MAİDE SÛRESİBu sûre. Medine'de nâzil olmuştur; 120 âyetten müteşekkildir. 1Ey îman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getiriniz. İhramlı iken avlarınayı helâl saymamak üzere (aşağıda) size okunacaklar dışında kalan hayvanlar, sizin için helâl kılındı. Allah dilediğine hükmeder. “Ey îman edenler! Andlaşmaların gereğini yerine getirin.” Nitekim (.......) ve (.......) bu manayı ifade eder. Akd, güvene dayalı olarak alınan söz demektir. Bu, ip veya benzeri şeylerin düğümünü bağlamaya benzetilen bir ifadedir. Burada bundan anlaşıları mana ise; Allah'ın kullarından aldığı kesin söz ve teminat demek olup; Allah'ın, kendilerine yüklediği sorumlulukların gereğini yapmak zorunda bıraktığı görevler manasınadır. Bu ise ya Allah'ın bizzat sizden aldığı teminat gereği sizinle yaptığı kesin sözleşme olduğu gibi aynı zamanda insanların kendi aralarında birbirleriyle yaptıkları sözleşme ler de bu kapsam içinde değerlendirilmektedir. Esasen burada asıl olan gerçek şu ki. Bu, Allah'ın insanlardan aldığı kesin söz ve teminat olup; bunlar da Allah'ın diniyle alâkalı olan helali helâl kabul edip ona inanmak, gereğini yapmak ve haramı da haram kabul edip ondan uzak durmaktır. Aslında bu ifade önce biraz üstü kapalı ve pek açık olmayan bir şekilde sunulmuş ve sonra da bunun detaylarına geCinlerek açıklama yapılmıştır. Açıklamayı içeren ifadeler ise, “Dört ayaklı hayvanlar size helâl kılın mıştır.” sözüdür. “İhramlı iken avlarınayı helâl saymamak kaydıyla, size gelecek âyette okunup açıklanacak olanlar dışında kalan hayvanların etleri size helâl kılındı.” Âyette yer alan, (.......) kelimesi, ister karada, isterse denizde yaşayan olsun tüm dört ayaklı hayvanlar manasınadır. Ancak bu kelimenin, “hayvanlar” kelimesiyle tamlama oluşturması yani izafeti, beyan/açıklama maksadıyladır. Bu ise, (.......) anlamındadır. âdeta, “Gümüş yüzük” tamlamasına benzer. Bu nasıl ki, “Gümüşten bir yüzük” demekse, Âyetteki, (.......)ifadesi ya da tamlaması da, (.......) takdirindedir. Bunun da anlamı, hayvanların oluşturduğu sekiz çift demektir. Bu hayvanlar erkekli ve dişili olarak deve, sığır, koyun ve keçidir. İşte bunlar size helâl kılınmıştır. Bir diğer tefsire göre ise, “Hayvanlar” ifadesinden kasıt, geyik türleri, yabani sığır ve benzeri hayvanlar demektir. “Size gelecek âyette okunup açıklanacak olanlar dışında” ifadesiyle, nelerin haram olduğunu açıklayan (.......) âyetini kasdetmektedir. “Avlarınayı helâl saymamak” , (.......) sözcüğündeki zamîrden hâldir. Mana ise şöyle olmaktadır: “Avlarınayı helâl saymamak kaydıyla, size şu sayıları hayvanların etleri helâl kılındı.” “İhramlı iken” ibâresi de, “Avlarınayı helâl sayma” sözcüğünden hâldir. Burada ise sanki şöyle denilmektedir: “İhramlı hâlde iken avlarınaktan kaçınmanız şartıyla, size bir sıkıntı ve zorluk olmaması için bazı hayvanların etlerinden faydalarınanızı helâl kıldık.” (.......) hurum kelimesi, (.......) haram kelimesinin çoğulu olup bu da (.......) yani ihramlı anlamındadır. “Şüphesiz Allah dilediği hükmü verir. O'nun hükmüne de asla itiraz olunmaz.” Ya da dilediğini helâl ve dile diğini de haram kılar. 1 Mâide, 3. Aşağıda tefsirini okuyacağımız âyet, Allah'ın haram kıldığı ya da yasakladığı şeyi, helâl kılmaktan menetmekle ilgili olarak inmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 2Ey îman edenler! Allah'ın (koyduğu, dinî) işaretlerine, haram aya, (Allah'a hediye edilmiş) kurbana, (ondaki) gerdanlıklara, Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Haram'a yönelmiş kimse lere (tecavüz ve) saygısızlık etmeyin. İhramdan çıkınca avlarıabilir siniz. Mescid-i Harâm'a girmenizi önledikleri için bir topluma karşı beslediğiniz kin sizi tecavüze sevketmesin. İyilik ve (Allah'ın yasakla rmdan) sakınma üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmaym. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezâsı çetindir. “Ey îman edenler! Allah'ın (Hac'ta uyulmasmı istediği) işaret ve sembollere,... “Sakın Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyip saygısızlık etmeyin.” Âyette geçen, “İşaretler, semboller” kelimesi, “Alanet, işaret” kelimesinin çoğuludur. Bu da, sembol kabul edilen şeylere verilen bir isimdir. Yani, hac ile ilgili yerlerde: Mevkıfler de, (A'râfat, Müzdelife) şeytan taşlamalarında, Remy-i cimarda, tavaf ve sa'y yerlerinde hac ibâdeti için konulan işaretlere ve sembollere; ayrıca hac görevini yapanlar için işaret ya da sembol kabul edilen fiillere mutlak manada riayet edin ve gerektiği gibi uyun. Meselâ; ihram, tavaf, sa'y, tıraş olmak ve kurban kesmek gibi. “Haram olan aya,...” hac aylarına, “Allah'a hediye edilip sunulan kurbanlığa,...” Yani Beytullah'a hediye edilen ve bununla yüce Allah'a yaklaşılması amaçlarıan ibâdetler demektir. Bu kelime de “Hediye” kelimesinin çoğuludur. “gerdanlık bakarak belirlenmiş olan kurbanlıklara,...” Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu ise kurbanlık olarak hediye edilen hayvanın boynuna takıları kolye, ya da bir uzun ip/bağ, ufak bir ağaç dalı/parçası veya benzeri başka şeyler manasınadır. “Rablerinin hem ihsanmı -sevabını- ve hem rızasını -hoşnutluğunu- kazanmak maksadıyla Beyt-i Haram'a niyet edip gelenlere karşı sakın Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyip saygısızlık etmeyin.” Mescid-i Harâm'ı ziyaret etmek niyet ve amacıyla çıkıp gelenlere karşı herhangi bir saygısızlığa kalkışmayın. Allah'ın sınırlarını çiğnemeyin ki bu gelen ler de ya hacılardır veya umre ziyareti için gelenlerdir. îhlal edilmemesi gereken şeylerin bir kısmını şöylece sıralayabiliriz.. Buradaki sembolleri, işaretleri basit kabul ederek, önemsemeyip saygısızlık etmek; Bu semboller ile buralara ziyaret ve ibâdet etmek maksadıyla gelenlere engel çıkarmak, buralara girmelerine mani olmak, hac aylarında halkın hac ibâdetlerini yapmalarına engel olabilecek olaylar çıkarmak, Beyt-i Haram'a hediye edilen kurbanlıkları gasbetmek veya yerlerine ulaşmalarını engellemek. İşte bunlar hac ve umre sırasında mutlak manada uyulması istenen ve saygısızlıkta bulunulmaması emredilen şeylerdir. “gerdanlıklar” kelimesine gelince; bununla ya bizzat bu kurbanlık hayvanların veya hediye edilen hayvanların kendileri kastedilmektedir ki bu da câizdir. Bu ise deve ya da sığırdan başkası değildir. Bunun “hediye edilenler” üzerine atfedilmiş olması ise ihtisas içindir. Buna ayrıca bir değer verildiğine işaret içindir. Çünkü deve kesilen kurbanlıklar içerisinde en değerli olanıdır. Bu âdeta, (.......) Bakara, 98. âyetinde ifadeye “Cebrâîl ve Mikâîl” benzer. Sanki burada, “Özellikle de bu kurbanlıklar içerisinden develeri...” denilir gibi bir mana da bulunmaktadır. Evet (.......) kelimesini bü manada tefsirlamak câiz olduğu gibi bunun aynı zamanda şöyle tefsirlerınası da câizdir: “Bırakın kurbanlı ğın kendisine bir şey yapmayı, onun boynuna işaret için takıları gerdan lığa bile dokunmayın.” Bu da yasaklamanın önemine daha fazla dikkat çekmek ve bu işin gerçekten büyük bir vebal ve günah olduğunu anlatmak içindir. Bu durumda mana şöyle oluyor: “Kurbanlıklara karşı saygısızca davranmak bir tarafa; onların boyun larındaki işaretlere karşı dahi bir saygısızlığa kalkışmayın, onlara bile bir zarar vermeyin.” Bu tıpkı, (.......) Nur, 31. âyetindeki söze benzer ki: “Kâdirılar süslerini (ziynetlerini) göstermesinler.” buyurulurken maksat ziynet veya süs değil, bu ziynet ya da süslerin takıldığı yerlerdir. Dolayı sıyla değil süs yerlerini, o yerlere takıları süsleri bile göstermesinler, denilmesi yasağın ya da emrin şiddet ve önemini belirtmek içindir. “İsteyerek, arzulayarak” , (.......) sözündeki “niyet edenler, yönelenler” zamîrden hâldir. “Rablerinden bir sevap olarak ve hem de rızasını ve hoşnutluğunu kazanarak” demek, bü özellik ve niteliklere sahip olarak Beytullah'ı ziyarete gelen bir topluma saldırıya kalkışmayın, saygısızlık etmeyin, demektir. “İhramdan çıktiğınîz vakit artık avlarıabilirsiniz.” Daha önce, “Sizi Mescid-i Harâm'a girmekten engellediklerinden dolayı bir topluma olan kin ve nefretiniz sakın sizi onlara karşı saldırmaya sevketmesin.” Âyette yer alan (.......) fiili bir ve iki mefûl almada tıpkı (.......) fiili gibidir. Meselâ, “Onu işledi (yaptı, kazandı).” gibidir. “Ona bir suç işlettim. “cümlesi de âdeta, “Onu, ona yaptır dım.” gibidir. Âyetin bu kısmındaki iki mefulden ilki, muhatap yani, (.......) zamîridir, ikincisi de “Saldırmanız, haddi aşmanız” “Sizi engelledikleri” ifadesi, illet yani sebep anlamında değerlendinlen, (.......) kelimesiyle ilgilidir. Bu da aşırı nefret, kin beslemek manasınadır. Kırâat imâmlarından İbn Âmir ve Ebû Bekir (.......) kavlini, (.......) harfinin sükunuyla (.......) olarak okumuşlardır. Bu durumda mana şöyledir: “Bir kavme olan nefret ya da kininiz, onlara karşı sizi, haddinizi aşmaya götürmesin, sizi böyle bir şeye sevk etmesin.” Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Ebû Amr ise, (.......) sözünü şart anlamında, “Eğer sizi men ederlerse” olarak okumuşlardır. (.......) “Mescid-i Harâm'dan kendilerini menetmek” ifadesinin manası, Mekke müşriklerinin, Hûdeybiye'de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü’minleri umre yapmaları için ziyaretten menetmeleri, engellemeleridir. “Haddi aşmak” ifadesinden kasıt daÇ “Onlara/müşriklere bir zarar verecek şekilde, istenmeyen bir durumun ortaya çıkabileceği bir tarzda onlardan öç almak” demektir. “İyilikler yapmak, kötülüklerden uzak durmak emir ve yasaklar doğ rultusunda gerekeni yapmak -kendilerini bağışlamak ve görmemezlikten gelmek- üzere birbirinizle yardımlasın. Allah'a karşı gelmek ve insanlara zulmetmek, saldırmak -öç almak ve hıncınızı gidermek- üzere birbirinizle yardımlaşmayın.” Ya da, (.......) emredilen şeyler, insanın memur bulunduğu vazifelerdir, (.......) ise sakıncalı olan ve yasaklarıan şeyler, demektir. (.......) emredilenleri terketmek manasınadır, (.......) ise, sakıncalı, yasak ve haram olan şeyleri işlemek demektir. Yahut ilk cümleden her türden iyilikler ve korkulması gerekenler manasında olması ve ikinci cümlenin de her türden günah ve düşmanlıktan uzak kalınması manası da câiz olabilir. Kısaca bu, genel hatlarıyla affetmeyi ve intikam almamayı kapsamaktadır. “Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket ederek Allah'ın azâbından korkun. Şüphesiz Allah, cezâsı pek çetin ve şiddetli olandır.” Kendisine karşı gelenleri ve sakınıp kaçınmayanları cezâlarıdırması pek şiddetlidir. Şimdi tefsirini okuyacağımız âyette ise, câhiliye döneminde yenen haram şeylerin açıklaması yapılıyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 3Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlarıan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlarııp ölmüş, boynuzlarııp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların, vahşi yırtıcı hayvanların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlarınış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık hâlinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. “Sizin için şunlar haram/yasak kılın mıştır: Leş/ölmüş hayvan eti,” Yani kendi kendine murdar olarak ölen hayvan. “Kan” Yani sırf akan kan yemek, manasınadır. “domuz eti,” Aslında domuzun tamamı necistir, haramdır. Burada “domuz eti” ifadesine yer verilmiş olması, genel olarak hayvan cinsinde en çok yararlarııları maddesinin et olması bakımındandır. “Allah'tan başkası adına boğazlarıan hayvanların etleri,” Sesini yükselterek: “Bu hayvanı falarıca adına boğazliyorum” deyip de Allah'ın ismini bırakması. Meselâ: “hat adına! Uzza adına!” diye kesim sırasında söylenmesi gibi. “Henüz canlıyken yetişip kestikleriniz dışında boğulmuş olarak ölen, herhangi bir cisimle vurulup öldürülen, yüksek yerden düşüp ölen, birbirleriyle toslaşma sonucu ölmüş olan hayvanların etleri ile vahşi ve yırtıcı bir hayvan tarafından parçalanp yenilen hayvanların etleri,” (.......) herhangi bir şekilde boğulmak suretiyle veya ağa bakarak veya bir başka şekilde boğulup ölen; (.......) dağ gibi herhangi yüksek bir yerden düşüp ölen veya bir kuyuya düşüp ölen hayvan; (.......) iki hayvanın birbirleriye toslaşmaları sonucu ölen hayvanın eti de haramdır. (.......) Yırtıcı bir hayvan tarafından yaralarıan ve bunun sonucunda ölen hayvanın eti de haramdır. (.......) Bunlardan ancak yetişip kestikleriniz bu haram ol manın dışındadır. Yani böyle bir hayvan kesilince tıpkı boğazlarıan ve can çekişen hayvanın çektiği gibi bir boğazlarına sonucu yenmelidir. Buradaki istisna boğularak ölenle ondan sonrakilere râcidir/ yöneliktir. Eğer bir kimse henüz bu hayvanlarda hayat varken yani yaşam belirtileri görülüyorken yetişip onları şerî'atın öngördüğü şekilde boğazlarsa ve besmele çekerse artık helâl olmuş olur ve eti de yenir. “Dikili taşlar (putlar) adına sunaklar da kesilen hayvanların etleri...” Câhili ye toplumunun kendilerine âit bir takım dikili taşları/heykelleri ve anıtları vardı ki onlar bunları, Beytul lah'ın çevresinde dikmişlerdi. Bunlar üzerinde ve çevresinde kurbanlarını kesiyor ve bu dikili heykellere (putlar) ve taşlara saygıda bulunuyorlardı. Kestikleri kurbanlarla, bu anıtlarına saygı ifade eden bir tavırla yaklaşıyorlardı. İşte bunlara “ansab” “anıt, heykel” ismini veriyorlardı. Bu kelimenin tekili “dikili şe/dik nesne” kelimesidir. Ya da bu kelimenin kendisi çoğul bir kelime olup bunun tekili ise, (.......) kelimesidir. “Fal okları ve kumar araçlarıyla kısmet elde etmeniz size haram kılmdı.” Bu cümle, “leş” kelimesi ile bağlarıtılı olarak merfû'/özne durumunda bulunmaktadır. Yani “size leş (ölmüş hayvan eti), şunlar, şunlar ve şunlar haram kılındı” demektir. (.......) yani fal oklarıyla kısmet aramak. Burada geçen (.......) kelimesi, (.......) ve (.......) kelimelerinin çoğuludur. Bu da üzeri belirlenmiş, işaret konulmuş fal oku demektir. Câhiliye dönemi Arapları herhangi bir sefere/yolculuğa, bir savaşa veya ticari manada bir yolculuğa çıkmak, ya da evlenmek istediklerinde yahut herhangi bir başka şeyde bir karar verme durumunda bu fal oklarına başvururlardı. Bunların sayıları üç -tane idi. Bunlardan birinin üzerin de, “Rabbim bana emretti.” , birinde ise, “Beni menetti/yasakladı” , birin de de “Boş” ifadesi yazılıydı. Eğer bunlardan emir içeren ok çıkarsa, hemen onu yerine getirirdi, eğer yasaklayan ok çıkarsa yapacağı şeyden vaz geçerdi. Eğer üzerinde boş yazılı olan çıkarsa, okları tekrarlardı. (.......) demek; oklar yoluyla belirlenmemiş olan payını veya hissesini, okları çekmek suretiyle belirlemek, ortaya çıkmasını iste mek demektir. Zeccâc diyor ki: “Bunlarla, yıldızlara bakıp mana çıkaranların söyledikleri arasında herhangi bir ayıtım ve fark yoktur. Çünkü yıldızlara bakıp mana çıkaranlar da, şu yıldız doğunca/ortaya çıkınca yolculuğa çıkma ve fakat filân yıldız doğduğu zaman çık, diyorlar. Dolayısıyla berikisiyle ötekisi arasında bir fark yoktur.” ‘Şerhu'l-Tevilat’ta bu görüş redolunmaktadır. Yazar burada diyor ki: “Müneccim yani yıldızlara bakıp mana çıkaran kişi; (.......) diye söylemez. Ancak Müneccim olan kişi, bir takım alâmetleri ve delaletleri ya da işaretleri dikkate alarak yüce Allah'ın hükmü üzerinde değerlendirme yapar. Kaldı ki Allah'ın yıldızları bir takım olaylar için birer işaret ve alâmet koymuş olabilir. Yani bazı gök cisimlerin den bir takım manalar çıkarılması câizdir ve buna göre Allah'ın koyduğu hükümler konusunda bazı tefsirler getirebilir. Bu, câizdir, olabilir. Böylece tahmini manada başvurulabilir. Bunun yerilecek veya kötülenecek bir yanı da yoktur. Ancak burada kınanması gereken şey, Allah'ın hükmüne rağmen bir şeyler söylemesi ve Allah'ı bunlara şâhit tutmaya kalkışmasıdır.” Bir tefsire göre de bunun kumar olduğu söylenmiştir. Çünkü câhiliye toplumu böylece kazandıkları develeri bilinen bu ölçüye göre dağıtırlardı. “İşte bütün bu yasakları tanımamak fısktır/ Allah'a itaati tanimâmaktır, küfrün en şiddetlisidir.” Yani fal oklarıyla pay aramak Allah'a itaatsizliktir. Bu ifadenin bu âyette sayıları tüm yasakları da içerdiği ihtimal dahilindedir. “Artık bugün yolunu seçenler/kâfirler, sizin dininizi ortadan kaldırmaktan umutlarını kesmişlerdir.” Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) fiilinin zarfıdır. Ancak burada geçen, “Bugün” ifadesiyle bizzat belli bir gün manası kasdolunmamıştır. Fakat bunun manası, “şimdi, şu anda” demek gibidir. Meselâ, “Ben bugün yaşlandım.” ifadesi nasıl bir ifade ise, o da aynen bunun gibidir. Çünkü sen burada o sözle, içinde bulunduğun anı değerlendirip söylemektesin. Bir başka tefsire göre bununla, bu âyetin nâzil olduğu/indiği an ve gün kasdolunmaktadır. Bu âyet bir Cuma gününde nâzil olmuştur/in mistir. O gün ise Arefe günü idi, veda haccı sırasında ikindi namazından sonra idi. Yani, kâfirler o günden itibâren dininizi ortadan kaldırmaktan artık umutlarını kesmişlerdir. Ya da dininize galebe çalmaktan, üstün gelmek ten umutlarını kesmişlerdir. Çünkü yüce Allah, dinini bütün dinler üzerinde egemen kılmak için verdiği sözünü yerine getirmiştir. “Öyleyse -İslam dini egemen ve hakim olduktan, kâfirlerden korku ortadan kalktıktan, üstün durumda iken yenik duruma düştükten sonra- o kâfirlerden korkmayın, benden korkun!” Yani, samimiyetle ve ihlas ile sadece “Benden” korkun. “Benden korkun” kelimesi hem vasıl (geçiş) ve hem vakıf (duruş) hâlinde sonunda (.......) harfi olmaksızın okunmuştur. Yani, (.......) olarak okunmamıştır. “Bugün helâl ve haram konulannda dininizin hükümlerini kemale erdirdim.” Burada geçen, “Bugün” kelimesi, (.......) cümlesinin zarfıdır. Düşmanlarınızdan olan korkunuzu ortadan kaldırmak ve sizi onlardan üstün kılıp, onların üzerine egemen kılmakla.. Nitekim bu ifade tıpkı kralların, “Artık bugün bizim tam hükümranlığımız kesin olarak ortaya konulmuştur, bizden üstünü yoktur.” demesine benzer bir cümledir. Yani, “Biz artık, bundan böyle korktuklarınıızdan güvence altına girmiş bulunuyoruz. Onların bize karşı yapacakları bir şeyleri kalmadı.” . Ya da bunun bir tefsiri de şöyle olabilir: “Sizin sorumlu bulunduğunuz helâl ve haram ile ilgili hükümleri, İslam şerî'atı ölçüleri içerisinde hareket etmenizle ilgili ahkamı ve kıyas kurallarını size öğretmekle; böylece ihtiyaç duyduğunuz şeyleri olgunlaştırıp kemale erdirdim.” “Zafere ulaştırmak, inkârcdarı kahret mek ve üstünlüğünüzü onlara kabul ettirmekle, üzerinize nimetimi tamamladım.” Mekke'nin fethini size nasibetmekle, oraya güven içinde ve galip olarak girmekle, câhiliye sistemini ve tapınaklarını ortadan kaldırmakla size olan nimetimi tamamladım. “Sizin için din olarak İslam'ı seçip beğendim.” Burada geçen, “din” kelimesi hâldir. Size, dinler arasından bu dini seçtim ve yalnızca bu din kendisinden râzı kalman ve hoşnut olunan bir din olduğunu da size bildirdi. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Her kim İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki, o istediği din asla kendisinden kabul edilmeyecektir.” Al-i İmran, 85. “Kim gönülden bir günaha meyletmemek ve bir ma'siyete kalkışmamak şartıyla burada sayıları haramlardan birinden açlık durumunda zora düşerek yerse, bundan dolayı hesaba çekilmez, yiyebilir.” Burada geçen, “kimdaralırsa..” daha önce bu âyette geçen haramlarla bağlarıtılıdır. “Bunlar fisktır” ifadesi de (') parantez cümlesidir. Bununla haram olma manası pekiştirilmiştir. Nite kim mabadını da pekiştiren bir cümledir. Çünkü bu habis şeylerin, iğrenç olan şeylerin haram kılınmış olması esasen kâmil olan din ve tamamlarıan nimetin, öteki dinler arasında hoşnut kalman yegane din diye tanıtıları İslam dininin bir gereğidir ve o cümledendir. Dolayısıyla, (.......) kavlinin manası, “Leş (ölmüş hayvan eti) veya diğer haramlardan herhangi birini işlemek zorunda kalırsa, mecbur düşerse...” demektir. (.......) açlık demektir. (.......) kavli hâldir. (.......) Bir günaha meyletmek, demektir. Bunu âyet içerisinde ifade ettiği mana ise, “Herhangi bir güçsüzlüğe düşmeksizin, yani yok olma sınırım aşmaksızın..” “Çünkü Allah mağfireti bol olan -açlık dolayısıyla tehlike sınırına gelen kimseyi hesaba çekmeyecek olan- ve rahmetiyle acıyıp merhamet edendir.” Mazereti sebebiyle haram olan bir şeyi alıp yemekten ve kullarınaktan dolayı da kuluna merhamet edip merhamet edendir. 4Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar; de ki: Bütün iyi ve temiz şeyler size helâl kılınmıştır. Allah'ın size öğrettiğin den öğretip avcı hale getirdiğiniz hayvanların sizin için yakaladıklarından da yeyin ve üzerine Allah'ın ismini anın (besmele çekin). Allah'tan korkun. Allah'ın hesabı pek çabuktur. “Ey Peygamber! Nelerin kendileri için helâl olduğunu sana soruyorlar.” Burada geçen, “Sual/Sormak” yani (.......) sözü içinde “demek, söylemek” yani “kavi” manası bulunmaktadır. İşte bu bakımdan, (.......) kelimesinden sonra, (.......) soru edatı gelmiş oldu. Sanki burada: “Onlar sana diyorlar ki/soruyorlar ki: Neler kendileri için helâl kılındı?” diye soruyorlar gibi. Dikkat edilirse burada, söylediklerini hikâye etmek/aktarmak kabilinden olmak üzere, “Bize neler helâl kılındı?” diye sorulmadı. Çünkü (.......) ifadesi gaip lafzıyla gelmiştir. Bu tıpkı şu cümleye benzer: “Zeyd mutlaka bunu işleyecek diye, yemin etti.” Eğer bunun yerine Zeyd, “Mutlaka işleyeceğim” demiş olsaydı bu da doğru olabilirdi. Dolayısıyla, “Bize helâl kılındı” demek de doğru olabilirdi. (.......) soru edatı burada mübtedadır. Haberi de, (.......) ifadesidir. Bu senin şu: “Onlar için hangi şey helaldir?” soru şekline benzeyen bir ifadedir. Bunun manası şöyledir: “Yiyeceklerden onlar için neler helaldir?” Yani kendilerine iğrenç olan ve insanın doğal olarak tiksindiği yiyeceklerin haramliği Kur'ân'da kendilerine okunup açıklanınca, bu defa bunlardan kendileri için helâl olan şeylerin neler olabileceğini sordular. İşte bu soru üzerine Rabbimiz şöyle buyurdu: “De ki: Doğal olarak insanın iğrenmediği ve şerî'atın haram/yasak saymadığı bütün iyi ve temiz şeyler sizin için helâl kılınmıştır.” Yani bunlar içerisinden iğrenç ve tiksindirici, pis ve murdar olmayan şeyler veya Allah'ın kitabı Kur'ân'da, Sünnet'te, İcma ve kıyas'ta hakkında haramlık hükmü bulunmayan her iyi ve temiz şey size helâl kılınmıştır. “Allah'ın size öğrettiği gibi eğitip öğreterek avcı durumuna getirdiğiniz hayvanların sizin için avlayıp getirdiklerini de yeyiniz.” Burada geçen, (.......) kavli, (.......) üzerine atfolunmuştur. Yani: “....size iyi ve temiz şeyler helâl kılındığı gibi, eğitip öğrettiğiniz hayvanların avladıkları da sizin için helâl kılınmıştır” demektir. Burada muzaf/tamlarıan. Ya da, “L” burada şart manasına kabul edilir ve bunun cevabı da, “yeyin” olmuş olur. (.......) Yırtıcı hayvanlardan ve kuşlar dan av avlamaları için eğilenler demektir. Meselâ: köpek, pars, tavşancıl kuşu, kartal, doğan, atmaca, şahin gibi kuşlar. Bir tefsire göre de (.......) kelimesi “Cerahat” kelimesinden alınmadır ve “yaralanak” demektir. Buna göre avın helâl olması için yaralarınış olması şarttır, “avcılar” kelimesi, “öğrettiniz” kelimesinden hâldir. Bunun hâl olmasındaki fayda ise -her ne kadar (.......) kelimesinden hâl olmasına gerek yoksa da- avlamayı bilen hayvanın eğitilmişlikle vasıflarınası içindir. Mükellib: Av hayvanlarını eğiten ve yetiştiren, öğretimlerini üstlenen demektir. Av hayvanları öğretmeni manasınadır. Bu kelime, esasen “kelb” kelimesinden türemedir. Bu ise köpek manasınadır. Çünkü genel olarak köpekler eğitildiği için bu kökten bir kelime ile konu değerlendirilmiştir. Kelimenin bu kökten türetilmesinin sebebi, genelde evcilleştirme olayı daha çok köpeklerde olması sebebiyledir Veya yırtıcı hayvanların genel ismi köpek/kelb olması sebebiyle bu isim verilmiştir. Nitekim bir hadiste şöyle Duyurulmaktadır: “Allah'ım! Ona/ Ebû Leheb'in oğluna köpeklerinden bir köpek musallat kıl.” Bak. Hakîm, Müstedrek;2/539. İşte peygamberimizin bu bedduası üzerine kendisine dil uzatan Ebû Leheb'in oğlu bir yolculuk sırasında bir Arsları tarafından parçaları mıştır. “Onlara öğrettiniz” ifadesi ya hâldir veya Yeni bir cümle/istinaf cümlesidir. Bu cümlenin i'rapta mahalli yoktur. Bu âyet aynı zaman da şu gerçeğin de bir delili ve delilidir. Şöyle ki: Herhangi bir ilim ya da bilgi öğrenen bir kimse mutlaka o bilgiyi o konuda ehil olandan ve en dirayetli bulunandan almalıdır. Nice kimseler vardır ki, ehil olmayan kimselerden ilim öğrenmeye kalkışırlar da sadece zamanlarını kaybederler. Ne zaman gerçekten değerli ilim adamlarıyla karşılaşırsa onlar karşısında hep parmaklarını ısırıp kalır. (.......) Allah'ın eğitme ve öğretme konusunda size avlarınayı öğrettiği gibi, demektir. (.......) kavlinde yer alan, “İmsak Ala sâhibihi” yani, “Sizin için yakaladılar” ifadesinden maksat: Avı yakalayan5 hayvanın avladığı avdan yememesi gerekir, getirip sâhibine teslim etmesi icab eder. Eğer avlarıan hayvan bir av köpeği ve benzeri bir hayvan tarafından avlarııp da bu av hayvanı ondan yerse, artık bu av yenmez. Ancak doğan ve atmaca gibi eğitilen kuşlar tarafından avlarıan bir av, bu avcı kuşlar tarafından yenmiş olsa bile, o avdan yenmesi haram değildir. Bu konu yerinde anlatılmıştır. “ve fakat üzerine Besmele çekip Allah'ın ismini anın.” Burada, “üzerine” deki zamîr, (.......) ifadesine râcidir. Bundan anlaşıları mana şu demektir: “Eğer o av hayvanını henüz canlıyken yetişirseniz, boğazlarken Besmele çekerek boğazlayın.” Yahut, (.......) deki zamîr, “Avcı hayvanlardan öğrettiğiniz” cümlesine yöneliktir. Bu takdirde mana şudur: “Hayvanı ava, salma sırasında Besmele ile gönderin.” “Allah'tan korkun.” Bütün bu anlatılanlar konusun da Allah'ın emrine karşı gelmekten sakının. “Şüphesiz Allah hesabı çabuk görendir.” Çünkü O sizin davranışlarınıza göre sizi hesaba çekecektir. O, bu konuda hiçbir engel tanımaz, O'nu durduran olmaz. 5Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yaHûdi, Hıristiyan vb. nin) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü’min kadınlardan iffetli olanlar ile daha ön ce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kâdirılar da, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. Kim (İslâmî hükümlere) inanmayı kabul etmezse, onun ameli boşa gitmiştir. O, âhirette de ziyana uğrayanlardandır. “Bugün” ifadesi, şimdi, artık bundan böyle demektir. İfadenin tekrarı ise lütfü ve ihsanı tekit/vurgu içindir. “Kendilerine kitap verilen Yahûdî ve Hıristiyanların kestikleri ve yiyecekleri sizin için helaldir,” Âyette ifade edilen husus, kitap ehli tarafından boğazlarıan hayvan lar demektir. Çünkü bunun dışında kalan diğer yiyeceklerin helâl olması için din şartı aranmamaktadır. “Sizin de tüm yiyecekleriniz onlar için helaldir.” Dolayısıyla onları yedirmeniz sizin için haram değildir. Eğer mü’minlerin yiyecekleri kitap ehline haram kılınmış olsaydı, bu bakımdan mü’minlerin onları yedirmeleri câiz olmazdı. “İffetli/Namuslu hür mü’min kâdirılar ile” Burada geçen, (.......) kelimesi hür ya da iffetli ve namuslu kâdirılar demektir. Ancak, bir kâdirıla evlenme/nikah durumunda, bu özellikler (hürriyet ve iffet) nikahın sıhhat şartları arasında yer almaz. Fakat müsta hap kabul edilmiştir. Yani daha iyi ve güzel olarak değerlendirilmiştir. Çünkü bir Müslüman kimse, yine Müslüman olan cariyelerle/köle kâdirılarla evlenebilir. Bu câizdir. Keza iffetli olmayanlarla nikahlarınak da câizdir. Burada iffetli ifadesinin özellikle belirtilmiş olması, yani bununla kayıtlarınış olması, Mü’minlerin evlenmede çocuk sâhibi olmaları konusunda böylelerini seçmeleri için bir teşvik sebebidir. Bu cümle aynı zamanda, (.......) üzerine de ma'tûftur. Ya da bu cümle mübtedadır, haberi de mahzûftur/gizlidir. Yani cümlenin manası şöyle olmaktadır: “İnanmış kâdirılardan namuslu olanlarıyla evlenmeniz size helâl kılındı.” “Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olan kâdirılardan iffetli ve hür olanlarla,” Burada da kitap ehlinden olan Yahûdî ve Hıristiyan hür kâdirılar ya da kitap ehlinden iffetli olan kâdirılar kastedilmektedir. “Mehirlerini vermeniz karşılığında” kendilerine mehirlerini verdiğiniz takdirde (.......) Hidn kelimesi; hem erkek ve hem kadın için gizli dost edinmek, metres tutmak manalarına gelir. “Kim (İslamı hükümlere) inanmayı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, âhirette de ziyana uğrayanlardandır.” 6Ey îman edenler! Namaz kumaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk hâlinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadmlara dokunmuşsanız (cinsî birleşme yapmışsamz) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla mesnedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister ki, şükredesiniz. “Ey îman edenler! Namaz kılmaya kalkmak istediğiniz zaman abdestsiz iseniz, yüzlerinizi...” Yani namaz kılmaya kalkmak istediğinizde,.. Bu tıpkı, (16, Nahl,97) âyetinde görüldüğü gibidir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: (.......) Yani, “Kur'ân okumak istediğin zaman” demektir. Burada bir fiilin/amelin istenmesi, o amel ile ilgili fiil kullanılmak suretiyle anlatılmıştır. Çünkü bir fiili işlemek ya da yapmak, onu istemeye bir sebep demektir. Bu bakımdan burada sebep oluşturan şey sebep yerine kullanılmıştır. Çünkü her ikisi arasında benzerlik bulunmak tadır. Bu da icaz için yani sözü uzatmamak için önemlidir. Bunu bir benzeri de şu hadistir: “Nasıl muamelede bulunursan karşılığında onunla muamele edilirsin.” Buhârî, Tefsîr, Sûre, 1. Bap.1. Burada cezâya sebep olan girişe yine aynı cezâ lafzıyla açıklandı. Ki zaten bunu neden olan da o cezâ/cevap fiilidir. Cümlenin takdiri ise şöyledir: “Siz abdestsiz olduğunuz takdirde,... “Bu tefsir İbn Abbâs tara fından yapılmıştır. Ya da uykudan uyandığınızda. Çünkü uyku da abdest siz oluşun bir delilidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashâbı her namaz için abdest alırlardı. 