa onları da bundan rızıklarıdırın (yararlandınn) ve kendilerine güzel söz söyleyin.

Mirastan payları olmayan yakınlar, yetimler ve yoksullar miras bölüşmesinde hazır bulunurlarsa,” Eğer mirastan payları olmayan yakınlar, yetimler, yoksul ve yabancılar tereke bölüşmesinde bulunurlarsa, “onları da bundan rızıklarıdırın (yararlarıdırın)Anne ile babanın ve yakmların geride bıraktıklarından bunlara da verin.

Bu emir mendup olan bir emirdir ve hâlen geçerlidir, hükmü yürürlükten kaldırılmış yani nesh edilmiş değildir. Ancak bir görüşe göre de bu, henüz İslâm'ın ilk dönemlerinde vacip idi, daha sonra bu hüküm miras ayetiyle nesh olundu, yürürlükten kaldırıldı.

ve kendilerine güzel söz söyleyin.” Geçerli bir mazeret belirtin, iyi ve güzel bir vaatte bulunun. Denildi ki, maruf söz (güzel ve iyi söz), bu kişilere şöyle denilmesidir: “Bunu alın. Allah bunu sizin için bereketli ve mübarek kılsın, gerçi bu verilen azdır ama, elden ancak bu kadar geliyor...” gibisinden ifadeler kullarısınlar ve verdiklerini onların başlarına kakmasınlar.

9

Arkalannda güçsüz (ve bir iş beceremez) çocuklar bırakıp (da, “Acaba onların durumları ne olacak?” diye) korku ve endişe duyanlar, (yetimlere haksızlık etmekten de) korkup titresinler, Allah'tan korksunlar ve onlara doğru söz söylenler.

Bu âyette söz konusu olanlar vasilerdir. Allah'tan korkmaları, yetim olupda bunların denetim ve gözetiminde ve yanlarında kalanlar hakkında titiz olmaları isteniyor, onlara herhangi bir haksızlık etmemeleri emrediliyor. Nasıl ki, kendilerinin başlarına herhangi bir şey gelmesi ve ölmeleri hâlinde geride kalacak olan çocukları için korku ve endişe hâli yaşıyorlarsa, aynı korku ve endişeyi denetim ve gözetimlerine verilen yetimler için de taşısınlar ve bu hususta Allah'tan korksunlar. Böyle bir durumun kendi çocukları için de takdir edilmiş olabileceğini düşünsünler. Bü gibi bir durumu gözlerinin önüne getirip canlarıdırsınlar ki, şefkat ve merhamet dışı bir durumla onlara muamelede bulunmaya kalkışmasınlar, merhametsizlik etmesinler.

Âyette geçen, (.......) beraberindekilerle bitlikte, (.......)ilgi zamîrinin sılası yani ilgi cümleciğidir Bu takdirde âyetin manası şöyle olmaktadır:

“İşte özellikleri ve durumları bu olan kimseler, kendilerinin ölümlerinin yaklaşmasıyla arkalannda zayıf, güçsüz ve herhangi bir iş beceremeyen çocuklar bırakmaları hâlinde, çocuklarını koruyup gözetecek herhangi bir kimselerinin olamayacağı düşüncesiyle nasıl ki, çoluk ve çocuklarının heba olmalarından korkarlarsa işte yetimler için de aynı şekilde Allah'tan korksunlar ve aksi bir davranışta bulunmasınlar.”

(.......) kelimesinin cevabı, (.......) kelimesidir. Vasi olan kimselerden beklenen güzel, iyi ve doğru söz ise şöyle olmalıdır: “Kendi öz çocuklarıyla nasıl konuşup ilgi ve alâka gösteriyorlarsa, yetimlere kaşı da aynen hareket etsinler, güzel söz söylesinler, edebi, selâmı, şefkati onlardan esirgemesinler ve onlara, “Oğlum!, Çocuğum!” türünden okşayıcı sözler söylenler.”

10

Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler, şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar. Bunlar pek yakında alevli bir ateşin içine atılacaklardır.

Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler, şüphesiz...” Burada geçen, (.......) kelimesi hâl yerinde gelmiştir. Haksızlık etmek, manasınadır.

karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar.”

Yani; kendilerini ateşe, cehenneme çekip götürecek şeyleri yemiş olurlar. Bu durumda yedikleri sanki ateşin ta kendisiymiş gibi değerlendirilmektedir. Rivâyete göre:

“Yetimlerin mallarını yiyenler kıyamet gününde diriltildiklerinde kabirlerinden kalkıp çıkarlarken, kabirlerinden, ağızlarından, burunlarından ve kulaklarından duman çıkacaktır. Böylece mahşer halkı onların dünyada iken yetimlere âit malların yediklerini bilip tanıyacaklar.”

“Bunlar pek yakında alevli bir ateşin içine atılacaklardır.” Kırâat imâmlarından İbn Âmir ve Ebû Bekir, (.......) kelimesini, (.......) olarak kırâat etmişlerdir.

Yani; cehenneme gireceklerdir. (.......) kelimesi, herhangi bir ateş olup özelliği bilinememektedir, mübhemdir.

11

Allah çocuklarınızın mirası hakkında, bir erkeğe iki kızın payını vermenizi emreder. Eğer çocuklar ikiden fazla kadm (kız) iseler, ölenin geriye bıraktığı (malın) üçte ikisi onlarındır. Eğer çocuk yalnızca bir kız ise, mirasın yansı ona âittir. Eğer ölen kimsenin çocuğu varsa, anne ve babasından her birine mirastan altıda bir pay vardır. Eğer ölen kimsenin çocuğu yoksa ve mirasçı olarak geride anne ve babası kalmış ise, annesi için üçte bir pay vardır. Eğer ölenin kardeşleri varsa, annesine altıda bir pay düşer. Bütün bu paylaştırmalar, ölen kimsenin vasiyetinin yerine getirilmesinden ve borcunun ödenmesinden sonradır. Babalarınız ve oğuilarınızdan hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından farz kılman hükümlerdir. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir ve yegâne hüküm (hikmet) sâhibidir.

Allah, çocuklarınızın mirası hakkında, bir erkeğe iki kızın payını vermenizi emreder.”

(.......) size emreder, tavsiye eder ve vasiyet eder. (.......) çocuklarınızın mirası hakkında, demektir. Bu mücmel, yani kısa ve toplu bir manadır. Bunun detay yani tafsilat kısmı ise, (.......) kavlidir.

Yani; onların erkek olanlarına, kısaca çocukîannızdan erkek olanları demektir. Burada buna râci olan mahzûf bulunmaktadır. Çünkü; mana zaten anlaşılmaktadır. Bu, tıpkı (.......) kavli gibidir.

Ayete, erkeğin payını belirterek başlarınıştır. Dolayısıyla, “îki kızın/kadının payı bir erkeğin payı kadardır.” diye buyurmadı veya, “Kâdirılar için erkeğe fazileti gereği verilen payın yarısı kadar hisse vardır. “diye de buyurmadı. Çünkü; erkeğin payı işte bu değeri ve üstünlüğü sebebiyle katlarınıştır. Çünkü; câhiliye döneminde erkekler sadece mirasçı olarak kabul edilir, kâdirılar için böyle bir pay öngörülmezdi. İşte âyetin esasen geliş sebebi de budur.

Şöyle bir tefsir de yapılmıştır: “Kâdirılara âit payın erkeklere iki pay olarak verilmiş olması, erkekler için pay olarak yeter. Kadınlara âit tüm paylarının alınıp erkeğe verilmemesinin sebebi, aralarındaki akrabalık bağlarından mahrum kalmamaları ve yoksun bırakılmamaları içindir.

Yani; erkekler hangi şeklide bir yakınlık (akrabalık) elde etmişlerse kâdirılar da aynen öyle bir yakınlık elde etmişlerdir. Burada demek istenen şey, bunların içtimaları, yani birleşmeleridir (bir arada olmalarıdır). Kısaca bir erkek ve iki kız bir arada olurlarsa yani hayatta iseler -ki birleşmeden veya içtimadan kasıt budur- erkek için kızların iki payı kadar bir pay vardır. Nitekim, her iki kız için iki pay vardır. Ancak; erkek tek ise, başka bir mirasçı da yoksa, erkek çocuk mirasın, yani malın tümünü alır. İki kız ise, sadece üçte ikisini alırlar. Bunun delili de, buna tek erkek hükmünün uygularınasıdır, Çünkü Rabbimizin şu kavli bunu göstermektedir.

Eğer çocuklar ikiden fazla kadın (kız) iseler, ölenin geriye bıraktığı malın üçte ikisi onlarındır.”

Eğer ölen kimsenin kalan çocukları tamamen kız ise, hiç erkek çocuğu yoksa, bu takdirde ölenin geride bıraktığından bu kızlara malın üçte ikisi pay olarak verilir (üçte iki pay bunlarındır). Gerçi her ne kadar âyet miras için bir işaret ve ölçüt ise de malı geride bırakan da ölen kimsedir.

Burada geçen, (.......) kavli, (.......) fiilinin ikinci haberidir veya (.......) kelimesinin sıfatıdır. Bu da, “kızlar ikiden fazla iseler” demektir.

Eğer çocuk yalnızca bir kız ise, mirasın yarısı ona âittir.”

Yani; ölen adamın bir tek kızı var ise, ondan başka çocuğu yoksa bunun mirastan alacağı pay ölenin bıraktığının yansıdır.

Kırâat imâmlarından Nâfi ve Cafer, (.......) fiilini tam fiil olarak kabul ettiklerinden, (.......) kelimesini (.......) olarak merfû' kırâat etmişlerdir. Bunlar dışında kalan imâmlar ise (.......) fiilini nakıs fiil kabul ettiklerinden, (.......) kelimesini (.......) olarak mensûb okumuşlardır. Bu ise, (.......) kavline daha uygun düşmektedir.

Eğer bu âyette sadece erkek çocukla birlikte var olmaları hâlinde iki kız çocuğa âit hüküm, ayrıca bir kızın olması ile daha fazla kızların bir arada olması hâlindeki hükümler ele alınmış bulunmaktadır. Halbuki, yalnızca iki kızm olmaları, erkek çocuğun olmaması hâlinden söz edilmedi, buna ne diyeceksin.

Yani; geride mirasçı olarak yalnızca iki kız çocuğu bulunuyorsa bu iki kızm mirastan alacakları payları ne olacaktır? diye sorabilirsin.

Benim bu konuda söyleyeceğim, bu konuda bunlar hakkındaki hükmün tartışmalı olduğudur. Abdullah b. Abbâs böyle bir durumda iki kızı, tek bir kız olarak değerlendirmiş, ikiden fazla kızlar olarak görmemiş ve dolayısıyla her iki kızm da mirastan- alacakları paylar, terekenin yansının bu ikisi arasında paylaştınlacağı hükmü olmuştur. Ancak İbn Abbâs dışmdaki sahabiler ise bunlara uygulanacak olan hüküm ikiden fazla olan kızlara uygulanacak olan hükmün aynısıdır, neticesine varmışlardır. Buna gerekçe olarak da, “bir erkeğe iki kızın payı vardır.” kavlini göstermişlerdir.

Çünkü; ölen kimse eğer geride bir kız çocuk ve bir de erkek çocuk bırakırsa bırakmış olduğu terekeden üçte bir pay kıza âittir, üçte iki hisse de erkek çocuğundur. Eğer bir kız çocuğa verilen pay ya da hisse üçte bir olursa bu takdirde iki kıza verilecek olan pay üçte ikidir. Çünkü yüce Allah bu surenin son âyetinde şöyle buyurmaktadır:

Eğer ölen kimsenin geride kalan çocuğu varsa, anne ve babasından her birine mirastan altıda bir pay vardır.” Burada, (.......) kavlindeki zamîr ölene râcidir. Bundan maksat da ölen kimsenin baba ve annesidir. zamîrin müzekker yani eril olarak gelmiş olması erkeğin galebe çalmasındandır. (.......) kavli, (.......) kavlinden amilin tekrarı sebebiyle bedeldir. Bu bedelin yaran şöyledir:

“Eğer anne ve baba için altıda bir pay vardır.” denmiş olaydı, bu takdirde her ikisinin de bu payda ortak oldukları manası açık olarak görülürdü. Eğer böyle değil de, “Anne ve baba için altıda iki pay vardır.” denseydi bu takdirde altıda iki olarak yapılacak olan paylaşımda aralanada eşitlik olup olmayacağı noktasında bir vehim oluşabilirdi. Eğer, “Anne ve babadan her biri için altıda bir pay vardır.” denseydi bu takdirde te'kidin bir anlamı kalmazdı. İşte bu, meseleyi toplu olarak ifade ettikten sonra detaya girmedir.

(.......) kelimesi mübtedadır. (.......) kelimesi de haberdir. Aralarında yer alan bedel ise, açıklama (beyan) içindir.

Hasen-ı Basrî âyette geçen ve şimdi buraya alacağımız kelimeleri tahfif ile tutarlı (cezimli) olarak şöyle okumuştur: (.......).

(.......) kavlinde geçen çocuktan maksat hem erkek ve hem kız için geçen bir ifadedir.

Yani; ölenin çocuğu -kız veya erkek hangisi olursa olsun- varsa, demektir.

Eğer ölen kimsenin çocuğu yoksa ve mirasçı olarak geride -sadece- anne ve babası kalmış ise, annesi için -geride miras olarak bıraktığı maldan- üçte bir pay vardır.” Çünkü; iki eşten biriyle beraber anne ve baba da ölene mirasçı olarak kalırsa, eşin payı çıkanldıktan sonra geriye kalandan annenin payı üçte birdir. Yoksa ölenin geride bıraktığı malın üçte biri demek değildir. Çünkü; miras payını almada baba anneden daha kuvvetlidir (daha fazla hak sâhibidir). Şöyle ki; eğer miras alacak olanlar olarak sadece her ikisi kalmış olsalardı, baba annenin iki katını alacaktı. Şayet anneye de tam olarak üçte bir pay verilseydi, bu takdirde babanın da payının kendi payına aktanlması söz konusu olurdu.

Eğer bir kadm ölür de geride bir koca ve anne ile babasmı mirasçı olarak bırakırsa, bu durumda eş (koca) için terekenin yansı ve annesi için de üçte bir pay verilir, geri kalan ise babanın olurdu. Böyle olunca anneye iki pay, babaya da bir pay düşmüş olmaktadır ki; bu sefer hüküm tersine döner ve kadm iki erkeğin alacağı payı almış olur.

“Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, hemze harfini esresiyle, (.......) olarak (.......) harfini (.......) harfini esre oluşuna uydurarak okumuştur.

Eğer ölenin kardeşleri varsa, annesine altıda bir pay düşer.” Eğer'ölenin erkek ve kız olarak iki kardeşi ya da fazla kardeşleri varsa bu takdirde mirastan anneye düşen pay altıda birdir. Eğer kardeş bir tane ise bu takdirde annenin payım üçte birden engelleyip altıda bir düşüremez, engelleyemez, yani hacbedemez. Kardeşler ister anne ve baba bir, ister babaları bir anneleri ayrı veya ister anneleri bir babaları ayrı olsunlar anneyi hacbetmede (annenin payını düşürmede) ya da engellemede eşittirler.

Bütün bu paylaştırmalar, ölen kimsenin yapacağı vasiyetin yerine getirilmesinden ve borcunun ödenmesinden sonradır.” Burada geçen, (.......) kavline, miras paylaşımıyla ilgili olarak âyetin başından itibâren ele aldığımız tüm hususlar dahildir. Yoksa sadece bundan önce geçen madde değil. Sanki burada, “İşte bütün buraya kadar anlatıları bütün payların paylaşımında bu ölçü esas alınacaktır.” denilir gibidir. (.......)

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, İbn Âmir ve Hammad, buradaki ve mabadinde gelen (.......) harflerini fetha ile (.......) olarak okumuşlardır. Ancak kırâat imâmlarından Yahya, birincisinde (.......) harfinin fetha harekesi ile okunmasında A'şa'ya kâtilmıştır. Kırâat imâmlarından Hafs ise, sadece ikincisinde, mücaveret sebebiyle kâtilmıştır. Birinciyi ise, (.......) kavline olan mücaveret sebebiyle esreli olarak okumuştur.

Bunlar dışında kalan diğer kırâat imâmları ise, (.......) olarak kesreyle okumuşlardır.

Yani ölen kimse vasiyet eder.

Burada bir zorluk var gibi. Çünkü; şerî'at bakımından borç ödenmesi önce gelir. Halbuki âyette önce vasiyet söz konusu edilmiş ve arkasından da, “veya borcunun ödenmesinden sonra” yani, (.......) kavli gelmiştir. Bunun cevabı nedir?

Bunun cevabı şöyledir; Arapçada “veya” manasına gelen (.......) edatı tertip manasına delâlet etmez yani; bu edat sıralanada sıraya riayeti öngörmez. Meselâ:

(.......) yani “Bana Zeyd veya Amr geldi.” dediğin zaman bunun manası, ikisinden biri geldi demektir. Dolayısıyla, (.......) kavlinin de mana bakımından takdiri şöyledir:

Yani “Bu iki şeyden biri olan vasiyet yerine getirildikten veya borcun ödenmesinden sonra...” demektir. Eğer bu lafızla söylenmiş olsa tertip varlığı bilinmezdi. Aksine burada yapılan şey, sonra getirilenin, yani muahhar olanın öne alınması (takdimi) ve takdim olunanın (öne alınmış olunanın) da tehiri (sona alınması)dır, bu câizdir. Nitekim, burada da yapılan budur.

Ancak bizim borca öncelik vermemiz, onu vasiyete takdim edişimiz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hadisine dayanır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Dikkat edin, borç ödenmesi vasiyetten öncedir.” Bak. Ahmed b. Hanbel; 1/79, 131, 144. Buhârî, 5/377. Buhârî bunu talik olarak zikretmiştir. Tirmizî, 2094. İbn Mâce, 2715. Buradaki lafız ise şöyledir: “Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vasiyetten önce borca hükmetti (borcu ödedi).”

Çünkü vasiyet, karşılıksız bir bağ olması bakımından mirasa benzemektedir. Bu açıdan vasiyet, mirasçılara, ödenme açısından ağır gelir.

Yani; gönül rızasıyla kolay kolay vermek istemezler. İşte bu vasiyet edilen şey, âdeta öncelikli olarak ödensin diye ve borçtan farklı olarak bir muameleye tabi tutulmaması bakımından borçtan önce zikredilmiştir. Yoksa önce vasiyet sonra borç ödensin manasında değildir. Vasiyeti yerine getirmekten sakınsınlar diye borçtan önce züaedilmiştir. İşte vasiyete bu bakımdan öncelik verilmiş olup, borç ödenirken beraberinde vasiyet de yerine getirilsin, o da ödensin içindir.

Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. “

Burada, (.......) kavli mübtedadır. (.......) kavli de bunun üzerine atfolunmuştur. Haberi de, (.......) kavlidir. Ayrıca, (.......) mübteda ve bunun haberi de, (.......) kavlidir. Cümle ise (.......) fiiliyle nasb mahallinde gelmiştir. (.......) kelimesi de temyizdir.

Bu durumda âyetin manası şöyle olmaktadır:

Yüce Allah, miras ile ilgili bu hükümle kendi nezdinde bilinen bir hikmete bağlı olarak belirleyip tayin etmiştir. Eğer bunun hükmünü ve bölüşümünü size bırakmış olsaydı, bunlardan hangisinin sizin için daha faydalı olduğunu bilemezdiniz. Dolayısıyla sizler mallar herhangi bir hikmete bağlı olmadan olmaması gereken yerlere koyardınız. Halbuki hisselerdeki farklılık, menfaatlerdeki farklılığa bağlıdır. Hâlbuki, sizler bu farklıliği bilemezsiniz. Yüce Allah'ın size bir lütfü ve keremi olarak Allah bunu kendi üzerine almıştır. Bunu sizin içtihadınıza ve değerlendirmelerinize bırakmamıştır. Çünkü; ölçüleri takdir etmede ve değerlendirmede sizler acizsiniz, bilemezsiniz.”

İşte bu cümle pekiştirme mahiyetinde olan tekit ifade eden bir parantez (itiraz) cümlesidir. İraptan mahalli yoktur.

“Bunlar Allah tarafından farz kılınan hükümlerdir.” . Burada, (.......) kelimesi, müekked mastar olarak mensûb kılınmıştır.

Yani; “Bu, size kesin bir farz olarak farz kılınmıştır.” demektir.

Şüphesiz Allah her şeyi -henüz onları yaratmadan önce de- bilendir ve yegâne hüküm (hikmet) sâhibidir.” Farz kıldığı her şeyi, miras bölüştürülmesini ve bunlar dışmdaki her şeyi bir hikmete ve hükme göre var etmiştir.

12

Yapacakları vasiyetin yerine getirilmesinden ve borcun ödenmesinden sonra, eğer hanımlarınızın çocukları yoksa, geride bıraktıkları mirasm yarısı sizindir. Eğer çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Eğer sizin de eş (koca) olarak çocuğunuz yoksa, yapacağınız vasiyetin yerine getirilmesinden ve borcun ödenmesinden sonra, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır (hanımlarınzmdır). Eğer çocuğunuz varsa, bıraktığınız mirastan sekizde biri hanımlarınızındır. Eğer geride miras bırakan erkek ya da kadının ana babası ve çocukları yoksa/kelâle olarak malı mirasçılara kalıyorsa, sadece anneden bir erkek veya bir kız kardeş bulunuyorsa, bunlardan erkek olsun, kız olsun her biri için mirastan payları altıda birdir. Eğer çocuklar birden fazla iseler her biri mirastan eşit olarak üçte bir pay alırlar. (Bu paylaştırma) vasiyetin yerine getirilmesinden ve borcun ödenmesinden sonra, hiçbir kimse herhangi bir zarara uğratümaksızın yerine getirilir. Bunlar Allah'tan (size) vasiyettir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, Halimdir (cezâlarıdırmada acele etmez).

Yapacakları vasiyetin yerine getirilmesinden ve borcun ödenmesinden sonra, eğer hanımlarınızın -sizden veya bir başkasından erkek veya kız olsun- çocukları yoksa, geride bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Eğer çocukları varsa, bu takdirde miras olarak bıraktıklarının dörtte biri sizindir.”

Eğer sizin de eş (koca) olarak çocuğunuz yoksa, yapacağınız vasiyetin yerine getirilmesinden ve borcun ödenmesinden sonra, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır (hanımlarınızındır). Eğer çocuğunuz varsa, bıraktığınız mirasın sekizde biri hanımlarınızındır.” Dörtte bir ve sekizde bir pay armada, bir tek hanım veya birden fazla hanım da olsalar eşittirler. Bu payları almada bütün hanımlar ortaktırlar.

“Kocanın alacağı hisse hanıminin alacağının iki katı olarak öngörülmüştür. Çünkü bu, “bir erkeğe iki kızın/kadının payı vardır. “kavline dayanmaktadır. Rabbimizin bu kavli buna delâlet etmektedir.

Eğer geride miras bırakan -ölen- erkek ya da kadının ana babası ve çocukları yoksa/kelale olarak malı mirasçılara kalıyorsa, sadece anneden bir erkek veya bir kız kardeş bulunuyorsa, bunlardan erkek olsun kız olsun her biri için mirastan payları allıda birdir. Eğer çocuklar birden fazla iseler her biri mirastan eşil olarak üçte bir pay alırlar.”

(.......) kelimesi burada, (.......) fiilinin ismidir. (.......) kelimesi, (.......) fıilindendir.

Yani; ondan mirasçı kalınırsa, demektir. Ve bu, (.......) kelimesinin sıfatıdır. (.......) kelimesi, (.......) fiilinin haberidir.

Yani, kendisinden miras kalan kimse kelâle ise, demektir. Ya da burada, (.......) fiilinin haberi, (.......) kelimesidir. (.......) kelimesi de (.......) fiilindeki zamîrden hâldir.

(.......) Kelâle: Kendisinden sonra bir çocuk ve baba kalmayan veya kendisinin ölümünden sonra bir çocuğu ve babası bulunmayan kimse demektir. Esasen bu kelime, (.......) manasında mastardır. Bu da, yorulma sebebiyle kişinin gücünü yitirmesi demektir. (.......) kelimesi de, (.......) kelimesi üzerine ma'tûftur. (.......) yani annenin, anne için...

Eğer:

“Bu âyette hem erkeğin ve hem kadının ismi geçti, neden dolayı burada zamîr müfret (tekil) olarak getirildi ve niçin zamîr müzekker kılındı?” diyecek olursan, ben de derim ki:

“Bunun müfret, yani tekil olarak gelmesine gelince, bilindiği üzere, (.......) edatı iki şeyden biri içindir. İşte bu bakımdan böyle tekil olarak getirilmiştir. zamîrin müzekker olarak gelmesine gelince, bu, adama râci olması sebebiyle böyledir. Çünkü; (.......) kelimesi müzekkerdir ve bu kelime ile konu başlamaktadır. Ya da zamîr erkek ve kadından birine râcidir, bu ise müzekkerdir. “.... her biri mirasta eşit olarak üçte bir pay alırlar.” kavliyle, çocukların anneye olan yakınlıkları sebebiyle buna hak kazanmış olmalarıdır, demektir. Anne bu bakımdan üçte birden fazlasına mirasçı olamaz. Bundan dolayı erkeğe kadından daha fazla bir pay da verilmez.

(Bu paylaştırma) vasiyetin yerine getirilmesinden ve borcun ödenmesinden sonra, hiçbir kimse herhangi bir zarara uğratılmaksızın yerine getirilir.” Vasiyetin tekrar edilmiş olasının sebebi, vasiyette bulunanların farklı olmalarındandır. Bunlardan ilki anne baba ve çocuklardır. İkincisi hanımdır, üçüncüsü kocadır ve dördüncüsü de kelâledir.

(.......) kelimesi hâldir.

Yani; mirasçılarına hiçbir zarar vermeksizin bu vasiyetlerde bulunur. Meselâ; belki adam üçte birden fazlasını vasiyet edebilir veya sadece bir tek mirasçı için vasiyet edebilir ve böylece bir zarara sebebiyet verebilir.

“Bunlar Allah tarafından size tavsiye edilen bir emirdir. “Bu, müekked mastardır.

Yani; size bununla bir vasiyette bulunarak emreder. “Allah her şeyi hakkıyla bilendir -vasiyetinde haksızlık edeni, zulmedeni bildiği gibi, adaletli olarak davrananı da bilir.- Halim'dir (cezâlarıdırmada acele etmez).” Haksızlık edip zalimce davranan kimseye cezâsmı hemen vermede acele davranmaz. İşte bu, yüce Allah'tan bir tehdittir.

Eğer:

(.......) olarak okuyanlara göre bunun zil hâli nerededir?” diye sorarsan? Ben de cevap olarak şöyle derim:.

“(.......)fiili muzmer kabul edilir ve failinden dolayı mensûb kılınır. Çünkü; (.......) denildiği zaman, bu ifadeden, bir vasiyet edenin var olduğu bilinir.”

Nitekim; (.......) diye başlayan Âyetteki (.......) kelimesi, aynı surede geçen (.......) kavlindeki (.......) fiilinin delâlet ettiği şeyin failidir. Bundan ortada bir takdis ve tenzih edenin bulunduğu bilindiğinden, dolayısıyla, (.......) fiili muzmerdır. İşte buradaki durum da tıpkı bunun gibidir.

Şurasını iyice bilmelisin ki, mirasçılar sınıf sınıftırlar. Şöyle ki:

1 - Ashâb-ı Feraiz: Bunlar, kendileri için belirlenmiş pay (hisse) olan kimselerdir. Meselâ; kız gibi. Bunun payı eğer tek ise yarımdır. Fazla olanlar, yani iki kız ve daha üzeri olanlar içinse, üçte ikidir.

2 - Oğulun kızı, ne kadar aşağı inerse insin: Bu da çocuğun sülbten (nesepten) olmaması hâlinde kız gibidir.

Yani; bir kız için yansı, iki ve daha fazla kız içinse üçte ikidir. İşte bu kız için, sulpten (nesepten) olan kız ile birlikte payı altıda birdir. Bu pay oğul ve sulpten (nesepten) iki kız olması hâlinde düşer (kalkar). Meğerki beraberinde bir çocuk varsa, bu defa asebe yoluyla onunla beraber olur.

3 - Bir baba ve anneden kız kardeşler: Bunlar da çocuğun ve oğulun çocuğunun olmaması hâlinde tıpkı kızlar gibidirler. Baba tarafından kız kardeş olanlar ise, bunlar da kızların olmaması hâlinde tıpkı bir baba ve anneden olan kız kardeşler imiş gibi muamele görürler. Böylece her iki grup kız ile veya oğulun kızıyla beraber asebe olurlar. Ancak bunlar oğulun olması, oğulun oğlunun -her ne kadar aşağı inse de- olması durumunda, babanın ve dedenin olması hâlinde İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye göre mirastan düşerler. Annenin çocuğuna gelince, biri için altıda birdir. Fazlası için üçte birdir. Bunlar da kız olsun erkek olsun fark etmez. Aynı şekilde bunlar da çocukla ve -her ne kadar aşağı inerse insin- oğlun çocuğuyla, babayla ve dedeyle mirastan düşerler.

6 - Baba: Bunun için de oğul ile ve -her ne kadar aşağı inerse insin- oğlun oğuluyla altıda birdir. Kız ile ve -her ne kadar aşağı inerse insin- oğulun kızıyla altıda birdir. Nitekim, geride kalanlarla beraber bunların payları altıda birdir.

7 - Dedeye gelince: Bu babanın babasıdır. Bu da babanın olmaması hâlinde tıpkı baba gibidir. Ancak kalanın üçte birini anneye vermede baba gibi değildir.

8 - Anneye gelince: Buna da çocukla veya ne kadar aşağı inerse insin oğlun çocuğuyla beraber altıda birdir. Ya da kardeş veya kız kardeşler iki ve daha fazla olması hâlinde ve hangi cihetten olurlarsa olsunlar. Olmamaları hâlinde ise tamaminin üçte biridir. Bir zevç (koca) ve ebeveyn veya bir zevce (hanım) ve ebeveyn iki eşten birinin farz olan haklarından sonra kalanın üçte biri annenin payıdır.

9 - Nine: Bunun da payı altıda birdir. Hatta bunlar bir baba ve anneden ne kadar çok olurlarsa olsunlar durum aynıdır. Ancak uzak olanı yakın olan hacbeder (mirastan düşürür). Hepsini de anne hacbeder (mirastan düşürür). Babalar da baba ile hacb olunurlar.

10 - Zevç (koca): Bunun çocukla beraber veya ne kadar aşağı inerse insin oğlun çocuğuyla beraber payı dörtte birdir. Çocuğun olmaması hâlinde yansıdır.

11 - Zevce (hanım): Çocukla veya ne kadar aşağı inerse insin oğlun çocuğuyla beraber payı sekizde birdir. Bunların olmamaları durumunda ise payı dörtte birdir.

12 - Asabeler: Bunlar farzdan arta kalan şeye mirasçı olanlardır. Bunlar da şöyledir:

a) Oğul, sonra da sırasıyla ne kadar aşağı inerse insin oğlun oğlu

b) Baba ve sonra da ne kadar yükselirse yükselsin babanın babası

c) Bir baba ve anneden kardeş

d) Babadan kardeş

e) Aynı babadan ve anneden kardeşin Oğlu

f) Aynı babadan kardeşin oğlu

g) Amcalar, sonra babanın amcaları, sonra dedenin amcaları, sonra azatlı köleler ve sonra sırasıyla asabesi

Farzları (payları) yarım ve üçte iki olan kâdirılar da sadece kardeşleriyle asabe olurlar, başkalanyla değil.

13 - Zevu'l-Erham: Bunlar asabeden olmayan ve aynı zamanda ashâb-ı feraizden de olmayan yakınlardır. Bunların da sıralarınası tıpkı asabelerin sıralarınası gibidir.

13

Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Rasûlüne itâat ederse, Allah onu, orada içerisinde ebedî kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte en büyük kurtuluş budur.

“Bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır.” Bu âyette (.......) kelimesiyle yetimler, vasiyetler ve miras ile ilgili olarak anlatıları hükümlere işaret olunmaktadır.

Yine âyette, Allah'ın sınırları” diye geçen ifade ile şerî'at, tıpkı mükellefler için öngörülen ve uyulması zorunlu olan sınırlara benzetilmiştir. Dolayısıyla sorumluluk üstlenen kimselerin o sınırları tecavüz etmeleri doğru değildir, câiz olmaz.

Kim Allah'a ve Rasûlüne itâat ederse, Allah onu orada içerisinde ebedî olarak kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, işte en büyük kurtuluş budur.”

14

Kim de Allah'a ve O'nun elçisine karşı gelir, O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu, içinde devamlı kalacağı ateşe sokar. Onun için aşağılayıcı bir azap vardır.

Bu ayetlerin birinde, (.......) kelimesi çoğul olarak bu âyette ise, (.......) tekil olarak gelmiş ve her ikisi de hâl olmaları hasebiyle mensûb kılınmıştır. Birinde çoğul, diğerinde tekil olarak gelme nedeni, âyette yer alan, (.......) edatının lafiz ve manasıyla alâkalı bir durumdur.

Yani; (.......) edatı mana bakımından çoğul ve fakat lafız bakımından ise tekildir.

Kırâat imâmlarından Nâfi, Ebû Cafer ve İbn Âmir, (.......) kavlini, her iki âyette de (.......) olarak okumuşlardır.

Bu âyet Mu'tezile için de, Hâricîler için de delil değildir. Bu iki görüş mensupları bu ayete dayanarak bir şey söyleme hakkına sahip değiller. Çünkü âyet kâfirler hakkındadır. Zira kâfirler bütün sınırları tecavüz eden ve çiğneyen kimselerdir.

Halbuki asl yani isyankâr olan mü'min bir kimse, îman etmiş olması itibariyle itaatkârdır. Dolayısıyla böyle bir mü'min tevhid çizgisini ve sınırını aşmış bir kimse değildir. İşte bu bakımdan Dahhak bu Âyetteki, “ma'siyet” kelimesini “şirk” olarak tefsirlamıştır. Kelbi ise, “Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı çıkarsa...” mealindeki bu âyeti, “Mirası-bölüştürmeyi inkâr ederek, kabul etmeyerek ve sınırlarını da çiğnemeyi helâl sayarak Allah'a ve Rasûlüne karşı çıkarsa...” şeklinde tefsirlamıştır.

15

Kâdirılarınızdan zina edenlere karşı aranızdan dört şâhit getirin. Eğer şâhitlik ederlerse, ölüm o kadınları alıp götürünceye, yahut Allah kendileri için bir yol açmcaya kadar, evlerde tutun (dışarı bırakmayın).

Kâdirılarınızdan fuhuş (zina) yapanlara karsı, aranızdan dört kişiyi, kâdirıların bu fili işlediklerine dair şâhit olarak getirin.”

Âyetin başındaki, (.......) ism-i mevsulü, (.......) kelimesinin çoğüludur. Konumu mübteda olması sebebiyle de merfûdur. Yine âyette geçen, (.......) kavli de diğer kötülüklere nazaran çok daha iğrenç ve kötü olması sebebiyle böyle denilmiştir ki, zina demektir. (.......) diye söylendiği gibi, (.......) ve (.......) diye de kullanılır. Çünkü; hepsi mana itibariyle aynı anlamı içerir.

(.......) kavlindeki, (.......) edatı teb'îz için olup, bazısı, birtakımı, bir kısmı manasına gelir. Mübtedanın haberi de, (.......) kavlidir.

Yani; şâhitlik etmelerini isteyin. (.......) yani sizden, demekle, mü'minlerden, inananlardan demek istenmiştir.

Eğer -zina ettikleri konusunda- şâhitlik ederlerse, ölüm, o kadınları alıp götürünceye -Ölüm melekleri canlarını alıncaya ya da ölüm onları alıncaya, ecellerini bitirene- yahut Allah kendileri için bir yol açıncaya kadar o kadınları evlerde tutun (dışarı çıkarmayın).”

Bu Âyetteki, (.......) kavli, tıpkı, Allah Teâlâ'nın, Nahl, 28. kavli gibidir.

Ayrıca, (.......) kavlindeki, (.......) edatı (.......) manasınadır da denmiştir.

Yani; bu yollar dışında bir başka yol...

Abdullah b. Abbâs (radıyallahü anh) şöyle diyor:

“Bulunan yol; hiç evlenmemiş bekâr kimse için yüz celde (sopa) ve bir yıl sürgündür. Dul/evlenmiş olan için ise recmdir (taşlarıarak öldürülmedir). Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Zina hakkındaki hükmü benden alın, Allah'ın kadınlarla ilgili olarak zina konusunda gösterdiği yolu benden alın (öğrenin). Allah o kadınlar için bir yol koydu. Bekarın bekar ile zina suçu yüz celde (sopa) ve bir yıl sürgün cezâsıdır. Dul/evli olann dul/evli olanla zinasının cezâları yüz celde (sopa) ve taşlarıarak recm edilmesidir.” Ahmed, Müsned; 5/313. Müslim; 1690/12. Ebû Dâvud; 4416. Tirmizî, 1434.

16

İçinizden fuhuş yapan tarafların her ikisine de cezâ verin. Eğer tevbe ederek, durumlarını düzeltirlerse ezadan vazgeçin. Şüphesiz Allah tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edendir.

“İçinizden fuhuş yapan tarafların her ikisine de cezâ verin. Eğer -fuhuş işinden- tevbe ederek durumlarını düzeltirlerse, ezadan vazgeçin -artık bundan böyle rahatsız etmeyin, ayıplamayı kesin-Şüphesiz Allah tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edendir.” Çünkü; Allah tevbe edenlerin tevbesini kabul eder ve ona rahmetiyle muamelede bulunur.

(.......) ile zina eden erkek ve kadm kasdolunmuştur. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, (.......) kelimesindeki (.......) harfini şeddeli olarak, (.......) şeklinde okumuştur. (.......) yani, fuhuş (zina) yapan, demektir. (.......) yani azarlamakla, ayıplamakla kendilerini hep rahatsız edin ve, “Hiç mi utanmadınız? Hiç mi Allah'tan korkmadınız? “gibisinden sözlerle kendilerini hep rahatsız edin.

Hasen-ı Basrî (Rahîmehullah) diyor ki:

“Zina suçunun cezâsıyla ilgili olarak ilk inen hüküm, bu fiili işleyenlere eza etmek, rahatsızlık verip sıkıştırmaktı. Bundan sonra evlerde hapsetmek, bundan sonra ise celde (sopa ile vurmak) veya recm cezâsıdır.”

Bu manadaki ayetlerin nüzul (iniş) sıraları, tilâvet (okuyuş) sırasından farklıdır.

Yani, Kur'ân'daki surelerin tertibi nüzul sırasına göre değildir.

Özetle söylemek gerekirse, muhsan olan yani evli olan kadm ve erkek zina ederlerse her ikisinin de cezâları yalnızca recm cezâsıdır, başka değil. Eğer muhsan değilseler, bunların da zina cezâları yalnızca celdedir, başka değil. Eğer zina fiilini işleyen taraflardan biri muhsan (başından evlilik geçen) biri ise, diğeri de muhsan değilse (hiç evlenmemiş ise), bekârsa, bu ikisinden muhsan olana recm cezâsı, muhsan olmayana da celde (sopa) cezâsı gerekir.

İbn Bahr (Abdullah b. Ali b. Babr) diyor ki: Bu âyetlerden ilk âyet, sevicilik hakkındadır, yani kadının kâdirıla sevişmesi ile ilgili durumu gündeme getiriyor, ikinci âyet ise oğlarıcılık suçunu işleyenlerin durumuyla alâkalıdır. Nur sûresindeki âyet ise, zina fiilini işleyenlerle ilgilidir.

Ancak İmâm Ebû Hanîfe (Rahîmehullâhfye göre oğlarıcılık suçunu işleyenlere had cezâsının değil de tazir cezâsının uygularıacağına ilişkin olarak bu âyet açık bir delildir. İmâm Mücahid de, eza cezâsının uygularınasını ele alan âyet, lûtilikle yani oğlarıcılıkla (homoseksüellikle) alâkalıdır, diyor.

17

Allah'ın kabulünü üzerine aldığı tevbe ancak o kimseler içindir ki, kötülüğü bilmeden işlerler de sonra hemen tevbe ederler. İşte Allah bunların tevbelerini kabul eder. Allah her şeyi en iyi bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.

Allah'ın kabulünü üzerine aldığı tevbe, ancak bilmeden kötülük isleyip de hemen isledikleri kötülüğün ardından tevbe edenlerin tevbesidir.” Yüce Allah birinin tevbesini kabul buyuranca, onun için, (.......) ifadesi söylenir. Burada ise, “Ancak o kimsenin Allah tarafından tevbesinin kabul olunabilmesi şuna bağlıdır” deniyor.

Fakat burada, (.......) ifadesinden, bundan bunun Allah üzerinde gerekli (vacip ya da mutlak manada yerine getirilmesi gereken) bir görev olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü; ayetten murat bu demek değildir. Çünkü; hiçbir şey Allah üzerine vacip ve gerekli değildir. Fakat bu ifade sadece verilen sözü ya da vadi pekiştirmek manasındadır, başka değil.

Yani; âdeta terk olunamayacak bir vacip (farz) gibi mutlak manada olacak demek değildir.

(.......) kelimesi, cezâsının olabildiğince kötü olması bakımından bu türden işlenmiş olan suç ve günah demektir. (.......) burada hâl yerinde gelmiştir.

Yani; kötülüğü bilmeden ve serkeşçe işleyenler, demektir. Çünkü kötü ve çirkin bir fiili ancak serkeşler, ne idüğü belirsiz olanlar işlerler ve ancak böyleleri bu tür işlere çağınrlar. Mücahid şöyle diyor:

Allah'a karşı gelen bir kimse bu cehaletinden ve bilmezliğinden vazgeçene kadar câhil kimse demektir.”

Bir başka tefsire göre cehalet: Bir kimsenin fâni ve geçici olan dünya lezzetini bâkî olannkine tercih etmesidir. Farklı bir tefsir de şöyledir:

Cehalet: Bir şeyin günah ve suç olduğunu bilmemesi değil, işlediğinin sonucunda ne olacağını bilmemesi olayıdır.

(.......) kavli, yakın bir zaman içerisinde manasınadır. Bu yakın zaman kavramı ise, “henüz ölmek üzere olmamak, ölüm döşeğinde canını vermek üzere “olan zamana kadar ertelememiş olmak demektir. Zira yüce Allah, “İçlerinden birine ölüm gelip çattığı zaman” buyurmuyor mu? Böylece ortaya çıkan gerçek şu ki; ölüm anı, yani tam can çekişme esnasında yapılacak tevbe kabul edilemez. Çünkü bu an,tevbelerin kabul edildiği bir an değildir. Nitekim Dahhak, “Ölümden önce olmak üzere yapûacak her tevbe işlenen günahın hemen ardından yapılan tevbe anlamında yakın bir tevbe demektir.” diyor.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) da diyor ki: “Ölüm meleğine bakmazdan (onu görmezden) önce yapılacak her tevbe, işlenen günahın ardından hemen yapılan tevbe manasında yakın tevbe demektir.”

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tan şöyle rivâyet olunmuştur:

“Şüphesiz can boğaza gelip tıkanmadıkça Allah, kulunun tevbesini kabul eder.”

(.......) kavlindeki (.......) edatı teb'îz içindir.

Yani, “günahın hemen peşinden çok yakın bir zaman içerisinde tevbe edenlerin...” demektir. Dikkat edilirse sanki burada ma'siyetin veya günahın işlendiği zaman ile kişinin ölmek üzere olduğu can çekişme anı arasındaki süre oldukça kısa ve yakın bir zaman dillimi olarak adlarıdırılıyor gibidir.

İşte Allah'ın tevbesini kabul ettiği kimseler de bunlardır.” Bu bir söz vermedir ve Allah bu sözünü yerine getireceğini de bildiriyor. Yine bu âyet şu gerçeği de bildiriyor. Bağışlarına mutlak manada ve şüphesiz olarak vardır ve olacaktır.

Allah her şeyi -kulunun tevbe etmede kararlı olup olmadığını- en iyi bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.”

Yani, pişmanliğin da bir tevbe olduğuna hikmeti gereği hüküm verendir.

18

Yoksa kötülükleri işleyip de ölüm gelip çattığı zaman: “İşte ben şimdi tevbe ettim.” diyen kimselerin tevbeleriyle kâfir olarak ölenlerin tevbeleri kabul edilecek değildir. İşte biz bunlar için çok acıkh bir azap hazırlamışızdır.

Yoksa kötülükleri, işleyip de içlerinden birine ölüm gelip çattığı zaman: (.......) diyen kimselerin tevbeleriyle” Durmadan günah işleyip de tevbelerini hep ileriye dönük olarak erteleyip geciktirenlerin, ta kendisinde ölüm belirtileri görülene ve ölüm meleğini baş gözüyle görecek zamana kadar bırakanların tevbeleri kabul edilecek değildir. Çünkü bu durumda olanların tevbelerinin kabul edilmesi söz konusu değildir. Çünkü böyle bir an, çaresizlik anıdır yoksa arzuya dayalı olan ihtiyari bir an değildir. Tevbenin kabul olunması bir sevaptır. Bu ise, ancak kişinin kendi isteğiyle bu yola başvurduğunda söz konusudur, başka zamanda değil.

kâfir olarak ölenlerin tevbeleri kabul edilecek değildir.” Buradaki, (.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûf olup mahallen mecrûrdur.

Yani; “Kötülükler işleyenlerle kâfir olarak ölenlerin tevbeleri kabul edilecek değildir.”

Said b. Cubeyr diyor ki:

“İlk âyet mü'minlerle ilgilidir. Ortadaki münâfıklarla alâkalıdır, sonuncusu da kâfirlerle ilgili bulunmaktadır.”

(.......) kavli bazı mushaflarda iki lâm harfiyle (.......) olarak gelmiştir. Bu, mübtedadır. Haberi de âyetin bundan sonra gelen son kısmıdır.

İşte biz bunlar için çok acıklı bir azap hazırlamışızdır.”

Yani; şiddetli ve hemen hazır olan bir azap, demektir. Bu, (.......) kelimesi aslmda, (.......) olup iki dal harfinden bir tanesi (.......) harfine dönüştürülmüştür.

Adam mirasçısı olarak bir kadına miras olarak konunca o kadının üzerine hemen elbisesini atar ve mehir vermeden o kâdirıla zorla evlenirdi. İşte şimdi tefsirini okuyacağımız âyet bununla ilgili olarak nâzil olmuştur.

19

Ey îman edenler! Kâdirılara zorla mirasçı olmanız size helâl değildir. Kadınlar apaçık bir edepsizlik (hayasızlık) yapmadıkları sürece, onlara verdiğinizin bir kısmını geri alabilmeniz için kendilerine baskı yapmayın. Onlarla iyilikle geçinin. Eğer kendilerinden hoşlarınazsanız, biliniz ki, hoşlarınamış olduğunuz bir şeyi, Allah, hakkınızda bir çok hayır lolmış olabilir.

Ey îman edenler! Kâdirılara zorla mirasçı olmanız size helâl değildir.”

Yani; tıpkı miras malına konar gibi, kâdirılar istemedikleri hâlde, üzerlerinde baskı kurarak ve zorlamak suretiyle, onların karşı çıkmalarına rağmen miras yoluyla kadmlara sahip çıkıp almanız doğru olmaz, helâl değildir.

(.......) kelimesi (.......) harfinin fethasıyla (.......) kelimesinden türemedir. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali aynı kelimeyi, zammeli olarak, (.......) okumuşlardır. Bu da (.......) kelimesinden alınmadır. Kelime mastar olup mef'ûlden hâl olarak gelmiştir.

Âyette meselenin, “zorla, istememelerine ve hoşlarınamalarına rağmen” kaydının getirilmiş olması, bu durumların olmaması hâlinde bu, câizdir veya olabilir manasına değildir. Böyle bir anlam çıkanlmamalıdır. Çünkü; herhangi bir şeyin bir başka şeyle tahsis olunmuş olması, bunun başka bir şeye delâlet etmemesi anlamına gelmez. Bu, âdeta Rabbimizin:

“Geçim endişesiyle çocuklarınızın canına kıymayın.” İsrâ', 31. kavline benzer.

Kâdirılar apaçık bir edepsizlik (hayasızlık) yapmadıkları sürece, onlara verdiğinizin -mehilin- bir kısmını geri alabilmeniz için kendilerine baskı yapmayın..”

Onlara baskı yapmayın.” Adam herhangi bir şekilde bir kadmla evlenip de daha sonra bu kadma ihtiyaç duymayınca, bu defa'kadına karşı kötü muamelede bulunarak kadını evde tutmaya, üzerinde baskı kurmaya çalışır ve böylece kadının elindeki mal varlığına bu yoldan sahip olmak ister. Çünkü; kadını boşamak için kadından elindeki mal varlığını, kendisine vermeye ve hulu'yapmaya zorlar.

(.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûf olarak mensûbdur. (.......) ise nefyi (olumsuzluğu) tekit içindir.

Yani, “Kâdirılara mirasçı olmanız ve onlara baskı yapmanız sizin için helâl olmaz.”

Ya da, yeni bir cümle olarak (istinaf olarak) meczumdur. Böyle olması hâlinde, (.......) kelimesi üzerinde vakfetmek (durmak) câizdir.

(.......): Hapsetmek, tutmak ve baskı yapmak manalarına gelir. (.......) kavlindeki (.......) harfi, (.......) kavline mütealliktir.

(.......)

Yani; söz konusu rahatsızlık, geçimsizlik, itaatsizlik etmek, ailesini sürekli huzursuz etmek gibi bir durum olması hâli müstesna. Eğer bu gibi durumlar ve huysuzluk, geçimsizlik kâdirılar tarafından meydana geliyorsa, bu takdirde sizin onlardan hulu talebiniz yerindedir, siz erkek olarak mazur sayılırsınız.

