EN'AM SÛRESİBu sûre Mekke'de nâzil olmuştur; 165 âyetten müteşekkildir. 1Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınliği var eden Allah'a âittir. Bunca âyet ve delillerden sonra bir de kâfirler kalkmışlar, bir takım varlıkları putlar edinerek Rablerine denk tutuyorlar. İlk âyetin başında yer alan, “Hamd, yalnızca Allah'a âittir.” İfadesi, yüce Allah'ın bundan müstağni olmasına, ihtiyacı olmamasına rağmen zikredilmiş olması, sırf bunu hem lafız ve hem mana bakımından öğretmek içindir. Çünkü bu, “Siz O'na hamdetmeseniz de hamd ve övgü yine de ve her şeye rağmen Allah'ın hakkıdır.” demektir. “Gökleri ve yeri yaratan Allah'tır.” Âyette, “Gök” kelimesinin tekil olarak değil de çoğul olarak, “gökler/se mavat” şeklinde gelmiş olması, göklerin üst üste tabakalar hâlinde olduğu gerçeğine işaret içindir. Halbuki yerin tekil olarak, “ard” diye gelmiş olması, her ne kadar yerlerin sayıları da yedi ise de, yer, gök gibi üst üste gelmiş tabakalar hâlinde değildir. Yerin bu yedi yer hâli birbirini izleyen tabakalar şeklindedir. “Karanlıkları ve aydınliği var eden.” diye geçen âyette yer alan, “var eden” kelimenin Arapçası (.......) dir. Bu kelime kimi zaman bir mef'ûl alır. Böyle bir mefûl alabilmesi de kelimenin, “Ahdese” manasında yani “yaratmak, meydana getirmek, icadetmek vb. gibi” bir manada olması veya, (.......) Anlamında yani, “kurmak, tesis etmek, yetiştirmek, yaratmak” olması hâlinde söz konusu olabilir. Bu ilk âyette geçen, (.......) kelimesi burada tek mef'ûl alır. Şayet, (.......) kelimesi ya da sözcüğü, “başka bir” konusu (.......) kelimesi bu doğrultuda olmak üzere iki mef'ûl almış “durumuna dönüştürmek” anlamında kullanılırsa bu takdirde iki mef'ûl/nesne ya da tümleç alır. Nitekim aşağıda ki âyette öyle geçiyor: “Onlar, Rahmân olan Allah'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar.” Zuhruf,19 Âyette görüldüğü üzere erkeklik ve dişilikleri olmayan Allah'ın masum nuranî varlıklarını dişi sayıyorlar. Bu âyette aynı zamanda Nur ve Zulmet tanrıları diye kadim iki tanrı inancının da ret edildiğine de işaret vardır. (.......) Kelimesinin âyette müfret olarak gelmiş olması âyette cins murat olunmasından ötürüdür, Çünkü farklı aydınlıklar yoktur. Aydınlık bu manada tektir. Halbuki zulmet ise değişiktir, farklı farklı karanlıklar vardır. Bu bakımdan zulmet kelimesi çoğul şeklinde zulümât olarak gelmiştir. Çünkü her şeyin zulmeti/karanlığı o şeyin farklılığına bağlıdır. Meselâ gecenin karanlığı/denizin zulmeti, karanlık olan bir yerin zulmeti hep birbirlerinden ayrı ve farklı karanlıklardır, birinin zulmeti ya da karanlığı diğerine asla uymaz ve benzemez. Halbuki Nur bir tek özellik gösterir, zulmetlerin farklı karakterleri gibi herhangi bir farklılık göstermez. Diğer taraftan âyette görüldüğü üzere (.......) kelimesinden önce Zulümât ifadesi yer almıştır. Bunun gerekçesini de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in aşağıya aldığımız şu hadisinde görüyoruz: “Allah, yaratıklarını zulmet içinde yarattı. Daha sonra Allah, kendi nurundan bir nur/ışık serpti. İşte bu nur ya da aydınlık kime isabet etmiş ise, o, hidâyeti bulmuştur. Kime de isabet etmemiş ise o da sapıtmıştır.” Tirmizî, Îman,18/2780. Ahmed bin Hanbel, Müsned;2/176,197 Bütün bu açıklamalardan sonra, “Bir de kâfirler kalkmışlar, bir takım varlıkları putlar edinerek Rablerine denk tutuyorlar.” Meselâ, Arapça olarak, (.......) diye söylediğin zaman, bununla, “Onu bununla denk ve eş tuttum.” Demiş olursun. Çünkü Araplar bu manada putlarını ve putlaştırdıkları şeyleri Rablerine denk ve eşit tutuyorlardı. Âyette yer alan, (.......) deki, (.......) cer edatı “kâfirler” ifadesinin değil, “Denk” tutma ifadesinin ilgi cümleciğidir. Veya “....bir de kâfirler Rablerinden yüz çevirirler.” Olarak mana verilmesi durumunda âyette yer alan, “bi” cer edatı küfr kelimesinin ilgi cümleciği olur. Bu takdirde, (.......) fiilinin ilgi cümleciği mahzûf olan, “anhu O'ndan” ilgi cümleciği olmuş olur. Buna göre de, “Bir de kâfirler,..” cümlesi, âyetin baş tarafında yer alan, (.......) Hamd Allah'a âittir” cümlesine atfedilmiş olur. Yani, “Yüce Allah yaratmış olduğu varlıklar açısından hamd olunmaya, övülmeye layıktır. Övgü ancak Allah'ın hakkıdır.” Demektir. Çünkü yüce Allah, her ne yaratmış ise bir nimet olarak yaratmıştır. Bir de Allah'tan yüz çeviren kâfirler, bununla da kalmayarak kalkıp Allah'ın verdiği nimetlere karşı nankörlükte bulunuyorlar. Ya da bu, “Göklerin yaratılması” ifadesi üzerine ma'tûftur. Buna göre mana: “Yüce Allah'ın kendisinden başka hiçbir varlığın güç yetiremeyeceği, kâdir olamayacağı bu şeyleri yarattı.” Bir de bu kâfirler, Allah tarafından yaratılmış bulunan bu varlıkları tutup Allah'a denk tutuyorlar, putlar ediniyorlar. Halbuki o kâfirler bu yaratıları varlıkların hiç birisini hiçbir zaman ve asla yaratabilecek bir güç ve kudrete sahip değiller. Âyette yer alan, (.......) edatı, burada bir şeyi yapabilecek bir güce sahip olmadıkları gerçeğini dillendiriyor. Yani yüce Allah'ın kudretine ilişkin âyet ve deliller gayet açık bir şekilde ortada olduğu hâlde kafirlerin böyle bir gücünden asla söz edilemez. Çünkü bu manada bir kudretleri yoktur. 2Sizi bir çamurdan yaratan, sonra size bir ecel, bir ömür süresi tayin eden O'dur. Bir de Onun katında muayyen bir kıyamet günü vardır. Sonra bir de tutup hala şüphe ediyorsunuz. “Sizi bir çamurdan yaratan O'dur.” Bu âyette yer alan, (.......) cer edatı asıl ilk yaratılışa işaret içindir. Dolayısıyla bu, “sizin ilk yaratılışmızdır. Yani Hazret-i Âdem'in yaratılışı çamur dandır, demektir.” Daha “Sonra size bir ömür süresi tayin eden O'dur.” Burada da insanın ömrünün bir gün biteceğine, bu dünya hayatındaki süresinin sona ereceğine işaret buyurmaktadır. “Bir de O'nun katında muayyen bir ecel vardır.” Kıyamet günü vardır. Veya ilk “yaratılış” , İnsanın yaratılması ile ölümü arasındaki döneme kadar olan devreye işaret olunmaktadır. İkinci kısımla da, ölüm ile tekrar dirilme anma kadar olan döneme işarettirki bu da Berzah'tır. Bir diğer tefsire göre ilki “uyku” demektir. İkincisi de, “Ölüm” demektir. Ya da ikincisi yani ölüm. İlk manaya göre olabilir. Bu ise, “O bilinen bir süredir” manasına gelir. “Muayyen bir ecel” ifadesi arap dilbilgisi kurallarına göre, “Mübteda” dir. Bunu haberi de, (.......) ifadesidir. Her ne kadar mübteda nekire ise de buna rağmen cümlenin başında yer almıştır. Kaldı ki haber de zarf olarak gelmiş bulunmaktadır. Halbuki bu gibi bir durumda mübtedanın sonraya kalması kural gereğidir. Başta haberin yer alması gerekir. Çünkü sıfat ile hususiyet kazanmış olduğundan ötürü ma'rifeye yaklaşmış bulunmaktadır. Gerçi âyet mealini söz konusu özelliğe göre ele aldıkça âyet orijinalinde meal, “Muayyen bir ecel O'nun katındadır.” tarzındadır. “Sonra bir de tutup hala şüphe ediyorsunuz.” Şayet, “şüphe ediyorsunuz” kelimesi, “Mirye” kökünden türemiş ise, (.......) kelimesi yukarıdaki manayadır. Eğer, (.......) kelimesi, “el-Mira” kökünden türeme ise bu takdirde âyetin meali şöyledir: “Sonra bir de tutup hala mücadele ediyorsunuz.” Yani âyette, “şüphe ediyorsunuz” yerine, “Mücadele ediyorsunuz” manası yer alır. Yine âyette yer alan, “Sümme” edatıyla şu gerçeğe işaret edilmektedir: “Yüce Allah'ın onlara hayat veren, onları öldüren, sonra tekrar diriltecek gerçeğini bilmelerine rağmen bu konuda şüpheye düşmeleri veya mücadeleye girişmeleri oldukça uzak bir ihtimaldir. Yani tüm gerçekleri bilmelerine rağmen şüpheye düşmeleri veya hak ile mücadeleye kalkışmaları inatlarının bir sonucudur.” 3Göklerde de yerde de yegâne gerçek ilâh Allah'tır. O sizin gizlinizi de bilir, açığa vurduğunuzu da. O, hayır ve şer olarak ne kazanacağınızı da bilir. “Göklerde de yerde de yegane gerçek ilâh Allah'tır.” Âyette yer alan, “O Allah'tır” cümlesi, dilbilgisi açısından mübteda ve haberdir. “Gökler ve yer” ifadeleri ise, mana bakımından, “Allah” isminin manasıyla alâkalıdırlar, ona bağlıdırlar. Sanki şöyle denilmek isteniyor: “O Allah onun yani gökler ile yerin her ikisinde de hak ilahtır.” Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti bu gerçeğe gayet açık olarak değinmektedir: “Gökte de ilâh, yerde de ilâh sadece O'dur.” Zuhruf,84 Yani her ikisinde de bilinen ve tanınan Hak ilâh sadece Allah'tır. Ya da O, kendisi için: “Allah her ikisinde,gökte ve yerde var olan zâttır.” Diye ifade olunan O gerçektir. Birinci görüşe göre, eğer lafız türetilmiş olarak kabul edilmesi baz alınarak : “O, her ikisinde de ilahtır.” Diye tefsirlerıırken, ikinci görüşe göre yani Allah Lafzâ-ı Celali türetilmiş bir isim değildir görüşü açısından, “O, her ikisinde de Allah'tır.” Kısaca bilindiği üzere Arap dil bilginleri arasında “ALLAH” Lâfza-i Celâli “İlah” lâfzından türetilmiştir görüşünü savunanlar olduğu gibi, kimisi de bu, “İlah” lâfzından türetilme değildir, “Allah” İsm-i Celâli bu manada türetilmemiş/müştak olmayan bir özel isimdir. Görüşünü ileri sürmektedirler. Birinci görüşe göre Allah ismi Celili yerine ilâh ismi de söylene bilir. İkincilerine göre bizzat Allah lafzinm söylenmesi daha yerindedir. “O, sizin gizlinizi de bilir, açığa vurduğunuzu da.” Bu, dil bilgisi açısından haberden sonra bir haberdir. Ya da bu, âyette yer alan yeni bir cümledir bu durumda mana: “O, sizin gizlinizi de bilir, açığa vurduğunuzu da.” Yani mealde görüldüğü gibi. Hayır ve şer olarak, “Ne kazanacağınızı da bilir.” Buna göre ya sizi ödüllendirir veya yaptıklarınızdan ötürü sizi cezâlarıdırır. 4“Böyle iken Rablerinin ayetlerinden kâfirlere bir âyet gelmeye dursun, mutlaka o âyetlerden yüz çevirirler.” Bu âyet içerisinde iki tane (.......) cer edatı geçer. Bu edatlardan ilk cer edatı istiğrak için olup, söz konusu edilen şeylerin tamamını kapsar. İkinci cer edatı ise tab'iz içindir. Söz edilen şeylerin bazısını ya da bir kısmını kapsar. Dolayısıyla âyetin manası şöyle tefsirlerıır: “Kâfirlere Rablerinden ne kadar âyet gelirse gelsin, bu kâfirler mutlaka gelen bu âyetlerden kimisini veya bir kısmını ret ederek yüz çevirirler. Halbuki bu hususta onlar için farz olan inen ayetlere bakmaları ve bunlardan ders çıkarmalarıdır.” Halbu ki onlar gelen ayetlere sırt çeviriyorlar, ders almaya bakmıyorlar. Çünkü sonları gereği gibi düşünmediklerinden ve bu açıdan bir korkuları olmadığından ibret nazanyla ve ders almak amacıyla bakmıyorlar, bu gerçeklere sırt çeviriyorlar. 5Gerçekten onlar, hakikat kendilerine gelince onu yalanladılar. Ancak alay ettikleri şeyin haberlerini, onunla alay etmenin ne demek olduğunu öğrenecekler. “Gerçekten (onlar,) hakikat kendilerine gelince onu yalanladılar.” Bu âyette mahzûf bir ifadeye bir cevap yer almaktadır. Şöyle ki: “Eğer onlar âyetlerden yüz çeviriyorlarsa, “Gerçekten onlar, hakikat kendilerine gelince onu yalanladılar.” Yani, Kur'ân kendilerine meydan okumak üzere gelince, onlar da bunun benzerini getirmekten acze düşmüşlerdir. “Ancak alay ettikleri şeyin haberlerini, onunla alay etmenin ne demek olduğunu öğrenecekler.” Alay ettikleri şey, Kur'ân’ın kendisidir. Yani onun verdiği haberleri ve bununla ilgili durumları, alay ettikleri şeyin nasıl bir şey olduğunu pek yakın bir gelecekte öğrenecekler. Bunu da henüz dünya hayatında iken veya kıyamet gününde Allah'ın kendilerine göndereceği azap ile görüp öğrenecekler. Ya da İslamm üstünlük kazanmasıyla ve O'nun egemen olmasıyla herşeyi açık-seçik görecekler. 6Kendilerinden önce nice nesilleri ortadan kaldırdığımızı görmediler mi? Halbuki biz onlara, size vermediğimiz imkanları vermiştik; Gökten üzerlerine bol bol yağmurlar yağdırmıştık ve ayaklarının altından ırmaklar akıtmıştık. Ancak Biz günahları yüzünden onları ortadan kaldırdık ve onların peşinden başka nesiller yarattık. “Kendilerinden önce nice nesilleri ortadan kaldırdığımızı görmediler mi?” Yani söz konusu gerçeklere karşı çıkan o yalanlayanlar, kendilerinden önce yaşayıp bu dünyadan geçenleri ortadan yok edip kaldırdığımızı görmediler mi? Çünkü her çağda yaşayanların hayat sürelerinin bitiğini görmediler mi? Bilmiyorlar mı? Kaldı ki bu süre yetmiş ya da seksen yıldır. Dolayısıyla her yetmiş yıldan veya seksen yıldan sonra yepyeni bir nesil gelir ve gelen bu yeni neslin kendilerinden önce yaşayıp da bugün kendilerinden bir eser kalmayanlardan bir ders çıkarmayacaklar mı? “Halbuki Biz onlara, size vermediğimiz imkanları vermiştik.” Âyette yer alan, (.......) ifadesi, cümledeki yeri ve konumu açısından, daha önce geçen, (.......) ibâresinin sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla kelime sonraki ibâre göz önünde tutulduğunda mana itibariyle çoğul olarak değerlendirilmiştir. “Ülkelerde temkinleştirmek” : demek, Onlara orada imkanlar sunularak, güvenli bir şekilde yaşamalarını sürdürme imkanını vermektir. Buna göre âyetin manası şöyle olmaktadır: “Âd, Semûd ve başka kavimlere vücut, zenginlik ve dünyada farklı toplumlara karşı üstünlük verdiğimiz gibi Mekke halkına bu manada bir şey vermedik, onlar hemen her bakımdan üstün idiler. Fakat bu, onlara bir şey sağlamadı. Haktan sapmaları yüzünden onları helâk ettik. Aklınızı başırııza devşirin siz de aynı son ile karşı karşıya gelmeyin. “Gökten üzerlerine bol bol yağmurlar yağdırdık.” Âyette yer alan, (.......) kelimesi, (.......) keli meşinin halidir. “Ve ayaklarının altından ırmaklar akıtmıştık.” Yani Ağaçlarının, bağ ve bahçelerinin altlarından ırmaklar akıtmıştık. Dolayısıyla mana şöyle olmaktadır: “Sizden önce geçen o toplumlar ırmaklar, meyveler arasında bolluk içinde bir hayat sürdürdüler. Bol ve bereketli yağmurlar altında bir hayat geçirdiler. “Ancak Biz, günahları yüzünden onları ortadan kaldırdık.” Yani onların varlık sâhibi olmaları, büyük imkânlara mâlik olmaları yine de onları helâk olmaktan kurtarmamıştır. “Ve onların peşinden başka nesiller yarattık.” Yani helâk yoluyla ortadan kaldmlanların yerine, onların arkasından başka kavimler getirip yerleştirdik. 7Eğer sana kağıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık, onlar da o kitaba elleriyle dokunmuş olsalardı, yine de bu inkârcılar: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, derlerdi “Eğer sana kağıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık,” yani Allah'ın kitabı ellerine yazılı bir hâlde geçmiş olsaydı ve, “Onlar da o kitaba elleriyle dokunmuş olsalardı,” Bu cümle esasen bir önceki cümleyi te'kit ve pekiştirmek için gelmiştir. İleride, “Gözlerimiz boyandı.” Hicr,15 Dememeleri için bu konu pekiştirilerek ele alınmıştır. Bu körlükleri ileride aleyhlerine delil olsun için zikredilmiştir. Çünkü: “Bu inkarcdar: Bu apaçık bir büyüden başka bir şey depdir,” derlerdi. Bunu da sırf inat olsun, Hak ve îslâm tüm gerçekliğiyle açık-seçik belirdikten sonra yalnızca inatları ve Hakka karşı katı tutum ve davranışları yüzünden karşı çıkarlar. 8“Peygambere, bizim de görebileceğimiz bir melek gönderilseydi ya!” dediler. Eğer Biz bir melek gönderseydik kesinlikle iş bitirilmiş olurdu da artık kendilerine göz açtırılmazdı. “Peygamber'e, bizim de görebileceğimiz bir melek gönderilseydi ya!” dediler.” Yani Hazret-i Peygamber'e, bu zât size peygamber olarak gönderilmiştir, diye konuşup tanıklıkta bulunacak bir melek de peygamber'e gönderilseydi olmaz mıydı? “Eğer biz melek gönderseydik kesinlikle iş bitirilmiş olurdu.” Yani helâk edilmeleri için haklarında kesin hüküm ve karar uygulanırdı. Böylece helâk olurlardı. “Artık kendilerine göz açtırılmazdı.” Meleğin gönderilmesinden sonra artık göz açıp kapayacakları bir zaman dilimi kadar olsun kendilerine hiçbir fırsat asla tanınmazdı. Çünkü bu kimseler bir meleği asli şekil ve hüviyetinde görmeleri hâlinde, görmüş oldukları varlığın dehşetinden ve korkusundan oldukları yerde canları çıkar, ölüp giderlerdi. Âyette yer alan, (.......) edatı, iki olay arasındaki, meleği görme ile helâk oluş arasındaki süreyi, olayın meydana gelişiyle beklemenin söz konusu olamayacağı anı anlatmaktadır. Dolayısıyla olayın meydana gelmesinden sonra bir süre beklemenin söz konusu olmayacağını ve hatta meydana gelebilecek helâk olayının asıl meleğin gönderilmesinden çok daha şiddetli olacağına işarettir. Çünkü bir şiddetin ansızın meydana gelmesi olayı bizzat şiddetin kendisinden çok daha ağır ve çekilmezdir. 9Eğer peygamberi, Biz bir melek kılsaydık, muhakkak onu bir insan suretine sokar ve onları düştükleri şüpheye yine de düşürmüş olurduk. “Eğer peygamberi bir melek kılsaydık,” Yani onların istekleri doğrultusunda eğer Biz, peygamberi bir melek kılsaydık ya da bir meleği peygamber olarak kendilerine gönderseydik. “Muhakkak onu bir insan şeklinde gönderirdik” Çünkü Mekke müşrikleri kimi zaman, Muhammed'e, onun peygamberliğini doğrulayan bir melek beraberinde gönderilseydi ya! Dedikleri gibi kimi zaman da, Bu Muhammed de tıpkı sizin gibi bir beşer, bir insandır diyorlardı. Eğer Rabbimiz dileseydi, kesinlikle meleklerini gönderirdi. Dolayısıyla ayete dönersek: “Göndereceğimiz o meleği de kesinlikle bir suretinde gönderirdik.” Nitekim kimi vakitler Cebrâîl (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber'e vahiy getirirken veya gelirken genel olarak sahabeden Dihye'nin suretinde gelirdi. Çünkü Sahâbe melekleri asli şeklinde ya da hüviyetinde görmeye dayanamaz, güç yetiremezlerdi. “Ve onları düştükleri şüpheye yine düşürmüş olurduk.” - Yani onları öyle bir duruma getirirdik ki, yine de işin içinden çıkamazlardı. Ey Resûlüm Muhammed! Eğer meleğin de yolu tıpkı senin yolun gibi olacak idiyse, dolayısıyla onun işini, durum ve konumunu onlar için işin içinden çıkılmaz bir hale getirirdik. Çünkü bu kimseler meleği insan suretinde gördükleri zaman, “Bu da bir insandır, bir melek değildir.” diyeceklerdir. 10Aslında senden önce de nice peygamberlerle alay edilmişti. Ancak alay edenleri, alaya aldıkları şey onları her taraftan kuşatarak mahvetti. “Aslında senden önce de nice peygamberlerle alay edilmişti. Ancak alay edenleri, alaya aldıkları şey onları her taraftan kuşatarak mahvetti.” Yani alaya aldıkları şey sebebiyle onlar cezâ olarak her taraftan çepe çevre kuşatıldılar. Onları kuşatan şey de Hak'km kendisidir. Çünkü peygamberi ve inananları alaya almaları sebebiyle helâk edildiler. Âyette yer alan, (.......) car ve mecranı bunun öncesinde yer alan, (.......) fiiline taallûk etmektedir. Bu, tıpkı;5 âyetinde yer alan, (.......) âyeti gibidir. “Onlarla” zamîri/adılı peygamberlere gider. (.......) âyetinde yer alan, (.......) harfi, kurradan Ebû Amir ile Âsım'a göre iki sakin, harfin yan yana gelmeleri sebebiyle meksur okunur. Ancak, diğer kırâat imâmlarına göre ise, (.......) deki (.......) harfinin zammeli olması sebebiyle, (.......) harfi de ötreli okunur. Yani, (.......) olarak okunur. 11De ki: “Yer yüzünü gezip dolaşırı, sonra da peygamberleri yalanlayanların sonlarının ne olduğunu görüp düşünün.” Âyette yer alan,” (.......) diye bir kelime bulunmaktadır. Bunun, (.......) olarak gelmesiyle, (.......) olarak gelmesi arasında ne gibi bir fark bulunmaktadır? (.......) daki bakış olayı, yer yüzünde dolaşmaya ibret alınması açısından sebep/ neden olmamaktadır. (.......) denilince sanki, “Yer yüzünde ibret almak için gezip dolaşırı, yoksa aymazların yer yüzünde dolaştıkları gibi gezip durmayın. Ancak, “Yer yüzünde gezip dolaşırı, sonra da... ne olduğunu görün.” Yani, (.......) olarak gelmesinin anlamı, yeryüzünde ticaret ve başka amaçlarla gezip dolaşmanın mubah olduğunu ve bunun herhangi bir sakıncasının olmadığını anlatmak içindir. Bir de daha önce yok olup gidenlerin, helâk olanların kalıntılarına, onlardan geriye kalmış kalan izlerine bakarak da bunlardan ders çıkarmanın gerekliliğine de işaret olunmaktadır. İşte işin bu noktasına âyette yer alan, (.......) edatıyla dikkat çekilmiş bulunmaktadır. Çünkü bu edat, vacip olanla mubah olan arasındaki mesafeyi ve farklıliği belirtmek içindir. 12Göklerde ve yerde olanlar kimindir? diye sor onlara. De ki: “Allah'ındır.” O, merhamet etmeyi kendi zâtına has kıldı. O, hakkında hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününde sizi kesinlikle toplayacaktır. Kendilerim ziyana sokanlar var ya işte onlar inanmazlar. “Göklerde ve yerde olanlar kimindir? diye sor onlara.” Âyette yer alan, (.......) soru edatıdır. Bundan hemen sonra gelen, (.......) harfi burada (.......) anlamında ilgi zamîridir ve mübteda konumun da olduğundan mahallen merfûdur. (.......) ise mübtedanın haberidir. “De ki: Allah'ındır.” Bu, ifade inkârcıları kesin susturmak için verilen bir cevaptır ve onların da bildikleri gerçeği kesin ifade etmek içindir. Yani şöyle denilmek isteniyor: O şeylerin hepsi Allah'ındır. Dolayısıyla bu hususta benimle sizin aranızda herhangi bir ihtilaf ya da tartışma da söz konusu değildir. Kaldı ki bu şeylerden hiç birisini Allah'tan başkasına izafe etmeniz de mümkün değildir ve siz O'ndan başkasına izafe etmeye de asla güç yetiremezsiniz. “O merhamet etmeyi kendi zâtına has kılmıştır.” Burada “Has kılmak ve Yazmak” ifadeleri âyetin aslı olan, (.......) fiilinden alınmıştır. Esasen bu fiil, “Vacip kıldı.” Demektir. Ancak bu ifadeyi zahiri manasıyla yüce Allah için vacip ya da farz kıldı olarak manalarıdırılması câiz değildir. Çünkü kul açısından bakıldığında hiçbir kul, yüce Allah için bir şeyi farz ya da vacip kılmaz, kılamaz. Kaldı ki yüce Allah için de böyle bir mecburiyet yoktur. Dolayısıyla bundan murat, yüce böyle bir şeyi kesin bir dil ile vaad buyurur. Şüphesiz Allah her vadini de kesinlikle yerine getirir. Âyette, “Nefs” ifadesinin yer alması da, bunun yalnızca kendisine âit ve has olduğunu bildirmek içindir. Dolayısıyla aracılara bırakmamaktadır, aracıları devreden çıkarmaktadır. Diğer taraftan ibret gözüyle olayları değerlendirmemesi, aymazlığı, hiçbir şeyi yaratma gücü bulunmayan varlıkları Allah'a ortak koşmaları sebebiyle de onları azâbıyla korkutuyor. Bunun için şöyle buyuruyor: “O, hakkında hiç şüphe olmayan kıyamet gününde sizi kesinlikle toplayacaktır.” Allah'a ortak koşmanız yüzünden sizleri cezâlarıdırmak için kıyamet gününde sizi toplayıp bir araya getirecektir. “Kendilerini ziyana sokanlar var ya işte onlar inanmazlar.” Âyette yer alan, “Kendilerini ziyana sokanlar var ya,” zemmi, kâfirleri yerme olayını anlatan bu cümle mensûb durumundadır. Yani burada asıl kasdolunanlar kendi istek ve arzularıyla küfrü seçenlerin, kendilerini ziyana sokanlardır. Dolayısıyla, “Onlar inanmazlar.” İmâm Ahfeş diyor ki: Âyette yer alan, “Ellezine” ilgi zamîri, “Le Yecmeanneküm” deki, (.......) zamîrinden bedeldir. Yani yüce Allah, kendilerini ziyana sokan bu müşrikleri kesin olarak toplayıp huzura getirecektir. Ancak burada geçerli olan görüş ilkidir yani “Ellezine” nin mensûb oluşudur. Çünkü Dil Bilimcisi İmâm Sîbeveyh diyor ki: “Arapça da, (Merartu biyel miskin veya Merartu bikel miskin) diyerek “Miskin” kelimesini (.......) veya (.......) harfinden bedel imiş gibi değerlendirmek câiz olmaz. Çünkü her ikisinin de dilbilgisi bakımından apaçık olarak ortadadır. Bu itibarla bu ikisini bedel olarak veya tefsîr olarak değerlendirmeye gerek yoktur. 13“Gecenin ve gündüzün içinde yer alıp barınan her varlık O'nundur.” Âyette yer alan, “O'nundur” ifadesi bundan önceki âyette yer alan, (.......) lâfzı üzerine ma'tûftur. Yine âyet içinde yer alan, (.......) fiili, (.......) dan türemedir. Buna göre mana şöyledir: “Gece ve gündüz hareketsiz olanı da hareket hâlinde olanı da,..” Ya da, (.......) fiili, (.......) kelimesinden türetilmedir, buna göre ise mana şöyle olmaktadır: “Gecenin ve gündüzün içinde yer alıp bannan,..” Dolayısıyla sadece iki zıddm birini zikretmek suretiyle diğerini zikretmeksizin bununla yetinilmiştir. Bu tıpkı Nahl,81 âyetindeki, “Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler,” Âyette yalnızca sıcaktan söz edilerek aynı zamanda soğuğa da işaret olunmaktadır. Yani, “Sizi sıcaktan ve soğuktan koruyacak elbiseler,..” denmek istenmiştir.Zaten bu ibâre itibariyle de böyle anlaşılmaktadır. Dolayısıyla konumuz âyette “sükun” yani hareketsiz olandan söz edilirken hareket hâlinde olanlara da zımnen işaret olunmaktadır. Zira hareketsizlik hâli hareketlilik oranına göre daha çoktur. Bu ise müşrikler aleyhine hüccet olmak için zikredilmiştir. Çünkü müşrikler de her şeyin yaratanının ve tedvir edenin yüce Allah olduğunu inkâr etmemektedirler. “O'Semi'dir, Alîm'dir.” Yüce Allah duyulacak her şeyi duyar ve her malumu da bilir. Dolayısıyla gecenin ve gündüzün içinde yer alan hiçbir şey Allah'a gizli değildir. 14De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden, yediren ve fakat kendisi yedirilmeyen Allah'tan başkasını mı dost edineyim? Yine de ki: Bana müslüman olanların ilki olmam emredildi ve sakın müşriklerden olma! diye buyuruldu. “De ki: Allah'tan başkasını mı dost edineyim?” Yani yardımcı, zafere erdiren Allah'tan başkasını mı ma'bût edineyim? Âyette yer alan, (.......) ikinci mef'ûldür. İlk mefûl ise, (.......) a'kelimesidir. İkisi de (.......) fiilinin mefuludur. Dikkat edilirse burada soru edatı olan “hemze” , (.......) fiilinin tümleci olan (.......) kelimesinin başına gelmiş olup bizzat fiilin kendisinin başına gelmemiştir. Çünkü burada özellikle dikkat çekilmesi geren nokta yadırganan husus, Allah'tan başkasının dost edinilmesidir. Yoksa soyut anlamda herhangi birilerini sevmek ve dost edinmek demek değildir. Yasaklarıan şey her hangi bir varlığın ya da sistemin Allah ile denk tutulması meselesidir. Bu itibarla Velayet noktasında öncelik yüce Allah'ındır ve O'na verilmesi gerekir. “Gökleri ve yeri yoktan var eden,” Âyette yer alan, “Fâtır” kelimesi, “Allah” İsmi Celalinin sıfatıdır ve bu bakımdan mecrûr olarak gelmiştir. Fâtır, gökler ile yeri hiçbir örneği yokken ilk icat eden,yaratan manasınadır. Nitekim Abdullah b. Abbâs bu hususta der ki: “Ben, (Fâtır) kelimesinin ne manaya geldiğini bir kuyu konusunda yanıbaşımda iki bedevinin tartışmalarını, davalarını dinleyene kadar bilemiyordum. Konuyu çözebilmem için davalarını bana getiren iki bedeviden biri, (.......) dedi. Yani o kuyuyu ilk açan benim, demek istiyordu.” “Yediren ve fakat kendisi yedirilmeyen,...” Yani rızkı veren, rızıklarıdıran, yedirip içiren Allah'tır. Menfaatin ve faydanın her çeşidi ancak O'nun karındandır. Allah için bundan yararlarına, faydalarıdırma câiz değildir. “De ki: Bana, müslüman olanların ilki olmam emredildi.” Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine göre İslam'ı ilk kabul edendir. Bunda öncelik onundur. Nitekim (Enam 163) te şöyle buyurulmuştur: “Bana sadece bu emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim.” Bu âyet de tefsirini yapmakta olduğumuz âyeti aynı şekilde açıklamaktadır. “Ve sakın müşriklerden olma! diye buyuruldu.” Bana, “Sakın ortak koşanlardan olma, diye emir buyuruldu.” Eğer âyetin bu bölümü lafız bakımından makabline ma'tûf kılınırsa o takdirde de mana şöyle olurdu: “Müşriklerden olmamam bana emrolundu.” Dolayısıyla mana şöyle olmaktadır: “Ben İslam ve Müslüman olmakla emrolundum ve aynı zamanda da şirkten de men edildim.” 15De ki: “Eğer ben, Rabbime isyan edersem ileride geleceği kesin olan büyük bir günün azâbından korkarım.” Yani ben büyük bir günün azâbından korkarım ki bu gün de kıyamet günüdür. Rabbime karşı gelir, isyana kalkışırsam, sonum budur benim. “Eğer Rabbime isyan edersem” deki şart ifadesi Fâil ile mef'ûlu bih arasında yer almıştır. Cevabı ise mahzûftur. Kısaca şar cümlesi, (.......) fiili ile, mefulun bih durumunda olan “Azâb” kelimeleri arasında yer almıştır. 16O gün her kim azap dışında tutulursa, kesinlikle Allah onu esirgemiştir. İşte apaçık kurtuluş ve gerçek mutluluk da budur. “O gün her kim azap dışında tutulursa, kesinlikle Allah onu esirgemiştir.” Allah o kimseyi rahmetine erdirmiştir ki bu, apaçık bir kurtulmuştur. Âyette yer alan, (.......) ı, Hamza, Ali ve Ebubekir (.......) olarak okumuşlardır. Bu durumda mana şöyle olmaktadır: “Allah kimi azâbın dışında tutarsa” “İşte apaçık kurtuluş ve gerçek mutluluk da budur.” 17Eğer Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır verirse... Aslında O her şeye kâdir olduğu gibi buna da kesinlikle kâdirdir. “Eğer Allah sana bir sıkıntı verirse,” herhangi bir hastalık bir yoksulluk veya bu manada bir bela ve musibet verirse, “Onu O'ndan başka giderecek yoktur.” Söz konusu musibetleri, O'ndan başkası kaldıramaz. Çünkü buna O'ndan başkası kâdir değildir. “Eğer sana bir hayır verirse,” zenginlik, sıhhat ve afiyet verirse, her şeye kâdir olduğu gibi, “Aslında O buna da kesinlikle kâdirdir.” 18O, kullarının her türlü tasarruf ve hükümranlığa sahiptir. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, her şeyden haberdardır.. “O kullarının üzerinde her türlü tasarruf ve hükümranlığa sahiptir.” Âyetin, “O, her türlü tasarruf ve hükümranlığa sahiptir. (.......) mübteda ve haberdir. Galip gelen ve her şeye muktedir olandır. “Kullarının üzerinde” (.......) ise haberden sonra gelen bir başka haberdir. Yani yüce Allah kudretiyle onlara galebe çaları ve üstün gelendir. Kahr: Başkasının isteyip amaçlamış olduğu şeyi, o kimse başarmadan muradını ve amacını engelleyen, başarma ve muradına erme fırsatını tanımayan, demektir. Allah, dilediğini infaz etmede, yerine getirmede “hüküm ve hikmet sâhibidir.” Kulları arasında haksızlık edenleri de bilir. Çünkü O, “her şeyden haberdardır.” 19De ki: Şâhitlik bakımından hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah... Benimle sizin aranızda şâhit olarak yeter. Bu Kur'ân bana, kendisiyle sizi ve kendilerine ulaşan herkesi uyarmam için vahyolundu. Yoksa siz, Allah ile beraber başka ilâhlar olduğuna şâhitlik mi ediyorsunuz? De ki: Ben kesinlikle buna şâhitlik etmem. Ve onlara şu gerçeği de hatırlat, de ki: O, ancak bir tek Allah'tır ve ben sizin ortak koştuğunuz tüm ilâhlardan ve sistemlerden uzağım. De ki: “Şâhitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?” Âyette yer alan, “Hangi şey” yani (.......) dilbilgisi bakımından mübtedadır. (.......) ise mübtedanın haberidir. (.......) ise temyizdir. (.......) kelimesi ise kendisine izafe olunan bazı şeylerin murat olunduğu bir kelimedir. Eğer bu “eyyu” kelimesi bir soru edatı olarak değerlendirilirse, bu takdirde bunun cevabı, muzaf olduğu kelimenin ismini almış olur. “De ki Allah...” Bu ifade nahiv bakımından cevap konumundadır. Dolayısıyla mana şöyle oluyor: “Şâhitlik bakımından Allah daha büyüktür.” Burada ALLAH ism-i celali dilbilgisi açısından mübtedadır. Haberi ise mahzûftur. Bu âyette yer alan, “ŞEY” kelimesine dayanarak Yüce Allah'a ŞEY denilebileceğinin câiz olduğunu bir delil olarak görebilmekteyiz. Bunun câiz olmasının nedeni ise, “şey” kelimesinin mevcut olan varlıklara bir isim olarak kullanıldığı ve verildiği gerçeğindendir. Bundan hareketle ezeli ve ebedî olarak var olan Allah'a var olması sebebiyle “şey” denebilir. Çünkü “şey” kelimesi yok olan ya da var olmayan bir şeye ad olarak verilmez. Yani var olmayana “şey” denemez. Dolayısıyla Allah mevcuttur/vardır ve bu itibarla da “Şey” dir. Bu açıdan “Yüce Allah Şeydir ve fakat eşya gibi değildir,” diyebiliriz. Bunda bir sakınca da yoktur. Bundan sonra, “Benimle sizin aranızda şâhit olarak,” cümlesiyle giriş yapılıyor ki bu, O “Benimle sizin aranızda şâhit olarak yeter” anlamındadır. Diğer taraftan, “Benimle sizin aranızda şâhit olarak” cümlesinin cevap olması da câizdir. Çünkü Peygamber ile inkârcılar arasında yüce Allah şâhit olduğuna göre, artık peygambere yapılan bu şâhitlikten daha büyük ve üstün bir başka şâhitlik hiç olabilir mi? Elbetteki Allah'ın şâhitliğinden daha üstün ve büyük bir şâhitlik olmaz. “Bu Kur'ân bana, kendisiyle sizi ve kendilerine ulaşan herkesi uyarmam için vahyolundu.” Yani ta kıyamete kadar Kur'ân her kime ulaşırsa, ulaşacağı herkesi uyarmam için gönderildi. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Kur'ân'ın kendilerine ulaştığı herkes âdeta Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i görmüş gibidir.” Zemahşeri, Keşşaf; 2/11. Hadis Sait b. Cubeyr'e dayanan mevkuf bir hadistir Âyette yer alan, (.......) kelimesi mahallen mensûbtur. Çünkü (.......) zamîrine atfedilmiştir. Âyette söz konusu edilenler ise Mekke'lilerdir. Buna âit zamîr ise mahzûftur. Bu ise, (.......) takdirindedir. (.......) fiilinin faili Kur'ân'ı işaret eden (.......) zamîridir. “Yoksa siz Allah ile beraber başka ilâhlar olduğuna şâhitlik mi ediyorsunuz?” Burada yer alan soru inkarı ve inkârcıları susturmak anlamını içerir. “De ki: Ben kesinlikle” sizin şâhitlikte bulunduğunuz gibi “şâhitlik etmem.” Âyette sık sık, “deki” ifadesinin tekrarlarınası tekit ve pekiştirmek maksadıyladır. “Ve onlara şu gerçeği de hatırlat de ki: O ancak bir tek Allah'tır.” Bu âyet içerisinde yer alan, (.......) daki (.......) dilbilgisi açısından, (.......) Harfine amel ettirmemektedir. (.......) mübtedadır. (.......) ise haberdir. (.......) ise sıfattır. Veya burada bu, (.......) manasında olup “İnne” harfinin etkisiyle mahallen mensûbtur. (.......) mübteda, (.......) haberidir. Cümle ise, (.......) nin ilgi cümleciğidir. (.......) da (.......) nin haberidir. İşte dilbilgisi bakımından bu değerlendirme daha gerçekçidir. “Ve ben sizin ortak koştuğunuz tüm ilâhlardan ve sistemlerden uzağım.” Allah'a tüm ortak koştuklarınızdan beriyim. 20Bizim kendilerine kitap verdiklerimiz, o peygamberi kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendi kendilerini en büyük zarara uğratanlar var ya, aslında onlar îman etmezler. “Bizim kendilerine kitap verdiklerimiz,” Yahûdîler ve Hıristiyanlar ve bunlara verilen Tevrât ve İncîl kast olunmaktadır. “O peygamberi kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar.” Yahûdîler osun, Hıristiyanlar olsun Allah Rasûl'ü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i kendi öz çocuklarını nasıl tanıyorlarsa aynen o manada kesinlikle tanırlar. Onu tüm yaşantısıyla olsun, Tevrât ve İncîl'de anlatıları özellikleriyle olsun bilir ve tanırlar. Çünkü bunlar kendi öz yavrulannı giysileriyle olsun, taşıdıkları karakterleriyle ve nitelikleriyle tanırlar. İşte peygamberi de böyle kesin tanırlar. Burada bu özelliklerden söz edilmesinin nedeni, kendilerine kitap gönderilmiş bulunan Yahûdî ve Hıristiyanların Resûlüllahnü kesin tanımakta oldukları gerçeğini Mekke halkına tanık göstermek içindir. Onun peygamberliğinin de gerçek olduğuna delil olsun içindir. Sonra âyet şöyle devam ediyor; “Kendi kendilerini en büyük zarara uğratanlar var ya,” Ki bunlar Allah'a ortak koşan müşriklerle inkârcı kitap ehli yani yaHûdi ve Hıristiyanlardır. “Aslında onlar îman etmezler.” Peygambere ve getirdiklerine inanmazlar. 