3-İbn Cerir, Tefsîr; 6/112 Bir tefsire göre de, her namaz için abdest almak ilk zamanlarda farz kılınmıştı. Ancak sonradan bu hüküm neshedilmiş/yürürlükten kaldırılmıştır. “Dirseklerinize kadar ellerinizi,...” Bura da yer alan, (.......) cer edatı mutlak manada gayeyi/son noktayı anlatır. Fakat yıkanma emri içerisinde “dirseğin” kendisi de dahil mi değil mi delil çerçevesinde ele alınması gereken bir konudur. Fakat burada görülen o ki, delile göre dirseklerin dışta kaldığıdır. Çünkü, “Eğer darlık/sıkıntı içinde ise, rahatlığa kavuşana kadar kolaylık gösterin.” (2,Bakara,280) Çünkü bir yerde zorluk ve güçlük varsa, sıkıntı bulunuyorsa, o, geciktirmenin, bekleme veya ertelemenin sebebidir. Kolayliğin var olduğu yerde ise illet yani sebep de ortadan kalkar. Eğer kolaylık bunun içinde ele alınırsa, bu durumda her iki hâlde de yani hem zorluk ve hem kolaylık hâlinde tehir/erteleme söz konusu olurdu. Nitekim, “.... Akşama kadar orucu tamamlayın.” Bakara,187 Eğer orucu ta gecenin belli bir vaktine kadar geçirip geç vakte kadar bırakırsa, bu, visalin, yani sonraki oruçla birleştirmenin farz olmasını gerektirir/vacip kılardı. Burada dirseklerin de yıkanmaya veya orucun da gecenin geç vaktine kadar sürdürülmeye dahil olduğuna bir delil de şu cümlenin içerdiği hükümdür. Meselâ: “Kur'ân-ı baştan sona kadar ezberledim.” Gibi. Ancak burada söz konusu olan Kur'ân'ın tamaminin ezberlendiğini anlatmak için bu cümlenin söylenmiş olduğudur. Nitekim Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Mescid-i Harâm'dan Mescid-i Aksa'ya kadar.” İsrâ'.1 Bundan anlaşıları gerçek şu ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kudüs'e gecele yin götürülüp Mescid-i Aksa'ya girmemiş olsaydı, İsrâ' denen bir olaydan söz edilemezdi. Bunun İsrâ' olabilmesi, ancak Mescid-i Aksa'ya girmesiyledir. Şimdi biz kendi meselemize dönelim, “dirseklere kadar” ifadesine gelince, burada dirseklerin de yıkanmaya dahil mi, değil mi konusu ile ilgili olarak her iki husus için de elde bir delil yoktur. Ancak alimlerin çoğunluğu denilen Cumhûr bu konuda ihtiyatlı davranarak, dirseklerinde abdest alınırken yıkmması gerektiğine hükmetmişlerdir. Ancak İmâm Züfer ile Dâvud-u Zahiri âyetin mana gelişini dikkate alarak kesinlikle abdestte dirsekleri yıkamaya dahil etmemişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den, abdest alırken, suyu dirsekleri üzerinde de gezdirdiği/yıkadığı rivâyet olunmuştur. Bak,Dare Kutni; 1/83 “Başlarınızı meshederek” Burada meshetmekten kasıt, ıslak eli başa yapıştırmak, dokundurmaktır. İster başırı bir kısmını, ister tamamını kaplayacak şekilde meshetmek olsun; her ikisi de ıslak elin mesh yoluyla başa temas ettirilmesi ya da yapıştınlmasıdır. İmâm Mâlik işin ihtiyat yönünü ele alarak başırı tamaminin meshedilmesini, kaplama meshi benimsemiştir. İmâm-ı Şâfiî ise işin yakin yönünü benimsemiş, ona göre mesh denilecek manada bir dokunmayı mesh olarak kabul etmiştir. Yani başa dokundun mu, bu İmâm-ı Şâfiî merhuma göre meshtir. Biz Hanefîler de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in açıklamasını esas almaktayız. Rivâyet olunduğuna göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): Başırıın ön tarafını, perçemini ya da alın kısmını meshetmiştir. Müslim,274 “18, 83 Bu durumda Nasiye yani alın başırı dörtte biri olarak takdir olunmuştur. Dolayısıyla bizim Hanefî mezhebine göre başta meshin farzı dörtte birdir. “Topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayıp abdest alın.” Âyetin bu kısmında yer alan, “Ayaklarınız” kelimesini kırâat imâmlarından İbn Âmir, Nâfi, Ali Kisâî ve Hafs “Lam” harfinin nasbıyla yani üstün olarak, (.......) okumuşlardır. Bu durumda âyetin manası şöyle olmaktadır: “Yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi ve topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayın ve başlarınızı da mesnedin. Yani burada bir takdim ve tehir, yer değiştirme bulunmaktadır. Yukanda adları geçen kırâat îmandan dışındaki imâmlar ise (.......) kavlini, (.......) kelimesi üzerine atfedilmiş olarak değerlendirerek, “lam” harfini, kesre/esre harekeli olarak yani, tıpkı, (.......) kelimesine benzeterek (.......) olarak okumuşlardır. Çünkü ayaklar yıkanan üç organ arasındadır. Ayakların yıkanması için de üzerine su dökerek yıkamayı gerektirir. Bu ise fazla su harcanmasına sebep olmaktadır, diye düşünülmektedir. Aşırı su israfı da doğru olmadığından bunun önüne geçilmesi gerekir, çünkü israf yasaklarıan bir şeydir. İşte bu israfın önüne geçmek için ayaklar meshedilen baş organından sonra zikredilmiş ve kelime üzerine atfedilmiştir. Fakat bu atıf sebebi ayakların da tıpkı başırı meshedildiği gibi meshedilmesi için değil, ancak aşırı su israfım önlemek maksadıyla neredeyse, tıpkı başırı meshindeki gibi az su kullarıarak ayakların yıkanmasını belirtmektedir, aşırı su harcanmasının önüne geçilmesi uyansında bulunmak içindir. Yoksa çıplak ayaklara meshedilmek için değildir. Hatta, “topuklara kadar” kavlinin gaye manasına gelen, (.......) yani, “....a kadar” edatıyla getirilmiş olmasının nedeni, her hangi bir kimse bundan çıplak ayakların da meshedilebileceği zanmna kapılmasın diye böyle bir yanlışı ortadan kaldırmak içindir. Çünkü şerî'at açısından ayakların meshi değil, yıkanması öngörülmüştür. Nitekim “Camiu'l- Ulum” adlı eserde, (.......) kavlindeki “lam” (.......) harfinin mecrûr yani esreli olması (.......) kavline komşu/yakın olması sebebiyledir, yoksa mana bakımından buna atfedilmiş değildir. Hatta sahih olarak gelen bir rivâyete göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir toplumun abdest alırlarken çıplak ayakları üzerine meshettiklerini görmüş bunun üzerine şöyle buyurmuştur: “Vay o topukların ateşten başlarına gelecek olan hallerine. Buhârî,60. Müslim, 241/26. Ahmed, Müsned:21193 Ata İbn Rebah şöyle diyor: “Allah'a yemin ederim ki, Resûlüllah’ın ashâbından herhangi birisinin çıplak ayakları üzerine meshettiklerini bilmiyorum. Onlar ancak bu organlarını, kirden arın maları için abdest aldıkları zaman yıkamakla emrolunmuşlardır. Çünkü ayaklar her zaman kir ve pas ile temas hâlindedir. Nitekim ayaktaki bu kirler de çoğu zaman gözle görülebilir bir hâl alır.” Namaz ise yüce Allah için bir hizmettir. Her türlü kirden ve pastan annmış olarak Allah'ın huzurunda tertemiz durmak demektir namaz. Çünkü Allahm huzurunda böyle tertemiz bir hâlde durmak, saygı bakımından daha yerinde bir harekettir. Bu hizmeti en mükemmel bir şekilde yerine getirmek manasınadır. Nitekim bir kralın huzurunda durmak isteyen bir kimse de böyle hareket eder. Bunun içindir ki şöyle denilmiştir: “Şüphesiz kişi namaz kılarken, en güzel elbiseleri içerisinde kılma sı, sarık takması daha uygundur. Çünkü başı açık olarak kılmaktansa sarıkla kılmak -takke ile değil sarıklı olarak- daha güzeldir. Zira böyle bir davranış saygı bakımından da daha yerinde ve güzel bir harekettir.” “Eğer cünüp iseniz tepeden tırnağa yıkanın/boy abdesti alın.” Mümkün olduğunca bütün bedeninizi yıkayın. “Eğer hasta veya yolculukta iseniz, ya da doğal tuvalet ihtiyacınızı gidermiş seniz,” Fahruddin Razi bu konuda diyor ki: Bunun manası şöyledir: Burada, (.......) ...gelmişse/gidermişse ifadesinin yer alması, abdestsiz olan hasta veya yolucu olan kimseye hemen teyemmüm etmesi gerektiği manası anlaşılmasın diyedir.' Âyette geçen (.......) kelimesi, insanın tuvalet ihtiyacını rahat bir şekilde giderdiği yer demektir. Bu kelime burada kinaye olarak bu manada kullanılmıştır. “Yahut kâdirılara dokunmuşsanız/ (cinsi birleşme yapmışsanız), ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla mesnedin.” Çünkü, “Allah sizin için herhangi bir güçlük çıkarmak istemez.” Yani temizlik konusunda... Öyle olsaydı sizin için teyemmüme izin vermezdi “Fakat sizi tertemiz kılmak.” Şayet su ile temizlenme imkânını bulamazsanız toprak ile teyemmüm ederek böyle bir kolaylıkla tertemiz hale getirmek ister. “İslam esasları ile ilgili hükümleri koymakla size nimetini tamamlamak ister.” Azimet olarak sizden istediklerine karşılık ruhsat/kolaylık tanımak suretiyle bu husustaki nimetlerini de size tamamlamak ister. “ki şükredesiniz.” 7Allah'ın size olan nimetini, “Duyduk ve kabul ettik” dediğiniz zaman sizi bununla bağladığı (O'na verdiğiniz) sözü hatırlayın ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, kalblerin içindekini bilmektedir. “Allah'ın size olan nimetini “duyduk ve kabul ettik” dediğimiz zaman.” Yani siz öyle bir söz vermiştiniz ki, ondan caymanız asla doğru değildir. Alınan bu kesin sözü, Müslümanlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile biat yaptıkları zaman Allah kendilerinden almıştı. Alınan bu kesin sözleşmeye göre Müslümanlar Resûlüllahnü dinlemek, ona itâat etmek, her durumda ve her şart altında, zorlukta ve kolaylık anında yardımcı olmak, karşı gelmemek, sıkıntılı anında ve mutla zamanında yanında yer almak üzere söz almıştı. Onlar da bu şartlara rağmen her şeyi kabul etmişlerdi. Ve şöyle demişlerdi: “Sizi bununla bağladığı (ona verdiğiniz) sözü hatırlayın” demişlerdi. Bir başka tefsire göre de kendilerinden alınan bu kesin söz; Akabe gecesinde ve Rıdvan biatmda olmuştu, denilmiştir. “Ve Allah'tan korkun.” Verdiğiniz kesin sözden caymayın. “Şüphesiz Allah kalblerin içindekilerini bilmektedir.” Yani iyi ya da kötü insan neyi içinde saklayıp gizliyorsa Allah bütün bunların hepsinden de haberdardır. Aslında burada hem bir vaad yani söz verme manası vardır. Hem de bir vaid yani bir tehdit/uyar manası da yatınaktadır. 8Ey îman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmaktan alıkoymasın. Adaletli olun! Bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) dır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıkla rınızı hakkıyla bilmektedir. “Ey îman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şâhitlik eden kimseler olun.” “Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmaktan ahkoymasın. Adaletli olun!” Âyetteki, (.......) fiili, (.......) cer edatıyla müteaddi/geçişli fiil haline gelmiştir. Çünkü istila (üste çıkma, üzerinde bulunma) harfi, (.......) cer edatıdır. Çünkü, (.......) fiili, (.......) cer edatı sayesinde geçişlilik yani müteaddi olma manasını kazanmıştır. Sanki burada şöyle denilmektedir: “Bir topluma karşı olan kin ve öfkeniz, sizi onlar hakkında adaletsiz bir davranışın içine sokmasın, götürmesin.” “Adaletli olun. Bu Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) dır.” Adil davranmak takvaya, Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket etmeye en yakın bir davranıştır. Yüce Allah öncelikle onları/insanları, kin, öfke ve nefretleri sebebiyle adaletsiz davranmaktan menediyor. Bundan sonra ise yeni bir girişle açıkça kendilerine adaletli olmalarını ve böyle davranmalarını emrediyor. Bunu bir tekit ve bir kesin hüküm olarak mutlak manada uygularınası gereken önemli bir görev olduğunun üzerinde durup, şiddetle emrediyor. Bundan sonra yeniden bir cümle geliyor. Bu cümlede de kendilerine, nasıl adaletle emretmeleri gerektiği yönünü anlatıyor. Bu cümle ise, “Bu Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) dır.” ifadesidir. Eğer kafir ve inkârcılara karşı da olsa adil davranmak bu kadar önemli ve oldukça ağır uyarıları içeriyorsa, acaba Allah'ın velileri, dosh ları olan mü’minlere karşı adil davranmanın mutlak manada gerektiğine, vacipliğine/farziyetine ne denmeli ki?! “Allaha isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” Âyetin bu kısmında hem vaad yani söz verme manası, hem de vaid yani tehdit/uyan anlamı yatınaktadır. İşte bunun içindir ki şimdi tefsirini okuyacağımız âyet, vaad ile yani söz vermeyle alâkalı bir ayettir. Rabbimiz bu âyetinde şöyle buyurmaktadır: 9Allah, îman eden ve iyi şeyler yapanlara söz vermiştir ki, onlara bağışlarına ve büyük mükâfat vardır. “Allah, îman eden ve sâlih ameller işleyenlere söz vermiştir ki, onlar bağışlarına ve büyük mükâfat vardır.” Bu âyetin başında yer alan, “Söz verdi” fiili iki mefûl/ nesne olan geçişli bir fiildir. Birinci mefulü/tümleci veya nesnesi, (.......) ifadesidir. İkinci si de mahzûftur/kaldırılmıştır. Ancak, “Onlara bağışlarına ve büyük mükâfat vardır” cümlesi sayesinde ikinci mefule/nesneye gerek duymamıştır. Tehdit içeren yani vaid âyeti de Rabbimizin şu cümlesidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 10İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliklerdir. (.......) İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliklerdir. Cehennemden çıkamayacaklardır. 11Ey îman edenler! Allah’ın size olan nimetini unutmayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların ellerini sizden çekmişti. Allah'tan korkun ve mü’minler yalnızca Allah'a güvensinler. “Ey îman edenler! Allah'ın size olan nimetim unutmayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların ellerini sizden çekmişti.” Rivâyet olunduğuna göre Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Amr İbn Ümeyye tarafından müşrik sanılarak yanlışlıkla öldürülen iki Müslüman'ın diyet bedeline kâtilmaları ve katkıda bulunmaları maksadıyla paylarına düşeni kendilerinden istemek üzere Yahûdî Kureyza oğullarına gitmişti. Giderken beraberinde Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve damatları Hazret-i Osman ile Hazret-i Ali de bulunuyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunlardan paylarına düşen diyeti karşılamaları için istekte bulununca, “Olur Ey Ebû'l Kasım/Muhammed! Sen burada biraz otur, sana yemek ikramında bulunalım ve payımıza düşen şeyi de istediğin gibi toplayıp getirelim” demişlerdi. Böyle bir hileyle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ı ve beraberindekileri bir duvarın gölgeliğinde oturttular. Amaçları Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ı orada öldürüp yok etmekti. Bu teşebbüs için bir Yahûdî olan Amr İbn Cihaş büyük bir taş parçasını damın üzerinden yuvarlayıp Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in üzerine atmaya çalışıyordu. Allah bu kişinin elini tuttu/ona bu fırsatı vermedi. Cebrâîl gelerek durumu Hazret-i Peygambere bildirdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de hemen orayı terketti ve oradan ayrıldı. İşte bu âyetin iniş sebebi bu olaydır. Hafız İbn Hacer diyor ki: Bu rivâyette geçen, “İki Müslüman” ifadesini bu hadisin gelen rivâyet yolunda bulamadım, böyle bir rivâyete rastlayamadım. Aksine Mûsa İbn Ukbe'nin, “el-Meğazi” de açıkladığına göre öldürülen bu iki kişinin her ikisi de kafirdiler. Fakat her ikisinin de ellerinde emanları/dokunulmazlıkları vardı.” Ebû Nuaym'ın “Delail” adlı eserinde İbn Abbâs'tan rivâyet edilen hadiste de şu ifadeler yer almaktadır: “Amr b. Ümeyye, Kilaboğullarından iki adamla karşılaştı, her ikisinin de emanı/dokunulmazlıkları vardı. Fakat Amr b. Ümeyye bunu bilmiyordu. Bilmemesi sebebiyle onların her ikisini de öldürdü.” Bkz. Haşiyetu'l-Keşşaf, 1/614) (.......) Burada “nimet” kelimesinin zarfıdır. (.......) kavli, (.......) takdirindedir/manasındadır. Yani ellerini sizi öldürmek üzere uzattılar. Nitekim biri bir başkasına sövdüğünde, dil uzattığında, ona, (.......) denir ki, bu, “Ona dil uzattı, sataştı, sövdü” demektir. “Bir kimseyi dövmeye kalkıştığında ya da dövdüğünde de, (.......) denir. Nitekim bir âyette şöyle buyurulmaktadır: “Size ellerini ve dilleri ni kötülükle uzatacaklardır.” Mümtehine,2 “Bastu'l-Yed” demek, dövmek istenilen kimseye eli uzatarak döv meye kalkışmak demektir. “Allah onların ellerini sizden çekmişti.” Allah, o ellerin size uzanmasını engellemişti. “Allah'tan korkun. Ve Mü’minler yalnızca Allaha güvensinler.” Çünkü Allah hepsine yeter, O hepsini defeder ve hepsine engel olur. 12Andolsun ki Allah, İsrâ'iloğullarından söz almıştı. (Kefil olarak) içlerinden on iki de başkan göndermiştik. Allah onlara şöyle demişti: “Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onları desteklerseniz ve Allah'a güzel borç verirseniz (ihtiyacı olanlara Allah rızası için faizsiz borç verirseniz) andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi, zemininden ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkâr yolunu tutarsa doğru yoldan sapmış olur.” “And olsun Allah, bu âyette yer alan emirleri yerine getirmeleri için İsrâ'il oğullarından kesin söz almıştı. Sözlerinde durmalarını sağlamak ve onları öğretmek için de içlerinden oniki delege seçip gönderdik.” (.......) kelimesi görüldüğü üzere başkan diye çevirdiğimiz bu kelime, içinde bulunduğu toplumun temsilcisi, delegesi, onların durumlarını incelemek ve değerlendirmekle görevli sorumlu kişisi demektir. İsrâ'il oğulları Fir'avun'un helâk olmasından sonra Mısır'da yerleşince, Allah kendilerine Şam toprakları içerisinde yer alan Eriha şehrine gitmelerini emretmişti. Bu sırada söz konusu bu bölgede zâlim bir toplum olan Kenanlılar oturuyorlardı .Allah kendilerine şöyle buyurdu: “Ben size bir yurda gitmenizi yazdım/farz kıldım. Orada yerleşeceksiniz. Şimdi oraya gitmek üzere çıkın. Orada bulunanlarla savaşırı/cihad edin. Ben size yardım edeceğim.” Bu arada yüce Allah Hazret-i Mûsa'ya da, her bir boy/kabileden de birer delege seçmesini, seçilen her bir delegenin kendi kavmine, verilen emirler ve kendilerinden alınan garanti sözleri için kefil olmasını emretti. Bu emir gereği delegeler/başkanlar seçildi ve İsrâ'il oğullarından, kendilerine emr edilen şeylerin gereğini yapacaklarına ilişkin kesin söz alındı. Delegeler de bu konuda temsil ettikleri boyları adına söz ve garanti verdiler. Böylece Hazret-i Mûsa onlarla birlikte Kenan yurduna doğru yola çıktı. Kenan yurduna yaklaştıklarında delegeler karşılarına çıkacak olan toplumun durumunu ve gücünü araştırmaya koyuldular. Baktılar ki karşılarında büyük bir maddi güç, insan gücü, küçümsenmeyecek bir kuvvet bulunmaktadır. Bundan oldukça korktular ve büyük bir endişeye kapıldılar. Hemen dönüp kendi kavimlerine karşılarındaki toplumun gücünü anlattılar. Halbuki kendilerinden bu durumu toplumlarına anlatmamaları ve aktarmamaları emri verilmişti. Düşman hakkında konuşmak, bilgi vermek yasaklarınış ti. Bunun üzerine verdikleri sözlerini bozdular, vazgeçtiler. Sadece delegelerden ikisi, Kaleb İbn Yukanna ile Yuşa İbn Nun sözlerinde durdular. “Allah onlara şöyle demişti. Ben sizinle beraberim.” Yani ben size yardım edeceğim, sizin zafer elde etmenizi sağlayacağım. Bu cümle üzerinde vakf edilir/durulur. Çünkü bundan sonra gelen cümle üzerine Tavtie lamı denilen ve yemin manasına gelen şart lamı (.......) dahil olmuştur. Bu cümle de şimdi okuyacağınız cümledir. Allah şöyle buyurmuştur: “Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir” Bu ikisi de İsrâ'il oğullarına farz kılınmıştı. “Peygamberlerime inanır,” hiçbirini ötekisinden ayırdetmez, hepsine inanır, “Onları desteklerseniz” Onlara saygı göstererek yanlarında yer alır, düşmanlarını püskürtmek ve etkisiz hale getirmek için onlara yardımda bulunursanız,.. (.......) Azr; lügatte/sözlükte reddetmek, geri çevirmek, mani olmak demektir. Meselâ, (.......) denilince bu, “Ben onu tedip ettim, dersini verdim, hizaya getirdim.” manasınadır. Yani onu, işleyeceği kötü işinden alıkoydum, demektir; Nitekim Zeccâc da böyle söylemiştir. “Allah'ın rızasını kazanmak için Allah yolunda harcamada bulunmak suretiyle Allah'a güzel bir borç verirseniz,” yani başa kakmaksızın, zora koşmaksızın. Bir tefsire göre bu cümle yapılan her iyilik demektir. “mutlaka kötülüklerinizi siler” (.......) kelimesinin başında bulunan Lam harfi kasemin/yeminin cevâbıdır. Aslında bu cevap hem kasemin yani yeminin ve hem şartın ikisine birden bir cevabı yerindedir. “Andolsun ki, sizin günahlarınızı örterim ve sizi, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyarım” Yani kendileri için büyük bir va'di içeren ve bu va'de bağlı kılman kesin şarta bağlı olarak alınan sözden sonra “Bundan sonra sizden kim inkâr yolunu tutarsa, doğru yoldan sapmış olur.” Hak yoldan çıkmış olur. Evet kim bundan önce inkara kal kısırsa o kimse de doğru yoldan çıkmış olur ama, kesin söz verdikten ve gerçekleri kabul ettikten sonra inkara kalkışmak ise, çok daha büyük bir sapıklık ve daha açık bir dalalettir/yoldan çıkmadır. 13Sözlerini bozmaları sebebiyle onları larıetledik ve kalple rini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrât'ın) önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever. “Sözlerini bozmaları sebebiyle onları larıetledir.” Âyetin başında yer alan, (.......) harfi, işin ve emrin büyüklüne işaret için getirilen mezîde/fazladan ek bir harftir. “Larıetledik.” Kovduk, uzaklaştırdık, rahmetimizden ırak ettik veya onları bir başka varlığa dönüştürdük ya da onlara vergi yükü yükledik, cizye bağladık. “Kalplerini katdaştırdık.” Kalpleri kupkurudur. Kalplerinde asla merhamet duygusu yoktur ve yumuşayacak da değildir. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali “katılaşma” kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. Bu da düşük, aşağılık, bir değer taşımaz manasınadır. Bu, âdeta, (.......) ifadesine benzer ki, geçmez kalp/sahte para demektir. “Onlar kitaplarındaki kelimelerin yerlerini/yer alan hükümleri tahrif edip değiştirdiler.” O Yahûdîler, indirilenin aksi manada âyetleri tefsirladılar. İşte bu, onların ne kadar katı yürekli kimseler oldukları gerçeğini açıklamaktadır. Çünkü Allah'a karşı iftiraya kalkışmaktan ve vahyini değiştirmekten daha büyük bir katı yüreklilik ve kalp kararmışliği gösterilemez. “Kendilerine öğretilen ahkamın (Tevrâtın) önemli bir bölümünü de unuttular.” Tevrât'ta kendilerine hatırlatıları hükümlerin büyük bir kısmım ve önemli bir bölümünü terkettiler. Yani Yahûdîlerin Tevrât'ı terketmeleri ve ondaki hükümlerden yüz çevirmeleri, büyük ve önemli bir kısmını işlemez ve uygulamaz hale getirmeleri demektir. Ya da kalpleri ve gönülleri öylene kâtilaşıp taş kesildi ki, öylene bozuldu ki, işte bunun bir sonucu olarak da Allah'ın hak kitabı Tevrât'ı tahrif edip değiştirdiler. Onda var olan bir çok hükümler hafızalarından yok olup gitti. İbn Mesud: “Bazan insan ma'siyetleri/günahlar yüzünden kimi ilimleri unutur” diyor ve buna gerekçe olarak da işte bu âyeti okuyordu. Ya da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e îman etmek ve onun Tevrât'ta açıklarıan özelliklerini kabul etmekle emrolundukları hâlde, onlar bu konudaki görevlerini unuttular, bunu terkettiler ve hiçe saydılar. “İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün.” Çünkü bu onların zaten alıştıkları bir davranıştandır. Onlar için bu, doğal bir şeydir. Zira onların ataları da hep böyle idiler. Onlar da hep pey gamberlere ihanet ederlerdi. Nitekim senin zamanındaki bu Yahûdîler de sana ihanet içine girecekler ve seni ortadan kaldırmanın yollarına hep başvuracaklardır. Âyette geçen, (.......) sözcüğü, yani bir hıyanetlik, bir ihanet içerisinde olacaklardır, demektir veya içinde ihanet bulunan bir planın içerisinde ve üzerindeler manasınadır, ya da bir hain kimsenin veya ihanet içerisinde olan bir gurubun plarıı üzeredirler, demektir. Nitekim, (.......) denir ki bu ifade tıpkı, (.......) ifadesine benzer. Yani şiire doymayan, şiire susamış manasınadır. Diğeri de ihanetine doymayan, sürekli ihanet içinde hareket eden demektir. “Yine de sen onları affet ve aldırış etme.” Onların muhalefetine, karşı çıkmalarına rağmen kendilerini affet. Ya da onlar arasından îman etmiş olanlarını affet, onların geçmişte yaptıkları yanlışlar yüzünden kendilerini hesaba çekme, bağışla. “Ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilikler edenleri sever.” 14“Biz Hıristiyanlarız” diyenlerden de kesin sözlerini almıştık. Ama onlar da kendilerine zikredilen (verilen öğütlerin veya Kitab’ın) önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir. “Biz Hıristiyanlarız'diyenlerden de kesin söz, almıştık.” Kendilerinden alınan kesin söz Allah'a îman, Peygamberlere îman ve onlara uymak ve iyi işler işlemek gibi şeylerdi. Âyetin başında yer alan, (.......) cer edatı, (.......) kelimesine mütealliktir/ilgilidir. Yani mana şöyledir: “Biz Hıristiyanlarız, diyenlerden de kesin sözlerini almıştık.” Burada car ve mecrûr fiil üzerine takdim edilmiştir fiilden önce getirilmiştir. Fiil ile “vav” harfi arası car ve mecrûr ile ayrılmıştır. Âyette, “Nasâradan/Hıristiyanlardan” diye söz edilmedi de, kendilerine, “Biz Nasranilerdeniz/Biz hıristiyanız, diyenlerden” ifadesi ile söz edildi. Çünkü Hıristiyanlar bizzat kendilerinin bu isimle, “Nasâra” ismiyle adlarıdırmaktadırlar. Çünkü iddialarına göre kendileri Allah'ın yardımcılarıdır ve bu isimle kendilerini adlarıdırmaktalar. Nitekim bunlar Hazret-i Îsa'ya da, “Biz Allah'ın yardımcılarıyız/Nahnu Ensarullah” demişler di. Daha sonraları Nesturiler, Ya'kûbiler ve Melkaniler diye ayrılığa düştükten sonra şeytanın yardımcıları olmuşlardı. “Ama onlar da kendilerine zikredilen (verilen öğütlerin veya kitabın) önemli bir bölümünü unuttular. İşte “Bu sebeple kıyamete kadar aralarında düşmanlık ve kin saldık.” Biz de bunun üzerine Hıristiyan mezhepleri ve fırkalan arasına ta kıyamete kadar sürecek olan ve değişik şekillerde ortaya çıkacak olan bir düşmanlık ve kin soktuk. (.......) fiili yapıştırdık, ayrılmaz kıldık. Kelime, (.......) kelimesi de bu kökten olup, bir şeye yapışık ve bağlı olan, ayrılmaz olan manasınadır. “Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” Yani kıyamet günün de cezâlarıdırmada, azap vermede her ne yaptılarsa tek tek bildirecektir. 15Ey ehl-i kitap ! Resûlümüz size Kitap'tan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçok (kusurunuzu) da affediyor. Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. “Ey ehl-i kitap! Resûlümüz size Kitap'tan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi.” Meal içinde de yer verdiğimiz gibi, “Kitap ehlinden” kasıt Yahûdî ve Hıristiyanlardır. Kitap ise cins manasındadır. Yani Allah tarafından gönderilen tüm kitaplar demektir. “Resûlümüz” ifadesiyle de demek istenen bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dir. Zaten mealde de buna yer verdik. Gizledikleri gerçekler ise, Meselâ Peygamberimizin nitelikleriyle ilgili bunların kitaplarında yer alan şeylerdir, keza recm âyeti gibi ayetlerdir. “Bir çok (kusurunuzu) da affediyor.” Yani, gizlediklerinizden bir çoğunu açıklamıyor veya gizlediğiniz bir çok şeyleri de bağışlayıp sizi o yüzden muaheze etmiyor, kınamıyor, hesaba çekmiyor. “Gerçekten size Allah'tan bir nur apaçık bir kitap geldi.” Âyette sözü edilen apaçık kitaptan kasıt da Kur'ân'dır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm şirkin ve şüphenin karanlıklarını ortadan kaldırdığı gibi, hak açısından halk tarafından bilinemeyen ve gizli kalan gerçekleri de açıklayıp ortaya koymuştur. Ya da Kur'ân her bakımdan apaçık bir mu'cize olduğundan ve herkesi benzerini ortaya koymaktan âciz bıraktığından dolayıdır. Bir de âyette geçen, “NUR” ifadesinden kasıt Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de olabilir. Çünkü insanlar onun sayesinde doğru olan yola iletiliyorlar. Nitekim ona kandil ve halkı aydınlatan manasında “sirac” ismi da verilmiştir. 16Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları irdadesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir. “Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür.” Âyette geçen, (.......) ifadesi, Allah'ın azâbından insanları kurtaran selâmet ve kurtuluş yolları demektir. Ya da, (.......) ifadesi ile Allah'ın yolları denmek istenmiştir. Selâm ise, Selâmet/Kurtuluş veya Allah demektir. “Ve onları irdadesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır.” “Dosdoğru bir yola iletir.” 17Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesîh'dir” diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah'a kim bir şey yapabilecektir (O'na kim bir şeyle engel olabilecektir)! Göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a âittir. O dilediğini yaratır ve Allah her şeye tam manasıyla kâdirdir. “Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesîh'dir” diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır.” Kesinlikle söylenecek söz şudur: Allah Mesih Îsa'nın kendisidir, başka değil. Çünkü Hıristiyan toplum arasında bu inançta var olanların olduğu söylenmiştir. Ya da onların görüşleri/mezhepleri işi bu noktaya kadar vardırmıştır. Çünkü inançlarına göre, Hazret-i Îsa yaratıyor, diriltiyor ve öldürüyor. O hâlde ilâh odur, diyorlar. “De ki: Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesîh'i, anasım ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah'a kim bir şey yapabilecektir.” (Ona kim birşeyle engel olabilecektir?) Kim Allah'ın kudretinin ve dilemesinin önüne geçip O'nu menedebilir ki? Yani eğer Allah Îsa'yı ve annesini helâk etmeği dilese, Hazret-i Mesih Îsa'yı bir ilâh olarak kabul edenlerden hangisi bunu engelleyebilir ki? Yani Mesih Îsa da diğer yaratılmış insanlar gibi Allah'ın kullarından bir kuldur. Burada, “Göklerde yerde ve her ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allaha âittir.” Yani, Allah dilerse hem erkek ve hem dişi yaratır, dilerse sadece kadından arada bir erkek olmaksızın da insan yaratabilir. Nitekim Hazret-i Îsa'nın yaratılışı böyledir. Dilerse Allah, arada bir kadın olmaksızın sadece erkekten de insan yaratabilir. Nitekim Hazret-i Havva annemizin yaratılışı da böyle olmuştur. Dilerse ortada kadın ve erkek olmaksızın da insan yaratabilir. Nitekim Hazret-i Âdem'in yaratılışı da böyledir. Ya da, “Dilediğini yaratır” demek, Hazret-i Îsa'nın elinde çamurdan yapılan kuşun bir mu'cize olarak onun eliyle yaratması demektir. Buna da kimse itiraza kalkışma hakkına sahip değildir. Çünkü dilediğini dilediği gibi yapar, Asla O'na müdahale olunmaz “O dilediğini yaratır ve Allah her şeye tam manasıyla kâdirdir/gücü yeter.” 18Yahûdîler ve Hıristiyanlar: “Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz” dediler. De ki: “Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Şüphesiz siz de O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dile diğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a âittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır.” (.......) Yahûdîler ve Hıristiyanlar: “Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz” dediler. Nasıl ki babanın yanında oğlunun ayrı bir yeri ve sevgisi var ise, bizim de Allah katındaki değerimiz aynen böyledir. Ya da bizler, Allah'ın iki oğlu olan Üzeyir ile Mesih Îsa'nın taraftarlarıyız. Meselâ; Ebû Hubeyb denilen Abdullah ibn Zübeyr taraftarlarına nasıl ki, “Hubeybiyyun” yani Hubeybiler deniliyorsa, işte bunlar da bu manada “sevgililer, oğullar veya taraftarlar” denilmektedir. Nitekim yalancı peygamber Müseyleme'nin taraftarları da: “Biz Allah'ın oğullarıyız” derlerdi. Nitekim kralın yakınları ve adanılan da, “Biz kralların oğulları/çocuklarıyız” derler. Ya da, “Bizler Allah elçilerinin oğullarıyız” gibi.. (.......) Deki: “Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?” Yani sizin Allah'ın oğulları ve sevgilile ri olduğunuz doğru ise neden ötürü mesh cezâsıyla/bir başka hayvana dönüştürülme cezâsı veya sadece sayılı birkaç gün cezâlarıdmlacağmız iddianızda doğru söylüyorsanız niçin azaplarıdırılıyorsunuz? Hiçbir baba çocuğunu bir başka varlığın şekline dönüştürür mü? Ya da hiçbir ata çocuğunu ateşe atarak cezâlandınr mı? Sonra da onların söylediklerini gerçek olmadığına bir cevap olarak Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz siz de O'nun yarattığı insanlardansınız.” Yani siz de Allah'ın yaratmış olduğu varlıklardan bir varlıksınız. Yoksa Allah'ın oğulları değilsiniz. “O, dilediğini bağışlar.” Yani küfürlerinden ve inkarlarından vazgeçip tevbe edenleri affeder, “Dilediğine azâb eder.” Küfürleri üzere ölmeleri hâlinde adaleti gereği cezâlandınr. (.......) Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a âittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır.” Burada Mesih Îsa'nın kulluğuna dikkat çekiliyor. Çünkü birinin hem mülkü olmak ve hem oğlu olmak birbiriyle çelişkilidir. 19Ey ehl-i kitap! Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada size elçimiz geldi. Gerçekleri size açıklıyor ki (kıyamette): “Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi” demiyesiniz. İşte size müjdeleyici ve uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye hakkıyla kâdirdir/gücü yeter.” “Ey kitap ehli Yahûdî ve Hıristiyanlar! Peygamberlerin kesintiye uğradığı, aradan uzun bir zamanın geçtiği bir dönemde bizim elçimiz Muhammed gerçekleri açıklamak üzere size geldi.” Allah'ın şerî'at olarak koymuş olduğu hükümleri açıklamak üzere.. Burada, “Şerî'atleri” ifadesi gayet açık olarak anlaşıldığından ayrıca buna yer verilmemiştir. Ya da, “sizin gizlemiş olduğunuz gerçekleri açıklamak üzere” demektir. Burada bu ifadeye de yer verilmemiş olması daha önce aynı ifade geçtiğinden ve burada da bu kasdolunduğundan dolayıdır, bunun için hazfedihrıiştir/kaldırılmıştır. Ya da burada açıklarıan husus takdir olunmamıştır. Buna göre mana şöyledir: “Size açıklama getirecektir. Önünüze gerçekleri serecektir.” (.......) ifadesi burada hâldir. Yani “sizin için açıklayarak” demektir. (.......) cümlesi de (.......) sözcüğüne taallûk etmektedir/ilgilidir. Yani, “Peygamberlerin gönderilmesine uzun bir süre ara verildiği., vahyin kesilmiş olduğu bir dönemde size geldi” manasınadır. Çünkü Hazret-i Îsa ile bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında geçen zaman, 600 veya 560 yıldır. Gerçekleri size açıklıyor ki (kıyamette): “Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi” demiyesiniz. İşte size müjdeleyici ve uyarıcı gelmiştir. (.......) kelimesinin başındaki “F” harfi mahzur/uyan ifade eden bir cümleye müteallik/bağlarıtılı bulunmaktadır. Bn da şöyledir: “Artık bundan böyle mazeret üretmeye kalkışmayın. İşte size mü’minleri müjdeleyen ve kâfirleri de uyaran gelmiştin “Mana şöyledir: “Tam vahiy izlerinin kesildiği, herhangi eser kalmadığı bir devirde, tam da en çok bir peygambere ihtiyaç duydukları bir zamanda Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderilmiş oldu. Böylece ona gönül huzuru içinde yaklaşıp ısınsınlar, inanabilsinler ve bunu kendileri için Allah'tan büyük bir nimet olarak kabul etsinler; birde yarın onlara karşı kullanılabilecek kesin bir hüccet/delil olsun ki, ortaya çıkıp da: Kendilerim gaflet uykusundan uyaran bir uyarıcı gönderilmedi veya gelmedi” diye herhangi bir nedene dayanmamış olsunlar, diyedir.” “Allah herşeye hakkıyla kâdirdir/gücü yetendir.” Bir zaruret gereği olarak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de peygamber olarak göndermeye de pekâlâ kâdirdiar. 20Bir zamanlar Mûsa, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah'ın size (lütfettiği) nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygam herler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı. Alemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi. “Bir zamanlar Mûsa, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah'ın size (lütfettiği) nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı” Çünkü yüce Allah Fir'avun'un yok edilmesinden sonra, onun mülkünü îsrailoğullarına verdiği gibi Mukaddes Filistin topraklarında yerleşmiş bulunan zâlim ve zorba Kenanlıların ya da Amâlikalann topraklarına da bunları sahip kıldı. Çünkü bunların içinden bir çok peygamberler geldiği gibi bir çok da krallar gelmiştir. Melik: Kendisine âit geniş bir yeri, mesken ve bannağı, içinde de akar suyu var olan kimseye denir. Nitekim İsrâ'il oğullarının geniş yerleri ve evleri, içinden akan akarsuları vardı. Bir tefsire göre de, bir evi ve emrinde hizmet edenleri olan kimseye melik/kral denir. İsrâ'il oğulları da Mısır Kıptilerinin köleleri iken, onların emrinde çalışan hizmetCinler iken, Allah kendilerini onların elinden kurtarmıştır. İşte Allah'ın onları kölelikten kurtarmış olması, onlar adına, melik/kral diye adlarınalarına neden olmuştur. Çünkü kurtuluştan sonra artık kendi kendilerinin efendileri olmuşlardır. “Alemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi.” Meselâ; denizin yanlıp buradan geçip kurtulmuş olmaları, düşman lamım orada/denizde Allah tarafından boğdurul muş obuası, kendilerine kudret helvası ile bıldırcın eti gönderilmesi, sıcağın şiddetinden korunma ları için Allah tarafından bulut ile gölgelendirilmeleri ve buna benzer daha nice büyük nimetler vermiştir. Bir diğer tefsire göre de kendi çağlarındaki toplumlara vermediğini Allah bunlara vermiştir. Burada belki de bu sonuncusu murat olunmuş olabilir. 21Ey kavmim! Allah'ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz. “Ey kavmim! Allah’ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin.” “Arz-ı Mukaddes” demek, putlardan, şirkten anndmlmış tertemiz topraklar veya mübarek, bereketli topraklar demektir. Bu ise Beyt-i Makdis-Mukaddes denilen topraklardır veya Şam ve kapsamı içerisine aldığı tüm alanlardır. Yoksa Suriye'nin başkenti olan Şam/Dımaşk şehri demek değildir. “Sizin için ayırdığı, belirlediği, paylaştırdığı, sizin için ad verdiği yer demektir. Ya da Levh-i Mahfûz'da Allah'ın sizin adınıza yazdığı, kayda geçirdiği yerler demektir. “Ve Arkanıza dönmeyin.” Topuklarınız üzere gerisin geri dönerek kaçıp gitmeyin, dağılıp parçalarınayın, o zorba lardan korkarak bırakıp gitmeyin. Ya da dininizi bırakarak gerisingeri bâtıl dinlerinize, putlara dönmeyin. “Yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.” Hem dünya ve hem âhiret sevabınızı yitirmiş olarak hüsrana uğramış ve kayb etmiş bir hâlde dönersiniz. 