Hasen-ı Basrî'den gelen rivâyete göre burada geçen, “fahişe” kelimesinden kasıt zina yapmaktır. Eğer kadm zina fiilini işlerse kocasının hanımından hulu istemesi, yani boşanma karşılığı mal istemesi helâldir.

(.......) kelimesi, İbn Kesîr ve Ebû Bekir Şube b. Ayyaş tarafından, (.......) harfinin fethasıyla (.......) olarak okunmuştur. İstisna ise zarfın umumiliğinden veya mef'ûlü leh olmasındandır. Sanki, “Bütün zamanlarda değil, yalnızca bir edepsizlik (hayasızlık) etmeleri hâlinde onlar üzerinde baskı kurun.” denir gibidir. Ya da, “Onlara herhangi şu ya da bu sebepten dolayı değil, ancak bir hayasızlık işlemeleri hâlinde baskı yapın.” demektir.

Erkekler kâdirılara körü muamele etmekteydiler. İşte bunun için şöyle buyurulmuştur:

Onlarla güzellikle geçinin.” Evde onlara karşı adil olun, insaflı davranın, nafakalannı ve ihtiyaçlarını karşılayın, kendilerine güzellikle söz söyleyin. “Eğer kendilerinden hoşlarınazsanız, sabredin.” Meselâ; çirkinliklerinden veya kötü ahlâklarından ötürü bir rahatsızliğinız varsa sabredin.

Biliniz ki; hoşlarınamış olduğunuz bir şeyi Allah, hakkınızda daha çok hayırlı kılmış olabilir. “

Yani; o şeyde veya hoşlarınadığınız şeyde bol mükâfat ve sevap ya da o kadından size sâlih bir çocuk verebilir. Mana şöyledir:

“Eğer onlardan hoşlarınadıysanız, sadece ve sırf hoşlanamamanız sebebiyle onlardan ayrılmayın. Ola ki, nefis bazen din bakımından çok daha uygun ve yerinde olan bir şeyden de hoşlarınayabilir veya hayra daha yakın ve yatkın olandan rahatsızlık duyabilir. Nefis tamamen bunların zıddı olan bir şeyi arzulayabilir. Fakat asıl olan salah Erbâbına gereken önemi vermek ve ona dikkat etmektir. Bu itibarla yerinde ve uygun olan bir neden göstermek gerekir.”

Burada, (.......) kavlinin şartın cezâsı (cevabı) olması da sahihtir. Çünkü bunun manası, “Eğer kendilerinden hoşlarınazsanız, bununla beraber yine de onlara sabredin. Olur ki, hoşlarınadığınız o şeyde, sevip hoşlandıklarınızdan daha çok hayır olabilir. “

Adam, hoşuna giden bir kadm görür, bu kâdirıla evlenmek için nikahı altında bulunan hanımına iftira atarak onu, kendisine verdiği mehiri de geri almak suretiyle boşamaya mecbur kılar. İşte böyle bir yola başvuranlar hakkında şimdi tefsirini okuyacağımız âyet nâzil olmuştur. Yüce Allah şöyle buyuruyor;

20

Bir eşi (hanımı) bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerle malı mehir olarak vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şeyi geri almayın. Siz, iftira ederek ve açıkça günah işleyerek mi geri alacaksmız?

Bir eşi (hanımı) boşamak sureliyle bırakıp da yerine bir başka eş alıp evlenmek isterseniz,”

Yani; hanımın birini boşayıp yerine bir başkasıyla evlenmek, “Onlardan birine yüklerle malı mehir olarak vermiş olsanız bile,” O hanımlarınıza yüklerle mal vermiş olsanız dahi.

Burada âyette zevcden (eşten) maksat cemidir. Çünkü; burada asıl hitap bütün erkeklere yönelik olarak yapılmaktadır. (.......) çok fazla mal, büyük miktarda mal demektir. Nitekim, aynı ifade daha önce Âl-i imran Sûresinde geçmişti.

Bir gün Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) minber üzerinde cemaate:

“— Kâdirılar için aşırı şekilde mehir alarak durumu zorlaştırmayım diye konuşması üzerine, hemen bir kadının:

— Senin sözüne mi, yoksa yüce Allah’ın, “Onlara yüklerle mal (mehir) vermiş olsanız bile” kavline mi uyacağız, hangisine, demesi üzerine, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh):

— Herkes Ömer'den daha fazla bilgilidir. Ne kadar mehir (mal) dilerseniz, onunla evlenin.” der.

Ondan hiçbir şeyi geri almayın.”

Yani; verdiğiniz yüklerle malı veya mehiri geri almayın. “Siz haksızlıkta bulunarak, iftira ederek açık günah işleyerek nasıl geri alacaksınız?” (.......) yani apaçık, ortada, demektir.

(.......) Bühtan: Bir kimseyi hiç alâkası olmadığı hâlde bir şey ile damgalayıp töhmet altmda tutmak ve iftira atmak demektir. Çünkü insan gerçekten böyle bir durum karşısında apışıp kalır, şaşırır durur. (.......) kelimesi hâl olarak mensûb kılınmıştır.

Yani, iftira atarak ve günah işleyerek demektir.

Şimdi tefsirini okuyacağımız ayetle de yüce Allah, kocanın verdiği mehiri düzenbazlık ederek eşinden geri almaya kalkışmasının ne kadar büyük bir vebal olduğunu göreceğiz. Adam, her şeyiyle kendisini kocasına adamış olan hanımına kötülük yapmaya kalkışırsa bu, cidden büyük bir vebaldir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

21

Zamanında siz her bakımdan iç içe olup kaynaşmış olduğunuz ve bir de onlar sizden tam bir güvence almışken, nasü olur da verdiğiniz o mehiri (malı) geri alırsınız?

Zamanında siz her bakımdan iç içe olup kaynaşmış olduğunuz...”

Yani; siz aranızda hiçbir perde ve engel olmaksızın aynı yatağı paylaşmıştınız.

Nitekim, (.......) kelimesi de, (.......) kökündendir ve bir şeyde genişlik, rahat hareket edebilme manasınadır. Kısaca burada karışıp kâtilmak, baş başa kalarak söz konusu ilişkide bulunmak demektir.

Bu âyet, halveti sahihe denilen nikah düşen kâdirıla başbaşa kalma konusunda biz Hanefîlerin lehine olan bir delildir. Çünkü bu, mehiri teyid etmekte ve desteklemektedir. Böylece âyet, kadına verilen mehirin tekrar ondan alınmasını reddetmekte ve buna cevaz vermemektedir. Meseleye bu, gerekçe görülmüştür.

ve bir de sizden tam bir güvence almışken nasıl olur da verdiğiniz o mehiri (malı) geri alırsınız?” (.......) Çok sağlam bir güvence sözü, demektir. Bu ise Rabbimizin şu kavlidir:

“....Bundan sonra gereken ise ya haklarına riayet ederek meşru bir şekilde beraber yaşamak veya iddet (bekleme süresi) bitiminde onu güzellikle terk etmektir.” Bakara, 229.

İşte yüce Allah kullarından o kadınlar için bu kesin Sözü almıştır. Allah’ın kâdirılar adına erkeklerden almış olduğu bu kesin söz tıpkı kadmların kendilerinin almış olması gibidir. Evet hu, ya Rabbimizin yukanda sunduğumuz kavlinde olduğu gibidir veya Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu buyrukları gibidir:

“Kâdirılara karşı iyilik edin ve hayır tavsiyesinde bulunun, kötü davranmayın. Çünkü onlar, sizin elinizde olan hizmetlilerinizdir. Siz o kadınları Allah'tan bir emanet olarak aldınız ve Allah'ın kelimesi (ismiyle) onları helâl kılarak kendinize eşler kıldınız.” Bu hadis, aslında iki hadisin birleştirilmesinden meydana getirilen bir hadistir. Birinci hadisin lâfzı (sözleri) şöyledir: “Kâdirılar hakkında hayır ve iyilik tavsiyesinde bulunun. Çünkü onlar, sizin yanınızda sizin yardımcılarınızdır.” Bak. Tirmizî; 1163. İbn Mâce; 1851. İkinci hadisin lâfzı (sözleri) de şöyledir: “Gerçekten siz o kadınları Allah’ın güvencesiyle aldınız ve onları Allah’ın'kelimesiyle ismiyle kendinize eş kılarak helâl kıldınız.” Müslim; 1218/147. Ebû Dâvud; 1905. İbn Mâce; 3074. Hadiste geçen, “Ayan, kelimesi, esir kadm demektir ki, biz bunu yardımcı diye tefsirladık, (çev.)

Şimdi tefsirini okuyacağımız âyetin nüzul sebebi, şöyledir:

“Ey îman edenler! Kâdirılara zorla mirasçı olmanız size helâl değildir.” Nisa, 19. âyetinin inmesi üzerime kimi insanlar dediler ki:

“Artık biz bu yolu bıraktık. Biz bundan böyle o kadınları isteyip onların rızalarını alarak kendileriyle evleneceğiz.” İşte bunun üzerine şimdi tefsirini ele alacağımız bu âyet nâzil olmuştur. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

22

Babalarınızın evlendikleri kâdirılarla evlenmeyin. Ancak geçmişte olanlar başka (müstesna). Çünkü bu, büyük bir hayasızhk, Allah’ın gazâbını çeken bir işti ve ne kadar da kötü bir yoldu o!

Babalarınızın evlendikleri kâdirılarla evlenmeyin.” Bir tefsire göre âyette geçen, “nikah” (evlenme) ifadesinden asıl kasıt, cinsel ilişkidir.

Yani, “Babalarınızın ilişkide bulunduğu kâdirılarla ilişkide bulunmayın.” demektir. Dolayısıyla bundan banın nikah ile alıp evlendiği, dolayısıyla ilişkide bulunduğu kâdirıla ilişkide bulunmak haram olduğu gibi milk-i yemini (yani cariyesi) olan bir kâdirıla da eğer babası cinsel ilişkide bulunmuşsa bu da haramdır ve zina ettiği bir kâdirıla da cinsel ilişkide bulunması keza haramdır. Nitekim bu, bizim Hanefî mezhebine göre de böyledir. Hatta birçok tefsîr alimlerine göre de durum böyledir, hüküm aynıdır. Bunlar, “Biz bunu yaptık, işledik. Bu takdirde bizden durumu böyle olan kimselerin hâli nice olacak? “demeleri üzerine Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Ancak geçmişte olanlar başka (müstesna).”

Yani; câhiliye döneminde olanlar, henüz İslâm öncesi geçmişte yaptıklarınız müstesna, siz onlardan dolayı hesaba çekilecek değilsiniz-. Buradaki istisna, İmâm Siybeveyh'e göre münkati istisnadır ya da istisnayı münkatidir.

Daha sonra âyette hâlen bu şekildeki bir evlenmenin ya da nikahın niteliği açıklarıarak şöyle buyurulmaktadır:

Çünkü böyle bir hayasızlık, Allah'ın gazâbını çeken bir işti.” Bu tür bir hayasızlık kepazeliMerin ve edepsizliğin en iğrencidir. Buy, Allah'ın gazâbma sebep olduğu gibi mü'minlerin de nefret ve öfkesini çeken bir olaydır. Nitekim kimi insanlar kendiliklerinden böyle bir evlenmeye nefretle ve buğz ederek bakıyorlar ve böyle bir nikaha (evliliğe) de nefret ve buğuz evliliği ismini veriyorlar. Hatta böyle bir evlilikten dünyaya gelen çocuğa da nefret ve buğz ürünü çocuk diye adlarıdırmaktadırlar.

ve ne kadar da kötü yoldu of” Böyle bir evlilik yolunu seçmek gerçekten ne iğrenç ve ne kötü bir yol..

23

Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren sütanneleriniz, süt kız kardeşleriniz, hanımlarınızın anneleri, kendileriyle birleştiğiniz hanımlarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer o kızların anneleriyle evlenip henüz birleşmemişseniz, o kızları almanızda (onlarla evlenmenizde) bir sakınca yoktur. Sizin soyunuzdan olan öz oğullarınızın hanımları ve iki kız kardeşi birden alıp aynı nikah altında birleştirmeniz size haram kılındı. Ancak geçmişte olanlar bunun dışındadır. Şüphesiz Allah pek çok bağışlayan ve pek çok merhamet edendir.

Bu surenin başında Rabbimiz kendileriyle evlenilmesi helâl olan kadınları ve aynı zamanda kendileriyle evlenilmesi haram olanlardan da söz ettikten sonra şimdi kendileriyle evlenilmesi haram olanları zikrediyor. Bundan önce babalarınıızın evlendiği hanımlarla, yani üvey annelerle evlenilmenin haramliği ele alınmıştı. Şimdi ise genel anlamda kimlerle evlenilmesi haramdır, işte bu âyette bunları öğreneceğiz. Evlenilmesi yasak olan diğer kâdirılardan yedi tanesi nesep, yani soy akrabaliği sebebiyle haramdır, yedi tanesi de sebep dolayısıyla haramdır. Âyet, önce nesep (soy) itibariyle haram olanları ele almaktadır. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

Analarınız... size haram kılındı.” Bundan murat bazılarına göre bunlarla evlenmenin haram olduğudur. Nitekim, biz bu konuda muhtar (doğru ve gerçekçi) olan görüşü, “Şerhu'l-Menar” adlı eserde belirttik. Anne tarafından olsun baba tarafından olsun kendileriyle evlenme yasağı bulunanlar içerisinde nineler de dahildir. Onlarda bu yasak (haram) kapsamı içerisindedir.

kızlarınız, kız kardeşleriniz... size haram kılındı.” Burada “kızlarınız” ifadesi içerisinde, oğulların kızları ve kızların kızları kendileriyle evlenme yasağı bulunanlar kapsamı içerisindedir. Burada esas olan gerçek şudur. Bir de çoğul ile çoğul karşı karşıya gelince dolayısıyla tekler bu manada tek tek ele alınırlar ve bölüştürülerek değerlendirilirler. Bu itibarla her bireri için annesi ve kızı ile evlenmeleri haram olmuş olur

“Kız kardeşleriniz” sözünden ise, aynı anne ve babadan olsunlar ya da anne ayrı aynı babadan yahut da baba ayrı aynı anneden kız kardeş olsunlar, kendileriyle evlenilmeleri'yasaklarıanlar kapsamına hepsi dahildirler.

halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları... size haram kılındı.”

Yani; her üç cihetten olan halalar ve teyzelerle evlenmek haramdır.

Yani; aynı ana ve baba tarafından veya aynı anne tarafından veya aynı baba tarafından hala ve teyzelerle evlenilmesi de haramdır.

İşte buraya kadar nesep, yani soy bakımından kendileriyle evlenilmeleri haram (yasak) olanlar anlatılmış oldu. Şimdi ise sebep bakımından kendileriyle evlenilmeleri yasak olunanlar anlatılacaktır. Şöyle ki:

Sizi emziren sütanneleriniz, süt kız kardeşleriniz... size haram kılındı.”

Dikkat edilirse yüce Allah burada emzirme yoluyla evlenme yasağını tıpkı nesep (soy) yoluyla olan evlenme yasağı konumuna düşürmüştür, aynı derecede yasak kılmıştır. Çünkü çocuğu emziren kadma, ondan süt emen çocuğun annesi diye isim verilmiş ve böyle söz edilmiştir. Dolayısıyla süt kız kardeşler de onun kardeşleri durumunda gösterilmiş, sütü emziren kadmm kocası da bu çocuğun süt babası durumunda olmuştur. Dolayısıyla bu süt babanın baba ve annesi bu süt emen çocuğun dedesi ve ninesi, bu süt babanın kız kardeşleri de çocuğun süt halaları durumundadırlar.

Ayrıca süt emziren kadmm kocasınm ister süt veren kadından önceki bir kadından olan çocukları olsun, ister daha sonraki bir kadından olmuş olsun, süt baba konumundaki kimsenin bütün çocukları, süt emen çocuğa haramdırlar. Çünkü bu takdirde o çocuklar süt emenle, babaları bir, süt erkek ve kız kardeşler olurlar. Süt emziren kadmm annesi de süt emen çocuğun sütninesi olmuş olur. Süt annenin kız kardeşleri de süt emenin teyzeleri olurlar. Dolayısıyla aynı anne ve babadan olan kardeşler, süt emenin anne ve babaları bir süt kardeş olmuş olurlar. Aynı süt annenin bir başka kocadan olan çocukları ise süt emeninin anne tarafından erkek ve kız kardeşleri olurlar. Dolayısıyla bunların tamamı emene haramdır. Bu yasaklık durumunun dayandığı esas da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in:

“Nesep (soy) bakımından haram olanlar, aynen süt emme yoluyla da haram olurlar.” Bak. Buhârî, 5239. Müslim, 1444. Hazret-i Âişe tarafından rivâyet olunmuştur.

hanımlarınızın anneleri, kendileriyle birleştiğiniz hanımlarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı.”

Hanımlarınıızın anneleri, yani kayınvalidelerimiz, mücerred akitle (yani yalnızca evlenme akdinin yapılmasıyla) birleşme olsun olmasın- haram olmuş olurlar.

Hanımlarınızın başka kocalarından olan kızlarına (yani üvey çocuklarınıza) gelince, eğer bu çocuk erkek ise, “rebîb” kız çocuğu ise “rebîbe” ismini almaktadır. Bunun sebebi, babanın öz çocuğunu eğittiği gibi genel olarak üvey baba bunları eğiten ve büyüten durumunda olduğundan bu isim verilmiştir. Daha sonra bu kullanım yaygınlık kazandığından, üvey baba tarafından böyle bir eğitme ve yetiştirme söz konusu olmasa da artık böyle anılagelmiştir.

“.... evlerinizde bulunan üvey fazlarınız” kavlinde geçen, (.......) yani evleriniz ifadesi için Zahiriye mezhebi temsilcisi Dâvud-u Zahiri (202-270/817-883) şöyle diyor:

“Eğer evinizde değilse haram değildir.” Ancak Hanefîler olarak biz de şöyle deriz:

“Burada (.......) sözünün kullanılmış olması genel manası bakımındandır. Yoksa bu, şart anlamında olan bir ifade değildir. Bunun anlamı ise, bunun haramlık için bir sebep (illet) kılınmasıdır. Çünkü; bu kızları sizler evinize alarak âdeta kendi öz kızlarınız gibi bağrınıza basmışsınız veya bu kızlar kendilerini bağrınıza basabilecek konumda kimseler olduklarından dolayıdır. Kısaca haram olmaları işte bu yüzdendir. Nitekim böyle kızları alıp evlenmeniz veya nikahlarınanız âdeta kendi öz kızlarınızla evlenmeniz ya da nikahlarınanız gibi bir durumun sergilemesindendir.”

(.......) Buradaki, (.......) cer edatı, (.......) kavline mütealliktir.

Yani; kendisiyle duhul vaki olmuş (ilişkide bulunulmuş) hanımın ya da eşin rebibe diye adlarıdırılan kızıyla evlenilmesi erkeğe haramdır. Çünkü erkek onun annesiyle evlilik yaparak cinsel ilişkide bulunmuştur. Eğer erkek yalnızca nikahlamış ve fakat kızın annesiyle cinsel ilişkide bulunmamış ise bu kadının kızıyla evlenmesi haram olmayıp helâldir.

Âyette duhulden, yani birleşmeden söz edilmektedir. Bu, cinsel ilişki denen cimadan kinayedir. Meselâ; (.......) ve (.......) gibi sözler cinsel ilişkiden kinayedir.

Yani, “Onlara örtüyü giydirdiniz.” demektir.

(.......) kavlindeki (.......) harfi müteaddi içindir. Ayrıca dokunmak ve benzeri şeyler tıpkı ilişkide bulunmak yerine geçer.

Bazı alimler ise, (.......) kavlini hem önce geçen, “kâdirılar” ve hem sonra gelen (.......) kelimelerine sıfat yapmaktadırlar. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü; tek bir vasıf iki mevsûf üzerinde gerçekleşmez. Çünkü; âyette söz konusu olan ilk (.......) kelimesi, izafetle (isim tamlaması olarak) mecrûrdur. İkinci (.......) kelimesi ise (.......) cer edatıyla mecrûrdur. Dolayısıyla, (.......) demek doğru bir ifade olamaz.

Yani; bu iki ayrı cümlede geçen, (.......) kelimesini hem birinci cümledeki kâdirılar ve hem ikinci cümledeki kâdirılar kelimesine sıfat yapmak yanlıştır.

Nitekim, bunu böyle olduğunu hem Zeccâc ve hem başkalan da zikretmişleridir. İşte bu görüş, Keşşaf sâhibinin bu konuda söylediğinden daha yerinde bir görüştür.

Eğer o kızların anneleriyle evlenip henüz birleşmemişseniz, o kızları almanızda (o kızlarla evlenmenizde) bir sakınca yoktur”

Yani; sadece kendileriyle nikah yaptığınız bu kâdirılardan ayrılmanız hâlinde veya bunların ölmeleri durumunda bunların kızlarıyla evlenmenizde bir vebal ve günah yoktur.

Sizin soyunuzdan olan öz oğullarınızın hanımları (size haram kılındı).” Yoksa evlâtlık edindiğiniz oğulluğunuzun hanımı size haram kılınmış değildir. Nitekim, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), oğulluğu Zeyd, hanımı Zeynep'i boşaması üzerine, Hazret-i Zeynep (radıyallahü anha) evlenmiştir. Nitekim bununla ilgili olarak Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

“.... Biz onu sana nikahladık ki, evlatlıkları, kadınlarıyla bağlarını kesince o kâdırılarla evlenmek istemeleri hâlinde mü'minlere bir güçlük olmasın.” Ahzâb, 37.

Ancak bu hüküm, süt oğulun hanıminin süt babaya haram olmadığı manasında değildir. Böyle yanlış bir anlaşılmaya meydan vermemiş olsun. Çünkü o da süt babaya haramdır.

Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da eş (hanım) demektir. Çünkü tarafların, yani kan ve kocanın her ikisi birbirlerine helâldirler. Ya da bu, birin diğerine yatağını, beraberliğini helâl kıldığmdandır. Bu kelime ya, (.......) kökünden veya (.......) kökünden türemedir.

ve iki kız kardeşi birden alıp aynı nikâh altında birleştirmeniz size haram kılındı. Ancak geçmişte olanlar bunun dışındadır.”

Yani; iki kız kardeşi bir nikah altında beraber bulundurmak haramdır.

Yani, İslâm öncesi câhiliye fiili affolunmuştur. Çünkü; Allah bu âyetin devamı olan son kısımda şöyle buyurmaktadır:

Şüphesiz Allah, pek çok bağışlayan ve pek çok merhamet edendir.”

(.......) kavli, muhanemat (haram kılman şeyler) üzerine ma'tûf bulunduğundan mahallen merfûdur.

Ebû Hanîfe'nin talebelerinden Muhammed b. Hasen Şeybani merhum şöyle diyor:

“Câhiliye dönemindeki insanlar da kendileriyle evlenme yasağı bulunan bu yasakları biliyorlardı. Sadece babanın hanıminin haramliği veya yasakliği ile iki kız kardeşi aynı anda tek nikah altında bulundurma haramliğinı tanımıyorlardı. İşte bunun için âyette bu ikisiyle ilgili olarak, (.......) buyurmuştur.

24

(Harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kâdirılar da size haram kılındı. Allah'ın size emri budur. Bunlardan başkasını, namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı. Onlardan faydalarınanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra (bir miktar indirim için) karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sâhibidir.

(Harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kâdirılar da size haram kılındı” Âyette yer alan, (.......) kelimesi evli, kocaları olan kâdirılar demektir. Çünkü bunlar evlenmeleri bakımından namuslarını daha çok korumuş olmaktadırlar.

Kırâat imâmlarından Kisâî Ali b. Hamza, (.......) kelimesindeki (.......) harfini burada fetha ile okumuş, Kur'ân’ın diğer yerlerinde geçen bu kelimeyi kesreli olarak okumuştur. Ancak Kisâî dışındaki imâmlar ise Kur'ân’ın tamamında bunu fetha ile okumuşlardır.

(.......) Burada “milk-i yemin” den maksat esir olarak alınan kâdirılar demektir. Çünkü bu kadınların kocaları daru'l-harp denilen ve İslâm devletine savaş açmış olan ülkede bulunmaktadırlar. Dolayısıyla bu âyetin manası şöyle olmaktadır:

Evli olan kâdirılarla nikâhlarınanız (evlenmeniz) size haram (yasak) kılınmıştır.

Yani; kocaları olan kadınlarla evlenmek haram kılındı. Fakat bu haramliğin (yasaklığm) dışında kalanlar sizin kendilerini esir olarak almış olduğunuz düşman tarafına âit olan kadınlardır. Bunların ülkelerinde kocaları var olsalar da siz onları esir almışsınız ve kocaları da asıl ülkelerinde kalmışlardır. Fiilen aralarında bir ayrılık oluşmuştur. Dolayısıyla bu kâdirılarla evlenmeniz, onları esir almış olmanızdan ötürü olmayıp, artık dâr yani ülke aynliği sebebiyledir. Bu şekilde ganimet olarak esir alınan kâdirılar, onları esir alan Müslümanlara helâldir. Ancak bu helâl olma durumu istibradan sonradır. İstibra ise eğer kadın hamile işe, doğum yapmasıyla, değilse hayız (adet) görmesiyle bilinir.

İşte Allah'ın size emri budur...” Bu ifade müekked mastardır.

Yani bu; Allah bunları size mutlak manada yapasınız diye yazdı (emretti). Bunu kesin uygulamanız gereken farz bir hüküm yaptı. Bu ise yasaklarıan maddelerin gerçek manada haram olduğu hükmüdür.

Âyetin bundan sonra gelen (.......) kavli, (.......) kavlini nasbeden muzmer (gizli) fiil üzerine ma'tûftur.

Yani; Allah, size şu sayılanlarla evlenmeyi haram kıldı ve bu haram kılınanların dışında kalanlar da size helâl kılındı.”

(.......) kelimesi, Kûfe kırâat imâmlarından olan Hafs, Hamza, Kisâî ve Halef tarafından, (.......) kelimesi üzerine ma'tûfen (.......) olarak okunmuştur.

“Bunlardan başkasını, namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) islemeniz size helâl kılındı.”

Burada, (.......) kelimesi mef'ûl-ü lehtir.

Yani mana şöyledir: Allah haram olanlarla helâl olanları size açıkladı ki arayasınız.” Veya bu (.......) kelimesi, (.......) kavlinden bedeldir. Bu durum da, (.......) kelimesinin mefûl-ü mukadderdir. Bu ise, “kâdirılar” kelimesidir. Fakat en doğru olanı ise, bu kelimeye bir mef'ûl takdir edilmemelidir. Çünkü mef'ûl takdir edilmemesi daha uygundur. Yine âyette geçen, “mallarınızla” ifadesi, mehirlerini vererek, demektir.

İşte bu ifade, nikâhın mehirsiz olmayacağının delilidir.

Yani; nikah akdi esnasında mehir konuşulmasa da mehir vermek vaciptir. Çünkü; malın dışında da herhangi bir şeyi mehir olarak vermek uygun değildir. Verilmesi gerekenden az miktarda mehir verilmesi ve mal denebilecek derecede olmayan bir şeyin mehir olarak verilmesi de aynı şekilde uygun değildir. Çünkü, bir buğday tanesi esasen mal olarak değerlendirilmemek te ve kabul görmemektedir. Kısaca mehir olacak şeyin bir mâlî değer taşıması gerekir.

(.......) yani, namusunuzu korumanız suretiyle, (.......) zinaya düşmeksizin, zinadan kaçınarak, demektir.

Yani; mallarınız zayi olmasın, kendinizi, sizin için helâl olmayan şeylere muhtaç bırakmaksızın. Aksi takdirde hem dininizi hem de dünyanızı kaybedersiniz. Şüphesiz hem dinini hem de dünyasını beraberce kaybetmekten daha kötü ve daha büyük bir hüsran ve kayıp olamaz.. En büyük fesat işte bu ikisini kaybetmektir.

(.......) İhsan: İffetli, olmak ve nefsini (kendini) harama düşmekten koruyup kollamak demektir.

(.......) Müsafih: Zina yapan demektir. Kelime kök itibariyle (.......) kelimesinden türemedir. Bu ise meniyi (erlik suyunu veya spermi) haram olan yere akıtmak demektir.

Unlardan faydalarınanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin.” O kâdirılardan kendileriyle nikâhlandıklarınıza (evlendiklerinize), mehirlerini, ne miktar üzerinde karar kılınmış ise, o miktarı ödeyin.

Burada geçen, (.......) kelimesi, kendileriyle evlendiğiniz kâdirılar, manasındadır. (.......) kelimesinden kasıt da mehirleri demektir. Çünkü mehir, onlardan yararlarınanın bir karşılığıdır. (.......) burada kâdirılar manasınadır.

Âyette geçen, (.......) cer edatı ise, Teb'îz veya beyan (açıklamak) manasınadır. (.......) deki zamîr ya bu cer edatının lâfzı üzerine ya da (.......) kavlinin manası üzerine râcidir.

(.......) kelimesi de, (.......) kelimesinden hâldir. Bu da farz kılınmıştır, gerekli kılınmıştır, manasınadır. Ya da bu, verme, yerine getirme anlamında burada zikredilmiştir. Çünkü mehiri vermek gereklidir, farz kılınmıştır, demektir. Ya da bu ifade müekkid mastardır. Dolayısıyla mana, “Bu, sizin ödemeniz gereken kesin bir farzdır” demektir.

Mehir kesiminden sonra (bir miktar indirim için) karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur.”

Yani; mehirden bir kısmını hanımın düşürmesinde veya tamamını bağışlamasında bir vebal olmadığı gibi, kocanın da verdiği mehirin miktarını, karısı lehine artırmasında veyahut da koca ile karısının beraber kalmalarında veya ayrılmaları üzerinde aralarında karşılıklı bir şekilde birbirlerini memnun ederek anlaşmalarında hiçbir sakınca söz konusu değildir.

Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sâhibidir.”

Yani; yüce eşyayı ve varlıkları yaratmazdan önce en iyi olarak bilendir. Aynı zamanda nikâh veya evlenme sözleşmesi konusunda nelerin farz veya gerekli olduğunu bildirmesi ve farz kılması da bir hikmet gereğidir. Çünkü; ancak bu nikah yani meşru evlilik yoluyla soylar korunabilir ve sağlıklı nesiller meydana gelebilir.

Bir tefsire göre, (.......) kavli mut'a yani geçici evlilik hakkında nâzil olmuştur. Allah, Mekke'nin fethini Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) nasip kıldığında, bu mübahlık yani geçici evlilik üç gün süreyle uygun görülmüş ve daha sonra bu hüküm yürürlükten kaldırılmıştır (nesh edilmiştir).

25

İçinizden, imanlı hür kâdirılarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayıları) cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Hep aynı köktensiniz (insanlık bakımından aranızda fark yoktur). Öyle ise iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartı ve sahiplerinin izni ile onları (cariyeleri) nikahlayıp alın, mehirlerini de normal miktarda verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kâdirıların cezâsının yarısı (uygulanır). Bu (cariye ile evlenme izni), içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

İçinizden, imanlı hür kâdirılarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse,”

Âyette geçen, (.......) kelimesi fazlalık, imkân ve zenginlik gibi manalara gelir. Dolayısıyla bir bolluk, bir imkân ve zenginlik bulamazsa, güç yetiremezse manasınadır. Meselâ; “Filân kimsenin benim üzerimde bir (.......) vardır.” denilince bu, o kimse bana göre daha üstün ve daha fazla bir güce sahiptir manasınadır.

Bu kelime aynı zamanda, (.......) kelimesinin de mefulüdür.

(.......) kavli de, (.......) kelimesinin mef'ûlüdür ve mastardır. Dolayısıyla bu, kendi fiili nasıl bir görev yerine getiriyorsa aynen o görevi gömlektedir. Ya da bu kelime, (.......) kelimesinin bedelidir.

(.......) demek, inanmış hür (özgür) Müslüman hanımlar demektir.'

Ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayıları) cariyelerinizden alsın.”

Burada, (.......) demek, Müslüman olan cariyelerden bir cariye ile evlensin, demektir. (.......) kavli ise,

Yani Müslüman genç kızları nız olan cariyelerinizden, anlamındadır. Bu takdirde âyetin manası şöyle olmaktadır.

“Her kim mal bakımından zengin değilse ve imanlı hür bir kâdirıla evlenebilecek fazla bir gücü yoksa, bu durumda bir cariye ile evlensin.”

Bize göre Kitap ehli olan Yahûdî veya Hıristiyan cariye bir kâdirıla evlenmek câizdir. Ancak bu âyette Müslüman cariye ile evlenme kaydıran yer almış olması, bîr zorunluluk olmayıp müstahap olduğundandır. Çünkü, bıı kayda (şarta) rağmen hür olan kâdirıların îman etmiş oîmata şartı yoktur. Bû, ittifakla böyledir. Çünkü delil bunu göstermektedir.

Abdullah b. Abbâs şöyle diyor: Allah'ın bu ümmete verdiği bir genişlik de cariyelerle evlenmenin, Yahûdî ve Hıristiyan kâdirılarla evlenmenin câiz olduğu gerçeğidir. Kişi zengin de oba bu imkân, genişlik ve cevaz ön görülmüştür.”

İşte bu, kişinin imkân sâhibi olması meselesinde biz Hanefîlerin lehinde bir delildir.

Allah sizin imanınızı daha iyi bilmekledir.” Bu ayetle, bu kadınların görünürde inanmış görünmeleri (zahirde mü'min görünmeleri) sebebiyle bunların imanlı olduklarına dikkat çekilmektedir. Yine âyet; imanın dil ile söylemek sizin tasdikten ibâret olduğuna da delildir. Çünkü; duymaya dayalı olarak kişinin îman sâhibi olduğunun bilinmesi hâlinde bu tür bir îman üzerinde herhangi bir ihtilâf yoktur.'

Hep aynı köktensiniz (insanlık bakımından aranızda fark yoktur).”

Yani cariyelerle evlenmekten geri durmayınız. Çünkü hepiniz Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm)’in çocuklarısınız. Dolayısıyla insanların soy sop ile, hasep ve neseple övünmelerinin yanlış olduğunu hatırlatarak uyanda bulunmaktadır.

Öyle ise iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartı ve sahiplerinin izni ile onları (cariyeleri) nikahlayıp alın, mehirlerini de normal miktarda verin.” Bu cariyeler herhangi bir zarara uğratılmaksızm, işi uzatıp yokuşa sürmeksizin kendile rine mehirlerini verin.

Bunların meliklerinin sahipleri ise bu cariyelerin efendileridir, sahipleridir. Cariyelerin kendilerine mehirlerin ödenmiş olması, tıpkı sahiplerine ödenmiş gibidir. Çünkü gerek cariyeler olsun, gerekse ellerindeki mal varlıkları olsun, hepsi bunların sahiplerine âittir, onların malıdırlar.

Ya da bunun manası: “Onların mehirlerini sahiplerine ödeyin.” demektir. Burada muzaf hazf olunmuştur.

Burada, (.......) kavli, Hanefîler olarak bizim lehimizde bir delildir. Buna göre cariyeler, kendi adlarına kendileri bizzat evlenme akdini yapabilirler. Burada cariyelerin sahiplerinin sadece izinlerine itibar ediliyor, onların bu cariyeleri evlendirme akitlerinden söz edilmemektedir. Bir de âyet, kölenin olsun, cariyenin olsun, efendilerinin (sa hiplerinin) izinleri olmadığı sürece evlenme hakları olmadığına delildir.

(.......) kelimesi iffetli, namuslu kâdirılar demektir. Bu kelime, (.......) kavlinden mef'ûl-ü bihtir. (.......)

Yani alenen, açıktan açığa zina işlemeyen, fuhuş yapmayan demektir. (.......) Gizli olarak zina veya fuhuş yapmayan, demektir. (.......) gizli dost tutmak manasınadır.

“Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kâdirıların cezâsının yarısı (uygulanır). (.......) kelimesi, yani evlenmekle, evlenmeleri üzerine, manasınadır. Bu kelimeyi Kûfe kırâat imâmaları -Hafs dışında- hepsi, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Fahişe kelimesi de burada zina manasınadır.

(.......) kavlinde geçen, (.......) kelimesinden kasıt özgür, yani hür olan kâdirılara uygularıan cezânın yansı bir cezâ uygulanır, demektir. Yine âyette yer alan, “azap” kelimesinden kasıt, had cezâsı demektir.

Yani; tam cezâ yüz iken bunlara uygulanacak olan had cezâsı elli celdedir. Keza âyette yer alan, (.......) kavlinden maksat, celdedir. Çünkü; bu celdeye (sopaya) delâlet etmektedir, recm cezâsına değil. Zira recm cezâsının yansı bir cezâ yoktur, bölünemez.

Yine burada geçen, (.......) ifadesinden murat, hiç evlenmemiş olan bekar ve hür olan kızlardır.

“Bu (cariye ile evlenme izni), içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir.” (.......) sözü ile cariyeler le evlenmeye işaret olunmaktadır.

(.......) kavli, “şehvetin baskın gelmesi sebebiyle kendilerine hakim olamayanların içine düşme korkusu ve endişesi taşıdıkları kötülük ve günah” demektir.

(.......) kelimesi, aslında sapasağlam olan kemiğin kırılması manasına gelir. Dolayısıyla bu kelime bu türden her sıkıntı ve zor iş için istiâre yoluyla kullanılmıştır. Kaldı ki; günah bataklıklarına gömülmekten daha beter bir başka şey de gösterilemez, yoktur. İbn Abbâs ise, bunun zina olduğunu belirtmiştir. Çünkü; zina insanın helâkinin sebebidir.

“Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” Sizin cariyelerle evlenmekten uzak durmanız, onlarla evlenmeyip buna sabretmeniz, sizim adınıza onlarla ev lenmenizden çok daha hayırlıdır.

Çünkü cariyeden doğacak olan çocuk da köle olarak doğmuş olur. Çünkü bir cariye evli de olsa sürekli olarak evinden ayrılmak zorunda kalacaktır, birçok yere girip çıkmakla karşı karşıyadır. Hep sıradan ve ağır işler görmek zorundadır ve kaldı ki; Müslüman ve hür olan kâdirılar gibi de örtünemeyecektir. Çünkü cariyedir, açılıp saçılmak zorundadır. İşte tüm bu özellikler açısından olumsuz durumdadır. Bu eksikliklerin hemen tümü ister istemez onunla evlenen erkeği de ilgilendirecektir, onun adına da birtakım zorlukler getirecektir. Halbuki Mü'minin özelliklerinden biri ve en önemlisi izzet ve şerefiyle, saygınliğiyla hayatını sürdürmesi ve yaşamasıdır. Nitekim, bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Müslüman hür kâdirılar, evin salâhmı, dirlik ve düzenini sağlarlar. Cariyelerse, evin düzenini altüst edip helâk ederler.” Deylemî, Müsnedu'l-Firdevs; 2820. İbn Hacer, bu hadisi Sa'lebi tahric etmiştir. İsnadında Ahmed b. Muhammed vardır ki; bu adam metruktur. Ebû Halim de bu adamı tekzip etmiştir. Yûnus'a gelince onu da tanımıyorum, demiştir. Bak. Haşîyetu'l-Keşşaf; 1/501.

Allah çok bağışlayan -yapılan yanlışların üzerini kapatarak affeder- ve çok merhamet edendir.” Size zor ve ağır gelen şeyleri de sizden kaldırarak merhametiyle muamele eder.

26

Allah size (bilmediklerinizi) açıklamalı ve sizi, sizden önceki (iyi)lerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah hakkıyla bilicidir, yegâne hikmet sâhibidir.

Allah size (bilmediklerinizi) açıklamak.... (istiyor.)

Esasen bu cümle, (.......) demektir. (.......) kavlinde lâm harfinin eklenmesinin sebebi, murad etmeyi pekiştirmek, tekid etmek maksadıyladır. Tıpkı, (.......) ifadesindeki (.......) ın eklenmesi (ziyade kılınması) gibi. Bu da, (.......) kelimesinin izafetini tekit içindir. Âyetin manasına gelince o da şöyledir:

Allah size, sizin açınızdan bilinemeyen ve gizli kalan maslahatlarınızı, işlerinizi ve en değerli amellerinizi açıklamayı ister.”

ve sizi, sizden önceki (iyi) lerin yollarına iletmek (istiyor.)Sizi, sizden önce geçmiş olan peygamberlerin ve sâlih kimselerin, dinleri konusunda izlemiş oldukları yolda kendilerini örnek almanız bakımından onların yollarına yönlendirmek ister.

Ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor.” İçine düştüğünüz aynlıklardan ve yanlışlardan uzaklaşarak sizi tevbe etmeye muvaffak kılmak ister.

Allah -kullarının yaranna olan- hakkıyle bilicidir, -onlar için koyduğu kanunlarda- yegâne hikmet sâhibidir.”

27

Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister; şehvetlerine uyanlar (kötü arzuların esiri olanlar) ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler.

Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister;” Rabbimizin bu kavli te'kit içindir, durumu daha fazlasıyla tesbit ve takrir içindir, sizden kabul buyurmak içindir.

(.......) şehvetlerine uyan -facir ve kâfir- lar (kötü arzuların esiri olanlar) ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler.

Bu sapma, normal olan, hak olan yoldan sapma demektir. Şüphesiz bundan daha büyük bir sapmadan söz edilemez ve olamaz. Çünkü; şehevi duyguların esiri olmak, o doğrultuda hareket etmekten daha büyük bir sapıklık ve cinayet olamaz.

Bir tefsire göre bunlar Yahûdîlerdir. Çünkü; Yahûdîler aynı babadan olan kız kardeşlerle evliliği, erkek ve kız kardeşlerin kızlarıyla evlenilmesini helâl saymaktadırlar. Yüce Allah bunlarla evliliği haram kılınca şöyle demeye başladılar:

“Halbuki sizler de teyze, hala kızlarıyla evlenmeyi helâl saymaktasınız. Bu takdirde size teyze ve hala ile evlenmeniz haram kılınmıştır. Öyleyse siz de kız kardeşlerle erkek kardeşlerinizin kızlarıyla evlenin.” İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur. Şöyle buyurulmaktadır:

“Onlar, sizin de kendileri gibi zinakar olmanızı istemektedirler.”

28

Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister; -onlarla nikahlarınamzı helâl kılmakla ve daha başka kolaylıklar vermekle- çünkü insan zayıf yaratılmıştır.

Çünkü insan, âciz olması bakımından şehevi arzularına sabredemez, onları engelleyemez, Allah'a itaatte, var olan sıkıntılara kolay kolay katlanamaz.

29

Ey îman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret hâli müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aramzda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, sizi merhamet edendir.

Karşılıklı rızaya dayanan liaırct hâli müstesna,” Bir ticaret durumunun var olması bunun dışındadır. Âyette geçen (.......) kelimesi, kırâat imâmlarından Nâfi, İbn Kesîr,-Ebû Amr ve İbni Amir tarafından, (.......) olarak okunmuştur. Âsım, Hamza, Kisâî ve Halef tarafından ise, (.......) olarak okunmuştur.

Yani, “Meğer yapacağınız ticaret aranızda karşılıklı rızaya dayanmış olsun.”

(.......) kavli, (.......) kelimesinin sıfatıdır.

Yani; bir akde ve karşılıklı hoşnutluğa dayanan, veya alıp vermeye bağlı olan bir ticaret olması müstesna.

Âyetteki istisna münkati anlamında bir istisnadır. Manası ise şöyledir: “Ancak karşılıklı memnuniyet ve rızaya dayanan bir ticareti amaçlayın” . Veya: “Ticaret, yasak olmayan ve karşılıklı hoşgörüye dayanan bir ticaret olsun.” demektir.

Özellikle âyette ticaret diye söz edilmiş olması, rızık ve kazanç yollarının çoğunlukla ticarete dayanması sebebiyledir.

Bu âyet;

a - Karşılıklı alıp verme ile olan ticaretin câiz olduğuna delildir.

b - Aynı zamanda mevkuf olan (biri adına yapılan) alış verişinde câiz olduğuna yine bu âyet delildir. Ancak bu kısım için rızanın ya da memnuniyetin olduğuna ilişkin bir icazet olmuş olsun. Eğer bu icazet (izin) varsa bu tür bir alış veriş câizdir..

c - Bir de bu âyet meclis muhayyerliğinin olmadığına da delildir. Çünkü; bu âyette karşılıklı rızaya dayalı olan ticaretten yemenin mubah olduğu gerçeği yer almakta ve akit yerinden ayrılma kaydını getirmemektedir. Dolayısıyla böyle bir kaydı getirmek nass üzerine yapılan bir ilave demektir.

Ve, kendinizi öldürmeyin.” Sizden olan mü'minleri öldürmeyin. Çünkü; aynı dinin inananları tıpkı bir tek can gibidirler veya kimi câhillerin yaptıkları gibi adam bizzat kendisini öldürmesin, canına kıymasın, intihar etmesin. Ya da bu âyette sözü edilen “öldürme” olayından kasıt, bâtıl olan yollarla mal elde etmektir, yemektir. Dolayısıyla başkasına zulmeden, başkasını ezen kimse tıpkı kendi canına kıyan kimse gibidir. Yahut bunun manası şöyledir: “Heva ve heveslerinize uyarak canınıza kıymayın.” demektir. Veya “öldürülmenizi gerektirecek herhangi bir cinayet işlemeyin.” demektir.

Şüphesiz Allah, sizi esirgeyicidir.” Allah sizi esirgediği, korunmanızı istediği için mallarınızı nasıl korumanız gerektiği hususunda sizi uyarıyor, bedenlerinizin, canınızın sağliği için sizin dikkatinizi çekiyor.

Bir tefsir de şöyle yapılmıştır: Yüce Allah İsrâ'il oğullarına, kendileri için bir tevbe olmak üzere canlarına kıymalarını ve kendilerini ya da birbirlerini öldürmelerini hatalarından arınınaları için onlara emretmiştir.”

(.......) Ancak ey Resûlüm Muhammed ümmeti! Yüce Allah size karşı merhametli olduğundan dolayı bu şekilde altından kalkılamayacak zor bir sorumluluk altına sizi sokmamıştır.

30

Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe koyacağız; bu ise Allah'a çok kolaydır.

(.......) kelimelerinin her ikisi de mastar olup ya hâl olarak veya her ikisi de mef'ûlü leh olarak gelmişlerdir.

(bilsin ki) onu ateşe koyacağız;” özel hazırlanmış bir ateşe, azâbı çok şiddetli olan bir ateşe atacağımızı bilsin.

(.......) ateşe atma- Allah'a çok kolayda:” İşte Âyeti Kerîme'de tehdit içeren bu ifade, haksız yere adam öldürmeyi helâl ve mubah sayan kimse için ebedî cehennemde kalışı anlatırken, böyle bir inkâr ya da helâl sayma olmadan gerçekleşen hatalar içinse, ateşe girmeyi hakettiklerini, fakat yine de Allah'ın bu gibileri bağışlayabileceği vadini içermektedir.

31

Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız.

Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz.” Abdullah b. Mesud'dan rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir:

“Büyük günahlar, Allah'ın yasakladığı ve Nisa Suresinin (bu surenin) başından itibâren bu âyetin “Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız...” ifadesine kadar anlatıları yasaklardır.”

Yine Abdullah b. Mesut anlatıyor, diyor ki: “Büyük günahlar üç çeşittir; Allah'a şirk (ortak) koşmak, Allah'ın rahmetinden umudunu kesmek ve Allah'ın mekrinden (kişiyi cezâlarıdırmasından) güvencede olmak, yani Allah beni asla cezâlarıdırmaz, diye güvenmek”

Bir başka tefsire göre, Abdullah b. Mesud'un, (.......) kırâatine göre ve bu delile dayanılarak büyük günahlar küfrün her çeşididir, denilmiştir.

ve sizi şerefli bir yere sokarız.” Buradaki, (.......) kelimesini, kırâat imâmlarından Nâfi ve Ebû Cafer, (.......) olarak okumuşlardır. Her iki kelime de hem mekân ve hem mastar manasmadırlar. (.......) kelimesi, güzel, şerefli manalarına gelir.

Abdullah b. Abbâs şöyle diyor: “Bu surede sekiz âyet vardır ki, üzerlerine güneş doğup batan bu ümmet için en hayırlı ayetlerdir. Bu âyetler de: 26, 27, 28, 31, 40, 48, 110 ve 147. ayetlerdir.”

Mu'tezile mezhebi mensupları bu ayete dayanarak; “Büyük günahlardan sakınılması için küçük günahların mutlak manada bağışlarınaları vacip ve gereklidir, dolayısıyla bu olamayacağına göre büyük günahların bağışlarınası mümkün değildir.” demişlerse de, onların bu görüşleri bâtıl, anlamsız ve geçersizdir. Çünkü; ister büyük günahlar olsun, ister küçük günahlar olsun hepsi de Allah'ın dilemesine, meşietine bağlıdır ve bunlar Allah katında eşit şeylerdir. Dilerse bu ikisi sebebiyle Allah kuluna azap edebileceği gibi dilerse bu ikisini de bağışlayabilir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor:

Allah, kendisine şirk (ortak) koşulmasını asla bağışlamaz; Bundan başka günahları dilediği kimse için bağışlar.” Nisa, 48.

İşte bu âyette görüldüğü gibi yüce Allah şirk dışında kalan günahları bağışlayabileceğim vaad ediyor ve bunu kendi dilemesine bağlı kılıyor. Kaldı ki:

“Şüphesiz iyilikler kötülükleri yok eder.” Hûd, 114.

Âyeti de ister büyük günahlar ister küçük günahlar olsun, bütün bun ların insanın yapacağı iyi iş ve amellerle yok edilebileceğine delâlet etmektedir, bunun olabileceğini göstermektedir.