21Allah'a karşı yalan uydurandan veya O'nun âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kim olabilir? Şu bir gerçektir ki, zalimler asla kurtulamayacaklardır. “Allah'a yalan uydurandan veya O'nun âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kim olabilir?” Âyette “daha zâlim kim olabilir?” sorusu aslında reddi ve inkan, olumsuzluğu içeren bir ifadedir. Yani böyle yapan kimseden kendi kendine zulmetmiş, yazık etmiş daha zâlim biri olamaz. Çünkü bunlar Allah hakkında olmayacak şeyler uyduruyorlar, yakışık almayan vasıflarla niteliyorlai” . Kur'ân-ı Kerîm'i ve mu'cizeleri inkâr ediyor ve yalan sayıyorlar, Zulüm: Yerine konması gereken bir şeyi olması gereken yere koymamaktır. Bunun en iğrenci ve kötüsü ise, mahlûku ilâh olarak tanımaktır. “Şu bir gerçektir ki, zalimler asla kurtulamayacaklardır.” Çünkü bunlar bâtıl olan iki şeyi bünyelerinde inanç olarak banndırmaktadırlar: a- Hakkında ellerinde bir kesin delil ve hüccetleri olmadığı hâlde Allah adına yalan şeyler uydurmaları, b- Hüccet ve delillerle sabit olan gerçekleri yalanlamaları. Meselâ: Meleklerde erkeklik ve dişilik olmadığı gerçeğine rağmen, meleklere Allah'ın kızları glarak inanmaları ve Kur'ân ile mu'cizeleri sihir olarak değerlendirip kabullenmeleridir. 22Gün gelecek onların hepsini bir araya toplayacağız; sonra da ortak koşanlara diyeceğiz ki: Nerede boş yere davalarını sürdürdüğünüz ortaklarınız?” “Gün gelecek onların hepsini bir araya toplayacağız.” Âyette yer alan, (.......) mef'ûldür. Bu, “gün gelecek onların hepsini toplayacağımız günü hatırla.” Takdirindedir. (.......) ise mef'ûl zamîrinden hâl olarak gelmiştir. “Sonra da” Allah ile beraber başka şeyleri “ortak koşanlara diyeceğiz ki:” Allah'a ortaklar olarak koştuğunuz “boş yere davalarını sürdürdüğünüz ilâhlarınız nerede?” Yani siz onları ilâhlar ediniyordunuz. Burada iki mef'ûl mahzûftur. Ayrıca, (.......) ve (.......) fiilleri kırâat imâmlarından Ya'kûb'a göre, “Ya” harfiyle, (.......) ve (.......) olarak da okunmuştur. 23“Sonra ortak koşanların ileri sürecekleri mazeretleri, Rabbiniz Allah adma yemin ederiz ki, biz ortak koşanlardan olmadık, demekten başka bir şey olmayacaktır.” Âyette yer alan, (.......) fiili, Hamza ve Ali kırâatlerine göre “Ye” harfiyle, (.......) olarak okunmaktadır. Âyetin tefsiru şöyle: “Tüm ömürlerini uğrunda tükettikleri küfürlerinin ve inkarlarının, yoluna baş koyarak verdikleri küfür savaşlarının sonu nihayet şöyle bitmiş olacaktır: “Sürdürdükleri davalarının inkâr etmek, küfür ve inkârcılıkla bir bağlarının bulunmadığını savunmak, böyle bir küfür inancı üzere bulunmadıklarını Allah adına yemin ederek kendilerini temize çıkarmaya çabalanak...” Ya da onların cevapları böyle demekten ibâret bulunacaktır. Âyette, “fitne” tabiri yer almaktadır. Çünkü işleri yalan uydurmak ve akılları bularıdırmak olduğundan, âyette böyle zikredilmiştir. Yine Âyetteki “Fitne” kelimesi dilbilgisi kurallarına ve İbn Kesîr'in, İbn Âmir'in ve Hafs’ın kırâatine göredir. Dolayısıyla, (.......) kelimesini, (.......) ile okuyan ve (.......) kelimesini de merfû' olarak okuyan bir kimse, bu takdirde , “Fitne” kelimesini, dilbilgisi bakımından (.......) fiilinin ismi olarak kabul etmiş demektir. Budan sıra gelen, (.......) ise dilbilgisi bakımından haber olur. Yani mana şöyle olmaktadır. “Onların fitneleri, mazeretleri ancak söyleyecekleri şu sözleri olacaktır...” Yine kırâat imâmlarından söz konusu fiili yine (.......) ile (.......) olarak okursa ve “Fitne” kelimesini de mensûb olarak, (.......) diye okursa yine anlattığımız hususa tefsirlerınış olacaktır. Âyette yer alan, (.......) ifadesi Hamza ve Ali kırâatlerine göre münada olarak mensûbtur. Yani, (.......) demektir. Bu ikisi dışındaki kırâatlere göre ise, Allah isminin sıfatı olması itibariyle esrelidir. Yani, (.......) Rabbina” olarak okunur. 24Bak da hallerini gör, nasıl da kendi aleyhlerine yalan söylediler! İlah diye uydurdukları şeyler de kendilerinden nasd uzaklaşıp gitmiştir. “Ey Resûlüm Muhammed! “Bak da hallerini gör,” “Biz müşriklerden, ortak koşanlardan değiliz diyerek,” “nasıl da kendi aleyhlerine yalan söylediler!” Âyetin tefsiruyla ilgili olarak İmâm Mücahid şöyle diyor: “Kıyamet gününde yüce Allah insanları huzuruna toplayıp da müşrikler, Allah'ın rahmetinin genişliğini ve Resûlüllahın mü’minlere şefâatini görmeleri üzerine, müşrikler birbirlerine şöyle seslenecekler: Gelin birlikte şirkimizi, Allah ortak koştuğumuzu gizleyelim de şu tevhit ehliyle birlikte ola ki biz de böylece kurtulma fırsatını elde ederiz. İşte tam böyle bir anda Rabbimiz onlara şöyle buyuracak: “Boş yere davalarını sürdürdüğünüz ilâhlarınız nerede?” (enam ,22) Onlar da yalan yere yeminle şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Senin adına yemin ederiz ki biz müşriklerden olmadık.” (enam 23) Bundan böyle Allah, ağızlarını mühürleyecek bantlayacak ve kendi vucud organları kendileri aleyhine tanıklıkta bulunacaktır. “İlah diye uydurdukları şeyler de ken dilerinden nasıl uzaklaşıp gitmiştir. Şirkleri yüzünden Allah'ın geniş rahmetinden ve Resûlüllah’ın şefâatinden mahrum kaldıkları gibi ayrıca boş yere davalarını sürdürdükleri ilâhları ve sistemleri de orada onları kendi başlarına yapayalnız bırakıvermiştir. 25Onların içinden senin okuduğun Kur'ân'ı dinleyenler de vardır. Bununla birlikte Biz onların onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler gerdik, kulaklarına da tam anlamıyla işitmemeleri için ağırlıklar koyduk. Onlar her çeşit açık belgeyi görseler bile yine de inanmazlar. Sırf seninle tartışmak maksadıyla sana gelen o inkârcılar; “Bu Kur'ân'da anlatılanlar eski toplumların efsanelerinden başka bir şey depdir.” derler. “Onların içinden senin okuduğun Kur'ân'ı dinleyenler de vardır.” Anlatıldığına göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân okurken, Ebû Süfyan b. Harb, Velid b. Muğire, Nadr b. Haris ve benzerleri toplarııp bir likte Resûlüllah’ın okuduğunu dinlerlermiş. Toplarıan bu kimseler Nadr b. Haris'e, Muhammed ne diyor? diye sorarlar. O da : “Allah'a yemin ederim ki, ne dediğini anlayamıtefsir. Sadece gördüğüm kadarıyla dilini hareket ettirip duruyor.Devamla; anladığım kadarıyla sizin geçmiş çağların efsanelerinden söz ettiğiniz gibi o da o çağlara ilişkin efsaneleri anlatıp duruyor, der.” Buna karşılık Ebû Süfyan da: “Şüphesiz benim anladığım ve gördüğüm kadarıyla o gerçekten hak üzeredir ve hakkı dile getiriyor.” Der. Bunun üzerine Ebû Cehil: “Kesinlikle hakkı aktarıyor değildir.” Karşılığını verince, işte bu âyet nâzil oldu: “Biz onların onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler gerdik, kulaklarına da tam anlamıyla işitmemeleri için ağırlıklar koyduk.” Âyette yer alan (.......) kelimesi “Kinan” kelimesinin çoğuludur. Bu da perde manasınadır. Kelime kalıp itibariyle de tıpkı, (.......) ve (.......) İNAN” kelimesi gibidir. Yine âyette yer alan “VAKR” , duymaya engel olan kulaktaki bir rahatsızlık. Burada Vakr kelimesi mastar olduğu için tekil gelmiştir. Aynı zamanda kelime. “Ekinn” üzerine atfedilmiştir. Diğer taraftan bu âyet biz ehli sünnet inancında olanların lehine ve Mu'tezile mezhebinin de aleyhine delildir. Çünkü Mu'tezile görüş ve itikat olarak şunu söylüyorlar: “Allah, ancak salahı ve hayn işler.” Bu inanca da “Adalet” ismini veriyorlar. “Onlar her çeşit açık belgeyi görseler bile yine de inanmazlar. Sırf seninle tartışmak maksadıyla sana gelen o inkârcılar; şöyle derler:” Bu âyet içerisinde yer alan, (.......) edatından sonra birkaç cümlenin kendisinden sonra yer aldığı bir edattır. Bunlardan biri, “Sana geldiklerinde,” , birsi, “seninle tartışırlar” ve birisi de, “İnkârcılar şöyle derler” cümleleridir. Bu cümlelerden, “Seninle tartışırlar” cümlesi Nahiv bakımından Hâl konumundadır. Aynı zamanda, (.......) edatının cer edatı olması da câizdir. Buna göre, “Sana geldiklerinde- (.......) cümlesi de mecrûr konumunda olmuş olur. Dolayısıyla âyetin bu noktadaki manası da: “Geldikleri vakitte” olur. “Seninle tartışırlar” (.......) cümlesi de “hâl” olur. Buna göre de, (.......) onu açıklayan bir tefsir olur. Yani o kafirlerin ya da inkârcıların Allah'ın âyetlerini yalanlamaları sana ulaştığında bunlar seninle tartışırlar, mücadeleye girişirler ve nihayet derler ki: “Bu Kur'ân'da anlatılanlar eski toplumların efsanelerinden başka bir şey değildir.” Böylece Allah'ın kelâmı olan Kur'ân'ı yalan sayarlar ve eskilerin efsaneleri ve masalları olarak değerlendirirler. 26Dahası bu inkârcılar, hem halkı Peygamber'e ve Kur'ân'a inanmaktan vazgeçirmeye gayret gösterirler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Halbuki onlar farkında olmaksızın sadece kendilerini helâk ediyorlar. “Dahası bu inkârcılar, hem halkı Peygamber'e ve Kur'ân'a inanmaktan vazgeçirmeye gayret gösterirler.” Allah'a ortak koşanlar halkı Kur'ân'dan, Resûlüllahnden ve ona uyanlarla bir arada bulunmaktan ve îman etmekten men ederler. “Hem de kendileri ondan uzak dururlar.” Bizzat kendileri de Kur'ân'dan, Resûlüllahnden, Ona uyanlardan ve îman etmekten kaçınırlar, uzak dururlar. Hem kendileri haktan saparlar ve hem başkalannı da saptırırlar. “Halbuki onlar farkında olmaksızın sadece kendilerini helâk ediyorlar.” Yani bu husustaki zarar ancak bu inkârcıların kendilerinedir. Bunlar her ne kadar Resûlüllahne, mü’min ve müslümanlara zarar verdiklerini zannetseler de sadece kendilerim aldatmış olurlar başka değil. Diğer bir tefsir göre burada söz konusu edilen kişi, Hazret-i Peygamberin amcası Ebû Talip'tir. Çünkü kendisi Kureyş'in Resûlüllah'a zarar vermemeleri için, onu korumuş, himayesine almış ve fakat buna rağmen Peygamber'e îman etmekten geri durmuştur. Ancak bu sonuncu tefsir pek yerinde kabul görmemiş, ilk tefsir deha yerinde görülmüştür. 27Ateşin üstünde durdurulduklarında onların: “Ah ne olurdu, keşke dünyaya geri gönderilseydik de, bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve inananlardan olsaydık.” Dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler! “Ateşin üstünde durduruldukların da onların:” Burada cevap mahzûftur ve şöyledir: “Eğer sen onların o hâlini görebilseydin, şüphesiz çok önemli ve büyük bir olayı görmüş olurdun. Çünkü onlar Sırat köprüsünde ateşin üstünde durdurulup haps edildiklerini veya kendilerine cehennem ateşini çıplak gözle görmeleri için bunun onlara gösterildiği anı görebilseydin, gerçekten büyük bir olay olduğunu görürdün.” “Ah ne olurdu, keşke dünyaya geri gönderilseydik de, bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve inananlardan olsaydık.” Yeniden îman etmeleri için dünyaya tekrar gönderilmelerini temenni edecekler. Ancak bu arzu ve isteklerinin kendilerine bir yaran olmayacaktır. Bu bakımdan da artık bundan böyle âyetleri yalanlamayacakların ve inanacaklarını söyleyerek bunun için vaadde bulunacaklardır. Fakat bunun da kendilerine bir yaran olmayacaktır. Ayetten anladığımız kadanyla sanki bu inkârcılar şöyle der gibiler: “Biz bundan böyle yalanlamayacağız ve îman edeceğiz.” Âyette geçen, (.......) Kırâat imâmlarından Hamza ve Hafs'a göre temenninin cevabı anlamında maiyye vavı ile mensûbturlar. Ayrıca (.......) edatının izman gizli (.......)ile de (.......) meczumdur. Yani: (.......) olur. Bu durumda mana şöyle olmaktadır: “Eğer tekrar dünyaya döndürülürsek, yalan söylemeyeceğiz ve imân edeceğiz.” Kırâat imâmlarından İbn Âmir de (.......) fiilinin mensûb okunacağı konusunda Hamza ile Hafs'a kâtilıyor. 28“Hayır! Daha önce gizli tuttukları şeylerin ortaya serilmesi dolayısıyladır.” Hayır! Bu kimseler daha önce dünyada iken işledikleri kabahatlerinin ortaya çıkmış olması ve amel defterlerinin sayfalarının kendilerini rezil edecek hata, günah ve suçlarla dolu olması yüzünden öyle bahaneler ileri sürüp duruyorlar. Âyetin başında yer alan, (.......) kelimesi arzularıan şeyin olmayacağını, istenilenin aksinin gerçekleşeceğini bildiren bir kelimedir. Âyette söz konusu edilenlerin münâfıklar olduğu tefsiru yapıldığı gibi Yahûdîler ve hıristiyanlar olduğu şeklinde de tefsirlerınıştır. Her ikisi için de yapılan tefsir uygundur. Çünkü münâfık denilen iki yüzlü ler aslında içindeki kini ve düşmanliği gizleyip açığa vurmamaktadırlar. Nitekim olan Yahûdîler ve hmstiyanlar da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğinin doğruluğu kendilerince ortaya çıkmış ve bilinmiş olmasına rağmen onlar da işin bu yönünü halktan gizli tutuyorlar “Şayet dünyaya geri gönderilseler bile yine kendilerine yasakla nan küfre kesin dönerlerdi.” Yani cehennem ateşinin nasıl bir şey olduğu gerçeğini görüp öğrendikten sonra tekrar dünyaya döndürülseler bile kesin olarak kendileri için yasaklarıan o küfre tekrar dönerlerdi. “Çünkü onlar gerçekten yalancıdırlar.” Yani bizzat kendi adlarına verdikleri sözü tutmazlar. Çünkü yalancı ve vefasızdırlar. 29Eğer onlar dünyaya döndürülselerdi, kesinlikle tekrar küfrü seçerler ve şöyle derlerdi: “Hayat ancak bizim bu dünyadaki hayatımızdan ibârettir.” Âyetin başında yer alan, (.......) bir önceki âyette geçen, (.......) fiiline atfolunmuştur. Buna göre âyetin manası şöyle olmaktadır: “Daha önceleri henüz kıyameti görmeden önce ne diyorlar idiyse, yine aynı şekilde geri döndürülmelerinden sonra da küfürlerinde inatla ısrar edeceklerdi” . Veya (.......) kavli, (.......) cümlesi üzerine ma'tûftur. Dolayısıyla âyetin manası şöyle olmaktadır: “Çünkü onlar gerçekten her şeyde ve konuda yalancıdırlar. Zira onlar şöyle söyleyip duranlardır: “Hayat ancak bizim bu dünyadaki hayatımızdan ibârettir.” Âyette yer alan, (.......) zamîri hayattan kinayedir. Ya da kıssaya âit zamîrdir. “Öldükten sonra diriltilecek de değiliz, demişlerdi.” 30Rablerinin huzuruna getirildikleri zaman sen onları bir görsen! Allah: Bu tekrar dirilme olayı hak gerçek değil miymiş? diye soracak. Onlar da: Rabbimiz adına yemin ederiz ki, evet! diyecekler. Allah da. O hâlde inkâr ettiğinizden ötürü tadm azâbı! diyecek. “Rablerinin huzuruna getirildikleri zaman sen onları bir görsen!” Bu ifade aslında söz konusu inkârcıların ve münâfıkların tutuk-lanmalarından dolayı ya da hapsedilmeleri sebebiyle mecâz bir ifade olup inkârcıları kötülemek, hadlerini bildirmek içindir. Bu, tıpkı bir suçlunun ya da caninin cezâlarıdmlması için efendisinin huzurunda tutulup sorgulanması gibidir. Veya mana şöyle olabilir: Rablerini kendilerini cezâlarıdıracağı yerde tutuklanırlar. “Allah: Bu tekrar dirilme olayı gerçek değil miymiş? Diye soracak.” Âyette yer alan, “Kale diye soracak” fiili,mukadder bir sorunun cevabı niteliğindedir. Sanki şöyle bir mukadder bir soru varmış gibi: “Rablerinin huzuruna getirildikleri zaman, Rableri onlara ne buyurdu? Buna cevap olarak şöyle buyuruldu:” “Bu tekrar dirilme olayı gerçek değil miymiş?” Var olan şu gerçek olayla hak değil miymiş? Bu ifade esas itibariyle, söz konusu inkârcıların öldükten sonra dirilme olayını yalanlamaları sebebiyle bu kimseleri kınamak ve kötülemek içindir. Çünkü bu tür insanlar, öldükten sonra yeniden dirilme olayını duyduk-larında, “Bu olay gerçek değildir” diyerek yalanlamışlardı. “Onlar da: Rabbimiz adma yemin ederiz ki evet! diyecekler.” Yani bu noktayı kesin bir dille ikrar edecekler ve ayrıca ettikleri yemin ile de bunu pekiştirecekler. “Allah da: o hâlde inkâr ettiğinizden ötürü tadın azâbı! diyecek.” 31Allah'ın huzuruna çıkmayı yalan sayanlar gerçekten kayba uğramışlardır. Kıyamet vakti apansız onları yakalayınca günah yüklerini sırtlarına yüklenerek şöyle diyecekler: “Dünyada işlediğimiz kötülükler sebebiyle yazıklar olsun bize! Aklınızı başırııza devşirin, yüklendikleri şey ne kötüdür. “Allah'ın huzuruna çıkmayı yalan sayanlar gerçekten kayba uğramışlardır.” Yani âhiret yurduna gitmeyi ve buna bağlı gerçekleri yalan sayanlar veya gerçekten Allah'ın huzuruna çıkmayı yalan sayanlar manasınadır. Çünkü ölümden sonra yeniden dirilme hadisesini inkâr edenler, rü'yet yani Allah'ın huzuruna çıkıp orada hesap vermeyi de inkâr ediyor demektir. ““Kıyamet vakti apansızın onları yakalaymca günah yüklerini sırtlarına yüklenerek şöyle diyecekler:” Âyette yer alan, (.......) edatı, (.......) fiiliyle bağlarıtılı olup fiiliyle ilgisi yoktur.Çünkü bu fiilin bir gayesi yoktur. Kıyamet vaktinin süresinin ertelenmiş olması, kıyamet sonrası hayatın ebediliği karşısında âdeta bir anlık ya da bir saatlik bir süre gibi gelir. Yine âyette yer alan, (.......) kelimesi, ya hâl olarak veya masdar olarak mensûb kılınmıştır. Bu, herhangi bir kimsenin vaktini bilemediği bir şeyin kendisine hiç ummadığı bir sırada apansızın çıkıp gelmesi veya ortaya çıkmasıdır. “Dünyada işlediğimiz kötülükler sebebiyle yazıklar olsun bize!” Burada başlarına ansızın gelen kıyamet hadisesi yüzünden pişmanlıklarını dile getiriyorlar ve yazıklar olsun bize, biz ne yaptık, o değerli zamanımızı ve varlığımızı neye harcadık? Neredesiniz o imkânlar! Gelin imdadımıza yetişin! Diye hayıflarııyorlar. Çünkü biz dünyada hayli kötülük işledik, hatalı davrandık, kıyameti inkâr ettik. Onunla ilgili konularda kusurlu hareket ettik, ona îman etme konusunda da kusur işledik. “Günah yüklerini sırtlarına yüklenerek,” Âyette özellikle, “sırt” diye zikredilmesinin nedeni, nasıl ki insanını hayatını kazanması elleriyle olmakta ise, ağır yüklerin taşırıması da sırt iledir. Aslında bu, mecâzî manada bir ifade olup, kişinin işlediği hatalarının her zaman yüzüne vurulacağı ve yüzünün kızarmasıdır. Nitekim şöyle anlatılır; Kâfir bir kimse kabrinden kalkıp doğrulduğunda kendisini suratı oldukça çirkin, iğrenç kokulu bir şey kendisini karşılayacak ve ona: “Ben senin işlediğin kötü amelinim, şüphesiz sen dünyada uzun bir süre benim sırtımda taşırıdın durdun. Bugün ise artık ben senin sırtına bineceğim.” Diyecektir. “Aklınızı başırııza devşirin, yüklendikleri şey ne kötüdür.” Taşımakta oldukları günah yükü ne kötüdür. Âyette geçen, “Dikkat edin, uyanın, aklınızı başırııza devşirin” manalarını ifade eden bu kelime, bundan sonra ki âyette anlatılacak şeyin önemine dikkatimizi çekmek içindir. 32Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Korunup sakınanlar için âhiret yurdu muhakkak ki çok daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz? “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.” Bu ifade onların, “Hayat ancak bizim bu dünyadaki hayatımızdan ibârettir.” (Enam ,29) sözlerine bir cevaptır. Âyette geçen, (.......) kelimesi faydalı olanı bırakıp faydasız olanı almak demektir. (.......) ise ciddi ve önemli olan şeyden önemsiz ve basit olan eğlenmeye yönelmektir. Nitekim denilmiştir ki: Dünya hayatına ilişkin iş ve ameller sadece oyun ve eğlenceden ibâret bulunmaktadır. Çünkü âhiret hayatına ilişkin yapılan iş ve hizmetler bir çok büyük faydalar sağladıkları hâlde, dünya hayatını ilgilendiren iş ve hizmetlerin neticesinde herhangi bir menfaat ya da yarar yoktur. “Korunup sakınanlar için âhiret yurdu muhakkak ki çok daha hayırlıdır.” Âyetin bu bölümü, korunup sakınan yani takva sâhibi olan kimselerin bu manadaki amelleri dışındaki tüm ameller oyun ve eğlenceden ibârettir, önemli değildir. (.......) burada mübtedadır. (.......) ise bunun sıfatıdır. İzafetle yani isim tamlaması olarak kırâat imâmlarından İbn Âmir, “(.......) olarak okumuştur ki bunun manası şöyle olur: “Âhiret yurdunun zamanı...” Çünkü herhangi bir şey kendi sıfatına muzaf olamaz. Her iki kırâate tekniğine göre mübtedanın haberi, (.......) Nâfi'el- Medeni', Cafer el- Medenî ve Hafs'a göre, (.......) harfiyle, “olarak okunur. 33Onların söylediklerinin gerçekten seni üzmekte olduğunu kesinlikle biliyoruz. Şüphesiz onlar seni yalanlamıyorlar, ancak o zalimler açık bir şekilde Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Ebû Cehil, “Ey Resûlüm Muhammed! Aslında biz seni yalanlıyor değiliz. Çünkü sen aramızda doğru konuşan biri olarak tanınırsın. Ancak bizim yalanladığımız şey, senin bize getirip haber verdiğin şeydir” demişti. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur: “Onların söylediklerinin gerçekten seni üzmekte olduğunu kesinlikle biliyoruz. Şüphesiz onlar seni yalanlamıyorlar.” Yani onlar yalanı sana nisbet etmiyorlar. “Ancak o zalimler açık bir şekilde Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” Bu durumda âyetin manası şöyle oluyor: “Senin yalanlarınış olman aslında Allah'ı yalanlamaya varan bir husustur. Çünkü sen, Allah tarafından mu'cizelerle desteklenen ve doğrulanıp tasdik olunan peygamberisin. Onlar hakikatte seni yalanlıyor değiller. Aslında onlar sadece böylece yüce Allah'ı yalanlamış oluyorlar. Çünkü peygamberin yalanlarınası demek, ona gönderilen şeyin yalanlarınası demektir.” (.......) daki zamîr dikkat çekmek içindir/zamîri şandır. (.......) okunur. Bu da, birini yalancı olarak bulmak” demektir. “Ancak o zalimler” denilerek açık bir şekilde yalanlayanlardan söz edilmiş ve, “Ancak onlar” diye zamîr getirilmemiştir. Bu takdirde, “Onlar inkârları sebebiyle zulmettiler ve haksızlıkta bulundular.” (.......) deki (.......) harfi ya, (.......) fiiline veya tıpkı, (A'râf ,103'te) (.......) Âyetinde yer aldığı gibi burada da, (.......) ye mütealliktir. 34Andolsun ki senden önce nice peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlarınalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabr ettiler. Nihayet yardımımız onlara yetişti. Allah'ın hükümlerini değiştirebilecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Andolsun ki gönderilen elçilerin haberlerinin bir kısmı sana da gelmiştir. “Andolsunki senden önce nice peygamberler de yalanlanmıştı.” Burada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) üzülmesin diye teselli ediliyor. Çünkü yüce Allah'ın, “onlar seni yalanlamıyorlar” sözü, aslında müşriklerin Resûlüllah'ı yalanladıklarını kabul etmeyen bir ifade, değildir. Bu tıpkı senin kendi çocuğuna ya da yanında çalışanına birileri tarafından aşağılandığı zaman söylediğin, “Aslıda onlar seni değil beni aşağılıyorlar.” İfadesine benzer bir ifade gibidir. “Onlar, yalanlarınalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler.” Sabır: Kişinin sıkıntılara ve ezalara rağmen pes etmeyip dayanma gücünü göstermesidir. Çünkü peygamber, kavimlerine getirdikleri hakikatlere rağmen hem yalanlandılar ve hem bu uğurda dayanılamayacak işkence ve eziyetlere maruz bırakıldılar. “Niha yet yardımımız onlara yetişti. Allah'ın hükümlerini değiştirebilecek hiçbir güç ve kuvvetleri yoktur.” Çünkü yüce Allah'ın verdiği sözler var ki, O asla bunlardan geri dönmez. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Andolsun ki, peygamber kullarınııza söz vermişizdir. Onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır.” (Saffât, 171-172) Ve bir başka âyet. Rabbimiz buyuruyor ki: “Şüphesiz peygamberlerimize... Kesinlikle yardım ederiz.” (Mü'min, 51) “Andolsun ki, gönderilen elçilerin haberlernin bir kısmı sana da gelmiştir.” Daha önce gelmiş olan peygamberlere âit haberler kıssalar ve onların kendi dönemlerindeki müşrikler karşısında gösterdikleri sabır ve dayanma güçlerine ilişkin bilgilerin kimisi sana da iletildi. İmâm Ahfeş, âyette yer alan, (.......) cer edatını zâid olarak değerlendirir ve “Nebeu'l-Mürselin” İ de fâil kabul eder. Ancak hocası İmâm-ı Sîbeveyh bunu câiz görmez. 35Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır gelmiş ise, yerin dibine inebileceğin bir tünel veya göğe çıkabileceğin bir merdiven yapmaya gücün varsa bu takdirde onlara diledikleri mu'cizeyi getirebilirsin. Eğer Allah dileseydi, kesinlikle onları hidâyet üzere toplayıp birleştirirdi. O hâlde sakın kendini bilmezlerden olma! Ancak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e kavminin inkârcıliği ağır geliyor, bu iş onun zoruna gidiyordu. Ondan yüz çevirmelerine üzülüyordu. İstiyordu ki mu'cizeler gönderilsin de kavmi îman etsin. İşte şimdi tefsirini yapacağımız âyet bununla ilgili olarak nâzil olmuştur. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Eğer onların” îslâm'dan “yüz çevirmeleri sana ağır gelmiş ise,” zoruna gidiyorsa, “yerin dibine inebileceğin bir tünel” , Yani tüm katınanlarına ulaşıp kavminin îman etmeleri için, o derinliklerde bulabileceğin bir mu'cize “veya göğe çıkabileceğin bir merdiven varsa,” bu sayede bir mu'cize temin edebileceksen, “Bu takdirde onlara dilediğin mu'cizeyi getirebilirsin.” O takdirde hemen bir mu'cize getir getirebilirsen. “Hemen âyet getir” ifadesi Âyetteki, (.......) Fiilinin cevâbıdır. Ayrıca, (.......) fiili ve cevabı ikisi birlikte, (.......) cümlesinin cevâbıdırlar. Bu durumda mana şöyle olur: Aslıda senin bana gücün yetmez. Burada anlatılmak istenen gerçek şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kavminin îman etmelerini ne denli bir aşırı istekle arzuluyor olduğunu dile getiriyor. Eğer Resûlüllah’ın ta yerin derinliklerinden onların inanmaları için mu'cizeler bulup getirebilme gücü ve imkânı olsaydı veya gökleri yukanlarından böyle bir mu'cize getirebilme imkanına sahip olabilseydi bunu mutlaka yapardı. Çünkü hep onların îman etmelerini umut edip durmuştu. “Eğer Allah dileseydi, kesinlikle onları hidâyet üzere toplayıp birleştirirdi.” Eğer îman etmeleri mümkün olabilseydi, yüce Allah. Onları hidâyeti tercih edebilecek bir duruma getirirdi. Ancak Allah, onların îman etme yerine küfrü ve inkârcıliği seçtiklerini bildiğinden, onların hidâyet üzere toplarınaların bu manada dilememiştir. Nitekim bunu böyle olduğunu îmam Muhammed Mansûr Maturidî de böyle zikretmiştir. “O hâlde sakın, kendim bilmezlerden olma!” Yani bu gerçekleri bilmeyen câhillerden ve kendini bilmeyenlerden olma. 36Ancak içtenlikle dinleyenler daveti kabul ederler. Ölülere gelince, Allah onları diriltecek, Sonra da O'nun huzuruna çıkarılacaklardır. Diğer taraftan yüce Allah, Hazret-i Peygamberin kavminin hidâyeti için hırslı bir şekilde istekli olduğunu ve fakat kavminin onu dinlemek ve duymak istememeleri bakımından bunu onlar için bir yarar sağlamayacağını ve onların tıpkı ölüler gibi olduğunu bildirerek şöyle buyuruyor: “Ancak içtenlikle dinleyenler daveti kabul ederler.” Yani senin davetine gerçekten duyabilenler, kulak verenler cevap verip kâtilırlar. Candan o daveti benimsemiş olanlar dinlerler. “Ölülere gelince, Allah onları diriltecek, sonra da O'nun huzuruna çıkardacaklardır.” İşte ancak o zaman duyabilirler. Fakat bundan önce duyup dinlemeyeceklerdir. Âyette yer, “ölüler” nahiv bakımından mübtedadır. Burada ölülerden kasıt da kâfirlerdir, inkârcılardır. 37O'na Rabbinden bir mu'cize indinlemez miydi? Dediler. De ki: Şüphesiz Allah, onların istedikleri herhangi bir mu'cizeyi indirmeye kâdirdir. Fakat onların çoğu bunu bilmezler. “O'na Rabbinden bir mu'cize indirilemez miydi?” Meselâ safa tepesini altına dönüştürülmeyi, Mekke topraklarının genişletilmesini ve bu topraklar arasından ırmakların akıtılmasını istediğimiz gibi bu türden bir mu'cize indinlemez miydi peygamber'e? “De ki: Şüphesiz Allah,” onların arzuladıkları gibi “herhangi bir mu'cizeyi indirmeye kâdirdir. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.” Şüphesiz Allah onların istediği mu'cizeleri indirmeye elbette kâdirdir. Ya da bu türden mu'cize isteyenler, eğer istedikleri mu'cize kendilerine gösterilmiş olsaydı bununla birlikte başlarına ne türden bir belânın geleceğini bilmezler. 38Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki sizin gibi bir toplum oluşturmamış olsunlar. Biz o Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra onlar toplarııp Rablerinin huzuruna getirileceklerdir. “Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi bir toplum oluşturmamış olsunlar. Âyette yer alan (.......) hareket eden tüm canlılara verilen genpl bir isimdir, hem erkek ve hem dişi tüm varlıklar için kullanılır. (.......) Dabbe kelimesinin sıfatı olup cer yerinde gelmiştir. Âyette uçma olayının “İki kanadıyla uçan” olarak iki ile kayıtlarınış olması, mecâzî bir mananın çıkarılmasının önüne geçmek içindir. Çünkü kimi zaman uçma imkânı olamayan varlıklar için, o varlığın aşırı hızlı olması sebebiyle “uçtu” denilebilmektedir. “Sizin gibi bir toplum oluşturmamış olsunlar.” İfadesinin anlamı şu demektir. Siz nasıl yaratılmış iseniz, öyle ölecekseniz ve öyle diriltilecekseniz. Diğer canlılar da bu manada sizin gibidir. Her varlık bizim gibi onların ihtiyaçlarını düzene koyacak bir müdebbire, ihtiyaçları karşılayacak olana muhtaçdırlar. “O Kitap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” Burada “Kitap'tan” kasıt Levh-i Mahfûz olabilir. Bu durum da, “Biz, yazmamız gereken her şeyi oraya kaydettik, hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sabit ve var olması istenen her şeyi orada tesbit ettik.” Ya da burada “Kitap'tan” kasıt Kur'ân olabilir. “Hiçbir şeyi,” İhtiyaç duyuları her şeyi... İbare, işaret, delalet ve iktiza olarak kulluk bakımından bizi ilgilendiren her şey tesbit olunmuştur. Şimdi bu tabirleri tek tek açıklayalım, biz bununla ilgili açıklamayı Seyyid Şerif Cürcani'nin “Ta'rifat” adlı eserinden aktaracağız. Şöyle ki: a- İbare: Kısaca ibâre diye verdiğimiz bu ifade aslında nassm ibâresi anlamında, “İbaretu'n-Nass” demektir. Bu, “Kendisi için kelam manevi bir nazım olup İBARE, diye isimlendirilmiştir. Çünkü hüküm çıkarmak veya delili göstermek isteyen kimse, nazımdan yani eldeki ibâre den manaya, mütekellim olayı anlatan, gündeme getiren ise manadan nazma geçer. Dolayısıyla işte bu, kulluk yapabilme yeri olmuş olur. Eğer böyle bir durumda gelen kelamın gereği doğrultusunda emir ya da nehiy olsun, bununla amel edilmesi hâlinde bu, Nassm ibâresiyle istidlâl sunma ismini alır. b- İşaret: Bizzat siganın/kipin kendisinden mana anlaşıldığından artık ayrıca onunla ilgili olarak bir sözün/ifadenin şevkine ihtiyaç duyulmayan demektir. Bir de “Îşaretu'n-Nass” vardır ki bu, bizzat kelamın/ifade ya da cümlenin kendisinden lügat açısından sabit olan şey ile amel etmek demektir. Fakat bununla beraber esasen o cümle ya da nazım bizzat istenilen konu için varit olmamış ve o şey de kast olunmamıştır. Meselâ:(Bakara/233) “Annelerin yiyecek ve giyeceklerini örfe uygun bir şekilde hazırlamak çocuk babasına âittir.” Şimdi bu ayete baktığımız zaman âyet sadece nafakanın kim tarafından ödenmesi gerektiğini isbat içindir. Ancak bununla birlikte işaret yoluyla nesebin babalara âit olduğunu da öğrenmiş bulunmaktayız. c- Delâlet: Bilinmesi gerekli olan bir şeyin öğrenilebilmesi için mutlaka onunla alâkalı bir başka şeyinde bilinip öğrenilmesi gereklidir. Bu iki şeyden ilkine, “ed-Dall” denir. İkincisine de, “el-Medlul” demektir. Usul âlimlerinin terimleriyle bu şu demektir: Bir lafzın bir manaya delaleti, beş yoldan biriyledir. Şöyle ki: Ya ibâre yoluyla ya işaret yoluyla, ya delalet yoluyla, ya iktiza yoluyla veya o şeyin tesbiti yoluyla olabilir. Metin yoluyla elde olunan bir hüküm, ya bizzat metnin kendisiyle sabit bulunur ya sabit olmayabilir. Birincisi yani metnin kendisiyle sabit olan hüküm bu maksatla gelmiş ise işte buna ibâre veya ibâre yoluyla delalet denir. Şayet böyle değilse yani doğrudan ya da direkt olarak o şeye işaret etmeyip dolaylı bir şekilde yol gösteriyorsa buna da İşaret veya işaret yoluyla delalet denir. İkincisine gelince, eğer hüküm, dil açısından lafızdan hemen anlaşılıyorsa işte buna Delalet yoluyla delalet denir. Eğer hüküm şerî'at yoluyla anlaşıları bir şey ise buna da, İktiza veya dal bil iktiza denir. Nassın olaya ibâre yoluyla delaleti, nassm manasının ictihadi yol ile değil de dil açısından sabit olmasına bağlıdır. . “Dil açısından sabit olmak” demek, söz konusu dili bilen her kes o dilde söylenen kelimeyi duyar duymaz onunla ne denmek istendiğini hemen anlaması, o hususta düşünmeye hiç yer olmadığının bilinmesidir. Ör neğin: “Onlara (ana ve babaya) öf bile deme!” (İsrâ'/23) âyetinde görüldüğü gibi. Bu ayete baktığımızda eğer ana ve babaya öf bile denmeyecekse, herhangi bir içtihada yer kalmaksızın ana ve babayı dövmenin, onlara ezada bulunmanın haram olduğunu hemen anlar. İKTİZAU'N-NASS: Kendisinden önce bir şart olmaksızın geçmek sizin amel etmeyen nass'dır. Çünkü bu, nassm kapsam olarak sahih bir şekilde içine aldığı şeyi gerektiren bir nass'dır. Eğer bu, doğru olmazsa bu takdirde nassa muzaf olamaz. Dolayısıyla durumun öngördüğü şekilde sanki hüküm tıpkı nass ile sabit imiş gibi değerlendirilir. “Sonra onlar toplarııp Rablerinin huzuruna getirileceklerdir.” Yani her varlık ve hareket her canlı ve uçan her kuş yüce Allah'ın huzuruna getirilecek ve böylece birbirlerinden hakkı olanlar haklarını orada alacaklardır. Nitekim rivâyete göre, “Boynuzsuz olan koyun boynuzlu olandan hakkını alacak ve sonra Allah onlara: “Toprak olun!” emrini verecek ve hepsi toprak olacaklar. Diğer taraftan yüce Allah bu âyetinde, “Dabbe” kelimesiyle, “Tâir” kelimesini tekil olarak zikrederken, “Ümem” kelimesini çoğul olarak zikretmiştir. Bunun nedeni diğer iki kelimenin çoğul manasında tüm canlıları ve kuş türlerini kapsamalarından dolayıdır. 39Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse onu şaşırtır, dilediğini de dosdoğru yola sokar. Yüce Allah Rububiyetine şâhit olarak yarattığı varlıkları ve kudretine işaret eden eserleri zikrettikten sonra, azametine dayanarak şöyle buyuruyor: “Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış” uyarıcı sözlere kulak asmayan “Sağır ve” Hakkı söylemeyen, konuşmayan “dilsizlerdir.” Cehalet karanlığında şaşkın vaziyette, küfür içinde dolanıp durular ve gerçekleri düşünmekten de gâfil bulunuyorlar. “(.......) sağır ve dilsiz” bu cümle (.......) ilgi zamîrinin haberidirler. Ancak iki kelimenin arasına “ve” edatının girmiş olması buna mani değildir. (.......) de başka bir haberdir. Rabbim bundan sonra dilediğini yapabilir olduğunu bildirmek için şöyle buyuruyor: “Allah ldmi dilerse onu şaşırtır,” Allah kimin dalaletini, sapkınliğinı dilerse onu şaşırtır, “dilediğini de dosdoğru yola sokar.” Bu ayetle, yüce Allah'ın kullara âit fiilleri, işleri yarattığına ve kötülükleri muradettiğine delil olarak işaret ettiği gibi, aynı şekilde mutlaka kulları için iyilik ve hayırlarına olanı yaratır görüşünü de nefyediyor olduğuna da bir delildir. 