22Onlar şu cevabı verdiler: “Yâ Mûsa! Orada zorba bir toplum var; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz.” “Yâ Mûsa! Orada zorba bir toplum var; Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) kalıbında bir kelimedir. Kelime, (.......) kişiyi bir işe zorlamak kökünden alınma bir kelimedir. Manası, “Kişiye o şeyi zorla yaptırdı, mecbur bıraktı” demektir. Bu ise azgın ve zorba olan, halka her istediğini güç zoruyla yaptırtan, demektir. “Onlar, oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz.” Biz oraya savaş yoluyla değil, savaşsız ancak gireriz., canımızı tehlikeye atmayız. “Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz.” 23Korkanların içinden Allah'ın kendilerine lütufda bulundu ğu iki kişi şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer mü’minler iseniz ancak Allah'a güvenin. “Korkanların içinden Allah'ın kendilerine lütufda bulundu ğu iki kişi şöyle dedi” Bu iki adamdan biri Kaleb İbn Yufenna/Yukanna ile Yuşa'İbn Nun yani seçilen on iki delegeden ikisi idiler. Sanki şöyle anlatılıyor gibidir: “Takva sahiplerinden, Allah'a itâatkâr olanlardan iki adam.” (.......) ifadesi, “İki adam” kelimesinin sıfatı olması itibariyle mahallen merfûdur. (.......) kavliyle aynı zamanda, Allah'tan korkma nimetiyle lütufta bulunduğu manasınadır. “Onların üzerine kapıdan girin.” Mealde de belirtildiği gibi şehrin kapısından, ana girişinden, demektir. “Oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışmızdır.” Onlar böylece hezimete ve bozguna uğradılar, zafer sizden yanadır, demektir. O ikisi, Hazret-i Mûsa'nın vermiş olduğu habere göre zaten bu gerçeği biliyorlardı. “Eğer mü’minler iseniz ancak Allah’a güvenin.” Çünkü Allah'a îman etmiş olmak, beraberinde O'na dayanıp güvenmeyi yani tevekkül etmeyi de getirir. Tevekkül: Başkalanyla olan bağları kopanp, insanlara yaltaklıkta bulunmayı terketmek demektir. 24“Ey Mûsa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu hâlde, sen ve Rabbin gidin savaşırı, biz burada oturacağız” dediler. “Ey Mûsa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz.” İşte âyetin bu kısmı şu önemli noktaya işaret ediyor/şöyle bir mesaj içeriyor; hem de pekiştirilerek ve üzerinde basa basa durarak ileri de/gelecekte de oraya girmeyeceklerini belirtiyorlar. Bir de, (.......) tekit ve olumsuzluk edatıyla yetinmeyip bunu, (.......) kelimesiyle de kayıtlıyorlar ki uzun sürecek bir zaman dilimi içerisinde oraya giymeyeceklerini ve onlarla cihad etmeyeceklerini belirtiyorlar. (.......) sözcüğüyle de ne kadar bir zaman dilimi içerisinde oraya gitmeyeceklerini üçüncü bir tekit ifadesiyle anlatmış oluyorlar ki, bu ebediyeti açıklayan bir anlatımdır. “Şu hâlde, sen ve Rabbin gidin savaşırı, biz burada oturacağız” dediler. Kimi alimler, “Sen ve Rabbin gidin” cümlesinin ilk bakıştaki anlam ifadesine bakarak bunu zahiri manaya tefsirlamışlar ve bu, “Onların küfrü seçtiklerinin bir ifadesidir ve küfürdür” demişlerdir. Ancak durum öyle değildir. Çünkü onlar eğer bu sözü gerçekten, buna inanarak söylemişlerse, mutlaka bu yüzden küfre girmiş olurlardı ve dolayısıyla Hazret-i Mûsa da onlarla kesin olarak savaşırdı. Çünkü zorbalarla yapılacak bir savaştan bunlarla yapılacak savaş çok daha büyük bir önem arz ederdi. Fakat burada denilecek söz şöyle olabilir veya bu şöyle tefsirlerıabilir: “Sen ve Rabbin gidin” cümlesinin manası: yani Onlarla yapacağın savaşta Allah sana yardım etsin, demektir. Ya da, “Senin Rabbin” ifadesinden kasıt, senin efendin, ağabeyin demektir. Çünkü bununla kardeşi Harun kasdolunmuş olabilir. Hazret-i Harun da, Hazret-i Mûsa'nın büyük kardeşi, ağabeyidir. Bununla gerçek manada gidiş murat olunmuş değildir. Bu şöyle bir ifadeye benzer, Meselâ: “Onunla konuştum, bana cevap vermek üzere gitti.” Burada sen bununla irâde durumlarını anlam olarak dile getiriyorsun. Sanki İsrâ'illiler şöyle der gibiler: “Onlar Hazret-i Mûsa ile ağabeyi Hazret-i Harun'un gidip savaşmalarını istediler.” “Orada onlarla ikiniz savaşırı, biz burada durup/oturup bekleteceğiz” ifadesiyle savaşmayacaklarını söylemekte dirler. Yani biz, sizin dininiz için onlarla savaşa/cihada girmeyeceğiz, demektir. Artık İsrâ'illiler böylece isyana kalkışıp Hazret-i Mûsa'ya muhalefet etmeleri üzerine dedi ki: 25Mûsa: “Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkası na hakim olamiyorum; bizimle, bu yoldan çıkmış toplumun arasını ayır” dedi. (.......) Mûsa: “Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hakim olamiyorum; Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) ifadesine veya (.......) edatının ismi üzerine ma'tûf/yönelmiş bulunduğundan mensûbtur/üstün, fethalıdır.. Bunun manası da şöyledir: “Ben ancak kendime, kardeşim Harun da sadece kedine söz geçirebiliyor, ikimizden başka sözümüz kimseye kar etmiyor.” Ya da bu, (.......) edatı ile isminin mahalli üzerine veya (.......) ifadesindeki zamîr üzerine ma'tûf/yönelik olarak merfûdur/ötrelidir. Bunun fasl/geçiş için olması da câizdir. Yani, “Kardeşim kendinden başkasına söz geçiremiyor” demektir. Ya da bu mahzûf/kaldırılmış bir mübtedanın haberidir. Buna göre mana şöyledir: “Aynı şekilde kardeşim de...” İşte bu bir tür Allah'a derdini açmak, şikayet etmektir. Çünkü bu manada kalbin rikkatini/inceliğini ve yumuşamasını ortaya koymak bir bakıma yüce Allah'ın rahmetinin celbine, yardımına sebep olur, yardımın inmesine ve gelişine neden oluşturur. Sanki bu ifadelerde yardımcı olmayı isteyen diğer iki kimseye tam manasıyla güvenemediği gözüküyor. Bu açıdan Allah'tan korkan o iki kimseden yani Kaleb ibn Yufenna/Yukanna ile Yuşa ibn Nûn'a tam bir güveni olmadığını sergiliyor gibi. Bunun için sadece iki masum peygamberi yani kendisi ile kardeşi Harun'u öne sürüp göstermiştir. Yahut bununla şunu demek istemiş olabilir: “Dinim konusunda benim kardeşim olanlar dışında kimseye sözüm geçmiyor” demektir. “Bizimle, yoldan çıkmış olan bu toplumun arasmı ayır.” Bizimle onların arasını ayır. Bunlar neye ehilse onlara layık oldukları şey hakkında hükmünü sen ver. Bu, bir tür beddua manasınadır. Veya bizimle onları birbirimizden uzaklaştır. Bizi bunlarla arkadaş olmaktan sen kurtar. Bu âdeta şu Âyetteki ifadeye benzer bir ifadedir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Beni zâlim olan toplumdan kurtar.” Tahrîm, 11. 26Allah, “Öyleyse orası (arz-ı mukaddesallallahü aleyhi ve sellem) onlara kırk yıl yasaklarınıştır; (bu müddet içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen, yoldan çıkmış toplum için üzülme” dedi. (.......) Allah, “Öyleyse orası (arz-ı mukaddesallallahü aleyhi ve sellem) onlara kırk yıl yasaklanmıştır. Onlar oraya giremeyeceklerdir. Buradaki “haram kılınmıştır” ifadesi taabbudi manada yani kulluk ve ibâdet anlamında bir haramlık değildir. Meselâ; bu tıpkı şu Âyetteki ifadeye benzer bir anlam taşımaktadır: “Biz ona/Mûsa'ya süt annesine kavuşuncaya kadar, süt annelerinden emmesini haram kıldık.” Kasas,12. Buradaki haramlık dini anlamda bir haramlık olmayıp, “İzin vermedik, müsaade etmedik” anlamında kullanılmış bir ifadedir. İşte bizim ele aldığımız bu âyette de “Haram kılınma” bu anlamdadır. Yoksa adam öldürme veya farz olan bir ibâdeti yerine getirmeme anlamındaki bir haram kılınma anlamında değildir. Diğer taraftan “Allah'ın size vatan olarak yazdığı, verdiği, sunduğu” cümlesinden murat, şudur: “Oranın size helâl olması, sizin yurdunuz olabilmesi için, orada bulunan zorbalarla cihadetmeniz ve savaşmanız sonucu olarak orayı ele geçirmeniz durumunda ancak size giriş izni vardır. Girişiniz bu şarta bağlıdır.” İşte İsrâ'illiler o zorba olan toplumla cihadetmekten kaçınınca kendilerine “Öyleyse orası (arz-ı mukaddesallallahü aleyhi ve sellem) onlara kırk yıl yasaklanmıştır” denildi. Veya bu ifadeden kasıt, “O mukaddes topraklara giımeleri onlara kırk yıl süresince yasak kılınmıştır.” Bu kırk yıllık sürenin bitiminde, “kendileri için yazıları şey gerçekleşti” demektir. Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) İsrâ'iloğullarından geriye kalanlarla birlikte harekete geçti. Önden de Yuşa İbn Nun gidiyordu ve böylece o mukaddes toprakları fethettiler. Orada Rabbimizin dilediği müddet içerisinde kaldı, sonra orada vefat etti. “Kırk” kelimesi, “Haram kılınma” kelimesinin zarfıdır. Bu durumda, “Yıl” kelimesi üzerinde vakfedilir/durulur. Ya da, (.......) kelimesi, “Bu zaman zarfında Tih çölünden çıkamayarak orada/Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşırlar” cümlesinin zarfıdır. Yani Orada herhangi bir çıkış yolu bulamaksızm kırk yıl müddetçe şaşkın bir hâlde dolanıp durumlar. Bu durumda ise, “üzerlerine” kelimesi üzerinde vakfedilir. İsrâ'illilerin orada tutuklu bir hâlde kalmaları, kendilerinin orada beklemeyi tercih etmeleri sebebiyledir. Halbuki çok hızlı yürümelerine rağmen hep nerede sabahladılarsa hep orada geceleyip kalmışlar veya nerede gecelemişlerse hep orada sabahlayıp beklemişler. Yanı tümüyle altı fersahlık/oniki millik bir alan içerisinde dolamp durmuşlardır. Hazret-i Mûsa, kavmine yapmış olduğu bedduadan dolayı, üzülünce yüce Allah ona teselli babında, (.......) Artık sen, yoldan çıkmış toplum için üzülme dedi” diye buyurmuştur. Onlar adına üzülme, çünkü onlar fâsık ve yoldan sapmış olan bir toplumdurlar. Bir tefsire göre Hazret-i Mûsa ile Hazret-i Harun, Yahûdîler Tih çölünde şaşkın bir hâlde dolamp dururlarken, onlarla beraber değildi, denilmiştir. Çünkü Tih çölünde şaşkın bir hâlde dolaşmaları onlar için bir tür cezâlarıdırılma idi. Çünkü Hazret-i Mûsa, Allah'tan kendisi ve kardeşi için onlarla beraber olmamayı, onlardan uzaklaştmlmaların istemişti. Bir diğer tefsire göre her ikisi de bu zaman zarfında onlarla beraber idiler ve fakat bu, ikisi için bir dinlenme ve esenlik, selâmet mahiyetinde olmuştu, yoksa o ikisi için bir cezâ değildi .Bu tefsirun devamında şöyle deniliyor: Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) Tih çölünde vefat etti. Hazret-i Harun (aleyhisselâm) ise, ondan bir yıl sonra vefat etti. Kaleb ile Yuşa dışındaki diğer on delege de burada yani Tih çölünde vefat ettiler. 27Onlara, Âdem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinin kabul edilmiş, diğerinin ki ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), “Andolsun seni öldüreceğim” dedi. Diğeri de “Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder” dedi: “Onlara, Âdem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat.” Veya İsrâ'iloğullarından olan iki adamın gerçek duranlarını anlat. (.......) gerçeğe ve doğru olan şekline dayalı olarak ve ilk kitaplarda belirtilen ve onlara uygun olan haliyle açıkla. Ya da doğruyu ve gerçeği içeren bir okuyuşla onlara açıkla. Ya da, (.......) demek, sen haklı ve doğru olduğun şekilde konuyu onlara oku ve açıkla. “Hani birer kurban takdim etmişlerdi de” Burada, (.......) ifadesi, (.......) kelimesiyle mensûbtur/fethalıdır. Yani, “o ikisinin o zamanki kıssalarını ve konuşmalarını anlat. Ya da bu kelime, (.......) kelimesinden bedeldir. Bu takdirde bir mahzûf muzaf/kaldmlmış bir tamlayan takdir olunur. Yani: “Onlara haberi, o zaman meydana gelen haberi anlat/oku” demektir. Âyette geçen, (.......) kelimesi kendisiyle Allah'a yaklaşılmak istenen ve ibâdet olarak kabul edilen herhangi bir kurban veya sadaka manasınadır. Meselâ, “Bir sadaka kurban etti” demek, onunla Allah'a yaklaşmayı istedi, demektir. Çünkü Nâfile maksadıyla bir kimsenin bu manada bir ibâdet işlemesi de bir tür Allah'a yakınlıktır. Bu takdirde mana şöyle olmaktadır: “Bu ikisinden her biri kendilerine âit kurbanlarını Allah'a sundular.” Çünkü bunun delili ise âyetin şimdi sunacağımız kısmıdır: “Birisinin kabul edilmiş, diğerinin ki ise kabul edilmemişti.” Rivâyete göre, Hazret-i Havva annemiz hemen her doğumda ikiz doğururdu. Yüce Allah bunun için Hazret-i Âdem'e: “İkizlerden her birini aynı batmda beraber dünyaya gelenle değil bir sonraki ikizlerle evlendir” diye vahyetti. Kabil ile beraber aynı batında dünyaya gelen ikiz kız kardeşi daha güzeldi ve ismi da îklima idi. İşte bu yüzden Kabil kardeşi Habil'i çekemedi, hased etti/kıskandı. Çünkü Habil, Hazret-i Âdem'in şerî'atına göre îklima ile evlenecekti. Bu yüzden Habil'e karşı öfke doluydu. Hazret-i Âdem her iki oğluna, Allah'a birer kurban adamalarını söyledi ve Allah kimin kurbanını kabul ederse, o îklima ile evlenecektir, dedi. Allah Habil'in kurbanını kabul buyurdu. Çünkü bunun için gökten inen bir ateş Habil'in kurbanına isabet etti. İşte bundan dolayı Kabil daha çok kardeşi Habil'i kıskanır ve daha fazla kızar oldu. İşte bu yüzden de onu öldürmekle tehdit etti. (.......) (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden): “Andolsun ki seni öldüreceğim'dedi.” Yani bunları Habil'e söyledi. (.......) Diğeri de “Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder” dedi: Bu cümlenin takdiri/değerlendirilmesi de şöyledir: “Neden beni öldüreceksin?” O da şöyle dedi: “Çünkü Allah senin kurbanını kabul buyurdu, benim kurbanımı ise kabul etmedi.” İşte buna karşılık Habil de şöyle söyledi: “Allah ancak emirlerine bağlı olarak hareket eden takva sahiplerinden kabul eder. Halbuki sen Allah'ın emirlerine bağlı olmayan bir hâlde, takvadan uzak birisin. Kaldı ki, kalbinden takva elbisesinin eserinin silinmiş olması, senin kendi nefsinin yüzündendir, yoksa benim tarafımdan olan bir durum değildir.” Amir İbn Abdullah ibn Zübeyr’e dayandırılan bir rivâyete göre, kendisi tam ölüm döşeğinde iken ağlamaya başlar. Kendisine: “Neden ağlıyorsun, Halbuki sen şöyle ve şöyle olan biri idin” diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Ben Allah'ın: Allah ancak kendi emirlerine bağlı olarak hareket eden takva sahiplerinden kabul eder'diye buyurduğunu dmledim.” 28“Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben, sana, öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.” “Habil şöyle devam etti: Yemin olsun ki, sen zulmederek ve düşmanlıkta bulunarak öldürmek için bana elini uzatırsan, ben öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.” Kırâat imâmlarından Nâfi, Ebû Cafer, Ebû Amr ve Hafs, “elimi” kelimesini âyette görüldüğü gibi okumuşlardır. Rivâyete göre Habil, güç ve kuvvet bakımından Kabil'den daha üstün ve daha kuvvetliydi. Fakat buna rağmen kardeşine karşı çıkmaktan uzak kaldı, ona el uzatmadı. Allah'tan korktuğu için kardeşine teslim oldu. Çünkü o çağlarda karşı koymak, kendini savunmak uygun görülmüyordu, mubah değildi. Bir tefsire göre aksine kendini savunmak vacip/farz idi. Çünkü burada canının ortadan kaldırılması söz konusudur. Aynı zaman da kendisini öldürmeye kalkışan kimseye karşı koymamak bir bakıma günahta ona ortak olmak demektir. Ancak burada bunun manası şu demektir: “Senin bile bile beni öldürmeye kalkıştığın gibi, saldırmak ve öldürmek kastıyla sana ilk el uzatacak olan ben olmayacağım.” Gerçi Habil, kardeşi onu öldürmeye kalkıştığında kendisini kardeşine karşı savunmaya kararlı idi ve bunun için de harekete hazırdı. Fakat Kabil onu gâfil avlayarak ani bir hareketle öldürdü. Kırâat imâmlarından Hicaz kırâat okulu mensupları yani Nâfi, Ebû Cafer, İbn Kesîr ve Ebû Amr, “Ben korkuyorum” ifadesindeki, (.......) kelimesini, (.......) olarak (.......) harfinin fethiyle okumuşlardır. 29“Ben dılıyorum ki, sen, hem benim günahımı hem de kendi günahım yüklenip ateşe atılacaklardan olasın; zalimlerin cezâsı işte budur.” “Ben dılıyorum ki, sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip” benim ve senin günahını yüklenirsin de veya benim ve senin günahınla dönersin de, demektir. Kırâat imâmlarından Nâfi ve Ebû Cafer, (.......) kavlim, “înniye” olarak okumuşlardır. Burada, “Benim günahım” ifadesinden kasıt, (.......) yani “Beni öldürmen sebebiyle işlediğin günah” demektir. (.......) yani, Allah'ın senin kurbanını kabul etmediği şey/gerçek yüzünden işlediğin günah sebebiyle” demektir. Bu ise babasına karşı çıkmak, ona eza ve cefa vermek, haset yani çekememe ve kin gütme durandandır. Bunu istemiş olması ise, Allah'ın hükmünü reddetmesiyle küfre girmesindendir ya da zâlim olması sebebiyledir. Zaten zalimin cezâsının muradolunması da câizdir. “Ateşe atılacaklardan olasın; zalimlerin cezâsı işte budur.” 30Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu. “Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü, bu yüzden de kaybedenlerden oldu.” Ona rahat bir şey ve kolay bir iş olarak gösterdi. Yani, bir şey geniş ve bol olunca, “yaylak ona geniş fırsat tanıdı” denir ki, işte burada, (.......) kelimeyi de bu manayadır. “Ve onu öldürdü.” Kabil kardeşi Habil'i Hıra dağı tepesinde veya Basra'da öldürdü. Bu sırada Habil henüz yirmi yaşlarında bulunuyordu. “Bu yüzden de kaybedenlerden oldu.” 31Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Kâtil kardeş) “Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim” dedi ve ettiğine yananlardan oldu. Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Âyette yer alan, “Ona göstermek için” ifadesindeki zamîr eğer Allah'a râci/yönelik ise, “Allah'ın göstermesi” manasınadır. Şayet, “kargaya” râci/yönelik ise, “karganın göstermesi için Allah kargayı gönderdi” demektir. (.......) cümlesi de, “Kardeşinin çıplakliğinı/meydanda oluşunu nasıl örtsün, gizlesin. Cesedinden görünmesi ye açılması câiz doğru olmayan yerleri nasıl kapatsın “demektir. Rivâyete göre bu cinayet Âdemoğlunun yeryüzünde işlediği ilk cinayet olmuştur. Kabil kardeşini öldürünce onu açık olarak meydanda öylece bıraktı, cesedini ne yapacağını bilemiyordu. Yırtıcı varlıkların gelip onu yemelerinden korkuyordu. Bu şaşkın ve ne yapacağını bilememe sebebiyle kardeşini bir tuluma koyup bir yıl sırtında taşıyıp durdu. Nihayet ceset kokuşmaya başladı, bu koku üzerine cesedin çevresini yırtı cı hayvanlar sardılar. İşte böyle bir durumda iken yüce Allah iki karga gönderdi. İkisi de birbiriyle dövüşe başladılar, biri diğerini öldürünce, gagası ve ayaklarıyla yeri eşeleyip çukur açmaya başladı. Daha sonra açtığı çukura öldürdüğü kargayı bıraktı ve üzerini kapattı. İşte bu olayı gören Kabil hayıflarıarak: “Bunun üzerine kâtil kardeş: Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim'dedi.” Burada geçen, “gömeyim” kelimesi, “oldum” üzerine atfolunmuştur/yüklenmiştir. “Sonunda işlediği cinayetten ötürü pişmanlık duyanlardan oldu.” Onu öldürdüğü için. Yani kardeşinin cesedini sırtın da taşımakla yorulunca ve ne yapacağı hakkında şaşkınliği geçince pişmanlık duydu. Fakat bu nedamet veya pişmanlık, herhangi bir suç işleyen kimsenin işlediği suçtan ötürü tevbe etmesi anlamında bir pişmanlık ya da nedamet değildi. Yahut bir suçtan dolayı pişmanlık duymak sadece bize âit olarak tevbe manasında kabul edilen bir durumdur, onlar için değil. Veya neden daha önce kardeşini gömmek aklına gelmedi diye duyduğu bir pişmanlıktır, yoksa kardeşini öldürmesinden ötürü olan bir pişmanlık değildir. Rivâyete göre Kabil'in vücûdu/teni bu cinayeti işlemezden önce be yazmış. Ancak kardeşini öldürmesi üzerine vücûdu siyahlaşmış. Hazret-i Âdem oğlu Kabil'e kardeşin nerede? diye sorar. Kabil de, “Ben onun üzerinde vekil atanmadım,” karşılığını verir. Babası da: “Hayır, sen kardeşini öldürdün, çünkü bu cinayet sebebiyle senini tenin siyahlaşmıştır,” der. Sudanlılar işte bunun soyundandırlar. Rivâyete göre Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) oğlu Habil'in, kardeşi tarafından öldürülmesi üzerine şiir okuyarak Habil için mersiye/ağıt yakmış. Ancak böyle bir düşünce doğru değildir. Çünkü peygamberler Allah'ın selâmı üzerlerine olsun- şiirden, mersiye ve ağıt yakmaktan masumdurlar. 32İşte bu yüzdendir ki İsrâ'il oğulları'na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşdık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler. “İşte bu yüzdendir ki İsrâ'il oğulları'na şöyle yazmıştık” Âyetin başında yer alan, (.......) ifadesi, bu sebepten ötürü, bundan dolayı, demektir. (.......) ile de söz konusu cinayete, öldürülme olayına işaret olunmaktadır. Bir diğer tefsire göre, bu âyet bir önceki ayete bağlı ve önün devamı olan bir ayettir. İşte bu bakımdan, (.......) kelimesi üzerinde vakfolunur/durulur. Yani mana şöyledir: “Onu sırtında taşıması ve öldürmesi yüzünden'Sonunda pişmanlık duyanlardan oldu'.” Bir diğer tefsire göre bu yeni/başlı başına bir cümle/ayettir. Dolayısıyla, bundan önceki âyetin sonu olan, “Pişman olanlar” kelimesi üzerinde vakf edilir/durulur. Âyetin başında bulunan (.......) cer edatı, (.......) kelimesine değil, “yazdık” kelimesine mütealliktir/bağlıdır. “İsrâ'Uoğullaruıa şöyle yazmıştık” Bu Âyetteki hükümde her ne kadar bütün insanlar ortak iseler de, özellikle İsrâ'iloğullarından burada söz edilmiş olması, İsrâ'il oğulları'na gönderilen Tevrât'ın hükümler içeren ilk kitap olması sebebiyledir. “Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur.” Âyetteki, (.......) cümlesinde yer alan zamîr, şan/dikkat çekme, ikaz zamîridir. (.......) edatı ise, şart edatıdır. (.......) bir cam öldürme suçunu işlememiş, suçsuz kimse demektir. (.......) kavli de, “kişi” üzerine atfedilmistir/yüklenmiştir. Yani “yeryüzünü fesâda vermeksizin” demek, Allah'a ortak koşmaksızm, yol kesmeksizin demektir. Ya da öldürülmeyi gerektiren her manadaki bozgunculuk, anarşi ve terör demektir. “âdeta bütün insanları öldürmüş gibidir” demek, günah bakımından aynıdır, fark yoktur, demektir. Hasen-ı Basrî (110/728) den rivâyete göre; bir kimseyi suçsuz yere öldüren kimsenin cezâsı cehennemdir, Allah'ın gazâbını üzerine çekmesidir ve en büyük azap ile cezâlarıdırılmasıdır. Eğer böyle bir bütün insanları öldürmüş olsa; işte bu cezâlar ile cezâlarıdırılacaktır, bundan başka bir cezâ olmayacaktır. “Kim de herhangi bir cam kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.” Yani kim herhangi bir kimseyi ölümüne sebep olabilecek durumlardan, Meselâ öldürülmekten, boğulmaktan, yanmaktan, yıkıntı altında kalıp ölecek olan birini göçük altından ve benzeri durumlardan kurtarırsa, âdeta bütün insan ları kurtarmış gibidir. Dikkat edilirse, sadece bir kimseyi haksız olarak öldürmeyi, bütün insanları öldürme olarak âyette gösterilmiştir. Nitekim birini ölümden kurtarmak da bütün insanları kurtarmak olarak değerlendirilmiştir. Bu bir tür uyan ile teşviki beraber içeren bir hüküm ve ifadedir. Çünkü her hangi bir kişi haksız yere birilerini öldürmeye kalkıştığında, bunun tıpkı bütün insanları öldürmek anlamında büyük bir günah olduğunu düşününce, bu kadar ağır olan bir vebalin altına girmek istemez. Çünkü bu, gerçekten onun gözünde çok büyük bir cinayet olduğu anlamına gelecek ve bundan böyle işleyeceği cinayetten geri duracaktır, işlemeyecektir. Nitekim herhangi bir kimseyi ölümden kurtarmanın âdeta bütün insanları kurtarmış olmak manasında bir mükâfat ve sevap kazanabileceğini düşünen bir kimse de, böyle bir kişiyi kurtarmak için elinden geldiğince çalışır ve gayret sarf eder. “Peygamberlerimiz apaçık deliller getirdiler.” Burada geçen, “peygamberlerimiz” kelimesini kırâat imâmlarından Ebû Amr, “Rusluna” olarak okumuştur. “Ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler. 33Allah ve Resûlüne İkarşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni'bozmaya çalışanların cezâsı ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaliğidır. Onlar için âhirette de büyük azap vardır. “Allah ve Resûlüne ikarşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezâsı ancak ya (acımadan) öldürülmeleri” .Âyette “Allah'a savaş açanlar” diye geçen ifade, “Allah'ın veli/ dost kullarına savaş açanlar” manasınadır. Nitekim bir kudsi hadiste yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim benim bir dostumu, veli kulumu hafife alırsa/düşmanlık ederse, bana/Allah'a karşı açıkça savaş ilân etmiş olur.” Bak, İbn. Mace; Fiten, 3989. “fesâd” kelimesi, bozgunculuk yaparak, düzeni bozarak manasına dır. Bu kelimenin mefulü leh/nesne için olması da câizdir. Yani, bozgunculuk için, düzeni sarsmak için, demektir. “Cezâ” kelimesinin haberi, “öldürülmeleri” kelimesiyle buna atfedilenlerdir. Bu kelimenin şeddeli olarak gelmiş olması, bir olaydan sonra diğer birine geçerse manasım ifade içindir. Dolayısıyla, (.......) kavlinin manası, eğer bir tek kimseyi öldürmüş, işlenen suç tek bir suç ise, bu kimse idam edilmeksizin/asılmadan sadece öldürülecektir. “Ya asdmaları,” yani eğer hem adam öldürmüş ve hem mal almışlarsa, bunlar önce öldürülecekler, sonra da bu haliyle asılacaklardır. “Yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi,” Eğer sadece mal almışlar ve mala zarar vermişlerse, bunların da cezâsı budur. (.......) kelimesi, (.......) ifadesinden hâldir. Yani muhtelif olarak değişik olarak demektir. Meselâ sağ eli ve sol ayağı bileklerinden itibâren veya aynı şekilde sol eli ve sağ ayağı bileklerinden itibâren kesilecektir. “Yahutta bulundukları yerden sürülmeleridir.” Eğer aşırı manada bir tehdit ve terör oluşturmamışlarsa, halkı ileri derecede tedirgin etmemişlerse bu takdirde hapsedileceklerdir. “Bu onların dünyadaki rüsvahğıdır. Onlar için âhirette de büyük azap vardır.” İşte bu âyette ele alınan cezâlar, onların dünyadaki horlarınaları ve aşağılarınalarıdır. Âhirette ise... 34Ancak, siz kendilerini yenip ele geçirmeden önce tevbe edenler müstesna; biliniz ki Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. “Ancak, siz kendilerini yenip ele geçirmeden önce tevbe edenler müstesna; biliniz ki Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” Çünkü tevbe etmeleri hâlinde Allah onların tevbelerini kabul eder ve onlara azap etmeksizin merhametiyle muamele eder. 35Ey îman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya yol arayın ve Allah yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz. (.......) Allah'ın kullarına eza etmekten sakının. “O'na yaklaşmaya yol arayın” Âyette geçen, “vesile” kelimesiyle işaret olunan şey, kendisiyle Allah'a yaklaşma imkanı kazanılan her amel demektir. Yani yakınlık kazandıran herhangi bir şey, ibâdet, bir hizmet/iş veya daha başka şeyler. Vesile kelimesi burada, ister Allah'a itâat türünden olsun, ister günahlardan ve kötülüklerden uzaklaşma, terketme türünden olsun; kendisiyle Allah'a yaklaşma imkanı kazamları her şeye istiâre olarak “Vesile” denilmektedir. “Ve Allah yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” 36Şüphe yok ki kâfir olanlar, yeryüzündeki her şey ve bunun yanında da bir o kadarı kendilerinin olsa da kıyamet gününün azâbmdan kurtulmak için onu fidye verseler, onlardan asla kabul edilmez; onlar için acı bir azap vardır. “Şüphe yok ki kâfir olanlar, yeryüzündeki her şey ve bunun yanında da bir o kadarı kendilerinin olsa da” Her türden mal varlıkları bulunsa ve hepsini de harcasalar; “Kıyamet gününün azâbmdan kurtulmak için onu fidye verseler, onlardan asla kabul edilmez” Yani canların kurtarmak için fidye/kurtarmâlik olarak ortaya koyup verseler de kurtulamayacaklardır. Âyetteki, (.......) edatı ve onunla aynı hükme tabi olanlar, (.......) edatının haberidirler. Bir de, “onu fidye verseler” ifadesindeki zamîr müfret/tekil olarak gelmiş ve fakat iki şey zikredilmiştir. Bunun sebebi de, (.......) kelimesindeki zamîrin işaret ismi yerinde değerlendirilmesindendir. Sanki burada, “Liyeftedu bizalike” denilir gibidir. Yani, “Bu varlıklarını fidye olarak verseler” demektir. “Onlar için acı bir azap vardır.” Herhangi bir şekilde o azaptan kurtulma yolu bulamayacaklardır. 37Ateşten çıkmak isterler, fakat onlar oradan çıkacak deplerdir. Onlar için devamlı bir azap vardır. “Ateşten çıkmak isterler, fakat onlar oradan çıkacak değillerdir. Onlar için devamlı bir azap vardır.” Azapları orada daimidir. 38Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir cezâ ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sâhibidir. “Hırsızlık eden erkek ve kadının,” Bu kelimelerin her ikisi de mübteda olarak merfûdurlar/ötrelidir. Haberi de mahzûftur/gizlidir. Takdiri de şöyledir: ve'size okunan/açıklarıan şeye göre,'hırsızlık eden erkek ile hırsızlık eden kadına gelince', Veya, (.......) ifadesi bunun haberidir. “Yaptıklarına karşılık bir cezâ ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin.” Âyette geçen, “elleri” ifadesinden kasıt, “İki elleri” demektir. Bundan maksat da, her ikisinin de sağ elleri demektir. Çünkü Abdullah ibn Mesud'un kırâati buna delildir. (.......) kelimesinin başına (.......) harfinin gelmiş olması da, her ikisinede şart manasını kazandırmak içindir. Çünkü mana şöyledir: (.......) yani Hırsızhk eden erkek ile hırsızlık eden kadına gelince, her ikisinin de ellerini kesin, demektir. Çünkü ismi mevsul yani ilgi zamîri şart manasım kapsar. Âyette hırsızlık meselesinde önce erkeğe ve ondan sonra da kadına yer verilmiş olmasının sebebi, kadınlara göre erkeklerin bu gibi işlerde daha cüretkâr davranmaları, onlardan önce buna girişmeye cesaretlerinin olmasındandır. Bu işe daha çok erkekler kalkışırlar. Halbuki zina fiilini işlemede ise âyette öncelik kâdirılara verilmiştir. Çünkü zina arzusu şehevi istekten, aşırı seks ihtiyacını duymaktan ileri gelir, bu ise, kâdirılarda daha çoktur. Hırsızlık suçu sebebiyle elin kesilmesine gelince, bunun hırsızliğin işlenmesinde alet görevini yapmasındandır. Ancak zina aletinin kesilmemesine gelince, neslin ve üremenin önüne geçilmemesi içindir. Âyette geçen, (.......)ifadesi mefulü lehtir. “Allah tarafından konulan kesin ve caydıncı cezâ” demektir. Bu aynı zamanda, (.......) kelimesinden de bedeldir. “Allah izzet ve hikmet sâhibidir” Allah'ın verdiği hüküm konusunda, itiraz söz konusu değildir. Hırsızlık eden erkek ve kadının ellerinin kesilmesindeki hükmünde de mutlak manada hikmet sâhibidir. 39Kim (bu) haksız davranışından sonra tevbe eder ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. “Kim (bu) haksız davramşmdan sonra tevbe eder ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” Yani suçunu bağışlar ve rahmetiyle ona muamelede bulunur. 40Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a âittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kâdirdir/gücü yetendir. “Bilmez inisin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a âittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kâdirdir/gücü yetendir.” Bu âyette, azaplarıdırrna ya da cezâlarıdırma işi, mağfiret etmeye takdim olunmuş, öncelik cezâya verilmiştir. Çünkü hırsızlık fiiline âyette öncelik verildiğinden, cezâsı da öncelikli olarak açıklarınıştır ve bundan sonra tevbe etme fiiline yer verilmiştir. 41Ey Resul! Kalpleri îman etmediği hâlde ağızlarıyla “İnandık” diyen kimselerden ve Yahûdîlerden küfür içinde koşuşanlar(ın hâli) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler, ve sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden kaydınp değiştirirler. “Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara mahsus/özgü büyük bir azap vardır. (.......) (.......) yani, “Onda yaşlılık/saç beyazlaması hemen yayılıverdi” demektir ki birden bire yaşlarııverdi manasına gelir. Nitekim münâfıkların arasında küfrün hemen yaygınlaşması da bu anlamdadır. Kısaca müşrikler bit yolunu buldukları an, hemen fırsatı değerlendirip o tarafa geçiverirler. Bu, onların aynlmaz ye belirgin özelliğidir. “Ağızlarıyla “İnandık” diyen kimselerden” Âyetteki, (.......) ifadesi (.......) ifadesini açıklamaktadır. (.......) kelimesi de, (.......) fiilinin kelimesinin mefulüdür/nesnesidir. (.......) sözcüğü, (.......) fiiline mütealliktir/bağlıdır. Yani, “Onlar ağızlarıyla biz inandık, dediler” demektir. (.......) ifadesi hâl olarak mahallen mensûbtur/fethalıdır. “Ve Yahûdîlerden küfür içinde koşuşanlar(ın hâli) seni üzmesin.” Âyetin bu kısmında yer alan, (.......) ifadesi, (.......) ifadesi üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Yani Münâfıklarla Yahûdîlerden...demektir. (.......) ifadesi, muzmer yani zamîr olan bir mübtedanın haberi olarak merfû'/ötreli kılınmıştır. Yani bu, (.......) demektir. Buradaki zamîr ise hem münâfıklara ve hem Yahûdîlere râcidir. Veya, (.......) kavli mübtedadır, haberi de (.......) kavlidir. İşte bu değerlendirmeye göre, (.......) kelimesi üzerinde durulur vakfedilir. Eğer ilk değerlendirme dikkate alınırsa bu takdirde de, (.......) kelimesi üzerinde vakfedilir/durulur. “Onlar durmadan yalana kulak verirler.” Yalanlara kelimesine gelince, “Seni dinleyip yalanlamak, senden işittiklerine eklemeler ve çıkarmalar yaparak değiştirip karşı tarafa farklı şeyler ulaştırmak gayretini güderler, gerçekleri değiştirirler, tersyüz ederek topluma yayma gayreti içine girerler.” “Ve sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak.” Yani Yahûdîler adına hareket eden ve sana gelmeyen diğer kibir ve gurur sâhibi Yahûdîler için casuslu etmek maksadıyla gelip seni dinleyenler ve senden öğrendiklerini düşmanların olan Yahûdîlere götürüp ulaştıran ve pek çok yalan uyduran Yahûdîlerden., demektir “Kelimeleri yerlerinden kaydınp değiştirirler.” Yani o kelimeyi ortadan kaldırırlar. Allah'ın onu koyduğu yerden başka bir yere ve şeye meylettirirler, tefsirlerlar. Kısaca o kelime veya hüküm yerinde iken, onu olmaması gereken yerde göstererek ihmal ederler, geçersiz ve anlamsız hale getirirler. (.......) kelimesi, tıpkı, (.......) ifadesinde olduğu gibi, (.......) kelimesinin sıfatıdır veya mahzûf bir mübtedanın haberidir. Yani, (.......) demektir. zamîr de, (.......) lafzına râcidir. “Eğer size şu verilirse hemen alın.” Yani yerinden kaldırılan ve değiştirilen hüküm verilirse, o muharref/tahrif edilmiş olanı alm. (.......) ifadesi de tıpkı (.......) kelimesi gibidir. Bunun aynı zaman da, (.......) kelimesindeki, zamîrden hâl olması da câizdir. (.......) yani bilin ki hak olan odur, onunla amel edin. “O verilmezse sakının! derler.” Şayet Muhammed bizim istediğimiz fetvayı vermeyecek olursa, siz onu da, fetvasını da bırakın, o batıldır, ondan uzak durun, diye direktif verirler. Anlatıldığına göre Hayber'de ileri gelenlerden birini oğlu, yine ileri gelen birisinin kızıyla zina fiilini işler. Her ikisi de evlidirler. Tevrât'a yer alan hüküm gereği ikisinin de recmedilmesi, taşa tutularak öldürülmesi gerekmektedir. Her ikisinin de soylu ailelerden olmaları sebebiyle recmedilmelerini istemediler. Bu konuda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a birkaç kişi gönderip kendisinden fetva almak, bunun hükmünün ne olması gerektiğini sormak üzere gönderdiler. Gönderirken de adamlarına şöyle bir uyanda bulundular: “Eğer Muhammed size bunlar için celde sopa vurulması ve yüzlerinin siyaha boyanmaları emrini, hükmünü/cezâsını verirse, o hükmü kabul edin, eğer recmedilmeleri gerekir, diye bir hüküm verirse bunu kabul etmeyin.” .Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu kimselere recm cezâsının uygularıacağı emrini verince, bu emri uygulamaktan kaçındılar ve kabul etmediler. “Allah küfürleri ve haktan yan çizmeleri yüzünden, kimin şaşırmasını/ yoldan çıkmasını -sapmasını- dilemiş ise, artık sen onun lehine olarak Allah'ın irâdesine karşı asla hiçbir şey yapamazsın.” Âyetin, “Allah kimim sapmasını dilerse” cümlesi, “Allah îmanı muradeder ve fakat küfrü dilemez” diyen görüşün aleyhinde bir açık delildir. Âyetin devamındaki kısmında, “.... bir şey yapamazsın” diye buyu rulmasıyla Hazret-i Muhammed'in kesinlikle bunların inanmayacaklarından umudunu kesmesi gerçeğine işaret ediyor. “İşte bu sapıklar, Allah'ın, kalplerini -küfürden- temizlemek istemediği kimselerdir.” Çünkü Allah, bunların küfür yolunu seçtiklerini biliyor. İşte âyetin bu kısmı da farklı görüşte olanlara karşı bizim lehimizde bir delildir. “Bunlar için bu dünyada -münâfıklar için rüsvaylık ve Yahûdîler için de zelil olmak, aşağılarınak ve- rezillik vardır ve âhirette/öteki dünyada da en büyük ve en şiddetli bir azap vardır.” Yani ebedî olarak/sonsuza kadar cehennem ateşinde kalacaklardır. 42Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler. Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hükmet. Allah âdil olanları sever. “Hep yalana kulak verir.” Bu ifade tekit amacıyla tekrarlarınıştır. Yani bu, (.......) demektir. Nitekim bundan sonra gelen şu cümle de böyledir: “Durmadan haram yerler.” Yani kazanılması ve elde olunması helâl olmayan her şeyi, her yoldan alır yerler. Âyette geçen, “el-Süht” kelimesi, bu da, “Sehatehu” kökünden alınmadır ve bir şeyi kökünden kazımak manasına gelir. Çünkü bu, bereketi bütünüyle ortadan kaldınyor, yok ediyor. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur. “Hüküm açısından rüşvet de böyledir.” Bak Süyuti, el-Dürrü'l-Mensur,3/81 Yahûdîler hükümleri değiştirmek, haramı helâl kılmak için rüşvet alırlardı. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Ebû Amr, Eshel İbn Muhammed, Ya'kûb İbn İshak ve Ali Kisâî, “es-Süht” kelimesini, “essühutu” olarak okumuşlardır. “Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir.” Bir tefsire göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuda muhayyer bırakılmıştı. Yani kitap ehlinin kendisini hakem kabul etmeleri hainde, Resûlüllah aralarında hüküm verme veya vermeme konusunda serbest bırakılmıştı. Yine bir tefsire göre bu muhayyerlik durumu sonradan yürürlükten kaldırılrmştır/nesh olunmuştur. Çünkü Allah, “Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet” diye buyurmuştur. Mâide,49 “Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler.” Sana zarar verebilecek bir güçleri asla olmayacaktır. Çünkü Allah seni, sana düşman olan insanlardan koruyacaktır. “Ve eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hükmet. Allah adil olanları sever.” 43İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrât yanlarında olduğu hâlde nasd seni hakem kılıyorlar da sonra, bunun arkasından yüz çevirip gidiyorlar? Onlar mü’min kimseler değildir. “İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrât yanlarında olduğu hâlde nasıl seni hakem kılıyorlar.” Yahûdîlerin Resûlüllah'a ve ona indirilen Kitab'a îman etmedikleri hâlde, kendisini hakem tayin etmelerinden duyuları şaşkınlık ve hayret dile getiriliyor. Kaldı ki onların aradıkları hüküm inandıkların ileri sürdükleri kitaplarında zaten gerçek anlamıyla yer almaktadır. (.......) ifadesi, (.......) lâfzından hâldir ve mübtedadır. Haberi ise, (.......) ifadesidir. (.......) Sonra, bunun arkasından yüz çevirip gidiyorlar?” Âyetin bu kısmı, (.......) kavli üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Yani mana şöyledir: “Seni hakem tayin etmelerinden sonra onların kitaplarına uygun olarak hükmetmen üzerine bu hükümden yüz çeviriyorlar ve hükme râzı olmuyorlar.” “Onlar mü’min kimseler değildirler.” Yahûdîler iddialarında ileri sürdükleri gibi esasen îman etmiş değiller. 44Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu hâlde Tevrât'ı indirdik. Kendilerini (Allah'a) vermiş peygamberler onunla Yahûdîle re hükmederlerdi. Allah'ın Kitab'ım korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş zâhidler ve bilginler de (onunla hükmederlerdi). Hepsi ona (hak olduğuna) şâhitlerdi. Şu hâlde (Ey Yahûdîler ve hakimler!) İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Âyet lerimi az bir bedel karşılığında satmaym. Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. “Biz, içinde doğruyu rehberlik ve nur olduğu hâlde Tevrât'ı indirdik.” “Kendilerini (Allaha) vermiş peygamberler onunla, Allah'ın Tevrât'ta yer alan hükümlerine boyun eğerlerdi. Aslında bu, peygamberleri, övgü yollu bir ifadedir. Bununla, o hükümleri uygulayan peygamberler açısından Yahûdîlere bir tarizdir, bir yergidir. Çünkü Yahûdî toplumu, bütün peygamberlerin dini olan İslam dininden uzak idiler. (.......) küfür yoluna sapanlar hakkında... demektir. Burada, (.......) lafzında yer alan “Lam” harfi, (.......) kelimesine mütealliktir/bağlıdır. (.......) cümlesi de, (.......) üzerine ma'tûfturlar. Bu, zahitler ve alimler/bilginler demektir. “Allah'ın kitabım korumaları kendilerinden istendiği gibi Rablerine teslim olmuş zâhidler ve bilginler de (onunla hükmederlerdi).” Burada, (.......) kelimesinin, (.......) ifadesinden bedel olması da câizdir, denilmiştir. (.......) yani kitabın açıklarınasında, hükümlerinin anlatımında, demektir. (.......) fiilindeki zamîr de, peygamberlere, Rabbanilere ve Ahbara/alimlere hepsine birden râcidir/yöneliktir.. Aslında Kitabın korunmasının istenmesi Allah tarafındandır. Allah bunlara kitabı ve hükümlerini korumakla görevlendirmiş, onlara bu sorumluluğu vermiştir. Ya da bu, sadece Rabbanilerle Ahbara/alimlere râcidir/yöneliktir. Bu durumda koruma talebi peygamberlerden gelmiş olabilir. “Hepsi ona (hak olduğuna) şâhitlerdi.” Kitabın içindeki hükümlerin değiştirilmemesi için üzerinde gözeticiler idiler. “Şu hâlde (Ey Yahûdîler ve hakimler!) insanlardan korkmayın.” Bununla idarecilerin verecekleri hükümlerin de Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmamaları, hiçbir güçten çekinmemeleri emrediliyor. Başka etkenlerle hüküm vermeleri yasaklarııyor. Zâlim bir hükümdar ya da siste inin korkusundan veya bir kimsenin kendilerine ezada bulunmalarından korkarak adaleti terketmemeleri, istenilenin aksine davranmamaları emrediliyor. “Benden korkun.” Benim emrime karşı koymaktan benden korkun. Kırâat imâmlarından Sehl İbn Muhammed, (.......) kelimesini hem vakf / duruş hâlinde ve hem vasl / geçiş hâlinde, (.......) harfiyle (.......) olarak okumuşlardır. Ancak Ebû Amr vasl hâlinde Sehl İbn Muhammed'e muvafakat etmiştir. “Âyetlerimizi az bir bedel karşılığmda satmayın.” Âyetlerimi ve koyduğum hükümleri, rüşvet karşılığın da, makam ve mansıp için, halkın hoşuna gitmek, olurlarını almak için değiştirmeyin. “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: “Kim koyduğum hükümleri inkâr ve reddetmek suretiyle uygulamaz ve onlarla hükmetmezse, o kimse kâfirdir. Eğer inkâra kalkışmaksızın uygulamıyorsa, o hükümlerle hükmetmiyorsa, o kimse kâfir değil, fakat fasik ve zâlim bir kimsedir.” İbn Mesud (radıyallahü anh) ise şöyle diyor: “Bu hüküm genel bir hüküm olup hem Yahûdîler ve hem onlar dışında kalan diğer insanların tamamını yani Müslümanları da kapsar.” 45Tevrât'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, burna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezâdır). Yaralar da kısastır (Her yaralana misli ile cezâlarıdırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için o keffaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir. “Tevrât'ta onlara şöyle yazdık.” Biz, Yahûdîler için Tevrât'a şu hükümleri uygulamalarını farz kılıp kendilerine emrettik. “Cana can, göze göz.” Yani biri herhangi bir kimseyi haksız yere öldürürse, o da onun yerine öldürülecektir. Aynı şekilde biri, bir başkasının gözünü çıkarmış veya gözüne herhangi bir zarar vermiş ise, o çıkaran ya da zarar veren aynı şekilde cezâlarıdırılacaktır. “Burna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezâdır.)” “Yaralar da kısastır (her yaralana misli ile cezâlarıdırılır.) Yani kısas hükmünü getirdik. Karşıya yapılan ne ise, berikisine de aynı şeyin yapılması veya uygularınası demektir. Mana olarak şöyledir: “Kısas yapılması mümkün olanlarında kısas yapılır. Eğer kısas imkanı olmazsa bu takdirde adil ve uygun bir karşılık cezâ ne ise o cezâ uygulanır. İbn Abbâs'tan rivâyete göre demiştir ki: “Önceleri, eğer bir kadın erkekler tarafindan öldürülmüş ise, bundan dolayı erkeklere kısas yapılmazdı/öldürülmezdi.” İşte bunun üzerine, (.......) âyeti inmiştir. Buna göre bir Müslüman eğer bir zimmiyi/ gayri müslim, azınlıktan birini haksız olarak öldürmüşse, o da bu sebeple öldürülür; eğer bir erkek bir kadım haksız yere öldürmüşse bu kimse de cezâ olarak o kadın için öldürülür. Şayet hür olan bir kimse bir köleyi aynı şekilde öldürmüşse o kimse de bu sebepten öldürülür. Kırâat imâmlarından Nâfi, Âsım ve Hamza hepsini birbiri üzerine atfederek/yükleyerek mensûb/fethalı olarak okumuşlardır. Atıf için de gerekçe olarak, (.......) edatının amel ettiği esası göstermişlerdir. Kırâat imâmlarından Ali Kisâî de, bunları, “kişi” kelimesinin mahalline atfederek merfû'/ötreli olarak okumuştur. Bu durumda manası şöyle olmaktadır: “Biz, Tevrât'ta onlar için yazdık.” Burada, (.......) Ve devamı ifadeler, “yazdık” fiilinin, (.......) manasında bunların mefulü/nesnesi olması sebebiyledir. Yani, (.......) fiilinden sonra gelen cümle, nasıl ki, “söyledik” filinin mefulü olabiliyorsa aynı şekilde bu fiilin de yani, (.......) fiilinin de mefulü durumundadır. İsmi geçen kırâat îmandan dışında kalanlar ise tümünü mensûb/fethalı olarak okumuşlardır ve, “yaralar” lafzını ise merfû'/ötreli olarak okumuşlardır. Yine âyette geçen ve kulak manasına gelen, (.......) kelimesini Kur'ân'ın her yerinde imâm Nafı “Zal” harfinin sükunu ile, (.......) olarak okumuştur. Bu imâmın dışında kalanlar ise zal (.......) harfinin zammesi/ötresiyle, (.......) olarak okumuşlardır. Her iki okuyuş ya da kullanılış tarzı dilde tıpkı, “el-Süht ve el-Sühutu” gibidir ve câizdir. “Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için o keffaret olur.” Yani kısas hakkını kullarınaktan vazgeçen kimsenin bu iyiliğine karşılık bir kefaret olur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kim bir kan bedelini veya bundan daha aşağı olan bir hakkını karşı tarafa bağışlarsa bu, tıpkı annesinden doğduğu günden itibâren onun için bir kefaret olur.” Bak, Süyuti, el-Dürrü'l-Mensur, 3/92 “Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir” Yani söz konusu hükümlerden geri durursa, tanımazsa... 46Kendinden önce gelen Tevrât'ı doğrulayıcı olarak peygam herlerin izleri üzerine, Meryem oğlu Îsa'yı arkalanndan gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nûr bulunmak, önündeki Tevrât'ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidâyet ve öğüt olmak üzere İncîl'i verdik. “Kendinden önce gelen Tevrât'ı doğrulayıcı olarak peygam herlerin izleri üzerine, Meryem oğlu Îsa'yı arkalanndan gönderdik.” (.......) cümlesinin manası, “Ben onu, o kimsenin ya da şeyin izi sıra, hemen ardından yaptım, ettim” demektir. Yani sanki o kimseyi hemen onun ensesine dayamak, hemen ardından göndermek, izlemek demektir. Çünkü bir şeye tabi olmaya, izlemeye (.......) kelimesi genelde kullanılır. (.......) Emirlerine bağlı olarak kendilerini Allah'a teslim eden peygamberlerin peşi sıra demektir. “doğrulayıcı” kelimesi, (.......) kavlinden/isminden hâldir. “Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nûr bulunmak, önündeki Tevrât'ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidâyet ve öğüt olmak üzere İncîl'i verdik.” Yani biz kendisinde insanları sapıklıktan hidâyete, cehalet körlüğün den İslam ve ilim aydınliğina çıkarak hükümleri sabit manada içeren ve kendisinden önceki Tevrât'ı da doğrulayan İncîl'i verdik, demektir. (.......) kelimesi, taallûkta/bağlı bulunduğu sabit olan şey yani (.......) kavline kısaca İncîl üzerine ma'tûf olunarak mensûb kılınmıştır. (.......) ise onun “Sabiten” kavlinin yerine kâim olmuştur. (.......) kelimeleri de yine onun yerine yani “Sabiten” kavlinin yerine kâim olan, (.......) ile merfû' kılınmıştır. “Ve öğüt olmak üzere İncîl'i verdik.” (.......) lafızları hâl olarak mensûb/fethalı kılınmışlardır. Yani bu, (.......) demektir. Bundan ise ancak mealde belirtildiği gibi sakınanlar faydalanırlar. 47İncîl'e inananlar, Allah'ın onda indirdiği (hükümler) ile hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fâsıklardır. “İncîl'e inananlar, Allah'ın onda indirdiği (bükümler) ile hükmetsinler.” Biz onlara, “O kitabın gerektirdiği şekilde onunla hükmedin” dedik. “hükmetsinler” lafzmdaki Lam harfi emir lamıdır. Esasen bu harfin esreli olarak yani, “Liyahküm” tarzında okunması icabeder. Ancak lam harfinin sakin kılınma nedeni, önce fetha, sonra kesre ve en sonunda yine fetha olması bakımlarından sakil düştüğü, okuyuşta bir zorluğa neden olduğu içindir. Yani (.......) olarak okunsaydı, önce (.......) harfi fetha harekelidir, bunun arkasından gelen Lam harfi kesre harekeli ve bundan sonra gelen (.......) Ye harfi ise fetha harekeli olacaktı. Bu ise bir çıkış, bir iniş ve tekrar çıkış gibi bir zorlamaya neden ol-'maktadır. İşte bu açıdan, (.......) olarak lam harfinin sükunu ile okunmaktadır. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, bu lam harfini “Key” edatının lamı olarak kabul ettiklerinden ötürü, Lamın kesri ve mim harfini de fethayla okumuşlardır. Yani bu, (.......) demektir ki, “îman etmeleri ve hükmetmeleri için biz onların izi sıra gönderdik” manasınadır. “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar, fâsıklardır.” Allah'a itâat etmeyi bırakıp karşı çıkan ve isyan edenlerdir. Şeyh Ebû Mansûr Mâturîdî şöyle diyor: “Burada geçen ve “Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse,...” mealindeki her üç âyet de inkâr manasınadır. Çünkü inkâr hâlinde kişi hem kafir, hem zâlim ve hem fâsık olur. Zira mutlak manada fâsık ve mutlak anlamda zâlim bizzat kafirin kendisidir Dolayısıyla, “Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmese,...” mealindeki ayetle şu mana dile getiriliyor: O, Allah'ın nimetlerini inkâr ettiğinden, nankörlükte bulunduğundan kafir, hükümlerini uygulamadığından zâlim ve eylemiyle de fâsık olmuş olur.' 48Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab'ı (Kur'ân'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şerî'at ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şerfatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yanşm. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde aynlığa düştüğünüz şeyleriC7i gerçek tarafını) O haber verecektir. “Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab'ı (Kur'ân'ı) gönderdik.” Mealde de belirttiğimiz gibi âyette geçen kitaptan kasıt Kur'ân-ı Kerîm'dir. (.......) lafzının başında yer alan harf-i ta'rîf, ahd içindir. Yani muayyen, belirli bir kitap demek olup, bu ise Kur'ân-ı Kerîm'dir. (.......) kelimesi ise, hak/gerçek sebebiyle, onun sabit ve hak bir kitap olduğu gerçeğinin kanıtlarınış olması sebebiyle, doğruyu yanlıştan ayırd eden bir kitap olması bakımından gibi manalara gelir. (.......) lâfzı, (.......) lâfzından hâldir. (.......) indirilme ve gönderilme bakımından sana gelen vahiyden/Kur'ân'dan önce gelen kitaplar demektir. Çünkü bir şeyden önce olan herhangi bir olaya, o onun elleri arasında demektir ki, tabir olarak bu ifade ile anlatılmaktadır. Çünkü müteahhir/sonradan olan ise, bir şeyin ardından veya gerisinden gelen demektir. Dolayısıyla bunlara takaddüm eden şey demek, onun önde olan, öncesinde gelen veya elleri arasında olan manalarınadır. (.......) ifadesi indirilmiş olan tüm semavi ya da ilahi kitaplar demektir. Çünkü Kur'ân, Allah tarafından gönderilmiş olan bütün kitapları doğrulayan bir kitaptır. Buradaki, (.......) lafzının başında yer alan harf-i ta'rîf ise, cins manasınadır, yani bütün ilahi veya semavi kitaplar demektir. “Önceki kitapları doğrulayan” cümlesinden gaye da, tevhid yani Allah'ın birliği ve ibâdet itibariyle demektir. Nitekim bu gerçeği anlatma açısından bir başka yerde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Ey Resûlüm Muhammed! Senden önce hiçbir Peygamber göndermedik ki ona şöyle vahyetnıiş olmayalım: Allah'tan başka ibâdet olunmaya layık hak bir mabud yoktur, yalnızca Allah olarak Ben varım. O hâlde bana ibâdetle kulluk edin.'“Enbiyâ',25. (.......) ifadesi, onun üzerinde şâhit olarak demektir. Çünkü Kur'ân onların doğruluğunu ve Allah tarafından gönderildiklerinin sabit ve gerçek olduğunu bildiriyor. “Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet.” Kur'ân'da olan hükümlerle hüküm ver. “Sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma.” Yani kitap ehlinin sözlerine dayanarak veya kanarak, onların söylediklerini gerçek kabul ederek, tahrif ettikleri ve değiştirdikleri hükümlerine bakarak hüküm vermeye kalkışma, manasında bu, bir yasaklamadır. Çünkü, (.......) emri, inhiraf etme, yan çizme, yanlışa sapma manasını da içermektedir. İşte bunun içindir ki bu, (.......) lafzında yer alan, “An” cer edatıyla müteaddi/geçişli kılınmıştır. Sanki burada, “Kitap ehlinin özellikle Yahûdîlerin heva, istek ve arzularına boyun eğerek sana gelmiş olan haktan/Kur'ân hükümlerinden inhiraf etme, yan çizme” denilmektedir. Ya da bu, “Sana gelen...,den dönerek..” takdirin dedir. “(Ey ümmetler!) Her birinize bir şerî'at ve bir yol verdik.” Âyette geçen, (.......) kelimesi, şerî'at yani ilahi anayasa, kanun demektir. İşte âyetin bu kısmına dayanılarak kimi müctehidler, “Şüphesiz bizden önceki toplumlarda geçerli olan şerî'at, bizim için geçerli değildir, bizi bağlamaz” demişlerdir. Yüce Allah, Hazret-i Mûsa'ya Tevrât'ı, bundan sonra da Hz, Îsa'ya İncîl'i indirdiğinden söz etmektedir. Bunlardan sonra Hazret-i Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) ya Kur'ân-ı Kerîm'i indirdiğini bildiriyor. Dolayısıyla gelen bu kitabın sadece dinlenilmesi için değil, aksine bununla hükmedilmesini, uygulamaları bu hükümlere göre yapmasını da açıklıyor. Nitekim ilk âyette “Onunla Allah'a teslim olmuş peygamberler hükmederler” buyurulmuş, bundan sonra gelen ikinci âyette ise, “Kendilerine İncîl gönderilenler de onunla hükmetsinler” diye bildirilmiş ve bu âyette ise yani söz konusu sıralanaya göre burada da, “Onların aralarında Allah'ın indirdiği Kur'ân ile hükmet” buyurulmuştur. “Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı.” Yani bir tek şerî'atın uygulaması üzerinde anlaşmış olan tek bir cemaat yapardı. “Fakat size verdiğinde (yol ve şerî'atlerde) sizi denemek için (böyle yaptı).” Yani size verdiği muhtelif/farklı şerî'atlerle sizi imtihana çekilen kimselere uygularıan muameleyi uyguladı. Böylece her bir ümmet de hikmet gereği onlara göre kulluk görevlerini yerine getirdiler. “Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın.” O hayır işlerinde acele ediniz, henüz ölüm gelip siz yakalanazdan önce ve onları kaçırmazdan evvel o hizmetlerde onlara yanşm. Burada geçen hayırlardan murat, yüce Allah'ın emretmiş olduğu her husus ve hüküm demektir. “Hepinizin dönüşü Allah'adır.” Burada, (.......) cümlesi, hayırlarda yarış yapma gereğini dile getirme bakımından talil/sebep ya da illet manasınadır ve yeni bir cümle/istinaf cümlesidir. (.......) lâfzı mecrûr olan zamîrden hâldir. Amil ise muzaf/tamlarıan olan mastardır. Çünkü bu, “Siz O'na döndürüleceksiniz “takdirindedir. “Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri (n gerçek tarafım) o haber verecektir.” Bununla birlikte şüpheye düşmeyeceğiniz bir şekilde, haklı ile haksız olanınız, gerektiği gibi amel edeninizle, amel bakımından ifrata/aşırıya kaçanınız arasında ayırdedici, cezâ size bir bir haber verilecektir. 49(Sana şu talimatı verdik): Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmım onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır. (.......) (Sana şu talimatı verdik): Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet.” Bu âyetin, (.......) ifadesi, (.......) kelimesi üzerine ma'tûf/yüklenmiş bulunmaktadır. (.......) demektir ki manası: “Ey Peygamber! Sana hakikatleri içeren Kitabı/Kur'ân-ı indirdik ve onların aralarında Allah'ın indirdiği vahiyle hüküm ver” demektir. “Ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et” (.......) yani seni çevirmelerine, uzaklaştırmalarına fırsat verme, demek olup kelime mefulü lehtir. Yani, “Sen yanlışa yönlendirme, seni uzaklaştırma endişesi sebebiyle” demektir. Âyette kendisi en güvenilir peygamber olduğu hâlde Resûlüllah’ın burada uyarılmasının sebebi, kavminin bu gibi şeylere meylini tamamen ortadan kaldırmak ve kesin bir hüküm olduğu gerçeğini bildirmek içindir. “Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse” Allah’ın hükmünden başka hükümler isterlerse, “Bu ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister.” Burada, (.......) ifadesi, (.......) işaret isminin yerinde değerlendirilmiştir. Âyetteki mübhemlik yani suçun veya günahın açıklanmayıp üstü kapalı olarak anlatılması, (.......) nin yani Allah'ın hükmünden yüz çevirmelerinin asla sözle anlatılamayacak manada büyük bir günah ve vebal olduğunu açıklamak manasınadır. Burada günahın büyüklüğüne işaret vardır. Çünkü kimi günahlar vardır ki insanı helâk edicidir. Peki o hâlde bir kimse ya tamamım inkâr ederse durumu veya günahı nasıldır acaba? “İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” Allah'ın emrini uygulamaktan uzaktırlar ve uygulamamaları sebebiyle de Allah'a itaatin dışma çıkmışlardır, hakkı inkâr etmişlerdir. 50Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır? “Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliye idaresini mi arıyorlar?” Âyette geçen, (.......) kelimesi; istiyorlar, talebediyorlar demektir. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, bu kelimeyi (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuştur. Bu âyette söz konusu edilen ve seslenilen toplum iki Yahûdî kabilesi olan Benu Kureyza ile Benu Nadr Yahûdîleridir. Çünkü Kureyza oğulları Yahûdîleri kendilerinin Nadr oğulları Yahûdîlerinden daha üstün olduklarını ileri sürüyorlardı. Yani Kureyza Yahûdîleri eğer bizden birini öldürürlerse, üstünlüğümüz bakımından bizim de onların yerine en az iki kimseyi öldürmemiz gerekir diyorlar ve bunu savunuyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şöyle buyurdu: “Öldürülenlere karşılık öldürülecek olanlar eşit olacaklardır.” İbn Hacer diyor ki; bu rivâyet İbn Ebû Şeybe, Şa'bi yolundan yapılmıştır. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf; 1/641 Ancak Nadr oğulları Yahûdîleri bu hükme karşı, biz buna nza göster meyiz, diyerek karşı çıktılar. İşte bu olay üzerine bu âyet nâzil olmuştur. Tavus’a, bir kimsenin çocuklarından birin diğerlerinden üstün kabul ederek farklı davranması ile alâkalı olarak soru yönelttiğinde, Tavus onlara bu âyeti okumuştur. (.......) ifadesi, (.......) kelimesiyle nasb kılınmıştır. “İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?” Burada, (.......) mübteda ve haberidir ve olumsuzluk yani ret manasında bir soru tarzıdır. Yani, “Allah'tan daha güzel hüküm koyacak biri asla yoktur” demektir. (.......) temyizdir. “İyi anlayan bir toplum için” ifadesindeki Lam harfi tıpkı, (12,Yûsuf,23) âyetindeki, (.......) ifadesi gibi beyan yani açıklama içindir. Yani burada konu edilen hitap ya da sesleniş, demektir. Buradaki istifham yani soru ise, (.......) ifadesi içindir. Çünkü bunlardır ki şu gerçeği açık seçik görenlerdir Bunlar; Allah'tan daha adil olan bir kimsenin asla olmayacağını, O'ndan daha güzel, daha iyi ve üstün hüküm koyanın olmayacağını bilen ve kesin mü’minlerdir. Ebû Ali Hasen İbn Ahmed (288-377/900-987) ise, “toplum için” kelimesinin manası, (.......) demektir, demiştir. Çünkü ister Lam harfi olsun, ister (.......) kelimesi olsun mana bakımından birbirine yakındırlar. 51Ey îman edenler! Yahûdîleri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez. “Ey îman edenler! Yahûdîleri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.” Yani kendilerine yardım edeceğiniz ve aynı zamanda yardım ve des teklerini bekleyeceğiniz, sizin üzerinizde söz sâhibi olabilecek bir konum da onları dost edinmeyin, kardeşlik muamelesi yapmayın, mü'minlerle olan ilişkilerinizde olduğu gibi onlarla ilişkide bulunmayın. Yüce Allah bundan sonra neden ötürü bunların dost edinilemeyeceklerini, İslam devleti içerisinde görev verilemeyeceğini de şu gerekçe ile açıklıyor: “Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafım tutarlar)” Çünkü hepsi de mü’minlerin düşmanıdırlar. İşte burada her tür küfrün tek bir millet/güç olduklarına ve İslama karşı birlikte hareket ettiklerinde bu, bir delildir. “İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır.” Onlardan bir topluluktur ve hüküm itibariyle de tıpkı onların hükmüne tâbıdırler. İşte burada Allah tarafından din aynliği olan ve Müslümanlara karşı bir kin ve düşmanlık içinde bulunanlardan uzak durulması, ilişki kurulmaması anlamında çok, hem de pek çok şiddetli bir uyardır, bunun gerekli/vacip olduğu gerçeğidir. “Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” Kafirlere destek çıkarak, Müslümanların ve devletinin sırlarını onlara aktararak kendilerine zulmedenleri ya da yazık edenleri doğru yola yöneltmez. 52Kalblerinde hastalık bulunanların: “Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz” diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki (şüphesiz) Allah bir fetih, yahut katından bir emir getirecek de onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklardır. “Kalblerinde hastalık bulunanların: “Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz” diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün.” Âyetteki “koşuyorlar” kelimesi, (.......) kelimesiyle kasdolunan mana baş gözü ise hâl olması muhtemeldir, ya da kalp gözüyle görme ihtimali karşısında ikinci mefûl/nesne de olabilir. (.......) Yani Müslümanların aleyhinde olabilecek şekilde onlara yardımda bulunmak ve onları dost edinerek velayet yetkisini onlara vermek, manasındadır. “söylüyorlar” yani, “Münâfıklar içlerinde gizledikleri kötü niyetleri yüzünden ...” cümlesi itibariye bu münâfıklar kendi kendilerine şöyle derler: “Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz” “Kafirlerin Muhammed'e/İslam'a üstünlük kazanmaları ve devleti ellerine geçirmeleri durumunda başımıza bir felaketin gelmesinden korkup endişe etmekteyiz.” Yani hâli hazırdaki durumlarının aksine durumun Müslümanlar aleyhine değişmesinden korkmaktayız. “Umulur ki (şüphesiz) Allah bir fetih, yahut katından bir emir getirecek de.” Yani düşmanlarına karşı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e bir zafer ve Müslümanlara bir üstünlük veya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e, münâfıkların içlerinde gizledikleri kötü niyetlerini açığa vurma ya da onları öldürme ile emrolunabilir. “Onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklardır.” Âyetteki, “pişman olanlar” kelimesi, “olacaklar” kelimesinin haberidir. 53(O zaman) îman edenler: “Bunlar mıdır sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle yemin edenler?” diyeceklerdir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir de kaybedenlerden olmuşlardır. “(O zaman) îman edenler:” Kırâat imâmlarından Basra'lı Ebû Amr ve Ya'kûb, (.......) kelimesini, (.......) kelimesi üzerine ma'tûf sayarak, (.......) olarak nasb ile okumuşlardır. İbn Âmir, İbn Kesîr, Nâfi ve Ebû Cafer ise, (.......) olarak âyette görüldüğü gibi okumuşlardır. Bunlar bu lâfzı, bir söyleyenin: “Bu durum da mü’minler ne dediler” diye söylediği ifadenin bir cevabı olarak değerlendirmişlerdir. İşte bunu üzerine de şöyle denmiştir: “Mü’minler dediler ki: “Bunlar mıdır sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle yemin edenler?” diyeceklerdir. Yani söz konusu münâfıklar sizin için çok ağır yeminler ederek, sizinle birlikte hareket edeceklerini, kafirlere karşı sizin yanınızda kalıp sizi destekleyeceklerini söyleyenler bunlar mı? (.......) cümlesi hâl olarak takdir olunan bir mastardır. Yani, “Yeminlerini pekiştirmede oldukça gayretli gözükenler” demektir. “Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir de.” Sırf gösteriş için, desinler için yaptıkları güzel davranışları boşa gitmiştir. Çünkü onlar bunları işlerken inanarak ve itikadederek işlemiyorlardı. İşte bu ifade yüce Allah'ın sözleriyle, bunların işledikleri amellerin boşa gittiğini gösteren ve tanıklık eden bir ifade, aynı zamanda bu kimselerin kötü durumlarını açıklayan bir hayret/şaşkınlık ifadesidir. “Kaybedenlerden olmuşlardır.” Yani bu dünyada da öteki dünyada da yardımı elden kaçırdıklarından ötürü kendileri için ebedî bir azap ve cezâlarıdırma olacaktır. 54Ey îman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfü ve ilmi geniştir. “Ey îman edenler! Sizden kim dininden dönerse” Kim kendi hak dini olan İslam'dan daha önce üzerinde bulunduğu küfür sistemlerine geri, dönerse... Kırâat imâmlarından Nâfi, Ebû Cafer ve İbn Âmir (.......) lafzını iki dal harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır. “Allah, sevdiği ve kendisini seven.” Allahı seven bir başka toplumu yakın bir gelecekte getirecektir/geçirecektir. Allah, bu toplumun amellerinden ve yaptıklarından memnun ve hoşnut kalacak, bu amellerinden ötürü de onları övecektir. Bunlar da Allah'a itâat edecekler, O'nun nzasını kazanmayı her şeye tercih edeceklerdir. Âyetin bu kısmı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliği yani nübüvveti için bir delildir. Çünkü, Resulullah henüz meydana gelmemiş olan ve sonradan meydana çıkacak bir gerçeği onlara bildirmektedir. Aynı zamanda bu âyet, Hazret-i Ebû Bekir'in halîfeliğinin isbatı ya da kanıtlarınası için de bir delildir. Çünkü o mürtedlerle yani dinden dönenlerle cihada/savaşa girerek bu üstün görevi yerine getirmiştir. Bu arada hem Hazret-i Ebû Bekir'in ve hem Hazret-i Ömer'in -Allah her ikisinden de râzı olsun- halîfeliklerinin meşruluğuna da delildir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e bu toplumun kimlerden olacağı sorulunca, Hazret-i Selman’ın omuzuna vurarak, “İşte bu ve bunun toplumundan olanlardır. Şayet îman Süreyya yıldızına asılı bulunmuş olsa yani ulaşılması o kadar güç olsa da, mutlaka Farsoğullarından bir takım kimseler ona ulaşıp o îmanı elde edeceklerdir.” İbn Hacer bu konuda şöyle diyor: “o ve onlar yani Selman ve kavmi” ifadesi Cuma namazıyla ilgili âyette varit olmuştur. Bu, .