Çünkü âyette geçen, “kötülükler” kelimesi, büyük ve küçük bütün günahlar anlamındadır.

Bundan sonra gelen ayetle yüce Allah yine birtakım uyanlarda bulunmaktadır. Başkasına âit bir malı bâtıl ve haksız yollarla edinmenin, haksız yere adam öldürmenin ve cana kıymanın dayanağı esas itibariyle başkasına âit olan mala, mevkiye ve makama göz dikmekten, onların özle mini çekmekten ileri gelir. İşte yüce Rabbimiz bu ayetle, kimi insanları kimisinden mal, servet, makam ve mevkice üstün kılması sebebiyle, onlara göz dikilmemesini, onların özlemlerinin çekilmemesini emretmektedir ve şöyle buyurmaktadır:

32

Allah'ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kâdirıların da kazandıklarından nasipleri var. Allah'tan lütfunu isteyin; şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir.

Allah'ın sizi, birbirinizden üstün kddığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyin.” Çünkü bu manadaki bir üstünlük bizzat Allah tarafından olan bir taksim ve bölüştürmedir. Allah'ın hikmeti gereği, tedbiri icabı ve kullarının durumların bilmesi sebebiyle bu, böyledir. Aynı zamanda kiminin nzkını bol, kimininkini de dar kılmasının gereği olarak böyle olmuştur. Dolayısıyla herkesin kendisi için olan taksimata, bölüşüme nza göstermesi, karşı çıkmaması gerekir. Kardeşi kendisinden nasip bakımın dan üstündür diye onu kıskanmamalı, haset etmemeli ve ona göz dikmemelidir.

Haset: Var olan her çeşit değerlerin kendisine âit olmasını ve başkasının (arkadaşırıın) elinde var olanın ise yok olmasını istemektir. Bir de gıpta vardır ki, buna imrenmek de denir. Kendisi için istediği bir şeyi başkası için de arzulamak, istemektir. Gıbtaya izin varken, bir öncekine yani hasede izin yoktur ve o yasaklarınıştır. Bir de erkekler:

“Bizler nasıl ki miras bakımından kadınların aldıklarının iki katım alıyorsak, ecir ve mükâfat bakımından da Allah katında kâdirıların aldıklarının iki katım dileriz.” deyince, kâdirılar da:

“Öyleyse bizim de günahlarınıız, işlediğimiz hataların vebali erkeklerinkisinin yarısı kadar düşük olsun isteriz.” dediler. İşte bunun üzerine Rabbim bu âyeti indirdi:

Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kâdirıların da kazandıklarından nasipleri var.”

Yani; bu durum miras bölüşümü gibi değildir. :

Allah'tan lülfunu isteyin;” Çünkü Allah'ın hazineleri bitip tükenmez. Dolayısıyla insanların ellerindeki üstünlüklere göz dikmeyin.

Şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir.” insanlar arasındaki mal ve mevki bakımından olan üstünlükler yüce Allah'ın ilmine ve bilgisine dayanmaktadır ve bu, kişiye, onun uygun görmesi sebebiyle verilmektedir.

Süfyan b. Uyeyne (107-198/725-813) şöyle demiştir:

Allah, bir şeyi isteyin, diye emretmişse, mutlaka onu vermiştir (verir).”

Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Her kim Allah'ın fazlından ve lütfundan istemezse, Allah ona gazapta bulunur (kızar).” Ve yine hadiste şu ifadeler yer almaktadır:

Allah kuluna âit hayrın (iyiliğin) çoğunu tutar, ona hemen vermez ve şöyle buyurur: “Bak. İbn Mâce; 3827.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Ali, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır.

33

(Erkek ve kadından) her biri için, ana, baba ve akrabanın bıraktığından (hisselerini alacak olan) vârisler kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de paylarını verin. Çünkü Allah her şeyi görmek tedir.

(Erkek ve kadından) her biri için, ana, baba ve akrabanın bıraktığından (hisselerini alacak olan) vârisler kıldık.” Bu âyette yer alan, (.......) kelimesinin muzâfun ileyhi mahzûftur. Bu, (.......) veya (.......) takdirindedir. (.......) varisler (mirasçılar) veya miras alanlar kıldık. Çünkü bunlar hemen o malı ele geçirip idaresini üstlenirler.

(.......) kavli mahzûf malın sıfatıdır.

Yani;

“anne ve babanın geride bıraktığı her tür maldan” demektir. Ya da bu ifade, mahzûf bir fiilin kendisine taallûk etmekte olup bu mahzûf olan fiile de (.......) kelimesi delâlet etmektedir. Bu da, “Geride bıraktıklarına mirasçı olur.” takdirindedir.

Yeminlerinizin bağladığı kimselere de paylanın verin”

Yani; siz onları kendi ellerinizle kendinize bağlayıp bağımlı hâle getirdiniz. Buradaki, (.......) kavli, şart manası taşıyan bir mübtedadır. Bunun haberi de; (.......) kavli olup (.......) harfiyle beraber haberdirler.

Kûfe kırâat imâmları bu (.......) kelimesini, burada görüldüğü gibi okumuşlardır. Manası şöyledir: “Sizin yeminlerinizle kendileriyle sözleşip akit yaptığınız kimselere mirastan paylarını verin.” Buradaki akitten gaye, muvalât ile alâkalı olan akittir. Bu ise zaten meşru olan bir sözleşmedir. Genel olarak bu yoldan mirasçı olmak sahâbe tarafından da sabit olan, biz Hanefîlerin de görüşüdür. Bunun açıklaması da şöyledir:

“Bir erkek ya da kadın İslâm dinini kabul eder ve bunların herhangi bir varisleri de yoksa, kendileri de Arap asıllı ve azatlı bir köle de değilseler ve bu kimseler, Müslüman olan diğer bir kimseye, (.......) derse, ötekisi de,'Ben de kabul ettim.'derse, işte bu sözleşme bu haliyle geçerli olmuş olur. Dolayısıyla üstten aşağıya doğru mirasçı olunmuş olunur.”

Çünkü Allah her şeyi görmekledir.”

Yani; Allah gaybı da hazır olanı da veya görülemeyeni de görüleni de bilir. İşte bu vadin de tehdidin de en açık ve net olan durumunu ortaya koymaktadır.

34

Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadmların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kâdirılar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadmlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itâat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.

Erkekler kâdirıların yöneticisi ve koruyucusudur.” Emreden ve yasaklayan olarak, tıpkı devlet adamlarının vâtandaşları üzerinde egemen oldukları gibi kâdirılar üzerinde erkekler egemendirler. İşte bu bakımdan erkekler (.......) diye adlarıdırıldılar.

“.... Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için...”

Bu âyette geçen, (.......) kavlindeki zamîr ise erkekler ve kadınlara râcidir.

YaniYüce Allah'ın, insanların bir kısmını -ki bunlar erkeklerdir-, bir kısmından -bunlar da kâdirılardır- üstün kılması, onlar üzerinde yönetici (idareci) kılmasındandır.

Allah erkekleri akıl, azim, yetenek, kararlılık, güvenli olmaları, güç, kuvvet ve kudret sâhibi bulunmaları, uzak görüşlü olmaları, savaşta öncülük etmeleri, yükün onlarda olması bakımından kâdirılardan üstün kılmıştır. Aynı şekilde tastamam olarak oruç tutmaları ve namazlarını tam ve kamil manada kılmaları, peygamberliğin, devlet başkanliğinın (hilafetin), İmâmetin (liderliğin) bunlara verilmesi, ayrıca cemaate imâmlık etmeleri, müezzin olmaları, hutbenin onlar tarafından okunması, cemaatin erkeklerden oluşması, Cuma namazının erkeklere farz olması gibi nedenlerden ötürü de erkekler kâdirılardan üstündürler.

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye göre Kurban bayramı günlerinde Teşrik Tekbirleriyle yükümlü olmaları, had ve kısas cezâlarının uygularınasında erkeklerin şâhitliklerinin geçerli kılınması, keza erkeklerin mirasta kâdirıların aldıklarının iki katını almaları gibi konularda da erkekler kâdirılardan üstündürler. Aynı zamanda miras konusunda asabe olmaları hâlinde miras hakkını elde etmeleri, nikah (evlenme) ve talak (boşama) hakkının erkekler elinde olması, soyun (nesebin), erkekler yoluyla devam ettirilmiş olması, sakal sâhibi olmaları ve sarık takmaları açısından da erkekler kâdirılardan üstündürler.

Diğer taraftan kâdirıların nafakalannı sağlamak da erkeklere âittir. Kaldı ki ayrıca bu âyet, kâdirıların nafakalannın (ihtiyaçlarının) sağlarınasının erkeklere vacip (farz) olduğunun da delilidir.

Daha sonra Rabbimiz burada gördüğümüz gibi kadınları iki kısma ayırmaktadır. Bunlardan ilk kısmı, şimdi mana ve tefsirini ele alacağımız şu kısımdır:

“Onun için sâliha -yapmaları gereken görevleri yerine getiren- kâdirılar itaatkârdırlar. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık -Allah'ın, kocalarına, kâdirılarını korumaları, haklarına riayet etmeleri konusunda, (.......) Nisa, 19. emir ve tavsiyelerine karşılık- gizliyi, (kimse görmese de namus larını) koruyucudurlar. Kocalarının bulunmaması hâlinde yapılması gerekenlere uyanlardır.

Yani kocalarının evde olmamaları hâlinde namus ve iffetlerini, evlerini, mallarını muhafaza edenlerdir, sırlarını gizleyenlerdir.

Veya Allah'ın onları korumasına, muhafaza etmesine ve o kadınları, kocalarının yokluğunda namus ve iffetlerini korumalarına muvaffak kılmasına karşılık, yahut da bizzat yüce Allah'ın o kadınları korumasına karşılık demektir. Çünkü Allah, onlara namuslarını korumaları imkanım vermiştir.

İkinci kısma gelince, bunlar da yine bu âyetin şimdi sunacağımız kısmında ele alınmaktadır. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

Baş kaldırmasından -isyan etmelerinden, kocalarına itaatsizlik etmelerinden- endişe etliğiniz kâdirılara öğüt verin,” . -Allah'ın azâbım o kâdirılara hatırlatarak, hafifçe döverek korkutun.

(.......) — Neşz kelimesi, yüksek yer demektir. Öğüt: Katı yürekleri ve sert karaktere sahip kimseleri yumuşatan, hakka özendiren söze denir. İbn Abbâs'tan rivâyete göre; kocasının haklarını hafife alan, aşağılayan, emrine itâat etmeyen kadın, demektir.

“Onları yataklarda, yalnız bırakın” Beraber aynı yatağı paylaşmayın, cinsel ilişkiye girmeyin veya yataklarında sırtınızı onlara çevirip dargın durun, çünkü burada yataklarından uzaklasın denmemektedir.

Yani (.......) cer edatı getirilmemiş ve (.......) denmemiştir. (Bunlarla yola gelmezlerse) dövün.” Onların herhangi bir yerinde yara-bere yapmaksızın, bir tarafını zedelemeden hafifçe dövün.

Bu konuda izlenecek yol şöyledir; önce kadına öğüt vermek, sonra yatağını ayırmak, sonra da eğer öğütten ve yatağını ayrı İmasından ders almayacaksa hafifçe dövmek gelir.

Eğer -serkeşliği bırakıp- size itâat ederlerse arlık onların aleyhine başka bir yol aramayın; -Artık onlara eza ve cefayı bırakın, ezadan uzak durun. Çünkü Allah yücedir, büyüktür.” Eğer elleriniz o kâdirılara kalkar ve kendilerine haksızlık ederseniz, şunu iyi bilin ki, sizin kadınlara karşı gösterdiğiniz güçten ve kudretten daha üstün olarak Allah'ın gücü ve kudreti vardır.

Dolayısıyla o kâdirılara zulm etmekten, haksızlıkta bulunmaktan uzak durun, elinizi çekin. Veya:

Çünkü Allah yücedir, büyüktür.” kavli, şu manaya gelir:

“Siz Allah'ın şanının yüceliğine, kibriyasına (ululuğuna) ve azametine rağmen O'na karşı geliyorsunuz. Fakat yine de sizin tevbe etmeniz durumunda tevbenizi kabul ediyor. Dolayısıyla size karşı suç ve cinayet işlemiş olsalar bile pişmanlık duyup bundan dönmeleri hâlinde, onlara göre siz, bu takdirde affolunmaya daha layıksınız.”

Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) fiilini mefulüdür.

Şimdi tefsirini okuyacağımız âyette yüce Allah ilgililere sesleniyor ve şöyle buyuruyor:

35

Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsamz, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.

Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız,” Aslında bu (.......) demek olup, burada (.......) kelimesi, zarfa muzaf olmuştur. Bu, tıpkı: (.......)Sebe, 33 âyetine benzer ki bu aslında, (.......) takdirindedir.

Şikak: Düşmanlık anlaşmazlık, aynlık ve ihtilaf manalarınadır. Çün kü taraflardan hem kan ve hem koca birbirlerine sıkıntı vermekte, biri ötekisine zorluk çıkarmakta veya zorluk verecek tarafa yönelmektedir.

Kısaca arkadaşırıın memnun olmayacağı ve hoşlarınayacağı tarafı tercih etmektedir. Âyette geçen (.......) zamîri eşlerin her ikisine de râcidir.

Âyette özellikle kan ve koca diye açık olarak belirtilmemesi, her ikisine delalet eden ifadenin burada yer almış olmasından dolayıdır. Bu ise, “erkekler ve kâdirılar” demektir.

-İkisi arasında hüküm vermek ve aralarını bulmak için- erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin.” Çünkü gidecek olan her iki hakemin tarafların ailelerinden birer kimse olarak gönderilmeleri şu açıdan istenmiştir. Tarafların akrabası olan kişiler, akrabalıkları sebebiyle ailenin iç durumlarına daha yakından vakıftırlar. Dolayısıyla her iki tarafta aralarını bulmada oldukça istekli olurlar. Kaldı ki gelecek olan hakemleri de taraflar gönül huzuruyla kabul edebilir ve bir yanlış yapmayacaklarına kanaat getirebilirler. Dolayısıyla gelen hakemlere, kan ve koca çekinmeden birbirlerine karşı içlerinde var olan sevgilerini veya nefretlerini, açıklayabilirler. Beraber kalıp kalanayacaklarını da bu hakemlere gayet rahat olarak aktarabilirler.

“Bunlar barıştırmak islerlerse Allah aralarını bulur;” Burada, (.......) kavlindeki zamîr hakemlere ve (.......) kavlindeki zamîr de eşlere âittir.

Yani eğer aralarını bulmayı dilerlerse, niyetleri de iyi ise, Allah, her ikisini arasında aracılık etmeleri sebebiyle haklarında bu görevi bereketli kılar, verimli duruma getirir. Dolayısıyla Allah'u Teala her iki hakemin iyi niyet yuvanın devamına katkıda bulunma gayretleri yüzünden kan ile kocanın her ikisinin de gönüllerine sevgi sokar ve onları banşıp anlaşmaya muvaffak kılar.

Veya bu zamîrler her ikisi de hakemlere râcidir. Bu takdirde mana şöyle olmaktadır: Eğer hakemler tarafların arasım bulmak kan ile kocaya öğüt vermek ister ve bu amacı taşırlarsa Allah onları bu görevlerinde muvaffak kılar ve her ikisini de bir nokta ve bir esas üzerinde ittifak etmelerine imkan verir. Dolayısıyla istenilen hedefi gerçekleştirene kadar hakemlerin her ikisi de dayanışma içinde olurlar.

Veya zamîrlerin her ikisi de eşlere râcidir. Bu takdirde ise mana şöyle olur: Eğer kan ile koca aralarındaki anlaşmazlığa son vermek ister, iyi bir yuvanın devamını arzu ederler, aralarındaki anlaşmazlığın son bulmasmı dilerlerse, Allah ikisinin arasına sevgi sokar, anlaşmazlıklarını aralarında uyuma dönüştürür, kini de sevgiye çevirir.

Şüphesiz Allah her şeyi bilen, -hakemlerin muradını bilir- her şeyden haberdar olandır.” Eşlerden hangisinin ötekisine zulmettiğini de bilir.

Hakemlerin ayrıca kan ile kocayı birbirinden ayırma yetkileri yoktur. Ancak İmâm Mâlik bu görüşe karşı çıkmıştır.

36

Allah'a ibâdet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakm komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah, kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.

Allah'a ibâdet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” Kulluğun dört kısım olduğu belirtilmiştir:

a - Ahde vefa (verilen sözde durmak),

b - Var olana nza göstermek,

c - Sının koruyup aşmamak,

d - Ve olmayana sabretmektir.

Şirk (ortak) koşmamaya gelince, herhangi bir putu veya başka bir şeyi Allah'a ortak koşmamaktır. Bu, (.......) kelimesinin, (.......) manasında mastar olma ihtimali de vardır.

(.......) Anaya-babaya -her ikisine de söz, fiil ve davranışlarınızla iyilikte bulunun, ihtiyaçlarının olması hâlinde ise, her ikisinin ihtiyaçlarını giderin, akrabaya -kendileriyle sizin aranızda akrabalık ilişkileri bulunan kardeşe, amcaya ve bunlar dışındaki her akrabaya-, yetimlere, yakın komşuya -hemen yanı başırıızda bulunan komşuya-, uzak komşuya -sizden oldukça uzak olan komşulara veya soy bakımından size yakın olan komşu ve bir de yabancı olan, akraba olmayan komşuya-, (.......) yakın arkadaşa -hanımınıza, eşinize. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) den rivâyete göre demiştir ki:

Ya da bunlar senin yanı başında bulunan arkadaşların ve komşularındır. Meselâ yolculukta ya da ilim öğreniminde veya başka türlü olan arkadaşlarına, yahut da herhangi bir mescitte veya mecliste yanı başında bulunanlara da-, “yolcuya -garip ve zayıf olanlara- ellerinizin allmda bulunan (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın.

Allah kendini beğenen büyüklenerek Allah'a yakın olmaktan kaçana, O'na komşuluktan uzak duranlara iltifat etmez, bakmaz- ve daima böbürlenip duran -kendisini şöyle veya böyle yaptım diyerek büyüklenen- kimseyi sevmez. Ancak yaptıklarını sadece Allah'ın nimetlerini itiraf kabilinden söylerse bunda herhangi bir sakınca ve vebal yoktur. Çünkü şükür maksadıyla dile getirilmiş olmaktadır.

37

Bunlar cimrilik eden ve insanlara da cimriliği tavsiye eden, Allah'ın kendilerine lütfundan verdiğini gizleyen kimselerdir. Biz, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırladık.

“Bunlar cimrilik eden, ve insanlara da cimriliği tavsiye eden...”

Buradaki, (.......) kavli, (.......) kavlinden bedel olarak mensûbtur. Âyette geçen, (.......) edatı çoğul manasını taşıdığından, (.......) fiili bu manaya göre cemi' kılınmıştır. Ya da zem (yerme) anlamında olarak cemidir. Veya mahzûf bir mübtedanın haberi olması bakımından mensûbtur. Mahzûf haber de, (.......) zamîridir.

Yani “Onlar cimrilik ederler.” demektir.

(.......) kelimesi, kırâat imâmlarından Hamza ve Ali tarafından, (.......) olarak tıpkı, (.......) ve (.......) okunmuştur.

Yani bizzat kendileri cimrilik ederler ve başkalannın ellerinde olan şeyden dolayı da cimrilik ederler, bir başkasının bile yardım etmesini istemezler, onların da yardımların kısmalarını ister, cimrilik önerirler. Çünkü cömertleri kıskanırlar, onlara kin ve öfke beslerler. Diğer bir tefsir ise şöyledir:

(.......) Buhl (cimrilik), bizzat elindekileri kendi başına yemek başkalanna yedirmemektir. (.......) Şuhh ise kişinin elindekileri yemediği gibi başkalanna da yedirmemesidir. (.......) Seha de: Kazandıklarını hem kendisi hem de başkalanna yediren, içirendir. (.......) Cud (cömertlik) de var olanı, elindekini başkalanna yediren ve fakat kendisi yemeyendir.

Allah'ın kendilerine lütfundan verdiğini gizleyen kimselerdir.” Yüce Allah'ın kendilerine nimet olarak verdiği malları, bolluk ve refah içindeki hallerini gizlerler. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

Allah, herhangi bir kuluna bir nimet verince, verdiği o nimeti kulunun üzerinde görmek ister.” Tirmizî bu hadisi şu lafızla rivâyet etmiştir: “Şüphesiz Allah, kulunun üzerinde nimetinin eserini görmek ister.” Bak. Tirmizî; 2819

Harun Reşid'in valilerinden biri tam onun sarayının karşısına bir saray diker ve kendi yaptırdığı sarayı Harun Reşid'e göstererek der ki:

“(.......) Adamın bu sözü Harun Reşid'in hoşluna gider ve memnun olur.”

Diğer bir tefsire göre de bu âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in özelliklerini gizleyen Yahûdîler hakkında nâzil olmuştur.

Biz, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırladık.” Âhirette kendilerini aşağılatan, küçük düşüren, basitleştiren bir azap hazırladık.

38

Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları hâlde mallarını, insanlara gösteriş için infak edenler (âhirette azâba dûçâr olurlar). Şeytan bir kimseye arkadaş olursa, ne kötü bir arkadaştır o!

Mallarını, insanlara gösteriş için sarfedenler de (âhirette azâba dûçâr olurlar).”

Bu âyet, (.......) kavli üzerine veya, (.......) üzerine ma'tûf bulunmaktadır. (.......) kavli ise mefûl-ü lehtir.

Yani övünmek ve böbürlenmek için bir de, “ne cömert adammış” desinler için yaparlar. Yoksa Allah rızasını gözetmek bunların istedikleri bir şey değildir. İşte bunlar münâfık olan kimseler olabilecekleri gibi aynı zamanda Mekke müşrikleri de olabilirler.

Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları hâlde...” Şeytan bir kimsiye arkadaş olursa, ne kötü bir arkadaştır o!” Çünkü şeytan onları hep cimriliğe, pintiliğe ve kötülüğe sürükleyip götürmüştür. Burada bu ifadenin bu kimseleri tehdit için olması da câizdir. Çünkü yarın kıyamet gününde şeytan cehennem ateşinde onlara yakın kılınır, onların yandaşı yapılır.

39

Allah'a ve âhiret gününe îman edip de Allah'ın kendilerine verdiğinden (O'nun yolunda) harcasalardı ne olurdu sanki! Allah onların durumunu hakkıyle bilmektedir.

Allah'a ve âhiret gününe îman edip de Allah'ın kendilerine verdiğinden (O'nun yolunda) harcasalardı ne olurdu sanki!” Îman etme ve Allah yolunda infakta bulunma gibi şeylerin hangisi insanın başına bir bela ve sıkıntı getirecektir ki? Buradaki ifadeden asıl maksat, yerme ve uyarmadır. Zira bun da iyilik ve fayda vardır. Bu ifade âdeta bir kimsenin, “Ne olurdu, anne ve babana iyilikte bulunsaydın, sana bir zararı mı olacaktı?” gibisinden bir ifadeye benzemektedir. Kaldı ki anne ve babaya iyilik yapmanın bir zarannm olmadığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Fakat bu şekilde bir ifade o şahsı kınamak ve kötülemektir.

Allah onların durumuna hakkıyle bilmektedir. “Bu, tehdit içeren bir ifadedir.

40

Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. (Kulun yaptığı iş, eğer bir kötülük ise, onun cezâsını adaletle verir.) İyilik olursa onu katlar (kat kat arttınr), kendinden de büyük mükâfat verir.

Şüphe yok ki Allah zerre kadar haicsızlık elmez.” Âyette geçen, “zerre” kelimesi, bir tür, oldukça küçük olan kannea anlamına gelir... İbn Abbâs (radıyallahü anh) elini toprağın içine daldırmış, sonra da kaldırarak, eline (avucuna) üfleyip o tozları yok etmiş ve:

- “İşte bunların her biri birer zerredir.” diye buyurmuştur.

Bir diğer tefsire göre ise; “Kainatta var olan şeylerin en ufak parçalarından her biri için zerre ismi kullanılır.”

“İyilik olursa onu katlar (kat kat arttınr),” Burada, “miskal” kelimesine râci olan zamîrin müennes (dişi) olarak gelmiş olması, bunun müennes/dişi olan bir kelimeye muzaf olmasındandır.

Hicaz kırâat imâmların (Mekke ve Medine kırâat imâmları), (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. Böyle okumalarının gerekçesi de, (.......) fiilini tam fiil kabul etmelerindendir. (.......) kelimesinden (.......) harfinin hazfedilmesi (kaldmlması), ve (.......) olarak gelmesi, bu kelimenin çokça kullanılır olmasındandır.

(.......) sevabını kat kat kılar, demektir. Bu kelimeyi, kırâat imâmlarından İbn-i Kesir ve İbn-i Amir şeddeli olarak, kasr ile (uzatmaksızm), (.......) olarak okumuşlardır.

Kendinden de büyük mükâfat verir.” Allah bu iyiliği yapan kimseye de katından büyük bir ecir ve mükâfat verir. Allah'ın en büyük ecir diye nitelediği bir şeyin miktar ve ölçüsünü acaba değerlendirebilecek biri var mıdır? Kaldı ki Allah, dünya metamı az şey olarak değerlendirmiş ve böyle isimlendirmiştir.

Ayrıca bu âyette, “Birçok iyilikleri bulunan kimsenin büyük günah işlemesi hâlinde ebedî olarak cehennemliktir.” diyen Mu'tezile'ye de bir cevap bulunmaktadır ve onların bu görüşlerini geçersiz kılıp iptal etmektedir.

41

Her bir ümmetten bir şâhit getirdiğimiz ve seni de onlara şâhit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!

Her bir ümmetten bir sahil getirdiğimiz”

Yani Yahûdîler olsun, diğer kâfirler olsun, biz bu inkârcı toplumlara yapıp ettikleri peygamberlerini tanık olarak getirdiğimiz zaman acaba ne yapacaklar ki?

ve seni de, onlara -ümmetin- şâhit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!” Burada geçen, (.......) kelimesi hâldir.

Yani îman edenlere, îman ettiler ve inkâr edenlere de küfrettiler, münâfık olanlara ise münâfıklık ettiler diye şâhitlikte bulunacakları hâlde..

Abdullah b. Mesud'dan rivâyete_göre: “Kendisi Resûlüllah'a Nisa sûresini okumaya başlamış ve (.......) âyetine gelip burayı okuduğunda, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ağlamaya başlamış ve şöyle buyurmuştur:

Bu okuduğumuz bize kafi gelir.” Bak. Ahmed b. Hanbel, Müsned; 1/380. Buhârî, 4582. Müslim; 800.

42

“-Allah'ı- İnkar edip peygamberi dinlemeyenler, o gün yerin dibine batırılmayı temenni ederler” Nasıl ki ölüler defn edildikten sonra üzerlerine toprak örtülerek yerle bir edilip aynı seviyeye getiriliyorlarsa, onlar da kıyamet gününde öylece üzerlerine toprak atılıp yerle bir olmalarını temenni edeceklerdir. Veya hiç diri İtilmemelerini arzulayıp duracaklardır. Kendileri de toprakla beraber düzlenip kalmalarını dileyeceklerdir. Ya da insanlar dışındaki diğer canlıların, hayvanların toprağa dönüşmeleri gibi, onlar da durumlarının öyle olmasını isteyeceklerdir.

İnkar edip peygamberi dinlemeyenler o gün yerin dibine batırılmayı temenni ederler ve Allah'tan hiçbir haberi gizleyemezler.

(.......) kelimesi, (.......) kavlinden zarftır. Kırâat imâmlarından Hamza, Ali Kisâî (.......) kelimesini, (.......) harfinin fethasıyla, (.......) harfinin sükunu ile imale yaparak ve iki (.......) harfinden birini kaldırarak (hazfederek) okumuşlardır.

Yani kelimeyi, (.......) olarak ele almışlardır. Ancak Nâfi, Ebû Cafer ve İbn Âmir aynı kelimeyi, (.......) harfini (.......) harfine idğam ederek, imalesiz olarak (.......) seklinde okumuşlardır.

ve Allah'ları hiçbir haberi gizleyemezler.”

Bu yeni bir cümledir.

Yani gizlemek isteseler de buna güç yetireme yecekler ve kâdir olamayacaklardır. Çünkü vücut organları zaten onların aleyhine tanıklık edecektir.

43

Ey îman edenler! Siz sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken de -yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse, yahut kadınlara dokunup da (bu durumlarda) su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.

Ey îman edenler! Siz Sarhoş iken, ... namaza yaklaşmayın.”

Yani böyle sarhoş bir hâlde bulunurken, “-ne söylediğinizi bilinceye kadar-”

Yani okuduğunuzun ne anlama geldiğini bilinceye kadar. İşte âyetin bu kısmı bize şunu ifade eder; sarhoş iken, irtidat edecek ifade kullarıan bir kimsenin bu irtidatı, dinden dönme değildir. Çünkü Kafirun sûresinde olumsuzluk manasını ifade eden, (.......) ları Ya da (.......) ları (mütercim) ayetten çıkarıp atmak küfürdür. Ancak namazda bu şekilde okunduğu hâlde, böyle okuyanların kafirliklerine hükmedilmemiştir. Hatta bunun ötesinde, mü’minler (imanlı kimseler) diye hitap edilmiştir.

Kaldı ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu kimsenin hanıminin ondan aynlmasmı emretmediği gibi imanların yenilemesini (tazelemesini) de emir buyurmamıştır. Çünkü ümmet, “bir kimsenin ağzından kasıtlı olarak değil, hata veya yanlışlıkla küfür gerektiren bir ifade çıkması durumunda, onun küfre girmeyeceği” hükmünde icma (ittifak) etmişlerdir.

Ve cünüp iken de,” Bu kelime, (.......) kavli üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Çünkü bu cümle, başında bulunan (.......) harfiyle beraber hâl olarak mensubtur. Sanki burada, “Sarhoşken ve cünüp bir hâldeyken namaza yaklaşmayın.” denir dibidir.

Yani cünüp bir hâlde iken de namaz kılmayın. “cünüp” kelimesi, hem tekil, hem çoğul, hem eril ve hem dişi olarak aynı manalarda eşit olarak kullanılan bir kelimedir. Çünkü bu, mastar manasında kullanılan, (.......) anlamında bir kelimedir.

Yolcu olan müstesna,” Bu ifade, (.......) kavlinin sıfatıdır.

Yani; “yolcu olmanız hâli dışında cünüp iken namaza yaklaşmayın.” Kısaca; “yolcu değilken, mukim hâlde bulunduğunuzda cünüp iken...” demektir. Burada geçen cünüplükten maksat ise, “yıkanma ları gerektiği hâlde henüz yıkanmamış olanlar” demektir. Sanki burada şöyle denilir gibidir: “Yıkanmamış bir vaziyette namaza yaklaşmayın” .

Gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın.”

Yani sizler yolcu olup da su bulamamanız ve teyemmüm etmiş olmanız hâli dışında, demektir. Dikkat edilirse burada teyemmüm ifadesi yerine mecâzî manada yolcu tabiri zikredildi. Çünkü genelde yolculuk hâlinde bulunan kimseler su bulamazlar (su bulma sıkıntısı çekerler). İşte bu görüş İmâm Ebû Hanîfe'nin mezhebidir. Bu ise Hazret-i Ali (radıyallahü anh) den rivâyet olunmuştur.

İmâm-ı Şâfiî (radıyallahü anh) ise: “Namaza yaklaşmayın.” kavlini, namaz yerlerine yaklaşmayın diye tefsirlamıştır ki, bu yerler” de cami ve mescitlerdir. “Cünüp iken” kavli de, “Cünüp iken mescit ve camilere yaklaşmayın.” Meğer yolunuzun, bu mescitlerin içinden geçmesi hâli bunun dışındadır. Bu takdirde geçebilirsiniz. Dolayısıyla cünüp olan bir kimse için başka bir imkan olmayıp oradan geçmek ihtiyaç hâlinde ise, bu durumda ihtiyaç hâlinden dolayı cünüp bir kimsenin oradan geçip gitmesi câizdir.

Eğer hasta olur veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse,” Burada geçen, (.......) kelimesi, defi hacet demek olup, tuvalet ihtiyacını görüp gelmişse, demektir. Kinaye olarak burada bu kelime kullanılmıştır. “yahut kâdirılara dokunup da” onlarla cinsel ilişkiye geçerseniz. Nitekim bu âyetin bu kısmı Hazret-i Ali ve İbn Abbâs (radıyallahü anhüma) tarafından da bu şekilde rivâyet olunmuştur. “(bu durumlarda) su bulamamışsanız”

Yani suyu kullarıabilecek bir güç ve imkân bulamamanız hâlinde, ya da suyun bulunduğu yerin oldukça uzak bir mesafede bulunması durumunda, ya da suyu alabilecek (çekebilecek) bir aletin veya aracın bulunamaması hâlinde yahut da suyun bulunduğu yerde yıları, yırtıcı hayvan veya bir düşmanın var olması gibi hallerde, (.......)H(.......) kelimesini (.......) (elif)siz, (.......) olarak okumuşlardır.

Zeccâc diyor ki:

“(.......) kelimesi, ister toprak olsun ister olmasın bütün yeryüzü manasınadır. Hatta üzerinde toprak bulunmayan bir kaya (taş) parçası da olsa durum aynıdır. Eğer teyemmüm eden bir kimse elini bu türden yeryüzüne vursa ve teyemmüm için yüzüne ve ellerine sürse (meshetse) işte bu onun için abdest olmuş olur.”

Diğer taraftan Mâide süresindeki, (.......) edatı teb'îz (bir kısım) için olup, ibtidai gaye (başlarıgıç noktasını tesbit) için değildir. (.......) kelimesi burada (.......) temiz manasınadır.

Yüzlerinize ve ellerinize sürün.” Burada, (.......) kavlindeki (.......) harfi, zâidedir.

Şüphesiz Allah -ruhsat tanıyarak ve kolaylık göstererek- çok affedici, -hatalarını ve yanlışlarını da- bağışlayıcıdır”

44

Kendilerine Kitap'tan nasip verilenlere baksana! Sapıkliği satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar!

Kendilerine Kitap'tan nasip verilenlere baksana!”

Yani Tevrât hakkında bilgi sâhibi olanlar ki bunlar da Yahûdî din bilginleridir. (.......) Burada, “görmedin mi?” anlamı na gelen bu kelime mana itibariyle, “kalp gözüyle veya mana gözüyle görmek” anlamına gelir. Bu kelime aynı zamanda, (.......) cer edatıyla mü teaddi (geçişli) hale gelmiştir. Bu ise, “Sen onların durumunu öğrenebilecek bilgiye ulaşmadın mı?” veya “Sen onları görmedin mi?” mana larınadır.

“Sapıkliği salın alıyorlar” Sapıkliği hidâyete tercih ediyorlar bu da, kendilerine apaçık âyet, delil ve mu'cizeler geldikten sonra ki bütün bu âyetler Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)en hak peygamber olduğunu, Arap kavminden olup Tevrât ile İncîl'de geleceği müjdelenen peygamber olduğu açıkça bildirilmiş olmasına rağmen onu inkâr edip Yahûdîlikte kalmaya ısrar eden kimselerdir.

Ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar/”

Yani ey inananlar! Sizin hak yolu bırakmanızı ve tıpkı onlar gibi sapmanızı isterler.

45

Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.

Allah, düşmanlarınızı -sizden- daha iyi bilir.” Allah, size bunların düşmanlıklarını bildirip tanıttı, öyleyse artık bunlardan uzak durun ve sakının. İşlerinizde onlardan öğüt almayın.

Gerçek bir dost olarak -size yarar sağlaması bakımından -Allah yeter, bir yardımcı olarak da -belaları önlemede de- Allah kâfidir.” O hâlde Allah'ın velayet ve dostluğuna, yar dımma güvenin, O varken asla başkalanna yaslarınayın. Ya da asla onlara önem vermeyin ve aldırmayın. Çünkü Allah muhakkak onlara karşı size yardım edecektir, onların hile ve tuzaklarına karşı Allah size yeter.

Burada, (.......) ve (.......) kelimeleri ya temyiz veya hâl olarak mensûbturlar.

46

Yahûdîlerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dille rini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygambere karşı) “İşittik ve karşı geldik” , “dinle, dinlemez olası” , “râinâ” derler. Eğer onlar “İşittik, itâat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.

Yahûdîlerden bir kısmı” kavli, (.......) kavlini açıklamaktadır veya, (.......) kavlini açıklamak içindir. İkisi arasında yer alan cümleler ise muterize (parantez) cümleleridir. Ya da bu kavil, (.......) kavline müteallik bulunmaktadır.

Yani size yardım eder.

Buradaki, (.......) kavli, tıpkı, (.......) Enbiyâ', 77. kavli gibidir. Ya da bu, mahzûf olan bir kelimeye taallûk etmektedir ki, bu mahzûf kelime de, (.......) kelimesidir.

Yani, “Yahûdîlerden öyle bir kavim/toplum da vardır ki,”

kelimeleri yerlerinden değiştirirle.,”

Burada (.......) kelimesi mübteda, (.......) kavli de bunun sıfatıdır. (.......) kavli ise mukaddem haberdir. Mevsûf (nitelenen) ise hazf edildiğinden, sıfatı onun yerini almıştır. Bu ise, (.......) kavlidir.

Yani o kelimeden farklı bir kelimeye yönelirler. Asıl olan kelimeyi ortadan kaldırırlar. Çünkü Yahûdîler bir kelimeyi değiştirip de yerine başka bir kelime koymak istediklerinde, Allah'ın onu Tevrât'ta olması gereken yere koymuş olduğu hâlde bunlar o kelimeyi başka bir yere yönlendirirler ve onu olması gereken yerden kaldırırlar. Meselâ; Tevrât'ta yer alan “Buğday renkli orta boylu” ifadesi yerine, “koyu esmer uzun boylu” ifadesini getirip koymaları gibi.

Bir de bu âyette, (.......) kavli zikredilirken, Mâide Sûresi, (41.) âyetinde bu kavil, (.......) olarak zikredilmiştir. (.......) kavlinin manası, yukarıda açıkladığımız gibi, “söz konusu kelimenin yerinin değiştirilmesi, ortadan kaldırılmasıdır.” Çünkü yüce Allah hikmeti gereği o kelimenin Tevrât'ta konulduğu yerde yer almasını murad etmektedir. Fakat Yahûdîler kendi heva ve arzuları nasıl istediyse onu o doğrultuda değiştirdiler, oradan yok ettiler, başka bir kelime getirip yerleştirdiler.

(.......) kavlinin manası ise şöyledir: Söz konusu kaldırıları kelimenin asıl yeri, zaten o kaldmları yer idi ve layık olanı da o kelimenin orada olmasıdır. Onu değiştirdiklerinde ise, o kelimeyi âdeta garip bir hâlde bıraktılar. Olması gereken yerde olmaması, gerçekten bir gariplik, bir farklı anlayış ortaya çıkarmaktadır.

Ancak her iki cümle mana itibariyle birbirine yakın bir anlam ifade ederler.

(Peygambere karşı)sözünü- “İşittik ve -emrine- karşı geldik” , -bu sözleri gizlice söylediler-” dinle -sözümüzü-, dinlemez olası” , (derler).”

(.......) kavli muhataptan hâldir.

Yani; “Dinlemez ve duyamaz olasıca adam dinle.” demektir.

Aslında bu ifade zem (yerme) ve medih (övme) ihtimali bulunan iki yönlü bir ifadedir.

Yani, “Aleyhine bedduada bulunduğumuz adam, bizi dinle, behey dinlemez (duymaz) olası adam!” demek olur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e kabul olunursa bir şey duymamış olur, dolayısıyla duymayan bir sağır olmuş olur. Yahûdîler bu sözü şuna dayanarak söylemektedirler: “İşitmez olası” demek, bunlara göre kabul görecek olan bir bedduadır.

Veya bu, “Davette bulunduğun davan kabul görmeyesice adam dinle!” demektir. Bunun manası şöyledir: “Kendin için memnun olabileceğin bir cevap duymayası adam! Böylece sen bir şey duymamış ol” Veya bu, “Hoşnut kalabileceğin bir söz duymayası adam duy (işit). Kaldı ki senin kulakların bunu duymaktan uzaktır.” manasınadır.

Medih (övme) yönü ise şöyledir: “Duyur, hoşlarınayacağın bir şey duymayası adam!” Meselâ, biri bir kimseye dil uzattığında, “Filân kimse filân kişiye sözünü duyurdu.” denmesi gibi.

Nitekim, “(.......) derler” Bu ifade, “Bizi gözet de, seninle konuşalım.” manasına gelme ihtimali de olan bir cümledir.

Yani, “Bizi gözet, bize bak, bizi bekle.” gibi manalara da gelebilir. Diğer taraftan bu (.......) kelimesi İbrânîce veya Süryanîceye benzerlik gösteren bir kelime de olabilir. Onlar bununla sövgü ve küfretmeyi kasdetmekte idiler. Bu ise, (.......) kelimesiydi. Bununla onlar dini alay ve eğlenceye alıyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile alay edip eğleniyorlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bu gibi ihtimali (olası) manaları da taşıyan kelimelerle konuşuyorlardı. Çünkü Yahûdîler bu tür kelimeleri seçmede asıl gayeleri, Resûlüllah'a hakaret etmek ve dil uzatmaktı, onu aşağılamaktı. Görünürde saygı ve hürmet içeren kelimeler kullarınakla beraber, içerik olarak amaçları hakaret ve aşağılamaktı.

dillerini eğerek bükerek,” kelimeleri değiştirerek, tahrifte bulunarak, dilleriyle hakkı baüla kanştırarak hep bu gibi kelimelerle aşağılamak isterlerdi. Çünkü, “Bizi bekle” kelimesinin yerine, sövgü manasına da ihtimali bulunan (.......) kelimesini kullanırlardı. (.......) yani “İşitmez olası” kavlini de, “hoşnutsuzluk veren bir şeyi duymayasıca adam” ifadesi yerinde kullanırlardı. Ya da sırf nifak olsun için esasen içlerinde gizledikleri kinlerini ve sövgülerini, görünürde saygı ifade ediyor gibi gözüken maksatlı sözler olarak kullanırlardı. “dine saldırarak ...” Çünkü Yahûdîler, “Eğer Muhammed gerçekten hak bir peygamber olmuş olsaydı, bizim kendisi hakkında ne düşündüğümüzü mutlaka haber verirdi.” diye konuşuyorlardı.

Eğer onlar “İşittik, itâat ellik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için

-Allah katında bu- daha hayırlı ve daha doğru -daha adil- olacaktı;” Bu Yahûdîler, “karşı geldik” , demeselerdi, “İşit” ifadesine, “İşitmez olası” ifadesini eklemeselerdi, (.......) yerine (.......) demiş olsalardı, bu onlar için hem daha hayırlı ve hem daha doğru olurdu.

fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lânetlemiştir.” Allah onları kovmuştur. Küfrü ve inkan tercih etmeleri yüzünden onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. “Artık pek az inanırlar.” Meselâ onların içlerinden Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi oldukça az sayıdaki bazı kimseler îman ederler. Ya da oldukça zayıf ve basit anlamda bir inanç ile îman eder ler ki, bunun da bir manası olmaz. Bu da sadece kendilerinden sonra gelenlere inanmakla birlikte başkalannı inkâr etmeleridir.

Yahûdîlerin îman etmemeleri üzerine aşağıdaki âyet nâzil olmuştur. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

47

Ey ehli kitap! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalanna çevirmeden, yahut onları, Cumartesi adamları gibi larıetlemeden önce (davranarak), size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize (Kitaba) îman edin; Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir.

Ey ehli kilap! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalanna çevirmeden... size gelenleri doğrulamak üzere, indirdiğimize (Kilab'a) îman edin;”

Yani yüzlerinin görüntüsünü, çizgisini, gözünden başlayarak, kaşlarını, burnunu ve ağzını dümdüz edip tanınmaz hale getirip, onu da tıpkı arkalanna (enselerine) çevirmezden önce.

Yani önü ile arkasını birbirinden ayırdedilemez duruma getirerek

(.......) kelimesinin başındaki (.......) harfi sebep içindir.

Eğer bu kelimenin başında bulunan (.......) harfini takip anlamında değerlendirirsen dolayısıyla iki türlü cezâ ile cezâlarıdırılmaları, tersyüz edilmeleri cezâsıyla korkutulmuş olurlar. Bu iki cezâdan biri de anketteki cezâlarıdır. Bunların yüzleri dümdüz hale getirildikten sonra sırtları veya arkalan üzerinde azâba atılacaklardır. Mana şöyle olmaktadır:

“Bir takım yüzleri silip tanınmaz hale getirdikten sonra, bu defa yüzlerini tersyüz ederek arkalanna, yani enselerini de ön tarafa çeviririz.”

Bir tefsire göre de şöyle denmiştir: Âyette geçen, (.......) kelimesi tersyüz etmek ve değiştirmek demektir. Nitekim Mısır'ın yerli halkı olan Kıptilerin malları da aynen bu şekilde değiştirilip taş haline dönüştürülmüştür. (.......) ifadesinden murat ise, onların liderleri, önderleri ve önde gelen kimseler demektir.

Yani, “Bu kimselerin geleceklerini, imkanlarını ellerinden alıp değiştirmemizden, üstünlüklerini yok etmemizden, kendilerini aşağılarınış ve geride kalmışlardan kılmamızdan, rezil etmemizden önce,”

Yahut onları, Cumartesi adamları gibi larıetlemeden önce (davranarak)...”

Yani Cumartesi gününe saygısızlık edenleri bir başka varlığa (maymuna) dönüştürdüğümüz gibi kendilerini de dönüştürmeden önce... (.......) kelimesindeki zamîr, eğer bununla kasdolunan ileri gelenler ise (.......) kelimesine râcidir.

Ya da iltifat yoluyla kendilerine kitap verilenlere râcidir. Buradaki tehdit bütün inanmayanların hepsiyle alâkalıdır. Bunlardan sadece pek azı îman etmişlerdir.

Abdullah b. Selâm, Şam'dan kafile ile dönerken yolda bu âyeti işitir. Medine'ye döner dönmez daha ailesinin yanma varmazdan önce, Resûlüllah'sa uğrayarak Müslüman olduğunu bildirir ve şöyle der:

“Ben ailemin yanına Allah tarafından yüzü ters olarak dümdüz hale dönüştürülmüş bir şekilde dönmek istemedim.” Ya da yüce Allah onları iki şey ile tehdit edip korkuttu; bunlardan biri yüzlerinin dümdüz hale getirilip enselerine çevrilmesi, diğeri de Allah'ın onlara lânet edip, onları rahmetinden uzaklaştırmasıdır. Eğer söz konusu (.......) yani değişme ile belirtilmek istenen şey, onların liderlerinin durumlarının değiştirilmesi ise, bu iki durumdan biri demektir. Eğer bundan kasıt bunun dışında bir başka şey (cezâ) ise bu, larıetlenmenin olacağı gerçeğidir. Çünkü Yahûdî toplumu her dilde larıetlenmiş olan bir toplumdur. Başka bir tefsire göre de bu hâl, gerçekten Yahûdîler için ileride olması beklenen bir durumdur. Dolayısıyla bu durumlar gelip sizi yakalanazdan önce gelin îman edin.

Allah'ın emri mutlaka, yerine gelecektir.”

Yani emredilen şey mutlaka gerçekleşecektir. Bu ise Allah'ın onlar için gerçekleşmesini vadettiği azaptır ve bu kesin olarak olacaktır. Eğer îman etmezlerse Yahûdîler için bu iki azaptan biri mutlaka ve kesin anlamda gerçekleşecektir.

48

Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.

Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için bağışlar.” Eğer kul şirk üzere ölürse Allah onu asla bağışlamaz ve bağışlamayacaktır. Ancak şirk dışında kalan günahları, büyük günahlardan da olsa Allah dilediği kimseler için tevbe etmeseler de bağışlayabilir. Kısaca; eğer kişi şirk günahını işlerse, bundan tevbe etmek suretiyle Allah onu bağışlayabilir. Çünkü Allah'ın tevbe etmeden bağışlamanı vad ettiği günahlar şirkin yani Allah'a ortak koşmanın dışın da kalan günahlardır.

Yani Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamayacaktır. Çünkü böyle bir kimse müşriktir. Fakat bunun dışında günah işleyen bir günahkânn günahlarını bağışlar.Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ŞÖyle buyurmuştun

“Kim Allah'a hiç bir şeyi ortak (şirk) koşmaksızın kavuşursa, o kimse cennete girecektir. Onun işlediği hataları ona bir zarar vermez.” Ahmed b. Hanbel, Müsned; 2/170, 362.

Diğer taraftan bağışlarınanın âyette, (.......) yani “dilediği kimseler için” ifadesiyle kayıtlarınış olması, bunu genel olmaktan (umumilikten) çıkarmaz. Bu, tıpkı yüce Rabbimizin şu kavli (âyeti) gibidir:

Allah kullarına karşı lütufkardır, dilediğine rısnk verir.” Şura, 19.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) diyor ki: “Kur'ân'da bu ayetten daha çok beni sevindiren (umutlarıdıran) bir başka âyet yoktur.”

Ancak Mu'tezile mensubu kimselerin bunu “tevbe etmeye” tefsirlamaları batıldır, anlamsızdır. Çünkü küfür bile tevbe edilmesi hâlinde bağlarıabilmektedir, affolunmaktadır. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“İnkar edenlere söyle: Eğer (sana düşmanlıktan) vazgeçerlerse, geçmişte işledikleri günahları bağışlanır. Enfal, 38.

Bunun dışında kalanlarını ise tevbe ile bağışlarınaları haydi haydi olabilir. Çünkü âyet, bu durum ile diğerleri arasındaki farkı ortaya koymak için gönderilmiştir. Bu âyet ise, zaten bizim anlatmakta olduğumuz konu ile ilgilidir.

Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” Çok büyük bir yalan uydurmuş olur. Bundan dolayı da acıklı bir azâbı haketmiş olur.

Aşağıda tefsirini okuyacağımız âyet, kendilerini temize çıkaran Yahûdî ve Hıristiyanlar hakkında nâzil olmuştur. Çünkü bunlar:

“Bizler Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz.” Mâide, 18. dedikleri gibi, birde:

“Cennete yalnızca Yahûdî ve Hıristiyan olanlar girecektir.” Bakara, 111. diyorlar.

49

Kendilerini temize çıkaranlara ne dersin! Hayır, Allah dilediğini temize çıkanr ve hiç kimse kıl payı kadar haksızlık görmez.

Kendilerini temize çıkaranları görmez misin?” Bu hükmün altına kendilerini temize çıkaran herkes girer. Meselâ adam ameliyle, fazlaca yaptığı taatleriyle ve Allah'ın emirlerine bağlılığı, yasaklarından uzakliğiyla, takvasıyla kendisini temize çıkarma gayretine girer.

Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır”

Burada geçerli olan tezkiyenin ve temize çıkarma işinin Allah'a âit olduğu gerçeği vurgularııyor, asıl geçerli olan tezkiyenin Allah'ın tezkiyesi olduğuna dikkat çekiliyor. Çünkü kim temize çıkarılmaya hak kazanmış, kim değil, bunu bilen ancak Allah'dır. O bilir. Nitekim bunun benzeri bir âyet de şöyledir:

“Bundan böyle kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü Allah, kimin emirlere bağlı ve yasaklardan uzak durduğunu daha iyi bilir.” Necm, 32.

ve hiç kimse kıl payı kadar haksızlık görmez.”

Kendilerini temize çıkaranlar, kendilerini temize çıkarmaları sebebiyle cezâlarının karşılığı ne ise bunula cezâlarıdırılırlar. Veya dilediğini de kendilerini temize çıkarmaları (tezkiyeleri) sebebiyle sevaplarıdmr ve sevaplarından asla bir şeyi eksiltip kısmaz. (.......) kelimesi, ince fitil demek olup buradaki anlamı, eldeki kir sebebiyle el ve parmaklar birbiriy le oğuşturulurken oluşan ince kir parçacıkları manasınadır.

50

Bak, nasıl da Allah üzerine yalan uyduruyorlar; apaçık bir günah olarak bu (onlara) yeter!

Bak; -kendilerinin tertemiz ve pırıl pırıl olduklarını ileri sürerek- nasıl da Allah üzerine yalan uyduruyorlar!? Apaçık bir günah olarak -diğer günahları yanında- bu -kendilerini temize çıkarma iddiala n-, (onlara) günah olarak- yeter.

51

Kendilerine Kitap'tan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve bâtıla (tannlara) îman ediyorlar, sonra da kâfirler için: “Bunlar, Allah'a îman edenlerden daha doğru yoldadır” diyorlar!

Kendilerine, kitaptan nasip verilenleri -Yahûdîleri- görmedin mi?” Putlara ve bâtıla (tannlara) man ediyorlar”

Cibt: Her manadaki putlar ve Allah'tan başka tapınılan her şey demektir. Tağut ise şeytan demek olduğu gibi, istek ve arzuyla ilâh gibi kabul edilip uygularıan ve tapınılan her şey ve sistem.

sonra da kâfirler için: (.......) diyorlar!”

Yahûdîlerden îslamın azılı iki düşmanı olan Huyey bin Ahtab ile Ka'b bin Eşref bir defasında beraberlerinde bir gurup Yahûdîyle Mekke’ye giderler. Mekke'de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e karşı savaşmak üzere, müşrik Kureyş'in ileri gelenleriyle antlaşma yaparlar. Mekke'li müşrikler kendileri gibi İslamın azılı düşmanları olan bu Yahûdîlere derler ki:

“Siz kendilerine kitap gönderilen bir toplumsunuz ve siz, Muhammed'e bu durumda bizden daha yakınsınız. Nitekim o da bize göre size daha yakındır. Sizin bize bir tuzak kurmuş olmanızdan güvencede değiliz, size güvenebilmemiz için gelin siz de bizim putlarınııza secde edin ki, bize doğru söylediğinize güvenelim ve gönüllerimiz huzur içinde olsun.”

Yahûdîler de hemen bu isteği kabul edip müşriklerin putlarına secde ettiler. İşte onların bu şekildeki îman ve inamşlarına, “Cibte ve Tağut'a îman etmek” denmiştir. Çünkü kendileri kitap ehli oldukları hâlde putlara secde etmişler ve işleyegeldikleri şeyle larıetlenmiş İblîse itâat etmişlerdir. Yahûdîlerin bu davramşları karşısında Ebû Süfyan bu Yahûdîlere:

“Biz mi yoksa Muhammed mi doğru yolda?” diye sorar. Yahûdî Ka'b bin Eşref:

“Siz ondan daha doğru yoldasınız.” diyerek cevap verir.

52

Bunlar, Allah'ın larıetlediği kimselerdir; Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.

Daha sonra Rabbimiz Yahûdîleri cimrilik, pintilik ve hasetle (çekememezlik özellikleriye) tanıtıyor. Bilindiği gibi cimrilik ile hasetlik (çeke memezlik) kötü hasletlerin başında gelen en kötü iki özelliktir. Çünkü Yahûdîler kendileri için olan şeylerden başkalannm yararlarınasını istemeyip, engelledikleri gibi başkasının elinde olanların da kendilerinin olsun isterler. İşte bunun için Rabbimiz şöyle buyuruyor:

53

Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı insanlara çekirdek filizi (kadar bir şey bile) vermezlerdi.

Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri mi var?” Âyetin başında bulunan, (.......) edatı münkatiadır. Hemze ise, inkâr manasına olup mülkten ve hükümranlıktan bunlara bir pay ve hisse olmasını reddediyor, böyle bir paylarınn olmadığını dile getiriyor.

Öyle olsaydı, insanlara çekirdek filizi (kadar bir şey bile) vermezlerdi.”

Yani bunların Allah'ın mülkünden bir payları veya bir hisseleri olmuş olsaydı, bu takdirde onlar hiçbir kimseye, bir hurma çekirdeği kmntısını bile vermezlerdi. Çünkü öylene cimridirler ki, cimrilikleri onlara bunu yaptırtmaz, engel olurdu.

Nekîr” kelimesi, tıpkı “Fetîl” gibi azlıkta bir darbı meseldir.

Yani nasıl ki, “Fetîl” için “kıl kadar” deniliyorsa, (.......) de öyledir. Bu, hurma çekirdeğinin üzerindeki yank manasınadır.

Yani bunlar bir metelik bile kimseye vermezlerdi.

54

Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara hased mi ediyorlar? Halbuki İbrâhîm soyuna Kitab'ı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik.

Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği, şeyler için insanlara hasedini ediyorlar?” Aksine onlar Resûlüllah ile mü'minleri mi kıskanıyorlar yoksa? Bu ifade ile hasedin ve çekememezliğin kötü ve çirkin bir şey olduğu vurgularııyor, buna dikkat çekiliyor. Çünkü Yahûdîler, Allah'ın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ashâbına verdiği yardımı, zaferi, üstünlüğü gördükçe, onların izzet ve saygmhklarının arttığını, her gün ilerlediklerini müşahede ettikçe âdeta çildinyorlardı ve bundan dolayı çekemiyor, hased ediyorlardı.

Halbuki İbrâhîm soyuna Kitab'ı ve hikmeti verdik” .Tevrât'ı, öğüt ve fıkhı (derin anlayışı) verdik.

Ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik.” Bu Hazret-i Yûsuf (aleyhi’s-selâm) a., Hazret-i Dâvud (aleyhi’s-selâm) a ve Hazret-i Süleyman (aleyhi’s-selâm) a verilen mülk ve hükümranlıklardır. İşte bü, yüce Allah'ın onları ilzamı ve susturmasıdır. Çünkü Yahûdîler de biliyorlar ki Allah bu zatlara mülk ve hükümranlık vermiştir. Bunlar ise Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ın soyundandırlar. Dolayısıyla hepsi de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in selefleridirler. Bu itibarla Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) den önce geçenlere verilen mülk ve hükümranlıkların benzerinin kendisine de verilmiş olması yeni bir olay ve yeni bir şey değildir.

55

Onlardan bir kısmı (İbrâhîm'e) inandı, kimi de ondan yüz çevirdi; (onlara) kavurucu bir ateş olarak cehennem yeter.

Onlardan bir kısmı ona (İbrâhîm'e) inandı,”

Yahûdîlerden kimisi Hazret-i İbrâhîm'in soyu ile alâkalı olarak anlatılanlara inandı. “Kimide ondan yüz çevirdi;” Kimi Yahûdîler ise bunun gerçek ve doğru olduğunu bildikleri hâlde bile bile inkâr ettiler. Ya da Yahûdîlerden kimisi Resûlüllahne îman ettiler, kimileri de onun peygamberleğini inkâr etti ve ondan yüzçevirdiler. “(onlara) kavurucu bir ateş olarak cehennem -o yüz çevirip inkâr edenlere- yeter.”

56

Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri, gün gelecek bir ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar! Allah daima üstün ve hakimdir.

Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri, gün gelecek bir ateşe sokacağız;” onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar!”

Yani o derileri yeniden hiç yanmamış olarak iade ederiz.

Buradaki, “tebdil ve tağyir” olayı hak Erbâbınca derilerin hey'etlerinin yani şekillerinin değişikliği olup derilerin asıllarının değişmesi demek değildir. Ancak Kerramiyye mezhebi mensubları buna karşı çıkmaktadırlar. Fudayl bin îyad ise bu konuda şöyle diyor:

“İyice yanıp pişmiş olan deriyi tekrar yanmamış olarak eski haline döndürmesi demektir.” Bunun nedeni de, cehennemde yananların sürekli azâbı tatmaları, acıyı her an yaşamaları içindir. Çektikleri azâbın ve acının ardı arkası gelmesin diyedir. Bu tıpkı senin, Azîz bir kimseye Allah seni Azîz kılsın.” demene benzer ki bunun anlamı, Allah seni bu saygınlık ve şerefinle yaşamam sürdürsün.” demektir.

Allah daima üstün -her vakit intikam ve öç almada galip olandır. Allah'ın mücrim ya da suçlulara karşı bir şeyi muradetmesi hâlinde asla hiçbir kimse kendisine engel olamaz- ve hakimdir. “Kafirlere karşı bir şey yapmak istediğinde ve verdiği hükümde hikmet sâhibidir.

57

İnanıp; iyi işler yapanları da, içinde ebediyep kalmak üzere girecekleri, zemininden ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onları koyu (tatlı) bir gölgeye koyarız.

Burada geçen, (.......) kelimesi aynen, (.......) kökünden türemiş ve sırf manayı pekiştirmek için gelen bir kelimedir. Bu ifade âdeta, “Leylun Elilun” ifadesine benzer ki, bu da, “koyu karanlık bir gece” manasınadır. (.......) kavlinin manası da şöyledir:

“Öylene uzun ve güzel bir gölge ki, asla aralarında bir boşluk olmayan, sürekli olan ve güneşin ortadan kaldırmadığı, ne aşırı sıcaklığı ve ne de dondurcu soğukluğu bulunmayan, tam istenen, aranan bir gölge ki, işte böyle bir gölge ancak cennetin gölgesidir.”

Bundan sonra Rabbimiz idarecilere seslenerek, emanetleri yerine getirmelerini ve insanlar arasında adaletle hükmetmelerini emrederek şöyle buyuruyor:

58

Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emr eder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.

Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi.... emreder.” Bir tefsire göre bu hükmün içerisinde farzların edası, yerine getirilmesi emri de yer almaktadır. Çünkü bu, yüce Allah'ın emanetidir. Zira bu emaneti yer, gök ve dağlara rağmen insanlar yüklenmişlerdir. Yine yüce Allah'ın bir hediyesi ve lütfü olan duyu organlarının korunması da keza bir emirdir.

Ve insanlar arasında hükmettiğiniz -yargılama yaptığınız- zaman adaletle -eşit olarak ve insaf ölçülerini elden bırakmaksızın- hükmetmenizi emreder.”

Anlatıldığına göre Osman bin Talha bin Abduddar (radıyallahü anh), Kâ'be'nin bakıcısıydı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz bundan Kâ'be'nin anahtarını alıp Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ye verdi. Ancak bu âyetin inmesi (nâzil olması) üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i

Ali (radıyallahü anh) ye, anahtarları tekrar eski bakıcısı Osman b. Talha (radıyallahü anh) ya teslim etmesi emrini verdi ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

Allah, seninle ilgili olarak Kur'ân'da bir âyet indirdi.” Ve kendisine, indirilen bu âyeti okudu. İşte bunu üzerine Osman b. Talha (radıyallahü anh) Müslüman oldu. Onun Müslüman olması üzerine Hazret-i Cebrâîl (aleyhi’s-selâm) inerek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e:

“Bundan böyle Kâ'be'nin bakımı sonsuza kadar Osman b. Talha soyunda kalacaktır.” haberini verdi. İbn Hacer, Salebi bu olayı bu şekilde haber verdi, sonra da Bağavi bunu herhangi bir isnad zikretmeksizin zikretti, diyor. Vahidi de bunu, “el-Vasit” ve “el-Esbab” adlı e-serlerinde zikretmiştir. Bk. Haşiyetu'l-Keşşaf; 1/523.

Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor!” Bu âyette yer alan, (.......) kelimesindeki (.......) edatı, (.......) kavliyle ya mensûb nekiredir veya mensûb mevsûfedir. Burada âdeta şöyle denilir gibidir: “Size öğüt verilen şey ne güzeldir.” Veya bu, mahallen merfû' bir mevsul cümle olup, bunun ma badi (sonrası) ise bunun sılası yani ilgi cümlesidir (yan cümleciktir).

Yani bunun manası şöyle olmaktadır: “Kendisiyle size öğütte bulunulan şey ne güzeldir.” Burada mahsusun bil medih olan (övgüye değer olan) şey ise mahzûftur (zikredil memiştir).

Yani; “Kendisiyle size öğüt verdiği şey ne güzeldir.” Bu da, eda edilmesi (yerine getirilmesi) gereken şeyler olup emredilen hususlardır. Hüküm ve yargıda bulunurken adil davranmak gibi.

Kırâat imâmlarından Nafı ve Ebû Amr (.......) harfinin esresi ve (.......) harfinin de sükunuyla bu kelimeyi, (.......) şeklinde okumuşlardır.

İbn Âmir, Hamza ve Ali Kisâî de bunu, (.......) harfinin fethası (üstünü) ve (.......) harfinin esresiyle olmak üzere, (.......) olarak okumuşlardır.

“Şüphesiz Allah -söylediğiniz- her şeyi işitici, -yaptığınız- her şeyi görücüdür.

Yüce Allah bundan önceki âyette yöneticilere emanetleri ehline vermelerini ve insanlar arasında adaletle hükmetmelerini emrettiği gibi, halka da, İslâmi esas ölçülerine uyan ve uygulayan yöneticilere bu ayetiyle emrediyor ve şöyle buyuruyor:

59

Ey îman edenler! Allah'a itâat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itâat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.

Ey îman edenler! Allah'a itâat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itâat edin.”

Yani yöneticilerinize veya alimlere itâat edin.

Çünkü alimlerin emirleri yöneticiler üzerinde daha etkindir. “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz” Eğer siz ve yöneticileriniz, din ile ilgili herhangi bir konuda anlaşamazsanız, “Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin);”

Yani meseleyi Kitap ve Sünnete götürün. Çünkü Allah'a ve âhiret gününe îman etmek demek, bunun gereği olan Allah'a itaati beraberinde getirir, yoksa isyanı veya karşı çıkmayı değil.

Bu âyet, İslam ile idare eden yöneticilere, hakka uydukları sürece itaatin farz olduğunu göstermektedir. Ancak hakka yani îslamî esaslara aykın davranmaya başladıklarında ise, onlara itâat gerekmez. Çünkü bu konuda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şöyle bir hadisi bulunmaktadır: “Kulun, Yaratan'a (Allah'a) karşı gelmesi hâlinde artık ona itâat yok tur.” Bak. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/409 ve 5/66.

Anlatıldığına göre Mesleme b. Abdulmelik b. Mervan Tabiinden olan Ebû Hazim'e şöyle demiş:

“Sizler (.......) kavline dayanarak bize halkın itâat etmesini emreden kimseler değil misiniz?” diye sorunca, Ebû Hazım şu karşılığı verir:

“Sizler de, Rabbimizin, (.......) kavline aykırı hareket ettiğiniz takdirde, size itâat ortadan kalkmıyor mu?” diye cevap verir.

Yani Kur'ân'a ve hayatta olduğu sürece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e, vefatından sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hadislerine göre çözümleyin.

“Bu -yani Kitap ve Sünnete işi götürme meselesi, - hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”

60

Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğut'a inanmamaları kendilerine emr olunduğu hâlde, Tâğut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. “Halbuki şeytan onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister.”

“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi?”

Tâğut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu hâlde, Tâğut'un önünde mahkemeleşmek istiyorlar.”

Burada, (.......) kavli, (.......) kavlinden hâldir. Burada geçen, “tağut” kelimesinden kasıt da azılı islam düşmanı olan Ka'b bin Eşreftir. Aşırılık ve sapıklıkta oldukça şiddetli olduğundan, İslam'a ve Resûlüllahne karşı olan düşmanliğinda çok ileri gittiğinden dolayı veya kötülükte şeytana olan benzerliği sebebiyle ona, “tağut” ismi verilmiştir. Ya da Resûlüllahnden başkasının önünde yargılarına ve meselelerinin çözümünü istemeleri, şeytanın önünde muhakeme olunmak olarak kabul edilmiştir. Çünkü âyetin ileri ki kısmı bu gerçeğe işaret etmektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

Kendisini inkâr etmekle emrolundukları hâlde,” ve bunun devamında da şöyle buyuruyor:

Halbuki şeytan onları -haktan saptırarak ölüme kadar sürecek olan- uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak isler.”

61

Onlara: Allah'ın indirdiğine (Kitab'a) ve Resûl'e gelin (onlara başvuralım), denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.

Yani seni bırakıp ve senden kaçıp, senin dışındaki birine giderek onu rüşvetle kendi yanma çekip, böylece kendi lehine hüküm verilsin ister.

62

Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felâket gelince hemen, biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik, diye yemin ederek sana nasıl gelirler!

“-nasıl yapıyorlar da- Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felâket geldiği -Hazret-i Ömer'in Bişr adındaki münâfık kimseyi öldürdüğü- zaman -öldürülen münafığın münâfık olan arkadaş ve yakınları- hemen, (.......) hâldir. (.......) kavli ise, “Senden başkasını hakem kılmamızda biz art bir niyet taşımadık, başka bir şey muradetmedik.” demektir. Bizim amacımız kötülük değil, sadece iyilikti, güzellikti ve bir de iki hasım arasını bulmaktan ibâretti. Yoksa bizim bunu yapmamızla, sana muhalefet ettiğimiz manası çıkarılmasın, biz sana karşı çıkmadığımız gibi, senin verdiğin hükme karşı da öfke dolu değiliz.

İşte bu durum onların işledikleri hataları sebebiyle kendileri için bir tehdit ve gözdağı olmuştur. Çünkü onlar pişmanliğin asla işe yaramayacağı pek yakın bir gelecekte büyük bir pişmanlık ve nedamet duyacaklardır. Onların mazeretleri de o gün kendileri için herhangi bir fayda sağlamayacaktır.

Anlatıldığına göre öldürülen münâfık Bişr'in yakınları, onun kan bedelini istemeye gelirler. Halbuki Allah onun kanını heder kılmıştır.

Yani o öldürülmeyi haketmişti, artık onun için bir kan bedeli de sözkonusu değildir. Yakmları kan bedelini istemeye geldiklerinde şöyle derler:

“Bizim Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)’e gelip onun bizi dinleyip bir hüküm vermesini istememizde, bizim hiçbir zaman art bir niyetimiz yoktu. Biz şunu istemiştik. Ömer, adil bir hükümle bizim yakınımıza iyilikte bulunsun ve anlaşmazlığa düşen iki hasmın da arasım bulsun, istedik. Başka bir maksadımız yoktu. Halbuki biz hiçbir vakit onun bu şekilde verdiği bir hüküm ik hükmedeceğini asla düşünüp hatırımıza bile getirmemiştik.”

63

Onlar Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında tesirli söz söyle.

Dolayısıyla onların özürlerim ve bahanelerini kabul etme, onları azarlayarak, yaptıklarının kabul edilir olmadığını cezâlarıdırılmalarının gerekli olduğunu söyleyerek öğütte bulun. Onlara vereceğin öğütler, korku, tehdit ve uyan içerikli olmalı, asla müsamaha olunmayacağı söylenmelidir. Onlara öğüt vermen böyle olmalıdır.

Yahut onlara cezâ vermekten uzak, fakat kendilerini kesin bir dille azarlayıp uyar, bu manada öğütte bulun. Öyle bir öğüt vermelisin ki, senin içinden geçenlerin ne olduğunu, işledikleri suçun cezâsının nasıl bir cezâ olabileceğini gereğince adayabilsinler, başkaca bir harekete kalkışma cesaretini bu vaaz yoluyla artık kendilerinde bulamasmlar.

Belâgat: Dil ile kişinin içinde yar olan şeyi karşısındakine ulaştırmasıdır. (.......) kavli, (.......) kavline taallûk etmektedir.

Yani bu şu demektir: “Onlara, gönüllerinde gizli tuttukları iğrenç niyetlerini, nifak dolu gönüllerini etkileyebilecek çok kesin bir dil ile söyle.”

64

Biz her peygamberi Allah'ın izniyle ancak kendisine itâat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlarınayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, merhamet edici bulurlardı.

Biz her peygamberi A llah'ın izniyle ancak kendisine itâat edilmesi için gönderdik.”

Yani halkı kendisine itaate muvaffak kılması ve bunu onlar için kolaylaştırmasıyladır. Çünkü Allah peygamberin gönderildiği topluma, peygamberlerine itâat etmelerini emretmiştir. Çünkü peygamber bu görevi Allah'ın emriyle yerine getirmektedir. İşte bu itibarla peygambere itâat etmek demek, Allah'a itâat etmektir. “Kim Rasûle itâat ederse o kesinlikle Allah'a itâat etmiştir.”

“Eğer onlar -tağutun önünde gidip muhakeme olunmakla- kendilerine zulmettikleri zaman, sana gelseler de -işledikleri günahtan ötürü tevbe ederek ve meydana getirdikleri ay nlıktan özür dilemek suretiyle “-nifaktan ve meydana getirdikleri ayrlıktan dolayı- Allah'tan bağışlarınayı dileseler, (.......) Resul de onlar için -aracı ya da şefâatçi olarak- istiğfar etseydi,”

Burada, (.......) kavlindeki amil (.......) edatının haberidir. Bu ise, (.......) kavlidir. Mana şöyle olmaktadır:

“Eğer bu münâfıkların gelişi kendilerinin mağfiret isteyip özür dilemeleri ve Rasûlün mağfiret dilemesi kendilerine zulmettikleri esnada olmuş olsaydı...”

Allah'ı ziyadesiyle affedici, merhamet edici bulurlardı.” Âyetteki, (.......) kavli, Allah'ı tevbeleri çok çok kabul eden olduğunu kesinlikle bilirlerdi, demektir.

Yani, onların tevbelerini mutlaka kabul ederdi. Yine âyette, “Sen de onlara mağfiret dileseydin” buyurmadı. Bunu bırakıp iltifat yolunu tercih etti. Gaye Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şanını, derecesini yükseltmek olup, onun mağfiret dilemesinin de büyük bir olay olduğunu göstermektir. Bu arada Allah katında ismi Rasûl (elçi) olan bir zatın şefâatinin bir yeri ve değeri olduğu hususuna da dikkat çekmektir.

Anlatıldığına göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yerine defnedilmesinden sonra bir bedevi gelir, kendisini. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kabri üzerine atar ve kabrinin toprağından üstüne ve başına serper ve şöyle der:

— “Ey Allah'ın Rasûlü! Sen buyurdun, biz de dinledik ve sana indirilen âyetler içinde, “Onlar sana itaati terk ile kendilerine zulmettiklerinde, özür dileyerek sana gelip de Allah'tan mağfiret dilemiş olsalardı,...” mealindeki bir âyet bulunmaktadır. İşte ben de kendi kendime yazık edip zulmettim. Şimdi sana gelip günahlarınıdan ötürü Allah'tan mağfiret dılıyorum. Öyleyse sen de benim için Rabbimden mağfiret iste.” Bu sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kabrinden, “Sen mağfiret olundun.” diye bir ses duyuldu.”

65

Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe îman etmiş olmazlar.

Hayır, Rabbine andolsun ki,” Bu (.......) kavli, (.......) demek olup, tıpkı, (.......) Hicr,92. âyeti gibidir.

Âyette yer alan, (.......) harfi, mezîde olup yemin manasını pekiştirmek içindir. Kasemin (yeminin) cevabı ise, (.......) kavlidir. Ya da bu şöyle takdir olunmaktadır:

(.......) Hayır durum hiç de onların dedikleri gibi değildir. Sonra da, “Rabbine andolsun ki onlar... îman etmiş olmazlar.” buyurmuştur.

Aralarında çıkan anlaşmazlık hu susunda seni hakem kılıp” Kendi aralarına çıkan anlaşmazlıktan, kanşıklıkları çözmede seni hakem tayin edip kabul etmedikleri....

Bu âyette ihtilaf ve anlaşmazlık manasına gelen, (.......) kelimesidir. Nitekim ağaca da dal ve budakları birbirine karıştığından, içice girdiğinden dolayı “şecer” denmektedir, “Sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkınU duymaksızın” yani vermiş olduğun hüküm de gönüllerinde bir daralma ve sıkışma, bir şüphe hissetmeksizin, çünkü işi konusunda şüpheye düşen, durum kendisine aydmlarıana kadar bu hâl öyle devam eder.

(.......) (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe (îman etmiş olmazlar) ...” Vermiş olduğun hükmüne kesin anlamda boyun eğip teslim olmadıkça... Bu ifadenin gerçek olarak manası şöyledir: Kendini birine her bakımdan teslim etmek, her bakımdan güvenmek.

Yani samimi ve dürüst olarak kendisi teslim etmek. (.......) kelimesi müekked mastar olup fiilini tekit için getirilmiştir ki bu, tekrar anlamındadır. Sanki şöyle denir gibidir: “Senin verdiğin hüküm ve kararda ister görünüşlerin de (zahiren) olsun ister içlerinde (batınen) olsun şüphesiz bir şekilde boyun eğip kabul etmedikleri müddetçe...”

Mana şöyledir: “Senin hükmüne ve verdiğin karara, yaptığın yargılamaya kesin olarak râzı olmadıkları sürece inanmış olmazlar.”

Eğer onlara -münâfıklara-; (.......) diye emretmiş olsaydık -eğer onlar üzerinde bu yazımız gerçekleşmiş olsaydı-, içlerinden pek azı müstesna bunu yapmazlardı.” Sırf münâfıklıkları yüzünden bu emri yerine getirmezlerdi.

(.......) kavlinin başında bulunan (.......) müfessiredir. (.......) kavlindeki zamîr ise iki fiilden birinin mastarına âit bir zamîrdir. Bu mastarlar ise, biri, “öldürmek” diğeri de, “çıkmak” kelimeleridir. Ya da, (.......) kavlinin delalet ettiği “yazıları, farz kılınan” kelime sine âittir.

İbn Âmir istisna durumunu göz önünde bulundurarak, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuştur. Merfû' olarak okunması ise, (.......) kelimesindeki (.......) harfinden bedel kılınması sebebiyledir.

Eğer kendilerine verilen öğüdü -Resûlüllah'a tabi olma ve onun hükmüne uyma konusundaki- yerine getirselerdi, onlar için -dünya ve âhiret açısından- hem daha hayırlı hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu.” Bu konuda ızdırap çekmekten de daha uzak kalırlardı.

67

O zaman elbette kendilerine nezdimizden büyük mükâfat verirdik.

Âyetin başında yer alan, (.......) edatı, mukadder (var sayıları) bir sorunun cevabı niteliğindedir. Sanki burada şöyle denilmektedir: “Sebat etmelerinden, durumu sağlamlaştırmalarından sonra kendileri için ne gibi bir şey olurdu?” Emrimizi uygulayıp sebat etselerdi, kendilerine ardı arkası kesilmeyen çokça bir sevap verirdik onlara.

68

Ve onları dosdoğru bir yola iletirdik.

Yani onları hak din üzere sabit kılardık, sebat etmelerini sağlardık. (.......) kelimesi ikinci mefuldür.

69

Kim Allah'a ve Resûl'e itâat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlarla arkadaşlık ne güzeldir!

Kim Allah'a ve Resûl'e itâat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler -Meselâ peygamberlerin en değerli sahabeleri-, şehidler -Allah yolunda hayatlarını verenler- ve sâlih -halleri düzgün ve amelleri güzel olan- kişilerle beraberdir. Bunlarla -sıddiklerle, diğer derecedeki iyi kimselerle hep beraber bir çatı altında bulunmak suretiyle- arkadaşlık ne güzeldir!

Sıddik: Doğrulukta üstüne başka kimse olmayan, dürüst olan kimse demek olup hem zahirdeki işlerinde ve hem iç hayatındaki hallerinde her an Rabbinin kontrolünde olduğunu düşünereke hareket eden kimse. Bir başka tanıma göre de, sözü, özü ve davranışları birbirini doğrulayan demektir.

70

Bu lütuf Allah'tandır. Bilen olarak Allah yeter.

“Bu lütuf Allah'tandır. “Bu âyette, (.......) mübtedadır. (.......) kavli de bunun haberidir veya, (.......) kelimesi sıfat olup, (.......) kavli de mübtedanın haberidir. Mana şöyledir: “İtaatkar olanlara verilen büyük mükâfat, kendilerine nimet verilip ikramda bulunulan kimselerle olan cennet arkadaşliği hepsi Allah'tandır. Çünkü Allah bununla onlara lütufta bulunmuştur.” Veyahut bununla muradolunan şudur: “Kendilerine nimet verilenlerin üstünlüğü ve meziyyetleri Allah'tan bir lütuf eseridir.”

Bilen olarak Allah yeter.” Kullarınn hâlini gereğince bilen olarak..: Bunlardan hangileri daha çok lütfa ve ikrama layıktır sadece O bilir. Bu âyet, Allah'ın kullarına yaptığı şeylerin Allah'ın bir lütfü olduğunu göstermektedir. Ancak Mu'tezilenin bu konudaki söyledik leri farklıdır. Ehli sünnetle farklı görüşlere sahiptirler.

71

Ey îman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın, yahut (gerektiğinde) topyekün savaşırı.

Ey îman edenler! Tedbirinizi alın.” Arapçada (.......) ve (.......) kelimeleri tıpkı, (.......) ve (.......) kelimelerinin aynı manaya geldikleri gibi aynı anlamdadırlar. Nitekim bir kimse uyanık bulunduğu zaman, “tedbirini aldı” ve korkulması gerekene karşı yapacağını yaptı denir. Bu âdeta kalkanı, kendi canını tehlikeden koruyan ve ruhunu muhafaza eden bir alet olarak kullarınak gibidir. Mana şöyledir: “Düşmana karşı tedbirinizi alın ve ondan sakının.”

“Bölük bölük savaşa çıkın,” Düşmana karşı değişik guruplar, timler ve gerilla ya da çeteler hâlinde, küçük küçük seriyeler olarak çıkın. (.......) kelimesi topluluklar ve guruplar manasınadır. Bu kelime çoğul olup, tekili ise, (.......) kelimesidir.

Yahut (gerektiğinde) topyekün savaşırı” Hep birlikte çıkın veya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber çıkın. Çünkü başsız olarak toplu hâlde çıkış bir şey ifade etmez, baş olma dan, lider olmadan iş amacına ulaşamaz. Nitekim vasıta ve aracı olmadan da akit (sözleşme) düzenli olmaz.

Ya da, “Küçük birlikler hâlinde çıkın.” demek, eğer genel seferberlik hâli yoksa, küçük timler hâlinde, düşmanı gizliden gizliye kontrol etmek için çıkın, manasınadır ve;

veya toplu olarak çıkın” ise, eğer ülkede genel seferberlik hâli varsa hepimiz toptan silâha sanlın ve İslam devletini ve nizamını koruyun, demektir. (.......) ve (.......) kelimelerinin her ikisi de hâldirler.

72

İçinizden bazıları vardır ki (cihad konusunda) pek ağırdan alırlar. Eğer size bir felâket erişirse: “Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım” der.

İçinizden bazıları vardır ki (cihad konusunda) pek ağırdan alırlar.”

Âyetteki, (.......) edatının başında yer alan (.......) harfi ibtida için olup bu tıpkı (.......) Nahl, 18. kavlinin başında bulunan (.......) harfi gibidir.

(.......) edatı ise ilgi zamîridir yani mevsûledir. (.......) kavlinin başında bulunan (.......) harfi ise mahzûf olan kasemin (yeminin) cevâbıdır. Bu cümle takdir itibariyle şöyledir: “Şüphesiz içinizden öyleleri vardır ki Allah'a yemin ederim savaşa kâtilmamak için işi ağırdan alıyor.”

Kasem yani yemin ve cevabı birlikte, (.......) edatının sıgasıdır (ilgi -yan- cümleciğidir).

Bu cümledeki yemine râci olan zamîr bizzat, (.......) kavlinde yer almaktadır.

Yani bu, yemin ederim ki yere çakılıp kaldılar ve kesinlikle de cihada kâtilmayacaklardır.

(.......) kelimesi, (.......) manasınadır ki bu da “geri kalmak” demektir. Nitekim, (.......) denir ki, “seni geri bırakan şey nedir” , manasınadır. Bu kelime (.......) harfiyle müteaddi yani geçişli hale gelir.

Burada uyan ve sesleniş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ordusunadır.

(.......) kavli görünürde Müslüman olup esasen kalben Müslüman olmayan münâfıklar demektir. Çünkü bu sözde Müslümanlar diğer Müslümanlara diyorlardı ki:

“Neden canınıza kıyıyorsunuz, hele bir bekleyin, durum iyice ortaya çıkıp belirginleşsin.”

Eğer size bir felaket erişirse:” Eğer savaşta öldürülür (şehit düşer) veya yenilgiye uğrarsanız:

(.......) Savaşa kâtilmayıp geri duran, işi ağırdan alan münâfık kişi (.......) der.” Çünkü onların başına gelenler benim de başıma gelebilirdi, der.

73

Eğer Allah'tan size bir lütuf erişirse -sanki sizinle onun arasında (zahirî) bir dostluk yokmuş gibi- “Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı kazansaydım!” der.

Eğer size Allah'tan bir lütuf” Bir fetih kazanırsanız, (.......) kavli, şeddeli hâlden şeddesiz hale getirilmiştir 23. Bunun ismi de mahzûf olup, (.......) demektir.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Hafs (.......) kavlini (.......) olarak okumuşlardır. (.......) kavli de, fiil ile mefulü arasında itiraz-parantez cümlesidir. Fiil, (.......) kelimesi olup, mefûl ise, (.......) kavlidir. Mana da şöyledir: “Sanki aranızda daha önce karşılıklı olarak bir sevgi ve dostluk geçmemiş gibi. “Çünkü münâfıklar iki yüzlü olmaları sebebiyle inananları görünür de sever gibi hareket ederler. Halbuki onların içi size karşı kötülük ve fesat doludur, bu itibarla mü'minler için hep kötülük ve fesat arar dururlar.

Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı kazansaydım !” Ganimetten büyük bir pay alırdım. (.......) kavli mensûb olarak gelmiştir, çünkü bu, temenninin cevâbıdır.

74

O hâlde, dünya hayatım âhiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yalanda büyük bir mükâfat vereceğiz.

O hâlde, dünya hayalını âhiret karşılığında salanlar, Allah yolunda savaşsınlar.” Burada (.......) kelimesi satmak manasına geldiği gibi, aynı zamanda satın almak manasına da gelir. Zira bu kelime Arap dilinde zıt anlama sahip olan kelimelerdendir.

Bu durumda burada sözkonusu edilen mü'minlerdir ve mu'minler bu geçici dünyayı gelecek olan ebedî dünya karşılığında satanlardır, bu dünyayı verip ebedî olanla değiştirenlerdir.

Yani ruhen ve psikolojik olarak hasta olanlar ve niyetleri bozuk bulunanlar savaşa kâtilmaktan geri kalırlarsa, bu takdirde ihlas sâhibi ve samimi olan dürüst mu'minler savaşsınlar.

Veya Âyetteki söz konusu kelime, “Satın alanlar” manasınadır. Bu takdirde burada asıl muradolunanlar, “âhiret hayatına karşılık bu dünyayı satın alan münâfıklardır” . Böylece kendilerine, “Öyle ise sizde var olan nifak hastaliğim değiştirp Allah ve Rasûlüne îman etmede samimi olun ve Allah yolunda da gerektiği gibi cihada sarılın.” diye öğüt verilir.

“Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür viya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Allah, kendi kelimesini yüceltme ve şerî'atını hakim kılma yolunda savaşan Mücâhid kimselere ister şehit düşsünler, ister zafer kazansınlar, Allah'ın dinini güçlendirmek için savaşanlara, gayretleri sebebiyle büyük bir ecir vereceğini söz veriyor.

75

Size ne oldu da Allah yolunda ve “Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!” diyen zavalh erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!

Size ne oldu da Allah yolun da ve: “(.......) kavli mübteda ve haberdir. Olumsuzluk ifade eden bir kelimede soru edatı, işi ağırdan alanlarla ilgili olarak bir uyan niteliğindedir. Olumlu bir cümlede soru edatının yer alması ise inkâr ve ret içindir.

(.......) kavli de hâldir. Bunda etkin olan amil, istikrar manasıdır. Bu, tıpkı, “Senin ayakta kalmana sebep nedir?” kavline benzer bir ifadedir. Mana şöyledir: “Halbuki savaşmanın tüm sebepleri ortada iken sizin savaşı terketmenizin sebebi nedir veya sizin savaşı terketmenize sebep olan şey nedir?”

(.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûf olup mecrûrdur.

Yani, Allah yolunda ve gerçekten zavallı, kimsesiz ve zayıf düşürülmüş samimi kimseleri kurtarmak uğrunda savaşmıyorsunuz?” Ya da bu ifade ihtisas üzere mensûb kılınmıştır. Dolayısıyla bunun manası şöyledir: Allah yolunda savaşı özellikle zaafa uğratılmış, her şeyleri ellerinden alınmış güçsüz düşürülenlerden onları kurtarmak için neden savaşmıyorsunuz?” Çünkü, Allah yolunda” ifadesi bilindiği gibi her iyilik ve hayır manasında geçerli olan bir tabirdir. Dolayısıyla kafirlerin ellerinde ve yönetimi altında bulunan güçsüz, her şeyleri ellerinden alınmış ve bir şey yapamaz durumdaki Müslümanları kurtarmak ise hayırların en büyüğüdür ve hatta en özel ve başta gelenidir. Bu âyette sözü edilen güçsüzler ise, Mekke'de iken Müslümanliği kabul eden ve herhangi bir güçleri bulunamayan Müslümanlardır. İslamın azılı düşmanları durumundaki Mekke müşrikleri bu kimselerin hicret etmelerine engel oldular. Onlar böyle bir durumda ezilmiş bir hâlde ve ellerinden hiç bir şey gelmeden bu müşrikler arasında kalmak durumuna düştüler, mecbur kaldılar ve onlardan çok büyük işkkencelere, sıkıntı ve baskılara maruz kaldılar.

Zavallı erkekler, kâdirılar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” Âyette çocuklara yer verilmiş olması, müşrik lerin ve kafirlerin zulüm ve işkence yapmada işi ne denli ileri götürdüklerini göstermek ve bunu tescil etmek ya da belgelendirmek içindir. Çünkü bunları işkenceyi o kadar ilerletmişler ki, henüz akıl baliğ olmamış ufak çocuklara kadar vardırabilmişlerdir. Bunun nedeni, bu çocukların anne ve babaları daha fazla ızdırap çeksinler, daha fazla üzüntü yaşasınlar, kendi isteklerine boyun eğsinler diyedir. Çünkü zavallı ve kim sesiz insanlar tıp kı Hazret-i Yûnus'un kavminin yaptıkları gibi henüz günah işleme çağma ermemiş küçük çocuklarını da beraberlerinde dualarına katıyorlardı ki, küçüklerin duaları bereketi ile Allah'ın rahmetini ümit ediyorlardı.

Abdullah b. Abbâs'tan -Allah her ikisinden de râzı olsun- rivâyete göre demiştir ki: “Ben ve annem gerçekten kadınlardan ve çocuklardan oluşan kimsesiz, zavallı, güçsüz kimselerdendik.”

Rabbimiz! Bizi, halkı, zâlim olan bu şehirden -Mekke'den- çıkar...” Âyetteki;

(.......) kelimesi, (.......) kelimesinin sıfatıdır. Ancak bu zulüm kelimesi şehre değil, o şehir halkına isnad olunmaktadır. Bununla beraber (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin harekesini almıştır, çünkü kelime, (.......) kelimesinin sıfatıdır.

bize tarafından, -işlerimizi düzene sokacak, bizi düşmanlarınıızdan kurtaracak- bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla, (diyen) ...” Düşmanlara karşı bize yardım edecek olan birini gönder. Bunlar kurtuluş için hep Allah'a dua edip duruyorlardı. Allah'tan imdat istiyorlardı. Nitekim bunun sonucunda bazdan için çıkıp Medine'ye gitme yolu açılmış oldu, fakat kimileri de ta Mekke fethine yani Allah kendi katından onlara bir yardımıcı ve dost gönderene kadar orada kalmak zorunda kaldı. Bu gelen yardımcı ve dost ise Hazret-i Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) idi. Resûlüllah onlara karşı en güzel dostluğu göstererek onları korudu, onlara en güçlü yardım ve zaferle yetişip onları kurtardı.

Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den çıkıp aynlmca onların başında Mekke'de görevli olarak İtab bin Üseyd'i vali atadı. O zavallı, kimsesiz ve ezilmiş olan Mekke'deki Müslüman kesim ondan istedikleri gibi büyük dostluk ve yardım gördüler. İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

“İtab bin Üseyd güçlüye karşı hep zayıfa yardım ederdi. Öyleki bunlar o zalimlere karşı üstünlük ve güç kazanacak bir duruma gelinceye kadar bu yardımım onlar için devam ettirdi.”

Bundan sonra gelen âyette yüce Allah, mü'minleri Allah yolunda, dininin yücelmesi için savaşmaya teşvikte bulunarak, onların yardımcısı ve velileri olacağını, şeytan ve şeytani sistemler uğrunda savaşanların ise şeytandan başka herhangi bir yar ve yardımcılarının, dostlarının olmayacağını açıklamak babında şöyle buyuruyor:

76

Îman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tâğut (bâtıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O hâlde şeytanın dostlarına karşı savaşm; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır.

îman edenler, Allah'ın yolunda savaşırla/; inanmayanlar ise tağut (bâtıl davalar ve şeytan)yolunda savaşırlar.” Âyette geçen, “tağut” kelimesi şeytan ve şeytani düzenler, sistemler demektir. Çünkü âyetin bundan sonraki (.......) kısmı, bunun şeytan manasına geldiğini göstermektedir.

O hâlde şeytanın dostlarına -kafirlere- Aa/şt savaşm. Şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen -verdiği vesveseleri- zayıftır (yıkılmaya mahkûmdur).” (.......) Hile ve tuzak manasına gelen (.......) kelimesi, tuzak kurmak ve hile yapmak suretiyle kişinin hâli hazırdaki durumunu bozup dağıtmak, perişan kılmak demektir. (.......) ise, aldatmak, geçici hevesle oyuna getirmek demektir. Çünkü şeytanın kurduğu hile ve tuzak asla bir sonuç vermez ve verecek de değildir. Ya da Allah'ın yardımı karşısında onun kurduğu tuzak ve hile pek basit kalır, hiçbir anlam ifade etmez.

Müslümanlar Mekke'de bulundukları müddetçe kafirlerle savaş-

77

Kendilerine, ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin, denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir grup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da “Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdm! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?” dediler. Onlara de ki: “Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez.”

Kendilerine: (.......) denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca”

Yani Medine'de kendilerine savaşırı farz kılınması üzerine, “İçlerinden bir grup hemen Allah'tan korkar gibi halta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da:”

Allah'ın üzerlerine azâbını indirmesinden korktukları gibi kafirlerin kendilerini öldürmelerinden korkmaya başladılar. Fakat bu korku ve endişeleri din konusunda kendilerinde bir şüphe ve şüphenin doğması sebebiyle değildi. Aynı zamanda dinden vazgeçmeleri anlamında da bir durum söz konusu değildi.

Yani dine gerçek manada îman etmişlerdi, ancak tek korkuları ve endişeleri canlarını tehlikeye atmaları ve öldürülmekten ileri geliyordu.

Nitekim İslam bilginlerinden Ebû Mansûr Muhammed Mâturîdî bu konuda şöyle diyor:

“Bu tür bir korku doğal olan tabii bir korkudur. Yoksa bu, o kimselerin Allah'ın bu hükmünden hoşlarınadıkları ve emrine karşı geldikleri anlamında itikadiyani inançlarını zedeleyecek bir yanlıştan ötürü değildi. Onlar böyle bir yanlışın içinde değillerdi. Ancak insan doğal olarak eğer bir şeyde hayatının ortadan kaldırılması tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa, bundan pek hoşlarınaz.”

(.......) kavli, mastar olan bir kelimesinin mefulüne izafeti yani tamlama oluşturması kabilindendir. Bu, (.......) kavlindeki zamîrden hâl olarak mahallen mensûbtur.

Yani: “Bu kimseler, Allah'tan korkan kimseler gibi insanlardan korkarlar.” demek olup, “korkuları Allah'tan korkanlarınkine benzer bir korku gibidir” demektir. (.......) kavli hâl üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Veya: Allah'tan korkanların korkusu gibi bunların insanlardan korkuları daha fazladır.” Âyetteki, (.......) edatı muhayyerlik içindir.

Yani burada, “Bu kimselerin insanlardan korkuları tıpkı Allah'tan olan korku gibidir.” demen hâlinde isabetli bir söz söylemiş olacağın gibi, “Onların insanlardan olan korkuları Allah'a karşı olan korkudan daha fazladır.” demiş olman durumunda yine isabetli bir karar vermiş olursun. Çünkü kimi insanlarda buna benzer bir korku doğabileceği gibi kimilerinde daha fazlası da olabilir. Zira burada söz konusu edilen kimselerde bu olmuştur.

(.......) dediler.”

Yani ölece ğimiz anı, ecelimiz bitene kadar geciktirseydin de evlerimizde yataklarınız içinde ölseydik olmaz mıydı?

Bu soru, bu kimselere savaşırı farz kılınma hikmetinin sorulmasıdır. Yoksa Allah'ın hükmüne karşı yapılan bir itiraz değildir. Çünkü bunun bu manaya geldiğinin delili; bu kimselerin bu davranışları yüzünden azar işitmemeleri ve kötülenmemiş olmalarıdır. Tam aksine kendilerine şu şekilde cevap verilmiştir:

Onlara de ki: “

Yani dünyanın her çeşit menfaatleri yok olucudur. Halbuki âhiret yurdunun menfaatleri hem çoktur ve hem süreklidir. Eğer gerçekten çok olan bir şey günün birinde yok olacak ve ortadan kalkacak ise, bu takdirde o yine de azdır ve hiç bir şey değildir, demektir. O hâlde az olup da sonuçta elden avuçtan çıkıp gidecekse, bu takdirde durum nasıl olacaktır?

Ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez.” Oldürülme veya savaşma sıkıntıları karşısında size verilecek olan ecrinizden hiç bir azalma ve en ufak bir eksilme olmayacaktır, işte bu bakımdan savaştan yüz çevirmeyiniz, geri durmaya kalkışmayınız.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Hamza ve Ali, (.......) kelimesini, (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır.

78

Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kaleler-de olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa “Bu Allah'tan” derler; başlarına bir kötülük gelince de “Bu senden” derler. “Hepsi Allah'tandır” de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü lâf anlamıyorlar!

Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır.” Âyetteki (.......) edatı, (.......) soru edatında var olan şart manasını te'kit ve pekiştirmek içindir.

“Sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!” Yine burada geçen, (.......) kelimesi kaleler veya saraylar manasına gelmektedir. (.......) ise yüksek manasınadır.

Kendilerine bir iyilik dokunsa” Bolluk ve genişlik türünden bir nimet elde ederlerse: “(.......) derler;”

Yani bunu Allah'a nisbet ederler. “baslarına bir kötülük gelince de” kıtlık, sıkıntı ve şiddet gibi bir bela gelirse: (.......) derler.”

Yani bu kötülüğü sana izafe ederler ve: bu, senin sebebinle başımıza gelmektedir. Bunlar senin uğursuzluğun yüzünden başımıza geliyor, derler. Bunun sebebi münâfıklar ile, Yahûdîler eğer bir iyilik elde ederlerse, bir hayra ulaşırlarsa, bundan dolayı yüce Allah'a hamdederlerdi. Eğer hoşlarınadıkları bir şey başlarına gelirse bu defa bunu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e nisbet ederlerdi. İşte yüce Allah onları şu “(.......) de.” kavliyle yalanlamaktadır. Burada muzâfun ileyh mahzûf bulunmaktadır.

Yani; “Bunların hepsi de...” demektir. Çünkü rızıkları genişletip bollaştıran Allah olduğu gibi onları kısıp daraltan da yine Allah'dır.

“Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü anlamıyorlar!” Halbuki hepsi de nzkı genişletenin de daraltanın da Allah olduğunu ve bütün bunların birer hikmet gereği meydana geldiğini biliyorlar, ama yine de anlamak istemiyorlar.

Bundan sonra ise Rabbimiz şöyle buyuruyor:

79

(Ey insan) Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. (Ey Resûlüm Muhammed Biz) Seni insanlara elçi gönderdik; şâhit olarak da Allah yeter.

(Ey insan) Sana gelen ...” Buradaki “ey insan” seslenişi genel bir sesleniştir. Zeccâc ise bu hususta diyor ki:

“Bunun muhatabı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) olmakla beraber, asıl kasdolunanlar ise başkalandır.”

(Ey insan) Sana gelen iyilik Allah'tandır.” O'nun fazlındandır, ikramındandır.

Başına gelen kötülük -bela ve musibet- ise nefsindendir.”

Yani kendi ellerinle yaptıkların sebebiyledir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

(Ey insanlar!) Başırııza gelen herhangi bir felaket, bir bela ve musibet mutlaka kendi ellerinizle işlediğiniz günahlar sebebiyledir.” Şura, 30.

(Ey Resûlüm Muhammed Biz) Seni insanlara elçi gönderdik;” Onların şiddet ve sıkıntıyı sana nisbet etmeleri mukadder bir şey değildir.

Veya: “Biz seni insanlara Rdbbinin emrini tebliğ eden bir peygamber olarak gönderdik.” kavlinin manası şöyledir: “Senin görevin risâleti ya da mesajı iletilmesi gerektiği gibi iletmendir. Yoksa iyilik ve kötülük takdiri sana âit bir görev değildir.”

şâhit olarak da Allah yeler.” Senin Allah'ın Rasûlü olduğuna şâhit olarak bizzat Allah'ın kendisi yeter.

Bir diğer farklı tefsire göre bu âyet bir öncekine bağlı bir ayettir.

Yani: “Hiçbiri söz dinleyip anlamaya yanaşırıiyorlar” , şöyle diyorlar: “Ey İnsan sana her ne .... isabet ederse” Mu'tezile'nin bu Âyetteki hasene ve seyyieyi (iyilik ve kötülüğü) taat ve ma'siyet olarak tefsirlaması gerçekten apaçık bir yanlıştır ve olmayacak bir tefsirdur. Kaldı ki, (.......) kavli onların aleyhine olarak seslenmektedir. Çünkü dil açısından bir şey veya fiil soruşturulurken “Sana ne oldu? Başına neler geldi?” gibisinden soru yöneltilir. Çünkü Mu'tezile mezhebi mensupları, “Hasenat (iyilikler) yaratma ve icad olarak Allah tarafindandır.” da demiyorlar, O hâlde bu âyet nasıl olur da bu konuda onlar için bir hüccet ve delil sayılabilsin?

(.......) kelimesi de temyizdir.

80

Kim Resûl'e itâat ederse Allah'a itâat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!

Kim Rasûle ilaat ederse Allah'a itâat etmiş olur.” Çünkü Resûlüllah, ancak Allah'ın kendisine “emret” dediğini emreder, “nehyet, yasakla” dediğini de nehyedip yasaklar. Dola yısıyla Peygamberin emredip yasakladıkları hususlarda peygambere itâat bizzat yüce Allah'a itâat demektir.

Yüz çevirene gelince,”

sera onların başına bekçi göndermedik!”

Yani onların amellerini kontrol edip koruyan, onların üzerinde muhasebelerini yapıp tutan, onları izleyip gözetleyen biri kılmadık.

81

“Bâşüstüne” derler, ama yanından ayrılınca onlardan bir kısmı, senin dediğinden başkasım gizlice kurar. Allah da onların gizlice kurduklarını yazar. Sen onlara aldırma ve Allah'a dayan; sana vekil olarak Allah yeter.

Başüstüne derler.” (.......) kavli burada mahzûf mübtedanın haberidir.

Yani “senin emrin başımız üstüne, bizim işimiz sana itaatten başka bir şey değildir” demektir.

(.......) kelimesi, derin derin düşünme, komplo kurma, ortaya çıkarma, tesviye etme gibi manalara gelir. Çünkü bu, herhangi bir konuda geceleyin planlar hazırlayıp komplo kurmak, konu üzerinde geceleyin çalışmak demektir. Ya da bu kelime şiirin beyitlerinden alınan bir ifadedir. Çünkü şâir olan kimse de kelimeleri (beytleri) düşünür, planlar ve belli bir ölçü içerisinde dizelere döker.

Kırâat imâmlarından Hamza ile Ebû Amr, (.......) kelimesini (.......) harfine idğam ederek (birleştirerek) 25 okumuşlardır.

Allah da onların gizlice kurduklarını yazar.” Onların işlediklerini ve yapaklarını amel defterlerine geçiriyor ve kıyamet gününde onları buna göre cezâlarıdıracaktır. (.......) şeklinde.

Sen onlara aldırma ve Allah'a dayan;” Onlardan öc almak için bir çabanın ve sıkıntının içine de girme! Onların durum ve tutumlarıyla ilgili olarak Allah'a dayanıp güven. Çünkü onların sana zarar verme niyetlerine karşılık olarak Allah sana yeter ve Allah onlardan senin intikamını, islamm güçlenmesiyle mutlaka alacaktır.

“Sana vekil olarak Allah yeter.” Allah kendisine dayanıp güvenene, tevekkül edene yeter.

82

Hâla Kur'ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı.

Hâla Kur'ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi?”

Yani onlar Kur'ân’ın manaları ve sözleri, ifadeleri üzerinde hala düşünmeyecekler mi?

Tedebbür: İşin sonucu hakkında gereğince düşünüp karara varmak ve sonuçta varacağı nokta hakkında dikkatlice davranmak demektir. Ancak bu kelime daha sonra her manadaki derin düşünme hakkında kullanılagelmiştir.

Tefekkür: Bu ise, kalbin veya gönlün deliller çerçevesinde tasarruf ta bulunarak bir sonuca varmasıdır. İşte bu durum, Rafızılerin:

“Kur'ân’ın manası ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in tefsîr etmiş olmasıyle ve bir de masum imâmın açıklamasıyla anlaşılır, başka türlü anlaşılamaz.” tarzındaki düşün ve, yargı ve inançlarını, iddialarını da reddetmektedir. Onların bu hatalı görüşlerine de bir cevaptır. Aynı zamanda bu âyet, kıyasın sahih olduğuna ve taklidin ise bâtıl, geçersiz ve anlamsız olduğuna de ayrıca delalet etmektedir.

Eğer -kafirlerin ileri sürdükleri gibi- o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda -tevhid, şirk koşma, helâl ve haram kılma konulannda- bir çok lutarsızldi bulurlardı.” Ya da belâgat konusunda birçok tutarsızlıklar bulurlardı. Kimisi belâgat açısından en zirvede olurken, kimisi de gerçekten bundan yoksun bir durumda olurdu ve dolayısıyla buna karşı meydan okuma imkanı doğardı.

Ya da bu tutarsızlık ve çelişki hâli Kur'ân’ın manaları açısından olabilirdi. Bunların kimisi gayb âleminden bilgi veren âyetler olurdu ki, bu bazan verilen haberin doğruluğunu gösterirken, bazan da verilen haberin doğru olmadığını, çelişkiler içerdiğini gösterirdi. Kimisi de meani ilminde uzman olan bilginler açısından doğru görülürken, bazısı da bozuk bir manayı gösterir ve birbiriyle uyum içinde olmadığını sergilerdi. İşte Kur'an1 da bu manada asla herhangi bir çelişkiyle karşılaşılmaz.

Ancak dinsiz denilen mülhidlerin bir takım ayetlere bakarak güya kendilerince aralarında çelişkiler bulunduğunu söylemelerine gelince, bunların tutarsız bir yanlarının olmadığını bu kitabımızın ilgili yerleri incelendi ğindiğinde görülecektir. Çünkü hâl Erbâbı bu dinsizlerin ileri sürdükleri âyetler üzerinde yaptıkları açıklamaları okurlarınıız Allah'ın izniyle hepsini açıklarınış olarak ellerindeki bu tefsirde bulacaklardır.

Dinsizlerin iddialarına göre göya aralarında çelişki var olan bazı âyetler şöyledir: A'raf, 107, Neml, 10, Hicr, 92, Rahmân, 39

Bunlarla ilgili cevaplar bu Kitabımızda yeri geldikçe görülecektir.

83

Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; halbuki onu, Resûl'e veya aralarında yetki sâhibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.

Onlara, güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar.”

Burada kendilerinden söz edilen Müslümanlar, uzağı göremeyen, meseleleri gereği gibi değerlendiremeyen basit görüşlü kimselerdir. Olayları değerlendirebilecek güçte olmayanlardır. Ya da burada sözü edilenler münâfıklar da olabilirler. Bunlara Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in küçük savaş birlikleri ya da timleriyle alâkalı olarak onların güvenlik ve selâmeti konu edilen veya korku ya da zorluklerini gündeme getiren bir haber gelince, hemen bu kimseler gelen bu haberleri çevrelerine derhal yayıp dururlar. Haliyle onların bu hahaberleri yaymaları iyi bir sonuç vermemekteydi.

(.......) kavlindeki zamîr, (.......) kelimesine veya (.......) kelimesine ya da (.......) kelimesine râcidir. Çünkü (.......) harfi bu ikisinden birinin olmasını gerekli kılar.

Halbuki, onu, Resûl'e veya aralarında yetki sâhibi kimselere götürselerdi,”

Yani aralarında deneyimli ve işlerin ne olup ne olmayacağını bilen sahabenin büyüklerine veya kendi içlerinde üzerlerine lider (emir) olarak atanan kimselere götürselerdi, “Onların. arasından işin içyüzünü anlayanlar, -zekâları ve uzak görüşlülükleriyle, deneyimleriyle bununla ilgili durumu, savaş sanatıyla ilgili taktikleri, hile ve tuzakları bilenler mutlaka onu ortaya çıkanr ve- onun ne olduğunu -verilen haberle ilgili tedbiri- bilirlerdi.”

Bunun bir farklı tefsiri de şöyledir; Bazı kimseler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ve yetkili kıldığı kimseden düşmanlara üstünlük kazanacağı güveni içinde oldukların, emin olduklarını veya düşmana karşı bir korku ve endişelerinin bulunduğunu öğrenirler ya da bu manada bir kanaate ve duyguya sahip bulunurlardı. Hemen bu kanaat ve duygularını çevrelerine yayıp yetiştirirlerdi. Haliyle bu haberler doğal olarak düşmanın da kulağına ulaşmaktaydı. Sonuçta bu haberler Müslümanlarda bir takım rahatsızlıklara neden olabiliyor ve olumsuz durumlar meydana getirebiliyordu. Eğer bunu böyle yaymayıp da meseleyi doğrudan Resûlüllahne veya yetkili kılman kimselere götürselerdi ve durumun değerlendirmesini onlara bıraksalardı, işittikleri şeyleri hiç işitip duymamış gibi davranmış olsalardı, dolayısıyla bu işlerin sonuç olarak nereye varacağını ve neler doğurabileceğini bilen, işin ehli olan kimseler bunu mutlaka bilirlerdi. Ne yapılması gerektiğini, nasıl tedbir alınması icab ettiğini, bunun getirişinin ve götürüşünün neler olacağını bilen ehil kimseler zaten gereğini yaparlardı. Nelerin yapılıp ve nelerin yapılmaması gerektiğni de bunlar sonuca bağlardı.

Nabt: İlk kazılınca kuyudan ilk olarak çıkarıları su, bulunan ilk su daman, demektir. İstinbat ise ortaya çıkarmak, meydana koymak manasınadır. Daha sonra bu kelime, kişinin zihnini çalıştırması, aklını kullarınası suretiyle yapacağı işlerde ve faaliyetlerde ya da zorluk olan meseleleri çözmede varabildiği sonuçlar için kullanılmıştır..

84

Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Mü'minleri de teşvik et ki, Allah kâfirlerin gücünü kırsın (güçleriyle size zarar vermelerini önlesin). Allah’ın tazyiki daha üstün ve cezâsı daha şiddetlidir.

Artık Allah yolunda savaş.” Onlar seni ve terkedip tek başına bırakmış olsalar bile sen Allah yolunda cihad et! “Sen, kendinden başkası, (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın.” Cihad hususunda sadece sen kendi kendinden sorumlu olacaksın, başkasından sorulacak değilsin. Çünkü bu konuda sana yardım edecek olanı ordu ve askerler değil, yalnız Allah'dır.

Anlatıldığına göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) küçük Bedir'-de halkı savaşa çıkmaya çağırdı. Çünkü Ebû Süfyan burada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaşmak üzere sözleşmişti. Ancak kimi insanlar (Müslümanlar) ona karşı savaşmak üzere çıkmak istemediler. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beraberinde yetmiş ashâbı olduğu hâlde Ebû Süfyan'a karşı savaşmak üzere yola çıktı. Eğer hiçbir kimse savaşmak üzere ona kâtilmamış olsaydı bile yine de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tek başına ona karşı çıkacaktı.

Mü'minleri de teşvik et.” Senin bu konudaki görevin sadece mü'minleri savaşa teşvik etmekten ibârettir, başka değil. Onları bu konuda zora koşmak sana düşmez. “Umulur ki (şüphesiz) Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler).” Onların baskılarını, şiddet ve zarar vermelerini önler. Bunlar Kureyşlilerdi. Allah böylece Kureyşlilerin kalbine korku salarak onların savaşa çıkmalarını önlemiş oldu. Çünkü Allah korkutma ile onları geri püskürttü. Burada geçen ye “umulur ki” manasında olan (.......) kelimesi, umut vaadeden kelimelerden biridir. Kaldı ki Kerîm olan Allah'ın insana umut vermesi ise, basit bir kimsenin sözünü yerine getirmesinden çok daha önemli ve etkili bir vaaddır, sözvermedir.

Allah'ın gücü -Kureyş'in gücünden de- daha çetin ve cezâsı -azaplarıdırması- daha şiddetlidir.”

(.......) kelimesi de tıpkı (.......) kelimesi gibi temyizdir.

85

Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyin karşılığını vericidir.

onun da o işten bir nasibi olur.” Aracılık ya da şefâat sevabı vardır. (.......) demektir. İşte bunun zıddı da, seyyiedir yani kötülüktür.”

Hasen-ı Basrî de şöyle diyor: “Kim arabuluculuk için çabalarsa, demek olup bunun zıddı ise nemimedir yani lâf getirip götürmedir.”

Onun da ondan bir payı olur.” Bir nasip vardır. “Allah her şeyin karşılığını vericidir.”

Burada geçen, (.......) kelimesi muktedir olan, güç yetiren demektir. Kelime, (.......) kökünden türeme olup, bir şeye güç yetirmek veya bir şeyi korumak demektir. Kelime, (.......) kökünden olup nefsi tutmak, nefse sahip olmak ve korumak manalarına gelir.

86

Bir selâm ile selâmlandığmız zaman siz de ondan daha güzeli ile selâmlayın; yahut aynı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını arayandır.

Bir selâm ile selâmlandığmız zaman;”

Yani size selâm verildiği zaman, demektir. Bizim dinimizde selâmlaşma, hem bu dünyada ve hem âhiret hayatında, “selâm” ifadesiyledir. Yüce Allah bir başka âyetinde şöyle buyurmaktadır:

“Evlere girdiğiniz zaman, Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir yaşama dileği olarak kendi kendinize (birbirinize) selâm verm.” Nur, 61.

Ve bir başka âyetinde de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“O'na (Allah'a) kavuşacakları gün, Allah'ın onlara iltifatı ve karşılaması, (Selâm)dır.” Ahzâb, 44.

Araplar İslâm'dan önce birbirleriyle karşılaştıkları zaman, (.......) diye selâmlaşırlardı ki bu, Allah ömrünü uzun kılsın.” demekti. Ancak İslâm'ın gelmesinden sonra bu tür selâmlaşma, “selâm” ile değiştirildi. (.......) kelimesi, (.......) kalıbında bir kelimedir. (.......) den türemedir.

Siz de ondan daha güzeli ile selâmlayın.”

Yani kişi size, “esselâmu aleyküm” diye selâm verdiği zaman siz de “Ve Aleykümüsselâm ve Rahmetullahi” deyin. Eğer selâm veren kimse selâmına “Ve rahmetullahi” ifadesini de eklerse, siz de buna, “ve berek'atuhu” kavlini ekleyin. Nitekim şöyle bir deyim var, “Her şeyin bir bitiş noktası vardır, selâmın da bitişi (.......) iledir.”

Yahut aynı ile karşılık verin.”

Yani misliyle cevaplayın, mukabelede bulunun. Selâmın reddi yani aynısıyla karşılık verilmesi durumu, misliyle cevaplarınasıdır. Çünkü selâma karşılık veren kimse selâm verenin selâmına mukabelede bulunmaktadır. Bir de burada muzaf hazfolunmuştur.

SELÂMIN HÜKMÜ

Selâm vermek sünnettir fakat alınması bir farizadır, görevdir. Ancak güzel olanı bunun bir fazilet olduğudur. Herhangi bir kimse Müslümanların topluca bulundukları bir yere gittiğinde, onlara selâm verir de onlar da selâmını almazlarsa, kendilerinin değerli olan canları alınır, çünkü o ruhlar günaha bularınışlardır. Melekler de selâm verenin selâmına karşılık verirler. Hutbe okunduğu sırada, açıktan Kur'ân okunurken ve hadis rivâyeti yapılırken selâm verilmez. Aynı zamanda ilmi bir çalışma ve görüşme yapılırken, ezan okunurken ve kamet getirilirken de selâm verilmez.

İmâm Ebû Yûsuf'a göre Satranç ve tavla oynayan, şarkı-türkü söyleyen kimselere selâm verilemez. Defi hacet için oturmuş olan kimseye de selâm verilmez. Güvercin uçurmakla eğlenenlere, herhangi bir mazeret olmaksızın hamamda veya bir başka yerde çıplak vaziyette bulunanlara da selâm verilmez.

Kişi evine girince hanımına ve çocuklarına selâm verir, yürüyen kişi oturana, binek üzerinde olan kimse yaya yürüyene, atlı olan kimse merkep üzerinde olana, küçük olanlar büyük olanlara, az sayıda olan bir topluluk daha çok olanlara selâm verirler. Eğer iki kimse veya cemaat aynı şekilde karşılaşırlarsa birbirlerinden önce davranarak selâm vermede acele etmeliler.

Bir başka tefsire göre, “o selâmdan daha güzeliyle” ifadesi kendi dinimizde olanlara, Müslüman olanlara verilir, demektir. “Aynıyla karşılık verin” ifadesiyle de zimmi olanlar yani gayri Müslim vatandaşlar kasdolunmaktadır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuşlardır: “Kitap ehli olanlar size selâm verdikleri zaman siz onlara sadece, (.......) diye karşılık verin.” Buhârî, 6258. Müslim, 2163.

Bunun manası şu demektir: “Dediğiniz ne ise sizin de üzerinize olsun.” Bunun sebebi şudur; çünkü kitap ehli selâm verme bahanesiyle veselâm ile benzer bir kelime olan, “Essamu Aleyküm” ifadesini kullanırlardı ki bu, “Ölün, geberin, yok olun.” gibi beddua manasınadır.

Diğer taraftan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)m, “Selâm vermede eksiklik yoktur, (yapmayın)

Yani, esselâmu aleyke demeyin, Esselâmu aleyküm, deyin buyruğuna gelince bu, şundan dolayıdır: “İnsanın sağında ve solunda bekleyen her iki meleği kasdetmiştir. Dolayısıyla onlara da selâm verin, demek istemiştir.” Ahmed b. Hanbel, Müsned; 2/461. Ebû Dâvud; 928-929

Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını arayandır...” Allah, sizin selâmınız da dahil olmak üzere her şey den dolayı sizi hesaba çekecektir.

87

Allah -ki ondan başka hiçbir ilâh yoktur- elbette sizi kıyamet günü toplayacaktır, bunda asla şüphe yoktur. Söz bakımından Allah'tan daha doğru kim vardır!

Allah -ki ondan başka hiçbir ilâh yoktur-.” (.......) lâfza-i Celâlî mübtedadır, (.......) kavli de bunun haberidir. Ya da bu, itiraz (parantez) cümlesidir. Haber ise, (.......) kavlidir. Bunun manası: Allah öyle ilahtır ki, vallahi o sizi mutlaka bir araya toplayacaktır.”

Elbette sifi kıyamet günü toplayacaktır, bunda asla şüphe yoktur.”

Yani orada bir araya getirecek ve haşredecektir ve (.......) tıpkı (.......) ve (.......) kalıbında kelimelerdir. Bu da kabirden insanların kalkmaları veya hesap için kalkmaları demektir. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır:

“İnsanlar o günde Alemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır.”

(.......) kavli, (.......) kavlinden hâldir. zamîr ise, ya “gün” kelimesine râcidir veya mahzûf bir mastarın sıfatıdır.

Yani, “Geleceğinden asla şüphe olmayan bir toplarına.” demektir. (.......) zamîri “Cem” kelimesine râcidir.

Söz bakımından Allah'tan daha doğru kim vardır!” Burada, (.......) kavli temyizdir. Bu, olumsuzluk (nefi) manasında bir sorudur.

Yani verdiği haberlerinde vadinde veya tehdidinde asla O'ndan daha doğru olanı ve sözünde duran, yoktur. Çünkü Allah'a yalan isnadı muhâldir ve çirkindir. Çünkü yalan, bir şeyden onun aksine bir durumda haber vermektir ya da doğru olmayan bir şeyi doğru imiş gibi bildirmektir. Bu, Allah için muhal olmayacak bir şeydir.

88

Size ne oldu da münâfıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Halbuki Allah onları kendi ettikleri yüzünden baş aşağı etmiştir (küfürlerine döndürmüştür). Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimse için asla (doğruya) yol bulamazsın!

Size ne oldu da, münâfıklar hakkın da iki guruba ayaldiniz?” Burada, (.......) mübteda ve haberdir.

Mana ise şöyledir: “Size ne oldu ki, apaçık bir şekilde kimi zaman size karşı münâfıklık eden kimseler hakkında ihtilafa ve ayrılığa düştünüz? Neden dolayı bu münâfıklar hakkında iki guruba ayrıldınız? Neden dolayı onların kafir olduklarını kesin bir dille söyleyip ifade etmediniz?”

Bu olay şöyle olmuştur; münâfık olan kimselerden bazıları, Medine'nin havasının kirliliğini bahane ederek şehirden uzaklaşmak ve çöle inmek için Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) den izin istediler. Medine'den ayrılır ayrılmaz merhale merhale yol almaya devam ettiler, nihayet gidip müşriklerle buluştular, onlara kâtildılar.

İşte Müslümanlar da durumları bundan ibâret olan bu kimseler hakkında görüş ayrıliğina düşerek ikiye ayrıldılar. Bir kısmı bunların kafir olduklarını, kimisi de Müslüman olduklarını savunur oldular.

(.......) kavli hâldir. Bu tıpkı, (.......) ifadesine benzer bir ifadedir. İmâm Sîbeveyh şöyle diyor:

“Sen, (.......) deyince, bu anlam bakımından, (.......) «Neden kalktın?» demektir. Bunun mensûb olarak okunması ise şu tefsire göredir: «Seni bu hâlde bırakan şeyin sebebi nedir?»“

Kaldı ki halbuki Allah onları kendi ettikleri yüzünden baş aşağı etmiştir (küfürlerine döndürmüştür).”

Yani bunların gidip müşriklere kâtilarak irtidat etmeleri, dinden dönmeleri yüzünden, kendilerini kâfir hükmüne sokmuştur. O hâlde siz de Allah'ın onlar hakkında verdiği hüküm gibi kendilerine aynen o hükmü uygulayın ve kâfirlikleri hakkında asla tartışmayın.

Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz?”

Yani Allah'ın dalalet içinde kılıp sapık olarak gösterdiklerini, sizler onları hidâyete ermiş, doğru yolda olan kimseler olarak mı kabul etmek istiyorsunuz? Yahut da; siz onlara hidâyete ermiş kimseler diyemi isim vermek istiyorsunuz? Halbuki Allah onların dalalet içinde olan sapıklar olduğunu açıkça bildirmiştir. Böylece bu ifade ile yüce Allah, küfre giren bu tür münâfıkları, hidâyet üzere olan kimseler olarak adlarıdıranları ayıplamakta ve onları uyarmaktadır.

Ayrıca bu âyet bizim Hanefî mezhebinin, “Kul kâsibtir, kazanandır, yaratan değil. Çünkü yaratan kudreti yüce olan Rabbimiz Allah'tır” tarzındaki görüşüne de ışık tutan bir delildir.

Allah'ın saptırdığı kimse için asla (doğruya)yol bulamazsın.” Onları hidâyete götüren bir yol bulamazsın.

89

Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız. O hâlde Allah yolunda göç edinceye kadar onlardan hiç birini dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin.

Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız.” (.......) kelimesindeki (.......) harfi mahzûf bir mastann sıfatıdır. (.......) harfi ise mastariyedir. Mana şöyle olmaktadır: “İsterler ki siz de onların küfre girdikleri gibi küfre giresiniz.” Burada geçen, (.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûftur. (.......) kavli de; “siz ve onlar küfürde eşit olasınız” demektir. “O hâlde Allah yolunda göç edinceye kadar onlardan hiç birini dost edinmeyin.” Onlar îman etmedikleri müddetçe onlarla her manadaki dostluk bağların kopann. Çünkü Allah yolunda hicret ancak Müslüman olmakla, İslam dinini kabul etmekle mümkün olabilir.

Eğer -îman etmekten- yüz çevirirlerse -diğer müşriklerin hükmünde olduğu gibi -onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün.” ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin.” Hatta onlar size dostluk ve yardım ellerini uzatsalar bile, kendilerinden bunu kabul etmeyin.

90

Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar yahut ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşmak (istemediklerin)den yürekleri sıkılarak size gelenler müstesna. Allah dileseydi onları başırııza belâ ederdi de sizinle savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse bu durumda Allah size, onların aleyhinde bir yola girme hakkı vermemiştir.

Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar -onlara gidip ulaşanlara, katılanlara- ... müstesna.” Burada istisna edilme durumu, “Onları yakalayın, öldürün” hükmünden istisna olunmaktadır.

Yani onlar, bu hükümlerinin dışında tutun ve fakat dost edinmeyin.

Burada söz konusu edilen toplum “Eslemliler'“dir. Bu toplum ile Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında bir anlaşma bulunmaktaydı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke fethine çıkmazdan önce Eşlem oğullarından Hilal bin Uveymir ile şu şekilde bir sözleşme yapmıştı. Ona ve ona karşı olanlara yardımcı olmayacak.

Yani tarafların hiçbirisine yardımcı olmamak koşuluyla anlaşmıştı. Dolayısıyla herhangi biri veya bir toplum gelip Hilal'e katılır ve ona sığınırsa, bunlara aynen Hilal'e tanınan haklar tanınmış olacaktır.

Buna göre âyetin manası şöyle olmaktadır: “Sizinle kendileri arasında bir anlaşma bulunan bir topluma gelip kâtilanlar dışındakileri öldürün, anlaşmalılara kâtilanlara dokunmayın.”

. “yahut ne sizinle ne de -sizinle birlikte hareket etmek suretiyle- kendi toplumlarıyla savaşmak (istemediklerin) den yürekleri sıkılarak size gelenler müstesna.”

(.......) kavli burada, (.......) kelimesinin sıfatı üzerine affolunmuştur.

Yani bunun manası şöyledir: “Ancak gidip anlaşmalı bir topluma kâtilanlar dışında veya ne sizin lehinizde ve ne de aleyhinizde hareket etmeyip savaşmaktan geri duranlar.” demektir.

Yahut da (.......) kavli, (.......) kavlinin sılası (ilgi cümleciği) üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Buna göre de mana şöyledir: “Ancak anlaşmalılara gidip katılanlar müstesna (gidip kâtilanların dışında) veya sizinle savaşmayanlara kâtilanların dışında.”

Burada, (.......) kavli, (.......) edatının izmariyle (gizli kalmasıyla) hâl durumundadır. (.......) kelimesi de darlık, sıkıntı, keyfinin kaçması, zorda kalmak gibi manalara gelmektedir. (.......) kavli, (.......) demektir.

Yani “sizinle savaşmaktan ...”

Allah dileseydi, kalplerini güçlü kılarak ve göğüslerindeki savaştan sıkılma hâlini de ortadan kaldırarak- onları başırııza bela ederdi de sizinle savaşırlardı.”

(.......) kavli, (.......) üzerine ma'tûftur. Bu kelimenin başına bir (.......) harfinin gelmiş olması te'kit içindir.

Arlık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de -size taarruza kalkışmazlarsa- sizinle savaş-: mazlar, ve size barış teklif ederlerse,” yani boyun eğmek ve teslim olmak suretiyle gelirlerse, “Bu durumda Allah size, onların aleyhinde bir yola girme hakkı vermemiştir.” Onlarla savaşmaya bir bahane, bir yol bırakmamıştır.

91

Hem sizden hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen başkalannı da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler ona baş aşağı dalarlar (daldırılırlar). Eğer sizden uzak durmaz, sulh teklif etmez ve ellerini çekmezlerse onları yakalayın, rastladığınız yerde öldürün. İşte onlar üzerine sizin için apaçık yetki verdik.

Hem sizden hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen başkalannı da bulacaksınız. “

Güya kendilerinin asıl durumlarını saklayarak münâfıklıkla siz Müs lümanlardan, kendi toplumlarıyla da aynı inanç içinde olduklarını sergileyerek böylece kendilerini güvencede kılmak istiyorlar. Bunlar Esed ve Ğatafan kabilesinden olanlardı. Bunlar Medine'ye geldikleri zaman Müslüman oldular. Müslümanları da emniyet ve güven içinde bırakmak için anlaşma yaptılar. Fakat kendi toplumlarının yanma döndüklerinde ise, yeniden küfre girdiler. Sözlerini ve anlaşmalarını bozdular.

“Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler -en azılı bir düşman ve en iğrenç ve katı bir yürekle- ona baş aşağı dalarlar (daldırılırlar).” Hem de her düşmandan daha kötü ve daha saldırgan olarak...

Eğer sizden uzak durmaz, sulh teklif etmez ve ellerini çekmezlerse,” Eğer sizinle savaşmaktan uzak durmaz, barış teklif etmek suretiyle size boyun eğmez, sizinle savaşmaktan geri durmazlarsa, “Onları yakalayın, rastladığınız yerde öldürün.” Onları ele geçirip fırsat bulduğunuz her yerde ve elinize imkan geçtikçe hayat hakkı tanimaksızm hemen öldürün. Burada, (.......) kavliyle, (.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûf bulunmaktadırlar.

İşte onlar üzerine sizin için apaçık yetki verdik.” Bunların düşmanlıkları gayet açık ve ortada olduğundan size apaçık bir yetki ve belge verdik. Çünkü küfür halleri ve Müslümanları tuzağa düşürme planları meydana çıkmış bulunmaktadır. Müslümanları zarara sokmak apaçık hedefleridir Ya da açıkça bir tasallut ve saldmları ortaya çıkığından bu, sizin onları öldürmeniz konusunda size verilen bir yetkidir, bir izindir.

92

Yanlışlıkla olması dışında bir mü'minin bir mü'mini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mü'mini öldüren kimsenin, mü'min bir köle âzat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğer ki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola. (Bu takdirde diyet vermez). Eğer öldürülen mü'min olduğu hâlde, size düşman olan bir toplumdan ise mü'min bir köle âzat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mü'min köleyi âzat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peşpeşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sâhibidir.

Yanlışlıkta olması dışında bir mü'minin bir mü'mini öldürmeye hakkı olamaz.” Bir mü'min için ortada herhangi bir sebep olmaksızın, Meselâ kısas gibi bir durum olmaksızın ilk defa öldürme fiilini işlerse, böyle bir şey doğru değildir, onun haline yakışmaz ve bu dürüst bir davranış olmaz. Çünkü Mü'min, daha önceki âyetlerde geçen ve kanının akıtılması mubah görülen bir kafir gibi değildir. Meğer ki bir yanlışlık olmuş olsun. Buradaki istisna mün kati istisna olup, “Lâkin” manasına gelmektedir.

Yani: “Ama bir hata sonucu olursa.” demektir. Bunun mastara sıfat olması ihtimali de bulunmaktadır.

Yani; “Ancak hata sonucu doğan bir öldürme hâli dışında.” demektir. Mana şöyledir:

“Mü'min kimseye düşen şey, daha işin en başında kendisinden böyle bir öldürme olayının kesinlikle olmaması gerektiğidir. Meğer ki herhangi bir kasıtlı durum olmaksızın yanlışlıkla bu türden bir öldürme olayı meydana gelmiş olsun. Meselâ bir kafiri vurayım derken, yanlışlık la gidip bir Müslümana isabet edip onu öldürmesi gibi. Ya da birini kafir diye öldürüp sonradan Müslüman olduğunun anlaşılması gibi.

Yanlışlıkla bir mü'mini öldüren kimsenin,” Bu cümle mahzûf bir mastarın sıfatıdır.

Yani “hata ile olan bir öldürme ile...” demektir.

Mü'min bir köle azadetmesi.” Bu cümle mübtedadır. Haberi de mahzûf bulunmaktadır.

Yani “Ona gereken cezâ, bir köle azad etmesi lazım geldiğidir.”

Tahrir: Azad etmek demektir. Hür ve Atik kelimeleri de, “Kerîm-soylu, asalet sâhibi kimse.” demektir. Çünkü soyluluk ve asalet özgür olan kimselerde olabilir. Nitekim basitlik ve aşağılarına da kölelerde sözkonusudur. Nitekim kuş gibi özgür ve salma atlar gibi özgür ifadeleri de bu manadadırlar. Çünkü bunlarda asalet vardır.

Rakabe” kelimesi, (.......)

Yani “Filân kimse şu kadar baş köleye sahip oluyor.” demektir.

Âyette, “mü'min bir köle” kaydı ile şuna dikkat çekiliyor. Yaşayanlar'arasından bir inanmış kimse ölümle ayrılıp gidince, o ölenin yerine yaşayanlar arasına özgür bir kimsenin kâtilması gerekmektedir. Dolayısıyla kölenin azadolunarak özgür toplum arasına sokulması, kölelik boyunduruğundan kurtarılıp özgürler arasına kâtilmasının sağlarınası, tıpkı onu diriltmek gibidir. Halbuki daha önceleri köle, ölüler cümlesinden sayılırdı. Bunun sebebi de kölelik küfrün getirdiği bir şeydir, onun eseridir. Küfür ise hükmen ölü demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

(Evvelce) Küfürle ölü olup (sonra) kendisini hidâyetle dirilttiğimiz...” En'am, 122.

İşte bu bakımdan köleler ölü gibi kabul edildiklerinden hür ve özgür olanlar gibi tasarrufta bulunmaları ellerinden alınmıştır. İşte bu, bir zorlukdir. Çünkü öyle olmuş olsaydı, bu takdirde kasıtlı olarak meydana gelen öldürme olaylarında da bu, vacip (gerekli) olmuş olurdu.

Ancak burada şöyle açıklama ihtimali de vardır: Ancak bunun farz kılınmış olması (gerekli olması), yüce Allah'ın kâtil (öldüren) için mü'min bir canı yerine koyması, bâkî kılması sebebiyledir. Halbuki kısas olayında böyle bir durum sözkonusu değildir. Kısasta bunu vacip (farz) kılmamıştır. Burada ise kâtile mü'min bir köleyi azadetmeyi gerekli kılmıştır.

uc ötenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir..”

Yani öldürülenin varisleri arasında paylaşacakları bir diyet verilmesi gerekir. Nasıl ki miras bırakıları şey varisler arasında paylaşılıyorsa bu da aynen öyle paylaşılacaktır. Bununla ölünün geride bıraktığı bütün terekesi arasında paylaşım bakımından bir fark yoktur. Önce bunlardan ölünün borçları karşılanır, vasiyeti yerine getirilir. Eğer ölen kimsenin herhangi bir mirasçısı yoksa geride bıraktıkları beytulmâle kalır.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Üşeym el Dabbabî'nin hanımını, kocası Üşeym'in akilesine mirasçı kılmıştır, ona düşen payını vermiştir. Ancak bu gibi durumlarda diyet öldürenin akilesine âittir. Keffaret ise öldürenin kendisne âit bir cezâdır.

Meğer ki, ölünün ailesi o diyeli bağışlamış ola. (Bu takdirde diyet vermez).”

Yani diyeti sadaka olarak bağışlamış olmaları hâli müstesna. Kısaca affetmeleri dışında demektir. Mana şöyledir: “Esasen her halükârda cinayeti işleyen taraf diyeti ödemek zorundadır. Ancak mağdur taraf diyet almaktan vazgeçip onu sadaka olarak bağışlamaları hâli bunun dışındadır.”

Eğer öldürülen mü'min olduğu hâlde, size düşman olan bir toplumdan ise mü’min bir köle âzat etmek lâzımda:”

Yani bir yanlışlık sonucu öldürülen şahıs, size düşman olan bir toplumdan ise yani kâfirler arasında ise, çünkü “düşman” tabiri genel bir ifadedir. Herkes ve her toplum için kullanılır. Eğer öldürülen de mü'min biri ise, bu durumda sadece mü'min bir köle azadetmek gerekir.

Yani harbi/düşman konumunda olan bu kimse darulharb denilen küfür diyannda Müslüman olmuş fakat oradan hicret etmeyip kalan ve Müslüman toplumuna kâtilmayan bir kimse ise, bir Müslüman da bu kişiyi hata ile öldürse, bundan dolayı onu öldüren kimseye sadece keffaret ödemesi gerekir. Çünkü Müslümanın dokunulmazlığı vardır, dokunulmaz olan birinin kanını akıttığı için vebal altına girmiştir. Dolayısıyla bunun keffaretini ödemesi gereklidir. Müslüman olmakla dokunulmaz olmuştur. Fakat bu kimseye diyet gerekmez. Çünkü islam ülkesine bağlı olan dokunul mazlığı hicret etmediği, kafir toplum arasında kaldığı için yoktur.

figer kendileriyle aranızda -Müslümanlarla- antlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mü’min koliyi azal etmek gerekir.”

Yani öldürülen kimse bir zimmî (gayri Müslim azınlıktan) ise, bunun hükmü tıpkı Müslüman olarak öldürülen kimsenin hükmü gibidir. Bu âyet, zimmînin diyetinin de tıpkı Müslüman kimsenin diyeti gibi olduğuna delildir. Bu, bizim görüşümüzdür.

“Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peşpeşe oruç tutması lâzımdır” Kim de bir köle bulamaz yani buna sahip olamazsa veya onu elde edebilecek bir varlık ve imkandan da yoksun ise, elde edemiyorsa, bu kimsenin ara vermeden iki ay peşpeşe oruç tutması gerekir. Allah'tan kabul olunabilmesi, Allah'ın rahmetine nail olması buna bağlıdır. Bu kelime, (.......) demek olup Allah bir kimsenin tevbesini kabul buyurunca böyle denir.

Yani İslam şerî'atı, bu gibi bir durumda tevbenin kabulü için bunu gerekli kılmıştır. Ya da öyle bir tevbe etsin ki... demektir. Bu, mastar olarak mensûbtur.

Allah -emrettiği- her şeyi bilendir ve -takdir buyurduğu- hikmet sâhibidir.”

93

Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezâsı, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu larıetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.

Kim de bir mrmü’mini kasden öldürürse,” Bu cümle (.......) fiilinin zamîrinden hâldir.

Yani “bir kimseyi mü’min olduğunu bilerek kasıtlı bir şekilde öldürürse” demektir. Ki bu, küfürdür. Ya da bir mü’mini öldürmeyi helâl sayarak öldürürse bu da aynen küfürdür. “cezâsı, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir.”

Yani Allah onu cezâlarıdırsa eğer. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Eğer Allah onu cezâlarıdırma işte bu cehennemde ebedî kalış onun cezâsıdır.” Bak. Süyuti, ed-Dürrü'l-Mensur, 2/627.

Bazan, “hulud” ifadesiyle cehennemde uzun müddet cezâlı olarak kalmak kasdolunur. Ancak Mu'tezile'nin büyük günah işleyen kimse îmandan çıkar, tarzındaki görüşleri Rabbimizin şu âyetine aylarıdır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Ey îman edenler! Kasden öldürülenler hakkında size kısas farz kıhndı.” Bakara, 178.

Allah ona gazâbetmiş -intikam ve öc almış-, onu larıetlemiş ve -büyük bir suç işlediğinden, muazzam bir yanlış yaptığından dolayı- onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Müslüman bir kimsenin öldürülmesinden dünyanın yok olup ortadan kalkması, Allah katında çok daha basit bir olay olarak gelir.” Bak Tirmizî; 1395.

94

Ey îman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek “Sen mü’min değilsin” demeyin. Çünkü Allah'ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lütfetti; o hâlde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Ey îman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız -yürüyüp hareket ettiğiniz- zaman iyi anlayıp dinleyin.” Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. Sonuçta her iki kelime de (.......) babından olup, (.......) manasınadır.

Yani; “İşin aslını astarını sorun, soruşturun, doğruluğunu tesbit edin, öyle uluorta hemen atılmayın, enine boyuna inceleyin.”

Size selâm verene, dünya hayalının geçici menfaatine göz dikerek “Sen mü'min değilsin” demeyin...” Kırâat imâmlarından Nâfi, Ebû Cafer, İbn Âmir ve Hamza, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuşlardır.

İster selâm olsun, ister selem olsun her ikisi de istislam manasınadır.

Yani bu, hem selâm vermek, hem teslim olmak ve hem de Müslüman olmak manasınadır. Kısaca İslâm'da selâmlaşma olarak bilinen selâm manasına geldiği gibi Müslüman olan manasına da gelmektedir. (.......) cümlesi, (.......) kavliyle nasb mahallinde gelmiştir.

Anlatıldığına göre Mirdas İbn Nüheyk, kavmi içerisinde İslâm'ı kabul eden tek kişiydi. Onun dışında kavminden Müslüman olan bir kimse yoktu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e âit küçük bir birlik onlarla savaştı, hepsi de kaçıp gittiler. Ancak bunların içinden Mirdas kaçıp gitmedi. Çünkü Müslüman olmuştu ve nasıl olsa ben Müslümanım, kendimi tanıtınca beni öldürmezler, diye düşünmüştü. Atlıların kendisine geldiğini görünce, koyunlarını alıp dağın bir geçidine bıraktı. Fakat kendisi dağa tırmandı. Ancak atlılar gelip de kendisine yetiştiklerinde tekbir getirdiler, o da bunun üzerine tekbir getirdi ve dağdan aşağıya indi. Bu arada, “La ilahe illallah, Muhammedun Resûlüllah, esselâmu aleyküm” diyerek İslam askerlerine karşılık verdi. Buna rağmen Üsame bin Zeyd onu öldürdü ve koyunlarını da sürüp getirdiler. Fakat Mirdas ile aralarında olan biteni askerler Resûlüllah'a bildirince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan dolayı büyük bir üzüntü yaşadı ve:

“«Siz sırf onun elindeki bu malları almak için onu öldürdünüz» buyurdu ve tefsirini okumakta olduğumuz bu (.......) âyetini Üsame'ye okudu.” Hafız İbn Hacer; bunu Sa'lebi tahric etmiştir, diyor. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf; 1/552.

Siz çarçabuk bitecek olan dünyalık ganimet peşinden koştunız. Halbuki bu dünyalık mal ya da ganimet sizi, meseleyi enine boyuna incelemekten, bütün boyutlarıyla ele almaktan alıkoymaya, kendilerini öldürdüğünüz kimselerin durumlarını gereğince incelememenize sizi sevketmektedir.

(.......) Araz: Mal anlamına gelen bir ifadedir ve çarçabuk elden çıkıp giden şey demektir. Bu açıdan mal ifadesi yerine araz kelimesi kullanılmıştır. (.......) kavli, (.......) kavlinin failinin zamîrinden hâldir.

Çünkü Allah’ın nezdinde sayısız ganimetler vardır.” Allah sizi kendi katında var olandan zengin kılar. Böylece kendisinin Müslüman olduğunu açıkça söyleyen birini öldürmekten de sizi kurtarmış olacaktır. Onda var olana ihtiyaç duymayacak, elindekine göz dikmeyeceksiniz. Allah'ın kendi katından size verecekleriyle sizler baş kasının malını almaktan ve ona gözdikmekten de kurtulup Allah'a sığınmış olurdunuz.

Önceden siz- de böyle iken” İslam dinine ilk girişinizde ağzınızdan dökülen kelimeler şehadet kelimesiydi.

Siz de bunu söylemekle îslam garantörlüğüne girmiştiniz. Bu sayede canlarınızı ve mallarınızı garantilemiş oldunuz. Bu konuda ağzınızla söylediklerinizi gerçekten gönülden de söyleyip söylemediğiniz konusu araştınlmaksızm hemen Müslüman olduğunuz kabul edilmişti de...

(.......) kavlindeki (.......) harfi, (.......) nakıs fiilinin haberidir. Ancak haber hem kendi fili ve hem de ismi üzerine takaddüm etmiştir.

Allah size, -istikametle (doğrulukla), mü'min diye ün yapmanızla- lütfetti.” O hâlde siz İslâm'a girerken size nasıl bir muamele yapılmış ise siz de Müslüman olduğunu ikrar edenlere aynı şekilde muaemelede bulunun.

O haleli1, iyi anlayıp dinleyin. “Bu ifade ikinci kez tekrarlarıılarak, bundan böyle bu gibi durumları iyice araştırıp gerçeği öğren medikçe bir yanlış yapmamaları hususunda kendilerine pekiştirme manasında bir uyan ve dikkat çekmedir.

Şüphesiz Allah bütün yaplıklarınızdan haberdardır “Artık bundan böyle herhangi birini öldürürken daha dikkatli davranın, sakın acele etmeyin. Hep dikkatli olun, titiz davranın, bu konuda ihtiyatı elden bırakmayın.

95

Mü'minlerden -özür sâhibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyle Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiş tir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.

Mü’minlerden -özür sâhibi olanlar dısınclaoluranlarla -cihaddan geri kalanlarla- malları ve canlarıyle Allah yolunda cihad edenler bir olmaz.”

Kırâat imâmlarından Nâfi, Ebû Cafer, İbn Âmir ve Ali Kisâî, (.......) kavlini nasb ile okumuşlardır. Çünkü bu, (.......) kelimesinden istisna edilmiştir. Ya da onlardan (oturanlardan) hâldir. Şaz olarak da kırâat imâmlarından Hamza tarafından, (.......) kavlinin sıfatı olarak değerlendirildiğinden mecrûr olarak okunmuştur. Diğer kırâat imâmları ise bunu, (.......) kavlinin sıfatı kabul ettiklerinden merfû' olarak okumuşlardır.

Âyette geçen, (.......) kelimesi hastalık veya körlük, topallık, felç olma, yatalak, kronik ve müzmin hastalıklar gibi herhangi bir musibet, genel olarak meydana gelen rahatsızlık ve hastalıklar..

(.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûftur. Gerçi her ne kadar bilinen bir gerçek ise de savaşa (cihada) kâtilanlarla kâtilmayanların hiçbir zaman eşit olamayacaklarını burada belirtiyor. Bu arada hiçbir mazereti olmaksızın cihada kâtilmamış olanlara da bir azarlama, bir uyan olduğu kadar, aynı zamanda onları canlandınp harekete geçirme manası da bulunmaktadıur. Nitekim şu Âyetteki ifade de aynen buna benzer bir ifadedir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Zümer,9.

İşte bu âyet de ilim öğrenmek isteyenleri ilme teşvik ve tahrik eden, yani uyandırıp harekete geçiren bir hüküm olduğu kadar, cehalete rıza gösteren, bundan memnun kalan kimseleri de bir kınamadır.

Allah, malları ve canları, ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı.” Bu cümle ilk cümleyi açıklamak için zikrolunmuştur ki, burada gaye, cihad edenlerle cihada kâtilmayıp geri kalanların eşit olamayacakla rını izah etmektir. Sanki burada “Hangi yönden eşit olamayacaklarınış?” diye bir soru sorulur gibidir. İşte buna şu şekilde karşılık verilmektedir:

Derece bakımından” Bu kelime mastar olarak mensûbtur. Çünkü bu, üstünlük bildiren ismi merre (Mastar binai merre) olarak gelmiştir. Sanki burada şöyle denilmektedir: (.......) yani, “Onu (mücahidi) fazilet bakımından bir derece daha üstün bir yere getirdi” demektir. Bu tıpkı, (.......) kavline benzer bir ifadedir. (.......) kelimesi de mensûb kılınmıştır.

Gerçi Allah hepsine de -hem savaşa kâtilmayıp oturanlara ve hem de mücahidlere- güzellik (cennet) vadetmistir;”

(.......) kavli, (.......) kavlinin birinci mefulüdür. Bunun ikinci mefulü ise; (.......)(.......) kavlidir. Bu, güzel sevap demek olup cennet manasınadır. Mademki mücahidler oturanlara oranla derece bakımından onlardan daha üstündür, bunun için de Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Ama mücahidleri, -özürsüz olarak- oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.”

96

Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir.” Bir önceki âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) fiiliyle mensûb olmuştur, çünkü bu, (.......) takdirindedir, diye de görüş belirtilmiştir. Bu âyette geçen, (.......) ve (.......) kelimelerinin tamamı, (.......) kelimesinden bedeldirler veya (.......) kelimesinin nasb olmasıyla, (.......) kelimesi de mensûb kılınmıştır.

Sanki; (.......) denilir gibi olup bu da Arapçadaki şu, (.......) kavline benzer. Buradaki, (.......) âdeta, (.......) demek gibidir.