40De ki: Söyleyin bakalım, eğer size Allah'ın azâbı gelir veya kıyamet size gelip çatıverirse, Allah'tan başkasına mı yalvaracaksınız? Eğer doğru iseniz söyleyin gerçeği. “De ki. Söyleyin bakalım, eğer size Allah’ın azâbı gelir veya kıyamet gelip size çatıverirse,” Kimi yardımınıza çağıracaksınız? Daha sonra yüce Allah şu kavliyle onları susturarak buyuruyor ki: “Allah'tan başkasına mı yalvaracaksınız?” Âdetiniz gereği size bir sıkıntı ve zarar isabet ettiğinde tannlarınızı mı yardıma çağıracaksınız? Yoksa onları bırakıp Allah'ı mı? Eğer putların ilâhlar oldukları iddianızda “doğru iseniz söyleyin gerçeği.” Ve sizi kurtarmaları için çağırın onları? “Kul ere eytukum” burada yer alan ikinci hemzeyi yumuşatarak belli-belirsiz bir şekilde Kırâat İmâmlarından Nafî ile Ebû Cafer'in kırâatine göre okunabileceği gibi, kırâat imâmlarından Ali el-Kisâî'ye göre de ikinci hemzeyi hazfederek de okunabilir. Buna göre mana şöyle olur: “İşin, olayların sizin ileri sürdüğünüz gibi geliştiğini mi bilmektesiniz öyle mi? O hâlde yanınızda ne türden ve ne kadar bilginiz varsa bana bildirin bakalım! Âyette yer alan ikinci zamîrin i'rabtan mahalli yoktur. “Ta” harfi ise failin zamîridir. Haber dileğinin mutaallakı açık olarak zikredilmemiştir ve bu, (.......) takdirindedir. 41Hayır! Yalnızca Allah'a yalvarırsınız. O da dilerse kaldırılmasını dilediğiniz belayı kaldırır. Siz de kendisine ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz. “Hayır! Yalnızca Allah'a yalvarırsımz.” Hayır hayır hiçbir puta ve putlaştırdıklarınzı yardıma çağıracak değilsiniz. Bilâkis yalnızca Allah'a dua edip yakaracaksmız. “O da dilerse kaldırılmasını dilediğiniz belâyı kaldırır.” Kaldırılmasını istediğiniz felaketi ve belâyı, şayet Allah size lütfetmek isterse sizden onu önler, kaldırır. “Siz de kendisine ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz.” Yani öyle sıkıntılı bir durumda hiç putlarınızı aklınıza getirmediğiniz gibi onları terk edersiniz, hatta hatırlamazsınız bile. Çünkü artık böyle bir musibet anında zihinleriniz, bir tek olan Rabbiniz Allah'tan başkasını düşünemez. Çünkü söz konusu felaketi ve musibeti sizden kaldıracak sadece O'dur başkası değil. Ayrıca istihbann, “Allah'tan başkasına mı yalvaracaksımz?” kavline mutaallik olması da câizdir. Bu takdirde sanki şöyle denilir gibidir. “Eğer Allahı'n azâbı size gelip çatarsa Allah'tan başkasma mı yalvaracaksınız?” 42Andolsun ki, senden önce de bir takım ümmetlere rasûller göndermiştik, yalvarıp yakarsmlar diye o ümmetleri darlık ve sıkıntıya sokmuştuk. “Andolsun ki, senden önce de bir takını ümmetlere peygamberler göndermiştik.” Burada mef'ûl mahzûftur. “Peygamberler” mahzûf olan mef'ûldur. Ancak O ümmetler ya da milletler gönderilen peygamberleri yalanladılar. “Yalvanp yakarsmlar diye o ümmetleri darlık ve sıkıntıya sokmuştuk.” Darlıktan kasıt kıtlık ve açlık olabilir. Sıkıntıdan kast da, hastalık, ölümler ve mallarının yok olması olabilir. Böyle bir durumla karşı karşıya gelmeliler ki, Rablerine yakarsmlar, günahlarından ve yaptıklarından pişmanlık duyup hakka yönelsinler. Çünkü genelde insanlar sıkıntı, şiddet ve zorluklarla karşı karşıya kaldıkları zaman Allah'ı hatırlayıp huzurunda diz çökmeye ve yakarmaya başlarlar. 43Hiç olmazsa azâbımız kendilerine gelince boyun eğselerdi ya! Fakat ne gezer! Onların kalpleri taş kesilmiş ve şeytan da yapmış oldukları şeyleri kendilerine süslü ve cazip göstermişti. “Hiç olmazsa azâbımız kendilerine gelince boyun eğselerdi ya!” Yani tevbe edip böylece yalvanp yakaramazlar mıydı? Bu şu anlama gelmektedir: Yalvanp yakarmaları gerekirken onlar bunu yapmadılar. Sanki burada şöyle bir incelik var gibi: “Yalvarıp yakarmadılar da, bunun için azâbımız kendilerine gelip çattı.” Bu âyette, (.......) İfadesinin getirilmiş olması, onların şu durumlarını ortaya sermek içindir; Yalvanp yakanşı terk sebebinin inatlarından başka bir mazeretlerinin olmadığını açık olarak ortaya koymak içindir. “Fakat ne gezer! Onların kalpleri taş kesilmiş” karşı karşıya kaldıkları sıkıntı, darlık ve belalardan ders alıp yaptıkları kötülüklerinden vazgeçmediler “ve şeytan da yapmış oldukları şeyleri kendilerine süslü ve cazip gösterdi.” Şeytanın allayıp pullayarak kendilerine sunduğu işleri ve amelleri yapageldiler, işledikleriyle âdeta kendilerinden geçmişler ve yaptıklarını iyi ve hoş şeyler olarak görüyorlardı. 44Kendilerine yapılan uyanları unuttuklarında, kendilerine her şeyin kapılarını açtık. Sonunda kendilerine verilen imkânlar yüzünden şımardıklarında ansızın kendilerini yakaladık. “Kendilerine yapılan uyardan unuttuklarında,” Yani darlı ve sıkıntıyı unuttuklarında, bundan kendileri için bir ders ve öğüt almadılar, kötülüklerini hep sürdürüp durdular. İşte bunun üzerine, “kendilerine her şeyin kapılarını açtık.” Sıhhat, afiyet ve bolluk verdik, çeşit çeşit nimetlere boğduk. “açtık” anlamındaki bu kelime kırâat imâmlarından Şam'lı İbn Âmir'e göre şeddeli olarak, (.......) okunuyor. Bu durumda da mana belirttiğimiz gibi oluyor. “Sonunda kendilerine verilen imkan lar yüzünden şımardıklarında,” yani bereket, bolluk ve her çeşit nimetin verilmesiyle hadlerini aşmaları yüzünden, “ansızın kendilerini yakaladık. Bir anda onlar büsbütün ümitlerini kaybediverdiler.” Her şeylerini yitirdiler, hasret ve pişmanlık içinde kala kaldılar. 45Alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun ki, böylece zulmedenlerin kökü kurutuldu. “Alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun ki,” Bu ifade ile yüce Rabbimiz, zalimlerin helâk edilerek ortadan kaldırılmasıyla kendisine hamd edilmesinin vacip ve gerekli olduğunu bildiriyor. Çünkü Allah'a hamdetmek nimetlerin en yücesidir ve yapılan taksimatın en muazzamıdır. Ya da mana şöyledir: Allah'a hamdetmeyip de helâk olanların durumlarını göz önüne getirin böylece Allah'a hamdedin! “Böylece zulmedenlerin kökü kurutuldu.” Yani bir tek fertleri bile yer yüzünde bırakılmamak kaydıyla kökleri kurutuldu, hepsi de helâk edildi. 46De ki: “Söyleyin bakalım: Eğer Allah kulaklarınızı sağır ve gözlerinizi kör ederse, kalplerinizin üstüne bir de mühür vursa, bunları size Allah'tan başka hangi ilâh geri verebilir!” Bak nasıl değişik değişik deliller açıklıyoruz. Böyle olduğu hâlde, onlar yine de yüz çeviriyorlar. Daha sonra Rabbimiz kudretini ve vahdaniyetini göstermek için şöyle buyuruyor: “De ki: Söyleyin bakalım: Eğer Allah kulaklarınızı sağır ve gözlerinizi kör ederse,” îşitme özelliğinizi ve görme hassenizi yok ederse, “Kalplerinizin üstüne bir de mühür vursa,” akıllarınızı kaybettirip, doğru ile yanlışı birbirinden ayırdedemez hale getirirse, “Bunları size, Allah'tan başka hangi ilâh geri verebilir!?” Allah'ın alıp da üstünü mühürledikleri şeyleri size hangi ilâh verebilir? “bak, nasıl değişik değişik deliller açıklıyoruz. Böyle olduğu hâlde, onlar yine de yüz çeviriyorlar.” Kendilerine âyet ve mu'cizeleri çeşit çeşit göstermemize rağmen, tüm deliller ortada olduğu hâlde yine de bunlardan yüz çeviriyorlar. Âyette geçen, (.......) edatı mübteda olarak merfûdur. (.......) da haberidir. (.......) ile (.......) her ikisi de (.......) kelimesinin sıfatıdırlar. Cümle ise, (.......) fiilinin iki mefulü yerindedirler. Şart cümlesinin cevabı ise mahzûftur. 47De ki: Söyler misiniz bana; eğer Allah'ın azâbı ansızın veya göz göre göre size gelirse, zâlim toplumdan başkası mı helâk olacak? “De ki: Söyler misiniz bana; eğer Allah'ın azâbı ansızın” azâbın hiçbir emaresi ve belirtisi olmaksızın “veya göz göre göre size gelirse,” azap belirtileri ortaya çıkarsa, Hasen Basrî'ye göre gece veya gündüz belirirse, “Zâlim toplumdan başkası mı helâk olacak?” Yani Allah'ın halis kulları hiçbir zaman azaplarıdırma ile veya Allah'ın gazâbına uğrayarak helâk olacak değiller. Ancak kendilerine kıyan ve yazık eden zalimler azap ve cezâlarıdmlmaları sonucu helâk olacaklardır. Çünkü onlar Rablerini inkâr etmişlerdir. 48Biz peygamberleri ancak müjdeleyici ve uyancılar olarak göndeririz. O hâlde kim îman eder, kendini ve amelini düzeltirse onlara hiçbir vakit korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyecekler. “Biz peygamberleri ancak müjdeleyici ve uyarıcılar olarak göndeririz.” Mü'min ve kâfirleri cennetle müjdeleyici ve cehennemle korkutarak. Yoksa apaçık delil ve kesin burhanlarla, delillerle durumları meydana çıktıktan sonra onlara âyetler gösterilmesi için o peygamberleri göndermeyiz. “O hâlde kim îman eder, kendisini ve amelini düzeltirse,” îmanı üzere devamlılık gösterirse, “Onlara hiçbir vakit korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyecekler.” Yedi kırâat imâmlarından sayılmayan Ya'kûb âyette geçen, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumaktadır. 49Âyetlerimizi yalan sayanlara gelince, isyan edip yoldan çıkmaları yüzünden azâba uğrayacaklardır. “Âyetlerimizi yalan sayanlara gelince, isyan edip yoldan çıkmaları yüzünden azâba uğrayacaklardır.” Dikkat edilecek olursa âyette, azâbın dokundurulacağmdan, azâba uğramalarından söz edilirken sanki bu yalanlayıcılar hayatta imişcesine onlara istenildiği şekilde acılar çektirileceği belirtiliyor. Çünkü isyan etmişler, küfre saparak ve inkârcıliği kabullenerek Allah'a itaatten dışan çıkmışlardır. 50De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri yammdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem.Size, ben bir meleğim de demiyorum. Bana ne vahy ediliyorsa, ben ancak ona uyanın. De ki: kör ile gören hiçbir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz? “De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri yanmıdadır, demiyorum.” O hazinelerin insanlar ve diğer yaratıklar arasında paylaşımı, nzklarının dağıtılması benim elimde ve bana âit olduğunu söylüyor değilim.Böyle bir iddiam yok benim. “Gaybı da bilmem.” Bu cümle, yani orijinal ifadesiyle, (.......) cümlesi, “Allah’ın hazineleri yanımdadır.” Cümlesinin mahalline affolunmak suretiyle mahallen mensûbtur. Çünkü bu, sanki “söylenmiş bir ifade” niteliğindedir ve sanki şöyle der gibidir: “Ben size şu sözü demiyorum ve şu sözü de söylüyor değilim” : “Size ben bir meleğim de demiyorum.” Ben hiçbir akıl sâhibinin hiçbir zaman kabullenemeyeceği bir beşerin ya da insanın Allah'ı hazinelerine sahip bulunduğu, gaybı bildiği veya meleklik iddiasına kalkması manasında bir iddianın sâhibi değilim. Böyle akıl dışı bir şeyi savunmuyorum. Ancak menim ileri sürüp davasını sürdürdüğüm şey, bir çok beşer için var olan şeyi savunuyorum ki bu da nübüvvet olayıdır. “Bana ne vahyediliyorsa, ben ancak ona uyarım.” Size neleri haber olarak bildirmiş isem, ancak Allah'ın bana indirdiğidir, başka değil. “De ki: kör ile gören hiç bir olur mu?” Sapıtan ve saptıranla, hidâyette olan ve hidâyete erdiren hiçbir olurlar mı? Ya da kendilerine vahyedilenlere uyanlar ile uymayanlar bir olurlar mı? Ya da istikamette olduğunu yani peygamberlik iddiasın da bulunduğunu ileri süren aynı olur mu? Ancak işin muhal yani olamaz olanı ise ilahlık davasıdır. Bu, hiçbir kimse için asla söz konusu değildir. “Hiç düşünmüyor musunuz?” Yani tıpkı körler gibi yolunu şaşıranlardan olmayın. Ya da: “Şunu iyice bilin ki, benim şu iddia ettiğim şey, bir beşere ya da insana yakışmayacak veya olma yacak bir iddia değildir.” Yahut: “Bilmelisiniz ki, bana vahyedilen şeye tabi olunması, benim için mutlak ve kesin manada gerekli olan şeydir. Ben kesinlikle buna bağlıyım.” 51Rabbinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'ân ile uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dostları vardır ne de bir aracı vardır. Böylece umulur ki şirk ve ma'siyetten sakınırlar. “Rabbinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'ân ile uyar.” Kendine vahyedilenle uyar. Ki, onlar öldükten sonra dinleceklerine inanan ve bunu kesin kabul eden müslümanlardır. Ancak böyle olmakla birlikte o müslümanlar amel konusunda ihmalkâr hareket ediyorlar. Dolayısıyla onları kendilerine indirilen vahiyle uyar. Bir diğer tefsire göre de Kitap ehlini uyar. Çünkü onlar da öldükten sonra dirileceklerini kabul eden toplumlardır. “Onlar için Rablerinden başka ne bir dostları vardır ne de bir aracı vardır.” Bu cümle, bir önce geçen, (.......) fiilinden konumundadır. Yani, (.......) demektir. Kendilerine ne yardım edebilecek ve ne de onlara aracı olacak Allah'tan başka bir varlık olmayacaktır. “Böylece umulur ki şirk ve ma'siyetten sakınırlar.” Bu sayede onlar da takva sâhibi olan kimselerin arasında yerlerini alabilirler. 52Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları yanından kovma! Onların hesabından senin bir sorumluluğun olmadığı gibi senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur. Onları yanından kovarsan zalimlerden olursun. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), takva sâhibi olmayan yani emir ve yasaklarına gereğince dikkat etmeyenleri daha dikkatli davranıp takva sâhibi olmaları konusunda onları uyarma ile emrettikten sonra hemen bunun peşinden de takva sahipleriyle yakın ilişki içinde olması ve onlardan uzak kalmaması, onları yanından kovup uzaklaştırmamasıyla da emrolundu. Bunun için Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları yanmdan kovma!” Dikkat edilecek olunursa, söz konusu edilen kimselerin sürekli olarak Rablerini çağırdıklarına ve ibâdet ve kulluk görevlerini ellerinden geldiğince yaptıklarına vurgu yapılıyor. İbadet ve kulluk görevlerinde devamlılık gösterdiklerine dikkat çekiliyor. Çünkü âyette yer alan, “Sabah akşam” ifadesi devamlıliği belirtiyor. Dolayısıyla bunun manası şöyle demektir: “Onlar sabah ve ikindi namazlarını kılarlar” veya “Beş vakit namazlarını kılarlar.” Diğer taraftan Âyetteki, (.......) kelimesi Şam'lı İbn Âmir kırâatine göre, (.......) olarak okunmaktadır. Diğer taraftan yüce Allah, söz konusu takva sahiplerini ihlas ve samimiyet içerisinde olmakla tanımlayarak şöyle buyuruyor: Rablerinin nzasını isteyerek (.......) Burada “nzası” diye çevirdiğimiz kelime, (.......) Yani lügat bakımından “yüz, yüzü” anlamındadır. Bu ise bir şeyin zâtı, kendisi ve aslı, hakikati manasındadır. Âyet fakir, yoksul ve köle olan kimseler hakkında nâzil olmuştur. Yani Bilal-i Habeşi, Suheyb, Ammar b. Yasir ve benzerleri hakkında nâzil olmuştur. Çünkü müşriklerin önde gelenleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a şöyle demişlerdi: “Şu ayak takımlarını kovup, yanımızdan uzaklaştırırsan o takdirde seninle bir arada oturabiliriz. Aksi takdirde olmaz.” İşte bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine, “Ben asla inananları kovup uzaklaştırmam. Bu, imkânsızdır.” Dedi. Bunun üzerine müşrikler şöyle bir teklif getirdiler: “O hâlde bize bir gün ve bizimle aynı seviyede olmayanlara da ayrı bir gün olmak üzere gün belirle. O şekilde bir araya gelelim. Bunun için de aramızda bir yazışma ile bu tesbit olsun istediler. Yazının yazılması için Hazret-iAli'yi çağırdılar.” İşte bunun üzerine fakir ve güçsüz kimseler onların arasından aynlıp bir kenara çekildiler ve onlardan ayrı olarak oturdular. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hemen yazıları belgeyi bir kenara fırlatarak kalktı ve gidip o ihlas sâhibi fakirlerin arasına geçti, kendilerini kucaklayarak gönüllerini aldı. Vahidi, Esbabu'n-nüzul, s: 146 “Onların hesabından senin bir sorumluluğun olmadığı gibi,” Bu, tıpkı şu Âyetteki gibidir: “Onların hesabı ancak Rabbime âittir.” (Şuara,113) “senin hesabmdan da onlara bir sorumluluk yoktur.” Çünkü müşrikler dinleri ihlasları ve samimiyetleri konusunda yoksullara dil uzatıyorlardı. Bunun için şöyle buyurdu: “Onların hesabı onlara âittir ve onları ilgilendirir. Dolayısıyla ondan sana gelebilecek bir sorumluluk ve sıkıntı yoktur. Kaldı ki senin de hesabın, sorumluluğun sana âittir ve senin hesabından da onlar sorulacak değiller. “Onları yanından kovarsan zalimlerden olursun.” “kovarsan” Nefyin yani olumsuz cümlenin cevâbıdır. Bu cümle de” “Onların hesabından senin bir sorumluluğun olmadığı...” cümlesidir. “Zalimlerden olursun” cümlesi de nehyin/yasaklamanın cevâbıdır ki bu da: “kovma” cümlesidir. Diğer taraftan sebebiyet vermesi sebebiyle aynı cümlenin, (.......) Üzerine atfı da câizdir. Çünkü “zâlim olma” sebebi, onların kovulması olabilir. 53Biz. Bazılarının: “Aramızdan Allah'ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı?” demeleri için onların bazısını ötekiler ile işte böyle imtihana çektik. Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi? “Biz, bazılarının” zenginleri fakirlerle imtihan ettiğimiz misalde olduğu gibi, zenginlerin: Aramızdan Allah'ın kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğu kimseler bunlar mı!? demeleri için onların bazısını ötekilerle işte böyle imtihana çektik.” Yani Allah'ın îman ile kendilerine ikram ve ihsanda bulunduğu kimselere karşı ötekiler denilen inkârcı ve şımarıklar şöyle diyorlar; “bizler önde gelenleriz ve lider konumunda bulunan kimseleriz. Halbuki onlar ise fakir, yoksul ve köle, ayak takımından kimselerdir.” Böyle konuşmalarının nedeni, bu gibi kimselerin hak ve doğruluk üzere olmalarını kabullene memeleri ve buna karşı çıkmalarıdır. Bir de kendileri dururken kendilerince aşağıladıkları kimselerin iyilik, lütuf ve ihsana layık görülmelerini yadırgadıkları gerçeğidir. Yani diyorlar ki, bizler varken, şu aşağılık kimseler mi Allah'ın lütfûna nail olacaklar!? İşte bu ve benzeri itirazlar... Nitekim işte benzer bir itiraz: “Eğer İslam'da bir hayır olsaydı, ona ulaşmakta şunlar bizi geçemezlerdi.” (Ahkaf,11) âyeti ile de açık olarak bildirilmektedir. “Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?” Yani nimetlerine karşı kimlerin şükrettiğini ve kimlerin de nankörlükte bulunduğunu daha iyi bilmez mi? 54Âyetlerimize îman edenler sana geldikleri zaman onlara de ki: “Selâmun aleyküm” Rabbiniz merhamet etmeyi kendi zâtına temel bir ilke edinmiştir. Sizden kim bilmeyerek bir kötülük işler, sonra peşinden tevbe ederek kendini düzeltirse, Allah'ın çok bağışlayan ve çok merhamet eden olduğunu bilmelidir. (.......) Âyetlerimize îman edenler sana geldikleri zaman onlara de ki: “Selâm size!” Bu durum, ya Allah'tan, selâmı onlara tebliğ etmesi için bir emirdir veya onlara ikram olsun diye kendilerine ilk selâmı verenin o olmasını emir buyurmaktadır. Bir de onların gönüllerini almak, onları memnunu etmek için. Nitekim onun şu ifadesi de bu manayadır: “Rabbiniz merhamet etmeyi kendi zâtına temel bir ilke edinmiştir.” İşte onlara söylenen ve Allah'ın rahmet ve merhametinin bolluğunu ve onlardan tevbelerini kabul edileceğinin müjdesinin verilmesi de bu cümleden bir ifadedir. Dolayısıyla mana şöyle oluyor: “Allah size kesin bir söz ve vaat ile merhamet sözü verdi.” “Sizden kim bilmeyerek bir kötülük işler,” Yani yaptığı bir işin sonucunda bir zararın ya da vebalin olduğunu, günah bulunduğunu bilmeden işlerse, Ya da ma'siyeti, günahı taate tercihi bilmez konumunda ise, “sonra peşinden tevbe ederek” kötülük veya kötü bir iş yaptıktan hemen sonra tevbe eder ve tevbesinde ihlas ile hareket ederse; “Allah'ın çok bağışlayan ve çok merhamet eden olduğunu bilmelidir.” Âyet içerisindeki, (.......) zamîri, dikkat çekme/zamîri şandır. (.......) hâl konumundadır. (.......) İbn Âmir ve Âsım kırâatlerinde böyledir. Birincisi yani, (.......) Rahmetten bedeldir. İkincisi yani (.......) mahzûf mübtedanın haberidir. Yani: “O'nun şanı, O'nun çok bağışlayan ve çok merhamet eden olmasıdır.” Yani: “O'nun şanı, O'nun çok bağışlayan ve çok merhamet eden olmasıdır.” Yine, (.......) Nâfi kırâatine göre olup, ilki yani, (.......) rahmetten bedeldir. İkincisi yani, (.......) mübtedadır. Yukanda adlarını verdiğimiz kırâat imâmları dışındakiler ise, (.......) Cümle başlagıcı kabul etmişlerdir. Böylece sanki “rahmet” kelimesi açıklarııp tefsirlerınaktadır ve şöyle denmektedir gibi: “Şüphesiz sizden kim amel işlerse...” . 55“Cürüm işleyenlerin yolu, inananların yolundan ayırt edilsin diye âyetleri işte böyle açıklarız.” Âyetteki, (.......) fiili, kırâat imâmlarından Hamza, Ali ve Ebû Bekir'e göre “Ya” harfi ile, (.......) olarak da okunmuştur. Ayrıca, (.......) Kırâat imâmlarından Nâfi'a göre nasb ile, (.......) olarak okunmuştur. Diğer taraftan, (.......) kelimesi merfû' olarak (.......) veya (.......) olsun okunabilir. Çünkü müennes ve müzekker olabilir, bu, mümkündür. Yani (.......) hem müzekker ve hem müennes olması mümkündür. Diğer taraftan (.......) harfiyle yani, (.......) olarak muhatap okunması hâlinde hitap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dir. Meselâ Araplar, İstebane'l- emru/ iş ortaya meydana çıktı, açıklandı, (.......) Açıklığa kavuştu. (.......) ve (.......) derler. Bütün bu apaçık ve meydanda olan detaylar gibi Kur'ân âyetlerini işte bu şekilde etraflı olarak açıklarız. O âyetleri suçluların, canilerin tüm vasıflarını, özelliklerini ortaya koyacak şekilde ve kimlerin kalpleri mühürlü, kimlerin gönlü İslama açık hepsini açıklıyor. Bir de onların yollarının aydınlığa çıkması için kendileriyle nasıl bir muamele yapılması gerekiyorsa öylece muamelede bulun. İşte biz bu detay ve teferruatı bu manada sana açıklamış olduk. 56De ki: “Ben Allah'ı bırakıp da sizin kulluk yapmakta bulunduğunuz şeylere kullukta bulunmaktan men olundum.” De ki: “Ben sizin isteklerinize uymam, uyduğum takdirde sapıtırım da hidâyete erenlerden olmam.” “De ki: Ben Allah'ı bırakıp da sizin kulluk yapmakta bulunduğunuz şeylere kullukta bulunmaktan men olundum.” Akla ve nakle dayalı delillere bağlı kalarak, sizin Allah'tan başka tapıp kulluk ettiğiniz ve ibâdette bulunup önlerinde saygıyla eğildiğiniz şeylere tapmaktan men olundum. “De ki: ben sizin isteklerinize uymam,” Yani herhangi bir delile dayanmaksızın heva ve hevesinize uyarak sürdürdüğünüz dini inancınızda ben sizin yolunuzda yürüyecek değilim. Çünkü sizin üzerinde bulunduğunuz yol, sapıklığa sebep olan bir yoldur. Zaten burada da bu noktaya dikkat çekiliyor. “uyduğum takdirde sapıtırım da” Yani sizin arzu ve istekleriniz doğrultusunda hareket ettiğim zaman ben de sapıtanlardan olurum, hiçbir şeyde “hidayete erenlerden olmam” Yani siz de aynen öyle olursunuz. 57De ki: Şüphesiz ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanmaktayım. Siz ise O'nu yalanladınız. Gelmesi için acele ettiğiniz azap da benim elimde depdir. Azâbı çabuklaştırmak veya geciktirmekle ilgili hüküm, yalnız Allah'a âittir. O hakkı anlatır ve O, doğru hüküm verenlerin en hayırhsıdır. Âyette heva ve heveslere uymanın yanlışliği açıklandıktan sonra bu defa bu âyet ile de neye uymanın gerekli olduğuna dikkat çekiliyor ve uyanda bulunuluyor ve şöyle buyuruluyor: “De ki: Şüphesiz ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanmaktayım.” Yani şüphesiz ben Rabbimi çok iyi taniyorum. O, apaçık delil ve hüccetlerle sabit olduğu gibi tek mabuddur ve O'ndan başka da bir ma'bût yoktur. “Siz ise O'nu yalanladınız.” Öyle ki,başka şeyleri “Rabbimden bir beyyine üzereyim” demek, Rabbim tarafından gelen bir hüccete, kesin kanıta dayaniyorum. Bu da Kur'ân-ı Kerîm'dir. “Siz ise onu yalanladınız.” Yani beyyineyi yalanladınız. zamîrin müzekker olarak gelmiş olması ise, bunun “Burhan veya Beyan” olarak tefsirlerınasına göredir. Daha sonra böylelerinin azâba hak kazandıkların göstermek için hemen yukandaki ifadenin peşinden şöyle buyuruldu: “Gelmesi için acele ettiğiniz azap da benim elimde değüdir.” Çünkü kimi âyetlerde belirtildiği gibi hemen çarçabuk bir azâbın gelmesini ya da getirilmesini istiyorlardı. Rabbimizin şu kavlindeki onların ifadeleri işte şöyledir: “Üzerimize gökten taş yağdır.” (Enfal,32) Ancak “Azâbı çabuklaştırmak veya geciktirmekle ilgili hüküm, yalnız Allah'a âittir.” Azâbınızın ertelenmesi hususu... “O hakkı anlatır.” Âyetin bu kısmı yani, (.......) Kısmı Nâfi', Âsım, Ebû Cafer ve İbn Kesîr kırâatlerine göredir. Yani (.......) fiiliyle okumuşlardır. Dolayısıyla, “Allah’ın hükmettiği şeyde Hakka ve hikmete uyarlar.” Diğer kırâat imâmları ise, (.......) diye (.......) fiilinden okumuşlardır. Yani ister ertelemeyle ilgili olsun ister çabuklaştırma ile alâkalı bulunsun hükmü vermek yalnızca Allah'a âittir.” Burada, (.......) kaza yani yargı ve hüküm manasınadır. Aynı zamanda, (.......) kelimesi, (.......) Fiilinin mastanna âit sıfattır. Ve, “Ve O, doğru hüküm verenlerin en hayırhsıdır.” Yani hak yargıyla yargılayanların en hayırlısıdır. Çünkü ayırmak, gerçeği ortaya koymak yargılamanın hükmün ta kendisidir. Yazıda/Hatta “ye” harfinin düşmüş olması iki sakin harfin bir araya gelmemesi için lafız ile uyum sağlasın diyedir. Yani, (.......) yerine, (.......) olarak gelmiştir. 58De ki: Acele istediğiniz azap benim elimde olsaydı, kesinlikle benimle sizin aranızdaki iş çoktan bitmiş olurdu. Zalimlere nasıl davranıl ması gerektiğini Allah çok daha iyi bilir. “De ki: Acele istediğiniz azap benim elimde,” gücüm ve imkanım dahilinde “olsaydı, kesinlikle benimle sizin aranızda iş çoktan bitmiş olurdu.” Rabbim hakkı için olan öfkem sebebiyle kesin olarak sizi helâk ile ortadan kaldırırdım. “Zalimlere nasıl davranılması gerektiğini Allah çok daha iyi bilir.” Allah hangi vakitte onlar için azâbın daha caydıncı, ürkütücü olduğu zamanı ve azâbı indireceği anı çok iyi bilir. 59Gaybın anahtarları Allah'ın karındadır. Onları kendisinden başkası bilemez. Karada ve denizde var olan her şeyi O bilir. O'nun haberi dışında bir yaprak bile düşmez. Yer altı tabakalannın içindeki tek bir dane, yaş ve kuru hiçbir şey olmasın ki apaçık kitapta bulunmasın. “Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları kendisinden başkası bilemez.” (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da, (.......) demektir. Ya da azap ve nzk hazineleri ve depolan demektir veya kulların bilme imkanı olmayan sevap, cezâ, eceller ve durumlar anlamındadır. Burada gayb yani bilinmezler için istiâre yoluyla “anahtarlar” ile belirtildi. Çünkü hazinelere ancak çok güvenli kilitli kasalarda olmaları sebebiyle ancak anahtarlar yoluyla ulaşılabilir. Dolayısıyla kim o sağlam ve güvenlik altındaki kasaların açacakların bilir ve aynı zamanda şifrelerine de sahip olursa ancak o kimseler oraya vanp onları açabilirler. Dolayısıyla burada anlatılmak istenen gerçek şudur; söz konusu gayblara sadece ve sadece Allah ulaşır ve O'ndan başkası da o gayblara asla ulaşamaz. Bu, tıpkı elinde hazine kasalarına âit kilitlerin açacakları bulunan ve aynı zamanda onların şifresini de bilen kimseye benzer Bu itibarla hazinelere ulaşabilecek olan kişi de ancak elinde bu imkânlar olandan başkası olmayacaktır. Nitekim şöyle güzel bir söz vardır: “Gaybm anahtarları Allah'ın katındadır. Kim Allah'ın gaybına îman ederse Allah da onun ayıp ve kusurlarının üzerine perde çeker.” Allah bitki ve canlı türünden olsun, deniz canlıları, değerli cevher ve madenleri olsun “Karada ve denizde var olan her şeyi O bilir.” “O'nun haberi dışında bir yaprak bile düşmez.” Âyetteki (.......) edatı nefi içindir. (.......)ise istiğrak içindir. Yani bu şu anlama gelmektedir: “Yer altı tabakalannın içindeki tek bir dane, yaş ve kuru hiçbir şey olmasın ki,” Bu cümle de “yaprak” kelimesi üzerine atfedilmiş olup aynen onunu içerdiği hükme dahil olup onları içermektedir. “Apaçık kitapta bulunmasın.” Bu da tıpkı (.......) kavlinin yani, “O'nun haberi dışında cümlesinin tekran gibidir. Çünkü, “O'nun haberi dışında...” veya onları “muhakkak bilir” in manası ile, “apaçık kitapta bulunmasın” in manaları birdir. Bu da Allah'ın ilmi veya Levh-i Mahfûz demektir. 60Geceleyin ölüm gibi uykuda sizi kendinizden geçirip alan O'dur. Gündüz de ne işlediğinizi bilir. Sonra belirlenen ecel tamamlarısın diye gündüz sizi uyandırmakla dirilten de O'dur. Bu sürecin sonunda da dönüşünüz yine O'nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir. Daha sonra Rabbimiz kefereye-inkârcılara seslenerek şöyle buyuruyor: “Geceleyin ölüm gibi uykuda sizi kendinizden geçirip alan O'dur.” Yani uykuda iken tümüyle istediğiniz gibi tasarruf yapma imkanlarınızı, ruhunuzu kabzederek elinizden alan O'dur. “Gündüz de ne işlediğinizi bilir.” Ne tür bir iş ve günah ile meşgul olduğunuzu bilir. “Sonra belirlenen ecel tamarnlarısın diye gündüz sizi uyandırır.” Daha sonra sizi gündüz diriltir. Ya da mana şöyle olabilir: “Daha sonra sizi gündüz uyandırır ve gündüz neler işleyip kazandığınızı da bilir.” Allah kazancı, işlenen işleri daha önce zikrediyor. Bunun sebebi de önemi sebebiyledir. Ancak buradaki ifadeden, “Allah gündüz işlenenleri bilir de geceleyin işlenenleri bilmez anlamı çıkmaz, gündüzleri bizi ölüm gibi uykuda kendimizden geçirmez manası da söz konusu olmaz.” Âyet, özellikle bir şeyi tahsis ederken, zikrederken diğerlerini bunun dışında tutuyor, onların olmayacağını zikrediyor anlamını taşımaz. “Belirlenen ecel tamamlarısın diye” Hayatları boyunca yaşayacakları yaşam sürelerini tamamlamaları için, “Bu sürecin sonunda da dönüşünüz yine O'nadır.” Ölümden sonra diriltilerek dönüşünüz Allah'a olacaktır. “Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verir.” Geceleyin olsun gündüz olsun bu ilcisinde her ne yaptıysanız Allah size her şeyi bir bir haber verecektir. Kimi Kelâm bilginleri diyorlar ki: “Söz konusu her bir duyunun kendine göre bir ruhu vardır ve bu, uyku sırasında alınır. Ancak uyku gidince yâni kişi uyanınca alınan ruh tekrar verilir. Ancak insanı ayakta tutan asıl ruh ise o hayatını-hayatiyetini sürdürür. Bu ruh insanın ölüm anı gelene kadar yani ecel bitimine kadar kabz olunmaz, alınmaz. Ruhlardan kasıt ise: Duyuları ve kuvveleri ayakta tutan manalar olup, duyma, işitme, tutma, yürüme ve koklama hep bu manalarla alâkalıdır.” Diğer taraftan, “Sonra... sizi uyandırır-diriltir” in manası; “Sizi uyandırır ve duyularınıza âit ruhlarınızı size yeniden iade eder” demektir. Bu, aynı zamanda öldükten sonra dirilmeye âit olarak da bir delil oluşturmaktadır. Çünkü Allah, uyku uyutmak suretiyle söz konusu duyuların ruhlarını aldığı ve sonra yeniden iade ettiği gibi aynı şekilde ölümlerinden sonra yeniden insanları ve varlıkları diriltecektir. 61O kullarının üstünde yegane kudret ve tasarruf sâhibidir. O üzerinize hareketlerinizi kayda geçiren hafaza meleklerini gönderir. Nihayet sizden birine ölüm anı gelince elçi meleklerimiz geciktirmeksizin ve hiçbir kusur istemeksizin onun canmı alırlar. “O kullarının üstünde yegane kudret ve tasarruf sâhibidir. O üzerinize hareketlerinizi kayda geçiren Hafaza meleklerini gönderir.” Amellerinizi ve yaptıklarınızı kontrol edip kayda geçiren melekler. Bunlar Kiramen Katibin melekleridir. Düşünmeleri, hâlinde kulların bozgunculuktan, kötülükten kaçınmaları hususunda çok daha caydıncı ve korku vericidir. Çünkü kullara âit amel defterlerinin sayfaları hep şâhitler huzurunda delil olarak kendilerine sunulacaktır. “Nihayet sizden birine ölüm anı gelince” Burada yer alan, (.......) amellerin sonuna kadar kontrol ve koruma altına alınacağı tüm ecel süresini kapsar. Yani: İşte bu durum, Hafaza meleklerinin ölüm anı gelene kadar hayat boyunca mükellef ile beraber olmaları gerçeğini işaret ediyor. “Elçi meleklerimiz geciktirmeksizin ve hiçbir kusur istemeksizin onun canını alırlar.” O kişinin ruhunu sona erdirirler. Bunlar da ölüm meleği Azrail (aleyhisselâm) ile yardımcılarıdırlar. Kırâat imâmlarından Hamza imaleli olarak, (.......) olarak okumuştur. Ebû Amr da, (.......) yı (.......) olarak okumuştur. 62Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah'a götürülüp teslim edilirler. İyi bilesiniz ki hüküm verme yetkisi yalnızca O'nundur ve O hesap görenlerin en süratli olanıdır. “Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah'a götürülüp teslim edilirler.” Allah'ın hükmüne ve cezâsına teslim edilirler. Yani ölenler, meleklerin getirmeleriyle, onların işlerini düzenleyen gerçek sahipleri olan Allah'a teslim edilirler. Çünkü O, haktan başka bir şeyle hükmetmeyen yegane adaletli hükümdardır. Bu ikisi, “Mevla ve Hak” Allah'a âit iki sıfattırlar. “İyi bilmelisiniz ki hüküm verme yetkisi yalnızca O'nundur” O gün hüküm yalnızca Allah'ındır, başkasının değil. “Ve O hesap görenlerin en süratli olanıdır.” Hiçbir hesap O'nu diğerinden alıkoymaz. Bir hesap görürken aynı anda diğerlerinin hesabını da görür. Tüm yaratıklarını bir koyunun sağıla cağı an kadar bir zaman içerisinde hesabını görür. Nitekim şöyle bir söz vardır: “Sana eza ve cefa verenin yamnda kalmaktansa seni yaşatıp büyütene dönmen çok daha hayırlıdır.” 63De ki: Sizi karanın ve denizin karanlıklarından, tehlikelerin den kim kurtarır ki? Siz O'na gizli gizli yalvararak: “Eğer bizi bun dan kurtarırsan andolsun şükredenlerden olacağız” diye yalvarırsınız. “De ki: Sizi karanın ve denizin karanlıklarından ve tehlikelerinden kim kurtarır ki?” Buradaki ifadeler mecâzî manadadır. Çünkü kara ile denizin korkuları, sıkıntıları burada kasdolunmaktadır. Diğer bir tefsire göre karanın karan lıkları demek, yıldırımlar manasınadır. Denizin karanlıklarından kasıt ise dev misali korkunç dalgalarıdır. Her ikisi de bulut ve gece karanlığında meydana gelirler. “Siz O'na gizli gizli yalvararak:” Yalvanşlarınızı açığa vurarak ve bir de gizli gizli yakanr ve: “Eğer bizi bundan kurtarırsan andolsun şükredenlerden olacağız, diye yalvarırsınız.” Eğer bizi bu tehlikelerden kurtarırsan mutlaka sana şükredenlerden olacağız diye yakanp dururlar. Ayrıca burada (.......) fiili, (.......) fiilinin mefulü olan zamîrden hâl konumundadır. Nitekim (.......) kelimesi de öyledir. Ebû Bekir Şube kırâatine göre de, (.......) dır. Adım laraatine göre, (.......) dır. Hamza ile Ali kırâatine göre imaleli okunur. Kalan diğer imâmların kırâatine göre ise (.......) dır. 64De ki: Sizi bundan ve bütün sıkıntılardan kurtaracak olan Allah'tır. Böyle olduğu hâlde yine de siz şirk koşarsınız. “De ki: Sizi bundan ve bütün sıkıntılar dan kurtaracak olan Allah'tır.” Her türlü kederden, tasadan, üzüntüden, karanlık ve tehlikelerden kurtaracak olan yalmzca Allah'tır, başkası değil. “Böyle olduğu hâlde yine de siz şirk koşuyorsunuz.” Allah'a şükretmiyorsunuz. 65De ki: Allah size, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye, yahut birbirinize düşürüp kiminizin hıncını kimine tattırmaya kâdirdir. Bak, anlasınlar diye âyetlerimizi nasü açıklıyoruz. “De ki:Allah size kâdirdir.” O, sizin kâdir ve gücü yeten olarak tanıdığınız ve bildiğiniz Allah'tır. Ya da O kâmil kudret sâhibidir, “el- Kadim” daki “elif lam yani belirtme takısı” hem ahde ve cinse ihtimali olan bir takıdır. “....