üzerinde Buhârî ile Müslim'imin ittifak ettikleri bir husustur. Bir de Kıtal ayetiyle ilgili olarak gelmiştir. Bak. Tirmizî. Yine bak, Haşiyetu'l-Keşşaf;11646) Burada cezâ/cevaptan şart manasını içeren isme râci/ilgili olan şey mahzûftur/gizlidir. Bunun manası ise şöyledir: “Yakın bir gelecekte Allah onların yerine bir toplum getirecektir/geçirecektir.” “Mü'minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli).” “Bu toplum mü’min kardeşlerine karşı alçak gönüllü,” Burada geçen, (.......) kelimesi, “Zelil” kelimesinin çoğuludur. Ancak “Zelul” kelimesine gelince bu, “Zülul” kelimesinin çoğuludur. Fakat bu kelimenin “el-Züll/Zill” kökünden geldiğini ileri sürenler -ki bu suubet yani güçlük ve sıkıntı manasınadır- yanılmaktadırlar. Çünkü, “Zelulen” kelimesi, “Ezille” şeklinde çoğul yapılamaz. Cevheri diyor ki, “el-Züll” kelimesi mana itibariyle, “el-İzz” kelimesinin zıddı/karşıtıdır. Meselâ, (.......) demek, “şefkate açıkça muhtaç olan adam” demektir. Aynı şekilde, (.......) de, “Şefkat ve korunmaya muhtaç toplum, zelil olmuş toplum” manasınadır. “el-Zillu” kelimesi, yumuşaklık anlamında zal harfinin kesriyle zorluk ve sertlik manasına gelen Suubet kelimesinin zıddıdır. Meselâ, “Dabbetun Zelulun” korunmaya muhtaç bir hayvan ve (.......) korunmaya muhtaç hayvanlar gibi. Âyette, (.......) denmeyip de, (.......) denmiş olması, “el-Züll” kelimesinin acıma ve şefkat manasım içermesi sebebiyledir. Sanki şöyle denilmektedir: “mü’minlere karşı şefkat göstererek, acıyarak ve alçak gönüllülük ederek.” “Kâfirlere karşı onurlu ve zorlu.” Yani onlara karşı sert ve katıdırlar. Çünkü, (.......) sert ve katı arazi, toprak manasınadır. Yani yeni gelen toplum mü’minlere karşı tavır ve hareketleri âdeta baba ile çocuğu arasındaki münasebet veya efendisiyle yanında bulunan kölesi/çalışam arasındaki ilişki gibidir. Fakat kâfirler karşısındaki tavır ve davranışları da tıpkı avı karşısındaki yırtıcı bir canavarın durumu gibidir. “(Bunlar) Allah yolunda cihad ederler” Kafirlerle savaşırlar. Bu tıpkı, (.......) ve (.......) lafızları gibi, (.......) kavlinin sıfatıdır. “Ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar).” Bu kısmın başında yer alan (.......) harfinin hâl olma ihtimali de bulunmaktadır. Yani, “Onlar cihadedip savaşırlar. Fakat bunların cihad ederken durumları münâfıkların durumlarına benzemez, onlarınkine muhaliftir. Çünkü münâfıklar Yahûdîleri veli edinerek onlarla birlik hareket ederler. Eğer mü’minlere âit ordu içerisin de bulunur ve onlarla savaşa çıkarlarsa, kendi adlarına yetki verdikleri Yahûdî dostlarından korkarlar. İşte bu açıdan münâfıklar, bu hareketleri sebebiyle Yahûdî dostlarından gelecek olan sitem ve kınamalarını bildiklerinden harekete geçmezler. Mü’minlere gelince, bunların cihadları Allah içindir, Bu itibarla kınama ve sitem kimden ve nereden gelirse gelsin hiçbir zaman itibar etmezler ve bundan dolayı da korkmazlar.” Bir de söz konusu vav harfinin atıf/bağ edatı olması ihtimali de bulunmaktadır. Yani bunların özelliklerinden biri de, “Allah yolunda cihad etmeleridir. Çünkü onlar dinlerinde metanet ve salabet sâhibidirler, dönek değiller. Eğer dinleriyle ilgili bir işe girişirlerse, kendilerini herhangi bir kınayıcının kınaması engelleyemez, görevinden vazgeçiremez.” (.......) kelimesi, “Levm” kelimesinin ismi merresidir veya mastar binai merresidir. Gerek mastar binai merrede olsun, gerekse nekre olmak ta olsun iki kere mübalağa/aşırılık manası vardır. Yani “Onlar, asla bir şeyden korkmadıkları gibi kötüleyenlerin bir kötülemesine aldırış etmezler” demektir. “Bu” Burada bu işaret ismiyle söz konusu toplumun yukarıda geçen sevgi ya da mahabbet, mü’minlere karşı şefkatli, kafirlere karşı zorlu ve onurlu olma, Allah yolunda savaşma/cihad, kimsenin kınamasından korkmama gibi özelliklerine işaret olunmaktadır. Yani işte bu özellikler; “Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfü ve ilmi geniştir.” Ehil kimselerin kimler olduğunu bilendir. Yüce Allah kendilerine karşı düşmanlık göstermemiz ve yetki verip dost edinmememizin gerektiği gerçeğini açıklamanın hemen ardından de kendilerini veli/dost edinmemiz gerekenleri açıklamaktadır. İşte şimdi açıklamasını okuyacağımız âyette bu gerçek şöyle anlatılmaktadır: 55Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah'tır, Resûlüdür, îman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler. “Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah'tır, Resûlüdür, îman edenlerdir.” Bu âyetin başında yer alan, (.......) lâfzı, dostluk verilmesi, dayanılıp güvenilmesi hususunun ya da aidiyetin bu âyette sayılanlar olduğu gerçeğini bildirmektedir. Gerçi âyette veli/dost edinilmesi gerekenlerin çoğul olmalarına rağmen, (.......) kelimesinin tekil olarak gelmesi, şu noktaya ve gerçeğe dikkat çekmek ve uyanda bulunmak içindir: Asıl velayet, yetki ve güç sadece ve sadece Allah'ındır. Bu itibarla asl olana uyulmak suretiyle diğerlerine yani Resûlüllah ile mü’minlere de velayet yetkisinin verilmesi gereği vurgularııyor. Eğer böyle denmeyip de, “Sizin velileriniz Allah'tır, Resûlüdür ve mü’minlerdir” denseydi bu takdirde ifa dede veya anlatımda bu hususta asıl olan kimdir, buna bağlı olarak tabi olanlar kimlerdir konusu anlaşılamazdı, bir karmaşa olurdu. “Onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar.” Bu cümle, (.......) cümlesinden bedel olarak merfûdur/ötrelidir veya, (.......) olarak merfûdur, yahut da medih/övgü üzere mensûbtur/fethalıdır. “Zekâtı verirler.” Burada, (.......)ifadesindeki vav harfi hâl vavıdır. Bu durumda manası: “Onlar zekâtı, namazlarında rüku hâlinde de olsalar bile verirler.” Rivâyete göre bu âyetin nüzul sebebi Hazret-i Ali'nin bir tavndır. Kendisi namaz kılarken rükuda bulunduğu bir sırada bir isteyici, ihtiyaç sâhibi biri gelip kendisinden bir yardım isteğinde bulunur. Oda serçe parmağında bulunan ve parmağına bol gelen yüzüğünü çıkarıp ona attı. Ancak bunu parmağından gayet kolaylıkla çıkardığı için namazını bozan bir fiil hâlinde olmamıştır. Her ne kadar âyetin nüzul sebebi bir tek kimse ise de bu “verirler” ifadesinin çoğul olarak gelmiş olması, halkı da tıpkı Hazret-i Ali gibi davranışta bulunmaya ve yardıma teşvik edip, onların da tıpkı onun gibi sevap almaların sağlamak içindir. Bu âyet aynı zaman kişi namaz kılarken bile olsa, bu hâlde de sadaka verilebileceğinin câiz olduğunun delilidir. Çünkü namaz içinde namaz ile alakası olmayan şey ile az bir uğraş namazı bozmaz. 56Kim Allah'ı, Resûlünü ve îman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır. “Kim Allah'ı, Resûlünü ve îman edenleri dost edinirse” veli/dost edinirse veya veli/dost olursa; “(Bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafım tutanlardır..” Burada zamîr kullarınası icabederken bunu yerine bizzat sözkonusu edilen ve zahir diye ifade olunan, (.......) ifadesi getirilmiştir. Yani, “mutlaka onlardır üstün gelenler” demektir. Yahut Âyetteki, “Hizbullah'tan” murat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü’minlerdir. Yani “Kim onları veli/dost edinirse, kesinlikle Allah'ın taraftarı, askeri olma görevini üstlenmiştir ve yenilemeyecek olanlarla kendilerine destek çıkmıştır” demektir. (.......) kelimesi aslında, kendilerine sıkıntı veren ve başlarına gelen bir kötülük, musibet sebebiyle o iş için toplumun bir araya gelip birlikte hareket etmeleri demektir. Rivâyete göre Rifaa İbn Zeyd ile Süveyd İbn Haris sözde müslüman olduklarını açıklamışlar. Fakat daha sonra münâfıklık etmeye başladılar. Fakat Müslümanlar arasında da onların ikisini seven bazı kimseler bulunuyorlardı. İşte bu gelecek âyetin nüzul sebebi budur. 57Ey îman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenler den, dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah'tan korkun; eğer mü’minler iseniz. (.......) ifadesindeki (.......) edatı beyan/açık lama içindir. (.......) lâfzından kasıt da müşriklerdir. Bu da, mensûb olan (.......) lâfzı üzerine ma'tûf/ilgili bulunmaktadır. Kırâat imâmlarından Ebû Amr, Ya'kûb ve Ali Kisâî, (.......) lâfzı üzerine ma'tûf sayarak kesreli olarak okumuşlardır. Yani, “sizden önce kendilerine kitap verilmiş olan Yahûdî ve Hıristiyanlarla müşrik ve kâfirlerden...” demektir. “Allah'tan korkun; eğer mü’minler iseniz.” Çünkü gerçek manada îman, insanı din düşmanlarına velayet yetkisi verip dost edinmekten uzak tutar. 58Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu davranış, onların düşünemeyen bir toplum olmalarındandır. “Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu davranış, onların düşünemeyen bir toplum olmalarındandır.” Çünkü bu inançsızların ezanı ve namazı, diğer emir ve yasakları oyun, eğlence ve alay konusu etmelerinin sebebi, esasen beyinsiz ve câhil takıminin yapacağı şeylerdir. İşte bunlar da onlardandır. Sanki akılsız ve beyinsizdirler. İşte bu âyet, ezanın Kur'ân nassıyla da sabit olduğunu gösteren bir delil ve delildir., yoksa yalnızca uykuda görülen bir rüya bunun tek delili değildir. 59(Onlara) şöyle de: Ey kitap ehli! Yalnızca Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlarınııyorsunuz? Halbuki çoğunuz yoldan çıkmış kimselersiniz. “(Onlara) şöyle de: Ey kitap ehli! Yalnızca Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlarınıyorsunuz? Halbuki çoğunuz yoldan çıkmış kimselersiniz.” Yani siz bizi ayıplayıp bizde kusur buluyorsunuz. Bizden de sadece biz Allah'a ve Allah tarafından indirilen tüm kitaplara îman ettiğimizden dolayı hoşlarınıyorsunuz. (.......) ifadesi de mecrûr üzerine ma'tûf bulunmakta dır. Yani: “Sizin bizden hoşlarınamanızın sebebi bizim Allah'a ve Allah tarafından indirilenlere inanmış olmamızdandır. Halbuki çoğunuz yoldan çıkmış fâsıklarsınız” demektir. Mana şöyledir: “Sizin bizi bırakıp geri durmanız, bize karşı olmanızın sebebi, bizim bir tek Allah'a îman etmiş olmamızdan, O'nun gönderdiği peygamberlerinin doğruluğunu kabul etmiş olmamızdandır. Sizin fâsıkhğınız ise, bu konuda bize muhalefet ettiğinizden, bize karşı çıkışımzdandır.” Ayrıca vav harfinin “birlikte, beraber” manasına gelmesi de câizdir.” Yani: “Sizin bizden hoşlarınama nedeniniz, bizim Allah'a îman etmiş olmamızdandır. Kaldı ki, bununla beraber sizler yoldan çıkmış fâsıklarsınız.” 60De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah'ın larıetlediği ve gazap ettiği, aralarından may munlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler. İşte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyade sapmış bulunanlardır. “De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi?” (.......) esasen sevap manasınadır ve temyiz olarak mensûbtur/fethalıdır. Gerçi bu kelime her ne kadar ihsan manasında buna âit bir kelime ise de burada “cezâlarıdır” yerinde kullanılmıştır. Bu tıpkı, (3, Al-i İmran,21) âyetindeki, (.......) âyetine benzer. Yani, “Onlara acıklı bir azâbı müjdele!” demektir. Bu aslında tıpkı Türkçe'miz deki şu ifadeye, “Gülsün bakalım, son gülen iyi güler” gibi. Esasen tehdit ve cezâlarıdırmayı içeren bir ifadedir. İşte burada durum aynıdır. Çünkü Yahûdîler, “Müslümanların cezâlarıdırılmayı hak ettiklerini” ileri sürmekteydiler. Bu açıdan onlara şöyle denildi: “Allah'ın larıetlediği.” Sizin ileri sürdüğünüz ve Müslümanların göreceğini söylediğiniz azaptan ve cezâdan daha şiddetlisini sizler göreceksiniz. (.......) işaret ismi daha önce geçen hususlara yani îmana işaret etmektedir. Yani, bizden hoşlarınayrp bizim inancımız sebebiyle göreceğimizi ileri sürdüğünüz cezâdan çok daha kötüsünü siz göreceksiniz. Burada mutlaka bundan önce veya, (.......) kelimesinden önce bir muzafin hazfı (tamlarıanın kaldmlması) bulunmaktadır. Bunun takdiri de şöyledir: “Bu îman ehli olanlardan daha kötü ve ağır bir cezâ göreceklerdir. “Ve ya, “Allah'ın kendilerine lânet ettiği kimselerin üzerinde bulundukları dindekiler...” “Ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâ guta tapanlar çıkardığı kimseler.” Bunların gençleri maymunlara, ileri yaştakileri de domuzlara dönüştürülmüşlerdir. Bir de, (.......) Buzağıya tapanlar, şeytana tapanlar diye de tefsirlerınıştır. Çünkü Yahûdîlerin buzağıya tapmaları da şeytanın bunu onlara süslü ve iyi göstermesinden ileri gelmiştir. Dolayısıyla bu, bir bakıma şeytana tapınmadır. Bu aynı zamanda, (.......) kelimesinin sılası üzerine atfolunmuştur. âdeta “ve tağuta tapanların...” denilir gibidir. Kırâat imâmlarından Hamza, bu cümleyi, “Ve Abudattağuti” okumuş ve bunu mübalağa/abartı bildiren bir isim olarak konulduğunu değerlendirmiştir. Meselâ, (.......) çok sakınan ve (.......) oldukça anlayışlı ve zeki olan ifadeleri gibidir. Söz konusu bu ifadeler aşırı sakınan ve anlayışlı olanlar için kullanılan mübalağa/abartı isimlerdir. Bu, (.......) kelimeleri üzerine ma'tûf/bağlı bulunmaktadır. “İşte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan” (.......) ifadesinde şerlilikleri yani kötülükleri mekân/yer olarak değerlendirilmiştir. Bu ise bunu hak eden kimseler için mübalağa anlammda zikretmiştir. “Ve doğru yoldan daha ziyade sapmış bulunanlardır.” İnşam cennete ulaştıracak olan normal yoldan çıkanlardır. 61Yanınıza inkârla girip yine inkârla çıktıkları hâlde size geldiklerinde “İnandık” derler. Allah gizlediklerini daha iyi bilmektedir. “Yanınıza inkârla girip yine inkârla çıktıkları hâlde size geldiklerinde “İnandık” derler.” (.......) lafzının başında bulunan (.......) harfi hâldir. Yani: “Onlar hu zura kâfirler olarak girdiler ve yine kâfirler olarak çıktılar.” Bu, “küfre bulaşarak ve küfrü hiç bırakmayarak” takdirinde dir/anlamındadır. Nitekim, (.......) ifadesi de böyledir. (.......) Yani; onlar kesinlikle girdikleri gibi çıkıp gitmişlerdir. İşte bu bakımdan bu lafzın başına (.......) kelimesi gelmiştir. Dolayısıyla bu, hâl olmaktan mazi/geçmiş zaman “ol” fiil olmaya daha yakındır. Bu, aynı zamanda, (.......) ifadesine mütealliktir/bağlıdır. Yani: “Onlar böyle inandıklarını söylüyorlar ama onlar aslında kafir kimselerdir.” “Allah gizlediklerini daha iyi bilmektedir.” 62Onlardan birçoğunun günah, düşmanlık ve haram yeme de yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür! “Onlardan birçoğunun günah, düşmanlık ve haram yeme de yarıştıklarını görürsün.” Ya da, “günah işlemede” ifadesi, kendileriyle ilgili olarak kişisel hata ve yanlış yapmaları, günah işlemeleri, demektir. “Düşmanlık sürdürmede” ifadesi de kendileri dışındaki insanlara haksızlık yapmaları, zulme kalkışmaları ve işlemeleri manasınadır. “Bir şeyde koşuşturmak” demek, o şeyi hemen acil olarak, fırsatı kaçırmadan işlemek, demektir. (.......) haram manasınadır. “Yaptıkları ne kadar kötüdür.” Yapmakta oldukları davranışlar gerçekten ne kadar kötüdür. 63Din adamları ve âlimleri onları, günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten menetselerdi ya! İşledikleri (fiiller) ne kötüdür! “Din adamları ve âlimleri onları, günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten menetselerdi ya!” Âyette geçen, (.......) anlamında teşvik manasını ifade eder. “İşledikleri (fuller) ne kötüdür.” İşte işin bu noktasında ilim sahipleri yerilmiş bulunmaktadır. Birincisi herkes için hüküm içermektedir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) der ki: “Bu Kur'ân'da yer alan ayetlerin içinde en ağır hüküm içeren bir ayettir. Çünkü münkerden ve yasaklardan insanları menetme ve uzaklaştırma görevlerini yerine getirmeyenleri, tehdit bakımından münker olan ve işlenmemesi gereken bir fiili işleyenlerle tehdit bakımından aynı kefeye koymaktadır.” 64Yahûdîler, Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır), dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlarıası ve lânet olasılar! Bilâkis, Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınliğinı ve küfrünü arttırır. Aralarına, kıyamete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez. “Yahûdîler, Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır), dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlarıası ve lânet olasılar! Bilâkis, Allah’ın elleri açıktır.” Rivâyete göre, Yahûdîler -Allah onlara lânet etsin, belalarını versin, iki yakalannı bir araya getirmesin- Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i yalanladıklarında, yüce Allah onlara verdiği bol imkanları kıstı, Halbuki daha önce mal varlıkları bakımından çok zengindiler. İşte artık eskisi gibi mal ve servet edinemeyince gelirleri azalmca Finhas adındaki Yahûdî şöyle demeye başladı: “Allah'ın eli bağlıdır, sıkı ve cimridir.” Bu Yahûdînin böyle konuşması üzerine diğer Yahûdîler de bu söylenen sözden hoşnutluk duydular ve onlar da bu noktada onun görüşlerine ortak oldular. “Elin bağlı ve açık olması” ifadesi, mecâzî bir ifadedir. Birincisi cimrilik manasına, ikincisi de cömertlik anlamınadır. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti de bu manayı ifade etmektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Elini boynuna bağlayan gibi tamamen yardımdan elini kesme/cimri olma; İnfak konusunda israf derecesinde de elini açık tutma. Sonra hem Allah tarafından ve hem insanlar tarafından kınanır bir duruma gelirsin.” İsrâ', 29. Ancak buradaki ifade ya da anlatımla elin varlığının isbatı veya kanıtlarınası, bağlı ve açık oluşu manası kasdolunmamaktadır. Burada mecâzî bir mana vardır. İşte böyle bir kasıt olmadığı içindir ki, Meselâ herhangi bir kralın bir kimseye bir şey vermede veya menetmede elini kullarınaksızm işaret ederek de yerine getirebilir, böylece de kullarıabilir. Bu itibarla asıl kasıt el demek değildir. Meselâ; ta omuzuna kadar kolu kesik olan bir kimse herhangi birine fazlasıyla yardımda bulunmuş olsa, bu kolsuz kimse için de onun bu yardımı sebebiyle, “başkalanna yardım da bulunmakta adamın eli ne kadar da açıktır” denir. Halbuki adamın eli değil kolu tamamen kesiktir. Demek ki burada kasdolunan mana cömertliktir. Mecâzî manada kullanılmıştır. Bazan da “el” manasında kullanılması doğru olmayacak bir manada da kullanılır. Meselâ: (.......) İki avucunun sıkıliğinı benim göğsümde yaydı/açtı, demektir. Dikkat edilirse bir çok manalara gelen ve Maani ilmiyle ilgili olan bir kelime olan (.......) kelimesi iki avuca izafe edilmiştir/bağlarınıştır. Dolayısıyla Beyan ilminden haberi olmayan bir kimse bu gibi âyetleri tevil etmede veya tefsirlamada şaşırır kalır. “Elleri bağlarısın” ifadesiyle Yahûdî ve benzerlerine bedduada bulunulmaktadır. İşte bunun içindir ki Yahûdî toplumu insanlar içerisinde en fazla cimri olanlardır. Ya da cehennemde elleri bağlanacaktır, dolayısıyla sanki elleri şimdiden bağlı gibidir. Bir de âyette (.......) ifadesinde “Allah'ın eli...” (.......) kelimesi, müfret yani tekil olarak geldiği hâlde (.......) kavlinde “yed/el” kelimesinin ikil olarak (.......) şeklinde “İki eli” diye gelmiş olması ise, Yahûdîlerin söylediklerini ve inkarlarını reddetmek anlamındadır ve bu ifade bu manasıyla daha çok bir cömertlik manasını içermektedir. Bir de yüce Rabbimizin sonsuz manada cömert olduğunu ve asla cimri olmadığını kanıtlamak maksadıyladır. Bilindiği gibi çok cömertliğin sembolü ve anlatımı olarak kişinin verdiğini iki eliyle vermesidir. Bu bakımdan söz konusu ifade mecâzîdir. “Dilediği gibi verir.” Burada yüce Allah'ın sahavet yani cömertlikte tek olduğu gerçeği tekit ile pekiştirilmektedir. Bir de âyet, Allah eğer bir şeyi veri yorsa, onu ancak bir hikmet gereği olarak verir, başka değil. “Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınliğinı ve küfrünü arttırır.” Yani sırf hasetleri/kıskançliği yüzünden Kur'ân'ın inmesine karşı hep inkâr yolunu tutmuşlardır. Allah'ın âyetlerini inkâr etmişlerdir ve bu onların sürekli olan bir özelliğidir. Bu ifade, fiilin sebebe izafe edilmesine/bağlarınasına benzer. Tıpkı şu âyette yer aldığı gibi: “Münâfıklara/manen kalp rahatsızliği bulunanlara gelince, üzerlerine inen her Kur'ân sûresi, nifaklarına nifak, şüphe ve küfür ekler.” Tevbe, 125. “Aralarına, kıyamete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk.” “Biz ta kıyamete kadar Yahûdîlerle Hıristiyanlar arasında sürüp gidecek olan bir kin ve düşmanlık soktuk.” Aralarında hiçbir zaman bir anlaşma sağlanamaz, hep tartışma içindedirler. Kalpleri ise ayrı ayndır, aralarında içten gelen bir bağları da yoktur. Bu bakımdan aralarında herhangi bir ittifak ve bir dayamşma sağlarına sözkonusu olmaz. “Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür.” Ne zaman herhangi bir mü’minle savaşmak isteseler, mutlak olarak yenilir ve kahr olur giderler. Hiçbir vakit Allah tarafından onlar için bir zafer ve basan olmayacaktır. İslam gediği sırada Yahûdîler, Mecusilerin yönetimi altında idiler. Bir tefsire göre de, ne zamanki bu Yahûdîler Resûlüllahne karşı savaşmaya kalkışmışlarsa, yüce Rasûlünü onlara karşı üstün kılmış ve ona zafer vermiştir. Katâde (60-117/679-735) şöyle diyor: “Hangi beldede/ülkede bir Yahûdîyle karşılaşırsan, mutlaka o kimseyi o bölge halkı içerisinde insan ların en aşağılık karakterli kimseleri olarak bulursun.” “Onlar yeryüzünde boz gunculuğa koşarlar.” İslamı ve Müslümanları ortadan kaldırma ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in sıfatlarıyla ilgili kitaplarında yer alan bilgileri imha yoluna giderler ve hep bunun gayreti içindedirler. “Allah ise bozguncuları sevmez.” 65Eğer ehl-i kitap îman edip (kötülüklerden) sakınsalardı, herhâlde her durumda (geçmiş) kötülüklerini örter ve onları nimeti bol cennetlere sokardık. “Eğer ehl-i kitap îman edip” Allah tarafından getirdiklerine ve bununla birlikte onlar hakkında orada açıkladığımız kötülüklerine bakıp îman etselerdi, “(kötülüklerden) sakınsalardı” imanlarını Allah'ın emir ve yasaklarına bağlılıkla güçlendirip sakınsalardı, “Her durumda (geçmiş) kötülüklerini örter.” O günahları yüzünden onları hesaba çekmez. “Ve onları nimeti bol cennetlere sokardık.” 66Eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i ve Rablerinden onlara indirileni (Kur'ân'ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından yerlerdi (yeraltı ve yerüstü servetlerinden istifade ederek refah içinde yaşarlardı). - Onlardan aşırılığa kaçmayan (iktisatlı, mutedil) bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür! “Eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i ve Rablerinden onlara indirileni (Kur'ân'ı) doğru dürüst uygulasalardı.” Yani; Tevrât ile İncîl'in hükümlerini, bunlarda öngörülen hadleri uygulasalardı, bu ikisinde yer alan Resûlüllah’ın özelliklerine bakarak îman etmiş olsalardı, “Ve Rablerinden onlara indirileni (Kur'ân'ı) doğru dürüst uygulasalardı.” Allah tarafından indirilmiş olan bütün kitapların içerdiği hükümleri uygulasalardı... Çünkü onlar bütün bu kitaplara îman etmekle mükelleftirler/yükümlüdürler. Sanki burada o kitaplarda bunlara indirilmiş gibi değerlendiriliyor ki, bu da hepsine îman ile mükellefiyetten ileri gelmektedir. Haliyle bu arada kitap ehli ve diğer insanlar elbette Kur'ân'a îman etmek ve ahkâmını da uygulamakla mükelleftirler. “Şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından yerlerdi (yeraltı ve yerüstü servetlerinden istifade ederek refah içinde yaşarlardı).” Aslında bu ifade, Allah’ın emirlerinin uygularınası hâlinde, uygula yanların büyük bir refah ve bolluk içinde olabileceklerini dile getiriyor. Meselâ, “Filân kimse tepeden tırnağa nimet içindedir” denilince nasıl ki bu cümleden o kimsenin refah ve huzur içerisinde büyük imkanlara sahip bulunduğu dile getiriliyorsa; işte burada da denmek istenen şey aynen bunun gibidir. Kaldı ki bu âyet aynı zamanda Allah'a itâat etmenin aynı zamanda o kimselerin rızıklarının ya da imkanlarının da bollaşacağınm bir delili ve delilidir. Nitekim bu, yüce Rabbimizin şu ayetlerinde yer alan gerçeklere benzemektedir: “Eğer kendilerine elçiler gönderdiğimiz ülkelerin insanları/halkı Allah'a ve elçilerine îman etmiş olsalardı, küfür ve çirkinliklerden sakınıp uzak durarak emir ve yasakları uygulasalardı; biz mutlaka gökten yağmurla bolluk ve bereket indirir, yeraltı ve yer üstü zenginliklerinin her çeşidini ortaya çıkararak refahlarını sağlardık.” A'raf, 96 Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kim Allah'ın emirlerine bağlı kalıp yasakladıklarından da uzak durmak suretiyle Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ve kolaylık sağlar ve onun hiç hayal edip beklemediği yerlerden rızık verir.” Talak, 1-2 Yüce Mevla buyuruyor: “Onlara dedim ki: Rabbinizden küfür ve şirkinizden dolayı mağfiret/af dileyin. Çünkü Allah tevbe edenlerin günahlarını pek çok mağfiret edendir. Mağfiret dileyin ki üzerinize gökten bol bol yağmur/bereket indirsin. Ve mallarınızı, oğullarınızı/çocuklarınızı ço ğaltsın ve sizin için bahçeler ihsan etsin, sizin için nehirler akıtsın.” Nûh, 10-12 Yüce yaratanımız yine buyuruyor: “Eğer doğru yol olan İslam üzere olup îman etmiş olsalardı, mutlaka kendilerine bol su verirdik, çünkü su her bereketin kaynağıdır.” Cin, 16 “Onlardan aşırdığa kaçmayan (iktisatlı, mutedil) bir zümre vardır.” Yani onların içinde Resûlüllahne düşmanlık beslemeyen ve orta yolu tutan bir takım kimseler de vardır ki, bunların inanmış bir gurup olduğu da ifade olunmaktadır. Bu kimseler Abdullah ibn Selâm ve onunla beraber hareket eden arkadaşları ile Hıristiyanlardan da 48 kişi idiler. “Fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür.” Aslında âyetin bu kısmında hayret ve şaşkınlık uyandıran bir mana yatınaktadır. Sanki burada şöyle denilir gibidir: “Onlardan çoğunun sergiledikleri bu davranışları gerçekten ne kötü bir davranıştır. “Bu davranışı sergileyenler Yahûdî Ka'b İbn Eşref ile arkadaşları ve ayrıca bunlarla beraber başkalandır, denmiştir. 67Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez. “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” Sana indirilenin tamamını tebliğ et. Sana her ne indirilmiş ise bunun tebliği konusunda hiçbir kimsenin görüşünü ve emrini beklemeksizin ve herhangi bir kimseden sana bir kötülük geleceğinden korkmaksızm tebliğ et, anlat ye aktar. “Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun.” Bu takdirde sana verilmiş olan risâlet/peygamberlik görevine ilişkin sorumluluğunu yerine getirmemiş ve tebliğde bulunmamış olursun. Bunlardan hiçbirini de yerine getirmemiş durumda kalırsın. Çünkü bir kısmını anlatmak, bir kısmın da ertelemek gibi bir durum burada söz konusu olamaz. Şuna öncelik vereyim de, şu kalsın denilemez. İlahi hükümlerin tümü mana ve önem bakımından aynıdır. Eğer sen bunlardan bir kısmını yerine getirmezsen, bu durumda sana gelen vahyin tamamına âit görevini yerine getirmemiş, gaflete düşmüş olursun. Bu durum tıpkı, Allah'tan gelenlerin bir kısmına inanıp bir kısmım da inkâr etmeye benzer ki, bu durumda olan kimseler bu halleriyle gelen vahyin tümüne îman etmemiş gibidirler. Dolayısıyla vahyin bir kısmını tebliğ edip bir kısmım etmemek bununla aynı anlamı taşır. Çünkü bu, tek bir hitabın ve emrin içerisinde sayıldığından bu itibarla bir tek hüküm olarak kabul edilmektedir. Tek bir şey ise, tamamen tebliğ edilmedikçe tebliğ edilmiş sayılmaz, nitekim bir kısmına îman eden de mü’min sayılmaz. Ancak şerî'at esaslarını çağ dışılıkla değerlendirip reddeden inkârcılar/mülhidler, dinden dönen mürtedler -Allah onların iki yakasını bir araya getirmesin, onlara lânet etsin- ; “Bu, anlamsız bir sözden ibârettir” demektedirler. Gerekçe olarak da şöyle diyorlar: “Bu, senin kölene/çocuğuna veya işçine;'İşte senin yiyeceğin, bunu ye! Eğer yemezsen yediğinle kal” demeye benzer. Bizim bunlara cevabımız şudur: Bu, geleceğe yönelik olarak risâlet/peygamberlik görevine ilişkin risâlete bağlı risâleti tebliğ emridir. Yani; Rabbinden sana indirilen şeyi gelecekte tebliğ et, eğer bunu yapmazsan yani gelecekte risâleti/mesajı tebliğ etmez/duyurmazsan, bu takdirde sen risâlet işini temelden tebliğ etmemiş, hiç duyurmamış gibi olursun. Ya da; Rabbinden şu anda sana indirileni tebliğ et/duyur. Fazlaca bir kuvveti ve imkanı elde edeyim de öyle yapayım diye bekleme. Eğer tebliğ etmezsen bu takdirde bu görevi hiç yapmamışsındır, demektir. Yahut da; Bunu, hiçbir kimseden ve güçten korkmaksızm tebliğ buyur. Eğer bu özellikte ve manada tebliğde bulunmazsan, sanki sen risâleti tebliğ görevini hiç yerine getirmemiş olursun. Kırâat imâmlarından Medine okulu mensubu Nâfi ve Ebû Cafer, Şam okulundan İbn Âmir ve Ebû Bekir Şube, (.......) kelimesini çoğul olarak, (.......) tarzında okumuşlardır. Daha sonra yüce Allah tebliğ konusunda Rasûlüne cesaret vermek üzere şöyle buyuruyor: “Allah seni insanlardan koruyacaktır.” Seni öldürmelerine fırsat ve imkan vermeyecektir, himaye edecektir. Hiç biri buna asla güç yetiremeyeceklerdir. Gerçi Uhut savaşırıda mübarek yüzü yaralarınış ve azı dişi kınlmış ise de bütün bunlara rağmen onu öldürmeye muvaffak olamamışlardır. Ya da bu âyet, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in başına gelenler gelmiş olduktan sonra nâzil olmuştur. Âyette geçen, “Nas/İnsanlar” ifadesinden kasıt kafirlerdir. Çünkü âyetin bundan sonra gelen kısmı bunların kâfirler olduğunu göstermektedir. “Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.” Yani seni öldürmek ve ortadan kaldırmak için kurmaya çalıştıkları tuzaklarına asla ve hiçbir zaman imkan ve fırsat vermeyecektir. 68“Ey Kitap ehli! Siz, Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbinizden size indirileni hakkıyla uygulamadıkça, (doğru) bir şey (yol) üzerinde değilsinizdir” de. Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınliğinı elbette artıracakta. Kâfirler topluluğuna üzülme. “Ey Kitap ehli! Sîz, Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbiniz den size indirileni hakkıyla uygulamadıkça, (doğru) bir şey (yol) üzerinde değilsinizdir” de. Yani; sizin için din sayılacak ve kabul edilecek bir şey üzerinde değilsiniz ki, ona bir isim verilmiş olsun, Çünkü sizin üzerinde bulunduğunuz şey batıldır. “Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınliğinı elbette artıracaktır!” Küfür ve azgınlıklarının artmasının Kur'ân'a izafe edilmesi, Kurban'a bağlarınası, fauna sebebiyet vermesi ve Kur'ân ahkamından hoşnutîkalmamalaıa bakımındandır. “Kâfirler topluluğuna üzülme.” Onlar için kendini harabetme. Çünkü bundan dolayı meydana gelecek olan zarar onları bulacaktır, seni değil. 69Îman edenler ile Yahûdîler, Sâbiîler ve Hıristiyanlardan Allah'a ve âhiret gününe (gerçekten) inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yoktur; onlar üzülecek de deplerdir. “îman edenler ile” Burada bunlardan kasdın münâfıklar olduğuna Rabbimizin şu âyeti gösterilmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey peygamber! Gerçekleri inkâr ederek küfür yolunda yarışanlar seni üzmesin. Ki onlar, kalpleriyle inanmadıkları hâlde ağızlarıyla,'inandık'diyen münâfıklarla,...” “Yahûdîler, Sâbiîler ve Hıristiyanlardan” İmam Siybeveyh diyor ki: “Basra ulemasının tamamı, (.......) kelimesini mübteda kabul ederek merfû'/ötreli okumuşlardır. Haberi ise mahzûftur/gizlidir. Burada bu kelimeyi tehirden maksat bunun, (.......) edaünın ismi ve haberi mesabesinde/konumunda kabul edilmiş olmasındandır. Sanki burada şöyle denilir gibidir: “Şüphesiz dilden îman edenler, Yahûdîler ve Hıristiyanlardan” “Allah'a ve âhiret gününe (gerçekten) inanıp iyi amel işleyen ler üzerine asla korku yoktur; onlar üzülecek de deplerdir.” Nitekim Sâbiîler de aynen böyledir. Yani “Kim Allah'a ve âhiret gününe îman ederse onlara korku yoktur” demektir. Burada bunu takdim etmiş ve haberi de hazfetmişim Bu tıpkı şâirin şu beyti gibidir: Kimin göçü Medine'de geceleyip kaldıysa Bilsin ki ben ve Kayyar burada kimsesiziz Yani burada şâir şunu demek istiyor: “Şüphesiz ben kimsesizim, nitekim Kayyar da öyle.” Burada, (.......) kelimesini başındaki lam harfi bunun (.......) edatının haberi olduğunu göstermektedir. Ancak bunun (.......) edatının ve isminin mahalli üzerine atfıyla merfû' olması sözkonusu değildir. Çünkü bu, haberden soyutlarınadıkça sahih olmaz. Bu bakımdan da, “Zeyd ve Amr, ayrıtandırlar.” diyemezsin. Ancak, “Zeyd ve Amr ayrıldılar” şeklin de olursa câiz/doğru olur. (.......) kelimesi mahzûf olan haberiyle birlikte bir cümle üzerine atfolunan/bağlarıan bir ifadedir. Dolayısıyla, (.......) ifadesinin sonuna kadar olan haliyle i'rabtan mahalli yoktur. Nitekim bunun üzerine affolunan cümlenin de i'rabtan mahalli olmadığı gibi. Burada takdimin yani buna öncelik verilmesinin faydasına gelince; Sâbiîlerin sapıklık ve azgınlık bakımından ismi geçen sapık Yahûdî ve Hıristiyanlardan daha ileride ve çok açık olduğu hâlde, eğer bunlar da doğru bir şekilde îman edecek olurlarsa Allah tarafından bunların da tevbelerini kabul olunabileceğini göstermek içindir. Evet böyle sapıkların günahlarının, îman etmeleri ve tevbe etmeleri durumunda bağışlarıaca gına göre, durumları bunlar gibi aşırı olmayan kimselerin günahlarının bağışlanamayacağını zannedebilir misin? “Îman eden kimse” ifadesi mübteda olarak mahallen merfûdur/ötrelidir. Bunun haberi ise, “Onların üzerine korku yoktur” cümlesidir. Kelimenin başındaki (.......) harfi ise, mübtedaya şart manasını kazandırmak içindir. Ayrıca cümle nasıl ki, (.......) edatının haberiyse, (.......) edatının ismine râci/bağlı olan kelime de mah zuftur ve: “Onlardan îman eden kimse” takdirindedir/manasındadır. 70Andolsun ki İsrâ'il oğullarının sağlam sözünü aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğim (ilâhî hükümleri) getirdi ise bir kısmını yalanladılar, bir kısmım da öldürdüler. “Andolsun ki İsrâ'il oğullarının sağlam sözünü aldık ve onlara peygamberler gönderdik.” (.......) Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini (ilâhî hükümleri) getirdi ise” Burada, (.......) ifadesi bir şart cümlesi olup, (.......) kelimesine sıfat olarak gelmiştir. Burada buna râci/bağlı olan zamîr ise mahzûftur/gizlidir. Yani bu, “Onlardan elçiler” takdirindedir. (.......) Yani arzu ve isteklerine uymayan, getirilen yükümlülüklerin ağırliği sebebiyle bunu heva ve heveslerine yedirmeyen, şehevi isteklerine aykın gelen şerî'at ile amel etmeleri emri... Burada şartın cevabı mahzûftur/kaldırılmıştır. Çünkü bundan sonra gelen cümle zaten buna delalet etmektedir. “Bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.” Burada âdeta şöyle denilir gibidir: “Ne zamanki kendilerine bir peygamber geldiyse karşısına dikildiler, düşmanlık edip onunla savaşa kalkıştılar.” Buradaki, (.......) ifadesi herhangi bir sorana verilen yeni bir cevaptır. Sanki biri şöyle der gibi: “Onlar peygamberlerine karşı neler yaptılar?” Ayrıca burada, “Öldürürler” kelimesi muzari/geçmiş zaman olarak zikredilmiş olmakla birlikte bu, mazi halin/geçmiş zamanın hikâyesidir. Yani geçmişe âit bir durumu şimdi olmuş gibi bir fiil ile aktarmasıdır ki, öldürme olayının çok iğrenç ve asla kabul edilemeyecek bir şey olduğunu göstermek ve aynı zamanda peygamberleri öldürmenin Yahûdîlere âit âdeta olağan bir şey olduğu konusunda buna dikkat çekmek ve uyarmak içindir. Yine âyette geçen her iki, “bir kısmı” kelimesi, (.......) ve (.......) fiillerinin mefulleri/nesneleri olarak mensûb kılınmışlardır. Bir tefsire göre peygamberleri yalanlama özelliği, Yahûdîlerle Hıristiyanlar arasında ortak olan bir özelliktir. Fakat peygamberleri öldürme özelliği sadece Yahûdîlere âit bir iğrençliktir. Çünkü Yahûdîler hem Hazret-i Zekeriya ve hem Hazret-i Yahya'yı öldürmüşlerdir. 