(.......) kavli ise bundan önce geçen ve nekire olan, (.......) kelimesinden hâldir. (.......) ve (.......) kelimeleri ise kendilerine âit olan fiillerin izmariyle zikredilmeyip gizli bırakılmasıyla mensûbturlar.

Yani bu; (.......) demektir. Özetlemek gerekirse: “Allah mücahitleri, mazeretleri sebebiyle cihada kâtilmayıp geride kalanlara bir derece üstün kılmıştır. Ancak herhangi bir meşru mazereti olmaksızın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) emriyle katılmayan ve peygamberin cihad için yeterli gördüğü kimseler ise derecelerle bu berikilerden daha üstündür. Çünkü cihad farzı kifayedir.

Allah -mazeretlerini kabul ederek- çok bağışlayıcı ve -fazlasıyla ecir vererek- esiıgeyicidir.”

Aşağıda tefsirini okuyacağımız âyet, Müslüman oldukları hâlde Mekke'den Medine'ye hicret etmeyip Mekke'de kalanlarla ilgilidir. O zaman hicret etmek farz idi, fakat bu kimseler bu farzı yerine getirmediler. İşte bu âyetler Müşriklerle birlikte Müslümanlara karşı savaşmak üzere mürted olarak (dinden dönerek) savaşan ve kafir olarak öldürülen kimseler hakkında nâzil olmuştur. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

97

Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: “Ne işde idiniz!” dediler. Bunlar: “Biz yeryüzünde çaresizdik” diye cevap verdiler. Melekler de: “Allah'ın yeri geniş depl iniydi? Hicret etseydiniz ya!” dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir.

Kendilerine yazık eden kümelere melekler, canlarını alırken: “Ne işde idiniz!” dediler.”

Buradaki, (.......) kelimesinin Fiili mazi olması câizdir. Çünkü bazı kırâat imâmları bunu, (.......) olarak okumuşlardır. Aynı zaman da fiili muzari olması da câizdir. Bu takdirde, (.......) manasına olur. İki (.......) hafi tek kelimede birleştiğinden dolayı ikinci (.......) harfi hazfedilmiştir.

(.......) kelimesi ruhun yani canın alınması, kabzı demektir. Burada geçen meleklerden kasıt ise ölüm meleği ve onun yadımcılarıdırlar.

(.......) kavli, (.......) kavline âit olan mefulün zamîrinden hâldir.

Yani, “küfür ve inkârcılıkları sebebiyle kendi kendilerine yazık edenler, canlarına kıyanlar ve hicreti terk edenler” demektir.

Dininizle ilgili konularda sizler nerede idiniz?” Bu, aslında bir kınama, bir kötülemedir. Çünkü sözde Müslüman olan bu kim seler dinleri ile alâkalı olarak hiçbir şey yapmamışlar, kendi nefislerine uyacak müşrikler arasında kalmayı tecih etmişlerdir.

“Bunlar: (.......) diye cevap verdiler.”

Yani, biz hicret edebilecek gücü olmayan, bu duruma getirilmiş kimselerdik. Çünkü müşrikler bizi zor kullarıarak, mec bur bırakarak, istemediğimiz hâlde bizi Mekke topraklarından çıkarıyorlardı.

Melekler de: (.......) dediler.” Melekler bu sözleriyle, o itiazda bulunan kimselere, gidebilecekleri, hicret edebile çekleri yerlerinin olabileceğini ve bulunabileceğini, o yerlerde dinlerini açıklamalarına engel olabilecek herhangi bir durumla karşılaşmayacak larını, hatta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hicret buyurduğu yere hicret edebileceklerini dile getiriyorlar.

(.......) kelimesi sorunun cevabı olarak mensûb kılınmıştır.

“İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir.” Burada, (.......) kavli âyetin başındaki (.......) edatının haberidir. (.......) kavlinin başındaki (.......) harfi ise şarta benzeyen mübhem (kaçak) cümleye benzemesi sebebiyledir ya da bunun haberi, (.......) kavlidir. Burada âid yani zamîr mahzûftur.

Yani, “Kalu lehum” demektir.

Âyet şu noktaya da ayrıca bir delil olarak işaret etmektedir. Eğer herhangi bir Mü'min gerektiği gibi bir ülkede veya beldede dinini gerçek anlamda yaşama imkânı bulamazsa ve başka bir yere gittiği, hicret ettiği takdirde o gideceği yerde dinini daha iyi yaşayacaksa, bu takdirde o kimsenin oraya hicret etmesi kesinleşmiş farz olur. Çünkü bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Eğer bir kimse sırf dinin yaşamak için bir yerden başka bir yere kaçar (hicret) ederse, hatta kaçıp gittiği yer bir karışlık bir mesafede de bulunsa, ona cennet vacip (gerekli) kılınır. O kimse böylece babası Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) ile peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in arkadaşı olur.” İbn Hacer, bu hadisin Sa'lebi tarafından mürsel bir hadis olarak tahric olunduğunu söylemiştir. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf; 1/555.

98

Erkekler, kâdirılar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiç bir yol bulamayanlar müstesnadır.

Cezâ görecek olanlardan ve tehdit olunanlardan bir istisna yapılmakta, bazı kimseler söz konusu hükmün dışında tutulmuş bulunmaktadırlar. Bunlar da gerçekten fakirlik ve yoksullukları, acizlikleri sebebiyle bir çıkış bulamayan, çaresiz kalan, yol bilmeyen kimselerdir.

Âyette geçen, (.......) kavli, (.......) kelimesinin sıfatıdır veya, (.......) kavlinin sıfatıdır. Bunun câiz olmasının nedeni, cümlelerin nekire (belirsiz) olmasından dolayıdır. Gerçi mevsûf yani nitelenen kelime de her ne kadar harfi tarif dediğimiz belirtme takısı var ise de bu, bizzat bir önem taşımaz. Nitekim bu ifade tıpkı Şâirin şu ifâdesine benzer:

Kötünün yanından geçmiştim bana dil uzattı Oradan geçip gittim beni ilgilendirmez dedim.

99

İşte bunları, umulur ki (şüphesiz) Allah affeder; Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır.

İşte bunları, umulur ki (şüphesiz) Allah, affeder.” Bu âyette yer alan, (asâ) kelimesi umutlanmak ve umutlarıdırmak manasına gelmektedir. Fakat bu umutlarıdırma Allah'tan olunca bunun gerçekleşmesi gereklidir ve mutlak manada vaciptir. Çünkü soylu ve asil olan bir zât birilerini umutlarıdırınca, mutlaka onu gerçekleştirir.

Allah -henüz yaratmadan önce zaten kullarını- çok affedicdir, bağışlayıcıdır.”

100

Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek bir çok güzel yer ve bolluk (imkân) bulur. Kim Allah ve Resûlü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek birçok güzel yer ve bolluk (imkân) bulur.” Bu âyette yer alan, (.......) kelimesi kişini hicret ya da göç ettiği yol manasınadır. Dolayısıyla içinde bulunduğu topluma rağmen onlardan davranış ve hareketleriyle, gidişatıyla ve gittiği yol sebebiyle aykırı ve farklı hareket eden kimse demektir.

Yani içinde bulunduğu veya beraber olduğu topluma rağmen her şeyi göze alarak onlardan ayrıları ve farklı hareket eden kimse demektir.

(.......) Rağm: Zillet ve aşağılarına, küçülme demektir. Esasen bu, kişini burnunun toprağa sürtülmesi, yapışması manasınadır ki, sürünmek demektir. Meselâ; (.......) denir ki bu, “Adamın istememesine rağmen ondan ayrıldım.” manasında olup, şu gerçeği dile getirmektedir. Adamın senin, ondan ayrılmanı istememesine ve hoş karşılamamasına rağmen ayrılman hâlinde başına bir takım sıkıntıların, aşağılarınaların gelebileceği endişesi bulunmasıdır. İşte bu kelimenin burada ifade ettiği mana budur.

(.......) kavli ise rızıkta bolluk manasına geldiği gibi, kişinin dini bakımdan büyük bir serbestlik ve huzur bulabileceği, korkunun yerini güven duygusu aldığından gönlünde bir rahatlamanın meydana geleceği anlamım bildiriyor.

Kim Allah ve Resûlü uğrunda -Allah ve Rasûlü'nün emrettiği yere- hicret ederek evinden çıkar da, sonra -hicret ederek gitmeyi düşündüğü yere ulaşamadan- kendisine ölüm yetişirse,” Âyetteki, (.......) kelimesi, (.......) fiilinin zamîrinden hâldir. (.......) kavli de, (.......) fiilinin üzerine ma'tûf bulunmaktadır. “arlık onun mükafatı Allah'a düşer.”

Yani Allah'ın vadetmesi ve söz vermesiyle ecir kendisi için gerçekleşmiş bulunmaktadır. Zaten bu ifade verilen vaadi pekiştirmek maksadıyladır. Çünkü Allah'ın yarattıklarından hiçbirinin Allah üzerinde vacip/farz manasında gerekli olan bir hakkı yoktur, olamaz da.

Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” Nitekim demişlerdir ki:

“İlim öğrenmek, haccetmek, cihadetmek veya bir ülke ya da beldeye Allah'a olan taatı, kanaati, zühd hayatını veya helâl rızık aramak maksadıyla yapılan hicret, eğer bu suretle Allah'a itaati artıracak ve taate devamı sağlayacaksa bu da Allah ve Rasûlü'nün istediği yola hicret etmek demektir. “

Şayet bu yolda iken ölecek olursa onun da mükâfatı, ecir ve sevabı Allah nezdinde kesinleşmiş olacaktır.

101

Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanmızdır.

Yeryüzünde sefere çıktığmız zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur..”

Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız vakit.” Burada geçen, (.......) kavli, sefer ve yolculuk demektir. (.......) burada sıkıntı, zorluk ve sakınca manasınadır. (.......) kavli ise, (.......) demektir. (.......) demek ise namazın rek'at sayılarından düşürmek demektir. Böylece dört rek'atlı namazları iki rek'at olarak kılınız, demek olur. Âyetin zahirine baktığımızda yani ayetten ilk bakışta anlaşıları mana, yolculuk sırasında dört rek'atlı namazları iki rek'at olarak kılmak bir ruhsattır, sadece bir izindir. Namazları seferde (yolculukta) tam olarak kılmak ise azimettir. Nitekim İmâm-ı Şâfiî de bu görüşü benimsemiştir. Çünkü, “günah ve sakınca yoktur” kavli, hafifletme yerinde kullanılır. Halbuki ruhsat azimetin olduğu yerde olmaz. İşte bu görüş HANEFÎlere âittir.

Biz Hanefîlere göre ise, namazı sefer esnasında kısaltmak ruhsat değil azimettir. Dolayısıyla namazları sefer esnasında tam kılmak câiz değildir. Çünkü Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir:

“Sefer (yolculuk) esnasında namaz tam olarak iki rek'attır. Peygamberiniz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dilinde bu, kasr (kısaltma) söz konusu olmaksızın böyledir.”

Bu âyette anlatıları hususa gelince; sahabeyi Kiram namazlarını hep tam olarak dört rek'at hâlinde kılmışlardır. Bu, onlarda bir alışkanlık yapmıştır. Dolayısıyla dört rek'atlı namazları sefer hâlinde kasr ile iki rek'at olarak kılma izni gelince, âdeta biz günah işliyoruz zannma kapılmışlardır. Ancak yüce Allah kasr yani dört rek'atlı namazları iki rek'ata indirmekle ve bunda bir sakınca olmadığım bildirmekle sahabenin gönüllerini almış ve onların gönüllerinde ki şüpheyi ortadan kaldırmıştır.

(.......) kavlinin manası şöyledir: “Eğer kafirlerin sizi öldürmesinden, yaralanasından ve yakalanalarından korkar ve endişeye düşerseniz...”

Zahiriye mezhebi nassm zahirine, mananın ilk bakışta anlaşılmasına bakarak dört rek'atlı namazları seferde iki rek'at olarak kılmak için (.......) ın (korkunun) şart olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak cumhura göre namazı kısaltmak yani kasr için korku şart değildir. Çünkü Ya'la bin Ümeyye (radıyallahü anh) den yapılan rivâyete göre, kendisi Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)’e şöyle sorar:

— Neden biz güven içinde olduğumuz hâlde, bir korku söz konusu değilken dört rek'atlı namazları, iki rek'at olarak kılıyoruz? Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de:

— Senin şaşkınlık gösterdiğin bu konu benim de hayretimi ve dikkatimi çekti. Bunun üzerine bu durumu Resûlüllah'nden (sallallahü aleyhi ve sellem) sordum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdular:

“Bu, Allah'ın size verdiği bir sadakâdir. O hâlde Allah'ın sadakasını kabul ediniz.” Ahmed b. Hanbel, Müsned; 1/25. Müslim; 686. Ebû Dâvud; 1199. Tirmizî, 3034. İbn Mâce; 1065.

İşte bu, aynı zamanda sefer (yolculuk) sırasında namazları tam olarak kılmanın câiz olmadığının da bir delilidir. Çünkü temlik (mülk edinme) ihtimali olmayan bir şey bizatihi o, o şeyi tamamen ortadan kaldırmak manasınadır. Kaldı ki bunun böyle olması hâlinde ayrıca ret olunmaya yani geri çevrilmeye de ihtimali yoktur.

Meselâ kendisine itâat edilme zorunluluğu bulunmayan ve fakat kısas konusundaki hakkından vazgeçip tasadduk eden velinin bu tasadduku kendisinden kabul olunduğuna göre kendisine itâat edilme mecburiyeti bulunan yüce Allah'ın sadakası haydi haydi kabul edilir. Çünkü bu kimselerin durumları bu âyet nâzil olduğu sırada aynen böyle idi. Böylece söz konusu bu âyet duruma göre nâzil olmuştur. Nitekim bu, aynen şu ayete benzer bir ifadedir:

“....Eğer namuslu kalmak isterlerse...” Nur, 33.

Yani burada, namuslu kalmak istenmeyince zinanın câiz olabileceği manası anlaşılmamalıdır. İşte buradaki durum da aynen böyledir.

Bunun delili Abdullah b. Mesud'un (.......) kırâatidir. Bu ise, (.......) takdirinde olup, “namaz bakımından sizi endişeye sokmamaları için kısaltmanızda...” manasınadır. Burada bu ayetten maksat, durumlara göre namazın kısaltılabilir olacağı meselesidir. Meselâ korku esnasında, hayvan (vasıta) üzerinde ima ile namaz kılmak veya kırâati, rüku ve secdeleri kısa tutmak gibi. Nitekim İbn Abbâs'tan da böyle rivâyet olunmuştur.

Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanmızdır.” O hâlde onlardan uzak durun ve onlara karşı her an tedbirli bulunun.

102

Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silâhlarını (yanlarına) alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde ettiklerinde (diğerleri) arkamzda olsunlar. Sonra henüz namazmı kılmamış olan (bu) diğer gurup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. O kâfirler arzu ederler ki siz silâhlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da üstünüze birden baskın yapsalar. Eğer size yağmurdan bir eziyet olur yahut hasta bulunursanız silâhlarınızı bırakmanızda size günah yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

-Ey Resûlüm Muhammed!- Sen de -ashâbının- içlerinde bulunup” onlara namaz kıldırdığın zaman,” Eğer onlara bu sırada namaz kıldırmak istersen, demektir. Ancak İmâm Ebû Yûsuf bu nassm zahirine ayetten ilk bakışta hemen anlaşılabilen manaya bakarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in vefatından sonra korku namazının olmadığı görüşünü belirtmiştir.

Ancak iki imâm (İmâm-ı A'zam ve İmâm Muhammed) ise şöyle demişlerdir: “Her çağda devlet başkanları Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vekilleri olarak hepsi bu hükme tâbıdırler. Çünkü sadece hitabın burada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e olmuş olması, onun şahsında bütün imâmlara (devlet başkanlarına) olması manasınadır.” Bu, tıpkı yüce Allah'ın şu emrine benzer. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Ey Resûlüm Muhammed! O Müslümanların mallarından bir farz sadaka al ki, bununla kendilerini günahlardan arındırmış olsunlar.” Tevbe, 103.

Bunun en açık delili de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in vefatından sonra ashâbının uygulamalarıdır.

Onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar,” Onları iki guruba ayır, bu iki gurupta seninle birlikte hareket etsin ve sen onlara namaz kıldır. Diğer gurup ise, düşmana karşı tetikte bulunsun ve nöbet tutsun. “Silâhlarını, (yanlarına) alsınlar,” Burada belirtilmek istenen, düşmana karşı duranlar, demektir. İşte bunlar silâhlarını da yanlarına alsınlar.

Abdullah b. Abbâs (radıyallahü anh) dan yapılan rivâyete göre şöyle söylemiştir: “Bundan gaye eğer namaz kılanlar ise, bu konuda şöyle demişlerdir: “

“Böylece (namazı kılıp) secde ettiklerinde -

Yani ilk rek'atlarını iki secde ile tamamlayıp bitirdiklerinde- (diğerleri) arkanızda olsunlar.” Burada secde etmekten kasıt, biz Hanefîler'e göre zahiri manasıdır. İmâm Mâlik'e göre bu, namaz manasınadır.

Burada, (.......) kavli şu manadadır: “

Yani bu ilk gurup seninle beraber ilk rek'atı kıldıklarında, hemen geri dönsünler ki düşmana karşı onlar durup nöbet tutsunlar.

sonra henüz namazlarını kılamamış -ve düşmana karşı nöbet tutmakta- olan (bu) diğer grup, gelip seninle beraber -sana göre ikinci rek'at namaz olan -namazlarını kılsınlar.” Burada, (.......) kavli, (.......) kavlinin sıfatı olarak raf mahallinde gelmiştir.

ve onlar da ilıliyal tedbirlerini -Meselâ düşmana karşı kendilerini koruyabilecek zırh ve benzeri şeyleri- ve silâhlarını alsınlar.”

Burada geçen, (.......) kelimesi, “silah” kelimesinin çoğuludur. Bu, kişinin kendisiyle savaş işini yürüttüğü araçtır. İmâm-ı Şâfiî'ye göre silahı yanında taşımak ve yanına almak şarttır, gereklidir. Biz Hanefîlere göre ise bu, müstahaptır. Korku namazının nasıl kılındığı hususu ise bilinen bir şeydir.

O kâfirler arzu ederler ki siz silâhlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da üstünüze birden baskın yapsalar.”

Yani düşmanlarınız arzu ederler ki, siz namaz kılmakta iken apansızın üzerinize baskın yapıp sizi gâfil avlasınlar. Bir tek saldınyla en büyük şiddet ve darbeyi indirsinler.

Eğer size yağmurdan bir eziyet olur yahut hasta bulunursanız silâhlarınızı bırakmanızda size günalı yoktur.” Buradaki, (.......) kavli, (.......) takdirindedir.

Yine de tedbirinizi alın.”

Yani silâhlarınızı yağmurlu bir havada taşımanız size ağırlık yapıyorsa veya hastalıkları sebebiyle kendilerini zayıf düşürüyorsa, bu durumlarda silâhlarınızı bırakmanızda size bir vebal yoktur. Bu konuda size ruhsat (izin) bulunmaktadır. Ancak buna rağmen kendilerine her konuda tedbir almaları ve gafilce avlarınamaları için gereken önlemleri almaları da emrolunmaktadır. Çünkü herhangi bir gaflet anlarından düşman yararlarııp aniden baskın yapabilir.

Şüphesiz Allah, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” Yüce Aİlah burada kâfirler için aşağılayıcı bir azap hazırladığını haber vermekle, mü'minlerin gönüllerini takviye ederek morallerini yükseltmektedir. Bir de, Allah tarafından her zaman tetikte ve uyanık beklemeleri emri ise, mutlaka düşmanın kesin olarak kendilerine baskın yapacağı anlamında olmayıp bu, Allah'tan gelen taabbudi yani kullukla alâkalı bir durumdur.

103

Namazı bitirince ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarak (daima) Allah'ı anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır.

Namazı bitirince ayakta, otururken ve yanınız üzerinde, yatarak (daima) Allah'ı anın.” Her durumda Allah'ı zikredin veya, eğer ayakta namazı kılabilirseniz ayakta, ayakta kılabilecek durumda olmazsanız oturarak, eğer oturarak da kılmaktan âciz kalırsanız bu defa yan üzeri yatarak namazınızı kılın.

Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın;”

Yani bütünüyle korkunun ortadan kalktığından güvencede olduğunuz takdirde, namazı tek bir gurup (cemaat) hâlinde kılarak tamam laym. Ya da namaz kıldığınızda artık kısaltarak değil tamamlayarak namazı kılın veya sağliğinıza kavuştuğunuz takdirde, ayakta olarak kıyamına, rükuuna ve secdelerine uyarak namazı kılın.

Çünkü namaz mü’minler üzerine vakitleri belli bir farzdır.”

Yani bilinen sınırlarla belirlenmiş olan bir farz ibâdettir.

104

O (düşman) topluluğu takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da, sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onların ümit etmedikleri şeyleri umuyorsunuz. Allah ilim ve hikmet sâhibidir.

O (düşman) topluluğu takip etmekte -onlara saldırıya geçmekte- gevşeklik -zayıflama ve çözülme- göstermeyin.” Devamla yüce Rabbimiz şu buyruğu ile onlara hüccet göstererek, delil sunarak bu göreve sarılmalarını belirtiyor ve şöyle buyuruyor:

Eğer acı çekiyorsanız onlar da, sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onların ümit etmedikleri şeyleri umuyorsunuz.”

Yani yaralarınak ya da öldürülmek ya da şehit düşmekle sadece siz acı çekiyor değilsiniz. Sizin bu acılarınızı onlar da çekmektedir. Çünkü acı çekme olayı taraflar için ortak bir özelliktir. Sizin başırııza gelen şeyler onların da başına gelmektedir. Kaldı ki bütün bunlara rağmen onlar sabredip bu işe göğüs germektedirler, size ne oluyor ki onların gösterdiği sabır ve davranışı siz onlar gibi göstermiyorsunuz?! Halbuki sizin onlardan çok daha sabırlı olmanız gerekir. Çünkü siz, onların Allah'tan ümid edip beklemedikleri şeyleri umuyor ve bekliyorsunuz. Meselâ siz, dini nizin bütün dinlere üstün gelmesini, âhirette de büyük bir sevap almayı umut ediyor ve bekliyorsunuz.

Allah -mü'minlerin duydukları acıyı, kederi bilme hususunda- ilim ve -İşlerinizi düzene koymakta da- hikmet sâhibidir.”

105

Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükm edesin diye sana Kitab'ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!

Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab'ı hak ile indirdik;” Sana öğrettiği ve vahyettiği şey ile...

Ebû Mansûr Muhammed Mâturîdî ise: Allah'dan sana indirilen ve ilham edilen esaslara bakarak o esaslar ölçüsünde hükmetmen” diye tefsirlamıştır. Dolayısıyla bu âyette, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in içtihatta bulunma hakkının bulunduğuna da delalet etmekte ve bunu göstermektedir.

hainlerden taraf olma!”

Yani ihanet içerisinde bulunan Zafer oğullarının hatır ve gönlü için Yahûdîlere düşmanlık etme, böyle bir yanılgıya düşme.

106

Ve Allah'tan mağfiret iste, çünkü Allah, çok bağışlayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir.

107

Kendilerine hıyanet edenleri savunma; çünkü Allah hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.

Kendilerine hıyanet edenleri savunma;” Ma'siyette bulunarak, isyana kalkışarak kendi kendilerine ihanette bulunurlar, yazık ederler. Dikkat edilirse burada görüldüğü üzere isyankarların işledikleri günahlar ve ma'siyetler, kendi canlarına kıymak ve kendilerine yazık etmek olarak değerlendirilmiştir. Çünkü sonuçta bunun zararları kendilerine dönecektir. Bununla zaten kasdolunan Tu'me adındaki kişi ile kavminden ona yardımcı olan kimselerdir. Çünkü zaten kavmi Tu'me'nin hırsızlık yapan kişi olduğunu biliyordu. Yahut burada ifadenin çoğul olarak geçmesi, Tu'me adındaki kişiyi ve onun gibi bir ihanet ve yanlışlık içinde bulunan kimseleri de kapsaması içindir.

Çünkü Allah, hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.” Âyette, (.......) kelimesinin mübalağa kipiyle gelmiş olması, yüce Allah'ın Tu'me'nin ifrat derecesinde bir hıya net ve ihanet içerisinde olduğunu, tamamen iş ve gücünün günahta ısrar etmek olduğunu bilmiş olmasındandır.

Anlatıldığına göre büyük bir hıyanet içerisinde bulunan Tu'me kaçıp Mekke'ye gitmiş ve orada irtidat ederek dinden çıkmıştır. Mekke'de bir evi soymak için evin duvarım delmeye çalışırken, üzerine aynı duvar yıkılır ve alünda kalıp ölür. Kitaptaki ifadeyle, üzerine düşen duvar onu öldürür.

Denilir ki; herhangi bir kimsenin bir hatasının farkına vardığında bil ki mutlaka o konuda ona yardımcı olanlar vardır.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) den rivâyet olunduğuna göre, kendisi bir hırsızın elinin kesilmesi için emir verince, annesi ağlayarak çıkagelir ve:

— Ne olur, onu bağışla, Çünkü bu onun yaptığı ilk hırsızlıktır, diye bağışlarınasını ister. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de kendisine:

— Sen yalan söylüyorsun. Çünkü yüce Allah ilk kez kulunu bir hata işlediğinde onu hesaba çekmez, diye söyler.

108

İnsanlardan gizler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki geceleyin, O'nun râzı olmadığı sözü düzüp kurarken O, onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır (O'nun ilminden hiçbir şeyi gizleyemezler).

-Utandıklarından dolayı veya onlardan kendilerine bir zarar geleceğinden korktuklarından ötürü bunu- insanlardan gizler de Allah'tan gizlemezler.” Allah'tan haya edip utanmazlar. “Halbuki ...O, onlarla beraber idi.” Allah onların ne yapıp ettiklerini bilir. Onların tüm planlarına ve tuzaklarına muttalidir, vakıftır. Kaldı ki her gizleyicinin saklayıp gizli tuttuğu her şeyden Allah'a hiçbir şey asla gizli değildir ve gizli de karmaz.

Şüphesiz bu âyet, insanların hayasızlık, yüce Allah'tan korkmamaları gerçeğini insanların durumlarını açık olarak ilân edip haykırmakla, bir ikaz ve uyan bakımından yeter, başka bir şeye gerek yok. Çünkü insanlar, Allah'a hiçbir şeyin gizli kalmayacağım ve O'ndan hiçbir şeyi asla gizleyemeyeceklerini çok iyi bildikleri hâlde bu yanlışa sapıyorlar. Halbuki Allah için ğayb ve gizlilik söz konusu değildir.

“.... Geceleyin, O'nun râzı olmadığı sözü düzüp kurarken -kendilerince tedbirler ve düzenler kurarlarken-..” (.......) kavli esasen geceleyin kurulan planlar ve düzenler, tedbirler manasındadır.

Allah'ın rıza göstermeyeceği ve izin vermeyeceği pları ve düzen esasen Tu'me adındaki hırsızın kurmaya çalıştığı plarıdan başkası değildir. Çünkü Tu'me çaldığı zırhı, Zeyd adındaki bir Yahûdî'ye vermiş ve böylece onu hırsızlıkla suçlama yönüne gitmek istemişti. Hatta zırhı çalmadığına ilişkin olarak da yemin etmişti.

Bu, aynı zamanda söz konusu ifadenin mana açısından bizzat kişinin kendisiyle alâkalı olduğunu gösteren bir delildir. Çünkü âyette görüldüğü gibi tebir/düzen kurma ifadesi, “söz” kelimesiyle belirtilmiştir.

Allah yaptıklarını kuşatıcıdır (O'nun ilminden hiçbir şeyi gizleyemezler).” Öyle bir bilgiyle kuşatmıştır ki, onun bu kuşatmasının dışında asla bir bilgi kalmaz. O her şeyden haberdardır.

109

Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz, ya kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim vekil olacak?

Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz,” Bu âyette geçen, (.......) harfi hem, (.......) ve hem, (.......) kelimesinde tenbih yani uyan ve ikaz manasındadır. Her ikisi de mübteda ve haberdirler.

“Savundunuz” manasında olan bu kelime, (.......) kelimesinin haber olduğunu açıklayan bir cümledir. Bu âdeta şu ifadeye benzer bir cümledir:

Sen malın ile cömertlik gösteren Hatem Taisin.”

Yahut da burada, (.......) kelimesi, (.......) manasında ilgi zamîridir, yani ismi mevsuldür. Bu durumda da, (.......) kavli bunun ilgi cümleciği/sılasıdır. Buna göre mana şöyle olmaktadır: “Haydi hepiniz Tu'me ve kavmini bu dünyada diyelim ki savunup müdafaasını yaptınız.”

(.......) Ta kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak?” Kıyamet gününde Allah onları azâbıyla yakaladığın da acaba kim onları müdafaa edecek?

Ayrıca buradaki, (.......) kavli bazı kırâat imâmları tarafından, (.......) olarak da okunmuştur. Bu takdirde, “Tu'me adındaki o hırsızı kim savunacak?” olur.

Yahut onlara kim vekil olacak?” Onları Allah'ın azâbından ve yakalanasından kim koruyup kollayacak veya kim muhafaza edecek? Avukatlıkların kim yapacak?

110

Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve merhamet edici bulacaktır.

Kim bir kötülük yapar -şirk dışında bir günah işler- yahut nefsine zulmeder de -Tu'me'nin Katâde ve Yahûdî'ye karşı yaptığı gibi çirkin bir iş, Meselâ yalan yere yemin etmek veya şirk koşmak gibi- sonra Allah'tan mağfiret dilerse,”

Allah'tan bağışlarınasını isterse, “Allah'ı çok yarlığayıcı ve merhamet edici bulacaktır.” İşte bu ifade Tume'yi mağfiret istemeye ve tevbe etmeye yönelten bir ifade ve bir sebeptir, teşviktir.

111

Kim bir günah kazamrsa onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah her şeyi bilicidir, büyük hikmet sâhibidir.

Çünkü suçu işleyenden başkasını asla cezâlarıdırmaz, azâbetmez.

112

Kim kasıtlı veya kasıtsız bir günah kazamr da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.

Kim kasıtlı veya kasıtsız bir günah kazanır da,” Kim küçük veya büyük bir günah kazanır da, veya âyetin ilk kısmı yani, (.......) kavli ile kişinin kendisiyle Rabbi arasında işlediği hata veya kusur demek olup, ikincisi yani, (.......) kavli de kullara âit hakları üzerine geçirmek manasındadır. “sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa,” Tıpkı Tu'me adındaki hırsızın, Yahûdî Zeyd'in suçsuzluğuna rağmen ona iftira attığı gibi iftiraya kalkışırsa, “muhakkak ki, büyük bir iftira -büyük bir yalan- ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.” Bu ise şöyle olmaktadır:

Adam suç işleyerek günah kazanmış olmakta ve suçsuz birine iftirada bulunmakla da iftira atan kişi konumuna düşmektedir. Böylece hem suçlu ve hem de müfteri olarak iki suçun sâhibi ve işleyeni olarak bunu kendisinde toplayan kimse konumunda olmaktadır.

Bühtan: kişinin haberi ve bilgisi olmaksızın bir konuda yalan uydurarak başkasını suçlu konuma düşürmek anlamında bir yalan uydurmadır.

113

Allah'ın sana lütfü ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptarlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın lütfü sana gerçekten büyük olmuştur.

Allah'ın sana lütfü ve merhameti olmasaydı,” Seni koruması, onların sırlarına muttali kılarak sana lütfuyla muamele etmemiş olsaydı, “onlardan bir gurup -hak üzere onları yargılamaktan ve adalet yolunu izlemekten- seni saptırmaya yeltenmişti:” Zafer oğullarından bir gurup veya bundan maksat Zafer oğullarının tamamıdır. Çünkü bunlar hırsızın, suçu işleyenin kendi adamları olduğunu bildikleri hâlde haktan yan çizmişlerdir.

(.......) kavlindeki zamîr, insanlara râcidir.

Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sanahiçbir zarar veremezler.” Zira sen elindeki var olan bilgilere göre onları yargılıyorsun. Kaldı ki gerçek senin hüküm verdiğinin aksidir diye aklına herhangi bir şey de gelmemiştir.

Allah sana kitabı ve hikmeti -Sünneti- indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir.”

Yani dini konulan, şerî'at ile ilgili hususları ve daha senin bilemediğin, içinden çıkılması zor olan işlere âit incelikleri, gönüllerde gizli olanları sana öğretti.

-Sana bilmediğin şeyleri öğretmek ve sana nimetler sunmakla- Allah'ın lülfu sana gerçekten büyük olmuştur.”

114

Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka yahut bir iyilik yahut da insanların arasmı düzeltmeyi isteyen (in fısıldaşması) müstesna. Kim Allah'ın rızasını elde etmek için bunu yaparsa, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.

Onların -halkın ya da insanların- fısıldasmalarının bir çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka, “

Yani bir yardım konusunu içeren fısıldaşma hâlindeki konuşma.

Buradaki, (.......) kelimesi, ya (.......) kelimesinden veya (.......) kelimesinden bedeldir. Ya da münkati istisna olarak mensûbtur ki bu da, (.......) demek olup, “Ve fakat gizlice ve sessiz olarak bir yardım konusunu konuşuyorlarsa bu sessiz konuşmada bir hayır ve iyilik vardır.” manasındadır.

Yahut bir iyilik” bir borçlarına meselesinde veya yardıma muhtaç birinin imdadına yetişmede, zor durumdaki birini kurtarmada veya her manadaki iyilik ve güzellik işleri hakkında fısıldaşarak yapılan konuşmalar, ya da burada geçen “Sadaka” kelimesin den kasıt farz olan zekât, “maruf kelimesi de Nâfile anlamın daki maddi yardım olarak tefsirlerıabilir. İşte bu gibi konularda fısıldaşarak konuşup görüşmek, “Yahut da insanların arasım düzeltmeyi isteyen (in fısıldaşması) müstesna.” Dargın ve kırgın olanların arasını bulmak için yapılan sessiz görüşmelerin bir sakıncası yoktur, bunlarda hayır ve iyilik vardır.

Kim Allah'ın rızasını elde elmek için bunları -ismi geçen bu işleri- yaparsa,” evet yalnızca Allah nzasını isteyerek yaparsa işte o kimsenin yaptığı bu tür işler diğerlerinin kapsamından çıkar, riya (gösteriş) olmaktan veya bir konuda başa güreşmekten, liderlik sevdasından kendisini çıkarmış, dışta bırakmış olur.

(.......) kavli burada mefûl-ü lehtir.

Ancak burada bir zorluk var. Çünkü burada önce, (.......) sonra ise, (.......) diye buyurdu. Buna verilecek cevap şöyledir:

Burada “emretme” işini hayır ifadesiyle anlattı ki, bu ifade ile, böyle bir işi yapan ve bu davranış içine giren kimse parmakla gösterilmesi içindir. Böyle bir işi emreden kimse iyilik ve hayır yapanlar arasında görülüyor, bizzat o iyilik ve hayırları yapanlar zaten öncelikli olarak bu hükmün içerisinde yer alırlar, demektir.

İşte bundan sonra, “kim... bunları yaparsa...” diye buyurarak, böylece faili yani özneyi belirtmiş oldu. Böylece de bu kimselere, hemen bunun ardından büyük ecir olduğunu ekledi. Yahut burada bundan maksat bu işi emredenlerdir. Fakat âyette emir ifadesi yerine yani, “kim emreder” yerine, fiili yani, “kim yaparsa” anlamındaki kelimeyi getirmiş oldu.

biz ona yakında büyük, bir mükâfat vereceğiz.” Kırâat imâmlarından Ebû Amr ile Hamza, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuşlardır.

115

Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygam ber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.

Kendisi için doğru, yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar...”

Yani doğru olan delilleri ile beraber açık olarak ortaya çıktıktan kim Peygambere muhalefet ederek karşı çıkarsa, “ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse,” ki bu yol; mü'minlerin inandıkları ve izledikleri Hanif dinine âit olan yoldur.

Nasıl ki Kitap ve Sünnete muhalefet etmek câiz değilse, icma'da öyledir. Çünkü bu âyet, aynı zamanda “İcmaın” bir hüccet ve delil olduğunun, buna karşı çıkmanın câiz olmayacağının da bir delilidir. Çünkü yüce Allah bu âyetinde; “Mü'minlerin yolundan başka bir yol ile Peygambere karşı gelmeyi” birlikte, tek şart ve hüküm altında toplamıştır. Bunun cezâsını da oldukça ağır bir tehdit olarak bildirmiştir. Dolayısıyla nasıl ki peygamberi dost edinmek, her konu da ona uymak farz ise, mü'minler topluluğuna da uymak vacip/farzdır.

Onu o yönde bırakırız” Sapıklıkta kimin yolundan gidip yürümüşse ona yandaş kılarız onu ve dünyada tercih ettiklerini sapıklıkları ile baş başa bırakırız. “ve -sonunda âhirette- cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir yerdir.” Bir tefsire göre bu âyet Tu'me adındaki hırsızlık yapan kişi ve onun dinden dönmesi/irtidadı ile ilgilidir.

116

Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtnuştır.

Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar.” Bu ayetle ilgili açıklama yine bu sûre de benzer âyette geçmişti.

Kim Allah'a ortak koşarsa, büsbütün sapılmıştır.” Doğru olan yoldan büsbütün uzaklaşmış olur.

117

Onlar (müşrikler) O'nu bırakıp yalnızca bir takım dişilerden (dişi isimli tanrılardan) istiyorlar, ancak inatçı şeytandan dilekte bulunuyorlar.

Onlar (müşrikler) O'nu bırakıp yalnızca bir takım dişilerden (dişi isimli tanrılardan) isliyorlar,”

Yani onlar Allah'ı bırakıp bir takım dişileri, kadınları Rab ediniyorlar ve onlara tapmıyorlar. Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bundan kasıt ise Lat, Uzza ve Menat adındaki putlardır.

Esasen hemen her Arap kabilesinin kendisine âit mutlaka bir putu vardı ve onlar kendilerine âit bu putlara tapıyorlardı. Putlarını da “faları oğullarının dişisi, ilahesi veya tanrıçası” diye adlarıdırıyorlardı. Bir diğer bilgiye göre de bunlar putlarını Allah'ın kızları olarak kabul ediyorlardı.

Ancak inatçı şeytandan dilekle bükmüyorlar.” Çünkü putperest toplumların putlara tapmasını isteyen ve buna yönlendiren varlık İblîs denen şeytandan başkası değildir. Dolayısıyla o toplumlar da putlara tapma konusunda şeytana itâat ediyorlar. Putlara tapmada şeytana itâat etmeleri, zaten şeytana kullukta bulunmaktır, ona tapınıp ibâdet etmektir.

Burada geçen, (.......) kelimesi, itaatten dışarı çıkan, dinlemeyen, her manada hayırdan kesilmiş, nasipsiz olan demektir ki, nitekim (.......) kelimesi de bu köktendir.

118

Allah onu (şeytanı) larıetlemiş; o da: “Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim” demiştir.

(.......) Bu ikisi de sıfattırlar.

Yani (.......) kavli, Allah'ın lânetiyle şu iğrenç ifadeyi de içeren bir tabirdir:

Allah, onu (şeytanı) larıetlemiş; o da: (.......) demiştir.”

Yani artık boynumun borcu olan, benim için artık kesin bir görev durumuna gelen şu ki; bundan böyle ben, her bin kişiden 999 kişisini yoldan çıkaracağım. Sadece birini Allah için bırakacağım.

119

“Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulakla-nnı yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler” (dedi). Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.

Onları -sapıklığa ve dalalete çağırarak, dünyayı süslü göstererek, kalbine vesvese vererek- mutlaka saptıracağım,” Eğer gerçekten insanları dalalette bırakmak ve onlar üzerinde bunu uygulayıp infaz etmek şeytanın elinde olmuş olsaydı kesinlikle herkesi dalalete, sapıklığa götürürdü. “Muhakkak onları boş kuruntulara boğacağun,” Meselâ onların gönüllerine uzun ömür hayalleriyle yaşamak bir takım arzu ve emellerine kavuşmak gibi boş şeylerle oyalayıp duracağım.

Kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar),” Âyette geçen, (.......) kelimesi kesmek manasınadır. (.......) ise; çokluk ve tekrar manasını sağlamak için gelen bir kiptir.

Yani ben onları, hayvanların kulaklarını kesip yarmaları işine hem de fazlasıyla ve tekrar tekrar yaptırarak sevk edeceğim. Bilindiği gibi câhiliye dönemi Arapları, bir dişi deve beş defa doğum yapar ve beşinci doğumunda da erkek yavru do ğurursa, artık bunu kendilerine haram kabul ederler ve nişan koyarak salıverirlerdi.

Şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler (dedi).” Meselâ Hami diye adlarıdırdıkları devenin gözlerini oyup kör etmek, artık üzerine binmemek ve onu burkup iğdiş etmek gibi. Bilindiği üzere hayvanları burkup iğdiş etmek mubah olan, dinen yasak olmayan bir iştir. Fakat İnsanları bu manada iğdiş etmek, erkekliklerini ortadan kaldırmak sakıncalı ve haram olan bir şeydir. Aynı şekilde dövme yaptırmak, çocuğun kendisine âit olduğunu reddetmek, kabul etmemek veya başkasına âit bir çocuğun kendisine âit olduğunu iddia etmek kendi ismiyle anılmasını sağlamak, ağaran saçlarını siyaha boya mak, helâl olan bir şeyi haram ve haram olan bir şeyi de helâl olarak kabul etmek, kadın ve erkeklerin birbirlerine benzemeye kalkış ması ve. Allah’ın insanları yarattığı fıtratı -ki bu İslam dininden başkası değildir- değiştirmek gibi, bütün bunlar haram ve yasaktır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz” Rum, 30.

Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse,” Şeytanın çağırdığı ve davet ettiği şeylere kâtilırsa, “elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.”

120

(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; halbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir.

(Şeytan,) onlara söz verir ve onları ümitlendirir;” cennet ve cehennem yoktur, öldükten sonra dirilme ve hesap yoktur, diyerek vesvesede bulunur. “ve onları bir takım asılsız beklentilerle oyalar” Hiçbir zaman ulaşamayacakları ve elde edemeyecekleri şeylerle kandırıp durur. “halbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir.” Çünkü o hep söylediğinin aksini yapar, gösterdiğinin hilafına hareket eder.

121

İşte onların yeri cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır.

Sığınacakları bir yerleri olmayacağı gibi, saklanacakları bir yerleri de olmayacaktır.

122

Îman eden ve iyi işler yapanları, içinde ebedî kalmak üzere, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Allah, (bu söylenenleri) hak bir söz olarak vâdetti. Söz verme ve onu tutma bakı mmdan kim Allah'tan daha doğru olabilir?

îman eden ve iyi işler yapanları” herhangi bir hususta inkâr ile şeytana uymayanları “İçinde ebedî, kalmak üzere, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacağız.” İbrâhîm Nahai (.......) kavlini (.......) olarak okumuştur. Buna göre mana; “Onları cennetlere yerleştirecektir.” olur. (Mütercim)

Allah, (bu söylenenleri) hak bir söz olarak vâdetti.”

Buradaki, (.......) ve (.......) kelimelerinin her ikisi de mastardırlar. Birincisini bizzat kendi zâtını te'kit babında, ikincisini de başkasını te'kit maksadıyla zikretmiştir.

Söz verme ve onu tutma bakımından kim Allah'tan daha doğru olabilir?” Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) yani söz manasındadır. Âyetin bu kısmındaki soru şekli olumsuzluk manasında olup, “Elbette Allah'tan daha doğru sözlü kimse olamaz” demektir. İşte bu ifade üçüncü bir te'kit yani pekiştirmedir. Bütün bu te'kitlerin buradaki yaran, şeytanın kendi yandaşlarına yalan vaatlerine karşı Allah'ın kesin vaadini pekiştirmedir. Çünkü Allah da kendi dostlarına en doğru vaadini bildirmekte ve bunun gerçekliğini ifade buyurmaktadır.

123

Ne sizin kuruntularınız ne de ehl-i kitabın kuruntuları (gerçektir); kim bir kötülük yaparsa onun cezâsını görür ve kendisi için Allah'tan başka dost da, yardımcı da bulamaz.

Ne sizin kuruntularınız (gerçektir)yani sizin şehevi arzularınız ve kuruntularınız ile ileri sürdüğünüz “putlarınız size fayda sağlayacak” türünden boş beklentiler gerçek değildir.

ne de ehl-i kitabın kuruntuları (gerçektir);” Çünkü Yahûdîler ve Hıristiyanlar şöyle diyorlar:

“Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz.” Mâide, 18. ve:

“Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş dokunmayacaktır, dediler.” Bakara, 80.

Kim bir kötülük yaparsa onun cezâsını görür.”

Yani ister müşrikler tarafından, ister kitap ehli denilen Yahûdî ve Hıristiyanlar tarafından işlenmiş olsun hepsi de cezâlarıdıracaklardır. Çünkü âyetin bundan sonra gelen kısmı zaten bu gerçeğe işaret etmektedir. Rabbimiz bunun için şöyle buyuruyor:

ve kendisi için Allah'tan başka dost da, yardımcı, da bulamaz.” İşte bu tehdit yüce Allah tarafından inkârcılar içindir. Çünkü yüce Rabbimiz bundan sonra gelen âyette şöyle buyurmaktadır:

124

Erkek olsun, kadın olsun, her kim mü'min olarak iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.

Erkek olsun kadın olsun, her kim mü'min olarak iyi işler yaparsa,” Burada geçen, (.......) kavli hâldir. Bu âyette geçen birinci, (.......) cer edatı teb'îz içindir, yani bir kısmı, bazısı manasındadır. İkinci (.......) edatı ise, (.......) kavlindeki mübhemliği, kapalılık ya da anlaşılmazlığı ortadan kaldırmak ve açıklamak içindir. Burada aynı zamanda, amellerin îmandan olmadığına da ayrıca bir işaret bulunmaktadır. “İşte onlar cennete girerler.”

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Ebû Amr ve Ebû Bekir, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuşlardır. “Ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.”

Yani hurma çekirdeği üzerindeki yank kadar veya metelik kadar kendilerine bir yanlışlık yapılmaz.

(.......) Kavlindeki zamîr, hem kötülük işleyenlere, hem de güzel amelde bulunanlara râcidir. Burada her iki tarafa da asla bir metelik kadar da olsa haksızlık olunmayacağı gerçeği anlatılıyor. Burada bu ifade nin söz konusu iki guruptan sadece biriyle ilgili olması, âyetin ötekiler için de bu hükmü içermesine engel değildir.

Diğer taraftan kitap ehlinin kuruntuları konusunun ele alınmasından sonra, (.......) kavliyle, (.......) kavlinin zikredilmiş olması, tıpkı Bakara Suresinin 80. âyetindeki, (.......) kavli ve bundan hemen sonra gelen 81. Âyetteki (.......) kavliyle 82. Âyetteki, (.......) kavline benzer.

125

İşlerinde doğru olarak kendini Allah'a veren ve İbrâhîm'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrâhîm'i dost edinmiştir.

(.......) İşlerinde doğru olarak kendini Allah'a veren -kendini samimi olarak ve ihlas ile Allah'a adayan, nefsini sadece Rabbine teslim eden, Allah'tan başka bir Rab ve Ma'bût tanımayan- ...dince daha güzel kim vardır?” (.......) kavli, her tür iyiliği yapan ve yapmayı gaye edinen demektir. “Ve İbrâhîm'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden....” Burada geçen, (.......) kavli, bâtıl din, inanç ve sistemlerden hak din olan İslam'a yönelen demektir. Bu kelime burada aynı zamanda, (.......) veya (.......) kelimelerinden hâldir.

Allah İbrâhîm'i dost edinmiştir.” Esasen burada geçen, (.......) kelimesi (.......) demektir. Bu da dostluk ve arkadaşliği candan olan, içten olan demektir. Çünkü bu kimse herhangi bir anda dostunun boşluğunu dolduran, eksiğini gideren demektir. Evin içerisinde bile sana yardımcı olan, gedikleri ve eksiklikleri kapatan, kusur ları görmeyen kimsedir. Ya da kedisinin eksikliklerini, gediklerini önlediği gibi senin de eksik ve gediğini kapatan manasınadır.

Hullet: Öylene seçkin ve arı-duru bir sevgidir ki bu, sırların gizli tutulmasına kadar varan, her bakımdan gizli kalması istenen hususlarda dostunun her şeyini saklamak anlamında sırdaş olmak demektir. Ancak mahabbet bunun da ötesinde çok daha özel manada bir sevgi demek olup, ta kalbin içinden gelen apayn bir sevgi demektir.

Âyetin son kısmında yer alan bu cümle, bir itiraz (parantez) cüm leşidir. İraptan mahalli de yoktur. Bu, âdeta şâirin (.......) kavline benzer.

Bunun yaran ise, Hazret-i İbrâhîm'in dinine ve yoluna uymanın farz olduğu gerçeğini te'kit içindir. Çünkü Allah'a yakın dost olan ve o dereceye ulaşan bir kimse, elbette yolunda gidilmeye ve kendisine uyulmaya, di nine tabi olunmaya çok daha layıktır. Şayet bu cümle yani âyetin bu son kısmı kendisinden önce geçen cümleler üzerine atfedilmiş olsaydı, bunun bir manası kalmazdı, bir anlam ifade etmezdi. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

Allah İbrâhîm (aleyhisselâm) ı yemek yedirmesi, selâmı yaygınlaştırması, herkes geceleyin uyurken onun uyanık kalıp namaz kılması sebebiyle kendine Halîl (dost) edindi.” Bak, Beyhaki; Şuab, 9616.

Yine anlatıldığına göre yüce Allah kendisine: “Ben seni kendime dost edindim. Çünkü sen hep vermeyi sever ve sana verilmesini istemezsin.” diye vahyetmiştir. Bir başka rivâyete göre de: “Çünkü sen insanlara verirsin fakat onlardan istemezsin.” diye buyurmuştur.