üstünüzden” tıpkı Lûl peygamberin kavmine gökten yağdırdığı gibi ve Fil ashâbına da o taşlar indirdiği gibi, “yahut ayaklarınızın altından” tıpkı Fir'avunu denizde boğduğu, Kârun'u yerin dibine geçirdiği gibi “bir azap göndermeye kâdirdir.” Veya sizi idare eden sultanlarınız ve ayak takımlarınız tarafından veya yağmur yağdırmayarak kuraklık yoluyla, bitkileri bitirtmemek yoluyla size bir azap göndermeye kâdirdir. “Yahut birbirinize düşürüp” Farklı istek, heva ve hevesler peşinde koşturan ve her biri ayrı bir telden çalacak gruplar hâlinde birbirlerine düşerek ve her grup kendi adına bir baş seçerek böyle bir vaziyette birbirinize düşürüldüğünüzde, aranızda vuruşmalar, öldürmeler oluştuğunda böylece bir savaş alarıı haline getirildiğinizde, “kiminizin hıncını kimine tattırmaya kâdirdir.” Böylece birbirinizi öldürüp durursunuz. Nitekim bu konuda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah'tan ümmetime üstlerinden veya ayaklarının altından bir azap göndermemesini istedim. Rabbim bunu bana verdi. Yine O'ndan ümmetimin felaketlerini kendi aralarında vermemesini istedim. Beni bundan menetti. Ve Cebrâîl bana: ümmetimin yok oluşlarının silah ile olacağını, bildirdi. “ “Bak anlasınlar diye âyetlerimizi” vaat ve vaid, sözvermek ve tehdit ile “nasıl açıklıyoruz.” 66O Kur'ân hak olmasına rağmen senin kavmin onu yalanladı. De ki: Ben size vekil değilim. “O Kur'ân hak olmasına rağmen” doğru olmasına veya mutlaka onlara indirilmesi gerekmesine rağmen “senin kavmin” olan Kureyş'liler “onu” Kur'ân-ı ya da azâbı, “yalanladı.” (.......) De ki: Ben size vekil değilim.” Sizin vekaleti, bana emir olarak verilmiş bir şeyiniz yok ki, onun muhafızı ve kontrolü de ben olmuş olayım! Ben sadece bir uyarıcıyım. 67Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yalanda siz de gerçeği anlayacaksınız. “Her haberin” her şeyin kendileriyle ilgili olarak verilmesi gereken bilginin yani azap olunacaklarına ilişkin haberlerin, kendilerine vaat olunan şeylerin de yerine getirileceğine dair haberlerin; “gerçekleşeceği bir zaman vardır.” Kesinleşeceği ve mutlak olarak meydana geleceği bir vakit vardır. “Yakında siz de gerçeği anlayacaksınız.” Bu, Allah tarafından bir tehdittir. 68Âyetlerimiz hakkında alaylı bir şekilde ileri geri konuşmaya dalanları gördüğün vakit, onlar bir başka konuya geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan bir an olsun bunu sana unutturursa, hatırladığın anda derhal oradan ayrd, artık o zalimlerle beraber oturma. “Âyetlerimiz hakkında alaylı bir şekilde ileri geri konuşmaya dalanları gördüğün vakit,” Kur'ân ile alay ettiklerinde. Çünkü Kureyşliler Allah'ın ayetleriyle alay ediyorlar ve özellikle kendi toplarıtı meclislerinde bir araya geldikleri zaman Kur'ân ile ilgili olarak ileri geri alay ederek konuşmalar yaparlardı. “Onlar bir başka konuya geçinceye kadar onlardan yüzçevir.” Onlarla bir arada oturma, meclislerine kâtilma oradan uzaklaş. Onlar Kur'ân'a dil uzatmayı bırakıp meşru bir konuya başlayana kadar yanlarında kalma. Ancak meşru bir konuşma zemini olursa birlikte oturabilirsiniz. Eğer yasaklarınış bir konuda “Eğer şeytan bir an olsun bunu sana unutturursa, hatırladığın anda derhal oradan ayrıl, artık o zalimlerle beraber oturma.” Durumu hatırlar hatırlamaz hemen yanlarından ayni. Âyette geçen, (.......) fiilini İbn Âmir, (.......) olarak, (.......) kökünden okumuştur. Diğer kırâat imâmları ise, bunu (.......) den kırâat etmişledir. 69Allah'tan korkanlara îman etmeyenlerin hesabmdan hiç bir sorumluluk yoktur. Fakat bir hatırlatma olmalı, belki korunurlar. “Allah'tan korkanlara îman etmeyenlerin hesabından hiçbir sorumluluk yoktur.” Kur'ân'ı yalanlayarak ve onunla alay ederek ileri geri konuşan şu kimselerin hesabından sana hiçbir şey sorulmayacaktır. Kur'ân ile alay edenlerle birlikte oturan takva sâhibi, Allah'ın emirlerine bağlı ve yasaklarından da uzak duran kimselere, inanmayanların günahlarından sorumlu tutulacak değiller. “Fakat bir hatırlatma olmalı” kendilerine bir uyanda bulunulmalı ki onların İslam'ın aleyhin de olan konuşmalarını duymaları hâlinde hemen onların yanlarından uzaklaşsınlar, onlardan hoşnut kalmadıkların, memnuniyetsizliklerini göstersinler, onlara uyan ve öğütte bulunsunlar. “Belki korunurlar.” Belki utanarak, sıkılarak aleyhte konuşmaktan geri dururlar veya kendilerine bir fenalık dokunmasın diye uzak kalırlar.Âyette bulunan, (.......) kelimesi nasb mahallinde gelmiştir. Yani: “Fakat onlara hatırlatma olsun diye...” Bu kelime, (.......) yani bir hatırlatmadır, manasınadır. Ya da bu, raf mahallindedir. Buna göre mana şöyledir: “Fakat onlara hatırlatmak gerekmektedir.” Diğer taraftan, (.......) kelimesi mübtedadır ve haberi de mahzûf tur. 70Dinlerini oyun ve eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bir yana bırak. Kazandıkları yüzünden hiçbir kimsenin helâk olmaması için Kur'ân ile öğüt ver. Onun için Allah'tan başka ne bir dost vardır, ne de bir şefâatçi. O kimse bütün varlığını fidye olarak verse bile, yine de kendisinden alınıp kabul edümez. İşledikleri günahlar yüzünden helake sürüklenen kimseler işte bunlardır. İnkar ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan ibâret bir içecek ve acıklı bir azap vardır. “Dinlerini oyun ve eğlence edinen” sorumlu tutuldukları ve davet olundukları dini -ki bu, İslâm dinidir- alay ederek, eğlenceye alarak oyun edinen “ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bir yana bırak.” Onlardan yüz çevir, dini ve seni yalanlamalarına ve alay etmelerine aldırma. (.......) : Heva ve hevesten, şımanklıktan dolayı insanı meşgul eden her şey. “Kazandıkları yüzünden hiçbir kimsenin helâk olmaması için Kur'ân ile öğüt ver.” Helâk olmamaları ve azap görmemeleri endişesiyle onlara Kur'ân ile öğüt ver. Çünkü insan kazandığı kötü amelleri yüzünden rehin tutulacaktır. “Onun için Allah'tan başka ne bir dost vardır” gücü ve varlığıyla ona yardımda bulunabilecek ne bir dost, “ne de bir şefâatçi.” Aracı olarak zorlukini çözebilecek bir kimsesi. Âyette bulunan, (.......) fiili üzerinde vakf yapılmaz-durulmaz. Sahih olan da budur. Çünkü, (.......) kavli (.......) kelimesinin sıfatıdır. Dolayısıyla bunun manası da şöyle olmaktadır: “Kazandıkları korku, endişe ve hoşnutsuzluğuyla dostlarını kaybedeceklerini ve şefâatçılarının da bulunamayacağını bildirerek onları Kur'ân ile uyar, kendilerine hatırlatmada bulun.” O kimse bütün varhğını fidye olarak verse bile, yine de kendisinden alınıp kabul edilmez.” Âyetin, (.......) Kısmı mastariyet üzere mensûbtur. Yani tüm vannı- yoğunu ortaya fidye olarak kHalbuki bile... Adi: Burada fidye anlamındadır. Çünkü fidyeyi veren kimse, fidye olarak sunduğu şeyin, kendisi için fidye sunulan ile aynı değerde olmak durumundadır. Aksi takdirde fidye sayılmaz. Ayrıca, (.......) nın faili/öznesi (.......) kelimesinin zamîri değildir. Çünkü “Adl” kelimesi burada mastardır. Dolayısıyla “almak” ona isnat olunamaz. Halbuki, (Bakara,48) “ondan fidye alınmaz” Âyeti buradakiyle aynı anlamda değildir. Bu, verilmesi istenen şey fidye demektir, ya da fidye olarak ortaya konan şey demektir ki, bu itibarla bunun (.......) fiiline isnadı sahihtir. “İşledikleri günahlar yüzünden helake sürüklenen kimseler işte bunlardır.” Dinlerini oyun ve eğlence edinenlerdir. “İnkar ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan ibâret bir içecek” insanı organlarını bir birine yapıştıracak manada kaynar sudan bir içecek “ve acıklı bir azap vardır.” Burada (.......) mübtedadır. (.......) ise haberdir ve (.......) de (.......)nin ikinci haberidir. Buna göre mana şöyle olur: “İşte günah işlemiş olan bu kimseler için kaynar sudan ibâret olan bir içecek vardır.” Ya da bu, başlı başına burada yeni bir cümledir. 71De ki:Allah'tan başka, kendilerine ibâdet ve kulluk ettiğimiz takdirde bize fayda, terkettiğimiz takdirde bize zarar vermeyen şeylere mi tapalım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra şeytanların yeryüzünde ayartıp şaşkın bir hâlde bıraktıkları, arkadaşlarının ise: “Bize gel!” diyerek doğru yola davet ettikleri şaşkın kimse gibi gerisin geriye İslâm'dan şirke mi dönelim? De ki: Allah’ın gösterdiği yol, yegane doğru yoldur. Bize alemlerin Rabbine teslim olmamız emrolunmuştur. Hazret-i Ebubekir'in oğlu Abdurrahmân babasını putlara tapması çağnsında bulunuyordu. İşte bu âyet bu durumu gündeme getiriyor ve: Ebubekir'e söyle “De ki:” Oğlu Abdmrahmân'a şunu söylen: hem zarar verme ve fayda sağlama gücüne sahip olan “Allah'tan başka,” kendilerine dua ettiğimiz “İbadet ettiğimiz takdirde” bize fayda, terkettiğimiz takdirde “bize zarar vermeyen şeylere mi tapalım?” Allah bizi doğru yola ilettikten sonra” İslâm yolunu gösterip bizleri putlara tapmaktan kurtardıktan sonra “şeytanların yeryüzünde ayartıp şaşkın bir hâlde bıraktıkları,” gûlyabanilerin ve azgın cinlerin yoldan çıkartıp saptırarak tehlike içine sürükledikleri, çöllerde şaşkın hale düşürdükleri, “arkadaşlarının ise: “Bize gel!” diye doğru yola davet ettikleri şaşkın kimse gibi gerisin geriye İslâm'dan şirke mi dönelim?” “Kellezi istehvethuşşeyatinu” bu âyette yer alan, “KEF” harfi, (.......) nm zamîrinden hâl olarak mahallen mensûbtur. Yani: Şeytanların kendilerini şaşırtıp yoldan çıkardığı kimseler gibi mi olalım? (.......) kelimesi de, (.......) fiilinin mefulünden hâldir. Yani doğru yoldan çıkmış sapkın şaşkın ve ne yaptığını bilmeyen bunak. Arkadaşları, “bize gel,” diyerek kendisini doğru yola çağırdığı hâlde onlara kâtilmayıp şeytanın peşinden sürüklenip gider. Arkadaşlarına doğru gelmez. Buradaki ifade dayanır; Cinler insanlara musallat olur, onları yoldan çıkanr, gûlyabaniler ise cinlere musallat olup onları yoldan çıkanrlar. İşte İslâm yolundan aynlıp sapıtarak ve şeytanların yollarına uyarak giden şaşkınlar bunlara benzetiliyor. Müslümanlar da böylene şaşkın olanları İslam'a davet ettikleri hâlde bu şaşkın ve sapıtmış olanlar dönüp de kendilerini İslâm'a çağıranlara kâtilmıyorlar. “De ki: Allah'ın gösterdiği yol yegane doğru yoldur.” Bu da İslâm'dan başkası değildir. Gerisi ise dalalet ve sapıklıktan ibârettir. “Bize alemlerin Rabbine teslim olmamız emr olunmuştur.” Burada, (.......) fiili, (.......) cümle mahallen mensûbtur. Çünkü bu ikisi söylenmiş iki ifade yerinde gibidir. Sanki şöyle denilmiş bulunuyor: “Şu sözü söyle ve de ki: “alemlerin Rabbine teslim olmamız” emrolundu.” 72“Bir de namazı gereği gibi kılın ve Allah'ın emirlerine bağlı kalarak yasaklarından sakının” diye de emrolunduk. Çünkü O, huzuruna varıp toplarıacağımız Allah'tır. “Bir de namazı gereği gibi küm” Bu şu demektir: Bize müslüman olarak Rabbimizin emrine teslim olmamız emrolunduğu gibi, İslâmı hayata geçirmemiz ve buna bağlı olarak namazı da gereği gibi kılmamız emrolundu. “ve Allah'ın emirlerine bağlı kalarak yasaklarından sakının. Çünkü O,” kıyamet gününde “huzuruna varıp toplarıacağımız Allah'tır.” 73O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır, “ol” deyiverdiği gün her şey oluverir. O'nun sözü gerçektir. Sur'a üfürüldüğü gün de mülk ve hakimiyet O'nundur. Görünmeyeni de görüneni de bilendir. O hikmet sâhibidir ve her şeyden hakkıyla haberdardır. “O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. “Ol” deyiverdiği gün her şey oluverir.” Bu, cevap öncesi mukaddem haberdir. “O'nun sözü gerçektir.” Mübteda olup haberi önceki cümledir. Bu, tıpkı şu ifadeye benzer: “Cuma günündeki doğru sözün.” Yani. “Senin doğru olan sözün Cuma günü yerini buldu.” demektir. Burada, “gün” ifadesi “zaman, vakit ve an” manasınadır. Bu duruma göre âyetin manası şöyle olur: “Gerçekten O, gökleri ve yeri hak ve hikmet ile yaratandır. O, olmasını dilediği şeylerden herhangi bir şeye, “OL” dediği an, hemen o şey oluverir. Çünkü O'nun sözü Hak ve Hikmet iledir.” Yani göklerde ve yerde mükevvenattan kâinatta her ne var olmuş ise kesin olarak bir hikmet ve doğruluk gereği olarak yaratılmıştır. “Sur'a üfürüldüğü gün de mülk ve hakimiyet O'nundur.” “Mülk O'nundur” cümlesi mübteda ve haberdir yani isim cümlesidir. (.......) da bunun zarfıdır. Sur: Yemen dilinde boynuz demektir. Ya da bu kelime, (.......) kelimesinin çoğuludur. “O, görünmeyeni ve görüneni de bilendir.” Gizli ve açık her şeyi bilir. “O hikmet sâhibidir” Yok etmede ve yaşatmada her şey O'nun hikmet dairesinde cereyan eder. “ve her şeyden hakkıyla haberdardır.” Hesap görmede olsun cezâ veya mükafatlarıdırmada olsun her şeyden haberdardır. 74Bir zaman İbrâhîm, babası Azer'e demişti ki: Sen putları ilâhlar mı ediniyorsun? Şüphesiz ben, seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum. “Bir zaman İbrâhîm, babası Azer'e demişti ki:” Azer, Hazret-i İbrâhîm'in babasının ismi veya lâkâbıdır. Çünkü ismi soybilimciler arasında tartışmalıdır. Zira kimileri babasının adının Tareh olduğunu ileri sürmüşlerdir. Azer, ismi, (.......) atf-ı beyanıdır. Ve Azer, Feal kalıbında bir kelimedir. “Sen putları ilâhlar mı ediniyorsun?” Buradaki soru bir tür azarlama, uyan ve haddini bildirme anlamım taşır. Dolayısıyla mana şöyle olmaktadır: “İlah olmaya layık olmayan putları mı tannlar ediniyorsun?” “Şüphesiz ben, seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.” 75Böylece biz, kesin îman edenlerden olması için, İbrâhîm'e göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk. “Böylece biz,” kendisine şirkin çirkinliğini gösterdiğimiz gibi, “kesin îman edenlerden olması için, İbrâhîm'e göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk.” Basireti, uzak görüşlülüğü sayesinde İbrâhîm'e gökleri ve yerin muhteşem güzelliklerini, inceliklerim ve hükümranlığını gösterdik. Burada (.......) fiili mazi ifadesidir. (.......) ise, (.......) kelimesinden daha çok mübalağa manasını taşır, daha fazla anlam ifade eder. Çünkü, (.......) kelimesinde yer alan fazladan “Vav ve Te” harfleri sırf daha fazla anlam ve mana yüklemek için eklenmiştir. Bununla ilgili olarak Tâbiînden İmâm Mücahid diyor ki: “İbrâhîm peygamber için yedi gök açıldı. Öyleki ta Arş-ı Alâ'yı görene kadar her şey kendisine gösterildi. Bunun yanında yedi yer tabakası da açılıp gözlerinin önüne serildi .Böylece yer katınanları içinde nelerin var olup olmadığını tümüyle görmüş oldu. Bunları göstermemizin sebebi, “Kesin îman edenlerden olması için” di. Ya da açık bir şekilde kesin inandığı gibi bir de gözleriyle görerek “kesin îman edenlerden olması için” kendisine bir delil olsun ve yol göstersin için bunu yaptık. 76Gecenin karanlığı üstüne bastırınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batmca, batanları sevmem, dedi. “Gecenin karanlığı üstüne bastırınca” Gece karardığında. Âyetin bu kısmı, (.......) üzerine atfolunmuştur. Diğer taraftan, (.......) cümlesi burada ma'tûf ile ma'tûfun aleyh arasında itiraz cümlesidir. “bir yddız gördü,” bu yıldız Zühre yani mars veya Jüpiter yıldızı idi. Hazret-i İbrâhîm'in babası ve halkı putlara, güneşe, aya ve yıldızlara taparlardı. Burada Hazret-i İbrâhîm, onların hatalarına dikkat çekerek yanlışlarını kendilerine göstermek istiyordu. Böylece akıl yürütme yoluyla onlara gerçeği görüp öğrenme yollarını gösteriyordu. Onlara şunu öğretip anlatmak istiyordu: Doğru bir akıl yürütme insanı öyle bir yere getirir ki, herhangi bir şeyin var oluş delilleri çerçevesinde onun ilâh olup olmayacağı gerçeğine ulaşabilme imkânı sağlanır, bununla ilgili delile ulaşılır. Çünkü eşyanın mutlaka bir ihdas edeni, var edip yaratanı vardır. Aynı şekilde yıldızların ya da gezegenlerin de doğuşlarını, batışlarını, seyrini ve intikalini düzenleyen bir düzenleyici, bulunmaktadır, diğer farklı konumlarını gücü altında bulunduran bir kuvvet vardır. Hazret-i İbrâhîm kavminin ya da halkının tapınmakta oldukları yıldızı görünce, “Rabbim budur, dedi.” Onlara, ileri sürüp iddia ettiğiniz üzere bu benim Rabbimdir demek?” Ya da onlarla sırf alay olsun diye, “Rabbim bu mudur öyle mi?” anlamında söylenmiş olabilir. Onların inançlarını inkâr etmek amacına dayalı olabilir. Çünkü Arap geleneğinde sözü fazla uzatmaktansa konuyu soru şeklinde red anlamın da genelde kullanırlar ve bununla yetinirler. İşin şüphesiz bu söz, kişinin karşısındaki hasmına acıdığını, onun batılda ve yanlışta olduğunu bildiğini de göstermek için söylenen bir ifadedir. Karşısındakinin sözünü hikâye yoluyla aktanrken sanki kendi görüşünde taassupsuz imiş gibi hareket ediyor. Çünkü kendisi hakka en çok davet eden olduğu gibi yanlış ve hatalardan da en çok kurtulup uzak olanıdır. Kavgadan ve ağız dalaşırıdan oldukça uzak kalan bir zâttır. Hazret-i İbrâhîm, durumu böylece gündeme getirdikten sonra hemen üzerlerine vanyor ve onların iddialarını tüm delil ve hüccetleriyle geçersiz kılarak diyor ki: “Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi.” Yani durmadan değişip duran ve ilâh olarak tapınılan şeyleri ben asla Rab olarak tanimâm. Çünkü bu türden şeyler cisim olan varlıkların özellikleridirler. 77Ayı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi elbette yoldan sapan topluluklardan olurdum, dedi. “Ayı doğarken görünce” Henüz doğmaya başladığını görünce, “Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi elbette yoldan sapan topluluklardan olurdum, dedi.” Hazret-i İbrâhîm böylece toplumunu ve halkını uyararak ayı ilâh edinenlerin sapık olacaklarını söylemek istiyordu. Dolayısıyla hüccet ve delil olarak onlara ayın doğuşunu değil de batışını, kayboluşunu gösteriyor. Her iki durum da yani doğuş hâli ve batış hâli olsun, bir hâlden diğer bir hale geçiştir, değişmedir. Ancak burada batış anml delil olarak göstermesi hüccet açısından çok daha etkindir. Çünkü bu, gizlenmekle birlikte bir intikal ve değişimdir, gözden perdelenip kayboluştur. 78Daha sonra güneşi doğarken görünce, Rabbim budur, çünkü bu daha büyük, dedi. O da batıp kaybolunca, dedi ki: Ey halkım! Ben, sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan uzağım. “Daha sonra güneşi doğarken görünce, Rabbim budur,” Burada (.......) fiilinin, güneş Arapçada itibari müennes kabul edildiği hâlde müzekker olarak zikredilmiş olması güneşi doğuran zât yani Allah murad olunarak söylenmiş bir ifadedir. Ya da mübtedayı haber gibi değerlendirmesinden dolayıdır. Çünkü her ikisi de mana bakımından aynıdır. Bir de bura yüce Allah'ı dişi varlıklara benzetmekten koruma ve kaçınma söz konusudur. Bunun içindir ki, yüce Allah'ın sıfatları söylenirken dişi tefsiruna yer verecek ifadelerden hep uzak kalınmış ve Meselâ Allah için (.......) olarak söylenmiş ve (.......) ifadesinden uzak durulmuştur. Halbuki (.......) kelimesi mana bakımından çok daha mübalağalıdır, daha çok aşırılık ve fazla anlam içermesine rağmen, kendisinde dişilik alâmeti olan (.......) harfi sebebiyle bundan kaçınılmıştır. “Çünkü bu daha büyüktür, dedi.” Sanki Hazret-i İbrâhîm hasımlarına acır ve alay eder manasında söylenen bir ifade. “O da batıp kaybolunca, dedi ki: Ey halkım! Ben sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan uzağım.” Yani sizin yaratanına ortak olarak koştuğunuz bu şeylerden ben uzağım, onlarla benim bir alakam yoktur. Farklı bir görüş de şöyledir: Hazret-i İbrâhîm'in, “Benim Rabbim budur” tarzındaki sözleri kavmiyle alâkalı olmayıp bizzat önün kendisiyle ilgilidir ve kendisinin dikkatini ve delil arayışını ortaya koymaktadır. Yüce Allah da onun bu sözlerini hikâye yoluyla aktarıyor. Ancak burada en doğru tefsir ilkidir, bu son tefsir değildir. Çünkü bunu da, “Ey halkım! Ben sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan uzağım” sözünden anlıyoruz. 79Ben bir Hanif olarak, yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah'a yönelttim. Ben asla Allah'a ortak koşanlardan değilim. “Ben bir Hanif olarak” bütün bâtıl inançlardan ve sistemlerden, rejimlerden uzak kalarak İslam'a kabul eden biri olarak, “yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah'a yönelttim.” Yani sonradan var edilmiş olan bütün şu varlıkların delil olarak kendilerini yaratan bir yaratıcının olduğunu görerek, bilerek yüzümü ve varlığımı O'na adadım. “Ben asla Allah'a ortak koşanlardan değilim.” Allah'ın yarattığı hiçbir varlığı O'na asla ortak kılmam. 80Kavmi kendisine karşı deliller getirmeye kalkışarak onunla tartışmaya girişti. O onlara dedi ki: Allah, bana doğru yolu göstermişken, siz Mlâ benimle O'nun hakkında tartışıyor musunuz? Sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden ben korkmam. Ancak Rabbimin benim hakkımda dilediği şey başka. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ders almayacak mısınız? Allah'ın bir tek oluşu ve şirk koşuları varlıkların reddi konusunda “kavmi kendisine karşı deliller getirmeye kalkışarak onunla tartışmaya girişti.” Hazret-i İbrâhîm Allah'ın birliği ve tevhit hakkında “Onlara dedi ki: Allah bana doğru yolu göstermişken, siz hâlâ benimle O'nun” Allah'ın birliği “hakkında tartışıyor musunuz?” Halbuki Allah beni doğru yola iletti. Hazret-i İbrâhîm'in kavmi kendisini putları ve ilâhlarıyla tehdit ediyorlar ve: “Eğer sen böyle gidersen tanrılarınıızın hışmına uğrarsın” demek istiyorlardı. Kırâat imâmlarından Nâfi've İbn Zekvan “nun” harfini şeddesiz olarak, (.......) okumuşlar, diğer kırâat imâmları da nun harfinin şeddesiyle (.......) şeklinde okumuşlardır, Ebû Amr da vasl-bitiştirme hâlinde “Ye” harfiyle okumuştur. Hazret-i İbrâhîm, tehditleri üzerine kendilerine: “Sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden ben korkmam. Ancak Rabbimin benim hakkımda dilediği şey başka,” Ben asla hiçbir zaman sizin ma'bûtlarınıza tapmam ve onlardan korkmam. Çünkü onlar ne bir yarar sağlamaya ve ne de bir zarar vermeye muktedirdirler. Onların hiçbir şeye güçleri yetmez. Meğer ki Rabbimin, onlar tarafından bir zarar vermesini dilemesi hâli müstesna. Çünkü dilediğine yarar sağlamaya ve istediğine de zarar vermeye kâdir olan putlar değil, ancak yüce Allah'tır. “Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır.” Her hangi bir kimseye isabet edecek yarar veya zarar sadece onun kendisinin işlediği amele bağlıdır, başka değil. “Hâlâ ders almayacak mısınız?” Artık kimin kudret ve güç sâhibi olduğunu ve kimin zayıf ve güçsüz olduğunu hâlâ ayırt etmeyecek misiniz? 81Hem siz, Allah'ın size ilâh oldukları hakkında herhangi bir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız söyleyin, bu iki guruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır. Çünkü Allah'a şirk koşma hususunda herhangi bir hüccet ve delil sunmak doğru değildir. Dolayısıyla âyetin anlamı şöyle olmaktadır: “Ben güven ve emniyet içinde olduğum hâlde güvensizlik içinde olmamla neden beni tehdit ederek inkara kalkışıyorsunuz. Halbuki sizler korkmanız gereken bir durumda iken nasıl oluyor da kendi durumunuzu yadırgamıyorsunuz? Şimdi biliyorsanız söyleyin, bu iki guruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır!?” Yani Allah'ın birliğine inanan muvahhidlerle müşriklerden hangisi Allah'ın azâbından kendini emin ve güvence içerisinde kabul edecek biliyor musunuz öyleyse söyleyin bakalım! Âyette, “Söyleyin hangimiz...” diye soru yöneltilmeyip de, “....iki guruptan hangisi,...” şeklinde sorulması, Hazret-i İbrâhîm'in kendisini tezkiyeden, temize çıkarmasından sakınması sebebiyledir. Daha söz konusu sorulan soruya yeni bir cevap verilerek şöyle buyurulmuştur: 82Îman edip imanlarına herhangi bir zulüm katınayanlar var ya, işte güvende olma onların hakkidir ve doğru yolda olanlar da onlardır. “Îman edip imanlarına herhangi bir zulüm karıştırmamış olanlar var ya,” Hazret-i Ebû Bekir'den rivâyete göre, imanlarına şirki, Allah'a ortak koşmayı karıştırmayanlar, demektir. “İşte güvende olma onların hakkıdır ve doğru yolda olanlar da onlardır.” Burada Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm)’in konuşması bitmiş oluyor. 83İşte bunlar, kavmine karşı İbrâhîm'e verdiğimiz delillerimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini kat kat yükseltiriz. Şüphesiz ki senin Rabbin hüküm ve hikmet sâhibidir, her şeyi hakkıyla bilendir. Şimdi meal ve tefsirini sunacağımız bu âyet, Hazret-i İbrâhîm'in 76. ayetten 82. ayete kadar tüm sunulan delil ve hüccetlere işaret ediliyor. “İşte bunlar,” 76- 82 ayetlerinde ele alınan hususlar, “kavmine karşı İbrâhîm'e verdiğimiz delillerimizdir.” Burada irab-nahiv ya da dil bilgisi açısından haberden sonra haber gelmiştir yani iki haber peş peşe gelmiştir. “Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini kat kat yükseltiriz.” İlim ve hikmetle yüceltiriz. Burada doğru olan görüşe göre Mu'tezilenin çelişki içinde olduğuna da bir delil ve işaret bulunmaktadır. “Şüphesiz ki senin Rabbin hüküm ve hikmet sâhibidir,” Kimin derecesini yükselteceğini hikmetiyle O karar verir. “Her şeyi hakkıyla bilendir.” Kimin liyakat ve ehliyet sâhibi olduğunu bizzat kendisi bilir. (.......) kelimesi kırâat imâmlarından Âsım, Hamza ve Kisâi'ye göre tenvinli olarak, (.......) şeklinde okumuştur. 84Biz ona İshak ve Ya'kûb'u armağan ettik, hepsini de hidâyete erdirdik. Daha önce de Nûh'u, onun soyundan gelen Davut'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yûsuf'u, Mûsa ve Harun'u da hidâyete erdirdik. Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükafatlarıdırırız. “Biz ona” İbrâhîm'e “İshak ve Ya'kûb'u armağan ettik, hepsini de hidâyete erdirdik. Daha önce de Nûh'u,” İbrâhîm'den önce Nûh (aleyhisselâm) u hidâyete erdirmiştik. “Onun soyundan Davut'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yûnus'u, Mûsa ve Harun'u da hidâyete erdirdik.” İşte onun soyundan bu sayılanları da hidâyete erdirdik. “ONUN SOYUNDAN” zamîri Hazret-i Nûh veya Hazret-i İbrâhîm'e âittir. Ancak zamîrin Hazret-i Nûh'a râci olması daha yerindedir. Çünkü Yûnus peygamber ile Lût peygamber Hazret-i İbrâhîm'in soyundan değiller. Dolayısıyla zamîr Hazret-i Nûh'a âittir. Ayrıca, (.......) daki, (.......) kelimesi, (.......) fiili ile mensûb kılınmıştır. “Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükafatlarıdırırız.” Biz iyi hareket ederek sâlih amel işleyenleri işte tıpkı bu isimleri sayılanları ödüllendirdiğimiz gibi ödüllendiririz. Diğer taraftan, (.......) de yer alan (.......) harfi nasb durumunda olup mahzûf bir mastarın da sıfatıdır. 85Zekeriyya, Yahya, Îsa ve İlyas'ı da hidâyete erdirdik. Onların hepsi de sâlihlerdendi. “Zekeriyya, Yahya, Îsa ve İlyas'ı da hidâyete erdirdik. Onların hepsi de sâlihlerdendi.” Tamamı sâlih kimselerden idiler. Burada sayılanlar arasında Hazret-i Îsa'nın da geçmesi, aynı zamanda bir kişinin nesebinin tesbitinin anne tarafından da yapılacağının bir delilidir. Çünkü burada Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) da Hazret-i Nûh'un soyundan olanlar arasında zikredilmektedir. Nitekim Hazret-i Îsa (radıyallahü anh) Ancak annesi Meryem yoluyla Hazret-i Nûh'un soyuna anne tarafından dayanmaktadır. Nitekim Zâlim Haccac, Hazret-i Fatıma evladını, kadın tarafından olması hasebiyle, Hazret-i Peygamber'in evladı olarak kabul etmemesi, reddetmesi üzerine kendisine bu ayetle cevap verilmiştir. 86İsmâîl, Elyesa', Yûnus ve Lût'u da hidâyete erdirdik. Hepsini alemlere üstün kıldık. “İsmâîl, Elyesa', Yûnus ve Lût'u da hidâyete erdirdik. Hepsini alemlere” nübüvvet ve risâlet vererek “üstün kıldık.” Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali, (.......) iki Lam harfiyle olmak üzere, (.......) olarak okumuşlardır. 87Onların babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden kimilerini de insanlara üstün kıldık, onları seçtik ve dosdoğru yola ilettik. “Onların babalarından,” atalarından bazısını, “çocuklarından ve kardeşlerinden kimilerini de insanlara üstün kıldık, onları seçtik ve dosdoğru yola ilettik.” Burada, (.......) nasb durumunda olup, (.......) kelimesi üzerine ma'tûftur. 88İşte bu yol Allah'ın hidâyetidir ki kullarından dilediğini ona götürür. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmakta oldukları iyi amelleri kesin olarak boşa giderdi. “İşte bu yol” İsimleri yukarıda geçen zatların gittikleri yol, “Allah'ın hidâyetidir “Allah'ın dinidir “ki, kullarından dilediğini ona götürür.” Âyetin bu kısmı Mu'tezile mezhebinin çelişkisini ortaya koymaktadır. Çünkü Mu'tezile: “Allah bütün yarattığı kullarının hidâyetini dilemiştir, yoksa bir kısminin değil. Ancak onlar Allah'ın dilemesine rağmen doğru yola gelmediler, bu yolu seçmediler” görüşünü savunuyor. İşte bu âyet onların yanlışta olduğunu gösteriyor. “Eğer onlar da” üstünlüklerine ve herkese takdim edilmelerine, kendilerine en yüksek ve üstün dereceler verilmesine rağmen “Allah'a ortak koşsalardı, yapmakta oldukları iyi amelleri kesin olarak boşa giderdi.” Yani işledikleri tüm iyi amelleri boşa gider ve hiçbirinden yararlanamazlardı. Nitekim bir âyette Rabbimiz Hazret-i Peygamber'e hitaben şöyle buyuruyor: “Andolsun ki Eğer Allah'a şirk koşarsan, yaptığın bütün iyi işler boşa gider.” Zümer, 65 89İşte bunlar, kendilerine kitap, hüküm, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi o müşrikler bu peygamberliği inkâr ederlerse, yerlerine bunları inkâr etmeyerek onu sahiplenecek bir topluluk görevlendiririz. “İşte bunlar, kendilerine kitap, hüküm, hikmet” ya da Kitabı anlayıp kavrama, “ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir.” Çünkü nsanlık açısından mertebelerin en üstünü nübüvvet denilen peygamberliktir. “Şimdi o müşrikler” Allah'a ortak koşan Mekke halkı, “Bu peygamberliği” Kitabı, hüküm ve hikmeti veya Kur'ân âyetlerini “İnkâr ederlerse, yerlerine bunları inkâr etmeyerek onu sahiplenecek bir topluluk görevlendiririz.” Görevlendinleceğinden söz edilen topluluk ya ismi geçen, kendilerinden söz edilen peygamberler ile onlara uyanlardır. Çünkü delil olarak şu âyet bu gerçeği şöylece bildiriyor: “İşte o peygamberler Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de Sende onların yolunda yürü!” (Enam/90) Ya da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ashâbı veya ona îman eden herkes yahut da îman eden ve fakat Arap olmayanlardır. “Onu sahiplenecek bir topluluk” tan kasıt ise, ona ve getirdiklerine îman etme başarısını kazanmiş olarak ve bununla ilgili tüm haklarını ve görevlerini yeterince yapabilenlerdir. Nitekim bu şuna benzer, Herhangi bir iş veya görevi yerine getirmesi için herhangi bir kimse görevlendirildiğinde nasıl ki artık o görevi yapmak, söz verdiğini yerine getirmek ve bununla ilgili hukuku korumak durumunda ise, Peygambere îman edenlerin de konumu aynen öyledir. Diğer taraftan bu âyetin içinde yer alan, (.......) yer alan, (.......) cer edatı, (.......) kelimesinin ilgi cümleciğidir. (.......) deki (.......) ise sadece nefyi yani olumsuzluğu pekiştirmek içindir. 90İşte o peygamberler Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yolunda yürü! De ki: Ben risâlet görevini tebliğ için sizden bir ücret istemiyorum. Çünkü bu kitap, alemlerin irşadı için uyan ve öğütten başka bir şey değildir. “İşte o” ismi geçeri “peygamberler Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yolunda yürü!” Uymakta sadece onların yolunu kendin için tahsis et ve onların yolu dışında da bir başka yola uyma! İşte bu, mef lun fiile takdimi hâlindeki manadır. Peygamberin hidâyetinden maksat, onların Allah'a, Allah'ın birliğine ve Usul-i Dine-Dinin îman bakımından izledikleri yoldur yoksa şerî'atleri değil. Çünkü her bir peygamberin şerî'atı farklı farklıdır ve bu manada şerî'atlerin bir bağlayıcıliği da yoktur. (.......) fiilindeki (.......) harfi vakf hâlinden dolayı yer almaktadır. Eğer vasl bu takdirde (.......) harfi ortadan kalkar. Ancak Kur'ân'da (.......) harfinin yerinde kalması olması açısından durma hâli en uygun olarak değerlendirilmiştir. Ancak kırâat imâmlarından Hamza hazf hâlini kırâatinde uygularken, kırâat imâmlarından Ali el-Kisâî ise vasl hâlinde (.......) harfini kaldırmış, bu harfe yer vermemiştir. Ancak Şam'lı kırâat imâmlarından İbn Âmir Hişam rivâyetine göre ihtilas yapmıştır yani işba yapmaksızın kesre ile okumuştur. “De ki: Ben risâlet görevini tebliğ için sizden bir ücret istemiyorum.” İşte bu âyetin bu noktası Kur'ân öğretmek için ücret alınabileceğine, bunun câiz oluşuna bir delil olmaktadır. Ancak hadis rivâyeti için ücret almak câiz olmaz, ücret karşılığı hadis rivâyeti doğru değildir. “Çünkü bu Kitap, alemlerin irşadı için uyarı ve öğütten başka bir şey değildir.” Kısaca bu Kur'ân hem cinler için ve hem insanlar için sadece bir uyan ve nasihatten ibâret bir kitaptır. 91Kimi Yahûdîler de Allah'ı gereği gibi takdir edip tanımadılar. Çünkü “Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmedi” dediler. Sen onlara de ki: “Mûsa'nın insanlara bir nur ve hidâyet olarak getirdiği Kitab'ı kim indirdi? Siz onu parça parça kağıtlara yazıp işlerinize geleni gösteriyor, çoğunu ise gizliyorsunuz. Sizin de babalarınızın da bilemediği şeyler bu Kitap'ta size öğretilmiştir. Resûlüm! Sen “Allah” de, sonra da onları daldıkları bataklıkta bırak oynaya dursunlar. “Kimi Yahûdîler de Allah'ı gereği gibi takdir edip tanımadılar. Çünkü Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmedi,dediler.” Yani peygamberlerin gönderilişini ve Allah'ın onlara vahyini indirmesini inkâr ettiklerinde Allah'ın kullarına karşı merhametli ve şefkat sâhibi olduğunu gerektiği şekilde ve hakkıyla tanıyıp takdir etmediler. Halbuki peygamberlerin gönderilmesi ve Allah'ın onlara vahyi, Allah'ın kullarına olan en büyük rahmeti ve merhametinin eseri idi. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Resûlüm! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” Enbiyâ', 107. Rivâyete göre aralarında Mâlik bin Sayf'ın da bulunduğu bir yaHûdi cemaati Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile durmaksızın mücadele edip duruyorlardı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: “Allah şişman yaHûdi din bilgini gazap eder,” diye Tevrât'ta mevcut değil mi?” diye Mâlik bin Sayf’a sorar. Bir yaHûdi din bilgini olan Mâlik b.Sayf da: “Evet, var” diye karşılık verince, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de: “İşte o şişman dinbilgini sensin” diye buyurunca adam öfkelenir, kızar ve öfkesinden: “Allah hiçbir beşere hiçbir şey indirmedi” diyerek inkâra kalkıştı. Vahidi, Esbabu'n-Nüzul, s:147 (.......) Mastarın-kök fiilin nasb olması açısından bu da bu manada mensûbtur. “Sen onlara de ki: Mûsa'nın insanlara bir nur ve hidâyet olarak getirdiği kitabı kim indirdi?” İşte âyetin bu bölümü ya, (.......) deki zamîrden veya (.......) den hâldir. “Siz onu parça parça kağıtlara yazıp işlerinize geleni gösteriyor, çoğunu ise gizliyorsunuz.” Yani içinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) nün özelliklerinin yer aldığı kısımları Tevrât'tan çıkarıp, böylece onu parçalar hâlinde kâğıtlara geçirerek dağınık bir şekilde topluma sunarak böylece açıklamak istediğinizi parçalar haline getirdiğiniz o kâğıtlar yoluyla gösteriyor, fakat halk tarafından gösterilmesini arzu etmediğiniz bir çok gerçekleri de gizleme yoluna gidiyorsunuz. Bu âyette yer alan üç fiili yani, (.......) ve (.......) fiillerindeki (.......) harfleri yerine yani muhatap fiil yerine gaip fiiller olarak kırâat imâmlarından Mekkeli İbn Kesîr ve ayrıca Ebû Amr (.......) harfiyle, (.......) ve (.......) olarak okumuşlardır. “Sizin de babalarınızın da bilemediği şeyler” ey kitap ehli yaHûdi ve hınstiyanlar “O kitapta size” din ve dünya işlerinizle ilgili olarak “öğretilmiştir. Resûlüm! Sen, Allah, de.” Yani onu indiren Allah'tır, diye onlara söyle. Çünkü onlar seni inkâra ve yalanlamaya asla güç yetiremeyeceklerdir. “Sonra da onları daldıkları” içinde bulunduktan batıllarıyla, daldıkları gerçek dışı yanlış işleriyle ve bulundukları “bataklıkta bırak oynayadursunlar.” Burada, “Oynaya dursunlar” fiili, “Bırak onları” veya “Daldıkları bataklık” ifadelerinden dilbilgisi açı sından hâldir. 