71Bir belâ olmayacak zannettiler de kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah tevbelerini kabul etti. Sonra içlerinden çoğu yine kör ve sağır oldu. Allah onların yaptıklarını görmektedir. “Bir belâ olmayacak zannettiler de” Kırâat imâmlarından Hamza, Ali ve Ebû Amr (.......) kavlini, “Ella Tekuunü” olarak okumuşlardır. Bunun nedeni de, (.......) edatını sakile şeddeli hâlden muhaffefeye/şeddesiz duruma geldiğini kabul ettikleri içindir. Bunun aslı, (.......) olup, dolayısıyla, (.......) edatı şeddeli hâlden şeddesiz hale getirildi ve şan/dikkat zamîri de hazfedildi/ kaldırıl dı. Bundan ötürü de onların Göhüllerindeki güçlü olan zanları da bügi mesabesinde değerlendirildi. Yani burada, (.......) ilim/bilgi anlamında değerlendirildi. Çünkü bundan ötürü,. (.......) kelimesi tahkik veya muhakkak/kesinlik manasında olan,.(.......) edatının başına gelmiştin (.......) belar imtihan ve azap manasınadır- Yani; “Israiloğullart peygamberleri öldürmekle ve elçileri yalanlamakla Allah tarafından başlarına bir azâbın ve felaketin gelmeyeceğini sandılar.” (.......) ve-veya (.......) edatının sılasının/ilgi veya yan cümleciğinin kapsadığı Müsned ve Müsnedun ileyh (.......) fiilinin iki mefulü/nesnesi yerine geçmiştir. Burada, (.......) ve/veya (.......) diye ayırd etmemizin sebebi iki kırâat esas alındığından dolayıdır. Bir kırâate göre, (.......) mastar ve nasb edatıdır, diğer bir kırâate göre ise, (.......) şeddeli hâlden hafife/şeddesiz duruma dönüştürülmüştür. “Kör ve sağır kesildiler.” Gördükleriyle ve işittikleriyle amel etmediler. Ya da doğruyu görmekten kör, öğüt dinlemekten de sağır oldular. “Sonra Allah tevbelerini kabul etti.” Onlara tevbe etmeyi nasibetti. “Sonra içlerinden çoğu yine kör ve sağır oldu.” Bu, zamîrden bedeldir. Burada zamîrden kasıt (.......) harfidir. Yani külden bedeli ba'zdır.31 Ya da mahzûf/kaldırılmış bir mübtedanın haberidir. Yani, “İşte onlardan bir çoğu” demektir. “Allah onların yaptıklarını görmektedir.” Bu itibarla da onları amellerine göre cezâlarıdıracaktır. Çoğunluğu kastedilerek bir kısmına işaret etmek. 72Andolsun ki, “Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesih'tir” diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh: “Ey İsrâ'il oğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Biliniz ki kim Allah'a ortak koşarsa, muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur” demişti. “Andolsun ki, “Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesih'tir” diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh: “Ey İsrâ'il oğullarıl Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz.” Ayete dikkat edilecek olunursa Hazret-i Isa kendisiyle kavmi arasında kul olma bakımından bir farkının olmadığını belirtmektedir. Bunu da hıristiyanlar aleyhinde bir hüccet/delil olsun diye demektedir. “Biliniz ki kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah, ona cenneti haram kılar.” Çünkü cennet tevhid ehlinin yurdudur. Yani, Allah muvahhid olamayanı cennete girmeyi haram kılmış ve onu oradan menetmiştir. “Artık onun yeri ateştir.” Dönüş yeri ateştir. “Ve zalimler için yardımcılar yoktur” demişti. Âyetin bu kısmı ya yüce Allah'ın kelammdandır veya Hazret-i Îsa'ya âit sözdür. 73Andolsun ki, “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer söyleye geldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir. “Andolsun ki, “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler de kâfir olmuşlardır.” Yani Allah üç ilahtan üçüncüsüdür. Burada işin biraz anlaşılamaz gibi gözüken tarafı şudur. Yüce Allah bundan önceki âyette, “Andolsun ki, Allah Meryem oğlu Mesih Îsa'dır, diyenler kafir olmuşlardır.” Mâide, 72. diye geçen bu ifade ile bu âyette geçen, “Andolsun ki, Allah baba, oğul ve Ruhu’l-Kudüs'ten oluşan üçten biridir, diyenler de kafir olmuşlardır” ifadesidir. Çünkü birinde öyle, birinde de böyle denmektedir. Bm nasıl anlaşılmalı? Bunun cevabı şöyledir: Bazı Hıristiyanlar, Îsa Mesih bizzat Allah’ın kendisidir. Bazan Allah bir şahsın bünyesinde tecelli eder/ortaya çıkar. İşte bu zamanda da Hazret-i Îsa’nın şahsında tecelli edip ortaya çıkmıştır. Bunun içindir ki, Hazret-i Îsa'nın: şahsında Allah’tan başka hiçbir kuvvetin güç:yetiremeyeceği şeyler meydana gelmiştir. Bu da onun Allah olduğunun delilidir, diyorlar. Bazı Hıristiyanlar da üç ilâh olduğuna inanıyorlar. Allah, Meryem ve Hazret-i Îsa’yı da birer ilâh olarak kabul ediyorlar. Hazret-i Îsa’ya da Allah'ın Meryem'den olan çocuğudur, diyorlar. “Halbuki bir tek Allah'dan başka hiçbir İlah yoktur.” Burada; geçen, (.......) edatı istiğrak içindir. Yani, “Varlık dünyasında kesinlikle vahdaniyet sıfatıyla nitelenen bir başka ilâh yoktur, bir tek ilâh olarak Allah vardır. Kesinlikle ikinci bir ilâh sözkonusu değildir. Var olan yalnızca eşi ve ortağı olmayan yüce Allah'tır” demektir. “Eğer söyleye geldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir.” Âyetin bu cümlesi içerisinde yer alan, (.......) edatı ise beyan/açıklama içindir. Bu tıpkı “Pis putlardan kaçının.” Hac, 30. âyetinde yer alan, (.......) edatı gibidir. Burada, “Kafir olanlara isabet edecektir.” diye açıkça kâfirler olarak belirtildi. Bunun yerine, “Onlara mutlaka dokunacaktır” diye zamîr zikredilmedi/söylenmedi. Çünkü zamîr yerine bizzat o zamîrden kasd olunan ismin kendisinin zikredilmiş/söylenmiş olması, onlar aleyhine kafirliklerine olan tanıkliğin tekrar edilmesi maksadıyladır. Veya (.......) edatı burada teb'îz yani bir kısmı, bazıları manasını içeren bir edattır. Yani: “Bunların içinden kafir olarak kalanlardan bazısına acıklı bir azap dokunacaktır” demektir. Çünkü bunların bir çoğu Hıristiyanlıktan dönüp tevbe etmişlerdir. (.......) Bir tür çok şiddetli acı veren azap demektir. 74Hâlâ Allah'a tevbe edip O'ndan bağışlarınayı dilemeyec ekler mi? Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir. “Hâlâ Allah'a tevbe edip O'ndan bağışlarınayı dilemeyec ekler mi?” Bunların kafir oldukları gerçeği bu tanıklıktan sonra tekrar tekrar dile getirildiği hâlde hala tevbe etmeyecekler mi? İşte bu ağır tehdit, bunların halen üzerinde bulundukları küfür sebebiyledir. Aynı zamanda burada bu kimselerin küfürde ısrar etmelerine da hayretle karşılarınaktadır. “Allah çok yarhğayıcı, çok esirgeyicidir.” Allah, tevbe etmeleri hâlinde bunları da, başkalann da mağfiret eder/bağışlar. 75Meryem oğlu Mesîh ancak bir resuldür/elçidir. Ondan önce de (birçok) resuller/elçiler gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadmdır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar. “Meryem oğlu Mesîh ancak bir resuldür/elçidir.” Böylece burada Hazret-i Îsa'nın ilâh olmadığı gerçeği dile getiriliyor ve buna dikkat çekiliyor. “Ondan önce de (birçok) resuller/elçiler gelip geçmiştir.” Bu cümle bundan önce geçen, “elçi” kelimesinin sıfatıdır. Yani; “O/Îsa (aleyhisselâm) kendisinden önce gelip geçmiş olan elçilerden o da bir elçidir, başka değil. Onun anadan doğma körleri, alaca hastaliğina yakalannış olanları iyileştirmesi, ölüleri diriltmiş olması, onun elinde olan bir şey değildir. Çünkü o bir ilâh değildir. Aksine Hazret-i Îsa'nın eliyle anadan doğma körleri ve alaca hastaliğina yakalananları iyileştiren, ölüleri dirilten bizzat yüce Allah'tır. Nitekim Allah, Hazret-i Mûsa'nın asasına can/hayat vermiş ve Hazret-i Mûsa'nın elinde o, hareket eden, hızlıca koşan bir yıları oluvermişti. Dolayısıyla Hazret-i Îsa'nın bir erkek olmadan yani babasız olarak sadece Meryem'den doğmuş olması, yüce Allah'ın tıpkı Hazret-i Âdem'i hiçbir erkek ve kadın olmaksızın yani anne ve baba söz konusu olmaksızın yaratması gibi bir yaratmadır. “Anası da çok doğru bir kadındır.” Onun annesi de yine tıpkı peygamberleri tasdik edip onlara îman eden kimi kâdirılar gibidir. Hazret-i Meryem'e, “Sıddika” adının verilmiş olması, yüce Allah'ın şu âyetine göredir: “Rabbinin sözlerim ve kitaplarını tasdik etti/doğruladı.” Tahrîm,12 Daha sonra yüce Allah, hem Hazret-i Meryem'e ve hem de Hazret-i Îsa'ya nisbet edilen ilahlık vasfını onlardan şu ifadesiyle uzaklaştırmaktadır: “Her ikisi de yemek yerlerdi.” Çünkü yemek yemek suretiyle gıda almak gereğim duyan, buna bağlı olarak yediklerini hazmetmesi ve bunları dışarı atması ihtiyacında olan bir varlık sadece, etten, kemikten, damar ve sinirlerden ve bunun gibi şeylerden oluşan tıpkı diğer cisimler gibi oluşmuş/yaratılmış olan bir cisimdir. “Bak, onlara delilleri nasd açıklıyoruz. Yani onların bâtıl sözlerini gösteren delilleri içeren alâmetleri nasıl da gösteriyoruz. (.......) Sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar Bütün bu açıklamalardan sonra hakkı dinlemekten ve üzerinde düşünmekten nasıl da dönüyorlar. Bu ifade ile yüce Allah, bu kimselerin Rab/Mabud ile kul arasında nasıl da bir fark görmediklerini hayretlerle gözlerimiz önüne sermektedir. 76De ki: “Allah'ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah'tır.” “De ki: “Allah'ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz?” Âyette, “zarar ve yarar vermeyen” ifadesinden kasıt Hazret-iÎsa'dır. Zaten mealde de buna işaret edilmiştir. Yani, tıpkı yüce Allah'ın başırııza verdiği bela, felaket, mal ve can bakımından musibetleri vererek zarar verdiği gibi; Hazret-i Îsa bunları verme gücüne asla sahip değildir. Yine yüce Allah'ın verdiği beden sağliği, bol imkanlar, refah türünden yarar sağlayan şeyleri verdiği gibi Hazret-i Îsa bunları veremez ve sağlamaz. Buna gücü yetmez. Çünkü beşerin yani insanların güç yetirebildiği zarar ve yarar verme durumları da yine yüce Allah'ın yaratmasıyla olmaktadır. Durum böyle olunca bu demektir ki aslında insanın bir şeye gücü yetmez. İşte bu gerçekler şu konuda kesin delildir. Hz Îsa'nın emri/işi veya durumu Rab olmaya aykındır. Çünkü Allah onu ne zarar ve ne de yarar yerebilecek bir güce sahip kılmaksızm yaratmıştır. Yani, yüce Allah Hazret-i Îsa'ya bu manada bir gücü vermemiştir ki Rab olabilsin!? Rab olmanın özelliği, her şeye gücü yeten olmasıdır. Takdir edilen hiçbir şey asla O'nun kudreti dışında olmaz. “Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah'tır.” Bu cümle, (.......) kelimesine mütealliktir/ilgilidir. Yani: “Siz Allah'a ortak mı koşuyorsunuz, O'ndan korkmuyor musunuz? Halbuki O söylediklerinizi işiten ve neye inandığınızı da bilendir.” 77De ki: “Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın.” “De ki: “Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın.” Âyette geçen, “Ğuluvv” kelimesi, haddi aşmak, taşkınlık etmek demektir. Hıristiyanların hadlerini aşmaları veya taşkmlıkları, Hazret-i Îsa'ya layık olmadığı bir makama yüceltip onun ilahlığmı savunmalarıdır. Yahûdîlerin hadlerini aşmaları ise, Hazret-i Îsa'nın peygamberliğe layık biri olmadığım söyleyip reddetmeleridir. Âyette geçen, (.......)ifadesi, mahzûf/kaldmlmış bir mastann sıfatıdır. Yani, “Haksız yere bir taşkınlık edip haddi aşmak” demektir. Yani bâtıl manada bir taşkınlığa ve haddi aşmaya kalkışmayın, demektir. “Daha önceden sapan.” Yani sizden önce geçen selefleriniz ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmezden önceki önderlerinizin hem kendileri sapmışlar... “Ve birçoklarını saptıran.” Onlardan tarafa çıkan bir çoklarını da saptıran. “Ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın.” 78İsrâ'il oğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu Îsa diliyle larıetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. “İsrâ'il oğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu Îsa diliyle larıetlenmişlerdir.” Anlatıldığına göre Eyle halkı Cumartesi günü yasağını tanımayıp hadlerini/sınırları aşmaları üzerine Hazret-i Dâvud onlara şöyle beddua etmiştir: “Allah'ım! Onları lânetleyip rahmetinden uzaklaştır ve onları yasaklara uymayan toplumlar için bir mu'cize, bir örnek kıl.” İşte bu beddua üzerine yüce Allah onları maymunlara dönüştürmüştür. Nitekim Hazret-i Îsa'nın ashâbı/arkadaşları da gökten gelen sofra mu'cizesini inkâr etmeleri üzerine Hazret-i Îsa da onlara şöyle bedduada bulunmuştur: “Allah'ım! Gökten gelen bu sofradan yedikten sonra küfre saplananları, daha sonra bir başka kimsede, alemde/dünyada benzeri görülemeyecek şekilde bir azap ile cezâlarıdır. Tıpkı Cumartesi yasağını hiçe sayanları lânetleyip rahmetinden kovduğun gibi bunları da rahmetinden kovarak lânetle.” İşte bunun üzerine onlar da domuzlara dönüştürüldüler. Sayıları ise beşbin kişiydi. “Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.” Yani onların larıetlenme nedeni isyan etmiş olmaları ve haddi/sınm aşmalarıdır. Daha sonra onların bu isyana kalkışmaları ve hadlerini/smırların aşmaları şu ayetle açıklarınaktadır: 79Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çabşmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! “Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı.” Biri ötekisini işlediği kötü fiilden, iğrenç davranışlarından menetmiyordu. Burada âyette, “kötülüğün ya da münkerin” kelimesinin, “İşledikleri” ifadesiyle nitelenmesinin manası şudur: Çünkü, bir fiil işlendikten sonra nehyetmek ya da yasaklamak esas itibariyle yasaklama anlamını taşımaz. Kötü bir fiilin yasaklarınası demek, henüz o işlenmeden önüne geçilmesi ve yasaklanması demektir. İşte burada esas üzerin de durulan nokta işledikleri kötülüğü hemen her zaman tekrarladıkları hâlde, hep işleyip durdukları hâlde veya benzer bir kötülüğü işledikleri ya da işlemeyi istedikleri bir kötülüğü yapmaya kalkıştıkları hâlde bundan birbirlerini menetmemeleri demektir. Yahut bundan maksat, işledikleri bir kötülükten menetmiyorlar, aksine onu işlemekte ısrar ediyorlar, demektir. Meselâ bir kimse bir şeyden kaçındığı, uzak durduğu ve terkettiği zaman, onun için, “Bu işten vazgeçti, ondan uzak durdu, artık ona son verdi” derler. Daha sonra onların bu davranışlarından hayretle şu şekilde söz edilmekte ve durum yeminli bir ifade ile tekit edilerek aktanlmaktadır. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” İşte bu âyet, aynı zamanda kötülük olan yani Kur'ân ifadesiyle münker denilen bir yanlıştan ve fiilden insanları menetme görevini terketmek büyük günahlardan olduğunun bir delilidir. Yazıklar olsun bu görevlerinden kaçan Müslümanlara! 80Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür! Allah onlara gazâbetmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar. “Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün.” Burada kendilerinden söz edilen kimseler kitap ehlinden münâfık olanlardır. Çünkü bu münâfık kitap ehli müşriklerle dostluk kuruyorlar ve Müslümanlara karşı onlarla güçbirliği yaparak velayet yetkisini veriyorlar. Onların saflarında samimiyetle yer alıyorlar. “Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür! Allah onlara gazâbetmiştir.” Kendi gelecekleri için öne sürdükleri şey gerçekten ne büyük bir kötülüktür. Bundan dolayı Allah kendilerine gazâbetmiş, Allah'ın hışmına uğramışlardır. Yani, bu fiilleri Allah'ın gazâbını ve hışmını muciptir/gerektirir. “Ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar.” 81Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene îman etmiş olsalardı, onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır. “Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene îman et miş olsalardı...” “Onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi.” Yani Allah'a ortak koşanlara velayet yetkisi vermez, onlarla birlikte hareket etmezlerdi. Çünkü müşriklerle dost olmak, onları veli edinmek bizzat kendilerinin münâfık olduklarınn kesin delili ve delilidir. “Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” Yani, küfürlerinde ve nifaklarında hep ısrarlıdırlar, ısrarcı olmuşlardır. Yahut bunun manası şöyledir: Eğer sözkonusu bu Yahûdîler, Allah'a, Mûsa'ya ve ona indirilen Tevrât'a gerçekten îman etmiş olsalardı, nasıl ki Müslümanlar müşrikleri dost ve veli/dost edinmemişlerse, bunlar da kesinlikle müşrikleri dost edinmez ve onların yanında yer alarak, veli kabul etmezlerdi. Fakat onlardan bir çoğu dinlerini terketmiş, dinden çıkmış kimselerdir. Esasen onların bu manada bir dinleri de zaten yoktur.” 82İnsanlar içerisinde îman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahûdîler ile, şirk koşanları bulacaksın. Onlar için de îman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da “Biz Hıristiyanlarız” diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. “İnsanlar içerisinde îman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahûdîler ile, şirk koşanları bulacaksın.” Burada, “Yahûdîler” kelimesi, “Bulacaksın” kelimesinin ikinci mefulüdür/nesnesidir. “Düşman” kelimesi de temyizdir. “Şirk koşanlar” ifadesi de bunun üzerine atf olunmuştur. “Onlar için de îman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da “Biz Hıristiyanlarız” diyenleri bulacaksın.” Cer edatı olan “Lam” harfi, (.......) ile “sevgi” kelimelerine taallûkta/ilgili bulunmaktadır. Âyette Yahûdîler katı yüreklilikle, Hıristiyanlar ise yumuşak kalplilikle tanıtılmaktadır. Mü’minler olan düşmanlıkları bakımından en şiddetlileri Yahûdîler gösterilmiş ve bunlar müşriklerle aynı derece ve yakınlıkta değerlendirilmiştir. Bir de düşmanlıkta sıra bakımından âyette Yahûdî toplumuna öncelik verilmiş olması, müşriklerin ikinci sırada yer almasının nedeni, Yahûdîlerin müşriklere göre bu tür düşmanlıklarda daha çok kıdem ve önceliğe sahip olmalarını göstermek ve buna dikkat çekmek içindir. Hıristiyanların daha ılımlı oluşlarının sebebi de şöyle açıklarınaktadır: “Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.” Âyette geçen, (.......) lâfzından kasıt alimler, bilgin keşişler demektir. “rahipler” ise kendilerini ibâdete vermiş kimseler, zahitler manasınadır. (.......) ifadesiyle de Hıristiyanların yumuşak kalpliliklerinin sebebine ve mü’minlere sevgi besleme bakımından olan yakınlıklarına işaret olunmaktadır. Çünkü bunların içlerinde gerçekten din konusunda ve gerçekleri dile getirmede ilim adamları var olduğu gibi, yine içlerinde kendilerini Allah için ibâdete adamış ihlas sâhibi kimseler de bulunmaktadır. Bu bakımdan kendileri tevazu, alçak gönüllü oldukları gibi, kimseyi ezmeyen hak taraftan kimselerdi. Halbuki Yahûdîler tamamen bunun aksi karaktere sahip kaü yürekli ve acımasız, zâlim, kafir ve fâsık bit toplumdurlar. Bu âyet ayrıca şu gerçeğin de delili ve delilidir: İlim her şeyden çok daha yararlıdır. İnsanı daha çok hayra ve iyiliğe yönelten bir terazidir. Evet bu bilgi özelliği bir keşişte de olsa durum böyledir ve eğer rahiplerde de olsa âhiret alâmetini, özelliğini kazandırmaktadır. Yani, âhireti için kendim Allah'a adamanın bir özelliği olmaktadır. Durum bir Hıristiyanda da olsa onun kibir ve gururdan beri ve uzak olduğunu ortaya koymaktadır. 83Resule indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten hak olduğunu bildiklerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: “Rabbimiz! Îman ettik, bizi (hakka) şâhit olanlarla beraber yaz.” “Resule indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görörsün.” Dikkat edilirse Hıristiyanlar bu âyette yumuşak kalplilikle nitelenmekte ve Kur'ân'ı dinledikleri zaman ağladıkları belirtilmektedir. Nitekim Necaşi'den rivâyet olunduğuna göre, Cafer İbn Ebû Talip başkanliğinda Habeşistan'a hicret eden Müslümanlarla onları oradan almak üzere şikayete gelen müşrikler, Necati'nin huzurunda bir arada toplandıkları vakit, Müslüman muhacirler ona Kur'ân'dara âyetler okumuşlardı. Bunun üzerine Necaşi onlara: “Sizin kitabınızda Meryem ile ilgili bir şeyler var mı?” diye sorar. Cafer İbn Ebû Talip de ona: “Evet, Kur'ân'da Meryem'in ismiyle bir sûre bulunmaktadır” diye cevap vermiş ve o sûreyi, “İşte bu özelliklerle tanıtıları Meryem oğlu Îsa budur. O Hıristiyanların onu tanıttıkları gibi değildir.” (19, Meryem, 34) âyetine kadar okumuştu. Aynı şekilde Taha suresinden de, “Habibim! Mûsa'nın kavmiyle ve Fir'avun ila ilgili haberi sana ulaştı mı?” (20, Taha,9) âyetine kadar olan kısmı okumuştu. İşte bunları dinleyen Necaşi ağlamaya başlamıştı. Nitekim onun kavminden yetmiş kişilik bir heyet olarak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e geldiklerinde, kendilerine Yasin sûresi okunmuş ve bunu dinledikleri zaman ağlamaya başlamışlardı. Gözlerinden yaşlar boşanmıştı. Çünkü, (.......) gözlerinden yaşlar boşanmcaya kadar gözleri yaş ile dolmak, demektir. Çünkü taşmak demek, kabın veya bir başka şeyin çevresindekilerin de farkına varabilecekleri şeklide dolması veya taşması demektir. Âyette taşmak manasına gelen, (.......) kelimesi esas itibariyle dolmak/imtila manasının yerinde kullanılan bir kelimedir. Yahut da burada ağlama konusu biraz mübalağalı bir şekilde veya abartılı olarak onların durumları anlatılmak istenmiştir. Sanki bizzat gözleri kendiliğin den boşanır anlamı yatınaktadır. Yani ağlama sebebiyle gözleri dolu dolu olup akmaya başladı, gözleri doluydu, demektir. (.......) ifadesindeki, (.......) edatı başlarıgıç noktasını tesbit/iptidai gaye içindir. Yani göz yaşı damlasının başladığı an, aktığı ilk an, demek olup; bu da esasen gördükleri gerçeklerin kendilerine yabancı olmadığını, onları önceden de bilip tanıdıkları gerçeğinden doğmuştur. Yani ağlama nedenleri bunun içindir. “Haktan” ifadesindeki (.......) edatı mevsulü/ilgi zamîrini açıklamak için olup, bu da, “tanıdıkları” kelimesidir. Ya da bu (.......) edatı bazısını, bir kısmını manasında teb'îz içindir. Dolayısıyla bu, “hakkın/gerçeğin bir kısmını tanımaları...” hâlinde eğerağlamışlarsa, acaba tamamını öğrenmiş ve Kur'ân'ı okumuş olsalardı, Sünneti de kavrayabilselerdi acaba ne yaparlardı, demektir. “Derler ki: “Rabbimiz! Îman ettik, bizi (hakka) şâhit olanlarla beraber yaz.” Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) fiilindeki failin zamîrinden hâldir. Burada, “îman etti” fiilinden kasıt, imanın oluşması ve dine girmeleri manası dile getirilmektedir. “Bizi şâhit olanlarla beraber yaz” ifadesinden murat, kıya met gününde diğer ümmetlerin üzerinde şâhitlik yapacak olan Muham med (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ümmetiyle birlikte biz yaz, bizi de onların arasına kat, demektir. Çünkü yüce Allah Şöyle buyurmaktadır: “İşte böylece insanlara karşı şâhit olmanız...” Evet Hıristiyanlar daha önce Hazret-i Peygamberin ümmetinin diğer ümmetler üzerinde şâhitlik edeceklerini İncîl'de gördüklerinden ötürü, işte böyle yakarmışlardı. 84“Rabbimizin bizi iyiler arasına katınasını umup dururken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe îman etmeyelim?” “Rabbimizin bizi iyiler arasına katınasını umup dururken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe îman etmeyelim?” Burada, “Allah'a ve bize gelen gerçeğe îman etmeyelim” cümlesiyle imansızliğin kötülüğü ve bundan uzak kalışın yanlışliği anlamında inkan içeren bir sorgulama bulunmaktadır. Çünkü hem îman etmenin gereği olan şeyleri isteyeceksin, hem de imansızliği benimseyeceksin, işte bu olmaz. Îman etmenini gereği Allah'tan nimet beklentisi içinde olarak kendilerinin sâlihlerle beraber kılınması arzu ve isteğidir. Bir tefsire göre peygamberimize gelen bu heyet kendi toplumlarına döndüklerinde, onları kınayarak işte bu sözlerle onlara cevap vermişlerdir. (.......) ifadesi mübteda ve haberdir. (.......) kelimesi hâldir. Yani îman etmeksizin, mü’min olmayarak demektir. Bu âdeta, “Neden kalkmayasın.” cümlesi gibidir. (.......) ifadesi, (.......) takdirindedir. (.......) kelimesinden kasıt da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Kur'ân kasd olunmaktadır. “Umuyoruz” kelimesi, “îman ediyoruz” fiilindeki zamîrden hâldir. Bu ise, “Bizler umuyoruz” takdirin dedir. “Sâlih kavimden” kasıt ise peygamberler ve mü’minlerdir. 85Söyledikleri (bu) sözden dolayı Allah onlara, içinde devam lı kalmak üzere, zemininden ırmaklar akan cennetleri mükâfat olarak verdi. İyi hareket edenlerin mükâfatı işte budur. “Söyledikleri (bu) sözden dolayı Allah onlara, içinde devamlı kalmak üzere, zemininden ırmaklar akan cennetleri mükâfat olarak verdi. İyi hareket edenlerin mükâfatı işte budur.” Bu âyet, ikrarda bulunmanın îmana dahil olduğunun delilidir. Nitekim müctehid imâmların/fakihlerin görüşleri de böyledir. Ancak Kerramiye mezhebi mensupları, (.......) yani, “söyledikleri” kelimesine bakarak mücerret/yalnız sözle “îman ettik” ifadesine bakarak, bunun îman olacağını savundular. Ancak siyak itibariyle yani mananın geliş akışına bakılınca, gözlerden yaşların boşanması ve devamında ihsanda bulunulması manaları onların bu düşüncelerini ortadan kaldınyor ve yanlışlıklarını sergiliyor. Hiç mücenet ifadeyle yani sadece sözle, “Ben inandım” demenin gerçek manada îman olduğu nasıl söylenebilir ki!? Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İnsanlardan öyleleri de vardır ki, îman etmedikleri hâlde,'Allah'a ve âhiret gününe îman ettik'derler.” Bakara, 8 İşte bu âyet, sadece sözde, “Biz Allah'a îman ettik” demenin anlam sız olduğunu, bir gerçeği ifade etmediğini ortaya koymaktadır. Çünkü bu ifadede kalb ile tasdik yani gönülden ve içten îman yoktur. Marifet ehli/uzağı görenler şöyle demektedirler: “Gelen bu heyetin ifadelerinden üç şey anlaşılmaktadır; cefaya ağlamaları, verilen şeyler sebebiyle dua etmeleri ve Allah'ın kazasına/Iıükmüne rıza göstermeleridir. Kim ma'rifet iddiasında ise ve fakat sayıları bu üç şeyden kendilerinde bir eser yoksa, o kimse davasında dürüst ve samimi değildir.” 86İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince işte onlar cehennemliklerdir. “İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince işte onlar cehennemliklerdir.” İşte bu âyet, düşmanlar ile alâkalı olup onların durumlarını reddediyor ve cezâlarıdırma ile ilgili durumlarını bildiriyor. İlk âyet ise Allah'ın veli kullarının isteklerinin kabulünün bir delilidir ve onların nasıl mükâfat gördüklerini anlatıyor. Sonraki âyet bazı sahabiler -Allah onlardan râzı olsun- hakkında nâzil olmuştur. Çünkü bu sahabiler dünya ile alakalannı keseceklerine ve bir ruhban hayatı yaşayacaklarına, kaba ve sert giysi giyeceklerine, gecelerini ibâdetle, gündüzlerini de oruçlu olarak geçireçeklerine, yeryüzünde seyahat edeceklerine/bir yerde yerleşik hayat geçinmeyeceklerine, vatan edinmeyeceklerine, kendilerini hadımlaştıracaklarına, et ve iç yağı yemeyeceklerine, kâdirılarla bağlarını keseceklerine ve koku sürünmeyeceklerine dair yemin etmişlerdi. 87Ey îman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez. “Ey îman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın.” Yani temiz olanını ve helâl olandan hoşunuza gideni yeyin. (.......) kelimesinin manası, yani helâl olan bir şeyi tıpkı haram imiş gibi kendinizi ondan menetmeyin, uzak tutmayın. Ya da; “Biz bunu kendi kendimize haram kıldık/yasakladık” demeyin. Yani helâl olan bir şeyi yememe konusundaki abartıyı belirtmek, helalden uzak durmak, terket mek anlamında böyle bir ifade kullarınayın, manasınadır. Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) et olarak tavuk eti ve pelte paluze yerlerdi. Rasûllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tatlı ve balı çok severdi ve: “Mü’min tatlıdır, tatlıyı sever” buyurmuşlardır. Hafız İbn Hacer Askalani, bu hadisi Deylemî, “el-Firdevs” eserinde Hazret-i Ali'den rivâyet etmiştir, diyor. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf;1/671 Hasen-ı Basrî (v110/728) den anlatıldığına göre, kendisi bir yemeğe davet edilmiş, yanında da Ferkad el-Sebehi ve arkadaşları bulunuyormuş. Hepsi de sofraya otururlar. Sofrada da yağlı tavuk etinden yapılmış türlü yemekler, pelte/paluze ve daha başka yiyecekler de bulunuyormuş. Ancak Ferkad sofraya oturmayıp bir kenara çekilir. Hasen-ı Basrî: “Yoksa Ferkad oruçlu mu,” diye sorar. Kendisine: “Hayır, oruçlu değil, fakat o bu şekilde çeşitli yiyeceklerin bol olarak bulunduğu sofralar dan hoşlarınaz” derler. Bu cevap üzerine Hasen-ı Basrî Ferkad'e dönerek: “Sen, an salyasının/balın buğday özüyle karıştırılarak halis tereyağından yapılmış olan bir tatlıyı bir Müslümanın ayıpladığını, bunda kusur bulduğunu gördün mü hiç?” diye karşılık verir. Yine Hasen-ı Basrî'ye dayandırılarak rivâyet olunmaktadır. Kendisine filân kişi pelte/paluze yememektedir, denilmiş. Hasen-ı Basrî de: “Peki ya o soğuk su içiyor mu?” diye sormuş, çevresindekiler de: “Evet” demişler. Bunun üzerine Hasen-ı Basrî: “Gerçekten o adam câhilin biriymiş. Çünkü o kimsenin soğuk su içmesi sebebiyle Allah’ın onun üzerindeki nimet hakkı, Paluze/pelte yediği zamanki nimet hakkından daha büyüktür” demiş. (.......) Yani, bir şeyi helâl veya haram kılmada Allah'ın sizin için çizdiği sının aşmayın veya sizin için helâl kılman sının aşıp haram sınıra girmeyin, demektir. Yahut da, helâl ve temiz şeyleri yemekte israfa ve savurganlığa kaçmayın, manasınadır. “Allah sınırı aşanları sevmez.” 88Allah'ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yeyin ve kendisine îman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun. “Allah'ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yeyin ve kendisine îman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun.” Burada, “helâl temiz” ifadesi, “Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden” ifadesinden hâldir. “Allahtan korkun” emrolundukları şeyi tavsiye etme bakımından bir tekit ve pekiştirme ifadesidir. Bunu da, “îman etmiş olduğunuz” cümlesiyle daha fazla tekit etmiş olmaktadır. Çünkü îman, emredilen ve nehy edilen şeyler bakımından sakınmayı ve Allah'tan korkmayı/takvayı gerektirir. 89Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut onları giydirmek, yahut da bir köle âzat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riayet edin). Allah size âyetlerini açıklıyor ki, şükredesiniz! “Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz.” Yeminlerde lağv (.......) demek, her hangi bir niyet olmasızın ağızdan öylene çıkıveren ve bundan dolayı de bir hüküm terettüp etmeyen, cezâ gerektirmeyen yemin demektir. Meselâ, bir konuda onun şöyle veya böyle olduğunu zannederek, öyledir diye yemin etmesidir. Halbuki durum dediği gibi değildir. Bilindiği gibi helâl ve temiz olan bir şeyin haram olduğuna ilişkin adam öyle zannederek ve bunun bir kurbet/Allah'a yakınlık olduğunu düşünerek yemin etmiştir. Ancak bu âyetin gelmesi üzerine, üzülerek “O hâlde bizim daha önce yaptığımız yeminlerin durumu nedir?” diye konuşurlar. İşte âyet bu durumu açıklamak üzere nâzil olmuştur/indirilmiştir. İmâm-ı Şâfiî merhuma göre böyle bir yemin, herhangi bir kasıt ve niyet olmaksızın ağızdan çıkan yemindir. “Takat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar.” Yani pekiştirerek ve bile bile, üzerine basa basa yemin etmeniz durumunda... Kırâat imâmlarından Hafs dışında kalan Kufe okulu imâmları; Hamza, Kisâî ve Âsım, (.......) kelimesini şeddesiz olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. Akd ve akid: Nikahlarınaya ya da cinsel ilişkiye karar vermek, gayret göstermek demektir. Şimdi böyle bir şey ise geçmiş için düşünülemez. Bu düşünce ve karar geleceğe yönelik olur. Yani Ben bundan önce geçen ongun öncesi için karar vereceğim denemez, Çünkü o zaten geçmiştir ve geçen bir zaman için de böyle yemin edilmez. Gamus denilen ve yanlış olduğu, yalan olduğu kesin olarak bilinen bir mesele üzerinde edilen yemin için keffaret yoktur. İmâm-ı Şâfiî (rahmetüllahi aleyh) ye göre, asıl niyet veya kasıt kalb ile olanıdır. Dolayısıyla Gamus denilen ve yalan olduğu kesin olarak bilinen bir şeyde yemin etmek böyledir. Burada da üzerinde durulan da budur. Dolayısıyla böyle bir yemin eden kimse bunu kesin akdetmiş. Kendini bununla bağlı duruma getirmiş demektir. İşte böyle bir yeminde keffaret/cezâ meşrudur. Bunun manası şöyledir: “Fakat Allah sizi kesin manada bağla yıcı olarak ettiğiniz yemininizi bozmanız hâlinde sizi hesaba çeker, sorumlu tutar.” Burada muaheze zamanı yani sorumlu tutulma vakti hazfedilmiş/belirtilmemiştir. Çünkü bu zaman zaten o kimseler tarafın dan bilinmektedir. Yahut, “Kesin olarak yemin edip verdiğiniz sözden/ye minden dönmeniz imlinde” demektir. Muzaf/tamlarıan burada hazfolunmuştur/kaldmlmıştır.. “Bununda keffareti” Bu, (.......) demektir ki, yeminini bozması, tutmaması demektir. Ya da, “kesin bağlayıcılıkla yaptığınız yeminlerin keffareti” demektir. Keffaret: Öyle bir fiildir ki, yerine getirilmesi hâlinde, günahların silinmesine sebep olana veya yarayan şeydir. Yani hataları ve günahı örter, kapatır, demektir. “Ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek.” Yani onları sabah ve akşam yedirmektir. Bu arada onlara yedinlecek şeyi temlik olarak yani onlara tamamen mülk olarak bağışlamak da mümkündür. Bu ise yedirilecek olan on kimseye verilecek şey buğday ise, yanın sa/ölçek, arpa veya hurma verilecekse birer sa/ ölçek olarak verilmelidir. İmâm-ı Şâfiî merhuma göre bu her bir fakir için bir Müddür. (.......) Yani buğdaydan olmak üzere sabah ve akşam olmak üzere ailenize yedirdiğinizin orta halli/normal olanından yedilin demektir. Durumu iyi olan kimse katıkla birlikte günde üçer defa, durumu iyi olmayan ise buğdaydan veya arpadan olmak üzere günde bir defa yedirir. “Yahut onları giydirmek.” Bu cümle, (.......) kelimesi üzerine veya “orta halli” ifadesinin mahalli üzerine atfolunmuştur. Bunun şekli ise şöyledir: (.......) ifadesi, (.......) kelimesinden bedeldir. Zaten bedel ise cümleden kasdolunan yani beklenen şeydir. Giydirilecek elbise ise, kişinin avret yerlerini örtecek olandır. Abdullah ibn Ömer ise bunun, İzar/peştamal ya da örtü, veya Kamis/gömlek (veya uzun elbise, fistan ya da ceket), Yahut da Rida/Bol dış elbise veya üstlüktür, diyor. “Yahut da bir köle âzat etmektir.” Burada nassın/âyetin mutlak olması itibariyle hürriyetine kavuşturulacak olan kölenin mü’min veya kafir olması farketmez, önemli olan bir kölenin özgürlüğe kavuşmasıdır. Ancak İmâm-ı Şâfiî merhum, öldürmenin keffaretine/cezâsma benze terek yani mutlak olanı/geneli mukayyede olana/özele kıyaslayarak özgürlüğe kavuşturulacak olan kölenin mü’min olmasını şart koşmaktadır. Âyette yer alan, (.......) yani “veya” edatının manası, her üç keffaretten birinin gerekli/vacip olduğunu bildirmekle birlikte burada bu üçten birini yerine getirmede muhayyer olduğunu/tercih edebileceğini bildirmek içindir. “Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır.” Übeyy İbn Ka'b ve İbn Abbâs'ın kırâatine göre üç gün peş peşe, ara vermeksizin oruç tutacaktır. “Yemin edip bozduğunuz takdir de yeminlerinizin kefareti işte budur.” Yani yemininizi bozduğunuz takdirde cezâsı yukarıda sayılanlardan biridir. Âyette, “Yemininizi bozduğunuz/haleftüm” kelimesine yer verilmemiştir. Çünkü zaten mananın gelişi itibariyle bu, anlaşılmaktadır ve salt yemin etmekle keffaret gerekmez, Keffaretin gerekmesi için edilen yeminin bozulması gerekir. İşte bunun içindir ki, yemin bozulmadan keffaret câiz değildir. “Yeminlerinizi koruyun.” (onlara riayet edin). O yeminlerinizi iyi koruyun, eğer yemininizi bozmanızda bir hayır ve iyilik beklenmiyorsa, sakın yemininizi bozmayın. Ya da aslında hiç gereksiz yere yemin etmeyin, olur olmaz yemin etmekten uzak durun, demektir. “Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz.” Bu sayede sıkıntı ve zorluklardan kolaylığa çıkasmız. Ya da size bu zorluklardan çıkışı kolaylaştırmış olsun. 