126

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır. (Hiçbir şey O'nun ilim ve kudretinin dışında kalanaz).

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır.” Âyetin bu kısmı, yüce Allah'ın Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’i kendisine Halîl (dost) seçmesi, Allah'ın ona olan ihtiyacı sebebiyle değil, Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)’in Allah'a olan ihtiyacı sebebiyle olduğunun bir delili ve delilidir. Çünkü Yüce Allah başkasına muhtaç olmaktan münezzehtir, uzak ve beridir;

Allah her şeyi kuşatmıştır. (Hiçbir şey O'nun ilim ve kudretinin dışında kalmaz). “Her şeyi bilir.

127

Senden kadmlar hakkında fetva istiyorlar. De ki, onlara âit hükmü size Allah açıklıyor: Kitap'ta, kendileri için yazılmışı (mirası) vermeyip nikahlamak istediğiniz yetim kâdirılar, çaresiz çocuklar ve yetimlere karşı âdil davranmanız hakkında size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır). Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmektedir.

Senden kadınlar hakkında fetva istiyorlar.” Kadmların kimi durumları hakkında senden açıklama istiyorlar. Fetva demek, herhangi mübhem, anlaşılamaz olan bir konuda açıklık getirilmesini istemek demektir.

“De onlara âit hükmü size Allah açıklıyor: Kitap'ta, kendileri için yazılmış (mirası) vermeyip nikahlamak istediğiniz yetim kâdirılar, ... hakkında size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır).”

Yani bu konuda yüce Allah size açıklamayı yapıyor..Kitapta okunan âyetlerden kasıt yine bu surenin başında yer alan ve yetimlerle ilgili hükümleri içeren, Nisa Sûresi, 3. ayettir. Burada, “Eğer yetim kızlara adaletli davranmayacağtnızdan korkarsanız, size helâl olan öteki kâdirılardan...” diye buyurulmakta ve gereken açıklama yapılmaktadır.

Buradaki ifade âdeta, (.......) cümlesine benzer bir ifadedir.

Yani “Zeyd ve asaleti benim hoşuma gitti ya da beni hayrette bıraktı.” demektir. (.......) kavli, (.......) kavlindeki zamîr veya

Allahlâfzı üzerine atfolunmak suretiyle mahallen merfûdur.

(.......) kavli de, (.......) kavlinin sılasıdır (ilgi cümleciğidir).

Yani, “Kâdirıların konumu hakkında size gereken şey okun du (açıklama yapıldı).” demektir. Diğer taraftan, (.......) kavlinin, (.......) kavlinden bedel olması da câizdir. İzafet ise, (.......) manasındadır.

(.......)

Yani miras olarak size farz kılınan, yazıları şey, demektir. Bilindiği üzer Araplar yetim kalan kızı da malını da kendine alıp bunlara sahip çıkıyorlardı. Eğer yetim olan kadın/kız güzelse onunla evlenir ve malını da yerdi. Şayet kadın şişman ve hoşuna gitmeyen tipte bir kadın ise, bu kadının evlenmesine engel olur, ölene kadar öyle kalmasını sağlar ve buna mecbur bırakırdı. Böylece o kadına ve malına mirasçı olurdu.

(.......)

Yani (.......) guzelliği sebebiyle onunla evlenmek istediğinizde,...” veyaçirkinliğinden dolayı onunla evlenmek istemediğinizde,...” demektir.

çaresiz, yetim çocuklar,”

(.......) kavli, (.......) kavli üzerine affolundu ğundan mecrûrdur. Câhiliye döneminde sadece iş yapabilen ve becerisi olanlar mirasçı kılınır, çocuk ve kâdirılar bundan mahrum bırakılırdı.

Ve yetimlere karşı -miras olsun, mallarıyla ilgili hususlar olsun- âdil davranmanız hakkında....”

Burada, (.......) kavli de tıpkı, (.......) kavli gibi mecrûrdur. Bu da aynen, “yetim kâdirılar, ellerinden bir şey gelmeyen güçsüz çocuklar” manasında, hakkında açıklama istenen bir konudur.

Yani adil davramlması istenen bir husustur. Ayrıca bu, (.......) kavli, Allah size, onlar hakkında adaletli davranmanızı emreder.” manasında mensubtur.

Buradaki sesleniş ve uyan esasen devlet yetkililerinedir. Onların da bu gibi sorunlara bakmaları ve gerekeni yapmaları, bu gibi kimselerin tüm haklarını eksiksiz olarak yerine getirmeleri isteniyor.

Hayırdan ne yaparsanız” Bu şart manası içeren bir cümledir. Bunun cevabı ise bundan sonra gelen kısımdır. “Şüphesiz Allah onu bilmektedir..”

Yani buna göre size ya mükâfat verir veya sizi cezâlandınr.

128

Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında onlara günah yoktur. Sulh (daima) hayırlıdır. Zaten nefisler kıskançlığa hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah'tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse,”

Yani kadın bu manada kocasının tavır ve durumları hakkında bir sezgiye kapıldığında, kocasında bu türden emareler baş gösterdiğin de., demektir.

Nüşuz; kocasının hanımından uzaklaşması, ona yakınlık göstermemesi, nafakasını ve gereksinimlerini karşılamada zorluk göstermesi, diliyle hakarette bulunarak ve döverek eza ve cefada bulunması demektir.

İ'raz; karısının yaşlıliğinı, çirkinliğini, ahlâk veya yaratılışındaki bir durumu ondan bıkkınliğinı veya bir başkasında gözü olduğunu ve daha buna benzer bahaneler ileri sürerek onunla konuşmaması, fazla ilgi ve alaka göstermemesi demektir.

Aralarında bir sulh yapmalarında onlara günah yoktur “

Kırâat imâmlarından Âsım, Hamza, Kisâî ve Halef (.......) kelimesini (.......) (ifal) kalıbından olarak böyle okumuşlardır. Bunlar dışındaki kırâat imâmları ise, (.......) olarak okumuşlardır. Bu ise, asıl itibariyle, (.......) kökünden alınmadır ve (.......)Itefaul babındandır. Burada işlem olarak, (.......) harfi, (.......) harfine dönüştürülmüş (ibdal yapılmış) ve sonra da iki (.......) harfinden biri diğerine kâtilmış (idğam yapılmış)tır.

Barış yapmak” bu mastar manasındadır. Her biri iki fiilden alınmadır.

Sulh: Buradaki manası; kadın ile kocanın aralarında anlaşarak, kadının kendisine âit olan kimi gecelerini kumalarına hoşnutlukla bırakması, ya da bir kısmını bırakması veya kendisine âit olan mehilin bir kısmını ya da tümünü kocasına bağışlaması yahut nafakayı istememsi demektir.

Sulh (daima) hayırlıdır.”

Yani boşanmaktan, huzur suzluk çıkarmaktan veya mutlak manada husumet göstermekten, dargın kalmaktan daha iyidir.

Veya; (.......) yani “Barışmak daha hayırlıdır.” demek, “Hayırların da en hayırlısıdır” veya “hayırlardan bir hayırdır” demektir. Nitekim husumet ve düşmanlık da, “kötülüklerin en kötüsü” veya “kö tülüklerden bir kötülüktür” demektir. Aslında bu cümle bir itiraz (parantez) cümlesidir. Nitekim bundan sonra gelen cümle de böyledir:

Zaten nefisler kıskançlığa hazudır.”

Yani kıskançlık, aşırı istek ve çıkar, nefislerde her an varlığını korur. O asla kaybolmaz, hep vardır. Bu kadında olduğu gibi erkekte de vardır, ondan da aynlacak değildir. Dolayısıyla her iki taraf da kendi çıkannı öne sürer ve ona öncelik verir.

Burada bunun anlamı şu demektir; kadın, kendi adına aynları zamanı ve geceyi bir başkasıyla paylaşmak istemez, buna pek müsamaha ile bakmaz. Nitekim erkek de aynen böyledir. Eğer bir kez ondan tiksinmiş ve ona karşı kırgın kalmışsa; o da ona pek itibar göstermek, kendince prensiplerini ya da nefsinin isteklerini çiğnemek istemez. Dolayısıyla ister kadın olsun, ister erkek olsun, her ikisi de kendi rahat ve huzuru nerede ise hep onu ister ve onda direnirler.

(.......) kelimesi iki mefûl alan müteaddi (geçişli) bir fiildir. Bunlardan ilki, (.......) kelimesidir.

Âyetin bundan sonra devam eden kısmında ise yüce Allah, insanın hoşuna giden ve nefsinin istediği şeylere muhalefet etmesini ve şerî'atın gereklerine uymasını teşvik ederek buyuruyor ki:

Eğer iyi geçinir -kendilerinden hoşlarınayıp, başkalannı sevmiş olmanıza rağmen kâdirılarınızla beraber kalarak güzel muamelede bulunur, onun eşiniz olduğu gerçeğinden hareketle bu konudaki haklarına riayet eder ve bu sıkıntıya dayanıp sabrederseniz- ve Allah'tan korkarsanız -huzursuzluk çıkarmaz, kendilerinden yüz çevirmez ve işi ezaya, cefaya ve hatta düşmanlığa ve kırgınlığa vardırmazsanız-, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan -iyi davranmak ve takva ölçüleri içerisinde hareket etmek gibi- haberdardır.” Ve sizi buna göre ödüllendirecektir.

Harici mezhebi mensubu bir olan İmran bin Hittan, muasırları içerisinde dünyanın en çirkin bir adamı imiş. Hanımı da dünyanın en güzel kadını.. Bir gün hanımı kocasına şöyle der:

“— Ben ve sen yani her ikimiz de cennetlik olmamız sebebiyle Allah'a hamdolsun. Kocası,

Bu nasıl, diye sorar. Hanımı da şöyle cevap verir:

— Çünkü senin gibi dünya çirkini bir adama, Allah benim gibi dünya güzeli bir kâdirıla evlenmeni nasip kıldı ve sen bundan dolayı Allah'a şükr ettin. Bana da senin gibi çirkin bir adamı koca kılmakla ben de buna sabredip dayanma gücü gösterdim. Nitekim cennet de şükredenlerle sabredenlere vadolunan bir yerdir.”

129

Üzerine düşüp uğraşsanız da kâdirılar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız Aüah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

Üzerine düşüp uğraşsanız da kâdirılar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz;” Tam bir tarafsızlık olmadığı müddetçe sizler kâdirılar arasında adaleti ve eşitliği asla sağlayamayacak, beceremeyeceksiniz. Halbuki aralarında tam anlamıyla adaleti sağlamak bütün şu hususlarda olması gerekir. Meselâ; hanımlar arasında gece bölüşümünde olsun, onlar için yapılacak harcama larda ve nafakalannda olsun, onları gözetmede olsun veya onlara yanaşma ve yaklaşımda olsun, kendileriyle ve zorlukleriyle ilgilenmekte olsun, birlikte yemek, içmek, şakalaşmak ve benzeri bütün konular da mutlak anlamda adaleti ve eşitliği sağlaması gerekir. Tam bir adalet denilince işte bunlar akla gelir.

Bir diğer tefsire göre ise adalet; kocanın hanımları arasında sevgide adaleti sağlamasıdır. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımları arasında gece bölüşümünü yapar ve aralarında adaletle hareket ederdi. Kaldı ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“İşte bu, gücümün yettiği kadar hanımlarını arasında benim yaptığım gece bölüşümüdür. Rabbim! senin mâlik olduğun fakat benim güç yetiremediğim şey hakkında beni hesaba çekme!” Bak. Ahmed b. Hambel, Müsned; 6/144. Tirmizî, 1140. Ebû Dâvud, 2134. Nesai, 7/64. İbn Mâce, 1971.

İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bu hadislerinde güç yetiremediği şey mahabbet yani sevgidir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımları arasında en çok Hazret-i Âişe annemizi severdi. (.......)

Yani adalet aramada var gücünüzü kullarısanız bile... demektir.

Bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini as/aya aluvnış gibi bırakmayın.” Kendisinden yüz çevrilen kadına eza ve cefa vererek, manevi işkence çektirerek ona haksızlık etmeyin, o rıza göstermedikçe ona âit olan geceyi diğerleriyle geçirmeye kalkışmayın.

Yani birine olabilecek tam yöneliş sının aşmamalı, haddi geçmemelidir. Dolayısıyla, bu konuda herhangi bir aşırılığa gitmeyin. Eğer sizde adalet konusunda herhangi bir tefrit vaki olursa, tersine bir aşırılık olursa bu da tamamen bir adaletsizlik manasınadır. Aslında bu, bir tür yermedir, uyandır. (.......) kelimesi mastar olarak mensûbtur. Çünkü her ne kadar kelime gerçek manada mastar değilse de, izafet oluşturduğu kelimenin hükmü çerçevesinde böyle değerlendirilmiştir.

(.......) kavli, ne kocası var evli kadın di yesin, ne de boşanmış ki, boşanan kadın diyesin. Ortada kalmış, ne evli ve ne de bekar. Kadını bu hâlde bırakmak zulümdür, haramdır ve haksızlıktır.

Eğer -kâdirılarınızla- arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız -zulmetmezseniz-, Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” Gönüllerinizdeki eğilimi sizin için bağışlar ve size azâbetmeksizin, sizi cezâlarıdırmaksızm rahmetiyle muamele eder.

130

Eğer (eşler) birbirinden ayrdırsa Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); Allah'ın lütfü geniş, hikmeti büyüktür.

Eğer (eşler) birbirinden ayrdırsa” Eğer her iki eş de anlaşamaz ve banşmazlarsa, huV yoluyla veya kocasının kendisine mehrini vererek ve iddet süresi içerisinde nafakasını da karşılayarak boşarsa, “Allah, bol nimetinden, her birini -yani kan ile kocadan her birini- zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); “Allah hiçbir şeye muhtaç olmaması ve her bakımdan zengin olması hasebiyle onları rızıklandınr.

Yani kadına, eski kocasından daha hayırlı bir eş ve eski yaşantısından daha mutlu bir yaşantı imkânı verir.

Allah'ın, -nikahı, evlenmeyi helâl kılmasıyla- lütfü geniş, hikmeti büyüktür.” Boşanmaya izin vermekle de hikmet sâhibidir.

Sıa'“; zenginlik, güç ve kudret demektir. (.......) vasi'“; zengin, güçlü ve iktidar sâhibi manasındadır.

Yüce Allah bundan sonraki âyette de zengin ve kudret sâhibi olduğunu şöyle açıklıyor:

131

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Sizden önce kendilerine Kitap verilenlere ve size “Allah'tan korkun” diye emr ettik. Eğer inkâr ederseniz biliniz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah Hûdutsuz zengindir, ziyadesiyle övgüye lâyıktır.

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır.” Evet bunların tamamına hem yaratılış bakımından ve hem de kullarını kendisine boyun eğdirmek bakımından sahip ve mâliktir.

Yani hem yaratması ve hem de nzkların temin etmesi bakımından her şeyin mâlik ve sâhibi Allah'tır.

Sizden önce kendilerine Kitap verilenlere ve size “Allah'tan korkun” diye emrettik.” Burada geçen, (.......) cins isim olup bütün semavi (ilahi) kitapları kapsamaktadır.

(.......) yani daha önce geçen ümmetler ya da milletler demektir. Bu, ya (.......) kavline veya (.......) kavline mütealliktir. (.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûftur.

Burada geçen (.......) kavli ise, (.......) takdirindedir. Veya (.......) burada müfessiredir. Çünkü âyette geçen “tavsiye” kelimesi, “söylemek, demek” manasınadır. Bu durumda mana şöyle olmaktadır:

“Bu tavsiye veya emir çok eski bir tavsiye ve emirdir. Allah halen bu tavsiyesini veya emrini kullarına vermeyi devam ettiriyor. Çünkü bu emir sadece size verilen bir emir değildir. Geçmiş ümmetleri ve sizi de kapsayan bir emirdir. Zira insanlar Allah katında ancak O'nun emirlerine bağlı kalmak ve yasakladıklarından uzak kalmak suretiyle mutlu olabilirler, başka şekilde değil.”

Eğer inkâr ederseniz,” Bu cümle de, (.......) üzerine ma'tûftur. Çünkü bunun manası: “Onlara da size de, Allah'ın emirlerine bağlanın ve yasaklarından kaçının, diye emrettiğimiz gibi, onlara da size de, eğer Allah'ın koyduğu hükümleri inkâr ederseniz, dedik” demektir.

biliniz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah Hûdutsuz zengindir,-onların yaratılmasına da ibâdetlerine de asla muhtaç değildir, hepsinden müstağnidir- ziyadesiyle övgüye lâyıktır.” Hiçbir kimse övmese de O, nimetlerinin çokluğu sebebiyle övülmeye layıktır.

Burada, (.......) kavlinin tekrar edilmiş olması, mutlak manada emirleri ve yasakları doğrultusunda hareket edilmesi gerektiği gerçeğini pekiştirmek ve insanlar tarafından bunun anlaşılmasını sağlamak içindir. Mademki yaratılanlar tamamen Allah'a âittir bu takdirde O, onların yaratıcısıdır, onların sâhibidir. O hâlde bu yaratılanların görevi de, kendilerini yaratan Rablerine itâat etmeleri, O'na karşı gelmemeleridir. Onlardan istenen budur.

Ayrıca bu, takvanın yani Allah'ın emirlerine bağlı olup, yasaklarından uzak kalmanın her haynn ve iyiliğin temelidir. İşte bu takvadır.

Bir de takva ifadesinin hemen ardından, “eğer inkâr ederseniz...” ifadesinin yer almış olması, Allah'a eş ve ortak koşmaktan sakınmanın gerekli olduğunun delilidir.

132

Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter.

O hâlde Allah'ı vekil edinin ve Allah'tan başkasına dayanıp güvenmeyin.

Bundan sonra gelen âyette yüce Allah onları uyarıp korkutarak kudretini ve gücünü şöyle açıklıyor:

133

Ey insanlar! Allah dilerse sizi yokluğa gönderip başkalannı getirir; Allah buna kâdirdir.

Ey insanlar! Allah dilerse sizi yokluğa gönderip, -ortadan kaldmr-.” başkalannı getirir;” Sizin yerinize başka insanlar yaratır veya insanlar dışında başka varlıklar yaratır. “Allah buna kâdirdir.” Kudreti ve gücü nihayetsizdir, bütün bunları yapar.

134

Kim dünya mükâfatını isterse (bilsin ki) dünyanın da âhiretin de mükâfatı Allah karındadır. Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir.

Kim -Mücâhid kimsenin cihadıyla ganimet peşinde olması gibi- dünya mükâfatını isterse,”

(Bilsin ki,) dünyanın da ahirelin de mükafatı Allah katındadır.” O hâlde o insana ne oluyor ki, âhireti bırakıp sadece dünya hayatını istiyor? Halbuki onun istediği şey, bu ikisinden en basit ve en önem siz olanıdır, işe yaramayanıdır.

Allah her şeyi işiten ve her şeyi -fiillerinizi- görendir.” Bu hem bir vaat ve hem de bir vaid yani tehdittir.

135

Ey îman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, anababanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yalandır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şâhitliği) eğer, büker (doğru şâhitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Ey îman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan.” Adaleti sağlamak ve zulme meydan vermemek için çalışıp gayret eden! “Allah için şâhitlik eden kimseler olun!” (.......) kelimesi haberden sonra haberdir.

Yani Allah rızasını gözeten ve O'nun için şâhitlik yapan kimseler olun.

Kendiniz, anababanız ve akrabanız aleyhinde de olsa” Yapacağınız şâhitlik sizin kendi aleyhinizde bir sonuç doğuracak olsa da.. Kişinin kendi aleyhinde şâhitlikte bulunması demek, kendi aleyhinde olan şey konusunda ikrarda bulunması demektir.

İşte bu durum, yani dava meselesi, şâhitlikte bulunma konusu ve kendisi hakkında aleyhte de olsa ikrarda bulunması, bunların tamamı bir kimsenin bir diğeri üzerinde bir hakkının var olduğunu haber vermeye dayanır. Şu farkla ki, “dava” demek, bir kimsenin başkası üzerinde var olan kendi hakkını dile getirmesi demektir. “İkrar” ise; başkası adına kendisi aleyhinde gerçeği itirafta bulunmak demektir. “Şahadet” veya “şâhitlikte bulunmak” ise; kişinin bir başkası üzerindeki hakkı konusunda haklı olan taraf için gerçeği ortaya koymak maksadıyla söz söylemek ve ifade etmek demektir.

Diğer taraftan yapacağınız şâhitlik kendi öz babalarınız, anneleriniz ve yakmlarınız aleyhinde olsa da adaletten aynlmaym. “(Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar,” Aleyhlerinde tanıklıkta bulunduğunuz kimseler eğer zengin iseler, sırf zengin oldukları için onların hoşnutluğunu ve nzalarını kazanmak için değil, gerçeği söyleyerek Allah'ın nzasmı gözetmelisiniz. Ya da fakir olması sebebiyle ona acıyarak gerçekleri gizleme cihetine gitmeyin, hakkı olduğu gibi teslim ederek şâhitlikte bulunun.

Allah onlara (sizden) daha yakındır.” Zengin olana da fakir olana da hepinizden daha yakındır.

Yani onlara bakmak açısından olsun, rahmetiyle muamelede bulunmak cihetiyle olsun Allah her ikisine de sizden daha yakındır.

(.......) kavlindeki zamîrin tekil olması gerekirken tesniye (ikil) olarak gelmesi şu açıdandır. Eğer durum bu ikisinden biriyle ilgiliyse -ki öyledir-, zaten buna da, (.......) kavli delalet etmekte ve bunu göstermektedir. Bu da bilinen bir zengin ve fakir demek olmayıp, zenginler ve fakirler anlamında cins manası ifade etmektedir. Dolayısıyla bunun manası şöyledir: Allah tüm zengiıüere de fakirlere de sizden daha yakındır.”

Hislerinize uyup adaletten sapmayın,”

Yani hevalarınız uğruna haktan saparak adaletsizlik etmeye kalkışmayın. (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden alınmadır ki, dönüş ve sapma demektir. Ya da, “İnsanlar arasında adaleti uygulamayı hoş karşılama ma gibi bir yanlışa girmeyin” demektir ki, bu takdirde söz konusu kelime, (.......) kökünden alınmadır.

(şâhitliği) eğer, büker (doğru şâhitlik etmez),” Kırâat imâmlarından İbn Âmir ve Hamza bu kelimeyi, tek bir (.......) harfine yer vererek (.......) harfini de zammeli (ötreli) olarak (.......) şeklinde. okumuşlardır. Bu durumda kelime kök olarak, “velayet” kelimesinden alınmadır.

yahut şâhitlik etmekten kaçınırsanız,”

Yani şâhitliği, gereğince yerine getirmek yerine dilinizi eğip büker veya şâhitlik görevini yerine getirmekten kaçınırsanız, yüz çevirirseniz, bir başka yola saparsanız..

İsmi geçen iki kırâat imâmından başkalan ise bu kelimeyi iki (.......) harfiyle ve (.......) harfinin de sükunuyla (.......) diye okumuşlardır. Bu kelime de, (.......) kökünden alınmadır. Buna göre mana şöyle oluyor:

“Eğer dillerinizi hak ve gerçek olarak şâhitliği yerine getirmekten eğip büker, yan çizerseniz veya adil bir hükmün ortaya çıkmasını engellerseniz ya da sizce bilinen bir şâhitlik bilgisinden yüz çevirip kaçınır ve gerçeğin ortaya çıkmasına mani olursanız...” demektir.

(biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Eğer aksi hareket ederseniz sizi buna göre cezâlandım veya gerektiği gibi şâhitlikte bulunursanız buna göre de mükâfat verir.

136

Ey îman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba îman (da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam mânasıyle sapıtmıştır.

(.......) îman edenleri” Bu hitap ve sesleniş Müslümanlara yapılan bir sesleniştir.

Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği, kitaba îman (da sebat) ediniz.”

Bu âyette geçen, (.......) hitabı ile kitap ehline seslenilmektedir. Çünkü bunlar kitapların ve peygamberlerin bir kısmına îman ettiler, bir kısmını ise inkâr ettiler.

Ya da bununla münâfıklara seslenilmektedir ve onlara: “Ey nifak içeren bir inanca sahip olan ikiyüzlüler! İhlas ve samimiyet içeren bir inanç ile Allah'a,... imanda sebat ve devam edin!” demektir.

(.......)

Yani elçisi Hazret-i Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) ya (.......) ve ona indirilen Kur'ân'a inanın, îman edin.

(.......) Burada kasdolunan Hazret-i Peygamberden (sallallahü aleyhi ve sellem) önce gönderilen peygamberlere indirilen kitapların tümünden söz edilmekte ve bunlara îman edilmesi istenmektedir. Maksadın böyle olduğuna da yine bu âyette geçen, “kitaplarına “kavli göstermektedir.

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, İbn Âmir ve Ebû Amr, (.......) ve (.......) kelimelerini, (.......) ve (.......) olarak meçhul (edilgen) şekliyle okumuşlardır. Bu kırâat imâmları dışındakiler ise her iki kelimeyi de malum (etken) kip olarak okumuşlardır.

Ayrıca bu âyette peygamberimize indirilen Kur'ân için, Rabbimiz (.......) fiili kullanırken yani, (.......) buyurduğu hâlde diğer kitaplar için Rabbimiz (.......) fiilini zikretmiştir; yani, (.......) buyurmuştur. Çünkü Kur'ân yirmi küsur yıl içerisinde farklı zamanlarda ve çeşitli olaylar üzerine inerek tamamlarınıştır. Halbuki diğer kitaplar gönderildiği peygamberlere bir defada toplu olarak indirilmişlerdir. Bu bakımdan aynı kelime farklı baplardan getirilmiştir.

Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse” Kim bunlardanherhangi birini inkâr eder ve kabul etmezse, “tam mânasıyle sapılmıştır.” Çünkü inanılması gereken konulardan herhangi birini inkâr etmek, kabul etmemek tümünü inkâr etmek ve kabul etmemek demektir. Bu manasıyla da küfürdür.

137

Îman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine îman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir.

Îman edip sonra inkâr edenleri” Önce Hazret-i Mûsa'ya îman ettiler, sonra da buzağıya taparak onu inkâr ettiler. “sonra yine îman edip” Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) Tûr dağından dönünce yeniden ona îman ettiler. “tekrar inkâr edenleri,” Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm)’in peygamber olarak gönderilmesi üzerine bu defa da onu inkâr ettiler. “sonra da inkârlarını arttıranları”

Yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i de inkâr ederek küfürlerinin dozunu iyice artırmış oldular. “Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir” Onlara kurtuluş da cennet de söz konusu değildir.

Burada bu âyette söz konusu edilenler görünürde inanmış gibi gözüken münâfıklar da olabilir. Çünkü münâfıklar açıktan îman eder gözüktükleri hâlde gizli olarak hep inkâr etmişlerdir ve bu tavırlarını hep sürdürüp durmuşlardır. Böylece küfürlerini ta ölene kadar devam ettirdiler ve bu hâl üzere ölüp gittiler. Çünkü bunun gerçek olduğunu bundan sonra gelen âyet teyid etmektedir.

138

Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! -Onlara haber ver.-

Dikkat edilirse burada Rabbimiz, münâfıklar için, “haber ver, bildir” ifadesi yerine “müjdeyi ver” buyurmaktadır. Bundan kasıt, onlarla alay etmek ve dalga geçmektir.

139

Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanmda izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a âittir.

Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanın da izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar?” Münâfıklar hep kafirlere destek çıkı yor, onları dost ve sırdaş edinip veli kabul ediyorlardı. Hep onlardan destek ve güç alıyorlar, yardımı onlardan bekliyorlardı ve: Muhammed'in işi başa varmaz.” diyerek de karşı çıkıyorlardı.

Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a âittir. “Bir de Allah'ın şerefli kıldığı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Mü'minlere âittir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

İzzet (şeref, güç ve saygınlık) Allah'ındır, Resûlüllahındür ve mü'minlerindir. “Münâfıkun, 8.

140

O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncayâ (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.

O (Allah), Kilap'la size şöyle indirmiştir ki:”

Bu âyette geçen, (.......) kelimesini kırâat imâmlarından Âsım (.......) harfinin fethasıyla (üstünüyle) (.......) olarak. okumuştur. Onun dışındaki imâmlar ise, (.......) harfinin zammesiyle (ötresiyle) (.......) olarak. okumuşlardır.

Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın;” Ne zaman küfrü gerektiren ve Kur'ân ile alayı içeren konuşmalarını bırakıp bir başka konuya geçerler veya dalarlarsa o takdirde aralarında bulunun. Aksi hâlde oradan hemen aynlın.

Âyette geçen, (.......) kelimesi, bir şeye başlamak ve dalmak demektir. (.......) kavlindeki, (.......) edatı şeddeli (sakile) durumdan şeddesiz (hafife) durumuna getirilmiştir.

Yani bu, (.......) demektir.

Yani, “durum bu iken siz onu dinlediğiniz (işittiğiniz) zaman...”

Şe'n/Durum: Cümlenin şartı ve cezâsı (cevabıyla) ifade ettiği mana, demektir. (.......) beraberindeki cümle ile birlikte, (.......) kavliyle raf mahallinde gelmiştir. Ya da, (.......) kavliyle nasb yerinde gelmiştir.

Kitapta yani Kur'ân'da kendilerine indirilen ise, Mekke'de inen En'am süresindeki ilgili ayettir. Allah burada şöyle buyurmaktadır:

“Âyetlerimiz hakkında alaylı bir şekilde ileri geri konuşmaya dalanları gördüğün vakit, onlar bir başka konuya geçinceye kadar onlardan yüz çevir.” En'am, 68.

Bilindiği üzere Mekke döneminde müşrikler toplarıtı yerlerinde oturdukları vakit Allah'ın Kitabı Kur'anı Kerîm söz konusu edilince hemen Kur'ân ile alay ederlerdi. İşte bunun üzerine müşrikler bu tavır ve tutumların sürdürdükleri müddetçe Müslümanların onlarla beraber bir arda oturmaları yasaklandı.

Münâfıklar da Medine'de tıpkı müşriklerin Mekke'de yaptıkları gibi Kur'ân hakkında ileri geri konuşup durmaktaydılar. Bunun üzerine nasıl ki Mekke döneminde Müslümanların bu gibi durumlarda müşriklerle bir arada bulunmaları yasaklarınış ise, Medine'de de münâfıkların bu gibi durumlarında yanlarında kalınması ve oturulması yasaklarınış ve buna izin verilmemiştir.

Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.”

Yani onlarla beraber bulunduğunuz takdirde günahta onlar gibi olursunuz. Buradaki benzerlik her bakımdan değildir. Çünkü münâfıkların Kur'ân hakkın da konuşmaları, onu dillerine dolamaları küfürdür. Ancak Müslümanların onlarla beraberlikleri, bir arada oluşları ise ma'siyettir.

Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri cehennemde biı- araya getirecektir.” Çünkü her ikisi de Kur'ân'ı inkâr etmede ve onunla alay etmede bir araya gelmişlerdir.

141

Sizi gözetleyip duranlar, eğer size Allah'tan bir zafer (nasib) olursa, “Sizinle beraber değil miydik?” derler. Kâfirlerin (zaferden) bir nasipleri olursa (bu sefer de onlara), “Sizi yenip (öldürebileceğimiz hâlde öldürmeyip) mü'minlerden korumadık mı?” derler. Artık Allah kıyamet gününde aranızda hükmedecektir ve kâfirler için mü'minler aleyhine asla bir yol vermeyecektir.

Sizi -bir zafer elde ettiğinizi veya bir ganimeti elden çıkarmış olduğunuzu, kaçırdığınızı- gözetilip duranlar,” Bu âyetin başındaki, (.......) ismi mevsulü, bundan önce geçen 139. âyetin başındaki, (.......) kavlinden bedeldir veya, (.......) kelimeşinin sıfatıdır. Ya da onlardan zem (yerme) ifadesi olarak mensub kılınmıştır.

Eğer size Allah'tan bir zafer (nasib) olursa,” bir ganimet ve bir üstünlük (yardım) kazanırsanız, “(.......) derler.” Biz de size yardımcı olma dik mı? O hâlde ganimet paylaşımına bizi de katın, derler.

Kâfirlerin (zaferden) bir nasipleri olursa,” Dikkat edilirse yüce Allah Müslümanların zaferini “fetih” olarak isimlendirdi. Maksat Müslümanların şanını yüceltmek ve onlara tazimdir. Çünkü Müslümanların zaferi gerçekten önemli bir olaydır, buna tüm gök kapıları açılmaktadır. Kâfirlerin kazanımı ise, “nasip” ifadesiyle değerlendirildi. Çünkü Rabbimiz böylece onların kazanımların da tıpkı kendileri gibi basit ve önemsiz olduğunu belirtmek istemiştir. Zira bu, dişler arasında kalan bir basit yemek artığının kınntısından ibâret gibidir. İşte dünyada bu inkârcılara düşecek olan pay bu kadardır.

(Bu defa onlara) kâfirlere-: (.......) Biz sizi yenmedik mi, sizi öldürebilecek durumda iken, sizden tarafa tavır koymakla sizin hayatta kalmanızı sağlamadık mı?- derler.”

İstihvaz; istila etmek, galebe çalmak, üstün gelmek ve yenmek manalarındadır.

(.......) Onların size saldırmalarına mani olduk.

Onların sizden korkmalarını, kalplerine endişe girmesini sağladık, böylece sizinle savaşmaktan çekindiler. Onların size üstün gelmelerine mani olarak bunu yavaşlattık, o hâlde kazandıklarınızdan bizim de payımıza düşeni verin, derler.

(.......) Ey mu'minler ve münâfıklar! “Artık Allah kıyamet gününde aranızda hükmedecektir” Böylece münâfıkları cehennem ateşine ve mü'minleri de cennete koyacaktır.

Ve kâfirler için mü'minler aleyhine asla bir yol vermeyecektir.” Kıyamet gününde zaten buna asla izin vermeyecektir. Bunun böyle olduğuna yani kıyamet gününde olacağına âyetin baş tarafı delildir. Nitekim Hazret-i Ali (radıyallahü anh) den de bu şekilde rivâyet olunmuştur.

Ya da kâfirler mu'minler aleyhinde bir hüccet bulamayacaklardır. Nitekim İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan bu şekilde rivâyet olunmuştur.

142

Şüphesiz münâfıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar; halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir, Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az hatıra getirirler.

Şüphesiz münâfıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar;”

Yani îman ettiklerini açıklayarak ve küfürlerini de sakla yarak tıpkı hile ve aldatma yollarına başvuran kimselerin yaptığı gibi yapmaya kalkışıyorlar.

Münâfık ise inandığını açıkça söyleyip, inkâr ettiğini gizleyen kimse demektir.

Ya da Allah'ın veli/sevgili kullarını aldatmaya kalkışıyorlar ki bunlar da mü'minlerden başkalan değildir. Yüce Allah sevgili kulları olan mü'minlerin aldatılmasını bizzat kendi zâtına izafe etmekle, mü'minlere verdiği değer ve önemi göstermektedir. “Halbuki Allah onların oyunlarını baslarına çevirmektedir.”

Yani Allah, bu aldatma işinde üstün gelen tarafın yenilen tarafa yaptığını yapar. Çünkü dünyada onların can ve mal dokunmazlıkların aynen devam ettirir, bu manada masumluk larını kabul eder. Fakat âhiret hayatında ise, yani işin nihâyetin de onlar için cehennemin en alt tabakasını hazırlar.

Hadi” kelimesi (.......) fiilinden ismi fâil (etken sıfat fiildir).

Yani “Ben onu tuzağa düşürdüm, o da tuzağa düştü.” demek olup, birini yendiğin zaman, sen ondan daha fazla hile yapan, onu oyunlarınla yenmiş olman hâlinde kullanılır.

Bir başka tefsire göre, Allah onları, kurdukları tuzaklarının bir cezâsı olarak kendilerini cezâlarıdıracaktır.

Onlar namaza kalktıkları za man üşenerek kalkarlar.” Namazı ağır bir yük olarak görsünürler.

Gaflet meselesine gelince bazen mü'minler de gâfil davranabilmek tedirler.

(.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur.

Tıpkı (.......) kelimesi gibi. Çünkü bu da (.......) kelimesinin çoğuludur.

“İnsanlara gösteriş yaparlar;” Bu cümle hâldir.

Yani münâfıklar kıldıkları namazlarla gösteriş yaparlar, desinler diye kılarlar.

(.......) kelime olarak (.......) babmdandır. Buru'yet” ten alınmadır. Çünkü gösterişçi yaptığı şeyi halka gösterir ve onlar da o kimsenin bu hareketini güzel bulurlar.

Allah'ı da pek az hatıra getirirler.” Onlar pek az namaz kılar. Çünkü halkın gözlerinden uzak bulundukları zaman namaz kılmazlar. Yahut tesbihatta ve tahlilde bulunmazlar, yani “sübha nellah ve lâ ilahe illallahdiyerek Allah'ı anmazlar; bunu pek az, nadir denecek kadar az söylerler. Eğer az da olsa söylenen bu zikir, gerçek anlamıyla Allah'ın nzası gözetilerek söylenmiş olsa, elbette Allah bunu artınrdı.

143

Bunların arasında bocalayıp durmaktalar, ne onlara (bağlarııyorlar) ne bunlara. Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın.

“Bunların arasında bocalayıp durmaktalar,” (.......) kavli zem üzere mensubtur.

Yani mütereddîddirler, dolanıp dururlar, demektir.

Yani şeytan bunların heva ve hevesleri kendilerini îman ile küfür arasında götürüp getirirler.

Gerçek anlamda müzebzeb; iki tarafın sözlerinden ve konuşmaların dan uzak durmaktır.

Yani herhangi bir tarafta karar kılmaksızın atılıp duran manasındadır. Ancak (.......) ifadesinde tekrar olmakla birlikte (.......) kelimesinde yoktur.

Ne onlara (bağlarııyorlar)Ne îman eden tarafa intisap ediyorlar ki kendileri mü'minlerden sayılsınlar, “Ne bunlara.” Kâfir ve müşriklere mensup olduklarını da söylemezler ki kafir ya da müşrik diye adlarıdırılsınlar.

Allah'ın şaşırttığı kimsiye asla bir (çıkar)yol bulamazsın.” hidâyete giden bir yol bulamazsın.

144

Ey îman edenler! Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin; (bunu yaparak) Allah'a, aleyhinizde -azâblarıdmlmanız hususunda- apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?

Azâblarıdırılmanız hususunda bir delil ve hüccet mi vermek istiyorsunuz?

145

Şüphe yok ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.

Şüphe yok ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar.”

Yani cehennemin en dipteki derin tabakasında olacaklardır.

Cehennem ateşi yedi dereke/tabakâdir. Cehennemdeki tabakalara dereke denilmesi, üst üste olmaları, birbiri üzerinde bulunmaları sebe biyîedir.

Ancak şu bir gerçektir ki, münâfıklar kâfirlerden çok daha ağır bir azâba çarptırılacaklardır. Çünkü dünyada iken inanmış gözükerek boyunlarını vurulmaktan kurtarmışlardır. İşte bu yüzden âhiret hayatında buna denk olarak cehennemin en alt katında ve en ağır şekilde cezâlarıdırıla caklardtr. Küfürde, tıpkı kâfirler gibidirler. Bir de bunların küfürlerine İslam ve Müslümanlarla alay etme cezâları eklenmiş olacaktır.

(.......) kelimesi, Kırâat imâmlarından A'şa dışındaki imâmlardan Âsım, Hamza, Kisâî ve Halef (.......) harfinin sükunu ile56 okumuşlardır. Di ğer kırâat imâmdan ise, (.......) harfinin fethası ile57 okumuşlardır. Her iki kelime de dilde aynen kullanılmaktadır. Zeccâc (v316/928)’in anlattığına göre tercih edileni ise bunu (.......) harfinin fethası/üstünüyle ile okumaktır.

Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.” Azaplarının önüne geçecek bir yardımcı da olmayacaktır.

146

Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah'a sımsıkı sanlıp dinlerini (ibâdetlerini) yalnız onun için yapanlar başkâdir. İşte bunlar (gerçekte) mü'minlerle beraberdirler ve Allah mü'minlere yakında büyük mükâfat verecektir.

Ancak tevbe edip hallerini -içlerinde gizli tutup bozdukları şeyleri ve münâfıklıkla ilgili hallerini- düzeltenler,” Buradaki, (.......) kavli, (.......) kavlinin mecrûr olan zamîrinden istisna edilmiştir. “Allah'a sımsıkı sarılıp,”

Samimi mü'minlerin Allah'a güvendikleri gibi güvenip, “(ibâdetlerini) yalnız onun için yapanlar -bununla sırf Allah nzasını gözetenler- başkâdir.” İşte bunlar (gerçekte) mü'minlerle beraberdirler.” Bu özelliktekiler inananların arkadaşlarıdırlar ve her iki dünyada onlarla beraber olacaklardır.

Ve Allah mü'minlere yakın da büyük mükâfat verecektir.” Onlar da bu mükafatta onlara ortak olacaklardır. Burada, (.......) kelimesinin sonundaki (.......) harfi, lafızda uyum sağlarısın için yazıda/hatta düşürülmüştür/yazılmamıştır. Bundan sonra gelen âyette ise yüce Allah bir gerçeğin tesbitini yaparak, şükreden mü'min kimseye azap etmeyeceğini bir soru ile şöyle dile getiriyor:

147

Eğer siz îman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin! Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.

Eğer siz îman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap elsin!” Âyetin başında yer alan, (.......) edatı (.......) fiiliyle mensûb kılınmıştır.

Yani, “Sizin azaplarıdırılmanıza hangi şey/sebep var ki!?” demektir.

Îman; nimet veren zâtı tanımak ve O'na inanmak demektir. Şükür ise; verilen nimete nankörlük etmeyip itiraf etmektir. Çünkü nimeti verene karşı olsun, nimetin kendisi ne olsun bunlara nankörlükte bulunmak, sadece inadetmektir. İşte bu yüzden kâfirler azâbı ve cezâlarıdırılmayı hak etmişlerdir.

Bu âyette önce “şükür” olayına sonra da “îman” olayına yer verilmiştir. Bunun sebebi şöyledir. Akıllı bir kimse önce kendi yaratılışına dikkatle bakıp inceler ve bununla beraber kendisine sunulan nimetleri görüp değerlendirir. İşte bütün bunlardan sonra üstü kapalı da olsa pek işin detayına inmeden basit manada bir şükreder/teşekkürde bulunur. Fakat bu değerlendirmesinin sonucunda asıl nimeti veren zâtı bulur, tanır ve öğrenir ve böylece îman etmiş olur. İşte asıl bundan sonra daha etraflı bir şekilde düşünüp gerçek şükür nasıl ifa edilmesi gerekiyorsa öyle yapar. Bunun içindir ki önce şükürle giriş yapılmış oldu, şükrü bu mana da îmana takdim etti.

Allah şükre karşdık veren -şükrünüze karşılık sizi ödüllendirir veya az olan amelinizi kabul buyurur ve buna karşılık size bol sevap verir,- ve her şeyi bilendir.” Bütün yaptıklarınızı da en iyi bilendir.

148

Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her şeyi işitici ve bilicidir.

ancak haksızlığa uğrayan başka...” Ancak zâlim olanlar tarafından açık bir şekilde incitilenler ve hakarete uğrayanlar müstesna. Ezilen bir kimse Allah'ın sevmediği ve istemediği şekilde açık bir hakarete uğrarsa, bunun durumu diğerlerinden farklıdır. Bu kimse kendisine zulmeden kimsenin aleyhinde olmak üzere gerekli girişimlerde bulunabilir. İlgililer nezdinde, kendisine yapılan hakareti ve her türlü kötülüğü açık olarak söyler ve anlatır.

Bir başka tefsire göre, (.......) kavli, sövmek, küfretmek demektir. (.......) kavli ise, “Eğer hakarete uğrayan, ezilen kimse, hakaret edene misliye karşılık verecek olursa bunun da bir sakıncası yoktur.” diye tefsirlerınıştır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Ve her kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, artık onlara yapılacak bir şey yoktur. “Şura, 41.

Allah herşeyi -ezilenin şikâyetini- işitici -zalimin haksızlık ettiğini- ve bilicidir.”

Bundan sonraki âyette Allah bağışlamaya teşvikte bulunuyor. Hiç kimsenin birbirine karşı açıktan hakaret etmemesini, hatta haksızlıkta bulunan kimseye karşılık verme hakkı olduğu hâlde bundan vazgeçip bağışlamalarını istiyor. Bu ise en faziletli olana teşvikte bulunmaktır. Nitekim açık olsun gizli olsun yapılacak bir iyiliğin bağışlarınaya ve affedilmeye sebep oluşturduğunu bildiriyor. Bunun için de yüce Allah şöyle buyuruyor:

149

Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allah da ziyadesiyle affedici ve kâdirdir.

-Açıktan bir kötülük işleme yerine- Bir iyiliği açıklar yahut -o ameli- gizlerseniz veya bir kötülüğü -gönüllerinizden silip- (açıklamayıp) affederseniz,”

(.......) Burada (.......) kavli kendisinden önce geçen iki mana üzerine atfolunmuştur. Bunun delili de, bağışlamanın asıl gaye olduğu gerçeğidir. Çünkü açık ve gizli hayır yapmayı istemek bunun delilidir. Çünkü âyetin bundan sonraki kısmında şöyle buyurulmuştur:

Şüphesiz Allah ziyadesiyle affedici ve kâdirdir.” Allah günahları sürekli affedip durandır, nitekim Allah öç alma ya da gücü yetendir. O hâlde Allah'ın koyduğu kanunlara uymanızı size emreder.

150

Allah'ı ve peygamberlerim inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip “Bir kısmına îman ederiz ama bir kısmına inanmayız” diyenler ve bunlar (îman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu;

Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isleyip “Bir kısmına îman ederiz ama bir kısmına inanmayız” diyenler.” Tıpkı Yahûdîler ve Hıristiyanlar gibi. Yahûdîler Hem Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nm ve hem de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliklerini inkâr ettikleri gibi, İncîl ve Kur'ân'a da îman etmediler, bu ikisini de inkâr ettiler. Hıristiyanlar da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini ve ona indirilen Kur'ân'ı inkâr ettiler.

Ve bunlar (îman ile küfür) arasında bir yol tutmak isleyenler yok mu;”

Yani îman ile küfür arasında orta bir din, bir yol edinmek isterler. Yoksa iki toplum arasında ortak bir din demek değildir.

151

İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.

İşte gerçekten kâfirler bunlardır.” Bunlar inkarda gerçekten zirvede olanlar, en katıksız olanlardır. Çünkü inanılması gereken esaslardan tek bir şeyi kabul etmemek, inkâr etmek, tamamim inkâr etmek demektir.

(.......) yani “gerçekten” masındaki bu kelime, cümlenin mana bakımından içeriğini tekidetmek ve pekiştirmek için gelmiştir. Bu âdeta, (.......) gibi bir cümledir.

Yani “İşte bu, Abdullah'ın bizzat ta kendisidir, başkası değil.”

Yani (.......) demektir ki, “gerçekten bunlar kâfirlerin ta kendileridir” , anlamındadır. Âyet, bu kimselerin şüphesiz bir küfür ve inkarda olduklarını gerçek anlamıyla ortaya koymaktadır.

Ya da bu (.......) kelimesi, (.......) kavlinin mastanna âit bir sıfattır.

Yani; “Onlar öyle ki gerçek olarak ve pürüzsüz anlamda katıksız kafirdirler, kafirlikleri kesindir, sabittir ve bunda herhangi bir şüpheye de yer yoktur.”

Ve biz kafirlere, -âhirette- alçallıcı bir azap hazırlamışızdır.”

152

Allah'a ve peygamberlerine îman eden ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara (gelince) işte Allah onlara bir gün mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

Allah'a ve peygamberlerine îman eden ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayan lara (gelince)

Bu âyette yer alan (.......) kelimesinin, (.......) kelimesinin üzerine dahil olmasının sebebi, çünkü bu (.......) kelimesi müfret/tekil olmada, müzekker ve müennes (yani eril ve dişi) olmada, bu ikisinin tesniyelerinde ve cemilerinde aynı lafızla kullanılır.

“İste Allah onlara bir gün mükâfatlarını verecektir.”

Yani kendilerine söz verilen sevaba kavuşurlar.

Kırâat imâmlarından Hafs, (.......) kavlini burada görüldüğü gibi (.......) harfiyle okumuştur. “Allah çok bağışlayıcı -kötülükleri gizleyip örten- ve esirgeyicidü:” İyilikleri de kabul edendir.

Bu âyet, Mu'tezilenin, “Büyük günah işleyenler, cehennemde ebedî olarak kalacaklardır.” görüşlerini çürütmekte ve geçersiz olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü âyette şu gerçeklere yer veriliyor ve şöyle buyuruluyor:

“Şüphesiz Allah'a ve Resûlüne îman edenler ve Allah'a îman ile peygamberlerine îman arasında herhangi bir ayırıma gitmeyenler...” İşte böyle buyurmakla gerçek ortaya konulmaktadır. Dolayısıyla bir kimse bu şekilde bir inanca gerçekten sahip ise büyük günah işlese de kendilerine sevap ve mükâfat vadolunan kimseler arasında yer alır, demektir.

Ayrıca bu âyet “mağfiret ve rahmet” gibi fiil sıfatlarının kadim olduğuna îman etmeyenlerin sözlerinin bâtıl olduğuna da bir delildir. Çünkü Allah: (.......) buyuruyor yani, Allah Gafur ve Rahîmdir.” diyor. Onlar ise: Allah ezelde Gafur ve Rahîm değildi, daha sonra Gafur ve Rahîm olmuştur.” diyorlar. Bu ise bâtıl bir görüştür. Zaten âyette bunun bâtıl olduğunun bir delilidir.