92İşte bu Kitap, Mekke ve bütün çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı feyiz kaynağı mübarek bir kitaptır. Âhirete îman edenler buna da îman ederler ve onlar namazlarını gereği gibi hakkıyla kılmaya devam ederler. “İşte” Peygamberimize indirdiğimiz “Bu kitap Mekke ve bütün çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı feyiz kaynağı mübarek bir kitaptır.” Bu Kitabın sağladığı sayısız menfaat ve faydaları bulunmaktadır. “uyarman” fiilini, kırâat imâmlarından Ebû Bekir (.......) harfiyle “şeklinde okumuştur. Bu da “Kitap” demektir. Dolayısıyla Kitabın sıfatının delalet ettiği sıfat üzerine ma'tûftur. Sanki şöyle denilir gibidir: “Biz o kitabı bereket ve bolluklar getirmesi, kendisinden önce indirilen kitapları doğrulaması ve bir de “Ümmü'l-Kura” denilen Mekke halkını uyarmak için indirdik.” Mekke'ye bu ismin verilmesi nedeni her açıdan dünyanın merkezi olması, şehir, kasaba ve ülke halklarının kıble olarak oraya yönelmeleri ve bir de en büyük şeref ve değere sahip olması açısındandır. Çünkü halk, oraya gitmeyi amaçlayarak, oraya yönelir ve giderler, “çevresindekileri” ifadesinden kasıt, dünyanın batısında ve doğusunda, kısaca dünyanın dört bir yanında yer alan tüm insanlar demektir. “Âhirete îman edenler” akıbeti, son hayatı doğrulayıp onda olabileceklerden korkanlar “Buna da” Kitaba ya da Kur'ân'a da “îman ederler” Dinin dayandığı temel esas, akıbetten, son durumdan korkmayı gerektirir. Dolayısıyla kim akıbetten korkarsa, tam bir güvence elde edene kadar o korku kendisinde hep devam eder durur. “Ve onlar namazlarını gereği gibi hakkıyla kılmaya devam ederler.” Özellikle burada namaza yer verilmesinin nedeni, namazın bizzat îman alâmeti olması sebebiyledir ve bir de dini temelini oluşturmasıdır. Dolayısıyla kim namazı hukukunu korur ve gerektiği gibi kılmayı sürdürürse artık o kimse namaza bağlı ve o manadaki diğer görevlerini de gereğince yerine getirir. 93Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmediği hâlde “Bana da vahyolundu” diyenden ve “Ben Allah'ın indirdiği ayetlerin benzeri âyetler indireceğim” diyenden daha zâlim kimse olabilir mi? O zalimler ölümün şiddetleri içinde kıvranırken ölüm meleklerinin de yakalanna yapışarak onlara: “Haydi canlarınızı kurtarın! Bugün zillet azâbıyla cezâlanacaksınız. Zira Allah'a karşı gerçek olmayanı söylüyordunuz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek yüz çeviriyordunuz!” diye haykırdıkları sırada onların hâlini bir görsen... Yahûdî Mâlik bin Sayf gibi “Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmediği hâlde” Müseylemetu'l-Kezzab gibi bana da vahyolundu, diyenden ve” vahiy katibi Abdullah b.Sa'd b. Ebû Serh gibi “Ben Allah'ın indirdiği ayetlerin benzeri âyetler indireceğim diyenden daha zâlim kimse olabilir mi?” Âyetin, (.......) kısmı, cer konumunda olup (.......) üzerine atfolunmuştur. Buna göre âyetin manası, “şöyle şöyle diyenden...” olur. Yani nen de söyleyeceğim ve yazdıracağım. Bu ifadelerin sâhibi Peygamberimize bir zamanlar vahiy katipliğinde bulunan Abdullah b. Sa'd b. Ebû Serh'tir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine (Mü’minun,12.) ayetten 14.ayete kadar olan kısmını yazdırıyordu. “Andolsun ki, biz ilk insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik.” İşte tam bu sırada ismi geçen vahiy katibinin dilinden, “Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir!” âyetin devamı olan bu kısım dökülüverdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: “aynen söylediklerini yaz. Çünkü âyet Allah tarafından böyle nâzil oldu.” Demesi üzerine vahyi yazan Abdullah b. Sa'd şüpheye kapıldı ve: “Eğer Muhammed doğru ise, tıpkı ona vahyolunduğu gibi bana da vahyolundu. Eğer Muhammed bir yalancı ise ben de tıpkı onun söylediği gibi aynen söylemiş oldum” der ve böylece dinden irtidat ederek gider Mekke müşriklerinin arasında yer alır. Vahidin, Esbabu'n-Nüzul,s:148 Veya bu şahıs Nadr bin Haris olabilir. Çünkü bu da kendisince şöyle uydurmalarda bulunuyordu: “Vattahinati tahnen, felacinatı acnen, felhabizatı hubzan.” Sanki Nadr b. Haris böylece muarezede bulunuyor, karşı çıkıp protesto ediyor gibidir. “O zalimler ölümün şiddetleri içinde kıvranırken ölüm meleklerinin de yakalanna yapışarak onlara: Haydi canlarınızı kurtarın! Bugün zillet azâbıyla cezâlanacaksınız. Zira Allah'a karşı gerçek olmayanı söylüyordunuz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek yüz çeviriyordunuz, diye haykırdıkları sırada onların hâlini bir görsen.” Burada, “Bir görsen” ifadesinin cevabı mahzûftur, âyet içerisinde açık olarak cevaba yer verilmemiştir. Dolayısıyla cevap şöyle olmaktadır: “Kesin olarak çok büyük bir olay görürdün, bir durumla yüz yüze gelirdin.” Diğer taraftan, “O zalimler den maksat söz konusu edilen Yahûdîlerle peygamberlik iddiasına kalkışan iftiracılardır. (.......) de yer alan harfi tarif yani (.......) ahd için olabileceği gibi cins için de olabilir. Dolayısıyla bunun içerisine söz konusu olan tüm inkârcılar kapsam olarak girer. (.......) Ölüm anındaki şiddetli sıkıntı ve ızdırap ve ölüm sarhoşluğu manalarınadır. “Ölüm meleklerinin de...” Ölüm melekleri bu zalimlere ellerini uzatarak onlara derler ki: “Getirin ruhlarınızı bize, onu bedenlerinizden çıkarıp verin bize bakalım!” Aslında bu ifade bu ve benzeri zâlim ve inkârcılara hiçbir nefes bile aldırmaksızm, bir süre tanımaksızın tam anlamıyla bir baskı, şiddet ve sıkıntı içinde bırakılacaklarına âit bir ifadedir. “Bugün zillet azâbıyla cezâlanacaksınız.” Bununla onların ölüm anlarını demek istiyorlar. Can çekişme sırasındaki şiddet, sıkıntı ve azap içinde kıvranışları... (.......) şiddetli azap ve cezâ demektir. Azâbın (.......) kelimesine izafesi tıpkı, kötü adam ifadesinde adamın kötü izafesine benzer bir durum gibidir. Bununla aşağılanmadaki zillet ve alçaklığa düşüşteki durum ve onu tamamiyle huy edinmiş olması hususu anlatılıyor. Bir de, “Allah'a karşı gerçek olmayanı söylüyordunuz.” Allah'a ortak koşuyor, eşinin ve çocuğunun olduğunu söylüyordunuz. (.......) gerçek olmayanı” ifadesi, (.......) fiilinin mefulüdür. Ya da mahzûf bir mastarın sıfatıdır. Yani: (.......) Gerçek olmayan, asılsız olan bir söz.” “O'nun ayetlerinden büyüklenerek yüz çeviriyordunuz.” O ayetlere îman etmiyordunuz. 94Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımızda olduğunuz gibi yapayalnız, teker teker huzurumuza geldiniz! Size verdiğimiz mallarınızı da arkanızda bıraktınız. Yaratılışınızda ortakçı lanınız iddiasında bulunduğunuz şefâatçılarınızı da şimdi aranızda görmüyoruz. Andolsun, onlarla aranızdaki bağlar bir bir kesilmiş ve Allah'a ortak sanıp iddia edip güvendiğiniz ilâhlar sizden kaybolup gitmiştir. “teker teker, birbir” ifadesi yanlarında herhangi bir mal,servet ve yardımcı olmaksızın, demektir. (.......) kelimesi tıpkı (.......) kelimesinin (.......) kelimesinin çoğulu olduğu gibi bu da (.......) kelimesinin çoğuludur. Diğer taraftan, “sizi yarattığımız gibi” cümlesi, “bize geldiniz” fiilinin mastarının sıfatı olmak suretiyle mahallen mensûbtur. Dolayısıyla bu, “Sizi yarattığımız durumdaki gelişiniz gibi geldiniz.” “Size verdiğimiz mallarınızı da” bir metelik dahi yanınıza almaksızın “arkanızda bıraktınız. Yaratılışınızda ortakçılarınıız iddiasında bulunduğunuz şefâatçılarınızı da şimdi aranızda görmüyoruz.” Kendilerine sizin kul köle olduğunuz ortaklarınız, şefâatçılarınız nerede şimdi söyler misiniz?! “Andolsun onlarla aranızdaki bağlar bir bir kesilmiş ve Allah'a ortak sanıp iddia edip güvendiğiniz ilâhlarınız sizden kaybolup gitmiştir.” Halbuki o ilâhların Allah katında şefâatçılarınız olduğunu hep savunup duruyordunuz. “aranızda” Zeccâc tarikiyle gelen kırâatte, (.......) dur. Buna göre mana, “bağlarınız” demektir. Çünkü: (.......) kelimesi hem bağ ve hem aynlık, uzaklaşma manalarınadır. Nitekim Şâir şöyle der: Andolsun ki, aynlık olmasaydı heva ve arzu olmazdı. Eğer heva ve arzu olmasaydı aynlık için bir ülfet olmazdı. Medineli kırâat imâmlarından Nafî, Ali el Kisâî ve Hafs kırâatlerine göre, (.......) Yani artık bundan böyle aranızda aynlık ve uzaklaşma kesinleşmiştir. Çünkü şefâatçilarınıız iddiasında bulunduğunuz güçler, ilâhlar sizden kaybolup gitmiştir. 95Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği çatlatıp yarandır. Ölüden diriyi O çıkarır, diriden ölüyü çıkaran da O'dur. İşte bunlara kâdir olan Allah budur! Nasıl oluyor da haktan çevriliyorsunuz? “Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği çatlatıp yarandır.” Bitki tohumlarıyla ağaç fidelerini, çekirdeklerini çatlatıp yararak meydana getirendir. Başaktan taneyi, hurmanın da çekirdeğini (.......) yarmak anlammadır. Mücâhid'ten gelen rivâyete göre, söz konusu yarmadan gaye, çekirdek ile buğdayın ortasında var olan yank demektir. Çünkü buğdayın ve benzerlerinin olsun, hurma çekirdeğinin olsun ortaları yanktır. “Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkaran da O'dur.” Dikkat edilirse taptaze ve yemyeşil bitkileri kupkuru tanelerden, tohumdan var ettiği gibi, kuru tohumları ya da taneleri de işte o yetişen ve gelişen bitki ya da ürünlerden meydana çıkanr.Ya da spermden insanı ve insandan da spermi yaratır. Bir diğer tefsire göre de, kâfirden inanan bir kimseyi ve mü’minden de kâfiri var eder. Yüce Allah burada, kendisinin yaratmış olduğu varlıklardan insanların gözlerinin gördüğü şeyleri ya da gerçekleri onların aleyhlerine olmak üzere delil ve hüccet olarak gösteriyor. Çünkü itirazcılar öldükten sonra yeniden dirilmeyi inkâr etmektedirler. Burada Rabbimiz onlara, bütün bu şeyleri yaratanın kendisi olduğunu onlara bildirerek, yeniden onları diriltmeye de kâdir olduğunu gösteriyor. Âyette, (.......) diye Rabbimiz bu ifadeyi ismi fâil kipiyle zikretmiştir. Bunun sebebi de, bu ifadenin daha önce geçen ve yine ismi fâil olan, (.......) ifadesi üzerine atfedilmiş olmasıdır. Yoksa fiil üzerine atfedilmiş değildir. Diğer taraftan, “taneyi ve çekirdeği çatlatıp yaran” ifadesini açıklayıcı konumunda olan bir cümle durumundadır. Çünkü yetişmekte olan bitkilerde olsun, ağaçlarda olsun tanelerini-tohumlarının ve çekirdeklerinin çatlayıp yanlması ve böylece ürünlerin meydana gelmesi tıpkı ölüden dirinin çıkanlması türünden bir şeydir. Kaldı ki gelişip büyümesini sürdüren bir bitki bir hayvan ya da doğru ifadesiyle bir canlı hükmündedir. Bunun delili ise, “Yeryüzünü ölümünün ardından O canlarıdırıyor.” (Rum, 19) ayetidir. “İşte bunlara kâdir olan Allah budur!” İşte şu diriltme ve öldürme işini yapan, bunlara gücü ve kudreti olan Allah budur! Ki O, Rab'lık kendisinin hakkı olan Allah'tır... Yoksa putların, sistem ve rejimlerin değil. “Nasıl oluyor da haktan çevriliyorsunuz?” Bütün bizim bu açıklamalarınııza rağmen nasıl oluyor da O'ndan yüz çeviriyorsunuz ve her gerçek açık ve net olarak ortada iken Allah'ı bırakıp ta nasıl başkalanna velayet yetkisi ve hakları olmadığı hâlde sizi yönetme imkânlarını verirsiniz? 96Karanlığı yarıp sabahı meydana çıkaran da O'dur. Geceyi dinlenmek, güneş ve ayı da vakitlerinizi belirlemek için hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bu, her şeye mutlak üstün ve galip gelen ve her şeyi hakkıyla bilen Allah'ın takdiridir. “Karanlığı yarıp sabahı meydana çıkaran da O'dur.” Bu Âyetteki (.......) içerisinde yer alan, (.......) kelimesi bir mastar olup kendisiyle sabah vakti adlarıdırılmıştır. Dolayısıyla manası, “gecenin karanlığından sabahın sütunlarını yarıp meydana çıkaran veya gündüz vaktinin nurunu, aydınliğin yaratan” demektir. “Geceyi dinlenmek.,” manasındaki (.......)eümlesinde yer alan (.......) kelimesini Kufe kırâat ekolünden olan Âsım, Hamza ve Kisâî mazi fiil olarak görüldüğü gibi, (.......) olarak okumuşlardır. Bunların dışındaki yedi kırâat imâmlarından olanlar da ismi fâil olarak (.......) şeklinde tıpkı (.......) gibi onunla uyumlu olarak okumuştur. Çünkü daha önce geçen ismi fâil mazi zaman anlamındadır. Mademki ismi fâil olan, (.......) kelimesi (.......) manasında mazi olduğuna göre, bu münasebetle; onun üzerine atfölunmuştur ki böylece ikisi arasında bir uygunluk olduğu bilinmiş olsun istenmiştir. (.......) içinde rahatı temin etmek ve dinlenmek için. Çünkü bir başka âyette de şöyle buyurulmuştur: “Geceyi içinde dinlenesiniz diye sizin için yaratandır.” (Yûnus, 67) Yani insanların ve yaratıları diğer varlıkların gündüzün maişet ve geçim sıkıntısından kurtulup geceleyin uyku gafletine dalmaları için veya halkın yani insanların o vahşetinden, sıkıcıhğmdan, huzursuzluk veren hâl ve davranışlarından kaçıp Hakk olan Rabbiyle ünsiyet ve yakınlık: elde etmek için O'na sığınmak ve Onunla başbaşa kalmak için geceyi yaratandır. “Güneş ve ayı da vakitlerinizi belirlemek için hesap ölçüsü kılmıştır.” Âyetin bu bölümünde yer alan, (.......) kelimelerinin mensûb olmaları muzmer iledir. Böyle bir fiilin varlığını da, (.......) deki (.......) den anlıyoruz. Dolayısıyla bu, (.......) takdirindedir. Yani güneş ile ayı zaman ve vakitleri belirlemeniz için iki alâmet olarak yarattı. Çünkü vakitlerin hesaplarıabilmesi güneş ile ayın hareketlerine ve dönüşlerine göre değerlendirilir. (.......) kelimesi ötreli olarak, (.......)fiilininmaştandır.Tıpkı esreli olarak, (.......) kelimesinin (.......) fiilinin maştan olduğu gibi. “İşte bu,” güneş ile âym hesaplamada takdir ölçüsü kılınması gerçeği, bilinen hesap ölçülerine göre bü hareket ve devir olayı, “her şeye mutlak üstün ve galip gelen” Güneş ve ayı kahn ve gücü altına alan ve her ikisini emrimize veren “ve her şeyi hakkıyla bilen Allah'ın takdiridir.” Onların hareketlerini düzenleyen, varlıklarını elinde bulunduran, istediği gibi hareket ettiren ve bütün bunların bilgisi kendisinde olan Allah'ın takdiridir. 97Karanın ve denizin karanlıkları içinde kendileriyle yol bulma imkânını elde etmeniz maksadıyla yıldızları sizin için yaratan O'dur. Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri geniş geniş açıklayıp bildirdik. “Karanın ve denizin karanlıkları içinde kendileriyle yol bulma imkânını elde etmeniz maksadıyla yıldızları sizin için yaratan O'dur.” Karada ve denizde geceleyin bu ikisinin koyu karanlıkları içerisinde yol bulabilmeniz amacıyla yıldızları sizin için yaratıp var eden Allah'tır. Karanlıkların kara ile denize izafe edilmesinin sebebi, her ikisi arasında bir benzerliğin olmasındandır veya karanlıklar ve çıkmazlar açısından yolların tıpkı söz konusu zulümât denilen karanlıklara benzerlik göstermesi sebebiyledir. “Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri geniş geniş açıklayıp bildirdik.” Biz bilen bir toplum için tevhide ve birliğe delalet, yol gösteren âyetleri, mu'cize ve delilleri bütün detaylarıyla açıklayıp ortaya koymuşuzdur. 98Hem sizi tek bir candan var eden de O'dur. Sonra sizin için bir kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır. Biz âyetlerimizi iyice anlayıp kavrayan bir topluluk için gayet detaylı bir şekilde açıkladık. “Hem sizi bir tek candan” Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) den “var eden de O'dur. Sonra sizin için bir kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır.” Âyette “bir kalma yeri” olarak verilen, (.......) kelimesi, esreli olarak Mekkeli kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Basra ekolünden Ebû Amr ile Ya'kûb (.......) şeklinde ismi fâil olarak okumuşlardır. Ancak “Kaf'harfinin fethasıyla (.......) olarak okuyan ekole göre (.......) kelimesi de onun gibi mekân olur. Ancak (.......) kelimesindeki “Kaf harfini esreli olarak okuyanlara göre bu, ismi fâil olur ve dolayısıyla (.......) kelimesi de dal” harfinin fethasıyla ismi mefûl fiil olur. Bu durumda mana şöyle olur: “Sizin için ana rahminde bir kalma yeri ve baba sulbünde emanet yeri veya yeryüzünde bir ikamet yeri ve yer altında da bir emanet olarak konulacağınız yer vardır. Yahut da sizin için baba sulbünde kalacağınız bir yer ve bir de ana rahminde emanet olarak bırakılacağınız yer vardır. “Biz Âyetlerimizi iyice anlayıp kavrayan bir topluluk için gayet detaylı bir şekilde açıkladık.” Dikkat edilirse bundan önceki âyette, (.......) olarak geçtiği hâlde bu âyette ise, (.......) ifadesi geçiyor. Çünkü bir önceki âyette anlatılanlar hemen ilk bakışta ne denmek istendiği anlaşılabilecek türdendir. Onun için orada, (.......)ifadesi zikredildi. Halbuki bu âyette anlatılanlar hemen ilk bakışta öyle kolay bir şekilde anlaşılacak bir türden değil, dikkat isteyen ve incelik gerektiren bir husustur. Çünkü insanların bir tek candan yaratılmış olması ve çok değişik evreler geçirmesinin hemen kolay anlaşılır bir yanı yoktur. Dolayısıyla burada “Fekahet” kelimesinin geçmesi daha yerindedir. Çünkü anlayıp kavramak dikkat ve hassasiyet ister, detayları gözden kaçırmamayı gerektirir. Bu itibarla bu ifadenin burada zikredilmesi oldukça uygun ve yerinde bir ifadedir. 99Gökten bir su indiren de O'dur. İşte biz o su ile her çeşit bitkiyi ortaya çıkardık. O bitkilerden de bir yeşillik var ettik ki, bu yeşillikten birbirinin üstüne binmiş taneler meydana getirdik. Hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzüm bağları; zeytin ve nar bahçeleri yetiştirdik. Bunlardan bazısı birbirine benzer, bazısıda benzemez. Her birinin meyvesine, bir ilk meyve verdiği sırada bir de tam olgunlaştıkları sırada bir bakın... Elbette bütün bunlarda îman eden bir toplum için çıkarılacak birçok ibretler vardır. “Gökten bir su” buluttan yağmur yağdırıp “İndiren de O'dur. İşte biz o su ile her çeşit bitkiyi ortaya çıkardık.” Yani üreyip çoğaları ve büyüyüp artan her türden bitkiyi çıkaran Allah'tır. Kısaca burada sebep bir tane olup o da yağmurdur. Halbuki müsebbepler sonucunda meydana gelenler isedeğişik türlerden olan şeylerdir. “O bitkilerden de bir yeşillik var ettik ki,” Yani tohumdan meydana gelen yeşil bitkiler çıkardık, “Bu yeşillikten birbiri üstüne binmiş taneler meydana getirdiki” Birbiri üzerine binmiş tanelerle dolu başaklar... “hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar;” Burada, (.......) kelimesi mübteda olması bakımından merfû'-ötrelidir. (.......) de haberidir. (.......) ise bundan bedeldir. Sanki şöyle anlatılır gibi: hurma tomurcuğundan meydana gelen salkımlar. (.......) kelimesi “Kinv” kelimesinin çoğuludur. Bu da salkım demektir. Kelime tıpkı “Smv” ve “Sınvan” kalıbında olduğu gibidir. (.......) Bu da ürün devşirmek manasınadır. Çünkü ürün o kadar fazladır ki, ağırliği sebebiyle dallar aşağıya doğru eğilip sarkmaya başlamıştır. Ya da dallarının kısaliği sebebiyle. Bununla iktifa vardır. Yani salkımın uzun olması sebebiyle sarkmamış salkımlar... demektir. Bu, tıpkı şu âyette anlatıldığı gibidir: “Sizi sıcaktan koruyacak giysiler.” Nahl, 81 “Üzüm bağları; zeytin ve nar bahçeleri yetiştirdik.” Kısaca hurmalılarla birlikte bütün bunları da sizin için yetiştirdik. Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) üzerine atfolunduğundan mensûb olarak değerlendirilmiştir. Ancak Aşa'ya göre bu, merfû' olarak değerlendirilmiştir. Yani bu durumda mana şöyle olur: Aynı zamanda hurmalıklarla birlikte size orada üzüm bağları da yetiştirdi. “Bunlardan bazısı birbirine benzer, bazısı da benzemez.” (İştebehe ve Teşabehe tıpkı İsteva ve Tesaveya gibidir.) Kaldı ki İftial ve Tefaul bapları çoğu zaman manada müşterektirler. Bu şu demektir: Zeytinlerin kimisi birbirleriyle benzerlik gösterirken kimisinde de benzerlik olmaz. Nitekim nar meyvesi de böyledir. Kısaca bunlar miktar (ağırlık, renk ve tat) bakımından birbirlerine bezerken, bazısında ise benzerlik görülmez. “Her birinin meyvesine bir ilk meyve verdiği sırada bir de tam olgunlaştıkları sırada bir bakın.” İlk meyve vermeye başladığı sırada ne kadar zayıf ve faydadan uzak bir hâlde meyve oluşurken, henüz ilk döneminde yenebilecek gibi değilken daha sonraları nasıl olgunlaşıp yararlarıılabilir bir duruma geldiğini bir görün. Çünkü olgunlaşma sırasında içinde birçok yararlı maddeler banndırdığını bir hatırla ve bütün bunlardan kendin için ders çıkar ve bunlardan ibret al. Bunlara bakarak bunları takdir eden kudretin varlığı adına birer delil olduğunu ibretle öğren ve takdir et. Bunları değişik evrelerden geçirerek bizin yararlanmamıza hazır hale getiren yüce kudreti düşün ve hatırla. “Elbette bütün bunlarda îman eden bir toplum için çıkarılacak bir çok ibretler vardır.” Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali “meyve” kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. “Sümür” kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. (.......) kelimesi de çoğul bir kelime olması sebebiyle, (.......) çoğulun çoğulu oluyor yani cem'ul cem'dir. Nitekim (.......) ve (.......) da denir. 100Bir de cinleri Allah'a ortak koştular. Halbuki onları da Allah yaratmıştır. Bundan başka ne söylediklerini bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. O müşriklerin kendisine isnat ettikleri bu tür vasıflarıdırmalardan münezzehtir ve beridir. “Bir de cinleri Allah'a ortak koştular.” Eğer sen burada, “Allaha ortak koşma” ibâresini, (.......) fiilinin iki mefulü olarak değerlendirecek olursan bu durumda, (.......) kelimesi (.......) kelimesinin bedeli olmuş olur. Eğer, (.......) ibâresini söz konusu fiilin iki mefulü olarak değerlendirirsen bu takdirde, ikinci mefûl olan (.......) kelimesi ilk mefûl olan, (.......) mefulüne takdim edilmiş, öncelik verilmiştir. Mefulün takdim edilmesinin yaran da şudur: Allah'a şerik ya da ortak olarak koşuları melek, cin veya herhangi bir varlığa, onu ortak koşanlar tarafından saygı ve tazim gösterildiğini belirtmek içindir. Dolayısıyla bunun manası da şöyledir: “Şüphesiz onlar cinlere itâat ettiler. Çünkü onları Allah'a ortak koşmaları için, şirki güzel göstermeye çalıştılar. Böylece onları Allah'a eşler ve ortaklar koşmaya başladılar.” “Halbuki onları da Allah yaratmıştır.” Cinleri de yaratan Allah'tır. Durum böyle iken nasıl oluyor da bir yaratıları olarak cinler yaratanı olan Allah'a ortak koşulabilir, bu hiç olacak bir şey mi?! Buradaki cümle dil bilgisi açısından hâl cümlesidir. Veya mana -şöyle olabilir: “Allah'a ortak koştuklarını da yaratan O'dur. Nasıl oluyor da Allah'tan başkasma kullukta bulunup onların boyunduruğu altına girebiliyorlar?!” “Bundan başka ne söylediklerini bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar.” Bu âyette yer alan, “O'na yakıştırdılar. “İfadesi daha doğru bir anlatımla fiili, “kurdular ve tasarladılar” demektir. Nitekim, “İftira ve yalan uydurdu” diye bu kelime kullanılır. Dolayısıyla (.......) ve (.......) hepsi de aynı anlamdadırlar. Ya da elbisenin eskiyip yıpranması sonucu yırtılması manasında olabilir. Bu takdirde “Onun için yamalar ve tırtıklar ürettiler, yalanlar uydurdular” olur. Nitekim Kitap ehlinden Hınstiyanlar Îsa Allah'ın oğludur ve Yahûdîler de Uzeyir Allah'ın oğludur diyerek Allah'a oğul isnad etmişler, kimi araplar da melekler Allah'ın kızlarıdır uydurmasına kalkışmışlardır. Ayrıca, (.......) fiilini, yedi kırâat imâmı arasında yer almayan Medineli Nafî ile Ebû Cafer bu kelimeyi şeddeli olarak (.......) şeklinde okumuşlardır, diğerleri ise şeddesiz olarak,” (.......) okumuşlardır. (.......) fiili teksir yani çokluk manasını taşıdığından buna göre âyetin bu kısmı, “Allah'a çokça oğullar ve kızlar yakıştırdılar” olur. Bu türden şeyleri söylerlerken işin aslma bakmaksızın, doğru mu yanlış mı olduğunu hiç düşünmeksizin öyle ulu orta ve herhangi bir bilgiye dayanmaksızın Allah'a iftiraya ve yakıştırmalarda bulunmaya kalkıştılar. Câhilce ve bilgisizce ileri geri konuşmalar yaptılar. Âyetin bu noktası, (.......) fiilinin failinden hâldir. Bu ise, “Ne söylediklerini bilmeksizin...” demektir. “O müşriklerin kendisine isnad ettikleri bütün vasıflarıdırmalardan münezzehtir, uzak ve beridir.” Yani yüce Allah eş edinmekten münezzeh olduğu gibi O, çocuk sâhibi olmaktan da, şeriki bulunmaktan da münezzehtir, uzaktır ve beridir. 101Gökleri ve yeri eşsiz olarak yaratan O'dur. O'nun bir eşi olmazken nasıl bir çocuğu olabilir?! Kaldı ki her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen de O'dur. “Gökleri ve yeri bir örnek olmaksızın eşsiz olarak yaratan O'dur.” Nitekim (.......) Eşsiz ve harika oldu. Baı şeyin örneği daha önce görülmedi, anlamında olan bir kelimedir. (.......) ifadesi sıfatı müşebbehenin failine izafeti türünden olup, “Göklerinin ve yerinin hiçbir benzeri olmaksızın var eden ilk mucidi” demektir. Ya da onları ilk icadeden manasında Mübdi'demektir. (.......) kelimesi mahzûf bir mübtedanın haberidir. Ya da kendisi mübteda haberi de, (.......) olabilir. Ya da, (.......) mukadder fiilinin failidir. “O'nun bir eşi olmazken nasıl bir çocuğu olabilir?!” Yüce Allah'ın nasıl bir çocuğu olabilir ki? Çünkü birinin çocuğunun olabilmesi için mutlaka, bir eşi ya da hanımı olması gerekmez mi? Halbuki yüce Allah'ın bir eşi de yoktur. Kaldı ki, doğum olayı cisim olan varlıkların niteliklerindendir. Cisimleri var eden, yaratan bir varlık ise cisim değil ki O'nun bir çocuğu olabilsin. “Kaldı ki her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen de O'dur.” Kâinatta bir şey yoktur ki yaratıcısı ve bileni O olmamış olsun. Dolayısıyla durumu ve konumu bu olan bir yüce zatın başkasına muhtaç olması söz konusu bile değildir. Çünkü O her şeyden müstağnidir. Çocuk istemek, ancak buna ihtiyaç duyanın arzusu olabilir. Hiçbir şeye muhtaç olamayanı için böyle bir şey vaki olmaz, olamaz. 102Rabbiniz Allah, işte bu özelliklere sahip olan en yüce zâttır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise yalnız O'na kulluk edin. Çünkü her şeyin yönetimi sadece O'nun elindedir, her şeyin vekili O'dur. “Rabbiniz Allah, işte bu özelliklere sahip olan en yüce zâttır.” Burada, (.......) işaret ismi, daha önceki âyetlerde geçen bütün özellik ve niteliklere sahip yüce Allah'ı işaret ediyor. Kelime burada mübtedadır. Bundan sonra gelen ifadeler ise müteradif haberlerdir ve bu haberler de, (.......) diye devam eden kısımdır. “O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise yalnız O'na ibâdet ve kulluk edin.” Buradaki, “Öyle ise yalnız O'na ibâdet ve kulluk edin” cümlesi ya da kavli, cümlenin tümünün kapsadığı mana bakımından elde olunan bir sonuç ya da müsebbeptir. Bu itibarla mana şöyle olmaktadır: “Kendisinde tüm bu nitelikler bulunan zât, gerçekte ibâdet edilmeye ve kendisine kullukta bulunulmaya en lâyık olan varlıktır. O hâlde O'na kullukta bulunun. O'ndan başka O'nun yaratıkları olan kimi varlıklara kullukta bulunmayın, boyun eğmeyin.” “Çünkü her şeyin yönetimi sadece O'nun elindedir, her şeyin vekili O'dur.” Kısaca işte bütün bu özellik ve niteliklere sahip ve mâlik bulunan Allah, her türlü rızkı vermeye, ecelleri ya da süreleri tanımaya sahip ve mâlik olan da O'dur ve aynı zaman yapılan tüm iş ve ameller üzerinde de bir gözetmen ve murakıp olarak da kendisi mâlik ve sahiptir. 103“Gözler O'nu edemez.” Gözler asla O'nu ihata edemez. Ya da daha önce sözü edilenlerin gözleri O'nu idrak edemez. Ayrıca Mu'tezile mezhebi mensuplarının bu ayete dayanarak delil göstermeleri de uygun değildir. Çünkü burada ret edilen rüyet olayı değil, idrak yani kavrama, algılayış olayıdır. İdrak: Görülen bir varlığın çevresine ve tüm sınırlarına vakıf olmak, onu bilmek ve öğrenmektir. Halbuki sınırları ve cihetleri muhal olan, kendisi için böyle bir şey asla söz konusu olmayan bir varlığın idraki, algılarııp kavranılması muhâldir ama rü'yeti değil. Bu âyette rüyetten idrak olayı ilim ile kuşatılabilir, anlaşılabilir bir duruma getirilmiş oldu. Bu itibarla burada red edilen gerçek tüm çevre ve sınırları kuşatılabilme gereği olan şeylerdir. Yoksa ilim ve bilgi manasında kuşatma demek değildir. İşte burada da anlatılmak istenen gerçek budur. Dolayısıyla âyetin anlatmak istediği gerçek bizzat temeddüh yani övünmedir. Ki bu da niyetin sabit ve var olduğunu gerektiriyor. Çünkü görülmesinin muhal olduğunun kabul edilmemesi hâlinde onun methi de söz konusu olmaz. Zira görülemeyen her şey, aynı şekilde idrak da olunamaz, kavranılamaz. Ancak burada temeddüh ru'yetin gerçekliliğiyle birlikte idrakin olmaması, nefyedilmesi, zattan sonluluk ve sınırlarıdırma eksikliğinin kaldırılmasıdır. Bu itibarla bu âyet bizim aleyhimizde değil, bizim lehimizde olan bir delildir. Eğer ayete dikkatle bakabilselerdi dolayısıyla kesin olarak onun sorumluluğundan kurtulmayı fırsat bilirlerdi. Kaldı ki, ru'yeti kabul etmeyenlerin bunun doğal bir sonucu olarak O'nun malum ve var olan olduğunu da kabul etmemeleri gerekir. Yani mademki görülemiyor, o hâlde malum ve var değildir,sonucu doğar. Mademki -her var olanın aksine- keyfiyetsiz ve cihetsiz olarak O'nun varlığı bilinip kabul edilebiliyorsa, neden -görülebilen her varlığın aksine- keyfiyetsiz ve cihetsiz olarak görülebileceği câiz bulunmasın? Bunun böyle değerlendirilmesi, rüyet denilen görme olayının bir şeyin baş gözüyle olduğu gibi görülmesinin gerçekleşmesidir. Eğer görülen bir şey herhangi bir cihet veya yönde ise dolayısıyla orada görülecektir. Eğer o şey herhangi bir yön veya cihette değilse dolayısıyla bu da orada görüle meyecek demektir. “Halbuki O,” idrakinin latifliği sebebiyle “gözleri görüp idrak eder. O gözlerin görmediği her şeyi pek iyi gören ve bilen,” Bütün şeylerin her detayına, inceliklerine varana kadar, tüm zorluklerine kadar gören ve bilen, “her şeyden haberdar olandır.” Yani eşyanın içyüzünü bildiği kadar onların dış yüzlerini de bilir. Bu, bir bakıma Leffü Neşr kabilinde bir şeydir. 104Gerçek şu ki, size Rabbiniz tarafından basiretler (idrak kabiliyeti) verilmiştir. Artık kim gözünü açar uzağı görürse faydası kendisine dir. Kim de körlükte ısrar edip görmezse kendi aleyhinedir. Ben üzeriniz de bekçi değilim. “Gerçek şu ki, size Rabbiniz tarafından basiretler verilmiştir.” Basiret: Kalbe âit bir nur olup, kalp gözü bununla görür. Tıpkı baş gözünün dış alemi görme aracı olduğu gibi, kalp gözü de mana alemine bakar. Burada,size vahiy gelmiştir, denilmektedir. Kalbe âit olan bir hususa dikkat çekilmesi tıpkı iç aleme dönük olan basiretler gibidir. “Artık kim gözünü açar, uzağı görürse” hakkı ve gerçeği görüp buna îman ederse, “faydası kendisinedir.” Kendi adına gerçeği görmüş ve yaran da bizzat kendisinedir. “Kim de körlükte ısrar edip görmezse” haktan saparsa, “kendi aleyhinedir.” Kendi aleyhine körlük yapmış ve ancak bunun zaran da kendisinedir. “Ben üzerinizde bekçi değilim.” Ben yapıp işlediklerinizin muhafızı değilim ki, bundan dolayı sizi cezâlarıdırayım. Ben sadece ve sadece bir uyancıdan ibâret biriyim. Halbuki üzerinizde muhafız ve gözetleyici olan ancak Allah'tır. 105İşte böylece Biz, âyetleri iyice anlayıp kavramaları için geniş geniş açıklarız. Böylece müşrik ve inkârcılar: “Sen ders almışsın” desinler de biz de anlayan bir toplum için Kur'ân'ı iyice açıklayalım. “İşte böylece biz, âyetleri iyice anlayıp kavramaları için geniş geniş olarak açıklarız.” Âyetteki, (.......) deki (.......) harfi mahzûf mastann sıfatı olarak nasb mevkiindedir. Buna göre manası şöyledir: Sana okuduğumuz gibi işte böylece âyetleri tam teferruatıyla sana geniş geniş açıklarız. “Böylece müşrik ve inkârcılar: Sen ders almışsın, desinler de,” Burada, “desinler” ifadesinin cevabı mahzûftur. Buna göre mana şöyle oluyor: “Sen başkasından ders almışsın desinler diye biz o âyetleri geniş geniş olarak açıklıyoruz.” Yine âyette yer alan, “sen ders almışsın” fiilinin manası, “Sen Kitap ehlinin kitaplarını okuyup incelemişsin” demektir. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ile Ebû Amr, (.......) fiilini, (.......) olarak okumuşlardır. Bu da, “Sen kitap ehlinden ders ve öğrenim gördün” demektir. İbn Âmir Şamî'de bunu, (.......) şeklinde okumuştur. Buna göre mana: “Tıpkı önce geçenlerin söyledikleri-uydurdukları efsaneler gibi bu âyette öyle gelip geçti” olur. “Biz de anlayan bir toplum için Kur'ân'ı iyice açıkladık.” Her ne kadar bu âyette Kur'ân ifadesi açık olarak geçmiyorsa da, bu bilinen bir gerçek olduğundan, burada söz konusu edilen Kur'ân dır. Ya da âyetler olabilir, Çünkü âyetler de Kur'ân manasındadır. İkinci (lam) yani (.......) daki Lam, Lam-ı hakikat, gerçeği ortaya koymak içindir. Halbuki ilk (Lam) yani (.......) deki Lam ise akıbet ve sayruret lamıdır. Kısaca ve değişim bildiren manasındadır. Bu itibarla mana şöyle olur: “Nihayet en sonunda söyleyecekleri söz, sen başkasından ders görmüşsün” olacaktır. Bu ise tıpkı aşağıdaki Âyetteki gibidir: “Nihayet Fir'avun ailesi onu yitik çocuk olarak nehirden aldı. O, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı.” (Kasas,8) Halbuki Fir'avun ailesi yitik çocuk Hazret-i Mûsa'yı kendilerine düşman olsun diye nehirden almadılar. Ancak o, onlar için bir göz aydınliği ve göz nuru olsun için onu oradan aldılar. Fakat işin sonunda bu, düşmanlığa dönüştü. İşte tıpkı bunun gibi ayetlerin ya da Kur'ân’ın gelmesi çeşitli manalarda açıklanmak üzere gönderildi, yoksa, “sen başkalanndan ders almışsın, desinler diye açıklarııp gönderilmedi.Gaye bu değil ama onlar yine de bunu söyleyecekler ve söylediler de. Nasıl ki, açıklama meydana gelmiş ise, bu söz de ayetlerin değişik olarak açıklanmasıyla meydana gelmiş oldu. Dolayısıyla biri ötekisine benzetilmiş oldu. Nasıl ki, “onu açıklamamız için” denmiş ise, aynı şekilde, “desinler” denmiştir. Bize göre durum bilindiğinden mesele başkalannın söylediği gibi değildir. Hakkı batıldan ayırt edebilen bir toplum için gerçekleri açıklamış olduk. 106Rabbinden sana ne vahyolunuyorsa ona uy. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Müşriklere aldırmayıp onlardan yüz çevir. Onların heva ve heveslerine uyma. “O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” Bu bir parantez cümlesi olup, vahye uymanın farz olduğunu pekiştirmek için zikredilmiştir, i'rabtan mahalli yoktur. Ya da, (.......) den onu tekit eden bir hâldir, işin sonunda hemen savaşmak bile söz konusu olsa da derhal ve hemen uzaklaş ve “Müşriklere aldırmayıp onlardan yüz çevir!” 107Eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin. Onların inanmalarını “Eğer Allah dileseydi,” burada mefûl mahzûftur. “Onlar ortak koşmazlardı.” Âyet burada, Allah'ı dilemesi olmaksızın onların şirk koşmayacakları gerçeğini açıklıyor. Eğer Allah, müşriklerin ya da ortak koşanların gerçekten îmanı tercih edeceklerini bilseydi, mutlaka onları doğru olan yola sevk ederdi. Fakat yüce Allah onların îman etme yerine şirk koşmayı seçeceklerini bildiğinden bu açıdan şirk koşmalarını murad etmiştir. Onlar da Allah'ın dilemesiyle Allah'a ortak koştular. “Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık.” Onların iş ve hizmetlerini gözetleyen, suçlarını kontrol altına alıp cezâları dıran biri olarak göndermedik. “Sen onların bir vekili de değilsin.” Onların başına musallat kılınmış biri de değilsin. 108Onların Allah'tan başkasına tapanlara kullukta bulundukları ve putlarına hakaret edip sövmeyin ki, onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah'a hakaret edip sövmesinler. Böylece biz her ümmetin yaptıkları işi kendilerine cazip gösterdik. Sonra dönüşleri Rablerinedir Artık o ne yapıp işlediklerini kendilerine haber verecektir. Müslümanlar Müşriklerin ilâhlarına ve putlarına hakaret ederek dil uzatıyor ve sövüyorlardı. Bu davranışları, hakaret ve sövgüleri sonucu müşrik ve inkârcıların da Allah'a hakaret ve sövgüye vardırmamaları için müslümanlara bu yasaklanmış oldu, Müslümanlar bu gibi bir davranıştan aşağıdaki ayetle men olundular. Rabbimiz buyuruyor ki: “Onların Allah'tan başkasına tapanlara ve putlarına hakaret edip sövmeyin ki, onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah'a hakaret edip sövmesinler.” Bu âyette, “onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah'a hakaret edip sövmesinler” kısmı nehyin cevabı olarak mensûb du rumundadır. Yani onlarda haksızlık ederek, düşmanlıkta bulunarak, gerçek manada Allah'ı bilmeksizin ve O'nu nasıl anmaları, O'na nasıl saygıda bulunmaları gerektiğini bilmeksizin hakarette ve sövgüde bulunurlar. “Böylece” tıpkı şu amellerin kendilerine cazip ve çekici gösterildiği gibi “Biz” kâfir ümmetlerden “her ümmetin yaptıkları işi kendilerine cazip gösterdik.” Bu da Rabbimizin şu âyetinde yer aldığı gibidir: “Hiç kötü işleri kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse, hiç kötülük işlemeyen kimseye benzer mi? Şüphesiz Allah dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğini doğru yola iletir.” (Fâtır,8) İşte bu âyet en iyi ve doğru olanı tercih konusunda bizim lehimize olan bir delil ve hüccettir. “Sonra dönüşleri Rablerine olacak ve O, ne yapıp işlediklerini kendilerine bir bir haber verecektir.” Allah onlara işledikleri amellerini tek tek bildirecek ve buna göre de haklarında gereken muameleyi yapıp ya işlediklerinden ötürü cezâlarıdıracak veya ödüllendirecek. 109Eğer kendilerine bambaşka bir mu'cize gelmesi hâlinde mutlaka ona inanacaklarına dair bütün, güçleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: Mu'cizeler ancak Allah karındandır. Fakat istedikleri mu'cizeler geldiğinde onların yine de îman etmeyeceklerinin siz farkında mısınız? (.......) bir masdar olup hâl olarak gelmiştir. Bu itibarla mana: “Ona inanacaklarına ilişkin en güçlü yeminlerle bunu teyidederler” demektir. Çünkü onlar kendilerince böyle istiyorlar. “De ki: “mu'cizeler ancak Allah katandandır.” Mu'cize göndermeye kâdir olan Allah'tır. Benim böyle bir gücüm yok ki, ben size nasıl o mu'cizeleri getirebilirim?! “Fakat istedikleri mu'cizeler geldiğinde onların yine de îman etmeyeceklerinin siz farkında mısınız?” Yani ben, onların istemekte olduktan o mu'cizeler geldiğinde onlara inanmayacaklarını bılıyorum, Halbuki siz bunu bilmiyorsunuz. Çünkü mü’minler, inkârcı ve müşriklerin istedikleri mu'cizelerin gelmesini istiyorlardı, sebebi de onların da tıpkı kendileri gibi inanmalarını çok arzu ediyorlardı. İşte bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: “Onların îman etmeyeceklerini siz hâlâ anlamıyor musunuz?” Bir diğer tefsire göre de mana şöyledir: “Şüphesiz benim ezeli ilmimde onların inanmayacakları gerçeğini siz bilmiyorsunuz.” Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Ebû Amr ve Ya'kûb ile Ebû Bekir, (.......) yı yeni bir cümle olarak değer lendirdiklerinden elif harfini esreli olarak, (.......) olarak okumuşlardır. Çünkü bunlara göre bundan önceki cümle tamamlanmıştır. Yani mana: “Onların ne yapacaklarının siz farkında mısınız?” olmaktadır. Daha sonra da yüce Allah, onların durumuyla ilgili olarak ezeli olan ilmiyle kendilerine şunu haber verdi: Şüphesiz onların istedikleri mu'cizeler onlara gönderilseydi bile yine de kesin olarak inanmazlardı. Kimileri Fetha okunmasını ölçü alarak (.......) deki (.......) yı mezid kabul ediyorlar. Tıpkı şu âyette geçen (.......) deki (.......) gibi. Rabbimiz buyuruyor: “Ortadan kaldırdığımız bir kasaba halkının, yeniden dönmeleri kesinlikle imkânsızdır.” (Enbiyâ, 95) Kırâat imâmlarından İbn Âmir ile Hamza (.......) fiilini (.......) harfiyle değil de, (.......) harfiyle yani ğaib kipiyle değil de muhatap kipiyle (.......) olarak okumuşlardır. 110Yine ona inanmadıkları o ilk durumdaki gibi onların gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz. Ve onları şaşkın olarak ve azgınlıkları içinde terkederiz. Hakkı kabulden “Onların gönüllerini ve” istedikleri âyet ya da mu'cizelerin gönderilmesi hâlinde hakkı görmekten de “gözlerini ters çeviririz.” Dolayısıyla o mu'cizelere inanmazlar. Bir tefsire göre de, âyetin bu kısmı “İnanmazlar” hükmü üzerine ma'tûftur. Bu bakımdan da hüküm açısından “siz farkında mısınız” içinde yer alır. Yani: “Gerçekten onların inanmayacaklarının siz farkında değil misiniz? Yine onlamrgönüllerini ve gözlerini ters çevireceğimizi siz hala anlamıyor musunuz? Onlar anlayıp kavrayacak kapasitede kimseler olmadığı gibi hakkı görebilecek bir göze de sahip değiller. “Yine ona inanmadıkları o ilk durumdaki gibi istedikleri mu'cizeyi gördükten sonra da inanmazlar.” Nasıl ki ilk âyetlerimiz ve mu'cizelerimiz kendilerine geldiği anda onlara îman etmemişlerse yeniden gönderilecek mu'cizelere de îman etmeyeceklerdir. “Ve onları azgınlık ve taşkınlıkları içinde bocalanaya terkederiz.” Bir tefsir de şöyle yapılmıştır: “Onları azgmlıkları, taşkınlıkları içinde bocalar vaziyette bırakacağımızın siz farkında mısınız?” 111Eğer biz onlara istedikleri gibi gerçekten melekleri indirseydik, ölüler de kendileriyle konuşsaydı ve diledikleri her şeyi de toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de îman edecek değillerdi. Ancak onların çoğu bunu bilmezler. “Eğer Biz onlara istedikleri gibi gerçekten melekleri indirseydik,” Çünkü bunlar “Bizim üzerimize melekler indirilmeli-Bize melekler gönderilmeli değil miydi?” (Furkân, 21) diyorlardı, “ölüler de kendileriyle konuşsaydı” Çünkü atalarınıızı getir de bizimle konuşsunlar, diyorlardı, “ve diledikleri her şeyi de toplayıp karşılarına getirseydik,” Bizim kendilerini müjdelediğimiz ya da uyardığımız şeylerin doğruluğuna kefil olması için açık olarak önlerine serseydik, “Allah dilemedikçe yine de îman edecek değillerdi.” Âyetteki, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da “Kefil” anlamındadır. Kırâat imâmlarından Nâfi ve İbn Âmir de, (.......) kelimesini esreli olarak, (.......) diye okumuşlardır. Bunu da anlamı “açık bir şekilde, meydanda olarak” demektir. Her iki okuyuş tarzında da yani, (.......) , (.......) okuyuşlarında bu hâl olarak mensûbtur. Evet her şeye rağmen o inkârcılar, Allah dilemedikçe îman etmezler. İşte âyetin bu manadaki kısmı, inananların: “Ola ki onlar, mu'cizenin indirilmesi ya da gönderilmesiyle inansalar” diye söylüyorlardı. İşte yukandaki, “Allah dilemedikçe yine de îman etmezler” ifadesi onlara bir cevap niteliğindedir. “Ancak onların çoğu bunu bilmezler.” Gerçekten istedikleri mu'cizelerin kendilerine gönderilmesi durumunda inanmayacak olan bu kimseler yine de bu gerçeği bilmezler. 112Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için bazısı bazısına yaldızlı sözler fısıldarlar. Eğer Rabbin dileseydi bunu da yapamazlardı. Öyleyse onları düzmekte oldukları yalanlarıyla başbaşa bırak. Nasıl ki müşriklerden sana düşmanlar var olmuşsa, “Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman laldık.” Dolayısıyla senden önce ki peygamberlere de düşmanlar var etmiştik. Çünkü bunun böyle olmasında sebat etmenin, sabnn, sevap ve ecrinin çok olacağının ortaya çıkması maksadıyla bu bir denemedir. Ayrıca, (.......) ifadesi, (.......) kelimesinden bedel olmak üzere veya birinci mefûl olarak mensûbtur. Bu durumda da (.......) kelimesi ikinci mef'ûldur. “Bunlar aldatmak için bazısı bazısına yaldızlı bir takım sözler fısıldarlar.” Cin şeytani an insan şeytanlarına vesvesede bulunduktan gibi, kimi cinler de birbirlerine ve kimi insanlar da yine birbirlerine vesvesede bulunurlar. Nitekim Mâlik b. Dinar diyor ki: “Şüphesiz insanlardan oluşan şeytanlardan çekinip korktuğum kadar cin şeytanlarından o kadar korkmam. İnsanlardan oluşan şeytanlar bana göre daha çetindirler. Çünkü ben, cinlerden olan şeytanların şerrinden Allah'a sığındığım zaman, onlar benden kaçıp uzaklaşırlar. Halbuki insan suretindeki şeytanlar bana gelirler, beni açı açık isyana sürüklerler.” Kaldı ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: “Kötü arkadaşlar, cinlerden oluşan şeytanlardan daha kötüdürler.” Benzeri için bk. İbn Kesîr;Tefsîr:2/211 “Yaldızlı bir takım sözler” Yani süsledikleri, bir takım tuzaklar içerisinde sundukları, vesvese verdikleri, kötülük ve günah işlemeye karşı çekici şeylerle sürükledikleri...demektir. (.......) kelimesi burada Mefulün lehtir. “Eğer Rabbin dileseydi bunu da” yaldızlı bir takım sözler fısıldamalarını da “yapamazlardı.” Eğer Allah dileseydi kesin olarak şeytanları vesvese vermekten menederdi. Ancak Allah'ın bildiği hikmet gereği daha çok sevap alınacak şeyle imtihan etmiştir. “Öyleyse onları düzmekte oldukları yalanlarıyla başbaşa bırak.” Sen yoluna devam et ve onları da Allah'a bırak. Çünkü Allah gerçekten onları rezil ve rüsvay edecektir. Sana zafer ihsan edecek, onları ise cezâlarıdıracaktır. 113Bir de şeytanlar o telkini âhirete inanmayanların gönülleri yaldızlı söze meyletsin, aynı zamanda ondan hoşnut kalsınlar ve işledikleri günahı işlemeyi sürdürsünler diye yaparlar. “Bir de şeytanlar, o telkini âhirete inanmayanların gönülleri yaldızlı söze meyletsin,” kâfirlerin kalpleri ve gönülleri o yaldızlı ve süslü söze eğilim göstersin, “aynı zamanda ondan hoşnut kalsınlar” kendi adlarına bundan memnun kalsınlar “ve işledikleri günahı işlemeyi sürdürsünler diye yaparlar.” Bu âyetin ilk bölümü, “meyletsin” e kadar olan kısmı bir önceki âyette geçen, (.......) kelimesinin üzerine ma'tûftur. Yani aldanmaları için.... demektir. 114De ki: Allah'tan başka bir hakem mi arayacakmışım? Ki O, içinde hak ile batılı her yönüyle net olarak açıklanmış bir hâlde Kitab'ı size indirmiştir. Daha önce kendilerine kitap verdiklerimiz de kesin olarak bilirler ki, o Kur'ân gerçekten Rabbin tarafından hak olarak indirilmiştir. O hâlde sakın şüphe edenlerden olma! (.......) kelimesi burada, (.......) tan hâldir. Mana şöyle olmaktadır: “İçinde hak ile batılı açıklayıp ortaya koyan, benim doğruluğuma ve sizin de iftiracı olduğunuza tanıklıkta bulunan Kur'ân'ı...” daha sonra yüce Allah, Kur'ân'ın Allah tarafından gönderilmiş hak bir Kitap olduğunu destekler ve teyit eder mahiyette delil olarak Kitap ehlini gösteriyor, onların bildiği gibi Kur'ân hak Kitaptır. Çünkü Kur'ân Kitap ehline gönderilenleri de doğrulamaktadır ve onlar da bunun doğruluğuna muvafakat etmektedirler. Kitap ehlinden Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi, “Daha önce kendilerine kitap verdiklerimiz de kesin olarak bilirler ki, o Kur'ân, gerçekten Rabbin tarafından hak olarak indirilmiştir.” Âyetteki, (.......) kelimesini İbn Âmir ve Hafs şeddeli olarak okumuşlardır. “O hâlde sakın şüphe edenlerden olma!” Ey işitip dinleyen kimse sakın kuşkuya düşenlerden olmayasın. Ya da mana şöyledir: “Kitap ehlinin bu Kur'ân'ın Allah tarafından indirilen bir kitap olduğunu bildiklerinden kuşkuya kapılma! Aynı zamanda onlardan bir çoğunun bu gerçeği inkâra kalkışmaları ve reddetmeleri seni bir şüpheye götürmesin! 115Rabbinin sözü doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur. O hakkıyla işitir ve bilir. “Rabbinin” kendisiyle konuşmakta olduğu “sözü” vadi vermesi konusunda olsun vaidi ve cezâlarıdırma konusunda olsun haber olarak bildirdiği, emrettiği, yasakladığı ya da nehyettiği, söz verdiği veya uyarıp korkuttuğu her şeyi “doğruluk ve” emir ve nehyindeki “adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur.” O'nun sözlerini değiştirmek asla hiçbir kimsenin haddi değildir. Bundan hiçbir kimse hiçbir şeyi değiştiremez. “O hakkıyla” bu gerçekleri ikrar edip kabul edenleri “İşitir ve” inatlarında ısrarcı olanların da ısrarını “bilir.” Ya da onların açıktan söylediklerini işitir, içinde gizlemekte oldukları şeyleri de bilir. Âyetteki, (.......) sözcüğünü Mekke ve Medine Kırâat ekolü ya da İbn Kesîr, Nafî, İbn Âmir ve Ebû Amr çoğul olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. (.......) ya Temyiz olmak üzere veya hâl olarak mensûb kılınmıştır. 116Eğer yeryüzünde bulunan insanların çoğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp saptırırlar. Çünkü onlar yalnızca zanna uyarlar, dolayısıyla onlar kafadan atıp hep yalan uydururlar. “Eğer yeryüzünde bulunan insanların çoğuna uyarsan” ki. bunlar kâfirlerdir ve kâfirler de çoğunluktadırlar, “seni Allah'ın yolundan” dininden “şaşırtıp saptırırlar. Çünkü onlar yalnızca zanna uyarlar,” Onlar sanırlar ki hak ve doğru yolda olanlar kendi atalarıdır, bu itibarla da hep onları taklit edip dururlar, “dolayısıyla onlar kafadan atıp hep yalan uydururlar.” Yalanlar uydurarak Allah güya kendilerine şunları şunları şöylece haram kılmış ve şunları da şu şekilde helâl kılmış diye hep kafadan atıp tutarlar. 117Şüphesiz ki senin Rabbin kendisinin yolundan sapanları çok iyi bildiği gibi, doğru yolda olanları da pek ala bilir. “Şüphesiz ki senin Rabbin kendisinin yolundan sapanları çok iyi bildiği gibi, doğru yolda olanları da pek alabilir.” Yani Allah kâfirlerin de mü’minlerin de kimler olduğunu çok daha iyi bilir. Diğer taraftan âyette yer alan, (.......) kelimesi mübteda olarak merfûdur. Lâfzı ise istifham yani soru sorma tarzıdır. Haberi de, (.......) fiilidir. Cümlenin durumu ise mukadder- var olduğu kabul edilen (.......) fiiliyle mensûbtur. Yoksa âyette yer alan, (.......) fiiliyle değil. Çünkü (.......) kalıbında gelen kelimeler “ki A'lemu bu kalıptadır” zahir olan yani bizzat metinde yer alan isimler üzerinde nasb görevi yapamazlar. Ancak cer görevi yaparlar. Ayrıca mana bakımından bu şöyledir: “Rabbin ... sapanları daha iyi bilmez mi?” denmiştir. Bunu da sonrasında gelen, (.......) deki (.......) harfinin var olduğuna dayanarak söylemektedirler. 118“Şayet Allah'ın ayetlerine îman eden kimseler iseniz, artık üzerlerine Allah'ın ismi anılarak kesilmiş olanların etinden yiyin.” Haramı helâl ve helali de haram sayan sapıkların peşinden gitmemeyi ve onlara karşı çıkılmasını belirten bir sebep. Çünkü bunlar ve onların yolunda olanlar müslümanlara şöyle diyorlardı: “Sizler Allah'a ibâdet ve kullukta bulunduğunuzu ileri sürüyorsunuz. Halbuki Allah'ın öldürdüğünün sizin öldürdüklerinizden daha çok yenmeye değerdir.” Yâni bunlar murdar olarak ölen bir hayvanı Allah'ın öldürdüğünü, dolayısıyla bunun yenilmesinin Müslümanların kestiğinden daha fazla yenmeye değer olduğunu demek istiyorlardı. Müslümanlara deniliyor ki: “Eğer siz gerçekten îman sâhibi ve imanın kendilerinde gerçekleştiği kimseler iseniz, özellikle siz üzerine Allah'ın adının anıldığı-Besmele çekilerek kesilmiş olanı yiyin. Yoksa putların ve başka ilâhların adına kesilenlerin ve murdar olarak ölenlerin etlerinden yemeyin. 119Kesilirken üzerine Allah'ın ismi anılmış olan hayvanların etlerinden yememenize engel olan şey he? Kaldı ki Allah, size haram kıldığı etleri gayet detaylı bir şekilde açıklamıştır. Ancak mecbur kalıp da zaruret miktarı yemeniz bunun dışındadır. Şüphesiz birçokları bildikleri için değil yalnızca heva ve heveslerine uyarak halkı saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir. “Kesilirken üzerine Allah'ın ismi anılmış olanların hayvanların etlerinden yememenize engel olan şey ne?” Bu âyette (.......) deki (.......) soru edatı olup mübteda olarak ref yerindedir. Yani merfûdur. (.......) ise bunun haberidir. Buna göre mana şöyledir: “....söz konusu hayvanların etlerinden yememenizdeki amacınız nedir?” “Kaldı ki Allah, haram kıldığı etleri gayet detaylı bir şekilde açıklamıştır.” Çünkü Allah, aşağıdaki âyette görüleceği gibi nelerin haram olduğunu ve nelerin de olmadığını açıklamıştır. Rabbimiz buyuruyor ki: “Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlarııp ölmüş, boynuzlarııp ölmüş hayvanlar ile yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmış -ölmeden yetişip de kestikleriniz dışında- dikili taşlar üzerine kesilmiş hayvanların etlerini yemeniz ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kıhnmıştır...” (Mâide, 3) Kırâat imâmlarından Hafs’ın dışında Kufe Ekolüne göre yani Âsım’ın rivâyetine dayanarak Hamza, Kisâi ve Ebû Bekir (.......) olarak okumuşlardır. Medineli Nafî, Ebû Cafer -ki bu ikisi yedi kırâat imâmlarından değiller- ile Âsım'dan rivâyetle Hafs, her iki kelimeyi de fethalı olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. Mekke'li İbn Kesîr, Basralı Ebû Amf, Şam'lı İbn Âmir de aynı kelimeleri zammeli olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. “Ancak mecbur kalıp da zaruret miktarı yemeniz bunun dışındadır.” Böyle bir mecburiyet karşısında haram olan o etlerden ya da hayvanlardan yiyebilirsiniz. Çünkü zaruret hâlinde bu, sizin için helâl kılınmıştır. Yani açlık dayanılamayacak bir derecede ise bunlardan yemenizde sizin için bir sakınca yoktur. “Şüphesiz birçokları bildikleri için değil, yalnızca heva ve heveslerine uyarak halkı saptırıyorlar.” Kısaca halkı saptırarak helâli haram ve haramı da helâl kılıyorlar. Şerî'atın herhangi bir emrine dayanmaksızın kendi şehevi istekleri, iıeva ve hevesleri doğrultusunda hareket ederek böyle yapıyorlar. Kırâat imâmlarından Âsım, Hamza, Kisâî ve Halef şu fiili zammeli olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. “Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.” Yani hakkı ve gerçeği bırakıp da bâtıla sapanları ve böylece hadlerini aşanları gayet iyi tanır ve bilir. 120Günahın açığını da gizlisini de bırakın. Çünkü günah işleyenler muhakkak işlediklerinin cezâsmı çekeceklerdir. “Günahın açığını da gizlisini de bırakın.” Açıktan olsun gizli şekilde olsun günahın her türünü terk edin. Ya da meyhane ve gazino gibi yerlerde zina yapmayın, gizli dostlar, (metresler) edinmeyin, açık ve gizli hiçbir şirk suçunu işlemeyin. “Çünkü günah işleyenler muhakkak” dün yada kazanıp “İşlediklerinin cezâsını” kıyamet gününde “çekeceklerdir.” 121Üzerine Allah'ın ismi anılmadan kesilen hayvanların etinden yemeyin. Şüphesiz bu, Allah yolundan bir çıkıştır,isyandır. Gerçekten şeytanlar, boyunduruğu altındakilere, sizinle uğraşmaları için telkinlerde bulunurlar. Şayet onların boyunduruğu altına girerseniz sizde doğrudan doğruya müşrik olur çıkarsınız. Kesim esnasında “Üzerine Allah'ın ismi anılmadan kesilen hayvanların etinden yemeyin. Şüphesiz bu” nu yemek “Allah yolundan bir çıkıştır, syandır. Gerçekten şeytanlar boyunduruğu altındakilere,” müşriklere “sizinle uğraşmaları için telkinlerde” vesvesede “Bulunurlar.” Derler ki: “Sizler Allah'ın öldürdüğünü olarak yemiyörsünüz da kalkıp kendi ellerinizle kestiğiniz hayvanların etlerini yiyorsunuz! Öyle mi?” Bu âyet kesimde Besmeleyi çekmemenin haramliğinı belirtiyor. Ancak unutarak Besmelenin çekilmemesi durumu hadisle tahsis olunmuştur, bu, istisnadır. Ya da Besmele çekmesini unutan bir kimse onu sanki hatırlamış olarak var saymışlardır. Allah'ın haram kıldıkları konusunda “Şayet onların boyunduruğu altına girerseniz siz de doğrudan doğruya müşrik olur çıkarsınız.” Çünkü Allah'ı “dinine rağmen kim Allah'tan başkasına uyar ve o kimse kesinlikle Allah'a şirk koşmuş yani müşrik olmuş olur. Halbuki dindar kimseye düşen görev, üzerine Allah'ın ismi anılmayan yani Besmelesiz olarak kesilen hayvanların etlerinden yememdendir. Zira âyette çok büyük bir uyan ve tehdit bulunmaktadır ki bu da o kimselerin müşrik olacakları hususudur. Âyetin başlarıgıcının, “Leş” İn haramliğiyla başlaması ve Allah'tan başkası adma kesilenlerle de ilgili olarak, Rabbimizin, “Ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvan,..” (En'am 145) hükmünün yer alması bu gerçeği ortaya koymaktadır. Âyetin, (.......) kısmında yer alan, (.......) harfi hâl içindir. Çünkü isim cümlesinin fiil cümlesi üzerine affolunması uygun değildir. Bu itibarla âyetin manası şöyle olur: “Öyle bir haram etten yemenin Allah yolundan bir çıkış, bir isyan ve bir günah işlemek olduğu ortada iken yemeyin.” Âyette yer alan, (.......) kelimesi mücmel bir ifade olup pek anlaşılamamaktadır. Ancak yukanda sunduğumuz, (En'am,145) âyeti bunu bize açıklamaktadır. Dolayısıyla mana şöyle olur: “Allah'tan başkası adına günah işlenerek kesilen hayvanın etinden yemeyin.” Buna göre genel olarak helâl olanlar çerçevesinde bu kategorinin dışında kalanlar tümüyle helâldir. Nitekim : “De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamiyorum.” (En'am,145) 122Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürüyebilmesi için kendisine bir ışık verdiğimiz kişi, karanlıklar içinde kalıp çıkamayan kimse gibi hiç olur mu? Kâfirlere yaptıkları işler böyle çekici olarak gösterilmiştir. “ölü iken kendisini dirilttiğimiz” Kâfir iken kendisini doğru yola ilettiğimiz kişi -çünkü îman denilen şey, gönüllerin hayatı ve onları diriltmenin temelidir- Burada geçen, (.......) kelimesi yedi kırâat imâmlarından sayılmayan Medineli Nafî ve Ebû Cafer'e göre, (.......) olarak okunmuştur. “Ve insanlar arasında yürüyebilmesi için kendisine bir ışık verdiğimiz kişi,” Yani kesin îman gerçeğine ulaştırdığımız kimse, yakini anlamda ve gerçeği görmüşçesine halk arasında yürüme imkânını kendisine verdiğimiz kişi, “karanlıklar içinde kalıp çıkamayan kimse gibi hiç olur mu?” Yani şaşkın hâlde dolanıp duranla aydınlıkta olan hiçbir olurlar mı? Şaşkın olan karanlıktan çıkıp kurtulamaz. Bu ifade burada dilbilgisi bakımından haklıdır. Âyette aydınlıkta olan kimseden kasıt Peygamberimizin amcası Hazret-i Hamza'dır. Karanlar içinde şaşkın hâlde dolanıp duran da azılı İslâm düşmanı Ebû Cehil'dir. Ancak burada en sağlıklı tefsir âyetin bu iki kimse ile sınırlı olamayıp Allah'ın doğru yola ileterek hidâyet ettiği herkes için geneldir. Bu manada herkesi kapsar. Aynı şekilde Allah'ın karanlıklar içinde bıraktığı tüm insanları da... Yüce Allah burada, hidâyete eren ve doğru yolu buları kimseleri dinlen ölüye benzetiyor. Dolayısıyla böyle kimseler halk arasında hikmet ve îman nuruyla aydınlarıarak dolaşma imkânını elde ederlerken, kâfirlerin konumu da karanlıklar içerisinde kalıp da oradan çıkıp kurtuluş imkânını bulamayanlara benzetilmiştir. “Kâfirlere yaptıkları işler böyle çekici olarak gösterilmiştir.” Nasıl ki mü’minlere imanlarını süslü ve cazip göstermiş isek, yüce Allah kâfirlere de küfürlerini çekici olarak göstermiştir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurur: “Şüphesiz âhirete inanmayanların amellerini kendilerine cazip gösterdik.” (Neml,4) 123İşte bu şekilde Biz, her ülkede oranın liderleri konumundaki -cürüm- işleyenlerini, üstün mevkilere getiririz ki, oralarda düzen ve dolaplar çevirsinler. Halbuki bunlar bu davranışlarıyla yalnızca kendilerini aldatırlar da yine de farkına varmazlar. Mekke'de nasıl ki halkı aldatıp ezmeleri için belli mevki ve makamlara getirmiş isek, “İşte bu şekilde Biz, her ülkede oranın liderleri konumundaki cürüm-suç işleyenlerini üstün mevkilere getiririz ki,oralarda düzen ve dolaplar çevirsinler.” Geldikleri o yerlerde halka eza ve cefada bulunsunlar, kötülükler işleyerek isyanda bulunsunlar. Âyette geçen, (.......) kelimesindeki “Lam” harfi Ehl-i sünnet görüşüne göre akıbet lamı yani sonuç ve netice bildiren bir lam değil, zahiri manası itibariyle sebep içindir.Âyette özellikle, (.......) yaru liderler, reisler, önde gelen idareciler ve ellerinde yetki bulunanlar ifadesi kullanılmış olmasının nedeni, onlardaki güç ve imkânlar, bu tip kimseleri daha çok hileye, tuzaklar kurmaya, dolaplar çevirmeye ve küfre yöneltmeye uygundur. Başka insanlara göre bunların konumları bu işler için çok daha müsaittir. Nitekim bunun delili de Rabbimizin şu ayetidir: “Eğer Allah, rızkı kullarına bol miktarda vermiş olsaydı, kesin olarak yeryüzünde azıp taşkınlık yaparlardı.” (Şura,27) Yüce Allah, daha sonra Resûlü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i teselli buyurarak ona zafer ve yardım vaadiyle şöyle buyuruyor: “Halbuki bunlar bu davranışlarıyla yalnızca kendilerini aldatırlar da yine de farkına varmazlar.” Çünkü onların kuracakları tuzaklar kendi başlarına döner, fakat buna rağmen yine de gerçeğin farkında olmazlar. Âyetteki, (.......) kelimesi ilk mefûl, ikinci mefûl ise, (.......) ifadesidir. (.......) ifadesi de, (.......) kelimesinden bedeldir. Ya da ilk mefûl “Mücrimiha” ifadesi olup, ikinci mefûl de, (.......) kelimesidir. Bu itibarla mana şöyle olmaktadır: “Oranın cürüm ve suç işleyenlerini yüksek yerlere getiririz.” 124Onlara bir âyet gelince, Allah'ın Resullerine verilen risâletin benzeri bize de verilmedikçe asla îman etmeyeceğiz, dediler. Allah risâlet görevini kime vereceğini çok daha iyi bilir. Düzenbazlık yaparak suç işleyen kimselere, kurmakta oldukları tuzaklarına karşılık kendilerine Allah tarafından bir zillet, aşağılık ve çetin bir azap erişecektir. Ebû Cehil itiraz babında şöyle diyordu: “Biz Abdi Menaf oğullarıyla şerefte hep yarışır dururduk, hep rekabet ederdik, öyle ki bizler iki yarış atı gibi idik. Ancak onlar bugün ortaya çıkıp, Allah tarafından kendisine vahiy gelen bir peygamber bizden çıktı, diyorlar. Allah'a andolsun ki, bize de tıpkı ona indiği gibi vahiy gelmedikçe biz onun peygamberliğine nza göstermeyiz ve ona inanmayız.” “Onlara” O ekabir ve dol an dinci takımına bir mu'cize veya Kur'ân dan îman konusunu işleyen ve inanmayı emreden “bir âyet gelince, Allah'ın resullerine verilen risâletin benzeri bize de verilmedikçe asla îman etmeyeceğiz, dediler.” Yani peygamberlere verilen âyet ve mu'cizelerin benzeri bizlere de verilmedikçe biz inanmayız, demekte idiler. İşte bunu üzerine Allah onlara: peygamberlik görevi için kimin daha uygun olduğunu kendisinin çok daha iyi bildiğini bildirerek devamla şöyle buyurdu: “Allah risâlet görevini kime vereceğini çok daha iyi bilir.” Âyetteki, (.......) ifadesini İbn Kesîr ile Hafs tekil olarak (.......) şeklinde kırâat ederlerken bu iki kırâat imâmı dışındakiler ise çoğul olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. Buradaki, (.......) kelimesi mef'ûlü bihtir. Amil mahzûftur. Cümle, “Allah risâletini koyacağı yeri bilir” takdirindedir. “Düzenbazlık yaparak suç işleyen kimselere,” lider ve idarecilerine, “kurmakta oldukları tuzaklarına karşılık kendilerine Allah tarafından bir zillet, aşağılık ve çetin bir azap verilecektir.” Kıyamet gününde Allah tarafından cezâlarıdırılacakları gibi ayrıca hem bu dünyada ve hem âhirette olmak üzere de öldürülme, esir olma ve cehennem ateşinde de yanma olacaktır. Dünyada yaptıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir. 125Bundan böyle Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü âdeta göğe çıkıyormuş gibi daraltır ve sıkar. İşte Allah böylece, îman etmeyenlerin üzerine pislik ve murdarlık çökertir. Gönlünü kalbini genişletir, kalbini ilahi nur ile aydınlatır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Kalbe nur girince kalp genişler ve açılıp ferahlık duyar.” Peki o hâlde bunun belirtisi nedir? Diye sorulması üzerine şöyle buyurmuşlardır: “Ebedî hayata dönüşe hazırlık yapmak, aldatıcı dünya hayatının süsüne aldanmayıp ondan uzak durmak ve henüz ölüm gelmeden önce ölüme hazırlıklı olmak.” 7 Allah “kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü âdeta göğe çıkıyormuş gibi daraltır ve sıkar.” Âyette geçen, (.......) kelimesini İbn Kesîr şeddesiz olarak, (.......) şeklinde okumuştur. Aynı zamanda, (.......) kelimesi de esreli olarak, (.......) şeklinde (.......) kelimesinin sıfatıdır. (.......) kelimesini, yedi kırâat imâmı arasında yer almayan Nâfi ile Ebû Cafer ve ayrıca Âsım rivâyetiyle Ebû Bekir esreli şekilde, (.......) olarak okumuşlardır. Bunlar dışındaki imâmlar ise, (.......) olarak okumuşlardır. (.......) olarak okunması hâlinde en sıkıntılı ve bunalım içerisinde sıkışmış bir hâlde..” demektir. (.......) ise mastar olarak bir vasıftır. “âdeta göğe çıkıyormuş gibi” Yani böyleleri İslâm'a davet olunduklarında sanki göğe tırmanıyormuş gibi sıkıntı ve bunalım içine girer. Kısaca İslam'dan kalbi çatlama noktasına gelir veya dünya başına dar gelir, öylene sıkılır ve bunalır ki göğe çıkmayı ister. Ya da hiçbir konuda bir görüş ve karan olmayan gibidir. Gönlü hep havalarda uçar. Âyetteki, (.......) kelimesini İbn Kesîr, (.......) olarak okurken, Âsım'dan rivâyetle Ebû Bekir Şu'be de, (.......) olarak okumuşlardır. Bunu aslı da, (.......) dur. Diğer kırâat imâmları da, (.......) şeklinde okumuşlardır. Bunun da aslı, (.......) dur. “İşte Allah böylece, îman etmeyenlerin üzerine pislik ve murdarlık çökertir.” Âhirette azaplarıdmr, dünyada da lânetine uğratır, rahmetinden mahrum bırakır. Ma'siyetleri muradetme açısından bu âyet biz Ehl-i sünnet lehine ve Mu'tezile aleyhine bir delildir. 126İşte bu din, Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz, âyetleri düşünüp bundan öğüt alan bir toplum için iyice ve açık olarak ortaya koymuşuzdur. “İşte bu din, Rabbinin dosdoğru yoludur.” Bu, Allah'ın hikmetinin bir gereği olan yoludur. Çünkü yüce Allah'ın doğru yola iletmesini istediği kimseler için onlarını gönüllerini açmada ve huzura erdirmedeki sünnetidir, kanunudur. Aynı kanun ya da sünnet, Allah'ın saptırmasını muradettiği kimseler için de göğüslerinin daralıp sıkılması için de geçerli olan hükmüdür. Âyetteki (.......) kelimesi tekit mahiyetinde olan bir hâldir. “Biz âyetleri düşünüp bundan öğüt alan bir toplum için iyice ve açık olarak ortaya koymuşuzdur.” 127Rableri katında onlara selâmet ve esenlik yurdu olan cennet vardır. Yapmakta oldukları güzel işler sebebiyle Allah kendilerinin velisi, yardımcısı ve dostudur. “Rableri katında onlara” hatırlayıp anan topluma “selâmet ve esenlik yurdu olan cennet vardır.” Darusselâm, barış, sağbk ve esenlik yurdu, Darullah yani Allah'ın yurdu, selâm yurdu yani cennet vardır. Allah bu yurdu kendi zâtına izafe ederek bunun önem ve azametini,saygınliğin gösteriyor. Ya da her afetten, tehlikeden korunup arman, kir ve pastan uzak olan tertemiz yurt, demektir. Ya da burada “Selâm” tahiyye anlamında selâmlaşmak demektir. Bundan dolayı da “Daru’s-Selâm” denmiştir.” Zira Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Orada birbirleriyle karşılaştıkları zaman söyledikleri söz'Selâmdır.” (Yûnus, 10) ve “Söylenen, sadece ve sadece,'Selâm, selâmdır.” (Vakıa, 26) “Yapmakta oldukları güzel işler sebebiyle Allah kendilerinin velisi, yardımcısı ve dostudur.” Allah onların yaptıkları iyi ve güzel amelleri sebebiyle onların seveni, düşmanlarına karşı onlara yardım ederek zafere ulaştıranı, iyi işlerinin karşılığını onlara vererek dost olandır. Ya da Allah bu dünyada iyi ve güzel amel ve hizmetler verme başarısını vererek bizim, âhirette de bizi istediklerimize ulaştırmak suretiyle velimiz, dostumuz ve yardımcımızdır. 128Gün gelecek Allah onların tümünü divanında toplayarak: “Ey cinler-şeytanlar topluluğu! İnsanlarla aşırı bir şekilde uğraşarak onların çoğunu saptırdınız değil mi?” diyecek. İnsanlardan onlara teslim olanlar: “Rabbimiz! Biz birbirimizden yararlandık ve bize biçtiğin sürenin sonuna nihayet eriştik” diyecekler. Yüce Allah da: “Allah'ın diledikleri dışmda, içinde ebedî olarak kalacağınız yer cehennem ateşidir. Hiç şüphesiz Rabbin hüküm ve hikmet sâhibidir ve O her şeyi hakkıyla bilendir. Âyetin başında yer alan, (.......) kelimesini kırâat imâmlarından Hafs, (.......) harfiyle olmak üzere, (.......) diye okumuştur. Ancak kırâat imâmlarından Nâfi', İbn Kesîr, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamza ve Kisâî, “nun” harfiyle olmak üzere, (.......) şeklinde okumuştur. Bu itibarla mana, “Allah'ın onların tümünü divanında toplayacağı günü veya Onların tümünü toplayacağımız günü” bir hatırla hele! Olur. O gün “Ey cinler-şeytanlar topluluğu!” diyeceğiz. “Ey cinler-şeytanlar topluluğu! İnsanlarla aşırı bir şekilde uğraşarak onların çoğunu saptırdınız değil mi? diyecek.” O insanlardan bir çoklarını saptırarak doğru yoldan çıkardınız. Onları kendinize bağımlı kılarak size itâat eder duruma getirdiniz. Buradaki artırma ifadesi tıpkı, “Emir ya da komutan ordusunun sayısını artırdı” ifadesine benzer bir ifadedir. “İnsanlardan onlara teslim olanlar:” Onlara itâat ederek teslimiyet gösterenler ve onların vesveselerine, fısıldamalarına kulak verenler ise “Rabbimiz! Biz birbirimizden yararlandık” Yani insanlar şeytanlardan yararlandılar. Çünkü şeytanlar onlara şehvete giden yolan ve onları elde etmenini sebeplerini öğretiyor ve gösteriyorlardı, aldanmaları, tuzaklarına düşmeleri için kendilerine yardımcı oluyorlardı. Cinler de insanlardan faydalanmakta idiler. Zira insanlar onlara itâat ediyor ve onların arzuladıkları doğrultu da onlara hizmette bulunuyorlardı.” Ve bize biçtiğin sürenin sonuna nihayet eriştik, diyecekler.” Burada bununla ölümden sonraki dirilme gününü demek istiyorlar. İşte bu ifade bir bakıma onların cin ve şeytanlara itâat ettiklerinin bir itirafıdır. Heva ve heveslerinin peşinden gittiklerinin, ölümden sonraki hayatı yalanmalarını ve durumları sebebiyle olan pişmanlıklarının kabulü anlamındadır. “Yüce Allah da: Allah'ın diledikleri dışında, içinde ebedî olarak kalacağınız yer cehennem ateşidir.” Sizin konaklayacağınız yer ateştir. “İçinde ebedî olarak kalacağmız-Halidine fi ha” ifadesi burada dilbilgisi bakımından hâldir. Burada etkili amil ise, tıpkı aşağıda sunacağımız âyette de görüleceği gibi izafet manasıdır. Yüce Mevla şöyle buyuruyor: “Sabaha çıkarlarken kesin olarak onların ardı kesilmiş olacaktır.” (Hicr, 66) Bu âyette geçen, “Sabaha çıkarlarken” kelimesi, (.......) işaret isminden hâldir. Buradaki hâl olabilmede de amil yine izafet yani tamlama manasıdır. Çünkü bunun manası, birbirine kanşmak,birbiriyle uyum sağlamak,birbiri içine girmek demektir. Bu açıdan burada tefsirini yaptığımız âyette geçen (.......) kelimesi amil değildir. Çünkü Mekân ismi olan bir kelime amillik görevi yapmaz. “Allah'ın diledikleri dışında,” Yani cehennem ateşinin azâbında hepsi bir daha çıkmamak kaydıyla orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu azaptan sadece Allah'ın diledikleri istisna olarak ateşe atılmayacaklardır. Kısaca sair adlı cehennem azâbından zemherir adlı azâba taşırıdıkları sırada işte bundan ancak Allah'ı istedikleri kurtulabileceklerdir. “Hiç şüphesiz Rabbin” Dostlarına nasıl davranacağı, düşmanlarına karşı ne yapacağı hususunda “hüküm ve hikmet sâhibidir ve her şeyi hakkıyla bilendir.” Onların amellerini bilir ve herkesi de işledikleri amellerine göre ya ödüllendirir veya cezâlandım. 