90Ey îman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtutuşa eresiniz. “Ey îman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları.” Âyette geçen, (.......) kelimesi kumar ve şans oyunları manasınadir. (.......) tapınılmak maksadıyla dikilen putlar manasınadır. Çünkü bu putlar kendilerine tapılısın, saygı gösterilsin diye dikilmektedir. (.......) Fal okları demektir. Gelecekten haber vermek için baş vurulan yol ve yöntemler manasınadır. Bu itibarla bu ifadenin içerisinde aynı zamanda bütün medyumlar, falcılar, cinim var veya ben cinlerden Hûddam/hizmetCinler bulundurmaktayım diyenlerin tümü bu hükme tabiri V. İşte konu bu yönden değerlendirilmelidir. Çünkü bütün bunlar akideyi yani inancı sarsan şeylerdir. “Birer şeytan işi pisliktir.” Necistir, pis ve iğrendiricidir. Bu şeyler şeytana hamledildiğin den ötürü böyle denmiştir. Yani sanki bu bizzat şeytanın işi ve fiili imiş gibi sunulmuştur. “Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” Burada, (.......) kelimesindeki zamîr, “pislik” kelimesine veya “şeytan işi” ifadesine ya da yukanda söz konusu edilen şeylerin hepsine yahut da mahzûf/gizlenmiş olan muzafa/tamlarıana râcidir/yöneliktir. âdeta şöyle denilir gibidir: “ancak şarap/sarhoşluk veren şeylerin ve kumarın/şans oyunlarının alınıp içilmesi ve kullanılması..” İşte bunun içindir ki bunlar, “Rics” kelimesiyle yani murdar, iğrenç, tiksindirici vb. gibi bir ifadeyle nitelenmiş oldu. “Kurtuluşa eresiniz” ifadesi, bir çok yönlerden içki ve kumar denilen şans oyunlarının haramliğinı pekiştirmektedir. Çünkü dikkat edilirse cümle, (.......) ile başlamaktadır. Bunun her ikisi de yani şarap ve sarhoşluk veren maddelerle her manadaki kumar, putlara tapmakla aynı değerde tutulduğundan onunla birlikte zikredilmişlerdir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Şarap/içki içen puta tapanın ta kendisidir/kendisi gibidir.” Bezzâr rivâyet etmiştir. Nitekim Keşfu'l-Esrâr eserinde “2925” de böyledir. Yüce Allah bunun her ikisini de şeytan işi murdar ve iğrenç şeylerden olarak göstermiştir. Çünkü şeytandan insana yalnızca ve sırf kö tülük gelir. Dolayısıyla bundan sakınılmak emredilmiş ve bu sakınma işi de kurtuluş olarak değerlendirilmiştir. Mademki bundan sakınmak gerçekten bir kurtuluş ise, bu takdirde bunu işlemek de zarardır, ziyandır ve hüsrandır. 91Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi? “Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namaz dan alıkoymak ister.” Bu âyette bu iki şeyden doğacak olan kötülüklerden söz edilmektedir. Bunlar ise, karşılıklı düşmanlık, kin, nefret ve buğzetmek gibi şeylerdir. Sarhoşlar ile kumarbazların arasında her zaman bu sayılanlar mevcuttur. Buna bağlı olarak bu iki şey bu kimseleri ya bağımlılarını Allah'ı anmaktan, emirlerini yerine getirmekten, yasaklarından kaçınmaktan hep uzak tutar. Aynı zamanda namaz vakitlerine riayetten de alıkoyar. Özellikle Allah'ın anma ile beraber namaz ibâdetine yer verilmesinin sebebi, namazın derecesinin fazlaliği ve önemi, sebebiyledir. Sanki burada özellikle şöyle denilir gibi bir mana vardır: “Özellikle de namazdan..” Çünkü bilhassa ilk âyette tapınılmak maksadıyla dikilen putlar ile fal okları arasında bu ikisinin zikredilmesinden sonra, sonraki âyette ise bu ikisini ayrıca özel olarak zikretmiş olması şu açıdandır. Asıl burada muhatap îman edenlerdir yani mü’minlerdir. Burada öncelikle mü’minlerin içki ve kumardan el etek çekmeleri ve uzak durmaları kesin olarak istenmektedir. İçki içmemeleri ve kumar oynamamaları istenmekte, bunlardan menolunmaktalar. Bu arada putlardan ve fal oklarından söz edilmiş olması, sırf içki ve kumarın haramliğinı veya yasaklığmı tekit ve pekiştirmek içindir. Bir de bütün bu fiillerin müşriklerin ve din düşmanların amelleri olduğu gerçeğini açıklamak ve ortaya koymak içindir. Burada âdeta puta tapanlarla içki içenlerin ve kumarbazların yaptıkları iş bakımından aralarında hiçbir farkın bulunmadığını, hepsinin de günah bakımından aynı olduklarını bildirmek istiyor gibidir. Daha sonra içki ve kuman ayrıca söz konusu etmesi ise, burada asıl üzerinde durulmak istenen şeyin bu ikisi olduğu gerçeğine dikkat çekmek içindir. “Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” Şüphesiz böyle bir ifade, direk olarak yapılacak olan bir nehiyden veya yasaklamadan çok daha etkin bir ifadedir. Burada âdeta şöyle denilir gibidir: “Size bu ikisi hakkında, onlardan uzak durmanız, yaklaşmamanız hakkında türlü yasaklar okundu ve söylendi. Bütün bu yasaklayıcı nedenlere ve sebep olduğu kötülüklere bakarak artık vazgeçtiniz değil mi? Yoksa siz bütün bu anlatılanlardan kendinize hiç mi bir ders çıkarıp öğüt almadınız ve hala aynen eski yolda mı devam üzeresiniz?.'“ 92Allah'a itâat edin, Resule de itâat edin ve (kötülüklerden) sakının. Eğer (itaatten) yüz çevirirseniz bilin ki Resûlümüzün vazifesi apaçık duyurmak ve bildirmektir. “Allah'a itâat edin, Resule de itâat edin ve (kötülüklerden) sakının.” Hep tetikte olun, sakının ve huşu içerisinde en derin bağlılıkla bağlanın, Çünkü mü’minler yasaklarıanlardan sakınmaları hâlinde, uzak durmaları durumunda bu, onları her kötülükten sakınmalarına sebep olur ve her manadaki iyiliği yapmalarını da sağlar. “Eğer (itaatten) yüz çevirirseniz.” Yani sakınılması gereken şeylere dikkat ederek gerekeni yapmazsanız, “Bilin ki Resûlümüzün vazifesi apaçık duyurmak ve bildirmektir.” Şu gerçeği çok iyi bilin ki, siz Resûlüllahnden yüz çevirmekle, ona sırtınızı dönmekle asla kendisine zarar veremeyeceksiniz. Çünkü onun tek görevi, kendisine bildinlen âyetleri apaçık birr şekilde anlatmak aktarmak ve tebliğ etmekten ibârettir. Onun sizi mükellef tutması, sorumlu kılması hâlinde ona sırt dönmeniz, yüz çevirmeniz durumunda sadece ve sadece sizin bundan zarar göreceksiniz. 93Îman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla sakınıp îman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakınıp îman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı günah yoktur. (Önemli olan inandıktan sonra îman ve iyi amelde sebattır). Allah iyi ve güzel yapanları sever. “Îman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla sakınıp îman ettikleri ve iyi işler yaptıkları.” “Tattıklarından” ifadesi, yani içki ve kumar haram kılınmazdan önce içtikleri şarap/içki ve kumar yoluyla elde edip yedikleri mallar, demektir. “Sonra yine hakkıyla sakınıp îman ettikleri.” “Sonra da hakkıyla sakınıp yaptıklarını.” “Ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı günah yoktur.” Yahut birinci, (.......) yani sakınsınlar ile kasıt, şirk koşmaktan uzak dursunlar, demektir. İkinci (.......) yani sakınsınlar, kavlinden kasıt ile de, haram kılman her şeyden sakınıp uzak kalmaları istenmektedir ve üçüncü (.......) yani sakınsınlar, kelimesinden kasıt ile de, tüm şüpheli olan şeylerden sakınılması emredilmektedir. “Çünkü Allah, ihsan sâhibi kullarından memnun kalarak onları sever.” Hûdeybiye yılında Müslümanlar ihramlı bir hâlde iken yüce Allah kendilerini bir av imtihanıyla karşı karşıya getirmişti. O kadar çok av hayvanı vardı ki, hepsi de gözlerinin önünde, ellerini uzatsalar, hemen avlayabilecekleri bir durumda idiler. Çünkü konaklamış bulundukları yerde bile neredeyse aralarında bu av hayvanları dolaşıp duruyordu. İsteseler hem elleriyle ve hem de mızraklarıyla onları avlayıp yakalayabilecek imkanları vardı. İşte cezâlı bir duruma düşmemeleri için aşağıda tefsirini okuyacağımız âyet bunun üzerine nâzil olmuştur. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: 94Ey îman edenler! Allah sizi ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avlarına ile (onu yasak ederek) dener ki gizlide (kimsenin görmediği yerde, gerçekten) kendisinden kimin korktuğu ortaya çıksın. Kim bundan sonra sınırı aşarsa onun için acı bir azap vardır. “Ey îman edenler! Allah sizi ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avlarına ile (onu yasak ederek) dener ki gizlide (kimsenin görmediği yerde, gerçekten) kendisinden kimin korktuğu ortaya çıksın.” Âyette geçen, (.......) kelimesinin manası, ihtibardır, yani denemek, imtihan etmek, sınamak manalarınadır. Esasen burada geçen, “Allah'ın denemesi” ibâresinden maksat, Allah'ın bilmemesi ya da Allah'ın -hâşâ- bilmediği bir şeyi bilmek demek olmayıp, kulu ile alâkalı olan ve bildiği bir şeyi kuluna bildirmek ve ortaya koymak içindir. Âyette geçen, (.......) edatı teb'îz içindir yani, bir kısmı, bazısı manasınadır. Çünkü bütün avlar yasak kapsamı içinde değildir. Ya da bu edatı bir cinsi/türü açıklamak içindir. “Açıktan korkanlar nasıl biliniyor ta gizli'de kimin kendisinden korktuğunu böylece ortaya koymuş olsun.” cümlesiyle Allah, bu gibi durumlarda da fiilen kimin kendisinden korktuğunu ve böylece kimin var olan şeyi avlamaktan kaçınıp, çekindiğini belirlemek ve insanlar tarafından da bunun bilinmesi için yapmaktadır. Nitekim yüce Allah, henüz o av olayı ortada yok iken ve böyle bir durum söz konusu değilken de zaten onun hâlini biliyor ve olması halin de de kulunun hangi durumu sergileyeceğini bildiğinden ameline göre onu ödüllendiriyor. Yani kulunun ne yapacağını zaten Allah biliyor ve bildiğine göre de, bunu böylece cezâlarıdırayım veya ödüllendireyim demiyor. Yüce Allah burada bizzat onun amelini ve fiilini görerek gerekeni yapıyor, bilgisine göre değil... “Kim bundan sonra smırı aşarsa onun için acı bir azap vardır.” Yüce Allah, (.......) cümlesiyle “avdan bir şeyle” demek suretiyle azlık ifade eden bir mana ile aktarması, bunun büyük fitnelerden biri olmadığını bildirmek maksadına yöneliktir. “Uzandığı” kelimesiyse, “şey” kelimesinin sıfatıdır. 95Ey îman edenler! İhramh iken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu kasten öldürürse öldürdüğü hayvanın dengi (ona) cezâdır. (Buna) Kâ'be'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sâhibi iki kişi hükmeder (öldürülen avın dengini takdir eder). Yahut (avlarınanın cezâsı), fakirleri doyurmaktan ibâret bir keffârettir, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Ta ki (yasak av yapan) işinin cezâsını tatmış olsun. Allah geçmişi atfetmiştir. Kim bu suçu tekrar işlerse Allah da ondan karşılığını ahr. Allah daima galiptir, öç alarıdır. “Ey îman edenler! İhramlı iken avı öldürmeyin.” Yani avlanacak hayvanı öldürmeyin. Çünkü öldürme olayı haliyle avlarıan av üzerinde gerçekleşir. “Ve siz ihramlı iken” , Burada, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Tıpkı, “Redh” ve “Redah” kelimeleri gibi. Bu, (.......) fiilindeki failin zamîrinden hâl olarak mahallen mensûbtur/fethalıdır. “İçinizden kim onu kasten öldürürse,” Burada, (.......) kelimesi, failin zamîrinden hâldir. Yani, “İhramlı olduğunu bilerek, hatırlayarak” demektir. Yani öldürülmesi kendisine haram olan bir şeyi ihramlı olduğunu bilerek veya hatırlayarak öldürürse, manasınadır. Eğer ihramlı olduğunu unutarak avı öldürürse veya bir şeyi av değil zannıyla avlar da sonradan av olduğunu öğrenirse bu takdirde hatalı sayılır. Her ne kadar ihram yasakları ister bilerek, ister yanlılıkla işlenmiş olsun, aralarında bir fark söz konusu olmamakla birlikte, âyette, “Kasden yani bilerek öldürme” şartının yer almış olması, âyetin özellikle kasıtlı olarak avlarıanlara dikkat çekmesi sebebiyledir. Yoksa hatalı olanlar muaftır manasında değildirler. Rivâyet olunduğuna göre Hûdeybiye Umresi sırasında karşılarına vahşi bir merkep çıkar. Ebû'l Yüsr üzerine atılır ve onu öldürür. Bu olay üzerine kendisine: “Sen ihramlı olduğun hâlde avı öldürdün” dediler. İşte âyet bunun üzerine nâzil olmuştur. Çünkü asıl sebep olayı yapanın o işi kasden yani bilerek yapmış olmasıdır. Yanlışlıkla avlarınak ise buna bağlı olarak değerlendirilmiştir. Yani yanlışlıkla avlarınak bile bu durumda büyük bir günah iken acaba bilerek avı öldürmek ne kadar ağır bir vebali gerektirir, demektir. İmâm Zühri ise, Kur'ân'da gelen hüküm kasden olan ile alâkalıdır. Hata ile ilgili hüküm ise Sünnet ile varid olmuştur/konulmuştur, diyor. “Öldürdüğü hayvanın dengi (ona) cezâdır.” Bu, kırâat imâmlarından Hamza, Kisâî ve Âsım’ın kırâatlerine göre böyledir. Yani; “Bu kimsenin cezâsı, öldürdüğü ava denk bir cezâ olmalıdır/olacaktır.” Bu ise öldürdüğü avm değeri/kıymetidir. Avlandığı yerin durumuna göre değerlendirilir, kıymet biçilir. Eğer avlarıan hayvanın değeri oradaki rayiç bedele göre bir hedy/kurban fiyatı tutannda ise bu takdirde dilerse o değerdeki bir hedyi/kurbanı kesip kurban eder, dilerse onun tutan kadar yiyecek maddesi satın alıp bundan her bir yoksula buğdaydan yanın sa (1375.5 gr) veya diğer şeylerden birer sa (2751 gr) verir. Bunlar arasında kişi muhayyerdir, dilediğini yerine getirebilir. Eğer dilerse her bir yoksula vermesi gerekenin yerine birer gün oruç tutar. İmâm Muhammed ile İmâm-ı Şâfiî'ye göre, öldürülen avın misli demek, söz konusu deve, sığır ve koyundan dengi demektir. Eğer sözkonusu edilen dengi hayvanlar bulunamazsa, uygulama biraz öncesinde anlatıldığı şekilde yapılır. Yukanda adları geçen kırâat imâmları dışındakiler ise yani Ebû Amr, İbn Âmir, İbn Kesîr ve Nâfi bunu izafetle yani isim tamlaması olarak, (.......) olarak okumuşlardır. Bunun aslı ise, (.......) demektir. Yani; “öldürdüğü avın değeri kadar kendisine cezâ takdiri gerekir.” Daha sonra bu izafe/tamlama yapılmıştır. Meselâ, (.......) gibi. “hayvandan” kelimesi, “öldürdü” fiilindeki zamîrden hâldir. Çünkü öldürülen hayvan, bu haliyle söz konusu hayvanlardan yani deve, sığır ve koyun gibi kabul edilmektedir. Ya da bu, (.......) kelimesi, “cezâsı” kelimesinin sıfatıdır. “(Buna) Kâ be'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sâhibi iki kişi hükmeder (öldürülen avm dengini takdir eder).” İki adil ve Müslüman hakem olacaktır. Buradan delil olarak, misil den kastın, avın değeri/ederi olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü bir şeyin kıymetini, ederini veya değerini tesbit etmek demek, müşahede olunan yani görülebilen veya değeri zaten ortada ve belli olan şeylerin dışında bir değerlendirmeye ve içtihada bağlı olan şey demektir. Çünkü Kitap, Sünnet ve İcma'a göre mutlak olan bir şeyin misli demek, suret/şekil ve mana ile kayıtlı bulunmaktadır, ya da sadece mana ile kayıtlı olur ve fakat suret/şekil ile kayıtlı olmayabilir yahut da mana olmaksızın sadece ve sadece suret/şekil ile kayıtlı bulunabilir. Kıymet veya değer/eder meselesine gelince bu, icma ile suret/şekil itibariyle bir misli olmayan şey demektir. İcma itibariyle bir misli olmayanın ise kıymetten başka da murad olunacak bir şeyi değerlendirilmesi kalmayan demektir. Çünkü müşterek olan şeylerde umum luk/genellik yoktur. Eğer, (.......) ifadesinin, misl manasındaki tefsiri “kıymet/değer veya eder” olarak yanlış bir tefsirdur, diye karşı çıkacak olursan, benim buna diyeceğim şudur: “Kıymeti gerekli kıları kimseler, bununla dilerlerse bir hedy/kur ban, dilerse yiyecek maddesi satın alabilirler veya oruç tutabilirler. Tıpkı yüce Allah'ın âyette muhayyer kıldığı/dilediğini seçebildikleri gibi bu durumdakiler bunlardan birini yerine getirmelerinde muhayyer kılınırlar. Kaldı ki, (.......) kelimesinde sözkonusu muhayyerlik şekillerinden birinde kıymet yani değer itibariyle satılacak hedyin açıklarınası hususu yer almaktadır. Çünkü avın değer tesbitini yapan veya yaptıran kimse, onu değer itibariyle hedy yani kurbanlık olarak satın alır ve hediye eder. Böylece öldürülen hayvanı bu şekilde misliyle veya dengiyle değerlendirmiş olur. Çünkü âyette sözkonusu muhayyerlik olayı dilerse hedyi kurban eder, dilerse onun değeriyle yiyecek alıp yoksullara keffaret olarak dağıtır, dilerse bunu tutmakla yükümlü olacağı oruç ile karşılar. Çünkü bunlardan birini yapmakta serbesttir, muhayyerdir. Ancak durum/değer tesbiti yapıldıktan sonra bu tesbit ölçüsünde üç şeyden hangisi tercih olunmalıdır, meselesinde biraz farklı görüşler bulunmaktadır. Eğer dengini kastedip buna hüküm verirse hiç muhayyerliğe pay bırakmaksızın bunu gerekli/vacip kabul ederse, bunu yerine getirmekle yükümlü olur. Eğer avlarıan hayvan benzeri ya da dengi olmayan türden biri ise, bu takdirde buna değer tesbiti yapılır. Yapılan değer tesbitinden sonra o kimse artık dilerse bunun kıymetini öder, dilerse oruç tutar, bu ikisi arasında muhayyerdir. Ancak böyle bir yargıya varmak âyetin ruhuna ve âyette ifade olunan gerçeğe uzaktır. Âyetin şu hükmünü görmezlikten mi geliyorsun? Bak yüce Allah şöyle buyurmuyor mu: “Yahut (avlarınanın cezâsı), fakirleri doyurmaktan ibâret bir kefarettir, yahut onun dengi oruç tutmaktır.” Şimdi bu üç cezâ arasındaki muhayyerlik nasıl olacaktır? Bunun yolu ancak bunların değerlerinin tesbitiyle mümkün olabilir, başka değil. Âyette yer alan, “kurban” kelimesi, (.......) kelimesindeki “He” zamîrinden hâldir. Yani, “Hedy/kurban olması hâlinde hükmedecektir” demektir. (.......) ifadesi de, (.......) kelimesinin sıfatıdır. Çünkü bunun izafeti hakiki/gerçek olmayan bir izafet ya da tamlamadır. “Kâ'be'ye ulaştırılmak üzere” ifadesinden kasıt da, Harem'de kesilmek üzere demektir. Fakat bunun kıymetini sadaka olarak dağıtma konusuna gelince, dilediğin yerde tasadduk edebilirsin. Ancak İmâm-ı Şâfiîye göre -Allah rahmet eylesin- bu da Harem sınırları içerisinde tasadduk olunacaktır. (.......) ifadesi, (.......) kelimesi üzerine ma'tûf bulunmaktadır. (.......) kelimesi ise, (.......) kelimesinden bedeldir. Yahut mahzûf/kaldmlmış, gizli bir mübtedanın haberidir. Bu da, “O bir yiyecektir” demektir. Yahut da bu, izafet/tamlama olarak, (.......) demektir. Medine ve Şam kırâat okulu imâmları yani Nâfi, Ebû Cafer ve İbn Âmir burada görüldüğü gibi izafetle/tamlama şekliyle okumuşlardır. Bu izafet ise muzâfun/tamlarıanın açıklarınası içindir. âdeta, “Yemekten bir keffaret” denir gibidir. Bu da âdeta, “gümüş yüzük” ifadesi gibi olup, aslında, “gümüşten bir yüzük” demektir. (.......) ifadesi aynı zamanda, (.......) olarak kesre ile de okunmuştur. İmâm Ferrâ' diyor ki: “Eğer üstün olarak, Adi şeklinde okunursa bu, kendi cinsinden olmayan bir şeye muadil ve denk manasınadır. Meselâ; yemek yedirilmesi veya oruç tutulması gibi. Eğer esreli olarak, İdi şeklinde okunursa bu, bizzat o şeyin kendi asıl cinsinden olan demektir. Nitekim, “Aynısını yüklenme” ifadesi de bu manayadır. Meselâ; (.......) denir ki bu kesre harekeli olarak, eğer köle aynı cinsten biri ise böyle denilir, bununla eğer ikisinin değer ve kıymet ölçüleri kasdolunmak isteniyorsa böyle denilir. Eğer cins itibariyle aynı değerde değilse bu defa fethalı olarak, (.......) denir. “İşaret ismiyle yiyeceğe işaret olunmaktadır. (.......) ise temyizdir. Bu da âdeta, (.......) demek gibidir. Burada muhayyerlik öldürene âittir. Ancak İmâm Muhammed'e göre -Allah rahmet eylesin- muhayyerlik iki hakeme âittir. “Ta ki (yasak av yapan) işinin cezâsını tatmış olsun.” Bu, (.......) kelimesine mütealliktir/bağlıdır. Yani, “Onun cezâlarınası veya ona keffaret gerekir ki, ihram saygınliğim hiçe sayarak çiğnediğinden dolayı, kötülüğünün sonucuna katlarınış olsun.” (.......) Vebal: Arzularınayan, istenmeyen ve hoşlarıılmayan bir şey demektir. Sonuç bakımından işlediği kötü bir fiil sebebiyle zararı gelip ağırliği açısından kendisini buları kimse demektir. Nitekim bir diğer âyette yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz de onu/Fir'avun'a ağır ve çetin bir şekilde yakalayıp hesaba çekmiştik.” Müzzemmil, 16 Dikkat edilirse “Vebal, Vebiyl” kelimeleri, ağır gelen, şiddetli olan, sıkıntı getiren manalarına gelmektedir. Zaten âyetlerde de bu noktaya dikkat çekilmiştir. Meselâ, (.......) denilince mideye sıkıntı veren, midede hazmı güçleştiren yemek, demektir. (.......) Allah geçmişi atfetmiştir “Kim bu suçu tekrar işlerse Allah da ondan karşılığını alır.” Yani haram kılındıktan sonra veya bu ihram içinde iken... Aslında bu cümle mahzûf/kaldmlmış, gizli bir mübtedanın haberidir. Bu, (.......) takdirindedir. “Allah daima galiptir, öç alarıdır.” 96Hem size hem de yolculara fayda olmak üzere (faydalarınanız için) deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı. İhramlı olduğunuz müddetçe kara avı size haram lalındı. Huzuruna toplarıacağınız Allah'tan korkun. “Hem size hem de yolculara fayda olmak üzere (faydalarınanız için) deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı. İhramlı olduğunuz müddetçe kara avı size haram kılındı.” Mana şöyledir: “Deniz canlılarındanAıayvanlarından bütün avlarıanlarda yararlarınanız sizin için helâl kılınmıştır. Bunlardan yenilenini yemeniz de sizin için helâl kılınmıştır ki bu da balıktan başkası değildir. ......... kelimesi mefulü lehtir. Yani sizin kendisinden faydalarınanız için size helâl kılınmıştır. (.......) yolcular için de, demektir. Mana şöyle olmaktadır: “Deniz avı/hayvanları sizden yerleşik olanlarınız için taze bir yiyecek olduğu gibi, sizden yolcu olanlarınız için de kurutularak ileride ve yolculuk esnasında azık kılmaları için helâl ve faydalı kılınmıştır. Nitekim Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) da Hazret-i Hızır ile buluşmak üzere baliği kurutup kendisi için azık edinmişti. “İhramlı olduğunuz müddetçe kara avı size haram kılındı.” Yani karada avlarıan hayvan, demektir. Hatta bu tür hayvanlar zaman zaman yaşamlarını suda geçirmiş olsalar bile, karada avlarınaları haram kılınmıştır. Meselâ; kaz gibi. Çünkü bu hayvan suda yaşasa bile karada yuvalarııp yavrulamaktadır. Yani yumurta larını karada bırakmakta ve kuluçka dönemini karada geçirmektedir. Bu bakımdan bu hayvan deniz hayvanı değil, kara hayvanıdır. Deniz ise bu hayvanlar için sadece gıda toplamak için bir mera alarıı kabilindendir. Nitekim deniz insanlar için de bir ticaret alarııdır. “Huzuruna toplarıacağınız Allah'tan korkun.” Emir ve yasaklarına bağlı kalarak huzurunda toplarıacağınız Allah'ın sizi hesaba çekip cezâlarıdırmasından korkun.” Yani Harem sınırları içinde veya ihramlı iken avlarınaktan sakının, Allah'tan korkun. Çünkü sonuçta Onun huzurunda toplanacaksınız ve O sizi amellerinize göre ya cezâlarıdıracak veya ödüllendirecektir. 97Allah, Kâ'be'yi, o saygıya lâyık evi, haram ayı, hac kurbanını ve (kurbanın boynuna asıları) gerdanlıkları (maddi ve manevi yönlerden) insanların belini doğrultmaya sebep kıldı. Bu da Allah'ın, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah'ın her şeyi bilici olduğunu (sizin de anlayıp) bilmeniz içindir. “Allah, Kâ'be'yi, o saygıya lâyık evi.” Buradaki, (.......) ifadesi ya bedel veya atfı beyandır. (.......) ise, ikinci mefuldür. (.......) fiili sayyere manasında kıldı, demektir veya bu, “Yarattı” manasında, “Halaka” demektir. (.......) ise bu durumda hâldir. (.......) insanlar için. Yani; dini görevlerini yerine getirmeleri bakımından onlar için yeniden hayata dönüş yeri kıldı, dünyalanna ve anketlerine yönelik amaçlarına ulaşabilmeleri için bir kalkınma yeri kıldı. Çünkü insanlar hac ve umreleriyle alâkalı olarak olsun, değişik menfaatleri için olsun ancak bu yoldan eksikliklerini tamamlarlar. Bir tefsire göre eğer onlar bu umrelerini bir yıl terketmiş olsalardı, bekletilmezler ve ertelenmezlerdi. “Haram ayı.” Özellikle burada sözkonusu edilen hac görevinin ifa veya eda edildiği ay olan Zilhicce ayıdır. Çünkü bu ay, öteki aylara göre bu özelliğiyle diğerlerinden farklılık ve değer kazanmaktadır. Zira bu, haccm ifa edildiği bir mevsimdir. Bunun da Allah katında bir değeri ve yeri bulunmaktadır. Yahut bundan kasıt belli aylardır ve bu manada cins anlamına gelir. Bu aylar da Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muhanem aylarıdır. “Hac kurbanını ve (kurbanın boynuna asıları) gerdanlıkları (maddi ve manevi yönlerden) insanların belini doğrultmaya sebep kıldı.” Mekke'ye hediye olarak gönderilen hayvanlar içerisinde özellikle gerdanlıklı yani işaretlenmiş olanlara gelince, bunlar deve cinsinden olan kurbanlıklardır. Çünkü bunların diğerlerine göre sevabı daha fazladır ve bunlarla yapılan haccm değeri çok daha belirgindir. “Bu da” Bununla Beytullah'ın Allah tarafından kıyam yeri kılınmasına işaret olunduğu gibi aynı zamanda sözkonusu yasakların çiğnenmemesine, ihrama saygılı olunup avlarınamalarına ve benzeri hususlara işaret olunmaktadır. “Bu da Allah'ın, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah'ın her şeyi bilici olduğunu (sizin de anlayıp) bilmeniz içindir.” Yani yüce Allah sizin göklerde olsun yer de olsun ne türden bir maslahatınız varsa bütün bunları bildiğini bilmeniz için yapmaktadır. Nasıl bilmemiş olsun ki O her şeyi en iyi bilendir. 98Biliniz ki, Allah'ın cezâlarıdırması çetindir ve yine Allah'ın bağışlaması ve merhameti sınırsızdır. “Biliniz ki, Allah’ın cezâlarıdırması çetindir ve yine Allah'ın bağışlaması ve merhameti sınırsızdır.” 99Resule düşen (vazife), ancak duyurmadır. Allah açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir. “Resule düşen (vazife), ancak duyurmadır.” Bu hüküm, Allah tarafından emredilen şeyin mutlak manada yerine getirilmesi gereğinin olduğunu kesin bir ifadeyle ortaya koymaktadır. Farzların önemini vurgulamaktadır. Çünkü, Resûlüllah üzerine düşen tebliğ işini görev olarak yerine getirmiştir. Size gösterilmesi gereken hücceti ya da delili ortaya koymuş, size de sadece itâat etmek kalmıştır. Artık bundan böyle gerisingeri adım atmaya, küfürde ısrara bir mazeretiniz kalmamıştır. “Allah açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir.” Dolayısıyla Allah'a karşı nifakınızı da vifakımzı da yani münâfıklık ederek karşı olduğunuzu da, uyum sağlayarak îman ettiğinizi de bilir. 100De ki: “Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu tuhafına gitse (yahut hoşuna gitse) de (bu böyledir).” Öyleyse ey akıl sahipleri! Allah'tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz. “De ki: “Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir.” Yüce onların açığa vurduklarını da, gizlediklerini de bildiğini insanlara haber verince, buna bağlı olarak bu kimselerin pis ve murdar olanlarıyla temiz ve mü’min olanlarının eşit olmadıklarını da zikretmiş oldu. Aksine onların durumlarını birbirinden ayırdetti. Dolayısıyla habis, olanını yani murdar denilen kafiri küfründen dolayı cezâlarıdıracak, temiz olan kimseyi yani Müslümanı da îmanı sebebiyle ödüllendirecektir. “Pis ve kötünün çokluğu tuhafına gitse (yahut hoşuna gitse) de (bu böyledir).” Öyleyse ey akıl sahipleri.” Pis, murdar ve haram olan şeyler çok olsalar bile, kâfirler sayıca ve güç bakımından üstün olsalar da, siz azliğina bakmaksızın helâl olanını, mü’minlerin sayıların azliğina önem vermeksizin bunları kafirlere tercih edin. Bir diğer tefsire göre bu âyette yer alan hüküm genel bir mana ifade eder yani ammdır. Dolayısıyla helâl olanın her çeşidini ve haramın da her türünü, sâlih amellerin her çeşidini kapsadığı gibi kötü olanların da her türünü de içermektedir. İnsanlar arasında iyi ve dürüst olanlarıyla art niyetli olan İslam düşmanlarını da içermektedir. “Allah'tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz.” 101Ey îman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyle ri sormayın. Eğer Kur'ân indirilirken onları sorarsanız size açıklanır. (Açıklarınadığına göre) Allah onları affetmiştir. (Siz sorup da başırııza iş çıkarmayın). Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir. “Ey îman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın.” Halîl b. Ahmed, Siybeveyh gibi imâmlar ve Basra ulemasının cumhuru demişler ki; “şeyler” kelimesinin aslı iki hemzelidir ve bunun aslı, (.......) dir. Ve aralarında da bir elif harfi vardır. Bu da (.......) lâfzından alınmak suretiyle esasen (.......) kalıbındadır. Bunun ikinci hemzesi te'nis yani müenneslik/dişilik içindir. İşte bu bakımdan, “Hamrae” kelimesi gibi, bu da munsarif olmamıştır. Lafız itibariyle de kelime müfret yani tekildir. Fakat mana itibariyle çoğuldur. Ancak tek kelimede iki hemze birleşince okuyuşta sıkıntı ve zorluk çıkardığından, bu durumda ilk hemze -ki bu aynı zamanda kelimenin lamel fiilidir- başa alındı/buna öncelik verildi. Böylece “Şm” harfinden önce getirildi. Dolayısıyla bunu vezni ya da kalıbı yani, (.......) kelimesinin kalıbı “Lef'au” olmuş oldu. Şart cümlesi ile buna atfedilen cümle ki bu, (.......) cümlesidir ve bu, (.......) kelimesinin sıfatıdır. “Eğer Kur'ân indirilirken onları sorarsanız size açıklanır.” Yani vahiy sırasında ve henüz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aranızda bulunduğu müddet içerisinde sizin zorunuza giden ve ağrınıza gelen bu ağır sorumlulukları, sizi tasalarıdıran, size zor gelen, sizin yapmanız gerektiği emri verilen şeylerle ifrata kaçarak kendi kendinizi Allah'ın gazâbıyla karşı karşıya bırakmış olduğunuz hususları sorarsanız, size cevap verilecektir. “(Açıklarınadığına göre) Allah onları affetmiştir.” Allah sizin sorduklarınızın geçmişle ilgili hususları bağışlamıştır. Artık bundan böyle benzeri şeylere ve sorulara yönelmeyin. “Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir.” Allah sizi uyarmadığı müddetçe cezâlarıdırmaz, ancak uyandan sonra sizi cezâlarıdırır. 102Sizden önce de bir toplum onları sormuş, sonra da bunları inkâr eder olmuştu. “Sizden önce de bir toplum onları sormuş.” Burada, “onları sordu” kelimesinde yer alan zamîr/adıl, bundan önce geçen, (.......) keümesine râci/yönelik değil ki, “y” edatıyla müteaddi/geçişli hale gelmiş olsun. Aksine bu, (.......) ifadesinin kapsam olarak içerisinde yer alan isteğe, sorulan şeye meseleye râcidir/yöneliktir. Yani bu, (.......) takdirindedir. “Sonra da bunları inkâr eder olmuştu.” Bu sebepten ötürü kafir oldular. Nitekim bu tür durumlar İsrâ'il oğullarında örneği görülmüş olan şeylerdi. 103Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey (meşru) kılmamıştır. Fakat kâfirler, yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz. Şimdi burada söz konusu edilen bu hayvanları açıklayalım: Bahira: Bir dişi deve beş defa doğurur ve beşinci doğurduğu yavru su erkek olursa, devenin kulağım yarar, artık o devenin sırtına binmez ve onu kesmezlerdi. Su içmek üzere bir suyun başına gider veya otlamak üzere bir meraya girerse ona dokunmazlar ve onu oradan kovmazlardı. Hayvanın bir tür dokunulmazlığı vardır. Şaibe: Câhiliye dönemi müşriklerin tanrıları için serbest olarak sah verdikleri dişi devedir. Bu da tıpkı Bahira ismini verdikleri devenin sahip olduğu haklara sahip bulunuyordu. Yani içmek üzere gittiği suyun başından uzaklaştınlmaz, otlamak üzere girdiği meradan çıkarılıp kovulmazdı. Nitekim câhiliye dönemi Arapları bazan; “Eğer şu yolculuğumdan sağ-salim dönersem veya şu hastalıktan şifa bulursam, benim bu dişi devem şaibe olsun” diye de bir tür adak adarlardı. Vasile: Bu da yedi defa doğuran koyun demektir. Eğer bu koyun ye dinci doğumda erkek yavru doğurursa, bunu sadece erkekler yerlerdi. Şayet yedinci yavru dişi olarak doğmuşsa, bu defa o koyun tekrar sürüsünün arasına bırakılırdı. Eğer erkek ve dişi olarak kanşlık doğum yapmışsa yine koyunu salıverirler ve “dişiyi erkek kardeşine bağladı” derler di. Vasile demek zaten bağlamak birleştirmek, ayırmamak demektir. Ham: Sulbünden on batın doğan erkek devenin adıdır. Böyle bir deve hakkında, “Bu deve bundan böyle sırtını binilmeye haram kılmıştır” diyerek ona ne binerler ve ne de sırtına yük yüklerlerdi. Bu da yine serbest dolaşır, istediği yerden su içer, istediği meradan otlardı, kimse buna mani olmazdı. “Allah bahîra, sâibe, vasile ve hâm diye bir şey (meşru) kılmamıştır.” Câhiliye döneminde bir deve eğer beş defa doğurursa ve beşinci doğumda da erkek yavru doğuracak olursa, bu devenin kulağını yararlar ve böylece işaret koyarlardı. Artık işaretli olan bu deveye bundan böyle binilmez, yemek için özel olarak kesilmez, herhangi bir kimsenin suyunun başına veya merasına geldiğinde oradan kovulup uzaklaştmlmazdı. İşte bu türden olan bir deveye Ham ismini verirlerdi. Eğer biri “gittiğim bu yolculuktan sağ-salim döner veya yakalandığım bir hastalıktan kurtulursam, benim bu devem Şaibe olsun” diye söylerse ve dediği gibi durum gerçekleşirse arak söz konusu deve Saibe ismiyle tıpkı bir öncesi gibi serbest bırakılırdı ve onun da aynen Bahira gibi dokunulmazlığı vardı. Serbest dolaşmaya sahip ve fakat hiçbir şeyin yararlarıılması doğru değil, yasak ve haram kabul edilirdi. Nitekim bir kimse kölesini serbest bırakıp ona hürriyet verince, bunun için, “O köle Şaibedir” derdi. Böylece köle ile sâhibi arasında ne akile bakımından ve ne de miras yönünden hiçbir bağları kalmazdı. Eğer bir koyun yedi defa doğurursa ve doğurduğu yedinci yavru erkek olursa, bunun etinden sadece erkekler yerlerdi, kâdirılar yemezdi, onlara haram kılınmıştı. Eğer yedinci yavru dişi olursa, koyunu tekrar sürünün arasına salı verirlerdi, bunu yemezlerdi. Eğer bu koyun yedinci doğumda biri erkek ve biri dişi olmak üzere iki yavru doğurursa, yine buna da dokunmayıp sürüye bırakırlardı ve: “Erkek yavru dişi kardeşine kavuştu” diyerek dokunmazlardı. İşte buna da, Vasile denirdi. Çünkü Vasiyle demek ulaşmak manasında Vasile demektir. Eğer bir erkek devenin sulbünden on yavru meydana gelirse, bunun için de câhiliye dönemi arapları, “Artık bu erkek deve sırtını korudu” yani artık yük taşımaktan kurtuldu, derlerdi. Üzerine binilmez ve buna yük taşıtılmazdı. Bu da istediği sulaklardan su içer, dilediği merada yayılıp otlanırdı. Bunun da dokunulmazlığı vardı. (.......) demek, meşru kılmadı, böyle bir şeyi emretmedi demektir. “Fakat kâfirler, yalan yere.” Haram olmayan şeyleri haram kılarak “Allah'a iftira etmektedirler.” Bu haram kılınma işini Allah'a nisbet ederek yalan uydurup iftira ediyorlar. “Ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz.” Yani Allah'ın bunları haram kılmadığından habersizdirler ki bunlar da çoğunlukla halkın sıradan gelenleridirler. 104Onlara: “Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e gelin” denildiği vakit, “Babalarnnızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter” derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler demi? “Onlara: “Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e gelin” denildiği vakit.” Yani burada söz konusu edilen ve haram olmadıkları belirtilen şeyler hakkında Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmüne gelin denilince, “Babalarnnızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter” derler.” Bizim başka şeylere, dine faları ihtiyacımız yok, bizden öncekilerin uygulama ve sistemleri ne idiyse biz de onu uygulayacağız. Bizin için kafi olanı budur. “bize yeter” kelimesi mübtedadır. Haberi de, (.......) ifadesidir. Buradaki, (.......) edatı ise, (.......) manasınadır. “Allah da: Atalarının bâtıl inanç sistemleri üzerinde kalacaklar ha öyle mi? Ya ataları hiçbir şey bilmiyorlar ve hak yol üzere değillerse de mi?'diye buyurur.” Yani eğer uyulacak kimse bilgin ve gerçeği bilen, doğruyu gerçek manada gösteren biri ise uyulur. Ona uymak ise ancak hüccet ile, kanıtla gerçekleşebilir, başka değil. 105Ey îman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir. “Ey îman edenler! Siz kendi nize bakın.” Âyetteki, “kendiniz” ifadesi, (.......) ile mensûb kılınmıştır. Bu ise isim fiillerdendir. Yani, “Öncelikli olarak kendinizi, nefislerinizi ıslah edin, düzeltin” demektir. (.......) ifadesine yer alan, “Kef ile “mim” harfleri cer yerinde gelmişlerdir, yani mecrûrdurlar. Çünkü isim fiilin ken dişi car ve mecrûrdur yoksa tek başına cer edatı olan, (.......) değildir. “Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez.” Burada, (.......) ifadesi istisna olarak merfûdur/ötreli veya emrin cevabı olarak meczum/sakin kılınmıştır. Ancak kelimedeki (.......) harfinin zammeli/ötreli olarak gelmiş olması, (.......) harfinin zammeli/ötreli olmasındandır. Müslümanlar, inatları yüzünden kafirlikte ısrar edip kalanlara karşı, Müslüman olmamaları sebebiyle onların hallerine üzülüyorlardı. Onların da kendileri gibi Müslüman olmaların temenni ediyorlardı. Bundan dolayı Müslümanlara; “Siz kendinize bakın, o inatçı kafirlere üzülmeyin, çünkü siz onları düzeltmekle yükümlü kılınmış değilsiniz” denilmiş oldu. Çünkü siz hidâyette, hak din üzere olduktan sonra, onların sizin hak olan dininizden sapmış olmalarının size bir zaran dokunmaz. Yoksa bu ayetten sakın şöyle yanlış bir mana çıkanlmasın. Siz kendinize bakm da, emri bil maruf ve nehyi anilmünker (iyiliği emretmek, kötülüğü menetmek) denilen Allah'ın emir ve yasakların içeren hükümlerini tebliğ etmeyin, bu görevinizi bırakın, değildir. Çünkü bir Müslüman eğer gücü olduğu hâlde bu iki görevini ihmal ederse bu, câiz değildir. “Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” Yani amel lerinize göre size gerekeni yapacaktır. 106Ey îman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca vasiyet esnasında içinizden iki adalet sâhibi kişi aranızda şâhitlik etsin. Yahut seferde iken başırııza ölüm musibeti gelmişse sizden olmayan, başka iki kişi (şâhit olsun). Eğer şüpheye düşerseniz o iki şahidi namazdan sonra alıkor, “Bu vasiyet karşılığında hiçbir şeyi satın almayacağız, akraba (menfaatine) de olsa; Allah (için yaptığımız) şâhitliği gizlemeyeceğiz, (aksini yaparsak) bu takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz” diye Allah üzerine yemin ettirirsiniz. “Ey îman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca vasiyet esnasında içinizden iki adalet sâhibi kişi aranızda şâhitlik etsin. Yahut seferde iken başırııza ölüm musibeti gelmişse sizden olmayan, başka iki kişi (şâhit olsun).” Âyetteki, “İki kişi” kelimesi mübtedanın haberi olması itibariyle merfûdur/ötrelidir. Burada mübteda olan kelime de, “şâhitlik” kelimesidir. Yani bunun takdiri şöyledir: “Aranızdaki şâhitlik iki kimsenin şâhitliği olacaktır.” Ya da bu, “aranızda şâhitlik” ifadesinin failidir. Yani: “Bu konuda size farz olan şey, iki kimsenin buna şâhitlik etmesidir” demektir. Yine bura da, (.......) kelimesinin (.......) kelimesine izafe olunması/tamlarınası i'rab ve nahiv açısından konunun daha geniş olarak değerlendirilmesindendir. Çünkü buna mastar izafe olunmuştur. “zamamnda” ifadesi (.......) kelimesinin zarfıdır. “vasiyet esnasında” kavli de, bundan bedeldir. Bunun ayrıca bundan bedel olarak kabul edilmesine gelince bu, vasiyetin vacip olmasından ileri gelmektedir. Çünkü ölüm belirtilerinin varlığı veya ölümün gelmesi gayet olağan şeylerdendir. “vasiyet esnasında” ifadesi de bundan bedeldir. Dolayısıyla vasiyetin vacip oluşuna da delalet etmektedir. Eğer bu, kişinin ihti yan/tercihi olmaksızın sözkonusu olsaydı bu takdirde kesinlikle imtihandan söz edilmezdi, yani imtihan bu durumda düşerdi ya kalkardı. Bu, mutlak manada vucubiyete yani farziyete dönüşürdü. “Huzuru! mevt” demek, ölümün gelip dayanması, artık ölüm emarelerinin kendini göstermesi demektir, ecelin sona erdiğinin emarelerinin görülmesi manasınadır. (.......)ifadesi, (.......) kelimesinin sıfatıdır. “sizden” akrabanız veya yakınlarınız, akrabanızdan olanlar demektir. Çünkü ölünün yakın akrabası ya da yakınları başkalanna göre onun durumunu daha iyi bilirler. “Veya diğerleri” ifadesi, (.......) kelimesi üzerine atfolunmuştur/yüklenmiştir. (.......) Akrabalarınız dışında olanlar, yabancılar demektir. (.......) cümlesi, yolculukta iseniz manasınadır. “siz” zamîri, zahirin açıkladığı bir fiilin failidir. Onu açıklayan/tefsîr eden ise, (.......) cümlesidir. Diğer bir tefsire göre, (.......) kelimesinden maksat akrabası değil de, Müslümanlardan demektir. (.......)ise zimmet ehli olan azınlıklardan demektir. Yine bir tefsire göre bu, mensuhtur, yani bu hüküm yürürlükten kaldmlmıştır. Çünkü zimmi olan bir gayri Müslimin Müslümanlara şâhitlik etmesi câiz değildir. Bunun İslamm ilk zamanlarında câiz olarak görülme nedeni o zaman Müslümanların sayıca oldukça az olmalarından idi. “Eğer şüpheye düşerseniz o iki şahidi namazdan sonra alıkor, “Bu vasiyet karşılığında hiçbir şeyi satın almayacağız, akraba (menfaatine) de olsa; Allah (için yaptığımız) şâhitliği gizlemeyeceğiz, (aksini yaparsak) bu takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz” diye Allah üzerine yemin ettirirsiniz.” Burada geçen, (.......) ifadesi, O ikisini, yemin verdirmek için, durdurun, bekletin, tutuklaym, alıkoyun gibi manalara gelir. Bu cümle ya yeni bir cümledir. Veya, (.......) ifadesinin sıfatıdır. Yani; “Sizden olmayan diğer ikisini tutuklayarak, bekleterek,..” demektir. (.......) cümlesi de sıfat ile mevsûf arasında itiraz/parantez cümlesidir. (.......) yani namazdan sonra cümlesinden kasıt, ikindi namazından sonra demektir. Çünkü bu vakit insanların toplarııp bir araya geldikleri vakittir. Hasen-ı Basrî'den gelen rivâyete göre bu vakit ikindi namazından sonra olacağı gibi öğle namazından sonra da olabilir. Çünkü Hicaz halkı genelde hükümet ve idari işlere bu iki vakitte sonuca bağlarlardı. Çünkü Budeyl olayıyla ilgili olarak gelen hadiste denilmektedir ki: “Âyet nâzil olunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ikindi namazını kıldırdı ve zanlı olan Adiyy ile Temîm'i çağırttı, her ikisinden de Minberin hemen yanında yemin etmelerini istedi. Her ikisi de yemin ettiler. Daha sonra söz konusu kap Mekke'de bulundu. Mekke'de kabı ellerinde bulunduranlar dediler ki, biz bunu Temîm ile Adiyy'den satın aldık. Bak. Tirmizî,3059. Tirmizî, hadsi Hasen Gariptir, demiştir (.......) her ikisine de Allah adına yemin verdirmek, demektir. (.......) Eğer onların güvenilirliğinden şüphe ederseniz, anlamındadır. Bu cümle aynı zamanda, (.......) ifadesiyle cevabı arasında bir itiraz/parantez cümlesidir. Bu da, “Satın almayacağız” ifadesidir. Şartın cevabı ise mahzûf/gizli bulunmaktadır. Benim bundan kastım ise cümlenin manasıdır. Bunun takdiri de şöyledir: “Eğer -o ikisi hakkında- şüphe ederseniz” bu durum da her ikisine de Allah adına yemin verdirin. Çünkü, (.......) ile, “Allah ismiyle” veya “Yemin ile” manası kastolunmaktadır. (.......) dünyalık men faat, çıkar demektir. (.......) Yani adına veya hakkında kendisi için yemin edilen kimse demektir. (.......) en yakın akraba demektir. Yani: “Biz dünyalık çıkar için yalan söylemek suretiyle Allah adına yemin etmeyiz. Hatta kendisi hakkında yemin edeceğimiz kimse bizim en yakınımız olsa da böyle bir şey yapmayız” demektir. (.......) Yani; Allah'ın korunmasını, yerine getirilmesini emrettiği ve saygı gösterilmesini istediği şâhitliği saklayıp gizlemeyiz. (.......) Eğer burada bununla kasdolanan iki şâhit ise, şâhitlere yemin verdirilmesi nesh olunmuş yani yürürlükten kaldırılmıştır. Eğer burada söz konusu edilen iki vasi ise bu ikisine yemin verdirilmesi nesh edilmemiştir. 107Bu şâhitlerin (sonradan yalan söyleyerek) bir günah kazandıkları anlaşılırsa, (şâhitlerin) haklarına tecavüz ettiği ölüye daha yakın olan (mirasçılardan) iki kişi onların yerini alır ve “Andolsun ki bizim şâhitliğimiz onların şâhitliğinden daha gerçektir ve biz (kimsenin hakkına) tecavüz etmedik, aksi takdirde biz, elbette zalimlerden oluruz” diye Allah'a yemin ederler. “Bu şâhitlerin (sonradan yalan söyleyerek) bir günah kazandıkları anlaşılırsa,” Yani günahı gerektiren bir fiil işlediklerine muttali olunur, öğrenilirse yani: “O ikisi gerçekten günah işleyenlerdendir” denilecek bir durumu gerekli kılarsa, “(Şâhitlerin) haklarına tecavüz ettiği ölüyle daha yakın olan (mirasçılardan) iki kişi onların yerini alır ve.” Çünkü, (.......) cümlesi, günah işlemeye hak kazanmış olan, günahkar duruma düşmüş olan demektir. Bunun manası da: “Aleyhlerinde cinayet veya suç işlenmiş olan “demek olup bunlar da ölünün ailesi ve yakmlarıdırlar. Nitekim Budeyl olayında, onunla yol arkadaşliği yapan iki kişinin ihanetleri ortaya çıkınca, bu defa Budeyl'in varislerinden iki kişi, söz konusu gümüş kabın kendi adamlarına âit olduğuna ilişkin olarak yemin etmişlerdi. Dolayısıyla iki akrabasının ölen yakınları hakkında şâhitlikte bülunmaları, yakım olmayan iki yol arkadaşırıın yapacakları yemin ve şâhitlikten daha geçerlidir ve akrabası buna daha layıktırlar. “İki yakın kul/dost” demek, akrabalıkları sebebiyle bu ikisinin şâhitliği daha gerçekçidir ve onlar buna daha layıktırlar ya da onu tanımaya daha çok hak sâhibidirler. (.......) kelimesinin merfû' olması ise, (.......) zamîrinin takdiriyledir. Sanki burada şöyle sorulur gibidir: “O ikisi kimdir?” Buna cevap olarak da, (.......) dır, demektir. Yahut bu, “yerine geçen ikisi” kelimesinin zamîrinden veya, (.......) kelimesinden bedeldir. Kırâat imâmlarından Hafs, (.......) kelimesini aynen (.......) olarak okumuştur. Yani mirasçılar arasında ölene daha yakın, onlar arasında şâhitlik etmeye daha layık olanlar vardır ki, işte bunlar arasından şâhitlik etmeleri içm iki kimseyi ayırmalılar ve bunlar vasıtasıyla da yalancıların yalanlarını ortaya sermeliler. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ebû Bekir Şube, (.......) kelimeşini çoğul olarak, (.......) tarzında okumuşlardır. Böyle okumalarının sebebi ise, “Onlardan daha çok hakkı olanlar” sıfatı olarak değerlendirmelerinden dolayıdır. Ya da bu, medih üzere mensûbtur. (.......) diye isimlendirilmiş olmaları, çünkü, “Andolsun ki bizim şâhitliğimiz onların şâhitliğinden daha gerçektir ve biz (kimsenin hakkına) tecavüz etmedik.” Yani: “Yemin olsun ki bizim yemin etmemiz, bu iki hain vasinin yemin etmelerinden daha gerçektir ve daha doğru olarak kabul görecektir.” “Aksi takdirde biz, elbette zalimlerden oluruz” diye Allah'a yemin ederler.” Eğer ettiğimiz/edeceğimiz yeminlerimizde biz de hakkı çiğnersek, haksızlığa kaçarsak, yalan yere yemin etmemiz hâlinde biz de mutlak manada zalimlerden olmuş oluruz. 108Bu (usul), şâhitliği gerektiği şekilde yapmaya, yahut yeminlerinden sonra, yeminlerin (mirasçılar tarafından) reddedilmesinden korkmalarına (çekinmelerine çare olarak) daha uygundur. Allah'tan korkun ve (O'nu) dinleyin. Allah, yoldan çıkmışlar topluluğuna rehberlik etmez. “Bu (usul), şâhitliği gerektiği şekilde yapmaya, yahut yeminlerinden sonra.” Burada geçen, (.......) daha yakın, daha yerinde ve uygulama bakımından çok iyi manalarına gelir. Dolayısıyla: “ Yani; “Bu gibi olayların olması hâlinde şâhitlik etmelerine uygulama açısından daha yerinde bir uygulamadır” demektir. (.......) yani, şâhitliği üzer lerine aldıkları gibi hıyanet etmeksizin yerine getirmek, demektir. “Yeminlerin (mirasçılar tarafından) reddedilmesinden korkmalarına (çekinmelerine çare olarak) daha uygundur.” Yani kendilerinden başka yemin edecek olanların ortaya çıkmasıyla ve bunlara verilecek yemin ile, yalan söyledikleri ve yalan yere yemin ettikleri gerçeği anlaşılınca, rezil olmaktan korkacaklar, böyle bir durumun olmaması için de bu gibi durumlardan kaçınacaklardır “Allah'tan korkun.” (.......) Yani kabul etmek kasdıyla dinleyip kulak verin. “Allah'tan korkun ve (O'nu) dinleyin. Allah, yoldan çıkmışlar topluluğuna rehberlik etmez.” Yani, itaatsizlik edenler... Eğer âyette geçen, “veya” kelimesinin manası burada nedir? diye sorarsan, buna diyeceğim şudur: Bunun manası; “Ya Allah için veya bunu bir ar kabul edip yeminlerinin reddi hâlinde toplum arasında rezil olmamak için gerçek manada ve doğru bir şekilde şâhitlik görevini yerine getirmek” demektir. Nitekim, “Yemin etmek iddia sâhibine düşer” diyenlerin dayandıkları delil işte bu ayettir, diyorlar. Burada bunun cevabı şöyledir: Mirasçdar iki Hıristiyan kişiye karsı davada bulunmaktadırlar. Çünkü iddiaya göre bu ikisi de ihanetle bulunmuşlardır. Dolayısıyla ikisine de yemim verdirilmiş ve onlar da yemin etmişlerdir. Ancak her ikisinin de yalan söyledikleri sonradan ortaya çıkınca, gizledikleri o şeyi bu defa satın aldıklarını ileri sürmeye başladılar. Ancak varisler onların bu iddialarını reddedip kabul etmediler, işte bunun üzerine sözkonusu iki Hırisliyanın ismi geçen kabı satın almadıklarını ileri sürerek bunu üzerine varisler yemin etliler. 109Allah'ın peygamberleri toplayıp da “Size ne cevap verildi” dediği gün, “Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz gizlilikleri hakkıyla büen ancak sensin” diyeceklerdir. “Allah’ın peygamberleri toplayıp da “Size ne cevap verildi” dediği gün.” Âyetin başında yer alan, “gün” kelimesi ya (.......) veya, (.......) fiiliyle mensûb/fethalı kılınmıştır. Yani: “Siz ümmetlerinizi îman etmeye davet ettiğiniz zaman, bu davetinize karşılık ümmetleriniz ne tür bir cevap verdiler?” Esasen böyle bir soru ya da sorgulama tarzı peygamberleri inkara kalkışanlar için bir uyan ve kötülemedir, bir derstir. “ne” ise, “size cevap verildi” ifadesiyle mensûb/fethalı kılınmıştır. Yani şu manada mastar olan bir kelimenin mensûb/fethalı kılınmasıdır: “Nasıl bir cevap ile karşılandınız?” “Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz gizlilikleri hakkıyla bilen ancak sensin” diyeceklerdir.” Bunun delili ise yine bu surede biraz sonra göreceğimiz, Mâide, 117. âyeti olan, “Onlar üzerinde gözetieyici yalnız Sen oldun” cümlesidir. Yahut peygamber o ifadelerini bir edebin gereği olarak öyle söyleyeceklerdir. Yani, “Senin ilmin yanında bizim ilmimizin ve bilgimizin sözü mü olur? Bizim ilmimiz bir hiç mesabesindedir/bununladır” demektir. Sanki burada, “Biz hiçbir ilme sahip değiliz” der gibiler. 110Allah o zaman şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu Îsa! Sana ve annene (verdiğim) nimetimi hatırla! Hani seni mukaddes ruh (Cebrâîl) ile desteklemiştim; (bu sayede) sen beşikte iken de yetişkin çağında da insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevrât ve İncîl'i öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen benim iznimle o bir kuş oluyordu. Yine benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Ölüleri benim iznimle (hayata) çıkan yordun. Hani îsrailoğullarını (seni öldürmekten) engellemiştim; kendilerine apaçık deliller (mu'cizeler) getirdiğin zaman içlerinden inkâr edenler, “Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” demişlerdi. “İşte o zaman Allah, şöyle diyecek:” (.......) ifadesi, “topladığı gün” ifadesinden bedeldir. “Ey Meryem oğlu Îsa! Sana ve annene (verdiğim) nimetimi hatırla! Çünkü anneni temize çıkarmış ve onu, dünya kadınları arasında onlara üstün kılarak seçkin hale getirdim. “Hani seni mukaddes ruh (Cebrâîl) ile desteklemiştim.” Takviye etmiştim. Burada, “seni desteklemiştim” ifadesi üzerinde amil etkisi yapan kelime, “nimetim” kelimesidir. Âyette sözkonusu edilen Ruhu'l-Kudüs ise mealde de belirttiğimiz gibi Cebrâîl (aleyhisselâm) dir. Yüce Allah Hazret-i Îsa'yı Cebrâîl (aleyhisselâm) ile destekledi ki, kavmine karşı kesin kamtı veya hücceti ortaya koymuş olsun. Ya da kendisiyle dini hayata kavuşturduğu kelam/söz ile onu Îsa'yı takviye etti. Hazret-i Îsa'yı bu şekilde kutsallığa izafe etmesinin sebebi, Hazret-i Îsa'yı her tür günahtan temizleme ve arındırma sebebi olmasındandır. Bunun da delili veya delili: “(Bu sayede) sen beşikte iken de ergenlik çağında da insanlarla konuşuyordun.” Kavlidir. Burada, (.......) cümlesi hâldir. Yani, sen henüz bir bebek iken bir mu'cize olarak onlarla konuştun, demektir. (.......) yani, yetişkin iken tebliğ de bulunarak.. “Sana öğretmiştim” ifadesi, (.......) ifadesi üzerine mamf bulunmaktadır. Nitekim bunun benzeri olan “yapmıştın” “çıkarmıştın” (.......) ve (.......) ifadeleri de aynen bunu üzerine ma'tûf bulunmaktadırlar. “Sana kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevrât ve İncîl'i öğretmiştim.” “Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen benim iznimle o bir kuş oluyordu.” “Ona” lafzmdaki zamîr, “Kef harfine râcidir/yöneliktir. Çünkü bu, Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) nm meydana getirdiği ve üflediği (.......) şekil/suret kelimesinin sıfatıdır. Yoksa Hazret-i Îsa'ya izafe edilen suret veya şekle râci değildir. Çünkü asıl yaratan Îsa değil, yüce Allah'tır. Nitekim, “Benim iznimle kuş oldu” ifadesinde yer alan zamîr de aynen böyledir. “Yine benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun.” Bu ibâre de, (.......) kelimesi üzerine ma'tûf/bağlı bulunmaktadır. “Ölüleri benim iznimle (hayata) çıkarıyordun.” Rivâyete göre Hazret-i Îsa, Hazret-i Nûh'un oğlu Şam'ı mezarından kaldırıp diriltmiş, bundan başka iki adam ile bir kadını ve bir cariyeyi ya da kızı da diriltmişti. “Hani İsrâ'il oğullarını (seni öldürmekten) engellemiştim.” Burada, (.......) ifadesi, “engelledim” fiilinin zarfıdır. “Kendilerine apaçık deliller (mu'cizeler) getirdiğin zaman içlerinden inkâr edenler, “Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” demişlerdi. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali, “sihir” kelimesini “sihirbaz” olarak okumuşlardır. 111Hani havarilere: “Bana ve peygamberime îman edin” diye ilham etmiştim. Onlar (da), “Îman ettik, bizim Allah'a teslim olmuş kimseler (Müslümanlar) olduğumuza sen de şâhit ol” demişlerdi. “Hani havarilere: “Bana ve peygamberime îman edin” diye üham etmiştim.” “Onlar (da), “Îman ettik, bizim Allah'a teslim olmuş kimseler (Müslümanlar) olduğumuza sen de şâhit ol” demişlerdi.” Yani; bizim ihlas sâhibi Müslümanlar olduğumuza sen de tanıklık et Rabbimiz, demektir. Bu, Yüzünü Allah'a teslim etmekten/kendini bütünüyle Allah'a adamaktan alınan bir ifadedir” ki bu manada zaten âyet de bulunmaktadır. 112Hani havariler: “Ey Meryem oğlu Îsa, Rabbin bize gökten, donatılmış bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O: “Îman etmiş kimseler iseniz Allah'tan korkun” cevabını vermişti. “Hani havariler: “Ey Meryem oğlu Îsa, Rabbin bize gökten, donatdmış bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi.” Âyette (.......) kelimesinin mensûb/meftuh olması, bunun harekesinin, (.......) kelimesinin harekesine tabi olması sebebiyledir. Meselâ; “Ey Amr'ın oğlu Zeyd” gibi. (.......) ifadesi, “Bunu yapabilir mi?” demektir veya: “Eğer kendisinden bir istekte bulunsan Rabbin dediğini yapar mı?” manasınadır. Arapça'da, (.......) ve (.......) kelimeleri tıpkı, (.......) ve (.......) kelimelerinde olduğu gibi aynı anlama gelirler. Kırâat imâmlarından Ali Kisâî, (.......) ifadesi, (.......) olarak okumuştur. Yani: “Sen Rabbinden isteyebilir misin? sorabilir misin?” demektir. Burada muzaf/tamlama hazfolunmuştur/kaldırılmıştır. Mana ise şöyledir: “Herhangi'bir engelleyici durum, bir çekinecek hâl olmaksızın sen bu istediğimizi Rabbinden isteyebilir misin ? “ Kırâat imâmlarından Mekke ve Basra okulları imâmları, “İndirme” kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. (.......) kelimesi üzerinde yemeklerin konduğu sofra veya büyük sini demektir. İşte üzerine yemeklerin konması hâlinde bu sini değil artık sofra/Mâide ismini alır. Kelime bir şeyi vermek manasında uzatmak demektir. Sanki bu, kendilerine gelenlere uzatıları şey demek gibidir. “O: “îman etmiş kimseler iseniz Allah'tan korkun” cevabını vermişti.” Yani, size gösterilen bütün bu mu'cizelerden sonra tekrar yeni yeni şeyler istemeye kalkışmayın. Çünkü gerçekten îman veya inanmak Allah'ın emir ve yasakların yerine getirmeyi ve buna bağlı olarak Allah'tan korkmayı gerektirir. 113Onlar: “Ondan yiyelim, kalplerimiz mutmain/tatmin olsun, bize doğru söylediğini (kesin olarak) bilelim ve ona gözleriyle görmüş şâhitler olalım istiyoruz” demişlerdi. “Onlar: “Ondan yiyelim, kalplerimiz mutmain/tatmin olsun.” Daha kesin ve yakiyn anlamında inancımız armış olsun. Bu, tıpkı Hazret-i İbrâhîm'in şu ifadesine benzemektedir: “Ancak kalbim huzur bulsun istedim.” Bakara,260 “Bize doğru söylediğini (kesin olarak) bilelim.” Yani delile dayalı olarak gerçeği gördüğümüz gibi çıplak gözlerimizle de açık ve seçik olarak görmek suretiyle gerçeği öğrenelim, bilelim “Ve ona gözleriyle görmüş şâhitler olalım istiyoruz” demişlerdi.” Bizden sonra geleceklere çıplak gözle gördüklerimizi onlara da aktaralım. Hazret-i Îsa, Havarilerin bu isteklerinin bir inattan kaynaklarınadığını ve fakat sadece daha fazla öğrenmek ve bilgi sâhibi olmak, kalben huzur bulmak esasına dayandığım anlayınca; 114Meryem oğlu Îsa şöyle dedi: “Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, bizim için, geçmiş ve geleceklerimiz için bayram ve senden bir âyet (mu'cize) olsun. Bizi rızıklarıdır; zaten sen, rızık verenlerin en hayırlısısın.” “Meryem oğlu Îsa şöyle dedi: Ey Rabbimiz!” Esasen, (.......) kelimesi, “Ey Allah!” demektir. Fakat burada, (.......) ünlemi hazfedilip kaldmlmış ve bunun yerine bir “mim” harfi getirilerek, “Allah'ım” denilmiştir. “Rabbimiz” ise ikinci bir sesleniş, ünleyiş ifadesidir. “Bize gökten bir sofra indir ki.” “Bizim için, geçmiş ve geleceklerimiz için bayram ve senden bir âyet (mu'cize) olsun.” Yani; o sofranın indiği gün bizim için mutlu bir bayram günü olsun. Rivâyete göre bu günün Pazar günü olduğu ileri sürülmüştür. İşte bu nun için Hıristiyanlar Pazar günün bayram/tatil günü kabul etmektedirler. Ya da burada, “Bayram” ifadesinden kasıt, onlara âit mutluluk ve sevinç günü demektir. Bunun için buna “Bayram günü” diye ad verilmiştir. Mana şöyledir: “Bizim için sevinç ve mutluluk olmuş olsun.” (.......)ifadesi, amilin tekranyla (.......) kelimesinden bedeldir. Yani: “Bizim zamanımızda olan dindaşlarınıız için ve bir de bizden sonra gelecek olanlar için...” Ya da, “Nasıl ki bundan ilk insanlar yemişlerse sonuncuları da bundan yesinler” demektir. Veya “Bizden önce geçenler ve onlara uyanlar da...” (.......) ifadesi, Senden benim peygamberliğime bir âyet deli le olsun, demektir. Daha sonra bu ifadesini şöyle pekiştirdi: “Bizi rızıklarıdır; zaten sen, rızık verenlerin en hayırlısısın.” Senden istediğimizi bize ver, çünkü sen verenlerin en hayırlısısın. 115Allah da şöyle buyurdu: “Ben onu size şüphesiz indireceğim; ama bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, kâinatta hiç bir kimseye etmediğim azâbı ona edeceğim! “Allah da şöyle buyurdu:” Medine ve Şam okulları kırâat imâmlarıyla Âsım, âyette görüldüğü gibi, (.......) kelimesini şeddeli olarak okumuşlardır. Yüce Allah burada sofrayı indireceğini vaat buyuruyor ve fakat hemen bunu ardından şu şartı ileri sürüyor: “Ben onu size şüphesiz indireceğim; ama bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, kâinatta hiç bir kimseye etmediğim azâbı ona edeceğim!” Burada geçen, “azâb” kelimesi tıpkı Selâm kelimesini teslim manasına geldiği gibi, bu da bu şekilde tazib/azâblarıdırma manasınadır. (.......) ifadesindeki zamîr, mastara râcidir/mastar içindir. Eğer azap ile, azap olunacak şey kasdolunsaydı, kesinlikle bundan kaçış olmazdı. Hasen-ı Basrî'nin görüşüne göre aslında bu sofra indirilmedi. Eğer böyle bir sofra indirilmiş olsaydı bu, ta kıyamet gününe kadar bir bayram olurdu. Vehb İbn Münebbih’e göre bu sofra melekler tarafından tersyüz edilmiş şekilde taşınarak getirildi ve üzerinde et dışında her çeşit yiyecek bulunuyordu. Bir diğer tefsire göre onlar gelen sofrada her çeşit yiyeceği buldular. Bir diğer tefsire göre de o sofra, onlar her nerede olsalar sabah ve akşam üzerlerine inerdi. 116Allah: “Ey Meryem oğlu Îsa! İnsanlara, “Beni ve anamı, Allah'tan başka iki tann bilin” diye sen mi dedin” diye buyurduğu zaman o: “Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimde kini bilirsin, halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin. “Allah: “Ey Meryem oğlu Isa! insanlara, “Beni ve anamı, Allah'tan başka iki tanrı bilin” diye sen mi dedin,” diye buyurduğu zaman.” Cumhûrun görüşüne göre bu soru kıyamet gününde olacaktır. Çünkü âyetin siyakı/gelişli-akışı ve sibakı/ öncesi bunu göstermektedir. Âyetin sibakı/öncesi ise, bu surenin 109. âyeti olan, “Allah, resulleri topladığı zaman” cümlesidir. Bir tefsire göre de, Allah bu hitabı, Hazret-i îsa'yı göğe yükselttiği zaman söylemiştir. Bunun delili ise, (.......) lafzıdır. “O: “Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz.” Senin bir ortağın olmandan seni tenzih ederim. Böyle bir şey söylemem benim için yakışık almaz. Söylememem gereken bir şeyi söylemek benim için layık değildir. “Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin.” Eğer benim geçmişte böyle bir şey dediğim doğru ise, sen mutlaka onu bilirdin. Bunun manası şu demektir. Yani sen gerçeği bileceğin için benim herhangi bir mazeret üretmeme gerek yoktur. Çünkü benim bunu söylemediğimi sen de biliyorsun. Eğer söylemiş olsaydım sen onu mutlaka bilirdin. Çünkü: “Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zâtmda olanı bilmem.” Bir şeyin nefsi demek kendisi, zâtı ve hüviyeti demektir. Mana şöyledir: “Sen benim bildiklerimi bilirsin ama ben, senin bildiklerini bilemem.” “Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin.” Bu, her ilci cümleyi de birlik te takviye etmektedir. Çünkü insanın içinde gizli olan şeyler de gayp olan şeyler cümlesindendir. Dolayısıyla bütün gayıpları/gizli olanları bilen bir zatın ilmine, asla kimsenin ilmi yetişemez. 117Ben onlara, ancak bana emrettiğim söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin. “Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim.” Yani sen bana onlara neyi emretmemi söylemiş isen ben de onları kendilerine emrettim. Sonra da emredilen şeyin ne olduğunu da şöyle açıklamaktadır: “Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim.” Âyette geçen, (.......) lâfzı, mü- fessire yani açılayıcı mahiyette olan, (.......) (Ey) “yani” manasınadır. “İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim.” “Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun.” “Sen her şeyi hakkıyla görensin.” Benim söz ve'fiilimi de onların söz ve fiillerini de murakabe eden/gözetleyen sen idin. 118Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kulla rmdır (dilediğini yaparsın). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sâhibisin” dedi. “Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kulla rmdır (dilediğini yaparsın). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sâhibisin” dedi. Zeccâc şöyle diyor: “Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) nın ilmi, kavminden kimlerin îman ettikleri ve kimlerin de küfür üzere kaldıkları bilgisinden ibâret bulunuyordu. İşte bu cümleden olarak, “eğer onlara sapıklıkları sebebiyle azâbedersen” yani onların küfürleri sebebiyle kendilerine azap edecek olursan, “şüphesiz onlar senin- âyetlerini inkâr edip peygamberlerini de yalanladıklarını bildiğin- kullarındır. Sâhibi olman bakımın dan onlara dilediğini yaparsın., bu, adaletinin gereğidir.” Çünkü onlar kendilerine bütün hüccetler ya da kanıtlar gösterildikten ve bunun doğal sonucu olarak îman etmeleri gerekli/vacip olduktan sonra küfürde ısrar etmişlerdir. “Eğer onları bağışlarsan. Şüphesiz sen buna da kâdirsin. Ve işlediklerinde de hikmet sâhibisin.” Yani onların arasından kendilerinden küfrü çıkarıp aldığın ve inanmalarını sağladığın kimseleri bağışlarsan bu, senin fazlın ve ihsanın sebebiyledir. Çünkü Sen güçlüsün. Kimse seni dilediğini yapmaktan engellemez, çünkü işlediklerinde hikmet sâhibisin. Ya da “Azîzun” demek, güçlüdür, sevap vermeye kâdirdir, demektir “ve işlediklerinde de hikmet sâhibisin” demek de, kimseyi karşılıksız bırakmazsın, ancak bir hikmet veya doğruluktan ötürü gerekeni yaparsın, demektir. 119(Bu konuşmadan sonra) Allah şöyle buyuracaktır: Bu, doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da O'ndan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur. “(Bu konuşmadan sonra) Allah şöyle buyuracaktır: Bu, doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür.” Burada, “gün” kelimesi “Bu” kelimesinin haberi olması itibariyle bu kelimenin ref i/ötreli ve izafetiyle okunmaktadır. Yani yüce Allah şöyle buyuracaktır: “İşte bu gün, dünya ve âhirette doğrulukları üzerinde devam eden doğru olan kimselere fayda vereceği gündür.” Cümle mübteda ve haberiyle beraber mefûl/ötreli olarak mahallen mensûbtur/fethalıdır. Meselâ: (.......) gibi. Kırâat imâmlarından Nâfi ise, bunu zarf olarak nasb ile, (.......) diye okumuştur. Yani, yüce Allah bunu; dürüst olanlara dürüstlüklerinin fayda sağlayacağı günde söyleyecektir ki bu gün de kıyamet günüdür. “İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.” Çünkü dünyadaki kurtuluşun aksine bu kurtuluş bâkîdir/sonsuzdur. Halbuki dünyadaki değildir. 120Göklerin, yerin ve içlerindeki her şeyin mülkiyeti Allah'ındır, O, her şeye hakkıyla kâdirdir. “Göklerin, yerin ve içlerindeki her şeyin mülkiyeti Allah'ındır.” Yüce Allah Hıristiyanların, Allah ile birlikte başka bir ilâh da vardır, demelerinden yüce zâtını tazim/yüceltiyor ile tenzih ediyor. “O, her şeye hakkıyla kâdirdir.” Yani, dilerse engeller, dilerse verir, dilerse yaratır ve dilerse yok eder. Allah'tan bizi rızasına muvaffak kılmasını dileriz. Cennetiyle müjdelenip kurtuluşa erenlerden kılmasını isteriz. Efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e Ehl-i Beytine ve ashâbına salât ve selâm olsun. |
﴾ 0 ﴿