153

Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Mûsa'dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, “Bize Allah'ı apaçık göster” demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldmm çarptı. Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Biz bunu da affettik. Ve Mûsa'ya apaçık delil (ve yetki) verdik.

Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor.”

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Abu Amr, (.......) kelimesini tahfif ile, (.......) olarak okumuşlardır. Bu iki imâm dışındakiler âyette yer aldığı gibi okumuşlardır.

Nasıl ki Tevrât bir defada indirilmiş ise, senden de böyle bir defada indirilen bir kitap isterler. Böyle bir isteğe kalkışmalarının sebebi, sırf inat olsun diyedir.

Hasen-ı Basrî ise diyor ki:

“Eğer gerçekten îman etmek ve doğruya ulaşmak için böyle bir şey istemiş olsalardı, kesinlikle Allah onlara bunu verirdi. Çünkü Kur'ân'ın bir defada indirilmesi de mümkündü.”

Onlar Mûsa'dan, bunun daha büyüğünü istemişler de,” Bu ifade mukadder yani var sayıları bir şartın sorunun cevâbıdır. Dolayısıyla bunun manası şöyledir:

“Eğer sen, onların senden istemekte oldukları şeyi büyük bir şey olarak değerlendiriyorsun, şunu iyi bilmelisin ki onlar, Mûsa'dan seden istediklerinin çok daha büyük olanım istediler.”

Ancak burada Hazret-i Mûsa döneminde istenen ya da sorulan bir şeyin, Hazret-i Peygamber zamanındakilere dayandmlmış gibi gösterilmesi, esasen kendilerinden önce geçen ataları tarafından Hazret-i Mûsa'dan istenmiş olması sebebiyledir. Çünkü Hazret-i Mûsa'dan böyle bir istekte bulunanlar, yine o dönemdeki Yahûdîler tarafından kendi adlarına seçilip gönderilen yetmiş delege idi. Dolayısıyla onları seçip gönderenler de zaten onlarla aynı görüşte olup, onların isteklerinden hoşnut bulunmuşlardır.

““demişlerdi.”

Yani açık ve seçik olarak göster ki açık bir şekilde şu gözümüzle görelim, demişlerdi.

Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı.” Yerinde olmayan bir istekte bulunmaları yüzünden kendi aleyhlerine olan, çok korkunç bir azap veya yakıcı bir ateş onları kuşatı verdi. Ya da onların bu tutum ve tavırları, durmadan mu'cizeler istemeleri, peygamberlerine hükmetmek, onu baskı altına almak istemeleri nede niyledir. Çünkü onlar Allah'ı görmeyi isteme arzusuyla değil, aslında işi yokuşa sürmek ve sırf inat olsun diye sorup duruyorlardı. Yoksa mesele gerçekten Allah'ı görme arzusu olmuş olsaydı, bu da yani rü'yet meselesi de tıpkı Kur'ân'ın bir defada toplu olarak indirilmesi gibi mümkün olan bir şey idi. Eğer Yahûdîlerin cezâya çarptınl malarının nedeni, Allah'ı baş gözleriyle görme istekleri” olsaydı, Hazret-i Mûsa'nın kendisi böyle bir cezâlarıdırmayı çoktan hak etmişti. Çünkü Hazret-i Mûsa Rabbine:

“Rabbim! Bana zâtını göster de, Seni göreyim.” A'raf, 143.

demişti. Fakat buna rağmen Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) yı yıldmm çarpmamıştı. Aksine onun isteğini daha da artırarak durumu mümkün olabilecek bir şeyle kayıtladı. Bir şey ancak olabilecekse mümkün olanla kayıtlanır. Evet Allah Yahûdîleri cezâlarıdırdı ve daha sonra da onları diriltti.

Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı, (tann) edindiler...”

Yani Tevrât'ın ve dokuz mu'cizenin gönderilmesinden sonra, yine de buzağıyı ilâh edinerek ona taptılar. “Biz bunu da affettik.” Kendilerine bir ikramımız ve ihsanımız olsun diye kendilerini bağışladık, köklerini kazıyıp yok etmedik. “Ve Mûsa'ya apaçık delil (ve yetki) verdik” . Kendisine karşı gelenlere rağmen Mûsaya apaçık bir hüccet verdik.

154

Söz vermeleri(ni takviye) için Tûr'u başlarına diktik de onlara, “Baş eğerek kapıdan girin” dedik, “Cumartesi günü sınırı aşmayın” dedik. Kendilerinden sağlam söz aldık.

Söz vermeleri(m takviye) için Tûr'u başlarına diktik de” Söz vermeleri sebebiyle korksunlar ve verdikleri sözlerinden caymasınlar diye ..

(.......) Tûr dağı üzerlerinde düşecek gibi dururken “onlara, (.......) dedik,”

Yani İlya (Kudüsallallahü aleyhi ve sellem) kapısından başırıızı saygıyla eğerek içeri girin. “-balık avlamayın- dedik.

Kırâat imâmlarından Verş, (.......) olarak okumuştur. Kırâat imâmlarından Nâfi ise Verş'ten ayrı olarak aynı kelimeyi, (.......) harfinin sükunu ve (.......) harfinin de şeddesiyle okumuştur. Her iki okuyuşta da, (.......) kelimesinden idğam olunmuşlardır. Bu okuyuş da Übeyy bin Ka'b’ın kırâatidir. Ancak Übeyy (.......) harfini (.......) harfine idğam etmiştir ve bir rivâyete göre de (.......) harfini sakin bırakmıştır. Başka bir rivâyete göre ise, (.......) harfinin üstün harekesini (.......) harfine nakletmiştir.

kendilerinden sağlam söz aldık.” Kendilerinden oldukça ağır bir söz ve teminat aldık.

155

Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve “Kalplerimiz kılıflanmıştır” demeleri sebebiyle (onları larıetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık îman etmezler.

Sözlerinden dönmeleri,” Âyetin başındaki, (.......) harfi zâidedir ve te'kit içindir. (.......) harfi ise (.......) Nisa, 160. kavline mütealliktir. Buna göre mana şöyle olmaktadır:

“Verdikleri sözleri tutmamaları sebebiyle kendilerine temiz ve helâl olan şeyleri haram kıldık.” Ayrıca, (.......) Nisa, 160. kavli, (.......) kavlinden bedeldir.

Te'kidin ya da pekiştirmenin manasına gelince: “Şurası kesin bir gerçektir ki, temiz ve helâl olan şeylerin bunlara haram kılınmış olması, bunların verdikleri sözleri bozmaları ve buna bağlı olarak küfrü seçmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve buna benzer durumlardır.”

Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri,” Hazret-i Mûsa'ya verilen mu'cizeleri inkâr etmeleri, “haksız yere peygamberleri öldürmeleri,” Meselâ Hazret-i Zekeriya, Hazret-i Yahya ve daha başkalannı (Aleyhime's-Selâm), öldürülmelerini gerektiren herhangi bir neden yokken haksız olarak öldürmeleri gibi. “ve «Kalplerimiz kılıflanmıştır» demeleri sebebiyle (onları larıetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;)

(.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur.

Yani kalplerimizin üzeri örtülüdür, uyan, vaaz, hatırlatma gibi şeylerden hiçbiri oraya ulaşıp etkilemez.

tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur;” Bu ifade o kafirlerin, “Kalplerimiz kılıflarla kaplıdır.” söz ve gerekçelerini reddediyor. “pek azı müstesna artık îman etmezler.” Îman edenler de Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi kimselerdir.

156

Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem'in üzerine büyük bir iftira atmalarından;

Bir de inkâr etmelerinden” Bu ifade, (.......) kavli üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Ya da aynı cümlede tekrarlarıan ve onu izleyen, (.......) kavli üzerine ma'tûftur. Çünkü Yahûdîlerden bu inkâr etme olayı hep tekerrür edip gitmiştir. Bilindiği üzere Yahûdîler Hazret-i Mûsa (aleyhi’s-selâm) yı inkâr ettikleri gibi ondan sonra gelen Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) yı ve daha sonra gönderilen Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ı de inkâr etmişlerdir. Dolayısıyla bu küfür kelimeleri hep birbiri üzerine atfolunmuşlardır. “ve Meryem'in üzerine büyük bir iftira atmalarından;”

157

Ve “Allah elçisi Meryem oğlu Îsa'yı öldürdük” demeleri yüzünden (onları larıetledik). Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara Îsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.

“Ve «Allah elçisi Meryem oğlu Îsa'yı öldürdük» demeleri yüzünden (onları larıetledik).”

Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) ya “mesih” adının verilmesi, Hazret-i Cebrâîl (aleyhi’s-selâm) tarafından mübarek bir zât olması için mesh edilmesi (dokunulması/sıvazlarınası) sebebiyledir. Bu manasıyla ona, türkçemizde, “el almış” manasında “memsuh” denilir. Ya da hastaları, anadan doğma körleri ve Abraş hastası olanları meshederek tedavi etmesi, onları sıvazla mak suretiyle iyileştirmesi sebebiyle kendisine mesih denmiştir. Bundan dolayı da mesheden, dokunan anlamında mesih olarak adlarıdmlmıştır. Mesih: Tercih edilen görüşe göre bu kelimenin Süryanîce bir kelime olduğudur. Kelimenin aslı meşiha'dır. Daha sonra Araplar tarafından Arapçalaştırılmıştır. Fakat bu konuda yapılması gereken en sağlıklı şey, bu kelimenin hangi anlama geldiği konusunda Arap dilinde araştırma yapmamaktır. Çünkü Arapça değildir. Bak. Tacu'l-Arus, 7/124. (mütercim.)

Kafirlerin bizim peygamberimize alay olarak Resûlüllah dedikleri gibi Yahûdîler de Hazret-i Îsa'nın Resûlüllah olduğuna îman etmedikleri hâlde alay olsun diye Resûlüllah diyorlardı. Çünkü kâfirler bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e, “Ey kendisine Kur an indirilen deli adam!” diye alay ederlerdi. Ayrıca ihtimaldir ki, her ne kadar Yahûdîler böyle dememiş olsalar da, Allah onu bu şekilde bu vasıfla niteledi.

Halbuki onu ne öldürdüler, ne de aslılar; fakat (öldürdükleri) onlara Isa gibi gösterildi.”

Rivâyete göre bir Yahûdî topluluğu hem Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) ya ve hemde annesine çirkin sözlerle hakarette bulundular, sövmeye kalkıştılar.

Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) da onlara şöyle beddua etti:

Allah'ım! Sen benim Rabbimsin, Sen beni, üflediğin Kelimenle yarattın Allah'ım! Bana ve anneme dil uzatarak iğrenç sövgülerle hakarete kalkısanlara lânet eyle, rahmetinden uzak kıl!” Allah da her ikisine hakarete kalkışanları maymun ve domuzlara dönüştürdü.

İşte bunun üzerine Yahûdîler bir araya gelip Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) yı öldürme karan aldılar. Yüce Allah da ona; “kendisini katına, semâya yük sekeceğini (göğe kaldıracağını) ve Yahûdîlerle beraber olmaktan kurtarıp anndıracağmı” bildirdi.

Bunun üzerine Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) da kendi adamlarına:

“Hanginiz benim benzerini durumuna sokulup öldürülmeyi, asılmayı ve nihâyetinde de cennete girmeyi ister?” diye sorar. Adamlarından birinin, “Ben istiyorum.” demesi üzerine Allah onu Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) ya benzetti, o da bunun üzerine öldürülüp çarmıha gerildi.

Başka bir tefsire göre de, Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın aleyhinde çalışan münâfık bir adam vardı. Bu adamı Yahûdîler öldürmek isteyince, onlara, “Ben sizi ona götüreyim, onun yerini size göstereyim.” dedi. Böylece gidip Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın evine girdi, bu arada Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) da göğe kaldmlmıştı (çekilmişti). Allah bu münâfık kimseyi Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) ya benzetti. Yahûdîler içeri girdiklerinde onu yakalayıp öldürdüler. Böylece Îsa'yı öldürdük” zannma kapıldılar.

Böyle bir şeyin olması câizdir. Çünkü bunlar öyle inatçı bir kavim idiler ki, Allah zaten onların inanmayacaklarını kesin biliyor ve bunu hülarıünü vermiş bulunuyordu.

(.......) kavli car ve mecrûr olan, (.......) kavline isnadolunmuştur. Bu tıpkı senin, “ona öyle hayal edildi/gösterildi” kavline benzer bir ifadedir. âdeta şöyle denilir: “Fakat onların gönlüne bir kez şüphe girdi.” Ya da bu, maktûlün zamîrine isnadolunmuş olabilir.

Çünkü, (.......) kavli bunu göstermektedir. Sanki şöyle denilir gibi: “Öldürdükleri kimse, ona benzetildi.”

“Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur” Çünkü Yahûdîler bu konuda anlaşmazlığa düştüler. Şöyle diyorlardı:

“Adamın yüzü, Îsa'nın yüzüne benziyor, fakat bedeni ise bizim adamımızın bedenidir.” Ya da bu tartışma ve ihtilaf Hıristiyanlar arasında şu manada cereyan etti:

Îsa bir ilâh (tann) idi, ya da Tanrının oğlu veya o üçün üçüncüsüdür.”

Bu âyette yer alan, “Sadece zanna göre davranmaktadırlar. “ifadesi münkati istisnadır. Çünkü zanna göre hareket etmek, kesin bilgi türüne girmez. Bu manada muttasıl değil münkati istisnadır.

Yani, bunlar zanlarına uymaktan başka bir şey yapmıyorlar demektir. Bir de bunların, “şüphe ve kararsızlık içinde bulundukları” gerçeği dile getiriliyor ve böyle nitelendiriliyor. İki şeyden hangisinin doğruluğuna karar verememiş olmaları yüzündendir. Çünkü önce şüphe ve sonra da zan ile vasıflarınışlardır. Dolayısıyla bu ikisinden birinin tercihi gerekir. Çünkü adamlar bu konu da şüphe içindedirler, kesin bir bilgileri yoktur. Ancak bir ize rastlamaları, bir belirti görmeleri sebebiyle, zan olarak “Bu odur” diyorlar.

Bir diğer tefsire göre, “Hazret-i Îsa'nın öldürüldüğü hakkında tartışanlar, o mu değil mi konusunda kesin bir şüphe içindedirler.”

Yani O'nu öldürdüklerine dair şüpheleri var. Çünkü bu kimseler kendi aralarında şöyle tartışıyorlar:

“Eğer bu öldürdüğümüz Îsa ise, bizim adamımız nerede? Eğer bu öldürülen bizim adamımız ise bu takdirde Îsa nerede?”

ve kesin olarak onu öldürmediler.”

Yani kesin olarak onu öldürmediler veya onlar Îsa (aleyhi’s-selâm) yı öldürdüklerine kesin kanaat getiremediler. Ya da gerçekten onu öldüremediler. Burada, (.......) ifadesi sırf, (.......) kavlini te'kit için gelmiştir.

Yani onu gerçekten öldürmediler.

158

Bilâkis Allah onu (Îsa'yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sâhibidir.

Bilâkis Allah onu (Îsa'yı) kendi nezdine kaldırmıştır. “Îsa'yı, Allah'ın hükmünden başka bir hükmün asla geçerli olmadı ğı yere veya semâya/göğe yükseltmiştir. “Allah -Yahûdîlerden intikam almak açısından- izzet ve -Hazret-i Îsa'yı katına çekmekle aldığı tedbirlerinde- hikmet sâhibidir.”

159

Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak îman edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şâhit olacaktır.

Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak îman edecektir.” Bu bir kasem/yemin ifade eden cümle olup mahzûf bir mevsûfun sıfatıdır. Bu şu demektir: “Kitap ehlinden -hiçbir kişi yoktur ki-, mutlaka Ona îman edecektir.” Bunun benzeri, Rabbimizin şu ayetidir. Rabbimiz burada şöyle buyuruyor:

“Bizim her birimiz için bilinen bir makam vardır.” Saffât, 164.

Bu durumda âyetin manası şöyledir: “Yahûdîler, Hıristiyanlardan hiç biri yoktur ki, ölümünden önce mutlaka ona inanmış olacaklar. Hepsi de onun Allah'ın kulu ve Resûlü olduğuna îman edeceklerdir.”

Yani imanın kendisine fayda vermediği an olan can çekişmesi sırasında gerçeği gördüklerinde, artık sorumluluk/mükellefiyet görevinin sona erdiği o ölüm anında ona îman edeceklerdir. Ya da her iki zamîr de Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) ya râcidir. Bu durumda mana şöyledir:

“Hepsi de mutlak olarak Îsa (aleyhi’s-selâm) henüz ölmeden önce Îsa (aleyhi’s-selâm) ya îman edeceklerdir. Bu îman edecek olanlar, Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın yükseltildiği yerden inmesi döneminde yaşayan kitap ehlidir. Hepsi de o zaman ona îman edeceklerdir. Böylece yeryüzünde tekbir dîn kalmış olacaktır. Bu da yalnızca İslam dini olacaktır.”

Ya da, (.......) zamîri yüce Allah'a veya Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e râcidir. İkincisi ise yani, (.......) kavlindeki zamîr de kitap ehline râcidir.

Kıyamet gününde de o, onlara şâhit olacaktır.” Kısaca Yahûdîler beni yalanladılar ve Hıristiyanlar da beni Allah'ın oğlu diye çağırdılar diyerek aleyhlerinde şâhitlik edecektir.

160

Yahûdîlerin yaptıkları zulümden, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden, menetmelerinden dolayı kendilerine (daha önce) helâl kılınmış olan temiz ve iyi şeyleri haram kıldık.

Burada söz konusu edilen ve kendilerine haram kılman şeyler, En'am Sûresinde söz konusu edilenlerdir. Rabbimiz burada şöyle'buyurmaktadır:

“Yahûdîlere tırnaklı hayvanların tümünü haram kıldık.” En’am, 146.

Bu durumda âyetin manası şöyle olmaktadır: “Biz Yahûdîlere işledikleri çok büyük bir zulüm sebebiyle helâl ve temiz olan şeyleri haram kıldık. Başka bir nedenle değil. Nitekim o nedenler de biraz önce âyetlerde ele alınıp anlatıldı.” Çünkü Yahûdîler halkı îman etmekten alıkoyuyor ve buna mani oluyorlardı. Bir çoklarını engelliyorlar ya da bir çok engelleme yolunu deniyorlardı.

161

Men edildikleri hâlde faizi almalarından ve haksız (yollar) ile insanların mallarını yemelerinden dolayı içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.

Menedildikleri hâlde fâiz almalarından -Bize faiz almak nasıl haram kılınmış ise onlara da haram kılınmıştı ve faiz alıp veriyorlardı, faizli işlem yapıyorlardı- ve haksız (yollar) de insanların mallarını yemelerinden -rüşvet almaları ve daha başkaca yol ve yöntemlerle haram alıp yemeleri- dolayı”

İçlerinden -îman edenler için değil- inkâra sapanlara -âhirette- acı bir azap hazırladık.”

162

Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve mü'min ler, sana indirilene ve senden önce indirilene îman edenler, namazı kılanlar, zekâtı verenler; Allah'a ve âhiret gününe inananlar var ya; işte onlara pek yakında büyük mükâfat vereceğiz.

Fakat içlerinden -kitap ehlindenilimde derinleşmiş olanlar ve mü'minler,” Abdullah b. Selâm ve benzerleri gibi gerçek ilim sâhibi olanlar, Allah'ın emir ve yasakları çerçevesinde hareket edenler.

“Sana indirilene ve senden önce indirilene îman edenler,” Kitap ehlinden îman etmiş olanlar, Muhacir ve Ensar'dan inanmış olanlar. (.......) kelimesi mübteda olarak merfûdur. Bunun haberi de, (.......) kavlidir.

Namazı kılanlar,” Namazın önemini açıklamak maksadıyla bu cümle medih üzere mensubtur. Abdullah b. Mesud Mushaf'ında bu kelime, (.......) olarak geçmektedir. Bu da Mâlik b. Dinar’ın ve daha başkalannm kırâatidir.

Zekâtı verenler,” Bu cümle mübtedadır.

Allah'a ve âhiret gününe inananlar var ya;” Bu da bir önceki cümle üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Haberi ise bundan sonra gelen şu kısımdır: “İşte onlara pek yakında büyük mükâfat vereceğiz.” Kırâat imâmlarından Hamza (.......) kavlini, (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuştur.

163

Biz Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshak'a, Ya'kûb'a, esbâta (torunlara), Îsa'ya, Eyyûb'e, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Dâvud'a da Zebûr'u verdik.

Biz Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere -Hûd, Sâlih, Şuayb ve daha başkalanna- vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.”

Burada geçen, (.......) kavli istekleri sebebiyle kitap ehline bir cevaptır. Çünkü bunlar Hazret-i (sallallahü aleyhi ve sellem) den kendileri için gökten bir kitap indirilmesini istemişlerdi. Böylece onlara karşı bir hüccet ve delil olsun. Çünkü Resûlüllah’ın vahiy bakımmdan konumu, tıpkı kendisinden önce geçen peygamberlerin durumu gibidir.

fe (nitekim) İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshak'a, Ya'kûb'a, esbala (torunlara), Îsa'ya, Eyyûb'e, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Dâvud'a da Zebûr'u verdik.”

Kırâat imâmlarından Hamza, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuştur. Bu kelime mefûl manasında bir mastardır. Bununla Hazret-i Dâvud (aleyhi’s-selâm) a indirilen kitaba isim verilmiştir.

164

Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kıs mim ise sana anlatmadık. Ve Allah Mûsa ile gerçekten konuştu.

Bir kısun peygamberleri sana daha önce -bu sureden önce- anlattık,”

Burada, (.......) kavli muzmer olan bir fiil ile mensûbtur. Bu da, (.......) “gönderdik” ve “bildirdik, haber verdik” anlamındadır. “bir kısmını ise sana anlatmadık.”

Ebû Zer (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e, ne kadar peygamber gönderildiğini sormuş. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur:

“Yüz yirmi dört bin peygamber gönderilmiştir.” Bu defa:

“Bu gönderilenler arasında Resul olanların sayısı kaç tanedir?” diye sormuş. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buna da şu karşılığı vermiştir:

“Üç yüz on üç tanedir. İlk Resul Hazret-i Âdem (aleyhi’s-selâm), son Resul de sizin peygamberiniz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dir. Bunlardan dört tanesi; Hûd, Sâlih, Şuayb ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Arap soyandandır.” Bunu İbn Hibban sahihinde “361” numara ile rivâyet etmiştir. (Bak. Ebû Nuaym, Hilye; 1/166-168)

Bu âyet gösteriyor ki tek “tek peygamberleri isimleriyle tanıyıp îman etme şart yoktur.

Yani imanın sahih olması için tek tek hepsini bilme ve tanıma gereği yoktur. Hepsine birden îman etmek yeterlidir. Yeter ki herhangi birini inkâr vuku bulmamış olsun. Çünkü şart olarak istenen hepsine birden îman edilmesidir. Eğer hepsine ayrı ayrı îman etmemiz şart olmuş olsaydı yüce Allah onları mutlaka bizim için bir bir sayardı.

Ve Allah Mûsa ile gerçekten konuştu.” Arada hiçbir aracı olmaksızın konuşmuştur.

165

(Yerine göre) müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sâhibidir.

(Yerine göre) müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki” Burada en uygun olan durum, (.......) kelimesinin medih üzere mensûb olmasıdır.

Yani, (.......) Peygamberleri demek istiyorum, kastediyorum” demek daha yerinde olur. Aynı zaman bunun bu ayetten önce geçen Âyetteki, (.......) kavlinden bedel olması da câizdir. Nitekim mefûl olması da câiz olabilir.

“İnsanların peygaınberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın!” Burada geçen, (.......) kelimesinin başında yer alan lam harfi, (.......) kavline mütealliktir. Mana şöyle olmaktadır:

“Çünkü yüce Allah'ın peygamber göndermiş olması, onların itiraz larına yer bırakmayacağı gibi, yarın kıyamet gününde hüccet ve delil olarak önlerine sürülmekle susturulmuş olacaklardır. Böylece: Eğer sen bize peygamber göndermiş olsaydın ve bizi gaflet uykusundan uyarsaydın, mutlak yapmamız gerekenin ne olduğunu bize gösterseydin, Meselâ ibâdet, şerî'at ve benzeri konularda ne yapmamız gerektiğini bize duyursaydın, biz de üzerimize düşeni yapardık'türünden itirazlara meydan verilmemesi içindir.”

Ben şunu demek istiyorum; bunların miktarlarını, vakitlerini ve key fiyetlerini bildirseydin gereği yapılırdı. Yoksa bunların asıllarını demek istemiyorum. Çünkü esaslar zaten akıl yoluyla bulunabilecek şeylerdir.

Allah -inkâra karşı cezâlarıdırma hususunda- izzet, ve -uyarmak için peygamber göndermede - hikmet sâhibidir.”

Rabbimiz “Biz sana vahyettik” kavlini inzâl buyurunca kitap ehli, “Biz bu konuda sana şâhitlik etmeyiz. “demişlerdi. İşte bunun üzerine aşağıda tefsirini okuyacağımız âyet nâzil olmuştur. Allah şöyle buyuruyor:

166

Fakat Allah sana indirdiğine şâhitlik eder; onu kendi ilmi ile indirdi. Melekler de (buna) şâhitlik ederler. Ve şâhit olarak Allah kâfidir.

Fakat, Allah sana indirdiğine şâhitlik eder:” Allah'ın indirdiği şeye şâhitlikte bulunması dernek, mu'cizeler göndermek suretiyle bunların doğru olduğunu kanıtlamak demektir. Nitekim davaların doğruluğu da, ortaya konan kesin kanıtlarla ispat olunur. Çükü Hakîm olan yani hikmet sâhibi olan Allah asla yalan söyleyeni mu'cizeyle desteklemez.

Onu kendi ilmi ile indirdi.”

Yani Allah bu kitabi sana indirdi. Çünkü Allah, senin buna ehil olduğunu, senin bunu tebliğ edeceğini bildiğinden bunu sana indirmiştir. Veya Allah, kullarının maslahatlarına ilişkin her şeyi bildiği için bunu sana indirmiştir.

Sıfatları kabul etmeyen Mu'tezilenin görüşüne de burada bir cevap bulunmaktadır. Çünkü Allah bu âyette ilim sıfatına vurgu yapmaktadır, bu sıfatının var olduğundan söz etmektedir.

Melekler de (buna) senin peygamberliğine dair- şâhitlik ederler. Ve şâhit olarak Allah kâfidir.”

Başkalan şâhitlikte bulunmasalar da Allah'ın şâhitliği kafidir.

167

İnkâr eden ve (başkalann da) Allah yolundan alıkoyanlar şüphesiz doğru yoldan çok uzaklaşmışlardır.

“İnkar eden,” Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i yalanlayanlar ki bunlar Yahûdîlerden başkalan değildir. “Ve (başkalann da) Allah yolundan alıkoyanlar” Hâl kı, sözleriyle hak yoldan engelleyip uzaklaştıranlar.

Çünkü bu kâfirler, Araplara: “Biz Muhammed hakkında kitabımızda bir şey bulamadık” derlerdi. “şüphesiz doğru yoldan çok uzaklaşmışlardır.” Doğru yoldan alakalannı koparmışlardı.

168

İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir. Onları (başka) bir yola iletecek de değildir.

-Allah'ı- İnkâr edip -Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kitaplarında yazılı bulunan niteliklerini değiştirerek ve onun peygamberliğini inkâr ederek- zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir. -Küfürlerini devam ettirdikleri müddetçe Allah- onları (başka) bir yola iletecek de değildir.

169

Ancak orada ebedî kalmak üzere, onları cehennem yoluna (iletecektir). Bu da Allah'a çok kolaydır.

Yani Allah'ın inkârcıları ebedî olarak cehennemde bırakması, Allah için oldukça kolaydır.

Yani Allah onları bundan dolayı ebedî olarak cezâlarıdıracaktır. (.......) kavlinden sonra gelen, (.......) kavli mukadder hâldir. Bu ayetlerin her ikisi de, Allah'ın ezeli ilmi dahilinde îman etmeyecekleri ve küfürleri üzere ölecekleri bilinen bir kavmin durumunu bildiriyor.

170

Ey insanlar! Resul size Rabbinizden gerçeği getirdi (bunda şüphe yoktur), şu hâlde kendi iyiliğinize olarak (ona) îman edin. Eğer inkâr ederseniz, göklerde ve yerde ne varsa şüphesiz hepsi Allah'ındır. (O'nun sizin inanmanıza ihtiyacı yoktur). Allah geniş ilim ve hikmet sâhibidir.

Ey insanlar! Resül size Rabbinizden gerçeği gelirdi (bunda şüphe yoktur),” (.......) kelimesi hâl de olabilir.

Yani, (.......) demektir. Hak ve gerçek din demektir. “Şu hâlde kendi iyiliğinize olarak (ona) îman edin.”

Nitekim, (.......) 66 âyeti de böyledir.

Yani bunun da mensub olması muzmer olan bir fiilledir. Çünkü Allah onları îman etmeye ve teslis/üçlü ilâh inancına son vermeye davet ediyor. İşte gerçek böyledir. Şunu da bilmelisin ki Allah böylece onlara bir görevi, bir işi yüklemektedir. Bunun içindir ki, (.......) sizin için daha hayırlıdır, buyurmuştur.

Yani, “Şuna yönelin, hedef olarak şunu seçin ve sizin için üzerinde olduğunuz inkarcüıktan ve teslis yani üç ilâh inancına sahip olmaktan daha hayırlı olacak bir işi yapın ve ona yönelin. Bu da Allah'a îman etmekten ve tevhit inancına sahip olmaktan başka bir yol değildir.”

Eğer inkâr ederseniz, göklerde ve yerde ne varsa şüphesiz hepsi Allah'ındır. (O'nun sizin inanmanıza ihtiyacı yoktur).” Dolayısıyla sizin Allah'ı inkâr etmeniz Allah'a zarar verecek değildir. “Allah -kimin îman edeceğini ve kimin de inkâr edeceğini bilme hususunda- geniş ilim ve hikmet sâhibidir.” Çünkü Allah her iki kesimi değerlendirmede cezâ ve mükâfat konusunda eşit tutacak değildir.

171

Ey ehli kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Îsa Mesîh, ancak Allah'ın resulüdür, (o) Allah'ın, Meryem'e ulaştırdığı “kün: Ol” kelimesi(nin eseri)dir, O'ndan bir ruhtur. (O'nun tarafından gönderilmiş, yahut te'yit edilmiş, yahut da Cebrâîl tarafından üfürülmüş bir ruhtur). Şu hâlde Allah'a ve peygamberlerine îman edin. “(Tanrı) üçtür” demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek Allah'tır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.

Ey ehli kitap! Dininizde aşırı gitmeyin” Yahûdîler bu konuda öylene hadlerini aştılar ki, Hazret-i Îsa'yı, zina ürünü diyecek kadar aşağıladılar. Hıristiyanlar ise öylene ileri gittiler ki, Hazret-i Îsa'ya Allah'ın oğlu diyecek kadar aşırı hareket ettiler.

Ve Allah hakkında, gerçeklen başkasını söylemeyin.” Allah'ı şirkten, çocuk edinmekten uzak tutun, tenzih edin.

Meryem oğlu -Allah'ın oğlu değil- Îsa Mesîh, ancak Allah'ın resulüdür, (o) Allah'ın, Meryem'e ulaştırdığı “kün: Ol” kelimesinin esen)dir, On dan bir ruhtur. (O'nun tarafından gönderilmiş, yahut teyit edilmiş, yahut da Cebrâîl tarafından üfürülmüş bir ruhtur).”

Yani Allah'ın yaratması ve “Ol” demesiyle yaratılmıştır. Bu tıpkı yüce Allah'ın şu kavli gibidir:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfü olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” Casiye, 13.

İşte bu ayete dayanarak Ali İbn Hüseyin İbn vakid, Harun Reşid'in meclisinde bulunan genç bir Hıristiyan doktora cevap vermiştir. Çünkü bu hekim, “Sizin kitabınızda Îsa'nın Allah” tan olduğuna ilişkin âyet vardır.” demiş ve bu âyeti, (.......) âyetini okumuştur. İşte Ali İbn Hasen da yukanda mealini verdiğimiz Casiye/13. âyetini okuyarak cevap vermiştir.

Yani, “Hepsi de O'ndandır” buyurmakla, hepsinin de Allah'ın bir parçası olduğunu mu söyleyeceksin? diyerek susturmuştur. Böylece bu Hıristiyan'ın Müslüman olduğu ve Harun Reşid'in de bundan büyük mutluluk duyduğu belirtilmektedir.

(.......) kavli mübtedanın haberidir. (.......) ise mübtedadır.

(.......) da bunun atfı beyanıdır ya da bedeldir. (.......) kavli de, (.......) kavli üzerine ma'tûftur. Hazret-i Îsa'ya “Kelime” denilmesinin nedeni, nasıl ki söz ile insanlar doğru yolu bulabiliyorlarsa, aynı şekilde Hazret-i Îsa ile de doğru yola erişebilmektedirler. Bundan dolayı böyle denmiştir. (.......) kavli hâldir. Olur ki, bu kelime ile anlatılmak istene şey de olabilir.

Yani Allah o kelimeyi Meryem'e ulaştırdı. Ve onu onda var etti, meydana getirdi. (.......) kelimesi de aynı şekil de haber üzerine atfedilmiştir. Hazret-i Îsa'ya Ruh adının verilmiş olması, ölüleri diriltmesi sebebiyledir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm de ruh diye adları dmlmıştır. Yüce Allah bunun için şöyle buyurmaktadır:

“İşte böylece sana da emrimizle Ruh'u/Kur'ân-ı vahyettik.” Şura, 52.

Çünkü Kur'ân da kalpleri ve gönülleri yeşertip diriltiyor.

Şu hâlde Allah'a ve, peygamber lerine îman edin. (.......) demeyin,”

Burada yer alan, (.......) kavli mahzûf bir mübtedanın haberidir.

Yani, “İlahlar üçtür demeyin.” Burada mahzûf olan ilâhlar anlamındaki, (.......) kelimesidir.

Sizin için hayırlı olmak üzere bundan -ilâhlar üç tür demekten- vazgeçin.” Burada Kur'ân'ın belirtmek istediği gerçek bizzat Hıristiyanların kendilerinden gelen açık ifadelerdir. Onlara göre, Allah, Mesih ve Meryem” üçlüsü üç ilahtırlar. Mesih ise Allah'ın Meryem'den olma çocuğudur. Görmez misin bak yüce Allah şöyle buyurmuyor mu?:

Allah: “Allah ancak bir tek Allah'tır.” Burada, (.......) mübteda, (.......)ise haberidir. (.......) kelimesi de te'kit içindir.

O, çocuğu olmaktan münezzehtir.” Onu çocuğu olmaktan takdis ve tenzih ederim, O bunlardan uzak ve beridir.

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur.” İşte âyetin bu kısmı, Allah'a nispet edilen şeylerden Allah'ın uzak ve beri olduğunu açıklamaktadır. Çünkü burada mana olarak şu gerçeğe dikkat çekiliyor; Göklerde ve yerde her ne var ise hepsi Allah'ın yaratıklarıdır ve hepsi de O'nun mülküdür. Durum böyle iken nasıl olur da kendi mülkü olan bir şeyin bir kısmı haşa O'ndan bir parça olsun? Bu asla söz konusu değildir. Çünkü hem oğlu olmak ve hem mülkü olmak gibi ucube bir durum ikisi bir arada toplarınaz.71 Kaldı ki cüz yani parça olan bir şey, sadece cisim olan şeylerde söz konusudur. Yüce Allah ise cisim olmaktan münezzehtir, uzaktır.

Vekil olarak Allah yeter.”

Yani her ikisini ve her ikisi arasında var olan her şeyi koruyan, işlerini düzene koyan, kollayan olarak Allah vekildir, bunlara Allah yeter. Her kim bir ihtiyacını karşılamaktan âciz kalırsa o kimse kendisine yardımcı olacak bir çocuğa muhtaç olur. Haşa Allah için bu asla varit değildir.

172

Ne Mesîh ve ne de Allah'a yakın melekler, Allah'ın kulu olmaktan geri dururlar. O'na kulluktan geri durup büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.

Ne Mesîh -bu ifade Hıristiyanlara bir cevaptır-, ve ne de. Allah'a yakın melekler, Allah'ın kulu olmaktan geri dururlar.” Burası da meleklere tapan Araplara bir cevaptır. Dolayısıyla bu ikincisi, Mesih Îsa üzerine ma'tûf bulunmaktadır.

Mukarreb melekler demek Arş'ın çevresinde yer alan Cebrâîl, Mikâîl, İsrâ'fil ve ayrıca onların derece ve seviyesinde olan diğer melekler (Aleyhimü-s-Selâm) demektir. Dolayısıyla mana şöyledir:

Allah'a en yakın melekler de hiçbir zaman Allah'a kul olmaktan kaçınıp büyüklenmezler.”

Âyette sadece, “Mukarrep melekler de...” denildi, burada Allah'ın kulları olmaktan” ifadesine yer verilmedi. Bu ifadeye yer verilmeyip hazfedilmesinin sebebi, bundan önce geçen, (.......) kavlinin buna delalet etmesi sebebiyledir. Dolayısıyla söz uzatılmasına gidilmeyip öz ifadeyle geçilmiştir.

Mu'tezile mezhebine mensup olanlar bu ayete dayanarak meleklerin insanlardan üstün olduğu gayretine girişmişler ve şöyle demişlerdir:

Yükseliş ancak aşağıdan yukarıya doğru söz konusudur. Meselâ, filân kimse bana hizmetten kaçınmadığı gibi, babası da bundan kaçınmaz, denilir, fakat kölesi (işçisi) de bundan kaçınmaz denmez. Çünkü böyle bir ifade güzel olmaz ve yakışık almaz.

Buna göre, (.......) kavli, yani derece ve değer bakımından onlardan daha üstün olanları da Allah'a kul olmaktan kaçınmazlar, büyüklük taslamazlar, demektir. Çünkü bunun böyle olduğuna özellikle en yakın meleklerin de burada zikredilmesi gerçeği delalet ediyor, bunun böyle olduğunu gösteriyor.”

Bizim ise Mu'tezileye vereceğimiz cevap şöyledir:

“Biz de birinci gruptakilerin ikinci grupta bulunanlardan daha değerli ve üstün olduklarını kabul ediyor, bunu teslim ediyoruz. Fakat bu, bizim şu anda üzerinde durup tartıştığımız konuyla asla alâkalı değildir. Çünkü bu âyet gösteriyor ki bütün mukarreb (en üstün dereceli) melekler Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) dan daha değerli ve faziletlidirler. Biz ayrıca şunu da teslim ederek diyoruz ki, bütün mukarrep melekler beşerden (insanlardan) bir tek resul (elçi)den daha üstündürler. Çünkü Sünnet ehlinden bazı kimseler bu görüştedirler.

Ancak burada demek istenen şudur; meleklerin değerce insanlardan üstün olmaları, Levh-i Mahfûz'daki bilgilere sahip bulunmaları, doğurmaktan ve evlenmekten beri (uzak) olmalarına rağmen yani beşerde var olan bu manadaki özellikler onlarda olmamasına rağmen onlar Allah'a ibâdet ve kulluktan kaçınmıyorlar, herhangi bir büyüklük sergilemiyorlar. O hâlde bir başkasından dünyaya gelen, üremeye bağlı olarak varlıklarını sürdürenler nasıl olur da Allah'a kul olmaktan yüksünürler ve bundan dolayı büyüklük taslayıp kaçınırlar? Bu, olacak şey değildir. Çünkü insanlar meleklerin sahip oldukları güce sahip değiller, onların sahip oldukları ilimlere de sahip değiller. Nasıl olur da melekler kulluktan kaçmmazken, insanlar kaçınmış olsun!? İşte bu durum, yani büyük bir güce, genişçe bir bilgi dağarcığına sahip olmak, farklı bir yaratılışla yaratılmış olmak kimi ahmak kimseleri, (.......) noktasına kadar götürebiliyor. Meselâ Hıristiyanlar gibi. Bunlar Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) dan bu yönleri itibariyle kul olma özelliğini ortadan kaldırıyor ve ona ilahlık vasfım veriyorlar. Çünkü Hıristiyanlar bakıyorlar ki; Mesih Îsa (aleyhi’s-selâm) babasız olarak bir anne den dünyaya gelmiştir. Kendisi anadan doğma körleri, abraş (alaca) hastalı-'gına yakalannış olanları iyileştirerek sağlıklarına kavuşturuyor, ölüleri diriltiyor, evlerinde neleri yeyip içtiklerini neleri saklayıp depoladıklarını haber veriyor. İşte bu özellikleri sebebiyle onu kul olmaktan ayrı tutuyor ve ona ilahlık vasfını veriyorlar.

Bu kimselere şöyle denilir; sizin saydığınız bu özelliklerin en mükemmeli Îsa Mesih (aleyhi’s-selâm) te değil de melekler de vardır. Buna rağmen melekler Allah'a kul olmaktan ötürü büyüklük taslamıyor ve onlar bunu en büyük şeref kabul ediyorlar. O hâlde Mesih Îsa (aleyhi’s-selâm) bir takım farklı niteliklere sahiptir diye neden Allah'a kul olmaktan büyüklenip kaçınsın ki?

Özetlemek gerekirse deriz ki, insan oğlunun en özel olan kesimi -ki bunlar peygamberlerdir-, meleklerin en özel olanlarından da üstündürler. Bunlar da meleklerin Resulleri olan Cebrâîl, Mikâîl, Azrail ve benzeri meleklerdir. Evet bütün beşer peygamberleri bunlardan üstündürler. Meleklerin en önde gelenleri (özelleri) beşerden îman etmiş olanlardan daha üstündürler. Sıradan mu'minler (inanan) kesimin avam tabakası ise, meleklerin avam olan tabakasından daha değerlidirler.

İnsanların meleklerden üstün olduğuna ilişkin delilimiz öncelikli olarak şudur: İnsanlar heva ve nefse sahip olarak yaratılmış olmalarına ve bu çerçevede hareket etmelerinin doğalliğina rağmen Allah'ın rızasını elde etmek için heva ve heveslerini yenebilmişler ve ona uyarak hareket etmemişlerdir.

Peygamberler insan olmalarına rağmen ismet açısından meleklere benzer bir özelliğe sahiptirler. Peygamberler, nefsani arzu ve isteklerinin önüne geçmeleri ve bedensel bir takım taleplerine ket vurmaları sebebiyle meleklerden üstün hale gelmişlerdir. İşte bu bakımdan insanların yani beşerin itaati, meleklere oranla çok daha ağır bulunmaktadır. Zira insanın önünde sayısız engeller vardır, buna rağmen o bunları aşmayı başarmaktadır. Halbuki melekler böyle değildir. Zaten onlar doğal olarak öyle yaratılmışlardır.

İşte bütün bu gerçekler göz önünde tutulunca eldeki hadis rivâyetlerine göre insanlar sevap bakımından meleklerden daha fazlasına sahiptirler.”

O'na kulluktan geri durup büyüklenen -yükseklik havalarına bürünen- kimselerin nepsını(.......) (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” Allah'a kulluktan kaçındıkları, yüksündükleri ve büyüklük tasladıkları için hepsini cezâlarıdıracaktır.

Yüce Allah bundan sonraki âyette ise daha detay açıklamalarda bulunarak şöyle buyurmaktadır:

173

Îman edip iyi işler yapanlara (Allah) ecirlerini tam olarak verecek ve onlara lütfundan daha fazlasını da ihsan edecektir. Kulluğundan yüz çeviren ve kibirlenenlere gelince onlara acı bir şekilde azap edecektir. Onlar, kendileri için Allah'tan başka ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulurlar. (Kendilerini Allah'ın azâbından kurtaracak bir kimse bulamazlar.)

Eğer: “Yapılan açıklama esasen açıklanmak istenene uygun değildir. Çünkü detay iki gurubu kapsar, Halbuki burada açıklarıan tek bir tarafla ilgilidir” diye soracak olursan, benim buna vereceğim cevap şöyle olur:

Bu senin şöyle bir ifadene benzerlik gösterir. “İmâm/devlet başkanı ya da yetkili kişi Hâricîleri topladı, ona karşı direnmeyenleri giydirdi ve ödüllendirip gönderdi. Karşı durup dinlemeyenleri de cezâlarıdırdı.”

Şimdi bu ifadenin doğruluğu iki yünden ele alınır: “Bunlardan biri, buradaki açıklama ya da detay konuyu tüm yönleriyle açıklamış olduğundan ve bu açıklamanın diğer ikinci gruba da delalet etmesi bakımından ola ki iki gruptan biri hazfedilmiş, anlatılmasına gerek duyulmamıştır. Çünkü gruplardan birinden söz edilmiş olması, ikincisine de aynen söz edilmiş gibi delalet eder, onu da kapsam olarak içerir. Tıpkı tafsil yani o açıklama ve detay bakımından yüce Allah'ın (.......) kavlinde görüldüğü gibi biri hazfedilmiş de olabilir.

İkincisine gelince; başkalanna yapılan ihsan ya da iyilik berikileri tasalarıdıran bir durumdur. Dolayısıyla bu bir bakıma onları cezâları dırma kapsamı içinde değerlendinlebilir. Burada âdeta şöyle bir mana ortaya çıkar: “Kim Allah'a kulluktan gurura kapılarak çekinir ve büyüklük taslarsa, iyi amel işleyenlerin aldıkları mükafatları ve kendilerine isabet eden azâbı gördükleri zaman pek yakın bir gelecekte pişmanlık duyarak acı çekeceklerdir.”

174

Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik.

Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil yani apaçık mu'cizelerle herkesi âciz bırakacak deliller ortaya koyan bir elçi- geldi ve size apaçık bir nur indirdik. Şaşkınlıklar doğuranı karanlıkları aydınlatan bir Kur'ân indirdik.

175

Allah'a îman edip O'na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları kendinden bir rahmet ve lütuf (deryası) içine daldıracak ve onları kendine doğru (giden) bir yola götürecektir.

Allah'a -ve Kur'ân'a- îman edip O'na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları kendinden bir rahmete -yani cennete- ve lütuf (deryası) içine -bol nimetlere- daldıracak ve onları kendine -lütfuna yahut kendi yoluna- (giden) doğru bir yola götürecektir.

Buradaki (.......) lâfzı hazfedilen bir muzaftan hâldir.

176

Senden fetva isterler. De ki: “Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yansı bunundur. Kız kardeş ölüp çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona vâris olur. Eğer kız kardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerinin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kâdirılı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı, iki kadın payı kadardır. Şaşırmamanız için Allah size açıklıyor. Allah her şeyi bilmektedir.

Senden fetva isterler. De ki: “Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: …”

Cabir İbn Abdullah hasta idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisini ziyaret etti. Cabir de kendisini ziyarete gelen Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e:

“Ben kelaleyim. (

Yani benim çocuklarını ve babam yok, hayatta değiller). Ölmem durumunda malım konusunda ne yapmalıyım?” diye sorar. İşte bu âyet bu olay üzerine inmiştir. Hafız İbn Hacer diyor ki, bu hadisi Salebi tahric etmiştir. Bak. Haşiyetu’l-Keşşaf;1/598.

Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığınm yarısı bunundur.”

Burada yer alan, (.......) kelimesi, zahirde olan bir kelimenin açıkladığı muzmer bir kelimeyle merfûdur, diğer taraftan, (.......) kavlinin yeri ise sıfat olarak merfû' olmasıdır.

Yani çocuğu olmayan bir adam ölürse, burada çocuktan kasıt, oğludur. Çünkü (.......) kelimesi hem erkek ve hem kız çocuğu için kullanılan ortak bir kelimedir. Çünkü ortada erkek çocuk varsa, bu, kızkardeşi hükümden düşürür (çıkanr). Fakat kızkardeşin olması erkek kardeşi düşürmez.

(.......) yani aynı baba ve anneden veya baba bir anne ayrı bir kız kardeşi varsa, demektir. İşte bu kızkardeş, ölen kardeşinden geriye kalan maldan miras payı olarak yarısını alır.

Kız kardeş ölüp çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona vâris olur.”

(.......)

Yani eğer durum aksine olunsa ve kız kardeşten sonra geride kalan erkek kardeş olursa, ölen kızkardeşinin bütün malma varis olur.

(.......) yani ölen kız kardeşin bir oğlu yoksa. Çünkü oğlunun olması durumunda erkek kardeşini düşürür fakat kızını değil. Eğer:

“Oğul tek olarak kardeşi düşürmüyorsa, mtekim baba da düşürmede onun benzeridir, o hâlde neden sadece burada çocuğu olmazsa dedi.” diye soracak olursan, ben de cevap olarak derim ki:

“Âyet burada sadece çocuğu olmayanın hükmünü açıklamış bulunmaktadır. Babanın olmaması hâlindeki hükmün açıklarınasını da Sünnete havale etmiştir. Nitekim bu da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu ifadeleridir: (.......) 74 Bu takdirde baba kardeşten daha evla ve önceliklidir.”

Kız kardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerinin) bıraktığının üçle ikisi onlarındır.” Bunun iki kız kardeş manasına geldiğine ise âyetin, (.......) kavli delalet etmektedir.

Eğer erkekli kâdirılı daha fazla kardeş ınevcul ise -bunlardan- erkeğin hakla, iki kadın payı kadardır.” Eğer varis olma hakkı kardeşlikten dolayı doğan bir hâl ise.

Burada geçen, “Şaşırmamanız için Allah size -hakkı- açıklıyor. Allah her şeyi -bütün yönleriyle olmadan önce de, olduktan sonra da- bilmekledir.”

Burada, (.......) kavli, (.......) fiilinin mefulüdür. (.......) kavli, haktan sapmamanız, yanlışa düşmemeniz için, demektir.

0 ﴿