129İşte biz, işledikleri suç-günahlar dolayısıyla, zalimlerden kimini kimine musallat kılarız. İşte Biz, onların işledikleri ma'siyet ve küfür yüzünden bazısını bazısına cehennem ateşine sokmakta tabi kılarız, birbirinin peşine takanz veya onları birbirlerine musallat ederiz ya da kimini kimine destekçi kılarız. Daha sonra bir bakıma onları azarlama ve tevbih mahiyetinde olarak kıyamet gününde onlara şöyle buyuracak: 130Ey cin ve insanlar topluluğu! Kendi içinizden size âyetlerimi anlatan ve bu gününüzle karşılaşacağınıza ilişkin olarak sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Onlar da: “kendi aleyhimize tanıklık ederiz” derler. Halbuki dünya hayatı kendilerini aldatmıştı. Böylece kendi aleyhlerine kâfir kimseler olduklarına dair yine kendileri şâhitlik ettiler. Dahhak'tan gelen rivâyete göre, tıpkı insanlara onların kendi içlerinden elçiler gönderildiği gibi, cinlere de kendi içlerinden peygamberler gönderilmiştir. Çünkü insanlar, ancak kendi hemcinsleriyle uyum sağlayabilirler. Kaldı ki nassın zahiri de zaten bunu gösteriyor. Fakat kimi ilim adamları da, peygamberler yalnızca insanlardan gönderilmişlerdir, düşüncesini savunmuşlardır. Ancak burada şöyle deniliyor: “Sizden, sizin içinizden peygamberler” Mademki Rabbimiz bu ifadesinde cinlerle insanları birlikte zikretmiş ve her ikisine birden böylece seslenmiştir. O hâlde onlardan da peygamberlerin gönderildiği fikri de doğrudur. Evet eğer her ikisinden birinden geleceği ifade olunsa da.. Nitekim Yüce Mevla şöyle buyuruyor: “İki denizi birbirine kavuşmak üzere Salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar. ...İkisinden de inci ve mercan çıkar.” (Rahmân, 19-20,22) Ya da cinlerin elçileri bizim peygamberimizin elçileri olabilir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kur'ân okunması bittiğinde uyarıcılar olarak cinler kavimlerine döndüler.” (Ahkaf, 29) “Size âyetlerimi anlatan” Size kitaplarınıı okuyan., ve kıyamet denilen “Bu gününüzle karşılaşacağınıza...” İşte tüm bu gerçekler karşısında “Onlar da: kendi aleyhimize tanıklık ederiz'derler.” Çünkü hüccet ve delillerin hepsi kesin olarak bizim aleyhimizde gerektiği gibi önümüze konmuştur. Kaldı ki, peygamberlerin tebliğ ettiği şeyler de bize ulaşmıştır. “Halbuki dünya hayatı kendilerini aldatmıştı. Böylece kendi aleyhlerine kafir kimseler olduklarına dair yine kendileri şâhitlik ettiler.” Peygamberleri ve getirdiklerini inkâr ettiklerini itirafta bulunarak kendilerinin aleyhlerinde tanıklıkta bulundular. 131İşte peygamberlerin gönderilmesi ve uyarıları, halkı habersiz iken bir ülkeyi zulüm ve haksızlıkla helâk olmamasından ötürüdür. Bu ifade daha önceki âyetlerde kendilerine peygamberler gönderilip uyanları toplumlara işaret ederek durumu açıklıyor. Buradaki, (.......) işaret ismi mahzûf mübtedanın haberidir. Yani, “İşte durum, iş ya da mesele böyledir” demektir, “halkı habersiz iken bir ülkeyi zulüm ve haksızlıkla helâk olmamasından ötürüdür.” Durum şudur: “İş ve vaziyet sana aktardığımız ve anlattığımız gibidir. Böylece Rabbinin herhangi bir ülke halkını zulmederek helâk ettiği yanlışını ortadan kaldırmak içindir. Evet burada bu mananın öne çıkanlması, âyette yer alan, (.......) edatının mastariyet edatı olarak değerlendirilmesi iledir. Diğer taraftan bu edatın şeddeli (.......) den hafifleştirilmiş (.......) edatı olması da câizdir. Bu takdirde mana şudur: “Durum ve söz şu ki: Senin Rabbin ülkeleri zulüm ile helâk eden değildir.” Veya “senin Rabbin zâlim değildir. Çünkü Rabbin şayet onlar hiçbir şeyden haberdar değilken, herhangi bir peygamber ve bir Kitap ile uyarmadan onları helâk etmiş olsaydı, kesinlikle Allah zâlim olurdu. Haşa Allah böyle bir şeyden yüce ve münezzehtir. 132Her kimseye yaptığı işlere göre dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir. Sorumluluk ve yükümlülük taşıyan herkese amellerinin karşılığını almaları için “yaptığı işlere göre dereceleri” menzil ve basamakları “vardır.” imâm Ebû Yûsuf ve îmam Muhammed buna dayanarak yaptıkları taatleri sebebiyle cinlere de sevap olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu durum, hemen cin ve insanların söz konusu edildiği ayetten sonra gelmiş bulunuyor, dolayısıyla bu hükmü içeriyor. “Rabbin onların yaptıklarından habersiz depdir.” Onları haşa unutacak değildir. İbn Âmir bu âyetin son kelimesi olan, (.......) fiilini, (.......) harfiyle (.......) olarak okumuştur. Buna göre mana: “Rabbin sizin yaptıklarınızdan...” 133Rabbin hiçbir şeye muhtaç değildir,zengindir, rahmet ve merhamet sâhibidir. Eğer isterse sizi ortadan kaldırıp yok eder. Sizi bir başka kavmin soyundan getirdiği gibi sizden sonra da yerinize istediği bir kavmi getirir. Kullarına yüklediği sorumluluk ve onlara sunduğu sürekli menfaatler için merhameti boldur. Ey zalimler! Allah “Eğer isterse sizi ortadan kaldırıp yok eder. Sizi bir başka kavmin soyundan getirdiği gibi” Özellikleri sizinkiler gibi olmayan bir başka milletin soyundan getirdiği gibi -ki bunlar Hazret-i Nûh'un gemisinde yer alan kimselerdir- “sizden sonra da yerinize istediği” itâatkâr bir toplumu “bir kavmi getirir. 134Muhakkak size vaat olunan şeyler mutlaka gelecektir. Siz onu engelleyemeyeceksiniz. Ölümden sonra dirilme, hesaba çekilme, sevap ve cezâlarıdırma gibi “size vaat olunan şeyler mutlaka gelecektir. Siz onu engelleyemeyeceksiniz.” Bu ifade inkârcıların, “Artık ölen geçip gitmiştir, yok olmuştur, dinlecek değildir” sözlerine bir cevap niteliğindedir. Âyette yer alan, (.......) harfi burada, (.......) manasınadır. (.......) ise, (.......) nin haberidir. 135De ki: Ey kavmim! Tüm yapabileceğiniz şeyleri var gücünüzle elinizden geldiği gibi yapın. Ben de görevimi yapiyorum. Güzel sonun kime âit olacağını yakın gelecekte bileceksiniz. Şurası bir gerçektir ki zalimler asla kurtuluşa eremezler. Âyette yer alan, (.......) kelimesi masdar olur. Nitekim araplar bir kimsenin en sağlam olarak bir yer edinmesi hâlinde, (.......) derler. Ayrıca bu kelime aynı zamanda mekân ya da yer manasına da gelir. Nitekim, (.......) ve (.......) denir ki, tıpkı “Makam ve Mekânıet” gibi. İşte buna göre: “De ki: Ey kavmim! Tüm yapabileceğiniz şeyleri var gücünüzle elinizden geldiği yapın.” kavli şu gibi manaları ihtimal olarak içermektedir: “Yamakta ve devam ettirmekte olduğunuz işinizde-durumunuzda hiçbir tarafa yalpalanadan olduğunuz yerde ve inançta durup bekleyin. Bunun için var gücünüzü ve imkanlarınızı da ortaya koyun. Şu anda üzerinde bulunduğunuz yol,yön ve hâl üzere devam ede durun!” Nitekim araplar, birine aynı durumunu sürdürmesini istedikleri bir kimseye: “Ey filân kimse yerinde dur!” Yani hangi durum ve konumda isen öylece kal ve pozisyonunu değiştirme! derler. “Ben de görevimi yapiyorum!” Ben de hangi durum ve konumda isem onu değiştirmeksizin aynen duruyor ve o görevimi yapiyorum. Yani şöyle deniliyor: “Sizler küfrünüz ve bana olan düşmanliğinız üzere devam ede durun, o pozisyonunuzu değiştirmeyin. Bana gelince, ben de İslâm'da sebat eder olduğum hâlde görevimi sürdürüyorum ve size karşı sabır ve mücadelemi devam ettiriyorum. Aslında burada ifade tehdit ve korkutmayı da içermektedir. Bunun delili da: “Güzel sonun kime âit olacağım yakın gelecekte bileceksiniz.” Kavlidir. Yani pek yakın bir gelecekte “hangimizi övgüye değer iyi bir son beklediğini siz de bilecek ve göreceksiniz, biz de.” Aslında insanları uyarmada bu oldukça güzel ve hoş bir yoldur. “Şurası bir gerçektir ki zalimler” kâfirler “asla kurtuluşa eremezler.” Dolayısıyla mana: “Her biri için nerede olurlarsa olsunlar, bir yer ve mekân vardır” olur. Kırâat imâmlarından Hamza ile Ali el Kisâî de, (.......) fiilini (.......) harfiyle, (.......) şeklinde okumuşlardır. Eğer Âyetteki, (.......) burada (.......) manasında soru edatı ise bu durumda mübtedadır ve haberi de (.......) dur. Dolayısıyla her ikisi de yani mübteda ile haberi iki mef'ûl durlar. Her ikisine de istifham yoluyla “İlim” fiili taallûk eder. Ya da nasb durumundadır. Bu hâlde de, (.......) ilgi zamîri olan (.......) manasında olur. Tek bir mefûl alması sebebiyle de bu, (.......) fiilinin tek mef'ûlü olur. 136Kendilerine Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a bir pay ayırıp bâtıl zanlarınca, bu Allah'a, bu da ortak koştuğumuz putlara âittir, demektedirler. Ortaklarına âit olanından Allah'ın payına aktarılmaz. Ancak Allah'a âit olandan ortakların payına aktarılır. Bunların verdikleri hüküm ne kötüdür. Ali el Kisâî kırâatine göre, (.......) nitekim bunun mabadi de böyledir. Yani iddialarına ve zanlarına dayanarak bu Allah'ın payıdır, diye bir hisse ayırıyorlardı. Halbuki Allah onlara bu manada bir emir vermemişti. Nitekim onlara böyle bir bölüşme've taksimatı da şerî'at olarak vermemişti. “Ortaklarına âit olannıdan Allah'ın payma aktarılmaz.” Yani konukları için ayırdıkları veya fakir ve miskinlere sadaka olarak verilmek üzere ayırdıkları hisse çeşitlerinden hiçbir şer Allah'ın payına aktarılmaz. “Ancak Allah'a âit olandan ortakların payına aktarılır.” Yani “Bu Allah'ın payıdır” diye ayırdıkları hisselerden başkalanna infak için buradan aktarma yaparlar ve aynı zamanda bundan kendi mabetleri için de harcamada bulunurlar.Anlatıldığma göre müşrik ve inkârcılar ekinlerden olsun hayvanlardan olsun, bunlardan bir kısmını Allah için ve aynı zamanda bir de kendi ilâhları ve putları için ayırırlarınış. Fakat bakarlar ki Allah'ın payı diye ayırdıkları şeyler üreyip çoğalmaktadır. Hemen söylediklerinden ve sözlerinden cayarak Allah'ı payı diye ayırdıklarını da putlarının, payma aktarmaya başladılar. Ancak putları için ayırdıkları şeylerin de üreyip çoğaldıklarını gördüklerinde bu defa şöyle bir gerekçeye sığınarak Allah'ın payına, diğerlerinin payından bir ayırıma gitmediler. Gerekçeleri şu idi: “Allah zengindir, bunlara muhtaç depdir.” Bunun sebebi de bu kimselerin ilâhlarını, ilahlaştırdıkları şeyleri daha çok sevmeleri ve onları tercih etmeleridir. Âyette geçen, “Yarattığı den” şuna işaret etmektedir. Üreyip çoğaları şeylerin Allah için ortaya konması ve ayrılması çok daha yerindedir. Çünkü o şeyleri yaratıp var eden Allah'tır. Daha sonra Rabbimiz onların yaptıklarını kötüleme kastıyla şöyle buyuruyor: “Bunların verdikleri hüküm ne kötüdür.” İlahlarını, Allah'a tercih etmekle, Allah'ın kendileri için meşru kılmadığı bir şey yapmakla vardıkları yargı gerçekten ne kadar kötü ve ne kadar. Âyette geçen, (.......) merfû' konumundadır. Buna göre mana şöyledir: “Yargı olarak vardıkları hüküm ne kötüdür.” Veya nasb mahallindedir. Buna göre de mana şöyledir: “Hüküm olarak onların vardıkları yargı ne kötüdür.” 137İşte böylece onların ortakları, müşriklerden bir çoğuna çocuklarını öldürmeyi hoş gösterdiler ki, hem kendilerini helâk etsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Artık sen onları uydurdukları yalanlarıyla başbaşa bırak! Nasıl ki yukarıda anlatıldığı gibi müşrikler mal bölüşümünü cazip ve çekici olarak gösterdilerse, aynı şekilde kız çocuklarını diri diri gömmelerini de hoş bir şey olarak gösteriyorlardı. Bunun için devamla buyuruluyor ki: “İşte böylece onların ortakları, müşriklerden bir çoğuna çocuklarını öldürmeyi hoş gösterdiler ki,” Burada, “Katle” kelimesi, (.......) fiilinin mefulüdür. (.......) kelimesi de, (.......) fiilinin failidir. Ayrıca (.......) fiili meçhul olarak, (.......) zammeli şeklinde de okunmuştur. Bu bakımdan, (.......) kelimesi naibi fâil olarak (.......) şeklinde merfû' okunmuştur. (.......) kelimesi de mastann mefulü olarak mensûb okumuştur. İbn Âmirde, (.......) kelimesine izafetle (.......) Şurekauhum” kelimesini mecrûr olarak, şeklinde okumuştur. “ Yani şeytanlar,....” Arada bir zarf olmaksızın ayırmak ancak zaruret hâlinde olabilir. Halbuki bu, burada mefûl konumundadır. Bu itibarla mana şöyle takdir olunur: “Ortaklarının çocuklarını öldürmeleri bir çok müşriklere cazip gösterildi.” “hem kendilerini helâk etsinler” aldatılarak helâk edilsinler “hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar!” Kafalarını kanştınp, şaşırtarak yolannı saptırsınlar! Dinleri ise,üzerinde yaşadıkları Hazret-i İsmâîl'in dini, Hanif dinidir. Yani Tevhit inancıdır. İşte müşrikler tevhit dini olan İsmâîl'in dininden uzaklaşıp şirke kaysınlar istiyorlardı. “Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı.” İşte âyetin bu kısmı tüm kainatın yüce Allah'ın dilemesine bağlı olduğunun delilidir. “Artık sen onları uydurduklarıyla başbaşa bırak!” Haksız olarak Allah'a karşı uydurdukları şeylerle..., Ya da iftiralarıyla, çünkü bu iftiranın zaran senin ve bizim aleyhimize değil, onların aleyhinedir. 138Onlar saçma iddialarına göre şöyle dediler: “İlahlar, putlar adına ayrıları bu hayvanlarla ekililer dokunulmazdırlar. Onları bizim dilediklerimizden başkası yiyemez. Şunlar da binilmesi haram hayvanlardır.” Öyle hayvanlar da vardır ki, keserken üzerlerine Allah'ın ismini bilerek zikretmezler. Onlar bütün bunları, Allah'a iftira olmak üzere uydurmuşlardır. Allah kendilerini uydurdukları iftiraları yüzünden pek yakın bir gelecekte cezâlarıdıracaktır. Haram ve yasaktır. Burada haram diye tefsîr olunan, (.......) kelimesi “FiT'kalıbında “mefûl” anlamında (.......) yani yasaklarıan, haram kılman demektir. Tıpkı Zebhin kesilen, Tıhn’ın öğütülen manasında olması gibi. Bununla hem eril, hem dişi, hem tekil ve hem çoğul olmak üzere nitelenme müsavidir. Çünkü bunun hükmü, sıfat olmayan isimlerin hükmü gibidir. Müşrikler ekililerinden veya hayvanlarından ilâhları adına ayırdıkları için şöyle demekteydiler: “Onları bizim dilediklerimizden başkası yiyemez.” Bununla sadece putlara hizmet verenler ve bir de kâdirılar dışında erkekler demek isteniyor. Kısaca bunlardan sadece putlara hizmet verenlerle erkekler yiyebilirler. Kâdirılar ise bundan yiyemezler. Burada âyette yer alan, (.......) kelimesi içine yalan karıştırıları zandan ibâret olan söz demektir. “Şunlar da” yani Bahire,Saibe,Vasile ve Ham ismi verilen hayvanlar da “binilmesi haram hayvanlardır.'Öyle hayvanlar da vardır ki, keserken üzerlerine Allah'ın ismini bilerek zikretmezler.” Kesim sırasında Allah adına değil de, ilâhları, putları adına keserlen “Onlar bütün bunları, Allah'a iftira olmak üzere uydurmuşlardır.” Buradaki, (.......) kısmı mefulü Lehtir veya hâldir. Yani bunlar hayvanlarını üçe ayırıyorlar. Haram olanlar, binilemeyecek olanlar ve üzerlerine Allah'ın ismi anılmaksızın-Besmelesiz olarak kesilenler. Bütün bu bölüşmeyi de yalan uydurarak Allah'a nisbet ederler. “Allah kendilerini uydurdukları iftiralar yüzünden pek yakın bir gelecekte cezâlarıdıracaktır.” İşte âyetin bu kısmı bir tehdit içeriyor. (Tefsirimizin bu âyetin açıklamasında, Bahire, Şaibe,Vasile ve Ham diye nitelendinlen kimi hayvanlardan söz edilmektedir. Gerçi bu konu (Mâide, 103) te de geçmiş olmakla birlikte açıklanmasında yarar bulunmaktadır. Bahire: Beş kez doğuran ve beşinci doğumunda dişi yavru doğurmuş olan deveye bu ad verilir. Dolayısıyla bu devenin kulağı işaretlenir, sağılmayıp sütü putlara bırakılırdı. Şâibe: Sütünden yalnızca misafirlerin yararlandığı ve putlar adına serbest bırakıları develere de bu isim verilirdi. Vasile: Biri erkek, ötekisi de dişi olmak üzere, ikiz doğum yapan koyun ya da deveye verilen ad. Erkek yavru putlar adına kurban edilirdi. 139Yine şöyle demektedirler: “Şu hayvanların kannlarındaki yavrular, canlı olarak doğmaları hâlinde yalnızca bizim erkeklerimize âittir, kadınlarınııza ise haramdır. Şayet yavru ölü doğarsa bu durumda erkek-kadın hepsi bunda ortaktırlar. Allah onların bu değerlendirmeleri sebebiyle pek yakın bir gelecekte cezâlarını verecektir. Şüphesiz Allah hüküm ve hikmet sâhibidir. Her şeyi hakkıyla bilendir. Müşrikler diyorlardı ki, Bahire ve Şaibe adındaki develerin canlı doğum yapmaları hâlinde, bunlardan sadece erkekler yiyebilirler, çünkü onlara âittir. Bundan kâdirılar yiyemezler. Ancak ölü doğum yapmışlarsa bunda erkek-kadın ortaktırlar, ikisi de faydalarıabilirler. (.......) kelimesinin müennes olarak gelmesi, (.......) harfinin haberi olması sebebiyledir. Çünkü manaya hamlolunmuştur. Zira, (.......) burada cenin (.......) kelimesinin de müzekker-eril olarak gelmesi, kelimenin lafzına hamlolunduğu içindir. Veya (.......) deki (.......) harfi tıpkı,-(.......) kelimesindeki (.......) harfi gibi mübalağa-aşmlık için olabilir. “Şayet yavru ölü doğarsa bu durumda erkek-kadm hepsi bunda ortaktırlar.” Yani ismi geçen hayvanların kannlarındaki yavrular ölü doğarsa,... Kırâat imâmlarından Ebû Bekir Şu'be, Âsım'dan rivâyetle, “ve in tekün meyteten” şeklinde okumuştur. Yani “Ceninler ölü iseler” İbn. Amir de, (.......) fiilini, tam fiil kabul ederek, (.......) şeklinde kırâat etmiştir. İbri Kesir de, fiilin takaddümü sebebiyle, (.......) olarak okumuştur. (.......) daki zamîrin-adılın müzekker olarak gelmesi, “ölü” kelimesinin erkek ve dişi ölen herkes için eşit manada kullanılır olmasındandır. âdeta şöyle denilir gibidir: “Şayet yavru ölü....” dikkat edilirse, (.......) yerine, (.......) denilince anlam aynıdır. “Allah onların bu değerlendirmeleri sebebiyle” helali haram ve haramı da helâl kılmada Allah adına yalan uydurmaları yüzünden “pek yakın bir gelecekte cezâlarını verecektir. Şüphesiz Allah” onları cezâlarıdırmada “hüküm ve hikmet sâhibidir.” Onların inanç ve itikattan konusunda “her şeyi hakkıyla bilendir.” 140Bilgisizlik ve düşüncesizlik sebebiyle beyinsiz bir şekilde çocuklarını öldürenler, Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek kâdirılara haram sayanlar, muhakkak olarak tam bir hüsrana uğradılar. Kesinlikle sapıttılar bunlar ve bunlar doğru yola da bulacak değiller. Fakirlik korkusu veya esir düşer endişesiyle kız çocuklarını diri diri gömüp öldürenler, akılsızlıkları yüzünden, çocuklarının nzkmı verenin kendileri değil de Allah'ı olduğunu bilmemeleri ve takdir etmemeleri sebebiyle yavrulannı ortadan kaldıranlar, “Allah'ın” Bahirelerden, Şaibe lerden ve daha başka şeylerden “kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek kâdirılara haram sayanlar, muhakkak olarak tam bir hüsrana uğradılar. Kesinlikle sapıttılar ve bunlar doğru yolu da bulacak değiller.” Ibn Kesir ile Ibn Amir, (.......) kelimesini şeddeli olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. (.......) de mefulü lehtir. 141Asmalı ve asmasız bağ ve bahçeleri, tatları çeşit çeşit hurma ve ekinleri, birbirine benzeyen ve benzemeyen tarzda zeytin ve narları yaratan O'dur. Her biri ürün verdiğinde meyvesinden yiyin. Devşirilip toplandığı gün de onların öşür ye zekât hakkını verin. Ancak israf etmeyin; zira Allah israf edip savurganlıkta bulunanları sevmez., (.......) mukadder hâldir. Çünkü hurma ilk çıktığı sırada farklılık gösterene,değişik bir hâl alana kadar yenmez Bu tıpkı şu ifade gibidir: “Artık ebedî kalmak üzere girin buraya-cennete,..” (Zümer,73) Yine, (.......) hurmanın yenen ürünü,meyvesi demektir. Buradaki (.......) zamîri “hurma, hurma ağacı” na işaret eder. Dolayısıyla (.......) kelimesi de bunun hükmüne tâbıdır, Çünkü onun üzerine atfolumuştur. Ya da mana: “Her biri için çeşit çeşit,...” Yine buradaki, (.......) ifadesini, kırâat imâmlarından Nâfi'ile İbn Kesîr, (.......) şeklinde okumuşlardır. Diğer imâmlar ise, zammeli olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. “Her biri ürün verdiğinde meyvesinden yiyin.” Hepsinin meyvesinden, meyve verdikleri zaman yiyin. Burada, “ürün verdiğinde” ifadesinin şöyle bir yaran, ince bir manası vardır. Yani bunlar ürün verdiklerinde, henüz oldukça taze ve ham durumda iken bile yenmesi mubahtır. Yoksa ham durumda iken değil de olgunluğa erdiklerinde yiyin, demek değildir. Kısaca her zaman ve her halükarda bunların meyvelerinden yenebilir. “Devşirilip toplandığı gün de onların öşür ve zekât hakkını verin.” Âyetin bu kısmı mezhep imâmımız İmâm Ebû Hanîfe'nin öşür vergisini genelleştirmede hücceti ve delilidir. Âyetteki, (.......) kelimesi (.......) harfinin fethasıyla Basralı Ebû Amr ve Ya'kûb -her ikisi de yedi kırâat imâmlarından değildirler-, Şam'lı İbn Âmir ve Âsım b. Ebû'n-Necud tarafından okumuştur. Diğer kırâat imâmları ise, (.......) harfinin esresiyle, (.......) olarak okumuşlardır. Her iki okuyuş da iki lüğattırlar, farklı lehçe kullanışıdırlar. “Ancak israf etmeyin;” Yani tamamını vererek saçıp savurmayın, malınızı haksız şekilde savurganlık ederek zayi etmeyin, elden çıkarmayın. “Zira Allah israf edip savurganlıkta bulunanları sevmez.” Âyetin, (.......) kısmından itibâren, sonu olan, (.......) kısmına kadar olan cümle cümle-i mu'tarizedir. 142Hayvanlardan da çeşit çeşit olarak yarattı. Kiminden binit olarak, kiminin de yün ve kılından yaygı ve giysi olarak faydalarıılır. Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden yiyin; ancak şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır. Bu âyette bir önceki âyette bulunan, (.......) kelimesi üzerine ma'tûftur. Dolayısıyla mana şöyle olmaktadır: “Hayvanlardan da yük ve ağırlık taşıyacak olanlarını ve kesim için yere yatınlanları yarattık.” Veya buradaki (.......) kelimesi yük taşımaya elverişli büyük baş hayvanlardır. (.......)ten maksat da, sütten henüz kesilmiş develer, buzağılar ve bir de koyunlar kast olunmaktadır ki, küçük baş hayvanlar demektir. Çünkü bunlar küçüklükleri bakımından yere daha yakındırlar. Sanki yere serilmiş sergi gibidirler. “Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden yiyin;” Yani Allah'ın size helâl olarak verdiği şeylerden rızık olarak yiyin. Onları câhiliye düşüncesinin haram kılması ve yasaklaması gibi haram kılmayın, yasaklamayın. “Ancak şeytanın adımlarına -uygulama ve planlarına- uymayın.” Tıpkı câhiliye düşüncesinin bağlılarının yaptıkları gibi helali haram ve haramı da helâl kılmadaki uygulamalarırıa uymayın. “Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.” Din ve inancınız aleyhinde olması itibariyle onu her zaman töhmet altında tutun ve ona fırsat tanımayın. 143Sekiz çift hayvanı da yaratan O'dur: Koyundan iki, keçiden iki çift. De ki: Allah iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi? Ya da iki dişinin rahîmlerinde bulunan yavrulan mı haram kıldı? Eğer ileri sürdüğünüz iddianızda doğru iseniz bana ilimle söyleyin. Bu âyet daha önce geçen Âyetteki, (.......) kelimelerinden bedeldir. “Koyundan iki, keçiden iki çift.” Burada ikişer çift demekten kasıt, “erkekli-dişili” demektir. Çünkü sadece bir tane olan şeye, “tek bir tane” anlamında “ferd” denir. Eğer aynı cinsten olan bir şeyden yanında bir başkası da varsa buna, zevç yani çift ismi verilir. Dolayısıyla ikisi birlikte çiftler veya iki çift anlamında, (.......) ismi verilir. Nitekim işin bu yönünü teyit eden şu âyet buna delildir: “Şüphesiz, erkek ve dişi iki çifti yaratan O'dur.” (Necm: 45) Kaldı ki, “Semaniyete ezvac: Sekiz çift hayvan da yaratan O'dur.” kavli de buna delildir. Daha sonra âyetin bu kısmı, “Koyundan iki, keçiden iki çift” , ve “Deveden iki, sığırdan iki çift” kısmıyla tefsîr edilip açıklarııyor. (.......) ve (.......) kelimeleri, dat harfiyle, (.......) ve (.......) kelimelerinin çoğuludurlar. Tıpkı, (.......) ve (.......) kelimeleri gibi. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, İbn Âmir ve Amr “Ma'z” kelimesini “Ayın” harfinin fethasîyla, (.......) olarak okumuşlardır. Bu ise iki farklı lehçedir yani, (.......) ve (.......) kelimeleri. “De ki: Allah iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi? Ya da iki dişinin rahîmlerinde bulunan yavrulan mı haram kıldı?” Bu âyetin orijinal metninde yer alan, (.......) deki “A” yani hemze burada inkâr içindir. Burada, “İki erkek” ten murat, koyun kısminin erkeği yani koç demektir. Bu birincisi. İkincisi de, keçi kısmınm erkeği yani teke manasınadır. “İki dişi” den maksat ise, koyun kısminin dişisi ile keçi kısminin dişisi demektir. Burada, câhiliye dönemi kimselerinin koyun ve keçi cinsinden ister bunların erkekleri olsun ister dişileri olsun, bunların hiç birisinin Allah tarafından haram kılınmadığını, yasaklanmadığını belirtiyor. Çünkü câhiliye düşüncelerine bağlı olanlar, ileri sürdükleri hususların Allah tarafından haram kılındığını savunuyorlardı. Aynı şekilde gebe hayvanların rahîmlerinde var olanlar için ileri sürdükleri inanç ve düşünceleri de yine ret ediliyor. Bilindiği üzere câhiliye düşünceleri savunanlar bazen bu hayvanların erkek olanlarının haram olduğunu ileri sürüp savunurlar, bazen da dişilerinin haramliğim ileri sürerlerdi. Bazı zamanlarda ise erkek olsun, dişi olsun her ikisini de haram kılarlardı, kimi zamanlarda ise bu haramliği katına manada yani erkekli ve dişili olarak haram kılarlardı. Çünkü bunlar diyorlardı ki, “Bunların haramliği ve yasakliği kesin olarak Allah tarafından konmuştur.” İşte yine Allah, onların bu iftira ve uydurmalarını böylece red ediyor. Âyetteki, (.......) ve (.......) kelimelerinin mensûb oluşu (.......) fiili sayesindedir. Mana şöyle oluyor: “Yoksa Allah iki dişiyi mi haram kıldı?” Yine, (.......) kelimesindeki, (.......) da ayni şekilde mensûbtur. “Eğer ileri sürdüğünüz iddianızda doğru iseniz bana ilimle söyleyin!” Yani, “Bu hayvanların haram kılınması Allah tarafmdandır” iddianızda doğru iseniz, bu takdirde, sizin haram olarak gösterdiğiniz bunlarla ilgili olarak Allah tarafından da haram kılındığını gösteren ve bilinen bir şeyi, belgeyi getirin ve bana gösterin, bildirin! 144Ve deveden iki, sığırdan da iki çift yarattı. De ki: Allah iki erkeği mi yoksa iki dişiyi mi ya da iki dişinin rahîmlerinde bulunan yavrulan mı haram kıldı? Yoksa Allah size bu haramı koyduğunda siz orada hazır ve buna şâhitler mi idiniz? Halbuki herhangi bir bilgi ve belgeye dayanmaksızın insanları sırf saptırmak amacıyla Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Buradaki, “yoksa” edatı munkatia'dır. Yani, “Yoksa siz orada hazır mıydınız?” demektir. Bu mana şöyle oluyor: “Bu haram kılmayı ya da yasaklamayı koyarken siz Allah'ın yanında hazır mı bulunuyordunuz?” Çünkü adamlar hem Allah'ın Rasûlüne îman etmiyorlar, hem de: “Bizim haram kıldığımız şu hayvanları Allah haram kılmıştır.” Diyorlar. Bu, bir çelişkidir. Kaldı ki, “Yoksa siz orada hazır mıydınız?” ifadesiyle bir bakıma onlarla alay edilerek yanlışları ortaya konuluyor. Yani,” Allah size böyle bir emri ya da haram tavsiyesini koyduğunda siz orada hazır olduğunuz şekilde bunu biliyorsunuz öyle mi? Halbuki siz O'nun gönderdiği peygamberlerine îman etmiyorsunuz.” “Halbuki herhangi bir bilgi ve belgeye dayanmaksızın insanları sırf saptırmak amacıyla Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?” Yani Allah'ın haram kılmadığı bir şeyi O'na nisbetle bunu Allah haram kıldı demekten daha büyük bir zulüm olmayacağı gibi bunu söyleyenden de daha zâlimi olamaz. “Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” Yani yüce Allah'ın ezeli ilminde, kendilerinin küfür üzere hayatlarını sonlarıdıracak olanları hidâyete erdirmez. Dikkat edilirse burada bazı sayıların arasında fasıla-araya girmeler oldu. Kimisi de parantez cümlesi niteliğinde olarak sayılardan farklı sayılmadı. Bunun da sebebi, yüce Allah'ın kullarının yararlanabilmeleri için onlara kimi hayvanları lütfetti ve onlardan faydalanmayı da helâl saydı. Onların yani câhiliye düşüncelerine bağlı olanların yasaklayıp haram kıldıkları şeylere de hüccet ile itirazda bulundu. Bunun sebebi de onlar tarafından haram kılman şeylerin helâl olduklarını tekit ve teyit manasında zikretmiştir. Çünkü konuşma arasında yer verilen itiraz cümlelerinin asıl amacı yalnızca konuyu daha çok pekiştirmek içindir. 145De ki: Bana vahyedilenlerden başka, şu haram dediklerinizin, yemek isteyen bir kimseye haram kılınmış olunduğunu bulamıtefsir. Ancak leş veya akıtılmış kan, yahut da pisiliğin ta kendisi olduğunda asla bir şüphe olmayan domuz eti ya da Allah yolunu terk ederek Allah'tan başkası adına kesilen hayvan eti olursa başka. Çünkü bunlar haramdır. Yine kim de kaçınılmaz bir ihtiyaç ile karşı karşıya kalırsa, başkasının hakkına zarar vermemek, bir de zaruret sınırını aşmamak suretiyle bunlardan yiyebilir. Zira rabbin, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Yani şu vakitte veya bana vahyedilen Kur'ân içinde bunun haram kılındığını bulamiyorum. Çünkü sünnetin vahyi de kesin olarak bundan başka şeyi de haram kılar. Ya da sizin haramliğinı ileri sürdüğünüz hayvanlardan ve etlerinden faydalanmanın, haramlığma ilişkin bir şey göremiyorum. Çünkü bu âyet sizin daha önce Bahire ve benzeri şekilde adlarıdmp haram kıldığınız şeylerin haram kılmmadığını, bâtıl inanç ve düşüncelerinizi reddetmektedir. Ancak herhangi bir şey ile herhangi bir şekilde vurulup öldürülen, yüksek bir yerden düşerek veya yuvarlarıarak ölen veyahut da toslaşmak-boynuzlaşmak suretiyle ölen hayvanlar da leş hükmündedirler. Diğer taraftan burada önemli bir hususa da dikkat çekiliyor, o da şudur; Herhangi bir şeyin haram kılınması ancak Allah'ın vahyi ile sabit olur. Yoksa kişilerin arzuları doğrultusunda haram olmaz. Bu bakımdan sizin haramliğinı ileri sürdüğünüz hayvanların etinden yemek isteyen veya bundan faydalanmak arzusunda olanlar için ben bir haramlık bulamiyorum. “Ancak leş veya akıtılmış kan, yahut da pisliğin ta kendisi olduğunda asla bir şüphe olmayan domuz eti ya da Allah yolunu terk ederek Allah'tan başkası adına kesilen hayvan eti olursa başka. Çünkü bunlar haramdır.” Yani haram kılman şeyin bir leş olması...durumunda işte haram olanlar bunlardır. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, İbn Âmir ve Hamza, (.......) kelimesini, (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır. İbn Âmir de, (.......) kelimesini merfû' olarak, (.......) şeklinde okumuştur. Kanın akıtılarıı haramdır. Ancak etin içinde kalan ve akmayan kısmı haram değildir. Aynı şekilde karaciğer ile dalak haram değildir. Domuz eti ise, (.......) Pis ve murdar, iğrenç manasında haramlık ifade eder. (.......) kelimesi kendisinden önce geçen mensûb kelime üzerine atfolunduğundan bu da mensûbtur. (.......) iadesi de, ma'tûf ile ma'tûfun aleyh arasında itiraz-parantez cümlesidir, bir açıklamadır. (.......) ifadesi de, (.......) kelimesinin sıfatı olarak mahailen itibariyle mensûbtur. “....Allah'tan başkası adına kesilen,...” demek bir hayvanı boğazlarken Allah'tan başkası adına sesli bir şekilde bağırarak, tören münasebetleriyle kesilen hayvanların etleri de haramdır. Burada bunun, (.......) kelimesiyle nitelendirilmiş olması, özellikle kötülüklere, günahlara alet edilmesinden ötürüdür. “Yine kim de kaçınılmaz bir ihtiyaç ile karşı karşıya kalırsa, başkasının hakkına zarar vermemek, bir de zaruret sınırını aşmamak suretiyle bunlardan yiyebilir.” Eğer herhangi bir kimse bir zorunluluk veya mecburiyet karşısında kalır ve haram kılman bu şeylerden yemek durumuna düşerse bunlardan yemesinde bir sakınca yoktur. Yeter ki, yine kendisi gibi zor durumda kalmış bir ihtiyaç sâhibinin hakkına tecavüz etmemiş olsun, Bir de haddi aşarak kendi ihtiyacından fazla olanını almamış olsun. “Zira Rabbin çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” Allah onu hesaba çekmez. 146Yahûdîlere tırnaklı hayvanların tümünü haram kıldık. Sığırların ve koyunların iç yağlarını da haram kıldık. Ancak sırtlarında veya bağırsaklarında yapışık bulunan ya da kemiğe karışan yağları ise haram kılmadık. Bu onların haddi aşmalarından dolayı kendilerine verdiğimiz cezâdır. Hiç şüphesiz biz, kesinlikle hep doğru söyleriz. “Yahûdîlere tırnaklı hayvanların tümünü haram kıldık.” Yani ister dört ayaklı hayvan türünden olsun, ister kuşlardan olsun tırnaklı olan her hayvan, kısaca deveden devekuşuna kadar hepsi buna dahildir. “Sığırların ve koyunların içyağlarını da haram kıldık.” Bunlara her tırnaklı hayvanın etlerini haram kıldığımız yani yasakladığımız gibi, bunların içyağlarını ve onların her şeylerini haram kılıp yasakladık. Ancak sığır ile koyunların sadece içyağları yani işkembe ve bağırsaklardaki içyağları ile böbrek üstü yağlar haram kılınmıştır. “Ancak sırtlarında” ancak sırtlarında ve yanlarında yapışık vaziyette olup da sıynlamayan “veya bağırsaklarında yapışık bulunan” bağırsaklara yapışık olup da yine sıyınlmayan yağları “ya da kemiğe karışmış yağları ise haram kılmadık.” Bu da kuyruk ve butlarda olan yağ ya da iliklerdeki yağlardır. (.......) kelimesinin tekili ya, (.......) veya (.......) dur. “Bu, onların haddi aşmalarından dolayı verdiğimiz cezâdır.” Burada, (.......) kelimesi, (.......)ibâresinin ikinci mefulüdür. Dolayısıyla mana şöyledir: “Bu, onların zulümleri yüzünden kendilerine verdiğimiz cezâdır.” “Hiç şüphesiz Biz, kesinlikle hep doğru söyleriz.” Yani helâl olan şeyleri haramlaştırmada, yasaklamada buna sebep olanlara ve aynı zamanda bizden önce geçenlerin haramı da helâl kılmada buna neden olanlara hiç teşekkür mü edilir veya kendilerine, “Bravo ne güzel yaptınız” mı denilir? Çünkü Allah şöyle buyuruyor: “Allah,.... sizi bağışladı. Artık ramazan gecelerinde hanımlarınıza yaklaşırı.” Bakara, 187. 147Eğer onlar seni yalanlayacak olurlarsa de ki: Rabbiniz geniş ve bol merhamet sâhibidir. Ancak dilediğinde Onun azâbı suçlu ve günahkâr toplumdan geri çevrilemez. “Eğer onlar” sana vahyetmiş olduğum bu konularda “seni yalanlayacak olurlarsa, de ki: Rabbiniz geniş ve bol merhamet sâhibidir.” Dolayısıyla bu geniş merhameti sayesinde yalanlayanlara süre tanır, müh let verir ve kendilerini cezâlarıdırmada acele davranmaz. Kaldı ki rahmetinin genişliği ve bolluğuna rağmen “Ancak dilediğinde Onun azâbı suçlu ve günahkarlar toplumundan geri çevrilemez.” Allah'ın azâbı gelince onun intikam alacağı korkusunu unutup rahmetinin genişliğine aldanmayasın. 148Putperestler şöyle diyecekler: “Eğer Allah dileseydi, ne bizler, ne de atalarınıız ortak koşmaz ve hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Kaldı ki onlardan önce yaşayanlar da bu şekilde davranarak hakikati yalanladılar. Sonunda bizim azâbımızı tattılar. De ki: “Elinizde bize gösterebileceğiniz kesin herhangi bir bilgi ve belge varsa, hemen ortaya çıkarıp bize gösterin!” Fakat asıl gerçek şu ki siz yalnızca başkalannın zannı ardınca gidiyorsunuz ve doğrudan doğruya yalan uyduruyorsunuz. Ancak Allah böyle istedi, biz de öyle yaptık. İşte bizim mazeretimiz budur. Onlar bu sözde gerekçeleriyle şunu demek istiyorlar: “gerek kendilerinin gerekse atalarının Allah'a ortak koşmuş olmaları ve haram olan şeyleri helâl kılmaları, sadece Allah'ın kendileri için böyle dilemiş olmasındandır. Eğer Allah'ın bu anlamda bir dilemesi ya da istemesi olamasaydı, bunlardan hiçbir şey zaten olmayacaktı.” “Kaldı ki onlardan önce yaşayanlar da bu şekilde davranarak hakikati yalanladılar.” Yani onların seni böylece yalanlamaya kalkışmaları tıpkı kendilerinden öncekilerin yalanlaması gibidir. Dolayısıyla bu gibi gerekçelere tutunuyorlar. Ancak bu, onlara herhangi bir yarar sağlamayacaktır. Çünkü onlar bu söylediklerini bir itikat ya da îman etmeleri açısından söylüyor değiller. Aksine onların tek amacı, peygamberlerin getirdikleriyle ve inananlarla alay etmektir. Çünkü müşrikler ya da putperestler, Allah'ın dilemesini kendi lehlerine güya bir hüccet veya delil olarak öne sürüp böylece böyle bir gerekçeyle mazur olduk! annı gösterme gayretine düşüyorlar. Ancak onların bu gerekçeleri ret olunmaktadır, geri çevrilmektedir. Zira “dileme” şemsiyesinin altına sığınarak yapılan bir ikran aslında ikrar değildir.Ya da “Dileme” nın buradaki manası; nzadır, memnuniyet ve hoşnutluktur. Nitekim Hasen-ı Basrî bunu şöyle değerlendiriyor: “Allah gerek bizden olsun gerekse atalarınıızdan olsun, şirk koşmamızdan memnun kalmıştır.” Halbuki şirk, muradolunan, istenendir. Ancak bundan Allah hoşnut ve memnun değildir, buna nzası yoktur. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğunu görmezlikten mi geliyorsun! O buyuruyor ki: “Eğer Allah dileseydi hepinizi doğru yola yöneltirdi.” (En'am,149) Bu âyet şu gerçeği dile getiriyor. “Eğer hidâyete erme-erdirme onların kendilerini ellerinde bulunsaydı, kesinlikle hepsi îman ederlerdi. Ancak hepsinin îman etmeleri murad olunmamıştır. Kiminden inanmaları ve kiminden de inkarları-küfürleri murad olunmuştur. Bu itibarla burada “Dileme” ifadesinin bizim anlattığımız gibi ve aynı zamanda ortadaki çelişkiyi de önlemek için buna hamletmek, tefsirlamak gerekir-vacip olur. “Sonunda bizim azâbımızı tattılar.” Nihayet üzerlerine azâbımızı gönderdik. “De ki: Elinizde bize gösterebileceğiniz kesin herhangi bir bilgi ve belge varsa,” Söylediklerinizi kanıtlayabilecek elinizde hüccet-delil olarak suna bileceğiniz bilinen bir belgeniz bulunuyorsa, “hemen ortaya çıkarıp bize gösterin! Fakat asıl gerçek şu ki siz yalnızca zannın ardınca gidiyorsunuz ve doğrudan doğruya yalan uyduruyorsunuz.” 149De ki: her gerçeğin en kesin ve en mükemmel delili sadece Allah'a âittir. Eğer Allah dileseydi hepinizi doğru yola yöneltirdi. Size tavsiyem Allah'ın emirlerini yerine getirmeniz ve yasaklarından da uzak durmanızdır. Dolayısıyla güya Allah'ın aleyhinde olarak Allah'ın dilemesini bir gerekçe gibi ileri sürerek kendi lehinize bir kesin delil yoktur. “Eğer Allah dileseydi hepinizi doğru yola yöneltirdi.” Yani Allah sizin hidâyetinizi, doğru yola iletilmenizi dileseydi,... İşte bu hükümle Mu'tezile mezhebinin atılımı, görüşü geçersiz kılmıyor. 150De ki: “Allah'ın bunların tamamını yasakladığına ilişkin tanıklıkta bulunacak şâhitlerinizi getirin!” Eğer onlar her şeye rağmen yalan yere şâhitlikte bulunurlarsa, sakın onların bu yalan yere şâhitliklerine kâtilıp beraber olmayın; âyet ve hükümlerimizi yalanlayanların ve âhirete inanmayanların keyiflerine ve hatalı görüşlerine uymayın! Çünkü onlar başkalannı Rablerine denk tutmaktadırlar. Tanıklarınızı getirin, bize yaklaştırıp ortaya koyun. (.......) kelimesinin, Hicaz ekolüne göre tekili de çoğulu da, müzekker ve müennesi de eşittir. Hep, (.......) dir. Ancak Beni Temîm ekolüne göre bu kelimenin müennesi ve çoğulu olur. “Kısaca haram olarak ileri sürdükleri şeylerde,..” “Eğer onlar her şeye rağmen yalan yere şâhitlikte bulunurlarsa, sakın onların bu yalan yere şâhitliklerine kâtilıp beraber olmayın;” Onların şâhitlik ettikleri şeyler konusunda onlara teslimiyet göstermeyin, söylediklerini doğrulamayın. Çünkü teslimiyet gösterilmesi ve doğrulanmaları hâlinde âdeta onlarla birlikte şahadette bulunmuş ve onlar gibi olmuş olur. Kısaca o da bu haliyle onlardan biri haline gelmiş olur. “Âyet ve hükümlerimizi yalanlayanların ve âhirete inanmayanların keyiflerine ve hatalı görüşlerine uymayın!” Onlar müşriklerin ya da putperestlerin ta kendileridirler. “Çünkü onlar başka Rablerine denk tutmaktadırlar.” Putlarını ve putlaştırdıklarını Allah ile eşit tutuyorlar. (.......) âyetinde zamîr yerine bizzat söz konusu edilenlerin kendileri -ismi zahirin zikredilmiş olması, Yüce Allah'ın âyetlerini, hüküm ve mesajlarını yalanlayanların heva ve heveslerine tabi olduklarını, buna esir düştüklerini göstermek içindir. Çünkü delile tabi olmuş olsaydılar, mutlaka Allah'ı birleyici, tevhit inancına bağlı biri olarak Allah'ın âyetlerini, hüküm ve mesajlarını doğrularlardı. 151De ki: “Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığım size okuyup anlatayım: Allah'a ortak koşmayın; anne-babanıza iyilikte bulunun; fakirlik ve yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Çünkü sizin olsun onların olsun rızıklarını verip besleyen Biziz. Çirkinlik ve fenalıkların açığı olsun, gizlisi olsun hepsinden uzak durun, asla yaklaşmayın. Adaleti yerine getirip sağlamaktan başka Allah'ın yasaklayıp kutsal saydığı cana kıymayın. Düşünüp aklınızı kullanasınız diye bunları size Allah emretmektedir. Ekinleri ve hayvanları, helâl olan şeyleri yasaklayıp haram kılanlara “De ki: Gelin,” Has olup da genelleştirilen bir ifade tarzıdır. Aslında söz konusu bu ifade yüksek bir yerde olup da aşağılarda olan birine seslenişidir. Daha ifade genel bir hâl alana kadar çoğalarak arttı. “Rabbinizin size neleri yasaklayıp haram kıldığım size okuyup anlatayım:” Rabbinizin size haram kıldıklarını,... Diğer yönden, “Mâ” harfi, (.......) fiilinin sılası-ilgi cümleciğidir. “Allah'tan başka şeyleri hiçbir zaman Ona ortak koşmayın,” Burada, (.......) daki (.......) edatı tilâvet yani (.......) fiilini tefsîr ediyor, açıklıyor, yoksa bu, neni yani yasaklama için değildir, “anne-babanıza iyilikte bulunun;” anne ve babanıza elinizden geldiğince ve tüm gücünüzle iyilikte bulunarak onların yanında yer alın, onları üzecek bir davranışın içine girmeyin. Burada anne ve babaya iyilikte bulunmanın haram ya da yasak maddeler arasında yer almasının nedeni, anne ve babaya iyiliktir bulunmayı terketmenin haramlığma dikkat çekmek içindir. Çünkü anne ve babaya iyilikte bulunmak farz anlamında bir vaciptir. Nitekim bundan sonra gelen emirler de bu manada aynı hükmün içerisinde yer almış bulunmaktadır. “Fakirlik ve yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.” Fakir ve yoksul kalmm, bundan dolayı açlık korkusuyla karşı karşıya kalmış olurum, endişesini ve sıkıntısını, tasasını taşımayın. Bu, tıpkı şu Âyetteki gibidir: “Fakirliğe düşme korku ve endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyiniz!” (İsrâ',31) “Çünkü sizin olsun, onların olsun rızıklarını verip besleyen Biziz.” Zira kul ve kölelerin beslenip yedirilmeleri, rızıklarıdırılmaları efendileri tarafından sağlanır. “Çirkinlik ve fenalıkların açığı olsun” seninle halk arasında işlenenleri olsun, “gizlisi olsun” seninle Rabbin arasında kalanı olsun, “hepsinden uzak durun, asla yaklaşmayın.” Burada, (.......) ibâresi, (.......) kelimesinden bedeldir. Kısas gibi, mürtedlik ten dolayı ve recm sebebi gibi “Adaleti yerine getirip sağlamaktan başka Allah'ın yasaklayıp kutsal saydığı cana kıymayın.” Size yerine getirmeniz ve bağlı kalmanız için Rabbinizin emrederek etraflıca zikrettiği bu gerçekleri, “Düşünüp aklınızı kullanasınız diye bunları size Allah emretmiştir.” Allah katında bünların ne kadar büyük ve önemli olduğunu düşünüp akletmeniz için,... 152Rüşd-olgunluk ve ergenlik çağına ermedikçe yetimin mal varlığına dokunmayın. Meğer ki ona yaklaşmak bir iyi niyete ve maslahata dayansın bu, müstesna; herhangi bir artırım ve eksiklik yapmaksızın alış-verişte ölçü ve tartıyı adaletli bir şekilde yerine getirin. Biz hiçbir kimseye altından kalkamayacağı bir yükü yükletmeyiz. Herhangi bir görüş ortaya koyduğunuzda veya hüküm verdiğinizde, en yakın akrabanıza karşı da olsa haksızlık etmeksizin adaletli davranın. Allah'a ya da halka karşı taahhütte bulunduğunuz zaman mutlaka ahdinizi yerine getirin! İşte bu âyette söz konusu edilen şeyleri Allah, öğüt ve ders alabilesiniz diye size emretti. Yani en güzel bir amaca ve haslete bağlı olarak yaklaşılmış olsun. Bu da, yetimin malını korumak veya onu üreterek çoğaltmaya yönelik bir maksatla olabilir,başka değil. Yetim rüşd çağma gelince de ona malını teslim edin. Burada geçen, (.......) kelimesi, ergenlik çağına ulaşması manasınadır. Bunu tekili de, (.......) kelimesi olup tıpkı, (.......) ve (.......) kelimeleri gibi. “herhangi bir artırım ve eksiklik yapmaksızın alış-verişte ölçü ve tartıyı adaletli bir şekilde yerine getirin.” Eşitliğe dikkat edin, haksızlıkta bulunmayın. “Biz hiçbir kimseye altından kalkamayacağı bir yükü yükletmeyiz.” Ancak gücü dahilinde olanını yükleriz. Yapmasından âciz kalabileceği bir yükümlülüğün altına sokmayız. Dikkat edilirse yüce Allah'ın, ölçü ve tartılarda adaletli olmayı, herhangi bir fazlalık ya da noksanlıktan kaçınmayı emretmesinin hemen peşinden bu hükme yer vermesi şundan dolayıdır. Tartı ve ölçülerde adalet aslında oldukça zor bir meseledir. İşte bunun için “gücün yetmesi” konusuna yer verdi ve bunu emretti. Eğer bir husus insan gücünü aşarsa, zaten bundan dolayı affolunacaktır, sorumlu tutulmayacaktır. “Herhangi bir görüş ortaya koyduğunuzda veya hüküm verdiğinizde, en yakın akrabanız da olsa haksızlık etmeyin, adaletli davranın.” Yani herhangi bir şâhitlik veya bir başka konuda söylenen söz ya da verilen hükümde ister lehinizde olsun, ister aleyhinizde olsun en yakınlarınız dahi olsa doğruyu söyleyin. Nitekim yüce Allah bir başka âyetinde şöyle buyuruyor: “....vereceğiniz hükmünüz ve şâhitliğiniz isterse bizzat kendiniz, anne-babamz ve yakın akrabanız aleyhinde olsun, isterse onlar zengin veya fakir olsunlar adil davranın!” 4,Nisa,135 “Allah'a yahut da halka karşı taahhütte bulunduğunuz zaman mutlaka ahdinizi yerine getirin!” Misak gününde Allah'a verdiğiniz sözünüzde, emir ve yasaklar konusunda veya vaad ve vaid isterse adak adama ve yemin konulannda olsun mutlaka yerine getirin. “İşte bu âyette söz konusu edilen şeyleri Allah, öğüt ve ders alabilesiniz diye size emretti.” Kırâat imâmlarından Hamza, Ali ve Hafs iki (.......) şeklinde okumuşlardır. Diğer kırâat imâmları ise şeddeli olarak, (.......) okumuşlardır. Bu fiilin aslı, iki (.......) harfiyle olmak üzere, (.......) dur. İkinci (.......) harfi (.......) harfine idğam olunarak (.......) okumuşlardır. Birinci duruma göre mana, “her ne şekilde olursa olsun” demek iken, diğer durumda mana, “Bunu ders çıkarmanız için size emretti” olur. 153Hiç şüphesiz bu âyetlerde sözü edilen emir ve hükümler benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse benim bu yolumu izleyin ve benim yoluma aykırı yol, dinleri uygulamayın. Aksi takdirde sizi Onun dosdoğru yolundan ve dininden ayırıp saptırırlar. İşte Allah'ın emirlerine bağlanıp yasak ve haramlarından uzaklaşmanız için Rabbiniz size bunları emretti. Çünkü bu istenilen emirlere gerektiği gibi uymak benim emrim ve isteğimdir, Burada, (.......) ibâresine bir (.......) harfinin takdir edilmesi tabi olmaya-uymaya sebep oluştursun diyedir. Kırâat imâm-larından İbn Âmir, (.......) harfini şeddesiz olarak, (.......) şeklinde okumuştur. Bunun aslı da, (.......) dur. Dolayısıyla buradaki “he-el-Hau” harfi dikkat çekme-Şan zamîridir. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali bunu cümle başı kabul ederek, hemzenin esresiyle, (.......) şeklinde okumuşlardır. (.......) kelimesi de hâldir. “Öyleyse benim bu yolumu izleyin ve bu yoluma aykırı olan” Yahûdîlik, Hıristiyanlık, ateşperestlik din ve inançlarıyla başka sapık yolardan ve bidatlerden oluşan “yol ve dinleri uygulamayın. Aksi takdirde sizi O'nun dosdoğru yolundan ve dininden ayırıp saptırırlar.” Allah'ın dosdoğru olan yolundan sapıtan kimseler ve güçler durumuna gelmiş olursunuz. Halbuki Allah'ın dosdoğru yolu da İslâm dininden başkası değildir. Anlatıldığına göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), dosdoğru bir hat-çizgi çizer. Sonra da şöyle buyurur: “İşte bu, rüşd-doğru olan yol, Allah'ın yoludur. Dolayısıyla buna uyun ve bunu uygulayın.” Daha sonra ise o doğru çizginin her bir tarafına altışar eğri çizgi-hat çizdi. Sonra da şöyle buyurdu: “İşte bu gördükleriniz de bir takım yollardır ki, bunlardan her birinin başında insanları o yola çağıran bir şeytan durup beklemektedir. Sakın o yollara yaklaşmayın ve onlardan uzak durun.” Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) daha sonra da tefsirini yaptığımız bu âyeti okudular. Bak, Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435,465. Darimî, Sünen, 1/67-68. Hakîm, Müstedrek, 2/318. ibn Hibban, 7. Hepsinde de lafızlar yaklaşık ifadelerle aynı konuyu işlemistir. Ancak hiç birisinde, “altı hat çizdi” ifadesinde bir tahdit-sınırlama yoktur, hepsi de farklı farklıdırlar. Bak. İbn Kesîr, Tefsîr,2/242. Sonraları Her oniki farklı yol ve çizgiden altışar yol-farklı görüş daha ortaya çıkarak bu sayı yetmişiki farklı yol-anlayış ve görüş hâlini almış oldu.” Abdullah b. Abbâs’ın anlattığına göre bu âyetlerin tamamı muhkem âyetler olup semavî kitapların hiç birisinde nesh olunmamış, hükümleri yürürlükten kaldırılmamıştır. Ka'b'tan rivâyete göre oda şöyle demiştir: “Şüphesiz bu âyetler, Tevrât'ta kesinlikle ilk yer alan âyetlerdir.” “İşte Allah'ın emirlerine bağlarııp yasak ve haramlardan uzaklaşmanız için Rabbiniz size bunları emretti.” Böylece hepinizin Allah'ın emirlerine bağlı kalarak yasaklarından da uzak durma umudunu taşımanızı emir buyuruyor. Dikkat edilirse, ilk önce, “Düşünüp aklınızı kullarıasmız diye” , sonra, “öğüt ve ders alabilesiniz diye,” ve en sonra da, “Allah'ın emirlerine bağlarııp yasak ve haramlardan uzaklaşmanız için” yani, önce (.......) peşinden, (.......) ve en sonra da, (.......) buyurarak şu gerçeğe işaret buyuruyor: “İnsanlar bir şeyi düşünerek akıl çerçevesinde değerlendirdiklerinde, gerçek anlamda düşünebilirler, bunun ardından da kendileri için ders çıkarıp haram ve yasaklardan uzak kalırlar. 154Yine Biz, iyi bir şekilde davrananlara, emir ve yasaklara uyarak doğru yola yönelenlere nimetlerimizi tamamlamak ve zamanlarındaki bütün hükümleri detaylı olarak açıklamak, bir hidâyet, rahmet ve yol gösteren olmak üzere Kur'ân’ın indirilmesinden önce Mûsa'ya da Tevrât'ı verdik ki, Rableri ile buluşup kavuşmaya îman etsinler. Yani biz size,” Mûsa'ya kitabı verenin biz olduğumuzu size bildirdik” demektir. Ya da bu âyet de daha önce geçen, “De ki” diye başlayan âyet üzerine atfolunmuştur. Buna göre mana. “De ki: Biz Mûsa'ya,.... verdik.” Demektir. Veya burada, “Sümme” kelimesi, cümle ile birlikte, “Vav” manasınadır. Tıpkı, “Yûnus, 46” daki, (.......) burada mana, “sonra Allah,...” olabileceği gibi, “Ve Allah,...” diye de olabilir. İşte bu da böyledir. “Biz iyi bir şekilde davrananlara” yani ihsan sâhibi, sâlih ve olgun olanlara, demektir. Burada asıl vurgularıan husus, “İhsan ve iyilik sâhibi kimselerdir.” Çünkü Abdullah b. Mesut'un kırâati olan, (.......) yani ihsanda bulunanlar, buna delildir. Ya da bununla Hazret-i Mûsa'murad olunmuştur. Dolayısıyla bunu manası şöyle olmaktadır: “Allah'ı kendisine emrettiği şeyleri yerine getirmede, tebliğ ve itaatteki tam bağlılık ve teslimiyeti bakımından onun olgunluğuna ve üstünlüğüne karşı bir gösterge olmak üzere Mûsa'ya Tevrât'ı verdik” demektir. (.......) Dinleri konusunda muhtaç oldukları her şeyi etraflıca açıkladık. İsrâ'il oğulları “Rableri ile buluşup kavuşmaya îman etsinler.” Öldükten sonraki., dirilmeye, hesaba çekilmeye ve rü'yete, Allah'ı âhirette görmeye inansılar, bunu doğrulasınlar. 155İşte bu Kur'ân da indirdiğimiz çok bereketli ve menfaatli bir kitaptır. O hâlde ona uyun, Allah'a karşı olan sorumluluğunuzu iyice bilin ki, Onun merhametine kavuşasmız. Hayn ve faydası sonsuzdur. “O hâlde ona uyun, Allah'a karşı olan sorumluluğunuzu iyice bilin ki,” Ona muhalefetten kaçının ki, “Onun merhametine kavuşasmız.” Allah'ın rahmet ve merhametine eresiniz. 156Ve bir de: “Bizden önce yaşayan iki topluluğa ancak Kitap indirildi. Halbuki biz onların ders görüp öğrendiklerinden habersizdik” bahanesini ileri sürmemeniz için, “Ve bir de: bizden önce yaşayan” ve kendilerine Tevrât verilen Yahûdîlerle, İncîl gönderilen Hıristiyan “İki topluluğa ancak kitap indirildi.” İşte bu âyet Mecusi denilen ateşperestlerin Kitap ehli olmadıklarının bir delili ve delilidir. “Halbuki biz onların ders görüp öğrendiklerinden habersizdik” Onlara inen kitapları okuyup öğrenmekten bir bilgimiz yoktu “bahanesini ileri sürmemeniz için,” Bizim bu konuyla ilgili olarak hiçbir şeyden,haberimiz ve bilgimiz yokta, dememeniz için. Burada yer alan, “İn” edatı şeddeli olan (.......) den hafifletilendir. (.......) daki (.......) harfi buradaki, (.......) edatının nefiy/olumsuzluk bildiren (.......) harfinden ayırdedilmesi için gelmiştir. ; Dolayısıyla bunun aslı şöyledir: (.......) dır- Bu itibarla, (.......) daki zamîr de dikkat çekme-şan zamîridir. Mana ise: “Şüphesiz biz gerçekten onların bilgilerinden habersizdik, bunu bilesiniz” demektir. Buradaki asıl muhataplar da dönemin Mekke halkıdır. Bundan amaçlarıan şey de şudur: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e Kur'ân’ın indirilmesiyle, Mekkelilerin aleyhine bir delili ve hücceti ortaya koymaktır. Böylece yarın kıyamet gününde,- “Tevrât ile İncîl bizden önce geçen iki topluma, Yahûdîlerle Hıristiyanlara indirildi. Halbuki bizim her iki kitap hakkında herhangi bir bilgimiz de yoktu” bahanesine sığmmamaları için Kur'ân'ı indirdik. 157Ya da: “Eğer bize de bir Kitap indirilmiş olsaydı, kesinlikle biz onlardan daha çok doğru yola ve hakka sarılırdık” dememeniz için indirdik. İşte şu anda Rabbinizden size apaçık bir delil, bir yol gösteren ve bir rahmet geldi. Bu durumda Allah'ın hüküm ve mesajlarını yalanlayanlardan ve insanları ona yönelmekten alıkoyan kimselerden daha zâlim kim olabilir? Hüküm ve mesajlarınıızdan yüz çevirmek suretiyle engelleyenleri, pek yakın bir gelecekte bu engellemeleri yüzünden şiddetli ve incitici bir azapla cezâlarıdıracağız. Çünkü bizim zihinlerimiz çok daha keskin, kavrayış ve zekâmız onlarınkinden daha üstündür. Kaldı ki Araplara âit eski dönemlerini, soy-soplarıyla ilgili bilgileri biz tümüyle hafızamızda saklamış bir toplumuz “dememeniz için indirdik.” Böyle hoşlarıılmayacak bir söz sarfetmemeniz için gönderdik. “İşte şu anda Rabbinizden size apaçık bir delil,” Eğer kendiliğinizden ortaya koyup söylemekte olduğunuz sözlerinizde doğru ve samimi iseniz, işte şimdi içinde kesin ve apaçık delil ve açıklama bulunan, tüm bahanelere son noktayı koyacak olan gerçek delil ve hüccet Rabbinizden gelmiş bulunuyor. Burada şart hazfedilmiş ki bu haziflerin en güzellerindendir, “bir yol gösteren ve bir rahmet geldi.” Kim de bunların sıhhatini ve doğruluğunu öğrendikten sonra “Bu durum da Allah'ın hüküm ve mesajlarını yalanlayanlardan ve insanları ona yönelmekten alıkoyan” ve ondan yüzçeviren “kimselerden daha zâlim kim olabilir? Hüküm ve mesajlarınıızdan yüzçevirmek suretiyle engelleyenleri, pek yakın bir gelecekte bu engellemeleri yüzünden şiddetli ve incitici bir azapla cezâlarıdıracağız.” Cezâlarıdırmada örneği asla görülememiş şiddetteki incitici bir azapla. 158Onlar îman etmek için daha neyi bekliyorlar? Yoksa kendilerine meleklerin inip gelmelerini mi? Rabbinin onları yerle-bir edecek azâbının veya Rabbinin kıyamet belirtilerinden birinin gelmesini mi bekliyorlar? Fakat Rabbinin kimi kıyamet belirtilerinin ortaya çıkacağı günde îman etmenin, önceden îman etmemiş veya îman ettiği hâlde bir iyilikte bulunmamış olan hiçbir kimseye hiçbir yarar ve fayda getirmez. De ki: Bizim Rabbimizin sevabını beklemekte olduğumuz gibi siz de Rabbizin azâbını bekleyin. Çünkü biz kendilerine vahdaniyemize ilişkin ve ri'saleti'n, peygamberlik ya da mesajın sabit ve kesinliğine dair tüm delilleri, kamtları sergilediğimiz hâlde bu kimseler inanmak için daha neyin peşindeler? Kaldı ki, onların tüm sapık itikat ve inançlarının da geçersizliğini, bâtıl oluşunu da ortaya dökmüşüz. Artık tüm bu gerçeklerden sonra dalaleti terketmek için, sapıkliği bırakmak için bunlar daha neyi beklemektedirler? “Yoksa kendilerine” canlarını almaları için ölüm “meleklerinin inip gelmesini mi? Rabbinin onları yerle bir edecek azâbının” azap ya da kıyametin “veya Rabbinin kıyamet belirtilerinden birinin gelmesini mi bekliyorlar?” Kıyamet alâmet,veya belirtilerinden pları güneşin batıdan doğması ve benzeri daha başka belirtileri gibi. Âyetteki, (.......) kelimesini kırâat imâmlarından Hamza, Ali ve Halef (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır. Yine âyette, “Rabbinin gelmesini mi?” diye geçen ifade, “Rabbinin emrinin gelmesini mi” olarak verdik. Bu da Allah'ın azâbı veya kıyametin gelmesi manâsında tefsîr olunmuştur. Burada bunu bu şekilde tefsirlanmasının sebebi de, “gelme” fiilinin müteşabih olması sebebiyledir. Bu itibarla, bir nass olarak değerlendirilmesi açısından, “Allah'ın emrinin gelmesi” diye verilmiştir, Bu manada muhkemdir. Dolayısıyla buna bu şekilde tefsir getirilmiştir. “Fakat Rabbinin kimi kıyamet belirtilerinin ortaya çıkacağı günde îman etmenin,” çünkü böyle bir îman kişini kendi isteğiyle ve ihtiyanyla olmayıp, gelen azâbı görmesi sebebiyle, sırf azâbı ve cezâyı önlemek için olan bir imandır, artık kendilerinden umutlarını kesmişler, imândan başka yapacakları bir şeyleri kalmamıştır. İşte böyle bir günde îman etmenin, “önceden îman etmemiş veya îman ettiği hâlde bir iyilikte bulunmamış olan hiçbir kimseye hiçbir yarar ve fayda getirmez.” Yani inancında bir ihlas ve samimiyet bulunmayanlar... Nitekim güneşin batıdan doğmasından sonra kafirin bu anda îman etmesinin bir anlamı yoktur, böyle bir îman kabul olunmaz. Ayni şekilde böyle bir anda münâfık ya da müslümanın da îmanı ihlasa dönüşse de kabul edilmez, tevbe etmesi de bir anlam taşımaz. Bu itibarla bununu takdiri şöyledir: “Daha önce îman etmemiş bir kimsenin gerçeği gördükten sonra inanması ona bir menfaat sağlamaz ve daha önce tevbe etmemiş bir kimsenin de tam böyle bir anda tevbe etmesi de anlamsızdır. Çünkü kabul edilmez. “De ki: Bizim Rabbimizin sevabını beklemekte olduğumuz gibi siz de Rabbinizin azâbını” üç alâmetten birini “Bekleyin.” Biz de siz de hep birlikte göreceğiz. 159Şüphesiz dinlerinin esaslarını bozarak parça ve guruplara ayrılanlar var ya, artık senin onlar adına yapacağın bir şey yoktur. Bundan böyle onların hesabı ve cezâsı ancak Allah'a kalmıştır. Sonra vakti geldiğinde Allah kendilerine yapıp ettiklerini bir bir bildirecektir. Tıpkı Yahûdî ve Hıristiyanların dinleri konusunda ihtilafa düşerek bölünüp parçalandıkları gibi böylece onlar da dinleri hususunda ihtilafa düşerek parçalara ve guruplara bölündüler. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: “Yahûdîler yetmişbir fırkaya ayrıldılar, biri dışında hepsi dipsiz olan cehennem ateşine yuvarlandılar. O bir tanesi de kurtuluşa eren fırkâdir-Naciye fırkasıdır. Hıristiyanlar da yetmiş iki parçaya bölündüler, biri dışında hepsi dipsiz cehennem ateşine yuvarlandılar. Benim ümmetim de yetmişüç parçaya bölünecekler. Biri dışında hepsi dipsiz cehennem ateşine düşecekler. O bir tanesi de doğruluk üzere olan büyük İslâm cemaatidir.” Farklı bir rivâyette ise şöyle buyurülmuştur: “O bir tanesi de benim ve ashâbımın üzerinde bulundukları yoldur.” [Ahmed, Müsned; 2/332, Ebû Dâvud, Sünnet; 4596. İbn Mâce, Fiten, 3991. Tirmizî, Îman; 2642. İbn Hibban, 6247] “Dinlerinin esaslarını bozdular, parçaladılar” demek, dinin- kimi esaşlarına îman ettiler, kimisini de inkâr ettiler. Kırâat imâmlarından, Hamza ve Ali, (.......) fiilini, (.......) şeklinde okumuşlardır. Bunun da manası, “terkettiler” demektir. “Fırka ve guruplara ayrıldılar” demek, her bir gurup ve topluluk başlarına bir lider seçerek birbirlerine düştüler, paramparça oldular, “artık senin onlar adına yapacağın bir şey yoktur” demek,- “sen onlardan sorumlu tutulmayacaksın, onların bölünüp parçalanmaları sebebiyle sen hesaba çekilecek değilsin veya sen onların cezâlarıdırılmalarından sorumlu olmayacaksın” “Bundan böyle onların hesabı ve cezâsı ancak Allah'a kalmıştır. Sonra vakti geldiğinde Allah kendilerine yapıp ettiklerini bir bir bildirecektir.” Bundan dolayı da onları cezâlarıdıracaktır. 160Kim Allah'ın katına güzel bir iş ve davranışla gelirse, yaptığının on katı ödül alacaktır. Kim de kötü bir fiil işlemiş olarak gelirse işlediğinin aynısıylâ cezâ görecektir. Onların hiçbiri haksızlığa uğratılmayacaklar. “Kim Allah'ın katına güzel bir iş ve davranışla gelirse yaptığının on katı ödül alacaktır.” Yani işlediğinin benzeri şeyin on katını alacaktır. Ancak burada açıklayıcı mahiyette olan cins sıfatı, mevsûf yerine geçmiştir. “Kim de kötü bir fiil işlemiş olarak gelirse işlediğinin aynısıylâ cezâ görecektir. Onların hiçbiri” sevapları eksiltilmek veya cezâları arttınlmak gibi bir durumla asla “haksızlığa uğratılmayacaklar.” 161De ki: “Rabbim beni din yönünden dosdoğru bir yola, İbrâhîm'in bâtıl hiçbir inanca bulaşmamış ve aynı safliğiyla ayakta duran ve tevhid dini olan İslâm yoluna yöneltti. O hiçbir zaman Allah'tan başkasına Rablik ve ilahlık tanimâmıştı.” Kırâat imâmlarından Ebû Amr, Nâfi ve Ebû Cafer, (.......) harfinin fethasıyla (.......) şeklinde okurken, diğerleri, (.......) harfinin sükünü ile, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. (.......) kelimesi, (.......) in mahallinden bedel olarak mensûbtur. “....dosdoğru bir yola yöneltti” manasında olan bu cümleye şu âyet delil gösterilmiştir: “Ve sizi dosdoğru yola iletiyor.” (Fetih, 20) (.......) şeklinde okunan kelime, (.......) fiilinden alımadır. (.......) kelimesi “Fey'il” kalıbında olup, tıpkı, (.......) kelimesinin de, “Sâde” fiilinden alınmış olması gibidir. Bu kelimenin, (.......) fiilinden alınmış olması, (.......) kökünden alınmasından daha çok mübalağa ve aşırılık ifade eder. (.......) şeklindeki kırâat, Âsım, Hamza, Kisâî, Halef ve İbn Âmire âittir. Diğer kırâat imâmları ise, (.......) olarak okumuşlardır. (.......) kelimesi, (.......) anlamında bir mastar olup, bununla beraber “Din” ifadesi bu sıfatla nitelenmiştir. (.......)de atfı beyan,açıklama manasında bir atıftır. (.......) de “İbrâhîm” den hâldir. “O hiçbir zaman Allah'tan başkasına Rablik ve ilahide tanimâmıştır.” Ey Kureyşliler İbrâhîm Peygamber hiçbir zaman Allah'tan başkasını ilâh edinerek Allah'a ortak koşmamıştır. 162De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim ve yakınlaşmalarını, hayatımdaki taatlerim ve iyi işlerim, varlığım, üzerinde nefesimi îman ve sâlih amellerle verdiğim ölümüm halis olarak âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. “De ki: şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim ve yakınlaşmalarını,” farz ve Nâfile namazlarını, ibâdetlerim, Allah'ı nzasma bağlı olarak kestiğim kurbanlarını, yaptığım hac görevlerim, “hayatımdaki taatlerim ve iyi işlerim, varlığım, üzerinde nefesimi îman ve sâlih amellerle verdiğim ölümüm” Hayatta iken yaptığım her iyilik, üzerinde nefesimi-canımı ve ruhumu teslim ettiğim imanım ve sâlih amellerim “halis” ve samimi “olarak âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” Hep Onun nzasına yöneliktir. (.......) ibâdet eden anlamında, (.......) manasınadır. Kırâat imâmlarından Medineli Nâfi, (.......) kelimesindeki (.......) harfini sakin olarak, (.......) okumuştur. (.......) deki (.......) harfini de fethali olarak, (.......) şeklinde okumuştur. Ancak diğer kırâat imâmları bunun aksi olarak, birinciyi yani, (.......) kelimesindeki (.......) harfini fethali olarak, (.......) ve (.......) kelimesindeki (.......) harfini de sükünlü olarak, (.......) okumuşlardır. 163İbadet ve işlerimde asla Allah'tan başkasına ilahlık tanımaya yer yoktur. Rabbimin bana emri budur ve ben de buna uydum. Ben kendi ümmeti içinde kendini Allah'a teslim edenlerin -ilki ve öncüsüyüm.” Bu konuda hiçbir şeye ilâhlık vererek Allah ile ortak tutmaya kesinlikle yer ve imkan yoktur. “Rabbimin bana emri budur.” Çünkü bu manadaki emre ihlas ve samimiyetle bağlı kalmam emri bana verildi. “Ve ben de buna uydum. Ben kendi ümmeti içinde kendisini Allah'a teslim edenlerin ilki ve öncüsüyüm.” Çünkü her bir peygamberin müslüman olması kendi ümmetinin müslümanlığmdan önce gelir ve öyledir. 164De ki: “Allah her şeyin Rabbi iken Allah'tan başka bir Rab mı arayacağım? Herkesin kazandıkları yalnızca kendilerini ilgilendirir. Hiçbir günahkâr ve sorumlu kimseye bir başkasına âit günah ve sorumluluk yüklenmez. Kaldı ki sonunda dönüşünüz Rabbinize olacaktır. Ve O da, üzerinde anlaşamadığınız her hususu tüm çıplakliğiyla gözlerinizin önüne serecektir. Burada, “Allah'tan başka bir Rab mı arayacağım?” ifadesi, müşriklerin ilâh edinerek ilâhî mesajları dışlayanların, peygamberi ve ona îman edenleri kendi ilâhlarına çağrıda bulunmalarına karşılık bir karşı cevaptır. Çünkü cümle içerisindeki hemze inkâr ve reddi içermektedir. Bu itibarla bu şu anlama gelir: “Ben Allah'tan başka bir Rab istemeyi red ve inkâr ediyorum, asla böyle bir şeyi kabul etmiyorum.” Aynı şekilde, mefulün fiile takdimi, işin bu noktasının çok daha önemli olduğunun gösterilmesi içindir. Kaldı ki, Allah, her şeyin Rabbi olması itibariyle, Onun dışındakilerin tamamı, Allah'ın kendilerini yetiştirmesine, eğitmesine bağlı ve mahkûmdur. Bir de zaten bu varlık dünyasında O'ndan başka Rab'lık hakkına sahip hiçbir güç ve kuvvet yoktur. “Herkesin kazandıkları yalnızca kendilerini ilgilendirir.” Bu nokta vereceğimiz âyette görüleceği gibi onların oradaki sözlerine de bir cevaptır. Çünkü müşrik ve kâfirlerin iman edenlere çağnsı şöyledir: “Bizim yolumuza girin, sizin günahlarınızı biz yüklenelim.” (Ankebût,12) “Hiçbir günahkâr ve sorumlu kimse bir başkasına âit günah ve sorumluluk yüklenmez.” Hiçbir günahkâr kimse başkasının suçu ve günahı yüzünden hesaba çekilmez. “Kaldı ki, sonunda dönüşünüz Rabbinize olacaktır. Ve O da,üzerinde anlaşamadığınız her hususu tüm çıplakliğiyla gözlerinizin önüne serecektir.” Üzerinde tartışarak aynlığa düşüp ve bundan dolayı farklı farklı guruplara aynldığmız din ve inançlar konusunda gerçekler önünüze konulacaktır. 165Ki O, dünyayı Allah'ın emirleri doğrultusunda mamur hale getirmek için sizi yetkili kimseler kılmıştır. Vermiş olduğu nimet ve imkanlarla sizi denemek için derecelerle de kiminizi kiminizden üstün kılmıştır. Şüphesiz senin Rabbin cezâlarıdırma ve hesap görmede çok hızlıdır. Bununla birlikte kesin olarak bilmelisiniz ki, O, gerçekten çok çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir. “Ki O, dünyayı Allah'ın emirleri doğrultusunda mamur hale getirmek için yetkili kimseler kılmıştır.” Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamberlerin sonuncusu olduğu gibi, ümmeti de diğer ümmetlerden sonra gelerek onların yerini almışlardır. Ya da kimisi kimisinin yerine geçerek onlara halef olmuştur veya onlar Allah'ı arzında, var ettiği dünyada O'nun adına hükümleri icra eden ve bu manada o dünyaya sahip olan kimselerdir.Sahip olmaları bakımından da orada tasarruf yetkisine sahiptirler. “Vermiş olduğu nimet ve imkânlarla sizi denemek için derecelerle de kiminizi kiminizden üstün kılmıştır. Şeref, saygınlık, rızık ve daha sayamayacağımız nice şeyler bakımından sizleri derecelerle birbirinizden üstün kılmıştır. Zira size mal, mevki, makam vermiştir. Bu bakımdan acaba söz konusu nimetlere nasıl şükredeceksiniz? Üstün bir konumda olan bir kimse kendi konumundan daha düşük bir seviyede bulunanlara nasıl bir muamelede bulunacaktır? Zengin fakire karşı nasıl bir tavır sergileyecektir? Mâlik ve sahip konumunda bulunan biri kendi emri altındakilere karşı nasıl davranacaktır? İşte bu ve benzeri imtihanlar... Burada, (.......) kelimesi, ikinci bir mefuldür veya, (.......) takdirindedir. Bu da, “derecelere...” demektir. Ya da bu kelime, mastar yerine gelmiş bir ifadedir. Sanki şöyle denir gibi, “derece ardından derecelere yükseltmek- Basamaktan basamağa çıkarmak” . Nimetlerine nankörlükte bulunanlara karşı “Şüphesiz senin Rabbin cezâlarıdırma ve hesap görmede çok hızlıdır. Bununla birlikte kesin olarak bilmelisiniz ki O,” nimetlerin şükrünü bilip teşekkürde bulunanlara karşı da “gerçekten çok çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” Burada, “cezâlarıdırma ve hesap görme” görüldüğü gibi “Çok hızlı” lıkla nitelendirildi. Çünkü bir şey eğer gelmekte ise, sonuçta bu gün, gelecektir ve bu manada hızlı demektir. Kaldı ki Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibârettir.” (Nahl,77) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Kim her sabah En'am sûresini başından üç âyet okursa, Yüce Allah bundan ötürü onu koruma altına almaları için yetmişbin melek görevlendirir. Ve ta kıyamete kadar tıpkı onların amelleri gibi amel defterine yazar.” [İbn Daris, Fedailu'l-Kur'ân adlı eserinde, 200 rakamıyla rivâyet etmiştir. Bk. Dürrü'l-Mensur, 3/246. Fethu'l-Kâdir, 2/119] |
﴾ 0 ﴿